20 Ocak 2024 Cumartesi

U. Töre Sivrioğlu yazdı | Afganistan Tartışmaları Üzerine (M. Oruçoğluna Yanıt)

M. Oruçoğlu’nun Sovyetler Birliği’nin Afgan devrimcilere yardım göndermesi ve bu yardımın şeklini tartışmaya açması elbette meşru bir girişimdir. Ancak sosyalizm tarihinde Sovyetlerin çeşitli ülkelerin devrimcilerine yardım göndermesi kadar göndermemesine de itiraz edildiğini biliyoruz.

 https://gazetepatika22.com/u-tore-sivrioglu-yazdi-afganistan-tartismalari-uzerine-m-orucogluna-yanit-148675.html

12 Ocak 2024-GazetePatika

 

1980 öncesinde Afgan cihadının “anti-emperyalist” bir bağımsızlık savaşı olduğu iddiası çok sayıda sol grupça paylaşılan bir söylemdi. Bu yayınlar içinde Muzaffer Oruçoğlu tarafından Niğde hapishanesinde hazırlanan, o dönemde Partizan’ın özel sayısı olarak yayınlanan[1] ve şimdilerde farklı bir isimle yeniden basılan Rus Sosyal Emperyalistlerinin Afganistan’ı Sömürgeleştirmesi başlıklı metin üzerinde durmaya değerdir. Bu çalışmanın yeniden basımı sırasında yapılan tanıtımlarda kitabın çok titiz bir kaynak taraması sonucu yazdığına dair iddiaları birçok yerde tekrarlandı.

 İkinci baskının önsözünde M. Oruçoğlu kaynak tarama aşamasını şu şekilde aktarmaktaydı: “Sovyet işgali başlayınca, zerreciklerim harekete geçti, hemen araştırma çabaları içine girdim. Dergi, gazete, radyo, ansiklopedi, ne tür kaynak bulduysam, kim ne biliyorsa, not aldım. Sineğin kanadından yağ çıkarma işiydi.” [2]

 

Oruçoğlu’nun söz ettiği kaynaklara bakıldığında –ki hapishaneye girebilen yayınlar da düşünüldüğünde- bütünüyle Afgan cihadını destekleyen İslamcı dergilerden ve CIA ile ilişkili olan Amerikalı uzmanların çalışmalarıyla karşılaşıyoruz. Örneğin; Oruçoğlu’nun ‘Afganistan/İslam uzmanı etnolog’ olarak tanıttığı[3] Michael Barry aynı zamanda deneyimli ve birinci sınıf bir CIA ajanı ve anti-komünist teorisyenlerden biriydi.[4] M. Oruçoğlu’nun diğer kaynakları da Tercüman gazetesi ve Yankı dergisi gibi anti-komünist, İslamcı yayın organlarıydı. Karşı tarafın hatta bağımsız kaynakların ne dediği ise bu kitapta yer almamaktaydı. Bu belki yazarın 1979’da hapishane koşullarında ulaşabildiği kaynaklarla ilgili bir eksiklik sayılabilirdi. Ancak kitabın aynı şekilde 2021’de yeniden basılması ve 40 yıllık düşünce tutarlılığının bir abidesi gibi sunulması bu açıklamayı da geçersiz kılmaktadır.

 

Oruçoğlu’nun Afganistan kitabı bu ülkede 1978-91 arasında yaşananlar konusunda bütünüyle taraflı ve kimi zaman kullandığı kaynaklardan da dolayı İslami romantizmden de bütünüyle etkilenmiş bir metin. Örneğin Oruçoğlu Yankı ve Tercüman gibi yayınlardan yaptığı alıntılara dayanarak Afganistan Demokratik Halk Partisi (ADHP) militanları ve Rus danışmanların sadece ibadetlerini özgürce yerine getirmek istemekten başka bir isteği olmayan masum Müslümanlara eziyet etiklerini ileri sürmekte. Oruçoğlu’na göre o yıllarda Afganistan’da “Tanrısına hamdu senada bulunmak ve camileri yıktığı için Taraki’ye bela okumaktan başka hiçbir günahı olmayan masum imamlar cezaevlerine doldurulmakta, parmakların tespih çektiği, dudakların ilahiler okuduğu, kulakların vaaz dinlediği bir anda bir Rus’un pür silah camiye girmesi nedeniyle halkın ayaklanmaktan başka çaresi kalmamaktaydı.”[5]Afgan pilotları ibadet sırasında camileri napalmle bombalıyor, namaz kılmak yasaklanıyor, camileri yıktığı için hükümete beddua etmekten başka bir suçu olmayan yurtsever imamlar tutuklanıyor, ‘kafir Ruslar ve onların işbirlikçisi ruhunu şeytana satmış ADHP militanları camileri basıyor ve Allah’ın evine saygısızlık ediyorlar vb.[6]

 

Burada ilginç olan Oruçoğlu’nun İslami medyada ne yazdıysa şüphe ve eleştiri süzgecinden geçirmeden doğru kabul etmesiydi. Gerçek yaşamda ise ADHP liderleri camileri yakıyorlar propagandasını boşa çıkarabilmek için sınırlı bütçelerini yüzlerce camiyi restore etmek, yenilerini inşa etmek, din adamlarını maaşa bağlamak, hacca gidenlerin masraflarını karşılamak gibi kalemlere ayırmaktaydılar. Hatta onların bu dinsel seremonileri çeşitli Marksist çevrelerin ağır eleştirisine de sebep olmaktaydı. Terakki her konuşmasına Bismillah’la başlamakta, ADHP üyeleri toplu namazları kaçırmamaktaydılar. Buna rağmen daha iktidara gelmelerinden çok önce, ADHP militanları ve genel olarak tüm Afgan solu zaten Kuran yakmakla, dinsizlikle, münafıklıkla vb. suçlanıyorlardı. 

 

Afganistan mollalarının gözünde ‘din düşmanı’ olmanız için çok büyük bir çaba içine girmeniz de gerekmiyordu. Kız çocukların eğitimi için köylerde yapılan eğitim kampanyaları, 1920’lerde de olduğu gibi dini değerlere meydan okunması olarak yorumlanmıştı. Başlık parasının kaldırılması, çocuk evliliklerinin yasaklanması, hatta toprak reformu dahi özel mülkiyeti koruyan İslam hukukuna aykırı olduğu gerekçesiyle mollalarca dine saldırı olarak görülmekteydi. Mollalar için kadınların başı açık gezmesi, erkeklerin pantolon giymesi de din karşıtı isyandı. Afgan cihadı denilen olaylar dizini boyunca sokaklarda siyasetle hiçbir ilgisi olmayan çok sayıda genç kadın ve erkek batılı kıyafetler giydikleri için öldürüldüler. Herat ayaklanmasında sadece kravat taktığı için sokakta öldürülen erkekler oldu. Radyoda şarkı söyleyen kadın sanatçılar bıçaklandılar. Afgan milli hokey takımının tüm sporcuları ‘kafirlerin olimpiyatlarına’ katıldıkları gerekçesiyle mücahitlerce kurşuna dizildiler.  Tarihsel gerçekler hakarete uğramış masum dindarların çok ötesinde bir duruma işaret etmekteydi.

 

Öte yandan Oruçoğlu bunlardan söz etmiyordu ve biz sadece ibadeti engellenen masum Müslümanlar ile camileri yakan ADHP militanlarını okuyorduk. Bu iddiaların gerçek olup olmadığını yazar 2021’de de hiç sorgulama zahmetine girmemişti. Halbuki İslamcılar her Müslüman ülkede komünistlerin, solcuların Kuran yaktıklarını, cami bombaladıklarını tekrar edip durular. Demek ki M. Oruçoğlu 1970’lerdeki Türkiye’nin tarihini kaleme alacak olsa okuyucular “Maraş olaylarının komünistlerin camileri bombalamaları sonucu başladığını öğrenmiş” olacaklardı.

 

1980’de Oruçoğlu, Afgan cihadının en gerici ve emperyalizme en göbekten bağlı hareketi olan Hizb-i İslami’ye ve onun lideri Hikmetyar’ı övmekteydi (2021’de en azından bu yorumlar için bir özeleştiri gerekmez miydi?). 40 yıl önce Oruçoğlu, Hikmetyar liderliğindeki Hizb-İslami’nin “emperyalizmden bağımsız hareket edebildiğini, anti-komünist bir hareket olmadığını, Amerikan yardımı almadığını, silahlarını Ruslardan ganimet yoluyla temin ettiğini” ileri sürmekteydi.[7] Ya da bunları ileri, süren yayınları hiç sorgulamadan kaynak olarak kullanmaktaydı. Hâlbuki Hikmetyar, adını ilk kez Maocu öğrenci lideri Osman Landey öldürülmesi olayına karışarak duyurmuş çekirdekten yetişmiş anti-komünist bir militandı. Öğrenciyken işlediği bu cinayet sonucu Pakistan’a kaçmış ve orada yetiştirilmiş bir tür ‘Ogün Samast’tı. Yaşamı boyunca Maocu gruplarla çatışan ve 1986’da Afganistan’ın en önde gelen Maocu lideri Faiz Ahmed’i yoldaşlarıyla birlikte kurşuna dizdiren Hikmetyar’ın Türkiyeli Maocu bir yayın tarafından bu şekilde övülmesi herhalde Afganistan’la ilgili yazılıp çizilenler arasında en ilginç örneklerden biridir. Afganistan’da sayıları az da olsa mücadele etmekte olan Maocu gruplar bu yazılardan haberdar olsalar ne düşünürler acaba?

 

Diyelim ki yazar 1980’de bu durumu fark edemedi. Ancak kendisi de adını andığı Faiz Ahmed[8] ve yoldaşlarının Hikmetyar tarafından Pakistan’da katledilmesinden seneler sonra bu kitap yeniden yayınlanırken de bu konu hakkında bir özeleştiri yapılması gerekmez miydi? Bu kitapta halen Hizbi İslami anti-komünist değil[9] saptaması altına bir yanılgı açıklaması konulması yanlış mı olurdu? Gerçi yazar dün Hizb-i İslami’ye yaptığı övgünün benzerini bugün Taliban için tekrarladığından bu durum kendi içinde tutarsızlık yaratmış olurdu o da ayrı mesele.

 

Oruçoğlu, Hizb-i İslam’inin Amerikalılardan ve emperyalistlerden yardım almadığını silahlarını Sovyet-Afgan ordusundan ganimet yoluyla elde ettiğini ileri sürmekteydi. Gerçekte ise Hikmetyar grubu CIA’den en çok destek alan hareketti. Afgan cihadı sırasında silahların dağıtım üssü Peşaver’di ve burası Hizb-i İslami’nin en güçlü olduğu bölgeydi. Bu sebeple Amerika’nın sağladığı silahlar öncelikle bu gruba dağıtılmaktaydı ve bu durum diğer mücahit grupların şikâyetlerine neden oluyordu. 1990’ların ortasında Rus gazetecilere röportaj veren Cemiyet-i İslami liderlerinden Ahmed Şah Mesud, yardımların eşit dağıtılmadığını, kendilerine çok az yardım ulaştığını, 900 kadar stinger füzesinden kendilerine 8 tane ulaştığını belirtiyordu. [10] Mücahitlerin elindeki Sovyet silahlarının Mısır ve İsrail kanalı üzerinden CIA tarafından mücahitlere dağıtılma hikayesi Charlie Wilson’ın Savaşı gibi filmlere de konu olacaktı. Gerçi bu yardımlar o yıllarda da bilinmekteydi[11] ama bu gerçekler her nedense göz ardı edilmekteydi. Oruçoğlu kitabında, kitle desteği %5’i bile bulmadığı halde dış yardımların %90’ınını kendinde toplayan[12] Hikmetyar’ın Hizb-i İslamî’sini Afganistan halkının temsilcisi olarak göstermeye gayret etmekteydi. Aynı hatalı çıkarımı şimdi de Taliban için yapmaktadır o da başka bir konu…

 

Oruçoğlu: “Uzayan savaş, (Sovyetlerde) ekonomiyi sarstı, tarımı atıl hale getirdi, ihtiyaç maddelerini daralttı, bürokratlar ile teknotratlar arasındaki çelişkiyi kızıştırarak, sistemdeki çürümeyi derinleştirdi; Doğu Avrupa, Kafkas ve Orta Asya uluslarının bağımsızlık arzularını güçlendirdi ve giderek, Sovyetlerin çöküşü ve parçalanmasında rol oynayan temel etkenlerden biri haline geldi”[13]  demekte.

 

Anadolu Ajansı’ndan alınmış gibi[14] duran bu cümlelerin her birini düzeltmek yazının sınırlarını aşar. Yukarıdaki paragraf hiçbir bilimsel veriye dayanmayan sübjektif değerlendirmeler toplamıdır. Afgan savaşının Orta Asya’da ayrılıkçı eğilimleri tetiklediği bir Soğuk Savaş propagandasıydı. 1991’de Sovyetler Birliği’nin devam edip etmemesi üzerine halk referandumu yapıldığında da birliğin devamı yönündeki en kararlı oylar Orta Asya’dan çıkmıştı. [15] Savaşın uzamasının Sovyet ekonomisine zarar verdiği de gerçekçi bir iddia değildir. Afgan savaşına Sovyet savunma bütçesinin %2 si ayrılmıştı. Bu da bu savaşa, tüm Sovyet bütçesinden %0,5-%1 arası bir pay ayrıldığı anlamına gelmektedir. Diğer yandan Sovyetlerin Afgan savaşından zarar değil kâr elde ettiği, buradaki maddi kayıplarını Afganistan doğalgazını dünya piyasa fiyatlarının çok altında fiyatlara satın alarak örttüğü; hatta kâra geçtiği de iddia edilmiştir.[16] Nitekim M. Oruçoğlu da Sovyet sosyal emperyalizminin Afganistan’ın kaynaklarını acımasızca sömürdüğünü belirterek bu çelişkili yaklaşımı desteklemiş olmaktaydı. Yani yazar hem Afganistan’ın Sovyet sosyal emperyalizmi tarafından acımasızca sömürüldüğünü hem de Afgan savaşının Sovyetlere büyük zarar verdiğini aynı anda savunmaktaydı.

 

Sovyetlerde yaşanan bürokratikleşmenin, tarımsal verimsizliğin Afganistan’daki savaşla ne ilgisi olduğu konusunda da M. Oruçoğlu hiçbir açıklamada bulunmamaktaydı. Sovyetler Birliği, Afganistan’a müdahale etmeden önce de zaten tarım sektörü krize girmiş, kendi kendini besleyemeyen, Amerika’dan buğday ithal etmek zorunda kalan bir ülkeydi. O vakitler Sovyetlerin Afganistan’ı büyük iştah ve şevkle yutmaya çalıştığı propagandası hayli güçlüydü. Oysa, Afganistan meselesi ile ilgili açılan arşivler Sovyetler Birliği’nin bu ülkeye müdahale konusunda ne kadar isteksiz olduğunu açık biçimde göstermektedir. [17] Sovyetler Herat ayaklanması sırasında aileleriyle birlikte yüz kadar Sovyet vatandaşının öldürüldüğü provokasyon sonucunda bile Afganistan’a müdahale kararı alamamıştı. Müdahale kararı alındığında ise Genel Kurmay Başkanı olan Mareşal Nikolay Orgakov (1917-1994) bu kararı kızgınlık ve şaşkınlıkla karşılamış ve bu operasyona karşı olduğunu belirtmişti. Günümüzde Amerikalı uzmanlar Sovyetleri adeta kendilerinin başarılı operasyonları sonucunda Afganistan bataklığına çekmeyi başarmakla övünmektedirler.[18]

 

M. Oruçoğlu’nun Sovyetler Birliği’nin Afgan devrimcilere yardım göndermesi ve bu yardımın şeklini tartışmaya açması elbette meşru bir girişimdir. Ancak sosyalizm tarihinde Sovyetlerin çeşitli ülkelerin devrimcilerine yardım göndermesi kadar göndermemesine de itiraz edildiğini biliyoruz. Örneğin; Angola ve Afganistan meselesinde Sovyetler askeri yardım yaptıkları için, İspanya ve Yunanistan iç savaşlarında da yeterince yardım yapmadıkları için eleştirilmişlerdir. Nitekim Oruçoğlu, Lenin döneminde Afganistan’a yapılan askeri yardımları dostluk nişanesi olarak görürken; Kruşçev dönemindekileri sosyal emperyalist yayılımın araçları olarak kabul etmektedir.[19] Kanıt olarak da Kruşçev döneminde altı iki kez çizilmek üzere Afganistan’a “faizli kredi verildiğini” söylemekte[20]ve bu şekilde Afganistan’ın kapitalist sömürü altına alındığı kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Halbuki bu %2’lik göstermelik bir faizdi.

 

Yazar ayrıca Afganistan’da Sovyetlerin tüm projelerinde kendi mühendislerini teknisyenlerini kullandığını iddia etmekteydi.[21] Bu tamamıyla yanlış bir bilgidir. Afganistan’da yerel teknisyen ve mühendisler yetişmesi için Politeknik Üniversitesi’ni kuran Sovyetler Birliği’ydi (Körfez ülkeleri sadece İlahiyat Fakülteleri açılmasına destek olmuş Amerikalılar da etnoloji, filoloji bölümlerini desteklemişlerdi). Bu üniversiteden yetişen minerolog, jeolog ve mühendisler günümüzde bile bu ülkede bu alanda eğitim vermekteler. Sovyetler Birliği ayrıca 20.000 Afgan gencine Sovyetlerde teknik eğitim verdi ki mücahitler bu olayı çocuk kaçırma ve beyin yıkama faaliyetleri olarak görüyorlardı. Ancak mücahitler iktidara geldikten sonra ülkenin elektrik hatlarını, barajlarını ve inşaat sektörünü ayakta tutmak için Sovyetlerde eğitim alan bu sınıftan yararlanmak zorunda kaldılar. Sovyetlerin gizli niyetleri hakkında burada kehanetler sunacak değilim ancak Afganistan’da madencilik, jeoloji, arkeoloji, baraj inşaatları gibi alanlarda yerli mühendislerin çalışıyor oluşu nesnel bir gerçektir.

 

Öte yandan Afganistan üzerine yazdığı son yazı olan “İt Dalaşı”nda M. Oruçoğlu’nun dün olduğu gibi bugünde Afganistan tarihi ve kültürü hakkındaki yüzeysel bilgilerle keskin çıkarımlarda bulunduğunu ve okuyucuyu yanılttığını görmekteyiz. M. Oruçoğlu şunları söylemektedir: “(Taliban) siyaseti, temsil ettiği sınıfın gerçekliğinden, hâkim Afgan tarihinden, kültüründen ve yaşam tarzından kopuk değildir. Bu, bölgede yükselen ve emperyalistler tarafından da pompalanan siyasal İslam’ın etkisi ile şeriat olarak biçimlendi. Şeriat zaten orta çağ kalıntılarından henüz kurtulamamış bu ülkenin 1400 yıllık inancına özgü bir yönetim biçimiydi. Bu bakımdan ona pek yabancı da değildi.”[22]

 

Bu paragrafa da itiraz edebilirim. Afganistan tarihini hiçbir döneminde (Gazneliler, Selçuklular, Timuriler veya Babürler devrinde) şeriata dayalı katı bir İslami geleneğin hüküm sürdüğü bir ülke olmamıştı; tam aksine Afganistan’da şeriat veya şeriata dayalı kültürün egemenliği veya etkisi diye bir şey varsa bu ancak son iki asırda oluşmuş bir eğilimdir ve bu oluşumda Britanya’nın ve Afgan şeriatçılarına 60 yıldır milyarlarca dolarlık yardımlar yapan Körfez Arap krallıklarının, Pakistan rejiminin özel bir rolü vardır. Bu müdahalelerin olmadığı zamanlarda Afganistan “şeriatçı” bir ülke değildi; geleneksel aşiret kültürü ile tasavvuf kültürünün hâkim olduğu; modern yaşama da açık bir ülkeydi. 1960’ların Afganistan’ı, Suudi/Pakistan destekli Vahhabilerin sızmasından önce gençlerin Ahmad Zahir, Sarban ve Hangama gibi müzik ikonlarına hayranlık duydukları, hippielerin Katmandu’ya giderken hiçbir korku duymadan gezdikleri bir ülkeydi. Zaten Afganistan gibi büyük bir müzik kültürü olan, düğünlerinde günler boyunca kesintisiz müzik çalınıp dans edilen bir ülkenin kültürünü, müziği günah sayan, müzik aletlerini kıran Taliban’a uygun görmek büyük bir haksızlıktır.

 

Afganistan, klasik kültürü Taliban gibi bir hareketin pratiğiyle taban tabana zıttır. Farsçanın ilk kadın şairi Rabia-ı Belhi (10. Yüzyıl) ve Gülbeden (16. yüzyıl) gibi büyük kadın yazarların yetiştiği bir ülkenin kültürel mirasıyla, kadınların eğitim almalarına izin vermeyen Taliban’ı uzlaştırmamız zor. Taliban’ın yüzlerce türbeyi yok ettiğinde halk kültüründen büyük bir parça da koparmış oldu. Tıpkı bütün Orta çağlar boyunca korunan ve şairlerce güzellik simgesi olarak görülen Buddha heykellerinin (divan şiirindeki ‘put gibi güzel’ tanımı Buddha heykellerinin güzelliğinden kaynaklanmıştır) dinamitlenmesi sırasında halkın yaşadığı üzüntü de olduğu (ki Hazara halkı Buddha heykellerinin yıkıldığı günü ulusal matem günü olarak anmaktadır) gibi. Ya da Afganistan halkının binlerce yıldır kutladığı Nevruz Bayramının, Şiîlerin bin yılık Aşura törenlerinin Taliban tarafından yasaklanmasında yaşanan şaşkınlık da olduğu gibi.

 

Taliban’ın 1400 yıllık yerel kültürle uyumlu olduğunu iddia etmek “Herat Rönesansı” olarak bilinen akımın temsilcisi olan ressam Behzad’ın (15. yüzyıl) yetiştiği bir ülkede Taliban’ın resmi ve fotoğrafı yasaklamasının tuhaflığını reddetmek anlamına gelir. Tanınmış ve sevilen bir edebiyat ustası olarak M. Oruçoğlu’nun, Babür’ün, Ali Şir Nevai’nin ve Hüseyin Baykaraların şarap meclislerinden, sazlı sözlü eğlencelerinden haberdar olmadığını sanmıyorum. Oruçoğlu ayrıca Afganistan’ın bir zamanlar bütün güzel sanatların, şiirin, felsefenin en önemli merkezlerinden biri olduğunu, Taliban’ın hiç hoşlanmadığı Mevlâna Celaleddin Rumî’nin Afganistan’da doğduğunu biliyor olamaz. Afganistan tarihini şeriatla özdeşleştirmeden önce Ekber Şah devrinde (1556-1605) Afganistan’da kadınların da devlet memuru olarak çalışıp maaş alabildiklerini, küçük yaşta evliliğin yasaklandığını, isteyen Müslümanlara, tarihte ilk kez başka bir dine geçme hakkı tanındığını, yine İslam tarihinde ilk olarak köleliğin lafı-ı güzah olarak değil gerçekten yasaklandığını, meyhanelere vergilerini ödemek şartıyla serbestlik tanındığını hatırlamak gereklidir. Son dört yüzyıldır bu ülkedeki yüksek kültürün nasıl yok edildiğini, Britanya’nın bu amaçla nasıl uğraştığını bilmeden “Afganlar zaten 1400 yıldır böyleydiler demek” doğru bir analiz değildir.

 

M. Oruçoğlu bana göre oryantalist bir bakış açısıyla bağlamından koparılmış tarihsel örneklerle, mesela bundan 100 sene önce İtalyanlara karşı savaşmış Ömer Muhtar’dan veya 200 yıl önceki Şeyh Şamil isyanlarına gönderme yaparak Taliban’ı meşru ve haklı göstermeye çalışmaktadır. Bu hareketlerin dinsel niteliklerini hatırlatarak Taliban’ı meşrulaştırmak istemektedir. Yani doğuda zamanın donduğuna inanan oryantalist bir bakış açısını tekrar etmektedir. Bundan 400 sene önce Pir Sultan Abdal, İran Şahına olan övgüleriyle devrimci/isyancı bir tutum takınmış olabilir, aynı Pir Sultan 1970’lerde Şah’ı övseydi her halde devrimci bir tutum takınmış olmayacaktı. Kendi zamanlarında Kuzey Afrika’da Sünnisilikten, Sudan’da Mehdicilikten, Dağıstan’da Müridlikten veya kabile dayanışmasından başka bir ideolojik donanıma sahip olmayan hareketlerin otantik ve bağımsız yapılarıyla her türlü istihbarat örgütü ve sermaye grubu tarafından kontrol edilmeye alışmış günümüz dünyasındaki İslamcıların hibrit ideolojilerini, yaşam tarzlarını ve politik hedeflerini/ilişkilerini yan yana getirmek ne kadar doğrudur bilemiyorum. Ki aslında 19. yüzyıldaki bu türden dini hareketlerin hiçbiri de aslında sömürgecilikten bağımsız değillerdi.  Her biri ‘sömürgeciler arasındaki rekabetten yararlanırlardı’. Fransızlara isyan eden Britanya yardımı alırdı ya da tersi…

 

Oruçoğlu, Hizb-i İslam ve Taliban gibi örgütleri desteklemesini Lenin’in Emanullah Han’a destek vermesiyle meşrulaştırmaya çalışmıştı. Emanullah Han modernist bir hükümdardı ve bugünde Afganistan’da İslami hareketin herhalde en çok nefret ettiği figürlerden biridir. O nedenle Oruçoğlu’nun bu örneğinin tezini kanıtlamak için hedefini bulduğunu sanmıyorum.

 

Oruçoğlu’nun Hizb-İslam ve Taliban savunusunu temellendirirken baş vurduğu bir ilginç nokta da her türlü işgale karşı vatan savunusu olarak yorumladığı savaşlara verdiği destektir. Halbuki Marx’ın Osmanlıya karşı Yunan ve Sırp bağımsızlık savaşlarını desteklemediğini biliyoruz. Zira Sırp ve Yunan bağımsızlık savaşları o günlerin koşullarında Marx’ın en büyük gerici ideoloji olarak gördüğü Panslavistlerce organize edilmekteydi. Nitekim Oruçoğlu, ‘devrimci’ Napolyon orduları karşısında Kutuzov’a sahip çıkan bakış açısının[23] “Marksist” bir çözümleme olduğunu söyleyemeyiz. Marx yaşamı boyunca proleter devrimlerin ve gerçek ulusal kurtuluş hareketlerinin en büyük düşmanı olarak gördüğü Çarlık Rusya’yı gerileten her adımı desteklemişti. Bolşevikler de Çarlık Rusya’nın girdiği her savaşta yenilmesini arzu ederken benzer bir bakış açısına sahiptiler. Bolşevikleri Çarlık rejimi tarafından yönetilse de işçileri anavatanı savunmaya çağıran Menşeviklerden ayıran da buydu zaten. Bu sebeple M. Oruçoğlu’nun işgale karşı Kutuzov’u sahiplenmesi bu türden bir anavatancılık olarak görülebilir ve Aydınlık’ın bu yazıya genel olarak sahip çıkışı da[24] oldukça anlamlıdır. [25]

 

Napolyon ve I. Aleksander arasındaki savaş neticede emperyal paylaşım savaşıydı. Bu Marksistlerin bir taraf tutmasını gerektirecek bir çarpışma değildi. Öyle olsaydı 1. Dünya Savaşı’nda da Marksistler Almanya’nın saldırısı karşısında İtilaf devletlerinin yanında yer alırlardı. Hatta Bolşeviklerin de Alman saldırısı karşısında Çar’ın yanında yer almaları gerekirdi. Amerikan İç Savaşı’nda Konfederasyon desteklenirdi, Pasifik Savaşı’nda Amerika haklı ve desteklenen taraf olurdu vb. o halde ‘kim sınırı ilk kez geçip karşı tarafın ülkesine girerse o haksızdır’ gibi tuhaf bir mantık bulup huzura erebilirdik. Afganistan gibi zayıf bir ülkeyi Sovyetlere ve Amerika’ya karşı desteklemenin kendince bir mantığı olabilir. Ama Kutuzov Rusya’sını dahi haklı bulmak büyük güçler arasındaki mücadelede gereksiz bir tarafgirlik anlamına gelir. Ki aslında Devrimci Fransa’ya savaş ilan eden de Rusya’ydı. Napolyon’la savaşı başlatan Rus tarafıydı. Napolyon’unki aslında bir karşı saldırıydı. Bu durumda Oruçoğlu mantığına göre Kızıl Ordu, 1944’te artık Alman topraklarına girdiğinde haklı olanlar Berlin’i ve anavatanlarını savunan Nasyonal-Sosyalistler olurdu. Tarihte böylesi illiyetler kurulduğunda tuhaf sonuçlar karşımıza çıkabilir.

 

Çok çetrefilli bir konu olduğu için bu eleştiri yazısını bu konu başlıklarıyla sınırlı tutuyorum. Netice olarak Afganistan Sovyet İşgali adlı kitabın, çok farklı açılardan ‘güncellenmesi’ daha faydalı olurdu. Eldeki ikinci baskı bana göre birinci baskıdaki temel bazı soru işaretlerine cevap vermemektedir.

 

[1] Muzaffer Oruçoğlu,“Rus Sosyal Emperyalistlerin Afganistan’ı Sömürgeleştirmesi”, Partizan Sayı 11,1980.

 

[2] Muzaffer Oruçoğlu, Afganistan Sovyet İşgali, Sancı Yayınları, 2012, İstanbul, s.5. Oruçoğlu Rus Sosyal Emperyalistlerinin Afganistan’ı Sömürgeleştirmesi kitabını 51 yıl önce yazdığını söylüyor. Bu bir dizgi hatası olmalıdır. Doğrusu 41 yıl önce olacaktır.

 

[3] Oruçoğlu, age.s.21,53.

 

[4]M.Barry için bkz: https://www.buzzfeednews.com/article/aramroston/new-nsc-intel-chief-once-worked-on-a-cia-assassination; https://en.wikipedia.org/wiki/Michael_Barry_(U.S._official).

 

[5] Oruçoğlu, 2021 s.53-64.

 

[6] Oruçoğlu, 2021, s.53-64.

 

[7]Oruçoğlu,1980 s.87.

 

[8] Oruçoğlu 2021, s.68.

 

[9] Oruçoğlu 2021, s.65.

 

[10]ИнтервьюАхмадШахаМасудакорреспонденту «Совершенносекретно» М. Маркелову в 1997 году, https://www.youtube.com/watch?v=f44Hl4dJAIY&t=738s

 

[11] Oruçoğlu 2021, s.75.

 

[12] Raşid, a.g.e.126. Hikmetyar katıldığı son seçimde (2019) %1 oy almıştır.

 

[13]http://www.muzafferorucoglu.net/makale.asp?id=285

 

[14]https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/sovyetlerin-afganistan-hezimeti-ve-odenen-agir-bedel/1065078; https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/-afganistan-isgali-olumcul-hatanin-38-yil-donumu/1016149

 

[15]1991’deki referandumda halkın %77’si birliğin devamından yana oy kullanmıştı. Birlikten yana olan en düşük oy Ukrayna’da (%71) çıkmıştı. Rusya’da %73 oranında birlikten yana oy kullanılmıştı. Birlik yanlısı en yüksek oylar ise Orta Asya’dan gelmekteydi. Bu oran Özbekistan’da %94,Kırgızistan ve Kazakistan’da %95, Tacikistan’da %96, Türkmenistan’da ise %98’di.

 

[16] M. Siddieq Noorzoy“Soviet Economic Interest in Afghanistan” Problems of Communism May-June 1987 s.45-54.

 

[17] Sovyet Politbürosunda Afganistan meselesine karışma konusundaki isteksizlik ve Genelkurmay Başkanı Mareşal Nikolay Orgakov’un (1917-1994)  muhalefeti için bkz: A.A. Lyhakovski, Inside the Soviet Invansion of Afghanistan and the Seizure of Kabul, Cold War International History Project, Washington, 2007.

 

[18] Ayrıntılar için bkz: Bruce Riedell, Ne Kazandık? Amerika’nın Afganistan’daki Gizli Savaşı, Oxford University Press Oxford/New York  2011.

 

[19] Oruçoğlu, 2021, s.24-29.

 

[20] Oruçoğlu, 2021, s.27,31.

 

[21] Oruçoğlu, 2021, s.27,32.

 

[22]https://muzafferorucoglu.wordpress.com/2021/08/19/it-dalasi/

 

[23]http://muzafferorucoglu.org/articles-detail.php?lng=tr&cid=809

 

[24]https://aydinlik.com.tr/orucoglu-nun-taliban-analizi-abd-emperyalizmine-karsi-hakli-savas-yuruttuler-258075

 

[25]Bolşevikler Kutuzov gibi karakterlere II. Dünya Savaşında halkı işgale karşı morallendirmek için sahip çıktıkları doğru. Ancak bu sahiplenme, artık Çarlık Rusya’nın  varolmadığı, Kutuzovların da tarihsel  karakterlere dönüştüğü farklı bir zaman diliminde yaşanmaktaydı. Kutuzovlar iktidarken Bolşevikler asla onlara sahip çıkmamışlardı. Bu basite alınamayacak bir nüanstır.

 

Yazan / U. Töre Sivrioğlu

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)