FİLİSTİN, TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN
Mehmet Akkaya
Pek çok sanat dergisi, yeni sayılarını Filistin sorununa ayırdı. Sanat ve Hayat da
Kış Sayısı'nda konuyu gündeme taşırken "Filistin: Silah Şiir
Karikatür" dosyasıyla çıktı!
FİLİSTİN, TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN
Türkiye toplumunun, özellikle devrimci kesimlerin Filistin sorunu ile karşılaşması 1970'li yıllara dayanır. İlişki kurma biçimi ise başlıbaşına bir sorunsaldır. Bir ucunda ulusların kendi kaderini tayın hakkı, diğer yanda enternasyonal dayanışma yer almıştır. Emekçi sınıflar ile onların çıkarını savunmaktan başka bir amaçları olmayan komünistler, bu iki eğilimi sınıfsız toplum yaratma mücadelesinin bir gereği olarak temel şiar edinmişlerdir.
Bunun teorik temelleri Komünist Manifesto adlı metinde ziyadesiyle yer almaktadır. Sınıf mücadelesi ve ezilen halklar ve uluslar mevzusu, Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu devrimci hareketlerini eskiden olduğu gibi günümüzde de birleşik bir tavır almaya götürmektedir.
Dolayısıyla bölge halklarının birleşik
devrimci mücadelesinin kökleri yalnızca bugüne özgü değildir. Sorun yereli aşan
bölgesel bir özellik kazanmış durumdadır. Konunun bölgesel ve bütünsel oluşu
1980 öncesi söylenen halk türkülerine de yansımıştır.
Emperyalist güçler Ortadoğu'da
Filistin, Türkiye ve Kürdistan'da
Kovulacak mutlak güneş doğmadan
Dünya halklarına bin selam olsun
(Halk Ozanı Ali Asker)
Ortadoğu Devrimi, Filistin ve Rojava
Filistin meselesi, görünüş olarak, ortaya çıkış biçimi ve
mücadele hattı gereği ulusal bir mesele olarak okunsa da her mesele gibi sınıf
mücadelesine tekabül eden boyutları da vardır. Sınıf olgusunun bir bileşeni
olarak mevcuttur da diyebiliriz. Ulusal karakterinden dolayı da dinsel -
gericilik, yerel burjuva ilişkileri ve emperyalist sistemin çeşitli dinamikleri
ile bağlantılarını saptamak zor değildir. Bu boyut, 7 Ekim 2023'te
"tufan" adı verilen saldırı itibariyle bir kez daha kendini belli
etmiştir. Günümüzdeki haliyle Filistin ulusal mücadelesinin bir parçası olarak
bilinen ve yine dinci-gerici karakteriyle var olan HAMAS, İsrail devletine
karşı bir saldırı başlatmış oldu.
Filistin tufanı, sınıf teorisi açısından bakıldığında yeni
ve sürpriz bir tufan değildir. Olup bitenler, dünya komünistleri açısından
sınıf teorisinin geçerliliğini, bir kez daha doğrulamaktan başka bir anlama
gelmiyor. Gerici bir organizmanın, Filistin ulusal mücadelesine bugünkü
koşullarda eşlik ve önderlik etmesi, tamamen konjonktüreldir ve dolayısıyla
sorunun tali yönünü temsil etmektedir.
Filistin sorunu, Filistin halkının ulusal mücadelesinin
ortaya çıktığı coğrafya, bazı açılardan dünyanın herhangi bir parçası olarak
görülse de kendine özgü özelikleri de bulunan bir coğrafyadır. Türkiye,
Kürdistan ve bir bütün olarak Ortadoğu devrimci güçleri açısından Filistin'in
özgül olması esas yöndür. Birleşik devrim güçleri açısından bakıldığında, yeni
Rojavaların farklı bir versiyonunu yaratmanın mekanı olarak da düşünülebilir.
Savaş, Siyaset ve Sanat
Toplumsal varlığımız, toplumsal bilinç biçimlerimizi,
felsefeyi, sanatı, etiği estetiği etkiliyor. Hatta belirliyor. Savaş, sömürü ve
kıyımlar ise bilinci harekete geçiren en etkili pratikler oluyor. Böylesi
ortamlar tezlerin, teorilerin sınanması, gözden geçirilmesi için de imkanlar
sunuyor. Savaş, politikanın yanısıra sanatın ve şiirin de önemli
motivasyonlarından birisi oluyor. Filistin - İsrail Savaşı olarak sunulan ve
kayıtlara geçen savaş da böylesi olanaklar yaratması açısından üzerinde durmayı
fazlasıyla gerektirmektedir. Filistin ulusal mücadelesi ve bu bağlamda halkın
İsrail devleti ile savaşı ve insan kayıpları birçok önemli Filistinli şairi de
eskiden beri ortaya çıkarmış, harekete geçirmiştir. Bunlardan birisi olan
Tevfik El Zeyyat şu dizeleri yazmış vakti zamanında:
Dişlerimle savunacağım yurdumun
Her karış toprağını,
dişlerimle
Başka yurt istemem onun yerine,
assalar damarlarımdan beni
istemem gene.
Buradayım hâlâ
Aşkımın tutsağı,
evimin çevresinde
Yurdumun peşinde.
Buradayım hâlâ.
Yıkamazlar beni
ne kadar çarmıh yükleseler
omuzlarıma.
Buradayım hâlâ.
Tutarak sizi, tutarak, tutarak
avuçlarımda.
Dişlerimle savunacağım yurdumun
her karış toprağını,
dişlerimle.
(Çeviri: A. Kadir, A. Timuçin)
Komünistler ve Ulusal Hareketler
Kürt ulusal hareketindeki sınıf taleplerinin öne çıkmasına
benzer bir eğilim Filistin mücadelesi için de söz konusu olabilir.
Komünistlerin, ulusların self determinasyonunu kayıtsız şartsız destekledikleri
ne denli doğru ve haklı ise günümüzde ulusal hareketlerin sınıf taleplerini
içerdiği de bir başka doğru ve gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Bu
hareketli pozisyonlar karşımızda dururken, ulusal hareketleri görünüşteki
önderliklerine bakarak mahkum etmek sorunlu bir yaklaşımdır.
Haddizatında ulusal hareketler doğaları gereği, doğrudan
proletarya enternasyonalizminin bir parçası değildir. İkinci sorun ise yaklaşık
yüz yıldır dinci-gerici olarak nitelenen büyük hareketler, esas itibariyle
emperyalizm tarafından var edilmiştir. Dolayısıyla dinci-gericilik olgusu,
günümüzde halkların değil emperyalizm ve yereldeki sermaye güçlerinin bir icadı
olarak vardır. Çoğu zaman silahlı halk hareketleri, emperyalizmin çizdiği
sınırlar, ürettiği silahlar arasına sıkışır. Hatta emperyalizmin ürettiği
teorilerle bağ kurmak zorunda olur. Filistin örneğinde de göründüğü gibi
böylesi hareketler, talepler yönünden meşru olduğu ve mücadele biçimi
itibariyle de devrimci olduğu halde taşıdığı bayrak bakımından gerici
olabiliyor. 7 Ekim hamlesiyle birlikte Filistin ulusal mücadelesinde yaşanan da
budur: Devrimci bir hareket başlatılırken bu mücadele, dinci-gerici bir bayrak
eşliğinde yapılmıştır. Uzun vadeli düşünüldüğünde, enternasyonal proletarya ve
dünya halkları gibi Filistin halkı da kendi kurtuluşunun İslam veya
Hıristiyanlık gibi teolojik bayraklarda değil kendi kollarında ve kendi
mücadelesinde olduğunu bilmelidir/bilmektedir.
Filistin-İsrail savaşı bağlamında kitleleri, Müslümanlar ile
Yahudilerin savaşı olduğuna inandırmak, emperyalizmin ve bölgedeki uzantısı
güçlerin özel bir çabasıdır. Bunlar, toplumun dikkatini sermaye ve pazar
savaşlarına değil din ve medeniyet meselesine çekmek içindir. Türkiye ve
Kürdistan sol hareketinde bile sorunu din üzerinden okumaya çalışma gibi bir
sakıncalı eğilim kendini belli etmektedir. Oysa Lenin'in de üzerinde durduğu
gibi politika, sermayenin yoğunlaşmış olan değişik bir versiyonu iken savaş da,
işte bu politikanın silahlara irca edilmesi olarak var olmaktadır. Bu yüzden,
iktisadi ilişkiler, sömürge politikaları ve pazar paylaşımlarını paranteze
alarak yapılacak olan her savaş analizi, asla gerçekleri yansıtmayacaktır.
Egemen sınıfların, Ortadoğu'yu, eskiden beri din savaşlarının olduğu bir
coğrafyaymış gibi betimlemesi de gerçekleri yansıtmaktan uzaktır ve savaşın
doğasına ilişkin bilinç bulanıklığı yaratmaktadır. Yukarıda iki örneğini
vermiştim; şimdi yine Filistin ulusal mücadelesine şiirle devam etmek, sanırım
bizi olayın içine daha da çekecektir.
Şiirlerde Filistin Mücadelesi
Filistinli şair Mahmut Derviş’in dizelerine, Filistin ulusal
mücadelesi şöyle yansımıştır:
Filistinli Sevgili
Seni yalçın dağlarda gördüm,
kuzularınla, kovalanan çoban kızı.
Sen benim bahçemdin, yıkıntılar ortasında.
Bendim o yabancı, bendim kapını vuran.
Ey gönül! Ey gönül!
Kapı kalbimin üzerinde yükseliyordu,
pencere, taşlar ve çimento
Kalbimin üzerinde.
Seni su testilerinde gördüm,
buğday başaklarında,
yıkık dökük, parça parça, unufak.
Hizmet ederken gördüm gece kulüplerinde,
sancıların şimşeklerinde gördüm ve yaralarda.
Bağrımdan koparılmış ciğer parçası sensin.
Dudaklarıma ses olacak yel sen.
Ateş ve akarsu sensin.
Gördüm seni bir mağaranın ağzında
yetimlerinin çamaşırlarını iplere asarken.
Gördüm sokaklarda seni ve ateş ocaklarında,
kaynayan kanında güneşin.
Ve ahırlarda...
Ve bütün tuzlarında denizin.
Ve kumlarda...
Toprak gibi güzel,
yasemin gibi,
ve çocuklar gibi.
Ve ant içerim ki,
bir mendil işleyeceğim yarına kadar,
gözlerine sunduğum şiirlerle süslü
ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı:
'Bir Filistin vardı,
bir Filistin gene var! '
Gözleriyle Filistin,
kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin,
adıyla sanıyla Filistin.
Düşlerin Filistin'i ve acıların,
ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin'i,
sözcüklerin ve sessizliğin Filistin'i
ve çığlıkların.
Ölümün ve doğumun Filistin'i,
taşıdım seni eski defterlerimde
şiirlerimin ateşi gibi.
Kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde.
Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,
inlettim senin adına koyakları
(Çeviri: A. Kadir, Süleyman Salom).
Ortadoğu ve Filistin'in Özgünlüğü
Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'nun bütün insanlık
tarihinde, savaş bakımından özel bir yeri olduğu doğrudur. İlk ikisi bir yana
konumuz olan Ortadoğu ise Sümer, Akad, Asur, Babil gibi kadim Mezopotamya
uygarlıklarına mekan olmuş, zengin bir coğrafyadır. İlk uygarlıkların,
üretimin, artı değerin, bilimin, teknolojinin, devletin ve demokrasinin ortaya
çıktığı bir bölgedir burası. Aynı zamanda mülkiyetin, sömürünün, savaşın,
katliamların, halk düşmanı kralların da ortaya çıktığı bir bölgedir. Halen
savaşlarla tanışmasının dinsel, teolojik olgularla bir ilişkisi yoktur. Bunlar
dolaylı unsurlar olabilir. Esasen ekonomik ve politik olgularla ilgilidir
savaş. İmparatorluk döneminde de bu coğrafya yine tarımsal üretim yanında,
yarattığı ticari faaliyetlerden dolayı dinlerin ve modern devletlerin yakından
ilgilendiği bir mekan olmuştur.
Sermaye çağıyla birlikte ekonomik önemi yanında kazandığı
jeopolitik önem nedeniyle de emperyalizmin yörüngesinden çıkmamak üzere bir
özellik kazanmıştır. Tüm bu gerçekler ve süreçler, bizim Filistin sorunu
bağlamında bir kez daha güncellenen savaş olgusuna neden dinci-gericilik
konusunu öne çıkararak meseleye bakmamızın yanlış olduğunu göstermektedir.
Kaldı ki çağımızda bilhassa klasik dinleri var eden, muhafaza eden de temelde
emperyalizmden başkası değildir. Bu yüzden bile olsa savaşların sorumluluğunu birtakım
din odaklarına yüklemek, Taliban, El Kaide veya Filistin bağlamında HAMAS'la
ilişkilendirmek safiyane bir değerlendirme olur. Çünkü eski çağlarda olduğu
gibi günümüzde de dinselliğin kendi başına bir gücü bulunmuyor, olmamıştır da.
Konuya Marx da vurgu yapar: Din kendi başına bir tarihi,
gücü, özerkliği olan yapı değildir, altyapının bir yansıması olarak vardır.
Marksist teori bakımından savaşlara kimin önderlik ettiği ikinci planda geldiği
gibi savaşların sonuçları da büyük önem taşımaz. Marksizm açısından savaşın bir
süreç meselesi olması, emek-sermaye çatışmasına dayanması ve evrensel bir
nitelikte olması birincil meseledir. Dolayısıyla yengi ve zafer de sürece değil
sonuca ilişkindir ve talidir. Bugünkü Filistin tufanı, yenilecek ve önderliği
devre dışı kalacak olsa bile Filistin halkının ulusal mücadelesi, kendi
mecrasında devam edecektir. Süreç ve süreklilik dediğim budur.
Savaşların ve dinlerin kaynaklandığı altyapı, günümüzde
feodalizm, kapitalizm ve emperyalizmdir. Dolayısıyla her halükarda soruna din,
dinciler, dini-gericilik penceresinden değil üretim ilişkilerinin biçimini,
sermayenin hareket tarzını dikkate alan bakışlarla yönelmek en doğrusudur.
Böyle bir bakışla yöneldiğimizde bölgede Urgakina ve Hammurabi'den beri nice
kralların, krallıkların, paşaların, padişahlıkların da patır patır yıkıldığını,
tarih sahnesinden silinip gittiğini biliyoruz. Bugünkü feodal/kapitalist zulüm
uygarlıkları da halkların, emekçi sınıfların, ezilenlerin mücadelesiyle benzer
şekilde yok olup gideceklerdir.
Filistin'e Lenin ve Mao ile Bakmak
Filistin halk mücadelesi, Marksist teorinin temel
argümanlarını doğrulayan bir örnek olduğu gibi Lenin'in "İleri Asya Geri
Avrupa" tezini ve Mao Zedung'un “halk savaşı” teorisini de doğrulayan bir
hareket olmuştur. Abartmadan söylenebilir ki Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu
devrimci sınıf hareketleri, halk hareketleri ve ulusal hareketler bakımından
emperyalizmin en zayıf halkalarını temsil etmektedir. Bu nedenle de Filistin
meselesine dünya halklarının sempati duyması, duygudaşlık içinde olması ve
dayanışma/diyalog içinde bulunması anlamlıdır. Başta ABD emperyalizmi olmak
üzere dünya gericiliğinin de Filistin hadisesiyle yakından ilgilenmesi
manidardır. Üstelik bunu açık bir şekilde, kendi kurdurdukları İsrail devletini
(İsrail halkı demiyorum) desteklemesinden anlamak mümkündür.
Emperyalizmin Filistin karşıtı olarak savaşa dahil olması
düşündürücüdür. Filistin merkezli 7 Ekim hamlesi, adeta 1984'teki Kürt
hareketinin Eruh ve Şemdinli'ye yaptıkları eylemi hatırlatıyor. Benzetmeye izin
varsa şu sonuç ortaya çıkıyor ki, emperyalizmin 1920'lerde ülkemizde kurduğu
devletin karşısına nasıl ki, Kürt devrimci hareketi çıkıp emperyalizmin
oyunlarına son vermişse, 1948'de yine emperyalizm tarafından Ortadoğu
halklarına karşı kurulan İsrail devletinin, İsrail egemen sınıflarının
karşısına da devrimci Filistin halkı çıkmış oluyor.
Ulusal hareketlerin devrimci özellikler göstermesinin yeri
elbette ki Marksist teoride içkindir. Zira emekçi sınıflar esas itibariyle emek
sömürüsüne maruz kalan toplumsal tabakaları teşkil ediyor. Uluslar ise, ezen
değil ezilen ulusları anlayalım, emek sömürüsüne maruz kaldıkları gibi ayrıca
bir de milli baskıya maruz kalmaktadır. Ulusal hareketin devrimci karakterine
demek ki, sosyal gerçeklik imkan veriyor. Bu özellik, emperyalizm koşullarında
sömürü arttıkça daha da belirgin hale geliyor ve ulusal hareketler eskiye
oranla daha fazla sol'a kaymaktadır. Emperyalizmi rahatsız eden de bu
gelişmelerdir.
Savaş Felsefesi, Barış ve Filistin
Emperyalizm ve dünya gericiliği bir yandan "barış"
söylemlerini diline pelesenk ediyor, bir yandan savaşlara başvurmaktan asla
çekinmiyor, bir yandan da savaşları gizleyip küçük göstermeye çalışıyor. Sanki
içinde yaşadığımız emperyalizm çağında savaşsız yaşam, var olma ve sömürge
süreçlerine son vermek mümkünmüş gibi bir söylemi de dilinden düşürmüyor. Oysa
Efesli filozof Herakleitos, bin yıllar önce savaş her sürece kumanda eden bir
tanrıdır demişti. Hegel ve Marx gibi diyalektikçiler de bunu kabul eder. Herakleitos
için sonuçları savaş belirliyor. Hegel için savaş, Geist'ın görünüşe
çıkmasıdır. Schopenhauer'a göre savaş, kör bir iradenin (istemin) kendini
ortaya koymasıdır. Marx daha somut bir belirlemeyle savaşın, sınıflar
arasındaki çatışma olduğunu düşünür.
Marx'a göre savaşlar sınıflı, modern toplumlarla ortaya
çıkmış, sınıfların yok olmasıyla da ortadan kalkacaktır. Doğaldır ki, savaşın
tarihselliğini ve doğasını açıklayan en gerçekçi teori Marksizmdir. Marksizm,
proletaryanın bilimi olurken sınıf ve savaş süreçlerine son verecek yegane
devrimci güçtür. Marksizmin sosyal ve sınıfsal tahliline göre yeryüzünde bir
tek kişi bile baskı altında olduğu sürece herkesin özgürlüğü risk altında
demektir. 7 Ekim tufanında çok sayıda sivilin yaşamını yitirmiş olmasını da
buradan bakarak okumak lazım gelir. Elbette ki başta siviller olmak üzere
hiçbir ölüm, öldürme meşru değildir! Ne var ki, savaşın (haklı savaş) zorunlu
sonucu olarak ortaya çıkan bu acı ve üzücü sonuçlar yerel burjuvazi ve
emperyalist burjuvazinin sarıldığı bir gerekçe olmuştur/olmaktadır.
Ölümler ve insan kaybı kabul edilemez bir durumdur. Barış
temel şiar olmalıdır. Savaş, yalnızca sürekli bir barışı sağlamak için
yapılabilir. Alman filozofu Kant'ın dediği gibi düzenli, profesyonel orduların
ortadan kaldırılması gerekir. Savaşlarda yaşamını yitirenler ve yaralılar büyük
oranda, savaştan habersiz olan masum çocuklardır. Bu durum, Filistin-İsrail
savaşında bir kez daha görülmüştür. Ne var ki kendisi asıl fail ve suçlu
olmasına rağmen emperyalizm sanki insan yaşamını, can ve mal güvenliğini savunuyormuş
gibi halkların mücadelesine gölge düşürecek şeklinde bu insan kayıplarını
suistimal etmektedir.
Biliyoruz ki hem emperyalistler hem de sermaye devletleri,
çıkardıkları pazar çatışmalarında, paylaşım savaşlarında, başvurdukları faşizm
ve Nazizmlerle, çocuk ihtiyar demeden insanı ve doğayı yok etmeyi de göze
alarak milyonları kıyımdan, kırımdan ve katliamlardan geçirmektedirler.
Şimdilerde ise emperyalizmin sözcüleri, dünya halklarının gözlerine bakarak
"barış" yalanı uydurmakta, haktan, hukuktan, uluslararası kurallardan
söz etmektedir. Halbuki hukukun işlevi bin yıllar öncesinden doğru olarak
tespit edilmiştir. Platon'un Devlet adlı eserinde Trasimachos der ki, adalet ve
hukuk, güçlü olan kesimlerin işine gelen, yararına olandır.
Marksist Teori ve Ulusal Hareketler
7 Ekim hamlesi, tüm bu tarihsel tecrübe ve felsefeleri de
doğrulayan bir pratik olmuştur. Oysa hareket, yine Marksist teorinin temel bir
alt tezi olan "haklı savaş" argümanına karşılık gelmesi bakımından da
didaktiktir. Emperyalizmi ve onların bölgesel payandası olan feodal ve
kapitalist güçleri rahatsız eden, halkların bu devrimci, halkçı ve haklı savaş
silahına başvurmasıdır. 7 Ekim hareketinin, halk savaşının bir biçimi olan
gerilla savaşı olarak ortaya çıkması da düşman cephesinde şaşkınlık
yaratmıştır.
İnsansız savaş araçlarının yürürlüğe konulduğu, dijital
savaş teknolojisinin, gerilla mücadelesini bitirdiği iddiasına karşı çok güçlü,
şoke edici bir tokat etkisi yapmıştır. Bakmayın Türk egemen sınıflarının,
Filistin halkına yakın durmasına. 7 Ekim hareketi, İsrail devletinin prestijini
yerle bir ettiği gibi Türk egemen sınıflarının yüreğine de benzer bir korku
salmış, emperyalizmin desteği ve yönlendirmesiyle son on yıldır yürürlüğe
koyduğu yeni teknolojik-psikolojik savaş konseptinin de inandırıcılığına gölge
düşürmüş, kuşkulu hale getirmiştir.
Marksist teori açısından aktüel yaşam ve modern tarih, sınıf
mücadelesi tarihine indirgenebilir. İndirgenebilir diyoruz, çünkü emek-sermaye
çatışması dışında görünen, örneğin sermayenin sermaye ile çatışması olsun,
emeğin emekle çatışması olsun, halkların emperyalizm ile olan çatışması olsun,
ezen dinler ve milliyetlerle ezilen din ve ezilen milliyetler arasındaki
çatışmalar olsun, bütün bunlar özünde sınıf çatışmasından, artı değer
birikiminden kaynaklanır. Sınıf mücadelesinin en önemli ilkesi ise yukarıda
değinildiği gibi evrensellik ilkesidir. Bu yüzden, sorun, yalnızca Filistin ve
İsrail halkının sorunu olarak görülemez.
Daha şimdiden çok sayıda sermaye odağının bölgeye üşüşmesi,
akıl hocalığına soyunması, arka planda çıkar hesapları yaptıkları anlamına
gelmektedir. Dünyanın pek çok merkezinde barış yanlısı gösterilerin olması,
Filistin ulusal mücadelesine destek verilmesi, anlamlıdır. Yalnızca Londra'daki
gösteriye beş yüz bin insanın katılmış olması, sınıf mücadelesinin evrensel bir
ilkeye dayandığının bir kez daha göstergesi olmuştur. Dolayısıyla Filistin
sorunu ve özel olarak 7 Ekim tufanını sorunsallaştırırken niceliklere,
sonuçlara, sayılara yönelmek, detaylar içinde tartışmak, dinci-gerici önderliği
bahane ederek, çağın devrimci dinamizmini göz ardı etmek, ayrıntılar içinde
boğulmak anlamına gelir. Yani ağacı görüp ormanı görmemek, andaki duruma
yoğunlaşıp geleceği ihmal etmek olur.