15 Ocak 2024 Pazartesi

FİLİSTİN, TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN_Mehmet Akkaya

 

FİLİSTİN, TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN

Mehmet Akkaya

Pek çok sanat dergisi, yeni sayılarını  Filistin sorununa ayırdı. Sanat ve Hayat da Kış Sayısı'nda konuyu gündeme taşırken "Filistin: Silah Şiir Karikatür" dosyasıyla çıktı!

FİLİSTİN, TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN

Türkiye toplumunun, özellikle devrimci kesimlerin Filistin sorunu ile karşılaşması 1970'li yıllara dayanır. İlişki kurma biçimi ise başlıbaşına bir sorunsaldır. Bir ucunda ulusların kendi kaderini tayın hakkı, diğer yanda enternasyonal dayanışma yer almıştır. Emekçi sınıflar ile onların çıkarını savunmaktan başka bir amaçları olmayan komünistler, bu iki eğilimi sınıfsız toplum yaratma mücadelesinin bir gereği olarak temel şiar edinmişlerdir. 

Bunun teorik temelleri Komünist Manifesto adlı metinde ziyadesiyle yer almaktadır. Sınıf mücadelesi ve ezilen halklar ve uluslar mevzusu, Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu devrimci hareketlerini eskiden olduğu gibi günümüzde de birleşik bir tavır almaya götürmektedir. 


Dolayısıyla bölge halklarının birleşik devrimci mücadelesinin kökleri yalnızca bugüne özgü değildir. Sorun yereli aşan bölgesel bir özellik kazanmış durumdadır. Konunun bölgesel ve bütünsel oluşu 1980 öncesi söylenen halk türkülerine de yansımıştır.

Emperyalist güçler Ortadoğu'da

Filistin, Türkiye ve Kürdistan'da

Kovulacak mutlak güneş doğmadan

Dünya halklarına bin selam olsun

(Halk Ozanı Ali Asker)

Ortadoğu Devrimi, Filistin ve Rojava

Filistin meselesi, görünüş olarak, ortaya çıkış biçimi ve mücadele hattı gereği ulusal bir mesele olarak okunsa da her mesele gibi sınıf mücadelesine tekabül eden boyutları da vardır. Sınıf olgusunun bir bileşeni olarak mevcuttur da diyebiliriz. Ulusal karakterinden dolayı da dinsel - gericilik, yerel burjuva ilişkileri ve emperyalist sistemin çeşitli dinamikleri ile bağlantılarını saptamak zor değildir. Bu boyut, 7 Ekim 2023'te "tufan" adı verilen saldırı itibariyle bir kez daha kendini belli etmiştir. Günümüzdeki haliyle Filistin ulusal mücadelesinin bir parçası olarak bilinen ve yine dinci-gerici karakteriyle var olan HAMAS, İsrail devletine karşı bir saldırı başlatmış oldu.

Filistin tufanı, sınıf teorisi açısından bakıldığında yeni ve sürpriz bir tufan değildir. Olup bitenler, dünya komünistleri açısından sınıf teorisinin geçerliliğini, bir kez daha doğrulamaktan başka bir anlama gelmiyor. Gerici bir organizmanın, Filistin ulusal mücadelesine bugünkü koşullarda eşlik ve önderlik etmesi, tamamen konjonktüreldir ve dolayısıyla sorunun tali yönünü temsil etmektedir.

Filistin sorunu, Filistin halkının ulusal mücadelesinin ortaya çıktığı coğrafya, bazı açılardan dünyanın herhangi bir parçası olarak görülse de kendine özgü özelikleri de bulunan bir coğrafyadır. Türkiye, Kürdistan ve bir bütün olarak Ortadoğu devrimci güçleri açısından Filistin'in özgül olması esas yöndür. Birleşik devrim güçleri açısından bakıldığında, yeni Rojavaların farklı bir versiyonunu yaratmanın mekanı olarak da düşünülebilir.

Savaş, Siyaset ve Sanat

Toplumsal varlığımız, toplumsal bilinç biçimlerimizi, felsefeyi, sanatı, etiği estetiği etkiliyor. Hatta belirliyor. Savaş, sömürü ve kıyımlar ise bilinci harekete geçiren en etkili pratikler oluyor. Böylesi ortamlar tezlerin, teorilerin sınanması, gözden geçirilmesi için de imkanlar sunuyor. Savaş, politikanın yanısıra sanatın ve şiirin de önemli motivasyonlarından birisi oluyor. Filistin - İsrail Savaşı olarak sunulan ve kayıtlara geçen savaş da böylesi olanaklar yaratması açısından üzerinde durmayı fazlasıyla gerektirmektedir. Filistin ulusal mücadelesi ve bu bağlamda halkın İsrail devleti ile savaşı ve insan kayıpları birçok önemli Filistinli şairi de eskiden beri ortaya çıkarmış, harekete geçirmiştir. Bunlardan birisi olan Tevfik El Zeyyat şu dizeleri yazmış vakti zamanında:

Dişlerimle savunacağım yurdumun

Her karış toprağını,

dişlerimle

Başka yurt istemem onun yerine,

assalar damarlarımdan beni

istemem gene.

Buradayım hâlâ

Aşkımın tutsağı,

evimin çevresinde

Yurdumun peşinde.

Buradayım hâlâ.

Yıkamazlar beni

ne kadar çarmıh yükleseler

omuzlarıma.

Buradayım hâlâ.

Tutarak sizi, tutarak, tutarak

avuçlarımda.

Dişlerimle savunacağım yurdumun

her karış toprağını,

dişlerimle.

(Çeviri: A. Kadir, A. Timuçin)

Komünistler ve Ulusal Hareketler

Kürt ulusal hareketindeki sınıf taleplerinin öne çıkmasına benzer bir eğilim Filistin mücadelesi için de söz konusu olabilir. Komünistlerin, ulusların self determinasyonunu kayıtsız şartsız destekledikleri ne denli doğru ve haklı ise günümüzde ulusal hareketlerin sınıf taleplerini içerdiği de bir başka doğru ve gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Bu hareketli pozisyonlar karşımızda dururken, ulusal hareketleri görünüşteki önderliklerine bakarak mahkum etmek sorunlu bir yaklaşımdır.

Haddizatında ulusal hareketler doğaları gereği, doğrudan proletarya enternasyonalizminin bir parçası değildir. İkinci sorun ise yaklaşık yüz yıldır dinci-gerici olarak nitelenen büyük hareketler, esas itibariyle emperyalizm tarafından var edilmiştir. Dolayısıyla dinci-gericilik olgusu, günümüzde halkların değil emperyalizm ve yereldeki sermaye güçlerinin bir icadı olarak vardır. Çoğu zaman silahlı halk hareketleri, emperyalizmin çizdiği sınırlar, ürettiği silahlar arasına sıkışır. Hatta emperyalizmin ürettiği teorilerle bağ kurmak zorunda olur. Filistin örneğinde de göründüğü gibi böylesi hareketler, talepler yönünden meşru olduğu ve mücadele biçimi itibariyle de devrimci olduğu halde taşıdığı bayrak bakımından gerici olabiliyor. 7 Ekim hamlesiyle birlikte Filistin ulusal mücadelesinde yaşanan da budur: Devrimci bir hareket başlatılırken bu mücadele, dinci-gerici bir bayrak eşliğinde yapılmıştır. Uzun vadeli düşünüldüğünde, enternasyonal proletarya ve dünya halkları gibi Filistin halkı da kendi kurtuluşunun İslam veya Hıristiyanlık gibi teolojik bayraklarda değil kendi kollarında ve kendi mücadelesinde olduğunu bilmelidir/bilmektedir.

Filistin-İsrail savaşı bağlamında kitleleri, Müslümanlar ile Yahudilerin savaşı olduğuna inandırmak, emperyalizmin ve bölgedeki uzantısı güçlerin özel bir çabasıdır. Bunlar, toplumun dikkatini sermaye ve pazar savaşlarına değil din ve medeniyet meselesine çekmek içindir. Türkiye ve Kürdistan sol hareketinde bile sorunu din üzerinden okumaya çalışma gibi bir sakıncalı eğilim kendini belli etmektedir. Oysa Lenin'in de üzerinde durduğu gibi politika, sermayenin yoğunlaşmış olan değişik bir versiyonu iken savaş da, işte bu politikanın silahlara irca edilmesi olarak var olmaktadır. Bu yüzden, iktisadi ilişkiler, sömürge politikaları ve pazar paylaşımlarını paranteze alarak yapılacak olan her savaş analizi, asla gerçekleri yansıtmayacaktır. Egemen sınıfların, Ortadoğu'yu, eskiden beri din savaşlarının olduğu bir coğrafyaymış gibi betimlemesi de gerçekleri yansıtmaktan uzaktır ve savaşın doğasına ilişkin bilinç bulanıklığı yaratmaktadır. Yukarıda iki örneğini vermiştim; şimdi yine Filistin ulusal mücadelesine şiirle devam etmek, sanırım bizi olayın içine daha da çekecektir.

Şiirlerde Filistin Mücadelesi

Filistinli şair Mahmut Derviş’in dizelerine, Filistin ulusal mücadelesi şöyle yansımıştır:

Filistinli Sevgili

Seni yalçın dağlarda gördüm,

kuzularınla, kovalanan çoban kızı.

Sen benim bahçemdin, yıkıntılar ortasında.

Bendim o yabancı, bendim kapını vuran.

Ey gönül! Ey gönül!

Kapı kalbimin üzerinde yükseliyordu,

pencere, taşlar ve çimento

Kalbimin üzerinde.

Seni su testilerinde gördüm,

buğday başaklarında,

yıkık dökük, parça parça, unufak.

Hizmet ederken gördüm gece kulüplerinde,

sancıların şimşeklerinde gördüm ve yaralarda.

Bağrımdan koparılmış ciğer parçası sensin.

Dudaklarıma ses olacak yel sen.

Ateş ve akarsu sensin.

Gördüm seni bir mağaranın ağzında

yetimlerinin çamaşırlarını iplere asarken.

Gördüm sokaklarda seni ve ateş ocaklarında,

kaynayan kanında güneşin.

Ve ahırlarda...

Ve bütün tuzlarında denizin.

Ve kumlarda...

Toprak gibi güzel,

yasemin gibi,

ve çocuklar gibi.

Ve ant içerim ki,

bir mendil işleyeceğim yarına kadar,

gözlerine sunduğum şiirlerle süslü

ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı:

'Bir Filistin vardı,

bir Filistin gene var! '

Gözleriyle Filistin,

kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin,

adıyla sanıyla Filistin.

Düşlerin Filistin'i ve acıların,

ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin'i,

sözcüklerin ve sessizliğin Filistin'i

ve çığlıkların.

Ölümün ve doğumun Filistin'i,

taşıdım seni eski defterlerimde

şiirlerimin ateşi gibi.

Kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde.

Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,

inlettim senin adına koyakları

(Çeviri: A. Kadir, Süleyman Salom).

Ortadoğu ve Filistin'in Özgünlüğü

Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'nun bütün insanlık tarihinde, savaş bakımından özel bir yeri olduğu doğrudur. İlk ikisi bir yana konumuz olan Ortadoğu ise Sümer, Akad, Asur, Babil gibi kadim Mezopotamya uygarlıklarına mekan olmuş, zengin bir coğrafyadır. İlk uygarlıkların, üretimin, artı değerin, bilimin, teknolojinin, devletin ve demokrasinin ortaya çıktığı bir bölgedir burası. Aynı zamanda mülkiyetin, sömürünün, savaşın, katliamların, halk düşmanı kralların da ortaya çıktığı bir bölgedir. Halen savaşlarla tanışmasının dinsel, teolojik olgularla bir ilişkisi yoktur. Bunlar dolaylı unsurlar olabilir. Esasen ekonomik ve politik olgularla ilgilidir savaş. İmparatorluk döneminde de bu coğrafya yine tarımsal üretim yanında, yarattığı ticari faaliyetlerden dolayı dinlerin ve modern devletlerin yakından ilgilendiği bir mekan olmuştur.

Sermaye çağıyla birlikte ekonomik önemi yanında kazandığı jeopolitik önem nedeniyle de emperyalizmin yörüngesinden çıkmamak üzere bir özellik kazanmıştır. Tüm bu gerçekler ve süreçler, bizim Filistin sorunu bağlamında bir kez daha güncellenen savaş olgusuna neden dinci-gericilik konusunu öne çıkararak meseleye bakmamızın yanlış olduğunu göstermektedir. Kaldı ki çağımızda bilhassa klasik dinleri var eden, muhafaza eden de temelde emperyalizmden başkası değildir. Bu yüzden bile olsa savaşların sorumluluğunu birtakım din odaklarına yüklemek, Taliban, El Kaide veya Filistin bağlamında HAMAS'la ilişkilendirmek safiyane bir değerlendirme olur. Çünkü eski çağlarda olduğu gibi günümüzde de dinselliğin kendi başına bir gücü bulunmuyor, olmamıştır da.

Konuya Marx da vurgu yapar: Din kendi başına bir tarihi, gücü, özerkliği olan yapı değildir, altyapının bir yansıması olarak vardır. Marksist teori bakımından savaşlara kimin önderlik ettiği ikinci planda geldiği gibi savaşların sonuçları da büyük önem taşımaz. Marksizm açısından savaşın bir süreç meselesi olması, emek-sermaye çatışmasına dayanması ve evrensel bir nitelikte olması birincil meseledir. Dolayısıyla yengi ve zafer de sürece değil sonuca ilişkindir ve talidir. Bugünkü Filistin tufanı, yenilecek ve önderliği devre dışı kalacak olsa bile Filistin halkının ulusal mücadelesi, kendi mecrasında devam edecektir. Süreç ve süreklilik dediğim budur.

Savaşların ve dinlerin kaynaklandığı altyapı, günümüzde feodalizm, kapitalizm ve emperyalizmdir. Dolayısıyla her halükarda soruna din, dinciler, dini-gericilik penceresinden değil üretim ilişkilerinin biçimini, sermayenin hareket tarzını dikkate alan bakışlarla yönelmek en doğrusudur. Böyle bir bakışla yöneldiğimizde bölgede Urgakina ve Hammurabi'den beri nice kralların, krallıkların, paşaların, padişahlıkların da patır patır yıkıldığını, tarih sahnesinden silinip gittiğini biliyoruz. Bugünkü feodal/kapitalist zulüm uygarlıkları da halkların, emekçi sınıfların, ezilenlerin mücadelesiyle benzer şekilde yok olup gideceklerdir.

Filistin'e Lenin ve Mao ile Bakmak

Filistin halk mücadelesi, Marksist teorinin temel argümanlarını doğrulayan bir örnek olduğu gibi Lenin'in "İleri Asya Geri Avrupa" tezini ve Mao Zedung'un “halk savaşı” teorisini de doğrulayan bir hareket olmuştur. Abartmadan söylenebilir ki Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu devrimci sınıf hareketleri, halk hareketleri ve ulusal hareketler bakımından emperyalizmin en zayıf halkalarını temsil etmektedir. Bu nedenle de Filistin meselesine dünya halklarının sempati duyması, duygudaşlık içinde olması ve dayanışma/diyalog içinde bulunması anlamlıdır. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere dünya gericiliğinin de Filistin hadisesiyle yakından ilgilenmesi manidardır. Üstelik bunu açık bir şekilde, kendi kurdurdukları İsrail devletini (İsrail halkı demiyorum) desteklemesinden anlamak mümkündür.

Emperyalizmin Filistin karşıtı olarak savaşa dahil olması düşündürücüdür. Filistin merkezli 7 Ekim hamlesi, adeta 1984'teki Kürt hareketinin Eruh ve Şemdinli'ye yaptıkları eylemi hatırlatıyor. Benzetmeye izin varsa şu sonuç ortaya çıkıyor ki, emperyalizmin 1920'lerde ülkemizde kurduğu devletin karşısına nasıl ki, Kürt devrimci hareketi çıkıp emperyalizmin oyunlarına son vermişse, 1948'de yine emperyalizm tarafından Ortadoğu halklarına karşı kurulan İsrail devletinin, İsrail egemen sınıflarının karşısına da devrimci Filistin halkı çıkmış oluyor.

Ulusal hareketlerin devrimci özellikler göstermesinin yeri elbette ki Marksist teoride içkindir. Zira emekçi sınıflar esas itibariyle emek sömürüsüne maruz kalan toplumsal tabakaları teşkil ediyor. Uluslar ise, ezen değil ezilen ulusları anlayalım, emek sömürüsüne maruz kaldıkları gibi ayrıca bir de milli baskıya maruz kalmaktadır. Ulusal hareketin devrimci karakterine demek ki, sosyal gerçeklik imkan veriyor. Bu özellik, emperyalizm koşullarında sömürü arttıkça daha da belirgin hale geliyor ve ulusal hareketler eskiye oranla daha fazla sol'a kaymaktadır. Emperyalizmi rahatsız eden de bu gelişmelerdir.

Savaş Felsefesi, Barış ve Filistin

Emperyalizm ve dünya gericiliği bir yandan "barış" söylemlerini diline pelesenk ediyor, bir yandan savaşlara başvurmaktan asla çekinmiyor, bir yandan da savaşları gizleyip küçük göstermeye çalışıyor. Sanki içinde yaşadığımız emperyalizm çağında savaşsız yaşam, var olma ve sömürge süreçlerine son vermek mümkünmüş gibi bir söylemi de dilinden düşürmüyor. Oysa Efesli filozof Herakleitos, bin yıllar önce savaş her sürece kumanda eden bir tanrıdır demişti. Hegel ve Marx gibi diyalektikçiler de bunu kabul eder. Herakleitos için sonuçları savaş belirliyor. Hegel için savaş, Geist'ın görünüşe çıkmasıdır. Schopenhauer'a göre savaş, kör bir iradenin (istemin) kendini ortaya koymasıdır. Marx daha somut bir belirlemeyle savaşın, sınıflar arasındaki çatışma olduğunu düşünür.

Marx'a göre savaşlar sınıflı, modern toplumlarla ortaya çıkmış, sınıfların yok olmasıyla da ortadan kalkacaktır. Doğaldır ki, savaşın tarihselliğini ve doğasını açıklayan en gerçekçi teori Marksizmdir. Marksizm, proletaryanın bilimi olurken sınıf ve savaş süreçlerine son verecek yegane devrimci güçtür. Marksizmin sosyal ve sınıfsal tahliline göre yeryüzünde bir tek kişi bile baskı altında olduğu sürece herkesin özgürlüğü risk altında demektir. 7 Ekim tufanında çok sayıda sivilin yaşamını yitirmiş olmasını da buradan bakarak okumak lazım gelir. Elbette ki başta siviller olmak üzere hiçbir ölüm, öldürme meşru değildir! Ne var ki, savaşın (haklı savaş) zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan bu acı ve üzücü sonuçlar yerel burjuvazi ve emperyalist burjuvazinin sarıldığı bir gerekçe olmuştur/olmaktadır.

Ölümler ve insan kaybı kabul edilemez bir durumdur. Barış temel şiar olmalıdır. Savaş, yalnızca sürekli bir barışı sağlamak için yapılabilir. Alman filozofu Kant'ın dediği gibi düzenli, profesyonel orduların ortadan kaldırılması gerekir. Savaşlarda yaşamını yitirenler ve yaralılar büyük oranda, savaştan habersiz olan masum çocuklardır. Bu durum, Filistin-İsrail savaşında bir kez daha görülmüştür. Ne var ki kendisi asıl fail ve suçlu olmasına rağmen emperyalizm sanki insan yaşamını, can ve mal güvenliğini savunuyormuş gibi halkların mücadelesine gölge düşürecek şeklinde bu insan kayıplarını suistimal etmektedir.

Biliyoruz ki hem emperyalistler hem de sermaye devletleri, çıkardıkları pazar çatışmalarında, paylaşım savaşlarında, başvurdukları faşizm ve Nazizmlerle, çocuk ihtiyar demeden insanı ve doğayı yok etmeyi de göze alarak milyonları kıyımdan, kırımdan ve katliamlardan geçirmektedirler. Şimdilerde ise emperyalizmin sözcüleri, dünya halklarının gözlerine bakarak "barış" yalanı uydurmakta, haktan, hukuktan, uluslararası kurallardan söz etmektedir. Halbuki hukukun işlevi bin yıllar öncesinden doğru olarak tespit edilmiştir. Platon'un Devlet adlı eserinde Trasimachos der ki, adalet ve hukuk, güçlü olan kesimlerin işine gelen, yararına olandır.

Marksist Teori ve Ulusal Hareketler

7 Ekim hamlesi, tüm bu tarihsel tecrübe ve felsefeleri de doğrulayan bir pratik olmuştur. Oysa hareket, yine Marksist teorinin temel bir alt tezi olan "haklı savaş" argümanına karşılık gelmesi bakımından da didaktiktir. Emperyalizmi ve onların bölgesel payandası olan feodal ve kapitalist güçleri rahatsız eden, halkların bu devrimci, halkçı ve haklı savaş silahına başvurmasıdır. 7 Ekim hareketinin, halk savaşının bir biçimi olan gerilla savaşı olarak ortaya çıkması da düşman cephesinde şaşkınlık yaratmıştır.

İnsansız savaş araçlarının yürürlüğe konulduğu, dijital savaş teknolojisinin, gerilla mücadelesini bitirdiği iddiasına karşı çok güçlü, şoke edici bir tokat etkisi yapmıştır. Bakmayın Türk egemen sınıflarının, Filistin halkına yakın durmasına. 7 Ekim hareketi, İsrail devletinin prestijini yerle bir ettiği gibi Türk egemen sınıflarının yüreğine de benzer bir korku salmış, emperyalizmin desteği ve yönlendirmesiyle son on yıldır yürürlüğe koyduğu yeni teknolojik-psikolojik savaş konseptinin de inandırıcılığına gölge düşürmüş, kuşkulu hale getirmiştir.

Marksist teori açısından aktüel yaşam ve modern tarih, sınıf mücadelesi tarihine indirgenebilir. İndirgenebilir diyoruz, çünkü emek-sermaye çatışması dışında görünen, örneğin sermayenin sermaye ile çatışması olsun, emeğin emekle çatışması olsun, halkların emperyalizm ile olan çatışması olsun, ezen dinler ve milliyetlerle ezilen din ve ezilen milliyetler arasındaki çatışmalar olsun, bütün bunlar özünde sınıf çatışmasından, artı değer birikiminden kaynaklanır. Sınıf mücadelesinin en önemli ilkesi ise yukarıda değinildiği gibi evrensellik ilkesidir. Bu yüzden, sorun, yalnızca Filistin ve İsrail halkının sorunu olarak görülemez.

Daha şimdiden çok sayıda sermaye odağının bölgeye üşüşmesi, akıl hocalığına soyunması, arka planda çıkar hesapları yaptıkları anlamına gelmektedir. Dünyanın pek çok merkezinde barış yanlısı gösterilerin olması, Filistin ulusal mücadelesine destek verilmesi, anlamlıdır. Yalnızca Londra'daki gösteriye beş yüz bin insanın katılmış olması, sınıf mücadelesinin evrensel bir ilkeye dayandığının bir kez daha göstergesi olmuştur. Dolayısıyla Filistin sorunu ve özel olarak 7 Ekim tufanını sorunsallaştırırken niceliklere, sonuçlara, sayılara yönelmek, detaylar içinde tartışmak, dinci-gerici önderliği bahane ederek, çağın devrimci dinamizmini göz ardı etmek, ayrıntılar içinde boğulmak anlamına gelir. Yani ağacı görüp ormanı görmemek, andaki duruma yoğunlaşıp geleceği ihmal etmek olur.


TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)