17 Ocak 2024 Çarşamba

OCAK AYI | SÖYLEŞİ_1_2_3_4_5


 

 “Mücadele bize kişilik kattı, bize onur kattı, bize vicdan verdi, insanlık verdi”(1)

Devrim ve Komünizm şehitlerini andığımız Ocak ayında, 70 ve 80'li yılların ilk dönemlerinde ölümsüzleşen Partizanlara ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bilindiği üzere Ocak ayının son haftası 1978 yılından bu yana devrim mücadelesinde ölümsüzleşenler ve proleter hareket saflarında komünizm uğruna toprağa düşen komünist devrimcilerin anıldığı bir zaman dilimi olarak ele alınıyor.

 

Ocak ayı içinde Alman burjuvazisi tarafından Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, coğrafyamız komünist hareketi açısından ise TKP’nin kurucusu ve önderi Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı ile Maria Suphi,  Halk ordusunun ilk komutanı Ali Haydar Yıldız, proletarya partisinin ilk kadın şehidi Meral Yakar,  Atilla Özkan ve daha pek çok devrimci ve komünist mücadele bayrağını ardıllarına devrederek ölümsüzleşmiştir.

Ekim devriminin komünist önderi, Marksizm’in ustası Lenin 14 Ocak 1924’te ölümsüzleşmiştir.

Ocak ayı, devrim ve komünizm şehitlerini anma çalışmaları bu yıl, ölümsüzlüğünün 100. yılı dolayısıyla dünya işçi sınıfı ve halklarının yaşayan önderi Lenin’e atıfla yapılmaktadır.

 

Bu süreç içinde gerçekleştirilen ziyaret, anma ve etkinliklerde devrim ve komünizm şehitlerini anarken, yaşam ve ideallerinden öğrenmeyi esas alıyoruz. Yarattıkları değerlerin büyüteceğine dair de sözümüzü de yinelendiğimiz bir süreç olmaktadır.

 

Ölümsüzlüğünün 100. yılında Komünist usta Lenin’in mücadele yaşamı, Rusya’da gerçekleştirilen devrimin önemi ve anlamı, Lenin yoldaşın Marksizm’e katkıları, komünist parti anlayışı, emperyalist savaşlara ilişkin analizi ve daha pek çok başlıkta bir araştırma ve yoğunlaşma içinde olmak bizi de geliştirecek ileri taşıyacaktır.

Ölümsüzleşenlerimizi daha yakından tanımak, mücadele içindeki duruşlarından, deneyimlerinden öğrenmek davamızın yarını ve başarısı açısından büyük önem kazanmaktadır.

Bu amaç doğrultusunda toprağa düşenlerimizi tanıyan, bilen mücadele arkadaşları, yoldaşlarıyla söyleşiler gerçekleştirdik. Düşenlerimizin kanı ve canıyla, emeği ve alınteriyle karakterini, yaşamdaki duruşunu ortaya çıkardığı hareketimizin geçmişinden öğrenmek, geleceği kazanma mücadelesinde daha güçlü adımlar atmamıza katkı sunacaktır.

 

**--Merhaba.

 

Geçmişte Partizan saflarında birlikte mücadele ettiğiniz ve bu sırada ölümsüzleşenlere ilişkin bize tanıklığınızı, deneyimlerini paylaşır mısınız?

Tabii ki şöyle başlamak istiyorum. Türkiye devrimci hareketinin ilk evrelerinden yüzeysel olarak başlamak istiyorum. Çünkü genelde anlatılmıştır, ifade edilmiştir. Birçok insan tarafından, Türkiye devrimci hareketi içerisinde bulunan insanlar tarafından bilinmektedir. Genel bir değerlendirmedir ancak değinilmekte de fayda var diye düşünüyorum.

1920’de kurulan Türkiye Komünist Partisi, TKP’nin değerli kadroları için Ocak ayı çok değerlidir ondan değinmek istedim. 1920’de 29 Ocak’ta Sovyetlerden gelen önderlerimiz başta Mustafa Suphi ve 14 yoldaş olmak üzere ta Kars’tan itibaren Erzurum üzerinden yolu kesilerek, çeşitli entrikalar kurularak Kemalist diktatörlük tarafından Trabzon’da sonlandırılmış kırık bir vapura bindirilerek işkence edilerek denizde boğdurulmuşlardır maalesef. Böyle bir komploya kurban gitmişlerdir.

 

Ne yazık ki Türkiye devrimci hareketinin sınıfsal mücadeledeki ivmesi ve yeri zaman zaman sınıfsal çelişkilere önderlik etmesi, damgasını vurması, TC devleti tarafından özellikle kıskaca alınmıştır. İçine ajan ve provokatörler de katarak ya da yetiştirerek kendi mecralarına, kendi sınıfsal çıkarlarına hizmet ettirebilmek için dönem dönem bu mücadeleyi baltalamak için uğraşmışlardır. Birçok yerde, birçok konuda da başarılı olmuşlardır.

 

Ancak TKP’nin Mustafa Suphi’den sonraki yönetimin revizyonist ve oportünist olması, daha sonra da katmerli revizyonist yapıya dönüşmesinden sonra Türkiye’de komünist bir hareket ve devrimci bir çıkış yeniden ihtiyaç haline gelmiştir.

 

Bunu da 1972’de önder İbrahim Kaypakkaya başlatmıştır. 24 Nisan’da kurduğu proletarya partisiyle Mustafa Suphi’nin mirasını tekrar şahlandırmıştır. Bu da yine Ocak ayında Ali Haydar Yıldız’ın bir kömde basılarak şehit edilmesi, kendisinin de yaralı olarak günlerce işkencehanelerde sorgulanarak işkence uygulanması ve daha sonra savunma aşamasında yani Türkiye Komünist Partisi’nin Marksist-Leninist yapısını tekrardan çeşitli milliyetlerden Türkiye halkına tanıtması, bu noktadaki savunması esas alınarak faşist TC devleti tarafından toplumla buluşmasını istemeyen güçler tarafından katledilmiştir. Böyle bir savunmanın Türkiye toplumuyla buluşmasını engellemişlerdir.

 

Şimdi bu uğurda, mücadelede düşenlerimiz çoktur.

 

Ocak ayında özellikle Mustafa Suphilerden sonra yine 1972 Nisan’ında kurulan Proletarya Partisi’nin önemli kadroları da yine Ocak ayında düşmüştür. Atilla Özkan, Meral Yakar gibi önder kadrolarımız yine Ocak ayında düşmüşlerdir. Tabii bu mücadele seyri içerisinde düşen yoldaşlarımız, önemli kadrolarımız var.

“Tartışmaları çok üsluplu ilerleten bir kişiydi. Tahammülü de öyleydi”

Zeki Uygun…

Bunlardan mesela Kasım ayında düşen Zeki Uygun’dan bahsetmek isterim. Zeki Uygun ki kendisi öğretmendir, Sivaslıdır. Ardahan o zamanlar Kars’a bağlıydı. Kars’ın Posof ilçesinde öğretmendi. 1974’le 1975 arasında kendisiyle bizzat tanıştım.

 

Kendisi ile 1974’te TÖBDER Hanak Şubesinde tanıştık. O zaman Kaypakkaya’nın düşüncelerini savunan kimse yoktu bölgemizde. İbrahim Kaypakkaya’yı tanıyorduk ama hakkında çok bilgiye sahip değildik. Bizi buluşturan, Kaypakkaya’yla tanıştıran, onun fikirlerini bize ulaştıran Zeki Uygun’du.

 

Zeki Uygun görev yaptığı sürece TÖBDER’de görüşürdük, tartışmalara girerdi. Muazzam bir hitap etme şekli vardı. TÖBDER’deki bütün insanlar dinlerdi, diğer siyasi yapılar da vardı ancak onlarla olan tartışmalarında çok üsluplu, çok kapsayıcı, kimseyle çok fazla didişmeyen, takışmayan, tartışmaları çok üsluplu ilerleten bir kişiydi. Tahammülü de öyleydi mesela. Gelen eleştirilere çok açıktı. Karşıt düşüncelere saygısı büyüktü. Onları dinlerdi, ondan sonra cevap verirdi. Zaten çekim merkezi buydu.

 

Zaten orada İbrahim Kaypakkaya’nın düşüncelerinin kök salmasının esas sebebi Zeki Uygun’dur.

 

– Kendisi oralı değil dediniz…

 

– Kendisi oralı değil, Sivaslı. Ama görev yaptığı yerdi. Mesela bizim yörenin insanı olmasına rağmen Muzaffer Oruçoğlu’nu tanımazdık biz. Daha sonradan öğrendik onun Karslı olduğunu. Oruçoğlu’nun o bölgede örgütlenmede çok fazla etkisi yoktu çünkü onun örgütlenme alanı başka yerlerdi. Onun çalışmaları daha çok Urfa, Siverek, Dersim, Erzincan, Malatya gibi yerlerdi.

 

Biz kendisine daha sonradan öğrendik tanıdık.

– Zeki Uygun için o bölgede Kaypakkaya’nın düşüncelerinin tohumları ilk atanlardan biri öyleyse…

– Biz mesela 1974’ün sonlarında tanıştık. 1975’te ilk defa Hanak ilçesinde İbrahim Kaypakkaya’nın katledildiği 18 Mayıs’ı 19 Mayıs’a bağlayan gece bildiri dağıttık. İlk bildirimizi dağıtmış olduk böylece.

 

Mao Zedong pullanmalarını çarşıda bütün yollara, camlara pullama yaptık. Küçük bir ilçe olmasından dolayı mücadeleye ilk girenlerden biri olmamızdan dolayı takiplere uğradık, gözaltılara alındık. Oradaki örgütlenmenin ilk nüvelerini geliştiren bir önderdir bana göre Zeki Uygun. Çok alçakgönüllü, çok mütevazi, çok kapsayıcı bir yapısı vardı.

 

Daha sonra altı kişi geldik biz batıya, onun inisiyatifiyle. 1976 ayrılığında Zeki Uygun’la birlikte hareket ettik. Proletarya partisinin çizgisini savunduk.

 

– Bu ayrılıkta Zeki Uygun nasıl bir rol aldı?

 

– Bölgesel olarak, Kars bölgesinde dili yettiği oranda partiyi savundu. Ama o zamanlar zaten parti merkezi yapıya sahip değildi. Bölgesel çalışmalar vardı. O da o bölgede gücünün yettiği oranda Kaypakkaya’nın görüşlerini savundu. Onu bizlerle buluşturdu, halkla buluşturdu.

 

Örgütsüz insanları örgütledi. Öyle bir meziyeti vardır. Bunu çok başarılı bir şekilde yaptı. Biz altı kişiyi batıya gönderdi. Burada profesyonel çalışmaya katıldık arkadaşlarla. Kendisini de iki sene sonra tekrar gördüm.

 

Biz o zamanlar Alibeyköy, Kağıthane, Nurtepe’de gecekondu mücadelesine başlatmıştık Proletarya Partisi’nin önderliğinde. Oradaki çalışmaya katıldı o da. Yaz dönemiydi. Öğretmenliğe devam etmiyordu, yani yaz tatilindeydi. Bizimle birlikte briket taşıdı, çamur yaptık, harç yaptık, beraber gecekondu yaptık. Örnektepe’de, Okmeydanı’nda, Güzeltepe’de, Kağıthane Nurtepe de birlikte çalıştık. Çok da zevk aldım. Onu görünce ufkum açılıyordu işin gerçeği. Böyle bir diyaloğumuz vardı, kendisine çok severdim ben.

 

22 Kasım 1986’da şehit düştü. Ben de o zaman memleketteydim. Haberleri dinliyordum kahvede. Zeki Uygun, Ünal Küçükbayrak adı geçince birden pürdikkat kesildim. Kahveci de tanıdığımız biriydi. “Biraz sesini açın” dedim. Spiker böyle çok içten gelerek, sanki büyük bir zafer kazanılmış edasıyla anons ediyordu ki katledilen arkadaşlarımızın çoğu kimyasal maddelerle yakıldı. Hepsi aslında, sadece orada 10 kişiden biri firar etmiş, bilmiyoruz neden. O kadar bilgimiz yok.

 

Diğerleri artık, ellerinden geldiği kadar, çok da fazla malzemeleri olmamasına rağmen çatışmanın da yaşandığını duyduk. Ama ne kadar doğru bilmiyoruz.

 

Ama esas mesele, bir ihbar sonucu çevrildikleri ve kaçan şahsın da büyük ihtimal ihbarda payı olduğu söylendi daha sonra.

 

Bunlar doğru mudur, nedir bilemiyoruz tabii. Biz elimizdeki kanıtlarla konuşuruz, öyle bir kanıtımız olmadığı için de böyle bir yorum yapmak da çok iyi olmaz diye düşünüyorum. Bunun için öyle bir araştırmayı daha sonra işin içinde olan insanlarımız bir düşünceye, araştırmaya dayalı bir fikre sahiptirler mutlaka.

Zeki Uygun’la olan ilişkim böyleydi. Bu haberleri dinleyince kendimi tutamadım.

 

(Devam edecek)

OCAK AYI | SÖYLEŞİ; “Mücadele bize kişilik kattı, bize onur kattı, bize vicdan verdi, insanlık verdi” (2)

Devrim ve Komünizm şehitlerini andığımız Ocak ayında, 70 ve 80'li yılların ilk dönemlerinde ölümsüzleşen Partizanlara ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bilindiği üzere Ocak ayının son haftası 1978 yılından bu yana devrim mücadelesinde ölümsüzleşenler ve proleter hareket saflarında komünizm uğruna toprağa düşen komünist devrimcilerin anıldığı bir zaman dilimi olarak ele alınıyor.

 

Ocak ayı içinde Alman burjuvazisi tarafından Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, coğrafyamız komünist hareketi açısından ise TKP’nin kurucusu ve önderi Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı ile Maria Suphi,  Halk ordusunun ilk komutanı Ali Haydar Yıldız, proletarya partisinin ilk kadın şehidi Meral Yakar,  Atilla Özkan ve daha pek çok devrimci ve komünist mücadele bayrağını ardıllarına devrederek ölümsüzleşmiştir.

 

Ekim devriminin komünist önderi, Marksizm’in ustası Lenin 21 Ocak 1924’te ölümsüzleşmiştir.

 

Ocak ayı, devrim ve komünizm şehitlerini anma çalışmaları bu yıl, ölümsüzlüğünün 100. yılı dolayısıyla dünya işçi sınıfı ve halklarının yaşayan önderi Lenin’e atıfla yapılmaktadır.

 

Bu süreç içinde gerçekleştirilen ziyaret, anma ve etkinliklerde devrim ve komünizm şehitlerini anarken, yaşam ve ideallerinden öğrenmeyi esas alıyoruz. Yarattıkları değerlerin büyüteceğine dair de sözümüzü de yinelendiğimiz bir süreç olmaktadır.

 

Ölümsüzlüğünün 100. yılında Komünist usta Lenin’in mücadele yaşamı, Rusya’da gerçekleştirilen devrimin önemi ve anlamı, Lenin yoldaşın Marksizm’e katkıları, komünist parti anlayışı, emperyalist savaşlara ilişkin analizi ve daha pek çok başlıkta bir araştırma ve yoğunlaşma içinde olmak bizi de geliştirecek ileri taşıyacaktır.

 

Ölümsüzleşenlerimizi daha yakından tanımak, mücadele içindeki duruşlarından, deneyimlerinden öğrenmek davamızın yarını ve başarısı açısından büyük önem kazanmaktadır.

 

Bu amaç doğrultusunda toprağa düşenlerimizi tanıyan, bilen mücadele arkadaşları, yoldaşlarıyla söyleşiler gerçekleştirdik. Düşenlerimizin kanı ve canıyla, emeği ve alınteriyle karakterini, yaşamdaki duruşunu ortaya çıkardığı hareketimizin geçmişinden öğrenmek, geleceği kazanma mücadelesinde daha güçlü adımlar atmamıza katkı sunacaktır.

 

**

 

 

 

“Hem disiplinli bir arkadaştı, hem de güven verirdi.”

Ünal Küçükbayrak…

 

Ünal Küçükbayrak’la da 1980 Mart ayında birlikte gözaltına alınmıştım. Ünal da Zeki gibi tartışmaları çok iyi götüren, sabırlı, inançlı bir arkadaşımızdı. Ben onu tanıdığımla gurur duyuyorum, onunla beraber mücadele alanında olduğumdan dolayı.

 

Çağlayan’da bir randevumuz vardı, erken saatteydi, 6.00’da. Randevu yerine yaklaştığımda, gülerek bana baktığını gördüm. Küçük bir kahve vardı açık olan, sabahın o saatinde. Alibeyköy’de bir toplantımız vardı, ben oradan geliyordum. Ne yaptığını, ne tarafa gittiğini sordum, Sanayi Mahallesine gideceğini söyledi. “Hayırdır” dedim, bir işin mi var? “Hayır” dedi, orada bir grev var, oraya uğrayacağım.

 

Dedim “ben de oraya gideceğim. Saat daha erken, gel şurada bir çay içelim”.

 

Oturduk beraber çay içtik. Sanayi Mahallesine gitmek için yola çıktık. O esnada aşağıya doğru yürüdük, Çağlayan’ı Yahya Kemal’e bağlayan bir dere var. Derenin üzerinde küçük bir köprü. Tam köprüye gelmiştik ki, işporta arabası, perdeli bir minibüs geldi. Yanımızda durur durmaz, “kıpırdamayın” diyerek bize tomsonları çevirdiler.

 

Biz o zaman anladık, işporta arabasındakilerin polis olduğunu. Aradılar bizi, benim üzerimden çeşitli materyaller çıktı. Onun üzerinde ise silah çıktı. Hatta önce bulamadılar, üst cebinde şarjöre elleri değince “sıkı arayın” bunları dediler, üzerimizi soydular, ters kelepçe takıp, gözlerimizi bağladılar.

 

Bizi alıp Çeliktepe Jandarma Karakoluna götürdüler. O zamanlar bu bölge jandarmaya bağlıydı, bizi jandarmaya teslim etti polis. Jandarma karakolunda kaba dayak falan attılar önce. Birbirimizden ayırdılar tabii. O arada siyasi şubeden telsizle birbirleriyle konuşuyorlardı.

 

Bizi önce ikinci şubeye götürdüler. İkinci şubede epey ezdiler, sonra birinci şubeye götürdüler. Burada sistemli işkence yaptılar, on beş gün boyunca. Bizden bu işkenceler boyunca, bir ev adresi istiyorlardı, birbirimizi tanıdığımızı itiraf etmemizi istiyorlardı.

 

Bizi karşı karşıya getirdiler Ünal’la. Önce ona benim için “bunu tanıyor musun ?” diye sordular. “Hayır ben ilk defa görüyorum, tanımam ben bunu” dedi.

 

Halbuki hem beraber yakalanmışız hem de aynı evde kalıyoruz. “Üzerinden silah çıkmış, bu silah nedir peki” diye sordular. “Benim ailemde kan davası var, kan davası olduğu için Topkapı’da aldım ben bu silahı. Satıyorlardı, kendimi korumak zorunda olduğum için aldım” dedi. Nerede kaldığı sorulunca da, “inşaatta kalıyorum” dedi.

 

Peki bununla nasıl buluştunuz diye sordu. “Ne buluşması, ben onu tanımıyorum” dedi. Ben de hakeza tanımadığımı söyledim, ne bileyim silah kaçakçısı mıdır, kan davalı mıdır, ben nereden tanıyayım dedim.

 

– Ünal Küçükbayrak nereliydi?

 

– Urfa Siverekliydi. Oradan tutturdu zaten, hazırlıklıydı. Bizi tekrar Selimiye’ye getirdiler, “ayaküstü mahkemesi” oluyordu o zamanlar. Savcının karşısına çıkardılar. O zaman savcı da, Yaşar Değerli.

 

Ünal uzun boyluydu, ben kısa. Yaşar Değerli Ünal’a “O arkandaki fino -benim için söylüyor- ev adresi ni vermiyormuş” deyip elindeki kalemi fırlattı. Kalem gözümün altına girdi.

 

Tampon falan yapıp zor çıkarttılar. Tekrar Ünal’a “Sen nasıl ev vermiyorsun, üzerinde çıkan silah balistik incelemeden geldi. 20 tane eylem yapılmış, ikisin de fiili olarak öldürme var. O tetiği çeken sensin. Diğerlerini bilmiyoruz. Sen bu olaylarda teşhis edildin zaten” dedi.

 

Kasımpaşa ülkü ocakları başkanı Doğan Şer diye birisini vurulmuş, ağır yaralanmış. Geldi teşhis etti Ünal’ı. Beni de gösterdiler, ama “o değil, uzun boylu sıktı bana” dedi.

 

Ünal’la pratik eylemlere çıktığımızda, güle oynaya halay çekiyormuş gibi gelirdi bana. O kadar insana güven veren biriydi. Hem disiplinli bir arkadaştı, hem de güven verirdi. Kendi alanında ya da sorumlu olduğu insanları gözü gibi korurdu. Onlara bir tane rüzgar estirmezdi. Çok değerli bir insandı. Siyasi olarak da askeri olarak da çok iyiydi. İki yönü de gelişkindi.

 

Katledilmeselerdi, hem Zeki hem Ünal, proletarya partisinin çok önemli yerlerinde inisiyatif alırlardı ve hakim sınıflar bu arkadaşları bilerek yok ettiler. Çünkü o koşullarda 1986-87 gibi dönemler Türkiye devrimci hareketinin dibe vurduğu dönemler ve sen bir konferans yapıyorsun bu koşullardı.

 

Hakim sınıflar yıllardır, asırlardır deney ve tecrübe sahibidirler. Kimlerin ne tehlike arz ettiğini bilirler, biliyorlar da. Onun için yok ediyorlar önderleri.

 

İkisinin de lider kişilikleri vardı.

“Efendi’nin de lider özellikleri vardı.”

Efendi Diril…

Efendi Diril yoldaşımı da 1975’te tanıdım. Ancak çok yakın birlikte faaliyet yürütmedik. Çok yakından tanımazdım. Daha sonra bizim bölgeye geldi. Eskiden Sefaköy tarafına gittiğimde kendisini görürdüm. O da bilirdi benim Partizancı olduğumu, selamlaşırdık. Onun o alanlardan sorumlu olduğunu da tahmin ediyordum.

 

Ama kendisiyle birebir diyaloğum yoktu. Diyaloğumuz 1979’da oldu, 1980’in Mart’ında da biz yakalandık zaten. 6-7 aylık bir süreçte birlikteliğimiz var. Bizim sorumlumuzdu o dönemde. Yakalanmadan önce katıldığım son toplantı da onunla oldu. O toplantıdan ayrıldıktan sonra ertesi sabah Ünal’la birlikte yakalandık zaten. Efendi’nin de lider özellikleri vardı.

 

1979’ların sonlarına doğru bizim bölgemizde eleştiriler çoğalmıştı, eleştirenler içerisinde ben de vardım. Ama ben kendi yapım içerisinde eleştirirdim, dışarıda kuruma laf getirecek, onu karalayacak şekilde konuşmazdık, kurumumuzu gözümüz gibi korurduk.

 

Biz kendimiz eleştiririz, hatalarımız varsa da özeleştiri veririz ama düzeltmek için. Biz birbirimizi hedef alıcı şekilde davranamayız ki. Biz kendimizi düzeltmek için, bu hareket sınıf mücadelesinde daha ileri hamle yapabilsin diye bütün çabamız. Biz canımızı koymuşuz bu yola.

 

Bilirsiniz 1979’da sıkıyönetim ilan edilmişti. Sıkıyönetim devrimci mücadeleyi durdurmak için ara bir formüldü. Sınıf mücadelesi öyle çığ gibi gelişiyordu ki fabrika örgütlenmeleri, fabrika grevleri, işçi direnişleri, gecekondu mücadeleleri, köylülerin toprak işgalleri, başkaldırılar yani sınıf mücadelesi çok üst evreye ulaşmıştı o dönemde; 1978-79’da.

 

Tabii deney ve tecrübe sahibi olan hakim sınıflar bunu sıkıyönetimlerle durduramayacağını biliyordu. 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğüne gitmenin yolunu açmak için ilan ettiler. Biz bunu biliyorduk. Ama bizim eksiğimiz, yanlışımız onu görmemize rağmen konumlanamadık.

 

Çok önemli bir şeye parmak basıyorum. Gücümüzü abarttık, düşmanın gücünü küçümsedik. Bu anlayış kurumun anlayışıydı aynı zamanda. Hepimizde vardı bu. Onu görüp de ona göre konumlanmamak, geri çekilme demiyorum, sıkıyönetim koşullarında geri çekilmeye gerek yoktu zaten biz geri çekilsek bile sınıf mücadelesi öyle bir ivme kazanmıştı ki sen onun gerisinde kalamıyorsun. Onun içinde olacaksın ya da önderlik edeceksin bir şekilde.

 

Adın belli, ne diyorsun, ben bu sınıfı örgütlerim, öncülük ederim iddiasıyla davranıyorsun. Bizim üzerimize düşen görev hem kurumumuzu eleştirmek hem de kurumumuzun dışarıya karşı korunmasını sağlamaktı. Onun için Efendi yoldaş da bize bizim o konudaki düşüncelerimizi saygı gösterirdi ve kurumun dışına çıkmamızı söylüyordu. Meğer bizim bölgemizde hizip çalışması başlamış Koordinasyon Komitesi adı altında.

 

İşin gerçeği bizim hiç haberimiz olmamıştı. Kendi adıma konuşuyorum. Birebir üst komiteye bilgileri veren bendim. Ona rağmen bunu göremedik, sezemedik. Çünkü gizli gizli çalışmışlar alttan. Hatta bir ara benim de onlardan olduğumu sanmışlar. Bu eleştirilerimden dolayı.

 

Sonuçta Efendi, değerli bir yoldaşımızdı. O da Küçükçekmece Kanarya Mahallesi’nde faşistlerin öldürüldü. Çünkü o bölgede tanınan bir arkadaşımızdı. Ben ne zaman oraya gitsem onu orada görürdüm. Onun da lider vasfı vardı.

 

Bunları anlatırken hep içim sızlıyor inanın.

 

Onlar hakkında belki daha güzel şeyler konuşabilirim, onlarla birebir temasım olduğu için güçlük da çekiyorum anlatırken.

 

– Ortak deneyimleriniz oldu mu bu yoldaşlarla ?

 

– Olmaz mı? Ünal Küçükbayrak’la ilgili bir anekdotum var, onu anlatayım. Bir gün bana Okmeydanı tarafında bir randevu verdi. Ben de oraya gittim, baktım yanında bir kadın arkadaşla geldi. Hesapta kadın arkadaş yoktu. Kadın arkadaşı benimle tanıştırdı, bundan sonra ilişkileri sen yürüteceksin dedi bana. Kadın arkadaşa da dedi ki bundan sonra bu arkadaş gelecek.

 

O da tamam dedi. Yalnız benim dikkatimi çeken bir şey oldu, ayrılırken benimle değil de Ünal’la gitmek istedi sanki.

 

Öyle olunca ben de “niye öyle yapıyor acaba ?” dedim kendime. Bizi tanıştırdı birlikte gideceğiz bir yere, oturup konuşacağız nasıl görüşeceğimizi, nasıl iletişim sağlayacağımızı. Neyse Ünal ayrıldı gitti, biz oturduk konuştuk. Bu arkadaş sürekli Ünal’ı sordu bana. O arkadaş gelecek mi, o arkadaş nerede vs. Ben hala işi çözemedim. Meğerse bu arkadaş Emeğin Birliği’nden geçmiş bize. Onu da Ünal kazanmış.

 

Bir tartışmada denk gelmiş, Ünal’ın hitap yeteneği çok güçlüydü, insanları ikna etme kabiliyeti çok yüksekti.

 

Siyasi birikimi de çok iyiydi. Öyle kimse onun karşısında tartışamazdı. Bundan dolayı kadın arkadaşın ilgisini çekmiş. Emeğin Birliği, Halkın Kurtuluşu, Devrimci Yol, MLSPB’yle Okmeydanı’nda bir yerde tartışma olmuş. Tartışmadan sonra bu kadın arkadaş Ünal’ın yanına gitmiş, “ben sizin düşüncelerinize sempati duyuyorum”, demiş. Bir iki kez görüşmüşler. Ünal arkadaşla ilgilenebilecek konumda değil, başka işleri olduğu için bana devretti.

 

O görüşmemizde birkaç kez sorunca, ben de dedim önemli bir şey varsa ileteyim ben ona. Ama ilişkin benimle sürecek. Onunla özel görüşmesi gerektiğini söyledi.

 

O zaman anladım ki kadın arkadaş Ünal’a aşık. Ünal’ı gördüğümde ona, bu kadın arkadaşın kendisiyle görüşmek istediğini söyledim. O da benimle ne yapacak, seninle ilişkisini sürdürsün dedi. Benimle ilişkisini sürdürsün de, seninle özel görüşmek istiyor dedim. Ya sen ona git de ki, “benim onunla oturup konuşacak belki zamanım olabilir ama benim ona verebileceğim, vaat edebileceğim bir şey olamaz” dedi.

 

Ben de “sen zalimlik yapıyorsun, bir iki otur konuş. Bu kadın arkadaşın sana eğilimi var. Bir şekilde kendini anlat dedim. O da bana “benim kelle koltukta, sen daha iyi anlatırsın” dedi. Bunları tabi gülerek espriyle söyledi. Ben kadın arkadaşa bunları izah ettim.

 

Daha sonra bir daha yine görüştük. Kadın arkadaşın evine gitmiştik. Annesi de çok değerli bir kadındı. Devrimcilere kurban oluyordu. Ben kadın arkadaşa durumu anlattığım için bana hırçın davranıyordu biraz. Annesi bunu fark etti. “Hanik noluyor, Hanik? Öldürürüm seni, devrimcilere böyle davranmayacaksın” dedi.

Bir sonraki görüşmemizde de kadın arkadaş, sizinle artık görüşmek istemiyorum dedi.

Sebebini sorunca, eski yuvama dönüyorum dedi.

 

(Devam edecek)

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi2/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi3/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi4/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi5/

OCAK AYI | SÖYLEŞİ; 

“Nice kadın yoldaşımızı kaybettik bu mücadelede ama her şeye rağmen bu kavga devam ediyor.”(1)

Devrim ve Komünizm şehitlerini andığımız Ocak ayında, 80’lerin ortası 90’ların başına kadar ki dönemde ölümsüzleşen kadın devrimcilerden, Partizanlardan birkaçına ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik.

21 Ocak 2024



https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-nice-kadin-arkadasimizi-cok-degerli-yoldaslarimizi-kaybettik-bu-mucadelede-ama-her-seye-ragmen-bu-kavga-devam-ediyor-1/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-nice-kadin-yoldasimizi-kaybettik-bu-mucadelede-ama-her-seye-ragmen-bu-kavga-devam-ediyor-2/




 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)