20 Ocak 2024 Cumartesi

SENTEZ | Lenin’in Parti Anlayışı

"Partinin belirlediği ve aldığı kararlar öncü müfrezenin organlarında yer alan kadroları, parti üyeleri, parti militanları üzerinden mücadelede hayat hakkı bulur. Bir başka deyişle bu belirlenmiş teorinin, siyasetin örgüt üzerinden pratikte yerine getirilmesidir"

16 Ocak 2024

Uluslararası emperyalist sistemin girdiği girdap derinleşmiş, bunun sonucu halklara karşı yönelik saldırıları tırmanmış durumdadır. Baskı ve sömürü daha agresif bir hal almıştır. Buna karşın ezilen ve sömürülen halkların tepkileri de artmış, bu durum kimi zamanlarda parçalı ve kendiliğinden hareketlerin yükselişine yol açmıştır.

 

Yani işçi sınıfı ve tüm ezilen halkların mücadelesinin objektif koşulları daha olgunlaşmıştır. Bu ve daha fazla olguyu yan yana getirdiğimizde mevcut konjonktür -öznel gücü oluşturan- proletarya partisinin önderliğinde (tüm dünyada) mücadeleyi daha zorunlu kılmaktadır.

 

Parti inşasında Lenin ve ideolojik-politik-teorik mücadele

 

Ölümünün yüzüncü yılında andığımız Lenin ve yoldaşları, yaşadığı dönemde devrimi zorunlu gördü. Ancak devrimin proletarya partisinin önderliğiyle mümkün olacağını şart koştu. Çünkü ona göre proletaryanın öncü müfrezesi olan partiden yoksun bir şekilde devrimin gerçekleştirilmesi mümkün değildi. Bunun sonucu Rusya’da partinin inşasında ve devrime önderliğinde baş rolü oynamıştır. Devrime önderlik eden parti, -o zamanki adıyla RSDİP- Lenin’in önderliğinde ideolojik, politik, pratik ve de teorik yanlışlara karşı mücadele ederek gelişmiş ve giderek işçi sınıfı, köylülük ve diğer halk kesimleri içerisinde etkin olmuştur.

 

Lenin daha parti kurulmadan evvel ideolojik mücadelesini köylü devrimini savunan Narodniklere karşı verdi. Ve Narodnizme karşı ideolojik ve siyasi üstünlük sağladı. Ardından 1898 tarihinde 1. Kongre ile RSDİP (Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi) kuruldu. Ancak RSDİP 1. Kongre sonrası pratikte henüz devrime önderlik edecek vasıflara sahip değildi.

 

Partinin henüz programı, tüzüğü yoktu. Marksizm’in Narodizm üzerinde ideolojik zafer sağlaması ve işçi sınıfının -kendiliğinden de olsa- eylemlerinin giderek artması, özellikle gençlik içinde Marksizm’e sempatiyi artırmıştı. Ancak RSDİP ilk başlarda, Marksizm’e sağa-sola çeken çizgilerle hesaplaşmamış, yukarıdan aşağıya tutarlı örgütlenmeyi oluşturamamış, programdan ve tüzükten de yoksun olduğu için oynaması gereken önderlik görevini yerine getirememiştir. Dolayısıyla bu durum parti içinde ideolojik ve örgütsel birliğin oluşturulmasına ve kitlelere önderlik edilmesine engel teşkil ediyordu.

 

Bunun sonucu politik arenada anti-Marksist görüşler öne çıkmıştı. Legal “Marksist” eğilim, ekonomizm, trade-unionizm (salt-sendikacılık), reformizm gibi anti-Marksist akımların etkinliği vardı. Ve bu anti-Marksist hareketler işçi sınıfı, gençlik, köylülük gibi kitleler içine yayıldı. Ayrıca bu akımlar, RSDİP içine de yansımıştı. Partinin bazı organlarına, yerel parti örgütlerine, tabana kadar sirayet etmiş ve belli bir etkinlik oluşturmuşlardı. Bu hareketler partinin oluşturulmasını ve parti önderliğinde mücadeleyi gereksiz görüyorlardı. Sorunların “çözümünü” hakim sistem içinde mümkün olacağını savunuyorlardı.

 

Bu duruma karşı Lenin, başını ekonomistlerin çektiği bu reformist hareketlere karşı ideolojik ve politik mücadeleyi zorunlu görüyordu. Öncü partinin önderliğinde, öncü teorinin yol gösterdiği devrim perspektifiyle mücadeleyi, devrime önderlik edecek Marksist ideolojiyle donanmış ve örgütlenmiş bir parti olmadan devrimin mümkün olmadığını savunuyordu. Partinin öncü müfreze rolünü oynayabilmesi için kendi içine kadar sızan anti-Marksist akımlara karşı mücadele edilmesi ve parti içindeki etkinlikleri aşılmak zorundaydı.

 

Bunun üzerine Lenin başta hem ekonomizme karşı hem de parti önderliğini yadsıyan ve kendiliğinden işçi hareketini savunan trade-unionizm ve reformizme karşı ideolojik mücadele verdi. Bu akımlara karşı Marksizm’e tekabül eden teorik görüşlerini “Ne Yapmalı?” eserinde ortaya koydu. Böylece Marksizm’in önünü açarak gelişimini sağladı ve parti örgütlenmesinin temelini attı.

 

Daha sonra 1903’ün Temmuz ayında RSDİP’in 2. Parti Kongresi gerçekleştirildi. Kongre gündemi parti programı, tüzüğü ve sağlam parti oluşturulması üzerine idi. Parti programında Lenin’in getirdiği azami programı kapitalizmin yıkılması, sosyalizmin inşası ve proletarya diktatörlüğünün uygulanması konusu oluşturdu. Asgari programda ise ele alınan konu daha sosyalizmin inşasına geçmeden önce Çarlık rejiminin yıkılması, demokratik cumhuriyetin kurulması, işçilerin sekiz saatlik çalışması, kırda serfliğin kalıntılarının tümden tasfiye edilmesi, toprak ağalarının el koyduğu toprakların köylülere devredilmesi üzerine olmuştur. Lenin’in getirdiği bu konular üzerine en çok tartışılan mevzu, proletarya diktatörlüğü tezi olmuştur. Ancak bu gündem, Kongre çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. Böylece partinin azami-asgari resmi programı belirlenmiş oldu.

 

Kongrede esas tartışma parti tüzüğünde yer alan önemli gündem maddelerini oluşturan partinin niteliği, işlerliği, oynayacağı rol, partinin bileşimi, partiye üye olan kişinin taşıması gereken nitelik vb. konuları içeren formülasyonlar üzerine olmuştur.

 

Lenin Yyoldaşın formülasyonu, parti üyesi olacaklar için şu şartlara sahip olmalarını gerektiriyordu: Partiye üye olacak yoldaşların devrime önderlik edecek partinin programını kabul etmesi, partiyi maddi olarak desteklemesi, parti örgütlerinden birinde örgütlü olarak yer alması, parti faaliyetlerinde yer alması. Buna karşın Martov’un formülasyonu, parti üyeliği için parti programının kabul edilmesini ve maddi desteği kabul ederken; Parti örgütlerinden birinde örgütlü olarak yer almasını, örgütsel faaliyetlerde örgüt mensubu olarak pratikte yer almasını şart koşmuyordu.

 

Lenin partiyi, üye olacak parti üyelerinin parti disiplinini tanıyan ve parti faaliyetlerine katılan kişilerden oluşan örgütlü müfreze olarak görürken, Martov ise partiye üye olanların parti faaliyetlerine katılmalarını ve parti disiplinine uymalarını şart koşmuyordu.

 

 

 

Lenin’in tezini destekleyenlerin yanında, Martov’un tezini destekleyenler de vardı. Hararetli tartışmalar sonucunda Martov’a destek veren Bundcu ve ekonomist çizgide ısrar eden ekonomist delegeler, sınıf örgütlenmesini ve siyasi iktidar mücadelesini reddederek 2. Kongre’den ayrıldılar. Böylece hararetli tartışmalar sonucu tamamlanan 2. Kongre, Lenin yoldaşın ve onun tezlerini savunanların zaferiyle sonuçlandı. Bunun sonucu Lenin ve yoldaşlarına parti içinde çoğunluğu oluşturduklarından Bolşevik, azınlığı oluşturan Martov ve yandaşlarına da Menşevik denildi.

 

Böylece RSDİP 2. Kongresi ile -ileride SBKP adını alacak olan- parti tarihinde önemli bir adım atılmış oldu. Parti programa, tüzüğe ve parti işlerliğine sahip oldu. Ayrıca parti kongresi en üst organ olarak belirlendi. Kongrede alınan kararların, bir sonraki kongreye kadar partinin resmi ve bağlayıcı kararları olduğu kabul edildi. Bu işleyişe bağlı olarak birey partiye, azınlık çoğunluğa, alt kademeler üst kademelere, tüm parti Merkez Komitesine, o da parti kongresine tabi kılındı.

 

Lenin yoldaş 2. Kongre’de alınan kararları “Bir Adım İleri, İki Adım Geri” adlı çalışmasında kaleme dökmüş, Menşeviklerin görüşlerini mahkum etmiştir.

 

Lenin partiyi işçi sınıfının öncü müfrezesi olarak gördü. Ancak partinin öncü rolünü oynayabilmesi için devrimci teoriye, nesnel durumu tahlil eden ve yol gösteren siyasete, izlenecek devrim hattının belirlenmesine, partiye kumanda edecek doktrine ihtiyacı vardır. Ancak diyalektik materyalizmi özümsemiş, ideolojik olarak sağlam, siyasetle donanmış bir öncü müfreze işçi sınıfına ve emekçi halka öncü rolünü oynayabilir. Bu, kapitalizme ve burjuvaziye alternatif tek sınıf olan proletaryanın sınıf karakterini yansıtan teoridir.

 

Lenin yoldaş partiyi işçi sınıfının örgütlü müfrezesi olarak gördü. Sınıf mücadelesine ideolojik-politik hatta önderlik eden komünist partisi aynı zamanda örgütsel hatta da önderlik etmelidir. Belirlenmiş siyaset ve teori örgütlü müfreze ile pratiğe geçirilir.

 

Partinin belirlediği ve aldığı kararlar öncü müfrezenin organlarında yer alan kadroları, parti üyeleri, parti militanları üzerinden mücadelede hayat hakkı bulur. Bir başka deyişle bu belirlenmiş teorinin, siyasetin örgüt üzerinden pratikte yerine getirilmesidir. Parti tarafından teori ve pratikte önderlik ancak o zaman yerine getirilebilir. Lenin’in deyimiyle “öncü savaşçı rolünü ancak bir öncü-teorinin kılavuzluk ettiği bir partinin yerine getirebileceğine işaret etmek istiyoruz.” (Seçme Eserler, c. 2)

 

Lenin, partiyi sınıf örgütünün en yüksek biçimi olarak görmüştür. Parti hem siyasi, hem örgütsel, hem pratikte egemen sistemi bir bütün olarak hedef alan en ileri müfrezedir. Ama parti işçi sınıfının tek örgütü değildir. Parti dışında başka örgütsel yapılar da vardır. Parti dışında, bir ihtiyacın ürünü olarak oluşturulan sendikalar, kooperatifler, meslek örgütlenmeleri ve başka kitle örgütlenmeleri vardır.

 

Sınıf çelişkileri ve siyasi baskılar örgütlerin maddi koşullarıdır. Ve bu kitle örgütleri düzen sınırları içinde yer alan örgütlenmelerdir. Öncü müfreze olarak en ileri örgüt olan parti ile, bu kitle örgütlenmelerinin çoğu arasında örgütsel ve siyasi bağ yoktur. Bu kitle örgütleri, partiyle kitleler arasındaki volan kayışlarıdır. Bu örgütlenmeler içinde çalışma yapılmalı ve onlarla bağ kurulmalıdır. İşçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflarla bu örgütler üzerinden bağ kurulmalıdır.

 

Parti ayrıca devrim sonrası proletarya diktatörlüğünün aracı rolü oynar. Bugüne kadar devrimin yapıldığı ülkelerde demokratik halk diktatörlüğü ve proletarya diktatörlüğü uygulanmıştır. Devrim öncesi, devrime önderlik eden proletaryanın öncü müfrezesi, yani parti, devrim sonrasında da varlığını devam ettirmiştir. Ancak buradan yola çıkarak proletarya diktatörlüğünü parti ile eş tutmak doğru değildir. Çünkü parti devrime önderlik ettiği gibi, devrim sonrası proletarya diktatörlüğünün yürütülmesinde araç rolü oynar. Diğer bir deyişle parti, proletarya diktatörlüğünün aracıdır.

 

Lenin oportünizme, revizyonizme ve tüm anti-Marksist akımlara tavır almıştır. Burjuvaziye karşı tutarlı ve kararlı mücadele yürüten Lenin, kendilerini “Marksizm”, “devrim”, “sol” vb. kisvelerle kamufle eden anti-Marksist yapılara ve görüşlere karşı da kararlı ve tutarlı ideolojik mücadele yürütmüştür. Yukarıda değindiğimiz 2. Kongre’de Menşeviklere karşı verdiği mücadeleyi, daha sonra ortaya çıkan yanlışlara karşı da yürüttü. RSDİP’in ilk dönemlerinde ekonomistlere, reformistlere, Menşeviklere karşı verdiği mücadele ile parti perspektifini geliştiren Lenin, daha sonra da ortaya çıkan oportünistlere, tasfiyecilere, hiziplere karşı da mücadeleyi devam ettirmiştir.

https://ozgurgelecek51.net/sentez-leninin-parti-anlayisi/

    

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)