1 Şubat 2024 Perşembe

HALİL GÜNDOĞAN'IN İTTİFAKLAR SORUNUNA ELEŞTİRİ_Fikret Karavaz


 

        HALİL GÜNDOĞAN'IN İTTİFAKLAR SORUNUNA İLİŞKİN YAZIMA GETİRDİĞİ ELEŞTİRİ ÜZERİNE

Halil Gündoğan kendi bloğunda 3 Kasım 2020 Tarihli bir yazısında benim İttifaklar Sorunu Üzerine yazdığım bir yazıyı eleştiriyor. Halil Gündoğan’ın Partizanın Defteri sayfasında bir kaç kez yayınlanmış aynı başlıklı yazılardan hangisini esas aldığını bilmiyorum. Fakat Halil Gündoğan’ın eleştirisinde bir çok mantıksal tutarsızlık belirgin olarak kendisini göstermektedir.

Bu arada Halil Gündoğan beni tanımadığını söylüyor. Ben Kaypakkaya geleneğinden biriyim. Bir dönem de Güneşin Sofrası’nda Kazım Gündoğan ile beraberdik. Ben de Halil Gündoğan’ı gıyabında tanıyorum.

 

Halil Gündoğan’ın eleştiri yazısındaki mantıksal tutarsızlıklardan bir tanesi İttifaklar sorununun strateji ve ideolojiyle ilşkisine dair. Şöyle ki Halil Gündoğan eleştirisinin başlangıcında ittifaklar sorununa dair şöyle bir belirleme yapıyor:  ”Öncelikle belirtmek gerekiyorki Komünist Devrimciler için ittifaklar sorunu ideolojik-ilkesel bir sorun olmayıp; siyasal mücadelenin taktiksel bir sorunudur.

 

Dolayısıylada sorun her türlü katı- basma kalıp formülerin dışında, günün objektif ve subjektif somut koşulları içerisinde, dinamik olarak ele alınacak bir sorundur.”  Halil Gündoğan daha sonra eleştirisinin ilerleyen bölümlerinde ittifaklar sorununa dair birinci belirlemesini yadsıyan başka bir belirleme daha yapıyor:  ”Somut olarak ittifaklar sorununda irdelenecek olursa görülecektirki; “Maoist Birleşik Halk Cephesi anlayışı”, devrim mücadelesinin başarıya ulaşmasının “olmazsa olmaz” üç stratejik silahından biri olan ittifaklar sorununda, komünist-devrimcileri esasen silahsızlandırmaktadır.

 

Çünkü öngörülen anlayış; komünist-devrimcileri, öncelikle yarı-sömürge, yarı-feodal sosyo-ekonomik koşullar ile sınırlıyor. Ve buna göre de o basma kalıp şablon ile reçeteler yazmaya koşulluyor:”  Bu iki belirleme açıkça birbirini yadsıyan belirlemelerdir. Halil Gündoğan, birinci belirlemesinde ittifaklar sorununu taktiğe indirgedikten sonra ikinci belrlemesinde ” ittifaklar sorununu devrim mücadelesinin başarıya ulaşmasının olmazsa olmaz üç stratejik silahından biri olarak değerlendiriyor.

 

Şimdi, bu belirlemelerden hangisi doğru? Kuşkusuz ikinci belirleme doğru. Çünkü ittifaklar sorunundaki taktik anlayışlar devrim stratejisi ve ideolojisinden bağımsız olarak ele alınamaz. Bu demek değildir ki bir devrim sürecinin bütün ittifaklar siyaseti stratejiktir. Bir devrim süreci için stratejik ittfaklar olabileceği gibi taktik ittfaklarda mümkündür.

 

 Örneğin, Sovyet ve Çin devrimlerinde proletaryanın öncüsünün köylülükle yaptığı ittifak stratejik bir ittifakken, Sovyetler Birliği’nin ikinci emperyalist paylaşım savaşında Alman faşizmine karşı Müttefik devletlerle yaptığı ittifak taktik bir ittifaktır. Bir ittifakın stratejik olması demek belirli bir çelişkide çelişkinin devrimci tarafında duran unsurları kapsaması demektir.

 

Örneğin, demokratik devrim aşamasında işçi sınıfının köylülükle yaptığı ittifak stratejik bir ittifaktır. Çünkü bu ittifak gerçekleşmeden işçi sınıfının tek başına iktidarı ele geçirmesi ve sosyalizmi inşa etmesi mümkün değildir. İşçi sınıfı ile köylülük arasındaki ittifak, köylü sorununun çözülmediği, köylülüğün farklılaşma sürecinin halen devam ettiği coğrafyalarda stratejik bir ittifaktır.

 

Dolayısıyla, bir devrim sürecinde proletaryanın politik öznesi öncelikle devrimden menfaati bulunan sınıflar arasında stratejik ittifakları gerçekleştirme mücadelesi sürdürür; bunun yol ve yöntemleri üzerinde yoğunlaşır.

 

Sratejik ittifaklar bir coğrafyanın devrim sürecinin temel stratejik yönelimlerini, esas ve tali mücadele araç ve yöntemlerini belirler. Stratejik ittifakları taktiğe indirgemek esas ve tali mücadele araç ve yöntemleri arasındaki ayrımı belirsizleştirmek anlamına gelir. Köylü sorununun çözülmediği, köylülüğün farklılaşma sürecinin tamamlanmadığı yarı-feodal coğrafyalarda köylülük temel güç, proletarya ideolojik güçtür. Maoist Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi temel güç olan köylülüğe dayanılarak inşa edilir.

 

  Halil Gündoğan eleştirisinin devamında kendine has belirlemeler yapmaya devam ediyor.

 Örneğin şöyle diyor:

”“Halkın Birleşik Cephesi, işçi-köylü temel ittifakı üzerinde, devrimden çıkarı olan anti-feodal, anti-emperyalist ve anti-komprador sınıf ve katmanların ittifakıdır. Esası toprak devrimi olan Demokratik Halk Devrimi sürecinde milli burjuvazi, bu ittifakın vazgeçilemez bileşenidir. Halkın Birleşik Cephesi (HBC), KP öderliğini şart koşar. Halkın birleşik cephesinin kurulabilmesi için KP önderliğinde bir veya birkaç bölgede kızıl siyasi üslerin kurulmuş olması gerekir.

 

Bu, yürütülen savaşın en azından stratejik denge aşamasında olması anlamına gelir. KP bu güce, savaş bu düzeye varmadan HBC kurulamaz. KP önderliğinde kurulmamış olan ittifaklar da hem HBC olarak tanımlanamazlar ve hemde bunlar içinde yer almak kuyrukçu, sınıf işbirlikçi pozisyona düşürür.

HBC bir iktidar orgaınıdır. Devrimle kurulacak yeni demokrasinin iktidar organıdır ve milli burjuvazi, sosyalist devrime kadar bu halk iktidarının bir bileşeni olarak varlığını devam ettirir.”“Maoist HBC anlayışı” diye sunulan sol-sübjektif perspektifin kaba özeti budur!

Görüleceği üzere bu perspektifte;

 a-) ülkenin sosyo-ekonomik yapısında yaşanmış olan değişim ve dönüşümlerin, örneğin kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale geçmiş olmasının ve bunun devrim aşamasında ve ittifaklar sorununda ne tür farklılaşmalar yarattığının bir önemi bulunmuyor.

b-) Türkiye ve K.Kürdistan somutunda yaşanan gelişmelerin tolumsal ve ulusal çelişmeleri ve keza savaş strateji ve taktiklerini nasıl etkilediği ve değiştirdiğinin bir hükmü bulunmuyor.

Türkiye ve K. Kürdistan’ın iki farklı sosyo-ekonomik yapıya, iki farklı devrim aşamasına ve iki farklı devrim stratejisine, iki farklı itifaklar siyasetine ve bunlarla birlikte çok daha ivedilikle öne çıkan birleşik devrim stratejisi ihtiyacına göre devrim teorisini yenilemek geregtiğinin bir önemi bulunmuyor.

 c-) derimci mücadelenin öncü öznesi olarak komünist-devrimcilerin, devrimci mücadeleye fiilen başladıkları andan itibaren, mücadelenin herbir evresini başarıyla tamamlayabilmek için, mücadelenin farklı herbir evresinde düşmanı o özgülün somutunda yenilgiye uğratma mücadelesinin de, Lenin’in önemle vurguladığı tarzda bir “kitlesel müttefikler” siyasetiyle mümkün olabileceğinin bir önemi bulunmuyor. Komünist-devrimcilerin, diğer sınıf ve katmanlara, onların siyasal önderi örgütlerine önderliklerini kabul ettirecek o güçlü duruma hangi mücadele yol ve araçlarını kulanarak varabileceklerinin bir önemi bulunmuyor. (Tipik bir öncü savaş mantığı mı güdülüyor acaba?

Biz gerilla mücadelesiyle düşmana darbeler vurdukça, düşman zayıflayacak ve ters orantılı olarak bizde güçleneceğiz. Ve böylece kitleleşeceğiz. Işte bu sayede devrimden çıkarı bulunan diğer sınıf ve katmanlar dahil, milli burjuvazinin sol kanadıda önderliğimizi kabul ederek HBC’yi oluşturma koşularını olgunlaştırmış olacağız.) vs. vs.Fikret’in yaklaşımı da bunun tipik örneklerindendir. Lenin referansıyla konu özgülündeki doğmatik-mekanik yaklaşıların eleştirisi yapılmak istenmişse de ancak anlaşılan o ki, tedrisatından geçtiği “Maoizim” buna pek fazla şans tanımamış. Karşımızda farklı versiyonuyla kaskatı bir dogmatizm var.”

 

  Şimdi, bu belirleme neresinden tutsanız elinizde kalacak bir belirleme. Birincisi, Halil Gündoğan coğrafyamızda kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale geldiğine inanıyor. İnanıyor diyoruz; çünkü, tarımda kapitalist üretim ilişkilerinin nasıl hakim hale geldiğine dair gösterilen herhangibir veri yok. Öyle ise biraz Anadolu ve Kürdistan coğrafyasının sosyoekonomik yapısından bahsetmek gerekiyor.        

 

Anadoluda bugüne kadar başlamış ve tamamlanmış hiçbir toplumsal devrim yoktur.İkinci meşrutiyete kadar olanların tamamı emperyalistlerin güdümündeki reform hareketleri idi zaten.İkinci Meşrutiyet ise cılız bir burjuva hareketi olup,başarısızlıkla sonuçlanmış,hareketin başındakiler emperyalistlerle birlikte kapitalist ve feodal üretim ilşkilerini yan yana sürdürmüşlerdir.İkinci meşrutiyetin ilanındada cumhuriyetin ilanındadan sonra da iktidardaki toplumsal sınıflar önceki toplumsal sınıflarla aynıdır.      Cumhuriyetle birlikte elbette ki değişen bazı şeyler vardır.

Cumhuriyetten önceki komprador büyük burjuvazinin, toprak ağalarınıneski bürokrasinin,ulemanın yerini,ulusal karakterdeki orta burjuvazi içinden güçlenerek çıkan emperyalizmle komprador ilişkilere giren Türk ve Kürt burjuvazisi ve eski Türk ve Kürt komprador burjuvazi ve toprak ağalarının bir kısmı aldı.      

 

Anadoluda bugün istihdam edilen 22 594 000 kişinin yaklaşık %61’i üçretli veya yevmiyeli,%25’i kendi hesabına çalışan, veya işveren,%13,6’sı ücretsiz aile işçisidir.    

 Ücretli ve maaşlı olan13 762 000 kişinin 527 000 i tarım, 4 950 000 i sanayi, 8 285 000 i hizmet sektöründe çalışmaktadır. Kendi hesabına çalışan 5 750 000 kişinin 2 513 000 i tarım, 883 000 i sanayi, 2 354 000 i hizmet sektöründe çalışmaktadır.Ücretsiz ailşe işcisi olan 3 083 000 kişinin 2 643 000 i tarım, 94 000 i sanayi, 346 000 i  hizmet sektöründe faaliyet göstermektedir.

     Kendi hesabına çalışan 5 750 000 kişinin %90 ı 1-4 kişi çalıştıran iş yeri sahibi,%6 sı 5-9 kişi çalıştıran iş yeri sahibi,%2 si 10-24 kişi çalıştıran iş yeri sahibi, %1 i 25-49 kişi çalıştıran işyeri sahibi ve %0,5 i 50 kişiden fazla işçi çalıştıran işyeri sahibidir.   

    Ücretsiz aile işçisi olan 3 083 000 kişinin %86 sı 1-4 kişi çalıştıran işyerlerinde, %0,6 sı 10-24 kişi çalıştıran işyerlerinde, %0,03 ü 25-49 kişi çalıştıran işyerlerinde, %0,03 ü 50 den fazla kişi çalıştıran işyerlerinde çalışmaktadır.   

    Merkezi feodal Osmanlı imparatorluğu döneminde, küçük üreticilere toprağın küçük parçalar halinde sadece kullanım hakkını veren Asya tipi üretim biçimi uygulandığından bu olgu önce köylülüğün farklılaşmasını yavaşlatmış el zanaatları ve manifaktürün gelişimini ve buna bağlı olarak ilkel birikimi engellemiştir.

Sonrasında emperyalizmin önce meta ihracı ve sonrasında sermaye ihracı ile zaten güdük olan ve ilkel iş aletleri ile üretim yapan el zanaatlarını ve manüfaktürü çökertmesi ile yerli sanayinin gelişmesi engellendiği gibi karşılıklı diyalektik etki ile tarımda kapitalist üretim ilşkileri gelişememiştir.      

 

Anadoluda toprak mülküyeti, 1924 Anayasası ile güvence altına alınmış,eski tımar vb. toprakları işleyenlere,bu durumu kanıtlamaları halinde,bu toprakları mülküyetlerine geçireceklerine ilşkin yasanın çıkışından sonra bir çok nüfuzlu esnaf, büyük toprak sahibi, ellerindeki eski osmanlı belgelerini mahkemelere sunarak bu toprakları sahiplenmişlerdir.

        Osmanlı döneminden beri emperyalizm bir taraftan ülkedeki hammaddeleri talan etmekte,artı-değerin önemli bir bölümünü borçlandırma ile kendi hanesine aktarmaya devam etmektedir.Emperyalizm, bunu yaparken,kapitalizm öncesi geri üretim ilşkilerini korumakta, tarımın ve sanayinin gelişmesine engel olmaktadır.Bu talan ve soygun sisteminde küçük üretici köylü topraktan ve üretim araçlarından belli bir oranda kopmaktadır.

Böylece özgür emekçilerin sayısı her geçen gün artmaktadır.Fakat bu artışın çok yavaş ve sancılı olduğu, tarım kesiminde yoksul ve küçük köylü üreticilerinin, sanayi kesiminde mikro ve küçük işletmelerin çokluğundan anlaşılmaktadır.Anadoludaki tarım ve sanayinin emperyalizmle ilişkisi artarak sürmekte, tarım ve tarım dışında gelişen ilkel birikimin geri üretim ilşkilerini tasfiyesi engellenmektedir.    

 

  İlkel birikim denilen kavram serf niteliğinde topraksız köylülüğün ve küçük üretici köylünün üretim araçlarından ayrılması buna karşılık üretim araçlarının belirli ellerde toplanarak sermayeye dönüşmesidir.Kapitalizmin kendi dinamikleri ile geliştiği bir süreçteki ilkel birikim kavramı ile komprador kapitalizmin yarattığı ilkel birikim işlevsel olrak farklı olgulardır.Birinci olguda kapitalizmin gelişmesi ve ilkel birikimin gerçekleşmesi geri üretim ilşkilerinin tasfiyesi ile doğru orantılı iken ikinci olguda komprador kapitalizm bizzat geri üretim ilşkileri zemininde geliştiğinden bu ilşkileri koruyup sürdürmesi esas eğilimidir.      

 

  Tarımda etkinlik gösteren 3 022 127 işletmenin arazi büyüklüğüne ve dahil edildikleri toplumsal sınıflara göre dağılımı  şöyledir: 

        Tarımda etkinlik gösteren işletmelerin 1 952 142 si yoksul ve küçük köylü işletmelerdir. Bu işletmeler Anadoludaki tarım işletmelerinin %68 i olup, işlettiği arazi miktarı Anadoludaki toplam arazinin %21 idir ve bu işletmelerde bir traktöre düşen arazi miktarı 9 dekardır.

Orta köylü işletmelerin sayısı 887 376 dır ve bu işletmeler Anadoluda tarım işletmelerinin %29 u olup, işlettikleri arazi miktarı, Anadoludaki toplam arazinin%45 idir ve bu işletmelerde bir traktöre düşen arazi miktarı 25 dekardır. Zengin köylüler 171 113 işletmeye sahiptir ve bu işletmeler, Anadoludaki toplam işletmelerin %6 sı olup, işlettikleri arazi miktarı,Anadoludaki toplam arazi miktarının %29 udur ve bir traktöre düşen arazi miktarı 730 dekardır.Büyük toprak sahipleri ve toprak ağaları 2 477 işletmeye sahip olup, bu iletmeler Anadoludaki toplam işletmelerin %0,15 i olup, işlettikleri arazi miktarı, Anadoludaki toplam arazinin %5 dir ve bir traktöre düşen arazi miktarı 1 265 dekardır.    

 

  Yoksul ve küçük köylülerden arazi,si olanların %88 i yalnız kendi arazisini işlerken,diğerleri hem kendi arazisini hem zilyetlikle,hem kendi arazisini hem başkasının arazisini işletmektedir.Arazisi olmayanlar ise,kirayla,ortakçılıkla, diğer şekilde, iki yada daha fazla tasarruf şekli ile arazi işletmektedir.      

 

  Orta köylülerden arazisi olanların %79 u yalnız kendi arazisini, işletirken,diğerleri,zilyetlikle,hem kendi arazisini hem zilyetlikle,hem kendi arazisini hem başkasının arazisini işletmektedir.Arazisi olmayanlar kirayla, ortakçılıkla,diğer şekilde, iki veya daha fazla tasarruf şekliyle arazi işletmektedir.      

 

  Zengin köylülerden arazisi olanların %70 i yalnız kendi arazisini işletirken, diğerlerinin çok küçük bir bölümü zilyetlik, hem zilyetlik hem kendi arazisini işletirken, çok büyük bölümü hem kendi arazisini hem başkasının arazisini işletmektedir.Arazisi olmayanlar, tasarruf biçimlerinin tümüyle arazi işletirken, esas olarak kiracılık ve ortakçılık ile arazi işletmektedir.        

 

Büyük toprak sahiplerinin ve toprak ağalarının arazisi olanların %49 u yalnızca kendi arazisini işletirken, dğerleri topraklarını arazi tasarruf biçiminin tümüyle işletmekte, esas olarak, hem kendi arazisini hem başkasının arazisini işletenlerle işletmektedir.Arazisi olmayanlar ise, bütün tasarruf biçimleri ile arazi işletmekle birlikte, arazi işlettikleri esas tasarruf biçimi ortakçılıktır.        

 

Yoksul ve küçük köylü üreticilerinin büyük çoğunluğu, toprak sahipleri ile  veya temsilcileri ile zilyetlik, ortakçılık ve diğer feodal ilişkiler içinde değildir.Ancak Anadolu tarımında feodalizm esas olarak değişim sürecinden ziyade üretim sürecinin kendisindedir.

Küçük meta üretimi yapan köylülük esas olarak kendi geçimlik ihtiyacı için kulanım değeri üretmektedir.Ürünün sonradan metalaşması bu gerçekliği değiştirmez ve bu kullanım değeri üretilirken yine belirleyici olarak satın alınmış emek değil aile emeği kullanılır.Yani emeğin kendisi metalaşmamaktadır.

Artı ürünün bir kısmı zorunlu olarak diğer geçim araçlarını edinmek için metalaşır.Bu değişim sürecinde tefeci, tüccar ve tefeci, tüccar niteliğindeki devlet köylünün artı-emeğine el koymaktadır.Ürünün metalaşma sürecinde ürününü pazara götürecek olanağı olmadığından köylü ürünü pazar fiyatının altında bir fiyatla elden çıkarır.

Ama esas sömürü şu olgudadır ki metalaşan ürünün kar realizasyonu tefeci, tüccar yada tefeci tüccar niteliğindeki devletle değişim sürecinde sonlanmaz;kar realizasyonu mamul maddenin yani sanayi ürününün pazara sunumu ile tamamlanır.İşte bu olgu, komprador kapitalizmin niteliği gereği gereksinim duyduğu ucuz hammaddenin yaratılmasının dinamiğinin tarımda küçük meta üretimi olduğu gerçeğinden kaynaklanır.    

 

  Bu anlaşılır bir şeydir; eğer tarımda kapitalist ülkelerde olduğu gibi esas olarak satın alınmış emek kullanılsa idi ve bir tarafta üretim araçlarından yoksun emek kitlesi diğer tarafta üretim araçlarını ve toprağı sermayeye dönüştürmüş olan kapitalistler şeklinde bir sınıfsal bölünme oluşsaydı, kapitalizm kendi dinamikleri ile gelişecek ve ilkel birikim süreci tamamlanacaktı.Ancak emperyalizm ve ona bağlı olarak gelişen komprador ilşkiler bizzat kar realizasyonunu tarımın bu yarı-feodal niteliğinin yani küçük meta üretiminin çelişkileri ile gerçekleştirmektedirler.

         Komprador kapitalizm ve emperyalizmin gereksinim duyduğu ucuz hammadde ve hatta ucuz iş gücünü yaratan üretim ve hatta değişim süreci feodal karakterde olan küçük meta üretimidir.Komprador kapitalizmin ilkel birkimin oluşmasını engellediği iddaları doğru değildir.Büyük komprador holdinklerin kökeninde tefeci, tüccar sermayesi ve toprak ağalığı vardır.Oluşan bu sermaye birikimi tarımda küçük meta üretimini tasfiyeye yönelemez çünkü bizzat onun üstüne inşa edilmiştir.        Başkasının toprağını işletenler işletmeyenlere göre çok daha kötü koşullarda üretim yapmaktadır.

Ortakçılıkla kiracılık, kapitalist üretim biçimine yakınlığı ile karşılaştırıldığında, kiracılık daha yakındır.Ortakçılıkta, hasat iyi de olsa kötü de olsa, ürün önceden anlaşıldığı şekilde toprağı işletenle toprak sahibi arasında bölüşülmektedir.Kiracılıkta durum daha farklıdır.Hasat iyi olduğunda kira rahatlıkla ödenebilmektedir.

Toprak verimliyse, ürün pazarda değer buluyorsa, ücretli işçi bile çalıştırılıp,kapitalist ilşkilere girilebilmektedir.Hasat kötü olduğunda, üretici kirayı ödeyememekte,ödediyse de kendisine bir şey kalmadığından, tefeciyle, tüccarla ilşkiye girmekte, daha önceden ilşkisi varsa, bu ilşkiler, kendi aleyhine dönüşmekte, topraktan ve üretim araçlarından kopmaktadır.

        Köylülüğün topraktan ve üretim araçlarından kopma süreci komprador kapitalizm koşularında kapitalizmmin kendi dinamikleri ile geliştiği koşulardan farklıdır.Bir taraftan giderek bölünen arazi ve yoğun sömürü yoksul ve küçük köylülüğü ve hatta orta köylülüğü topraktan koparırken köylülüğün oldukça önemli bir kısmı proleterleşmemekte ve yarı proletere dönüşmektedir.

Tarımla ilişkisini toprağını ortakçı veya kiracıya bırakarak sürdüren bu kitle komprador kapitalizme ucuz iş gücü ve yedek iş gücü yaratmaktadır.Yarı- proleterler ücrete karşılık gelen gerekli emek zamanını düşürerek vasıfsız iş gücü kullanan sektörlerde komprador kapitalizme ucuz iş gücü yaratmaktadır.Ucuz iş gücünün bir diğer kaynağı da yedek iş gücüdür.  

 

  Yoksul ve küçük köylü üreticiler, az sayıda ve ilkel tarım araçlarına sahip olup, kendi emekleri ile ve aile bireylerinin emekleri ile üretimde bulunmakta, kapitalist üretimdeki işçiler gibi çalışmaktadırlar.Onlardan farkları, üretim araçlarının kapitalistlere değil kendilerine ait olmasıdır.Üretim araçları kapitalistlere ait olsaydı, üretim ilşkileri kapitalistle olacaktı, fakat kendi toprağı olan yoksul ve küçük köylülerin ilşkileri, tefeci, tüccar ve tefeci, tüccar niteliğindeki devletle; başkalarının topraklarını işletenlerin ilşkileri, hem toprak sahibile hem de tefeci, tüccar ve tefeci, tüccar niteliğindeki devletledir.Bu sınıfın ürettiği artı emek,tefeci,tüccar,toprak sahibi ve tefeci,tüccar niteliğindeki devlet tarafından gasp edilmektedir.

Daha başka bir anlatımla,yoksul ve küçük köylü üreticiler, feodal ilşki içinde üretimlerini sürdürmekte, çok zor duruma geldiklerinde, topraktan ve üretim araçlarından yukarıda anlatıldığı gibi kopmaktadırlar.    

 

  Yoksul ve küçük köylü üreticiler,feodal üretim biçiminde görülen kullanım değeri üretmektedir. Bilinmektedir ki,kulanım değeri, üreticinin kendi gereksinimlerini karşılamak,yaşamını sürdürmek için yapılmaktadır.Bu nedenle,üreticinin ürünlerini pazara götürmesi,onun pazar için üretim yaptığı anlamına gelmez.Pazar için üretim, değişim değeri üretimi demektir.

Küçük üreticinin kendi üretim araçları ile doğrudan ürettiği ve kullanım değerine sahip ürün, tüccar aracılığı ile bilinmeyen pazara götürüldüğünde değişim değerine sahip metaya dönüşmektedir.Burada artı- değer,feodal biçimde üretilmekte, değişim sırasında tüccar tarafından ele geçirilmektedir.Üretim araçlarına sahip kapitalist,emekçilerin iş gücünü ücret karşılığında satın alarak ürettiği ürünü parayla değiştirmek için pazara götürmektedir.Burada ürünün üretilme biçimi önemlidir,pazarda para yerine başka bir ürünle değiştirilmesinin hiçbir önemi yoktur. 

      Kapitalist üretimin temel ölçütü üretimin ücretli emek tarafından yapılmasıdır.Kapitalist üretim, aynı zamanda süreç ilerledikçe sermaye birikimi yapar, küçük tarım üreticilerinin yerini  ücretli tarım işçileri alır.Yoksul ve küçük köylü üreticileri, üretim araçlarının parçası yada sahibidir ve doğayla ayrılmaz bir bütün oluşturmaktadır ve üretim araçları, üreticinin kendisini yeniden üretmek için kullanılmaktadır.      

 

Orta köylülerin büyük çoğunluğu kendi arazilerini işletir.Bu sınıfın esas özelliği, kendi emeği ile aile bireylerinin emeği ile tarımsal üretim yapmaktır.Küçük meta üretimi yapan orta köylüler, bazen tarım işlerinde ve tarım dışı işlerde geçici ücretli işçi olarak çalışırken, bazen kendileri de ücretli işçi kiralayarak kapitalist meta üretimi yani pazar için üretim yapmaktadırlar.İşleri iyi gidenler zamanla kapitalist çifçilere dönüşürken, kötü gidenler, tüccar tefeci veya banka borçları nedeni ile topraktan ve üretim araçlarından kopmaktadırlar.        

 

Zengin köylülerin esas üretim biçimi , kapitalist üretimdir, çünkü gelirleri, ücretli işçilerin artı-değerleridir.Bunun yanında, topraklarını kiraya verip, bu yolla da getirim elde etmektedirler.Zengin köylülerin topraklarını kira karşılığında işleten yoksul ve küçük köylüler ise, kendi gereksinimleri için üretim yaptıklarından, toprak sahibi ile feodal ilişki içindedirler.Söz konusu topraklar, ücret karşılığında işçi çalıştıran kapitalist işletmeler tarafından işletildiğinde, buradaki ilişki, kapitalist ilişkidir, toprak sahibine ödenen kira, artı-değerin işçilere ödenmeyen bölümünden verilmektedir.Bir başka anlatımla zengin köylülerin bir tarafı ücretle çalıştırdıkları işçilerle kapitalist ilişki içinde olurken,diğer tarafı, topraklarını, kirayla, ortakçılıkla, yarıcılıkla verdiği yoksul ve küçük köylülerle,orta köylülerle feodal toprak ilişkisi içindedirler.      

 

Büyük toprak sahipleri ve toprak ağalarının tamamına yakını kendi topraklarına sahiptir.Zengin köylüler gibi ücretli işçi kiralayarak, kapitalist üretim gerçekleştirirken, ticaret yaparken, topraklarını, tarımsal üretim yapan yoksul ve küçük köylülere, orta köylülere, zengin köylülere yarıcılıkla, ortakçılıkla veya kiracılıkla vererek, bu kesimlerle feodal ilşki içindedirler.    

 

  Tarımsal kesimde, ücretli işçi çalıştıran kapitalist işletmeler, dikkate değer bir varlık göstermemektedir,Kendi hesabına çalışanlarla ücretsiz aile işçisi toplamı neredeyse, esas işi tarım olanların tamamıdır. 

      Anadoluda işletmelerin işlettiği araziler daha çok küçük parçalar halindedir.Bunun nedenleri, Osmanlı tımar sisteminde kullanım hakkı olan arazinin onu işletenlere verilmesi, borçlarını ödeyemeyen bazı köylülerin arazilerinin belli bir kısmını elden çıkarması ve veraset nedeni ile arazilerin daha küçük parçalara ayrılmasıdır.Bir işletmenin çok sayıda parça işletmesinin nedenleri ise, kendi topraklarında elde ettiği ürünle geçinememesidir.Yoksul köylüler, küçük köylüler ve orta köylülerin bir bölümü böyle yapmaktadır.    

 

  Yoksul ve küçük köylüler, küçük meta üretimi ile sağlanan gelirle geçinemediği halde, topraktan ve üretim araçlarından kopamamaktadırlar.Bunun en önemli nedeni ücretli olarak çalışacakları kapitalist işletme bulamamalarıdır.      

 

  Kırsal nüfusta nispi azalma ile birlikte tarımda küçük meta üretiminin korunması Asya tipi tarım geçmişinden gelen yarı-feodal formasyonlarda esas eğilimdir. çünkü komrador kapitalizmin tarımı kapitalistleştirme dinamiği olmadığı gibi bizzat küçük meta üretimi niteliğindeki tarım emperyalizme bağımlılığın koşulları olan ucuz tahıl ve hammadde ile ucuz iş gücünün yaratıcısıdır.        

 

Lenin tarımda kapitalizm ile ilgili değerlendirmelerini yaparken ücretli emeğin ve makina kullanımının yaygınlaşmasını ve ücretli işçi artış oranının toplam nüfus ve kırsal nüfus artış oranından yüksek olmasını önemli ölçütler olarak görür. 

        Tahıl fiyatlarının küçük köylü toprak mülkiyetinin belirleyici olduğu ülkelerde kapitalist üretim biçimine sahip ülkelerden daha düşük olmasının esas nedeni küçük meta üretiminde emeğin kendisinin metalaşmamasıdır.        

 

  Küçük meta üretiminde sermaye birikiminin üretim süreci döngüsünün dışında gerçekleşmesi önemlidir çünkü bu olgu bu üretim tarzının kendi dinamikleri ile asla kapitalist üretim tarzına dönüşemeyeceğini anlatır.

 

Anadolu ve Kuzey Kürdistanda tarımda ücretli emek kullanım oranları bölgelere göre şöyledir:

 

          İstanbul buölgesi %0,1, Batı Anadolu bölgesi %1,9,Batı Marmara bölgesi %4,5, Doğu Marmara bölgesi %2, Ege Bölgesi %5,4,Akdeniz bölgesi %10,6,Orta Anadolu bölgesi %4,5,Batı Karadeniz bölgesi %2,9, Doğu    Karadeniz bölgesi52,Orta Doğu Anadolu bölgesi%3,6, Kuzey Doğu Anadolu bölgesi %4,2,Güney Doğu Anadolu bölgesi%7,9          

 

    Görüldüğü gibi sanılandan farklı olarak tarımın en fazla kapitalistleştiği bölgeler ücretli iş gücü kullanım oranları ile %10,6 ile Akdeniz bölgesi ve %7,9 ile Güney Doğu Anadolu bölgesidir.Bu bölgeler aynı zamanda büyük toprak mülküyetinin en fazla görüldüğü bölgelerdir.        

 

  Kır nüfusunda yüzdelik azalmaya karşılık tarımda kapitalist üretim ilişkilerinin geliştiği ve tarımın kapitalist bir niteliğe büründüğü iddaları tutarsızdır.Nüfus oranlarına dair istatistik yüzdeler tek başına üretim ilişkilerinde bir nitelik ifade etmezler; üretim ilişkilerinin niteliği konusunda bir vargı oluşturmak için bizzat üretim sürecine içkin olan çelişkilerin tahlil edilmesi gerekir.

Tarla tarımına yarı feodal niteliğini veren esas olgu üretim aşamasında emeğin metalaşmamasıdır.Kısmen satın alınmış emek kullanımı tarımın yarı feodal niteliğini değiştirmez.Ayrıca kır nüfusunda yılara göre nispi azalma yani kırdan şehire sürekli nüfus hareketi yine yarı- feodal ekonomilere dair bir olgudur.Küçük meta üretimi niteliğindeki tarla tarımı köylülüğün esareti olduğu gibi kırdan şehire nüfus hareketi komprador kapitalizme vasıfsız iş gücü ve yedek iş gücü yaratır.

Ayrıca kırdan göçle gelen yığınların tarımdan tamamen ayrılmaması ve yarıcı, ortakçı,kiracı ilişkisi ile kır ekonomisiyle ilşkisinin sürmesi onlara yarı proleter nitelik verir ve bu yarı proleter kitle işçinin kendisini yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu miktara karşılık gelen gerekli emek zamanını yani ortalama ücretleri düşürür.        

 

Görüldüğü gibi Anadolu tarımında küçük meta üretimi niteliğinde kapitalist ve feodal formasyonlar çok farklı biçimlerde iç içe geçmiş ve birlikte komprador kapitalizmin karakterini belirlemektedirler.Bu üretim ilşkilerinden hangisinin belirleyici olduğu tartışmasının tutarlılığı yoktur.Bu iki üretim biçimi iç içe geçerek bir format oluşturmaktadır.   

      İMF ve Dünya Bankası tarım projeleri ile tarımı tekeleştirme girişimleri ile getirilen sözleşmeli çiftçilik gibi olgular da  sonuçta küçük meta üretiminden başka bir şey değildir.Tarımda kar marjları düşük, doğal etkilere açık,risk oranı yüksektir. Bu olgularda tefeci tüccar sermayesinin ve komprador sermayenin tarımda kapitalist yatırıma yönelmemesinin nedenlerindendir.Küçük üretici topraktan tedricen kopsa da  küçük meta üretimi ve yarı feodal formasyon komrador kapitalizmin karakterini belirlemeyi sürdürecektir.  

 

Görüldüğü gibi Halil Gündoğan’ın Anadolu ve Türkiye sınırları içinde kalan Kuzey Kürdistan coğrafyasının iki farklı sosyoekonomik yapı ve dolayısıyla iki farklı devrim stratejisi ve sınıf ittifakları içerdiğine dair belirlemesi doğru değildir. Zaten böyle bir belirleme eşyanın tabiatına da aykırıdır. Belirli bir devlet sınırları içinde kalan ve aynı üretim ilşkileriyle koşullanmış bir coğrafyanın iki farklı sosyoekonomik yapı göstermesi mümkün değidir.   Şöyle devam ediyor Halil Gündoğan:

 

  ”Bu öylesine tipiktir ki; Mao Zedung’un Çin koşulları ve uzun süreli halk savaşı stratejisi bağlamında formüle ettiği, Kaypakkaya’nın da (indirgemeci bir tarzla) doğrudan Türkiye ve K. Kürdistan koşulları için öngördüğü, tanımlı, “Halkın Birleşik Cephesi” teorisini, “Maoist Birleşik Cephe Anlayışı” adı altında, genel geçerliğe sahip bir teoriymiş gibi, ittifaklar sorununa ilişkin tüm teorisini bunun kantarına vurarak oluşturmaya çalışmış.”  

 

Böylelikle, Halil Gündoğan, ibrahim Kaypakkaya’yı ve beni Mao Zedung’un Çin koşulları ve Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi (USHSS) bağlamında formüle ettiği Halkın Birleşik Cephesi (HBC) teorisini ”Maoist Birleşik Cephe Anlayışı” adı altında indirgemeci bir mantıkla Anadolu ve Kürdistan coğrafyasına uyarlamakla suçluyor.   

 

Bir süre yalnız kalmış devrimcilerde geçmişin inkarı neredeyse bir moda gibi yaygın bir ruh hali haline geliyor.Geçmiş elbette yadsına bilir; fakat bu yadsımanın nesnel gerekçeleri, bir iç tutarlılığı olmalıdır. Maoist Birleşik Cephe Anlayışı yarı-sömürge yarı-feodal sosyoekonomik yapıların tamamı için evrensel olarak geçerli bir teoridir.

Halil Gündoğan’ın buna itirazı ancak sosyoekonomik yapının değiştiğini göstermekle olabilir ki biz yukarıdaki verilerle sosyoekonomik yapının genel karakterinin cumhuriyetin ilanından buyana değişmediğini, köylü ve tarım sorununun çözülmediğini, tarımda klasik feodalizmin yerini yarı-feodal üretim ilşkilerine bırakmasından başka sosyoekonomik yapıda belirleyici nitelikte bir değişim yaşanmadığını göstermeye çalıştık.

Zaten, emperyalizmle komprador ilşkisini sürdüren bir coğrafyada tarımda kapitalist değişim de mümkün değildir. Çünkü, komprador kapitalizm bizzat tarımın bu yarı-feodal yapısı üzerine inşa edilmiş ve onun tarafından yeniden üretilmektedir. 

 

  Tarım ve köylü sorunu demek mutlak anlamda bir klasik feodalizmin varlığı demek değildir. Tarımda emeğin metalaşmadığı, toprağın yoksul köylülüğün sefaletinin ve esaretinin kaynağı olduğu ve köylülüğün farklılaşmasının halen sancılı ve yavaş bir biçimde sürdüğü bir coğrafyada toprak devrimi halen güncel demektir. Toprak devrimi demek mutlak anlamda bir toprak reformu demek değildir.

Bizim gibi coğrafyalarda toprak reformu tarımda yarı-feodal yapıyı ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla, köylü ve tarım sorunun nihai çözümü sosyalizmin ilerleyen aşamalarında kolektif tarıma geçilinceye kadar güncelliğini koruyacaktır. Yarı-feodal bir coğrafyada da işçi-köylü temel ittifakı demokratik devrimin temel stratejik ittifakıdır. 

 

  Halil Gündoğan, beni ve İbrahim Kaypakkaya’yı birleşik cephe anlayışında Çin şablonculuğuyla suçladıktan sonra beni  HBC’ye ilişkin coğrafyanın bir takım özgünlüklerini aynı şablona uyarlamakla itham ediyor.Ben, adı geçen yazıda coğrafyanın bir takım özgünlüklerine ilşkin olarak şöyle diyorum:

 

”Peki coğrafyamızda birleşik cephenin bir prototipinin gerçekleşme koşulları var mıdır?

 

Coğrafyamızda köylülük genel olarak kendi tarlasını ekip biçen küçük köylü karakterindedir. Topraksız köylülüğün oranı genel ortalama içinde düşük kalmaktadır. Bu olgu toprak talebinin cılız olması sebebi ile köylülüğün geniş kitleler halinde hızla demokratik devrime politize olmasını engellemektedir. Buna karşılık birleşenleri içinde Kürt köylülüğü, proleteryası ve küçük burjuvazi ile birlikte milli burjuvazi ve bir kısım büyük toprak mülküyetini de barındıran Kürt Özgürlük hareketinin anti faşist karakteri ile varlığı ve birleşenleri içinde asıl savaşan güçlerinin Kürt köylülüğünden oluşması Kürt özgürlük hareketine aynı zamanda köylü sorununun coğrafyamıza özgü politik biçimi karakterini vermektedir.

Kürt Özgürlük Hareketinin Orta Doğu coğrafyasının diğer parçaları olan Irak, Suriye ve İran coğrafyasındaki parçaları genel olarak bir köylü hareketi karakterinde olup proleter bir arka cepheden yoksundur. Kürt Özgürlük Hareketinin proleter bir arka cepheye sahip olduğu yegane coğrafya Anadolu coğrafyasıdır. Kürt Köylülüğü Anadolu coğrafyasında kendi coğrafyası dışında metropol şehirlerde proleterleşmektedir.Bu olgu Kürdistanın özgürleşmesi sorununu Anadolu coğrafyasının komprador kapitalizm ve faşizmden özgürleşmesi sorununa doğrudan bağlamaktadır. Yine Kürdistanın diğer parçalarının özgürleşebilmesi için yegane proleter arka cepheye sahip olduğu Kuzey Kürdistanın özgürleşmesi soruna bağlıdır.

Kürt Özgürlük Hareketinin varlığı koşullarında anti faşist, anti emperyalist gerilla savaşı Kürt Özgürlük Hareketinin Irak Ve Suriyede askeri üslere sahip olması, kitle desteği ve gerilla sayısı itibari ile halen stratejik savunma aşamasında olmasına rağmen stratejik denge aşamasına yakın özellikler göstermektedir. Geniş anti faşist, anti emperyalist birleşik cephenin kurulması bir takım nesnel şartların gerçekleşmesine bağlıdır.

Bu nesnel şartlar KP nin bir yada bir kaç KSİ ye sahip olması asgari programının geniş kitleler tarafından benimsenmesi gibi nesnel şartlardır. Türk köylülüğü halen şovenizmin etkisinde olduğu için geniş kitleler halinde halk savaşına politize olmamakta politizasyon tedricen gerçekleşmektedir. Buna karşılık Kürt kölülüğü geniş kitller halinde gerillla savaşına politize olabilmektedir.Kürt Özgürlük hareketinin bu niteliği ile köylü sorunun coğrafyaya özgü politik biçimi niteliğinde olması dar anlamda bir birleşik cephe prototipinin gerçekleşebilmesine de olanak tanımaktadır.

 Kürt sorunu mevcut niteliği ile Demokratik Devrimin dinamosu rolünü oynamaktadır. Kürt Özgürlük mücadelesindeki her gelişme Demokratik Devrim sürecinde ileri bir aşamaya karşılık gelmektedir. Mevcut siyasal konjontürde Demokratik Devrim mücadelesi sürdüren siyasal yapıların Kürt Özgürlük hareketi ile bir birleşik cephe protipi etrafında birleşmeleri siyasal ve askeri bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Fakat, ulusal sorunun politik mücadele sonucunda öne çıkmış olması baş çelişkinin değiştiği anlamına gelmez. Baş çelişki sosyoekonomik yapının karakteri tarafından belirlenir ve yine, köylülükle yarı feodal üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir.Sosyoekononik yapının karakteri değişmeden baş çelişki değişmez.

Geniş anlamda Halkın Birleşik Cephesini oluşması ise yukarıda değinilen nesnel şartların gerçekleşmesine bağlıdır. Demokratik devrim mücadelesi sürdüren siyasal yapılar KSİ lerin gerçekleşmesi ve geniş kitlelerin demokratik devrime politize olmasını beklemeden dar anlamda bir birleşik cephe protitipi etrafında Kürt hareketi ile HBDH oluşumu etrafında doğru bir siyasal hamle ile ortaklaşmışlardır.

Halkların Birleşik Cephesinin gerçekleşme koşullarından en önemlisi demokratik devrimin asgari programının geniş kitllerce benimsenmesidir. Bu anlamda demokratik devrimin asgari programı Kürt Özgürlük Hareketinin kitlesi tarafından kabul görmektedir. Toprak devrimi programı ise zaten köylülüğün büyük oranda kendi toprağına sahip küçük köylü karakterinde olması sebebi ile azami prorama devredecek bir sorun niteliğindedir.

Kürt Özgürlük Hareketinin sınır dışında da olsa askeri üs bölgelewrine sahip olması ve bu bölgelerin komünist faaliyete uygun olması Birleşik Cephe için KSİ şartına özgün bir nitelik vermektedir. Demokratik Devrim mücadelesi veren siyasi yapılar kendi siyasal ve ideolojik bağımsızlıklarını koruyarak Kürt Özgürlük Hareketi ile HBDH oluşumu içinde bir birleşik cephe prototipi gerçekleştirerek mücadelelerinde nitel bir gelişme gerçekleştirmişlerdir.

Ulusal sorunun var olduğu ve geniş kitlesel örgütlülüğe dönüştüğü bir ülkede milli burjuvazi ve köylülük siyaseten bölünmüştür. Hem ezen ulus milli burjuvazisi hem de ezilen ulus milli burjuvazisi ile anti emperyalist, anti faşist, anti şoven temelde ittifak yapmanın nesnel koşulları yoktur.Ezen ulus milli burjuvazisi şovendir.Ezen ulus köylülüğü de bu şovenizmin etkisindedir.Ezen ulus halk sınıflarının şovenizmin etkisinden kurtulabilmesi demokratik devrim mücadelesinin gelişme koşullarına bağlıdır.Demokratik devrim mücadelesi sürdüren siyasal yapıların ittifak siyasetinde ezilen ulus milli burjuvazisi ve halk sınıfları ile ittifak nesnel bir zorunluluk olarak oryaya çıkmaktadır. Her coğrafyanın demokratik devrim sürecinde izleyeceği yol ve ittifaklar siyaseti coğrafyanın özgünlükleri tatafından belirlenir.

Kürt Özgürlük hateketinin siyaseten reformist niteliği geçici ve konjoktürel bir durumdur.Demokratik devrim mücadelesinin ilerleyen aşamalarında Kürt özgürlük hateketi Özgür Kürdistan paradikmasının komrador kapitalizm ve onun üst yapısı olan faşizmin tam tasfiyesine bağlı olduğunu,. Kürdistanın Orta Doğu coğrafyasındaki diğer parçalarının özgürleşmesinin ve emperyalist siyasetten bağımsızlaşabilmesinin de yegane proleter arka cepheye sahip olduğu Anadolu coğrafyasının demokratik devriminin başarısından geçtiğini kendi deneyimleri ile öğreneceklerdir.”

 

Halil Gündoğan bizim bu belirlemelerimizi uçuk-kaçık olarak niteliyor. Fakat belirlemelerde uçuk kaçık olanın ne olduğunu göstermediği için bu tesbiti temelsiz bir suçlama olarak kalıyor.     Halil Gündoğan, benim Kürt Özgürlük Hareketinin geleceğine dair tesbitlerimi bir temenni olarak değerlendiriyor. Bir temenni ile bir öngörüyü birbirinden ayran şey öngörünün nesnel bir tahlile dayanmasıdır. Ben, Kürt Ulusal Sorununun köylü ve tarım sorunuyla ilişkisini gösterek KÖH”nin bugünkü önderliğinin reformist çizgisinin konjonktürel olduğunu ve KÖH”nin demokratik devrim sürecinin ilerleyen aşamalarında devrimci bir çizgiye doğru evrileceğini öngörüyorum.

 Bu öngörü nesnel bir tahlile dayandırılan bir öngörüdür. Reformlarla çözülemeyecek bir sorunun devrimci bir tarzda çözülmeden sürekli gündemde kalacağını ve coğrafyanın devrimci dinamiklerinden birini oluşturacağını söylemek bir temenni değil bir öngörüdür. İbrahim Kaypakkaya’da derin devrimci iç güdüleriyle Halk Savaşını Kürt Ulusal Sorununun bu devrimci potansiyelinden hareketle Kürdistan coğrafyasından başlatmıştır.

 

Halil Gündoğan Kürt Özgürlük Hareketi’nin (KÖH) anti faşistliğinin de anti emperyalistliğinin de konjonktürel olduğunu, hatta KÖH’nin hiç bir zaman anti emperyalist olmadığını, anti sömürgeci olduğunu söylüyor. Faşizmin hedefindeki bir siyasal hareketin anti faşist olmaktan başka bir seçeneği var mıdır sayın Gündoğan?

 

Anti emperyalizme gelince, KÖH’nin Orta Doğuda emperyalistler arası çelişkiye oynamaktan, emperyalistler arasındaki çelişkiler üzerinden siyaset üretmekten başka bir seçeneği var mıdır? Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği de Mao önderliğindeki Çin Halk Cumhuriyeti de emperyalistler arasındaki çelişkiler üzerinden siyaset üretmiş ve bunlar arasında kendilerine saldıran emperyalistlerle saldırmayan emperyalistler arasında ayırım yapan bir taktik ittifaklar siyaseti izlemişlerdir. Lenin’in bizim de alıntıladığımız ittifak anlayışında vurguladığı gibi düşman kamp arasındaki her çatlaktan yararlanmak devrim sürecinin menfaatinedir.

 

“Güçlü bir düşman ancak, güçlerin en yoğun biçimde biraraya toplanmasıyla ve ancak hem düşmanlar arasındaki en küçük ‘çatlak’lar da dahil her çatlaktan, çeşitli ülkelerin burjuvazileri arasındaki, tek tek ülkelerde burjuvazinin çeşitli grup ve kesimleri arasındaki her türlü çıkar çatışmasından, hem de geçici, iktikrarsız, emniyetsiz, güvenilmez ve koşullu da olsa kitlesel bir müttefik kazanmak için en küçük imkan da dahil her imkandan mutlaka* en ihtimamlı, en itinalı, en dikkatli ve en usta şekilde yararlanılırsa yenilebilir. Bunu kavramamış olanlar, Marksizmden, bilimsel, modern sosyalizmden zerrece bir şey anlamamışlardır.*Epeyce uzun bir zaman dilimi içerisinde ve epeyce değişik politik durumlarda, bu doğruyu fiilde uygulamayı becerdiğini pratikte kanıtlamamış olanlar, tüm emekçi insanlığı sömürücülerden kurtarma mücadelesinde devrimci sınıfa yardımcı olmayı henüz öğrenememişler demektir. Ve bu söylediklerimiz aynı ölçüde, politik iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinden önceki dönem için de, sonraki dönem için de geçerlidir.”‘

 

Sol’ komünizm, Vladimir İlyiç Lenin

 

Sol Komünizm’deki bu görüşleri siyasal öncünün ittifaklar siyasetinin temel ilkesi olarak kabul ettikten sonra düşman kamptaki çelişkilerden yararlanma hakkını Kürt Özgürlük Hareketinden neden esirgiyorsunuz?

 

Halil Gündoğan, HBDH’nin birleşik cephenin bir prototipi olamayacağının çünkü bunun şartlarını taşımadığını söylüyor. Oysa, HBDH projesi tam da bileşenleri içersinde Kürt köylülüğü ve proletaryasını bulunduran KÖH ile devrimci güçler arasında somut ittifak koşullarına dayanan bir birleşik cephe prototipidir. Her hangi bir olguya dair bir prototip (öncül) olgunun gelecekte alacağı biçimin ön verilerini içerdiği kadarıyla bir prototiptir.

 

HBDH projesi Kürt köylülüğü ve proletaryasıyla birlikte Kürt milli burjuvazisini kapsayan sınıfsal içeriğiyle devrimci güçlerle KÖH arasında somut ittifak olasılığının aldığı siyasal bir biçim olarak demokratik devrim sürecinin ilerleyen aşamalarında gerçekleşmeye aday geniş birleşik cephenin bir öncülüdür.

 Adı geçen yazıda birleşik cephe prototipiyle geniş birleşik cephe arasında farka ilişkin olarak şöyle bir belirleme yapıyoruz: ””Gerçekliğin zorunlu ilişkileri ve yanları tarafından ortaya çıkarılan gerçek olanaklılıklar, gerçekleşmeleri için gerekli koşullarla olan bağlarına göre, aralarında ayrılırlar. Ve bu koşullarla olan bağın biçimlerine göre de, soyut ve somut olanaklılıklara bölünürler.

Somut olanaklılık öyle bir olanaklılıktır ki, onun için, denk gelen koşullar, şimdiki zamanda yoğunlaşabilir. Soyut olanaklılık ise öyle bir olanaklılıktır ki, içinde bulunulan anda onun gerçekleşmesi için zorunlu koşullar yoktur. Gerçekleşebilmesi için onu içeren maddesel oluşumun bir çok gelişim evresini aşmış olması gerekir.

Somut bir olanaklılık örneğin, çağımızda, eş zamanlı olarak bütün kapitalist ülkelerin ya da kapitalizm öncesinde gelişim evresinde olanların sosyalizme geçişinin olanaklılığıdır.Buna karşılık, soyut olanaklılığa bir örnek de şudur:

Yalın mal (emtia) üretiminde ekonomik bunalımların olanaklılığı. Bu olanaklılığı gerçeğe dönüştürebilmek için yalın mal üretiminde, bu zorunlu koşullar bulunmuyordu; yalın mal üretiminin bir çok gelişim evresini aşması, nitel bir çok dönüşümlerden geçmesi, kapitalist mal üretimine dönüşmesi ve bu sonuncunun da öte yandan gelişiminin belli bir düzeyine ulaşmış olması gerekiyordu. İşte bunun için, ilk ekonomik bunalım, ancak 1825’te patlak verdiyse, bu bir rastlantı değildir.

Gerçek soyut ve somut olanaklılıkların ayırdına varılması ve onların göz önünde tutulması, insanların pratik etkinliği için, özelikle de somut planlama ve uzun erimli planlamayı gerçekleştirmek için büyük bir önem taşır.

Değişik tipteki olanaklılıkların karışıklığı, büyük yanılgılara yol açar. Bu karışıklığın sonuçlarına örnek olarak, Sovyetler Birliği’nde kolektifleştirme sırasında düşülmüş olan yanılgılara değinilebilir; yerel yöneticilerin özel küçük mal üretiminden, kolhozlara değil de, doğrudan doğruya komünlere geçme kararları vermeleri; komüne geçiş gerçek bir olanaklılıktır, sovyet devletinin doğal iç yapısından, işleyiş ve gelişiminin yasalarından kaynaklanır.

Adı geçen dönemde, bu olanaklılık soyuttur; zira onun gerçekleşmesi için gerekli koşullar yoktur; bu koşulların doğabilmesi için Sovyet toplumunun ekonomisi ve kültürü bir çok gelişim evrelerini aşmış olmalıydı ve bir çok nitel dönüşümleri geçirmiş olmalıydı.”

 

Aleksandr Şeptulin, Diyalektiğin Katagorileri Ve Yasaları, Yordam Kitap, s: 375

 

Bu alıntıda örneklenen olanaklılık tipleri arasındaki somut ve soyut ayırımı tıpkı işçi-köylü ittifakının Çin Devriminde ve Sovyet devriminde somut bir olanaklılık olarak gerçekleşmesine karşın bizim coğrafyamız için söz konusu ittifakın gerçekleşme koşulları için bu ittifakın soyut bir olanaklılık olarak kendini göstermesine benzemektedir.

Sovyet devriminde birinci emperyalist paylaşım savaşının özellikle köylü kitleler üstünde yarattığı yıkıma bağlı olarak kitlelerin yükselen tepkisi ve özellikle köylü kitlelerin politik ajitasyona yanıt vererek hızla devrim saflarına akın etmesi bir devrimci durum yaratıyor ve işçi-köylü ittifakını somut bir olanaklılık haline getiriyordu.

Yine, Çin devrimi koşularında köylülüğün çoğunlukla topraksız köylülüktern oluşması, toprak talebinin köylülük için hayati önemi, köylülüğün toprak talebi etrafında halk savaşına hızla politizasyonu işçi-köylü ittifakını somut bir olanaklılık haline getiriyordu. Oysa, coğrafyamızda köylülüğün çoğunlukla kendi toprağını ekip biçen küçük ve orta köylülükten oluşması toprak talebi etrafında köylülüğün Halk Savaşına hızla politizasyonunu engellemekte ve bu durum işçi-köylü ittifakının gerçekleşmesini komprador kapitalizmin krizlerinin derinleşmesine bağlı olarak devrimci durumda bir yükselme yaratacak koşullara bağımlı hale getirerek işçi-köylü ittifakını soyut bir olanaklılık haline getirmektedir.

 

İşçi-köylü ittifakının somut bir olanaklılığa dönüşmesi devrimci durumda bir dizi gelişmeyle birlikte güçlü bir politik öznenin yaratılmasına bağlıdır.” Halil Gündoğan, bizim yaptığımız bu tahlil ve belirlemelerin üzerinde hiç durmadan bizi ittifaklar sorununu kitabına uydurmakla suçluyor. Maoizmde neyin evrensel neyin özgün olduğu Çin Devrim Tarihinin dersleriyle sabittir.

 

 Maoizme benzeri eleştiriler soldan ve sağdan geçmiş zamanlarda bir çok kez getirilmiştir. Fakat bu eleştirilerin hemen hepsinin ortak noktası özgün olanla evrensel olanın ayırımının çarıtılmasıdır. İşçi-köylü temel ittifakı bütün yarı sömürge yarı feodal coğrafyalara uyarlanabilecek demokratik devrimin temel stratejik ittifakıdır.

 Halil Gündoğan Coğrafyanın devrim sürecinin halen demokratik devrim süreci olduğunu, köylü ve tarım sorunun halen güncel olduğunu, yalnızca Kürt sorununun varlığının bile coğrafyanın halen demokratik devrim aşamasında olduğu gerçeğini gösterdiğini yadsıyarak ittifaklar sorunun taktik bir sürece indirgemekle devrim gemisinin yelkenlerini rüzgarsız bırakıyor.

 İşçi-köylü temel ittifakını yadsıyan Halil Gündoğan’ın proletaryanın öncüsünün ittifaklar siyaseti yerine nasıl bir sınıfsal ittifak siyaseti ikame ettiği ise eleştiri yazısında muğlak kalıyor.

 

Öyle ya bir toprak devrimi etrafında işçi-köylü temel ittifakı gereksizse ve KÖH anti faşist anti emperyalist mücadele için güvenilmez bir müttefikse Proletaryanın öncüsünün bir devrim süreci için aradığı müttefikleri nerede bulacağını da Halil Gündoğan’ın kendisinden başka kimse bilmiyor demektir.

 

Not: İstatistikler Vasfi Nadir Tekin’in Zincirin Halkası çalışmasından alınmış TÜİK verileridir.

 

Fikret Karavaz

30 Ocak 2024 Salı

Devrimci Çalışma Perspektifi ve Tasfiyeciliğin Panzehri Olarak Devrimcilik- 1_2

Devrimci Çalışma Perspektifi ve Tasfiyeciliğin Panzehri Olarak Devrimcilik

Her çeşit tasfiyeci tahribat-tahrifatın yol açtığı ideolojik-siyasi kırılma ve derinleşen örgütsel erezyon başta olmak üzere, bu girdapta palazlanarak birikmiş köklü sorun, yaşanan yabancılaşma, çürüme ve deformasyonla boy veren öğütücü tasfiyeciliğe karşı, proleter devrimci barikatın örülmesi elzemdir…

Devrim bağlamında ‘‘mücadelenin neden gelişmediği” sorusu, temel kaygımızı ifade eden bu başat mesele üzerinde durmamızı emrederek bizzat bizleri muhatap ve görevli kılmaktadır. Devrim ve mücadeleye dair küçükten-büyüğe her sorun komünistlerin sorumluluk alanındadır.

 

Sorun, tasfiyeci sürecin devrimi kuşatarak sağ-pasifist kulvara itmesi kadar anlamlı ve/veya tasfiyeciliğin devrim saflarına sinsice nüfuz edip militan devrimciliği hapsetmeye uzanan tehditkâr bir tehlikeye dönüşmesi kadar büyüktür… Sorunun kaynağını tasfiyecilik genellemesinde tespit etmek yanlış olmaz. Özet itibarıyla sorunu, tasfiyecilik ve tasfiyeciliğe karşı mücadele sorunu olmak üzere iki ana meselede özetlemek isabetle yerinde olur.

 

Her çeşit tasfiyeci tahribat-tahrifatın yol açtığı ideolojik-siyasi kırılma ve derinleşen örgütsel erezyon başta olmak üzere, bu girdapta palazlanarak birikmiş köklü sorun, yaşanan yabancılaşma, çürüme ve deformasyonla boy veren öğütücü tasfiyeciliğe karşı, proleter devrimci barikatın örülmesi elzemdir…

 

Tasfiyecilge kayıtsız kalınamaz. Süreç, Kaypakkaya çizgisi ve MLM ideoloji ekseninde pratikleşecek olan komünistlerin bilinçli devrimci müdahalesine muhtaçtır. tafsiyeciliğe ortak olmak, siyasi ölüme davetiye çıkarmak ve kendini inkar etmek demektir. Komünistler açısından sorun bu kadar nettir. Sorununun, bütünlüklü mücadeleler sürecini gerektiren muhtevasıyla kapsamlı ve derin bir sorun olduğu aşikardır. Ama aynı şekilde, aşılması ve sürecin tersine çevrilmesi tarihsel sorumluluğunun komünistlerin omuzundaki bir yük olduğu da bir o kadar gerçektir.

 

Tasfiyecilik, komünist devrimci ilke, strateji ve siyaseti ışığında yükselen mücadele pratiğiyle püskürtülecek; bunda başka bir yol yoktur. Devrimin zaferi nispeten uzun bir zamana yayılabilir, gecikebilir. Ancak mücadele, her an ve her şart altında bir gerçek olarak vardır; engellere rağmen sürekli ve sürdürülebilir dinamik bir olgudur. Çelişki yasasının sınıflı toplumlardaki tezahürüdür bu.

 

Mücadelenin gelişmemesi veya geliştirilememesi tasfiyecilikle doğrudan alakalıdır. Tasfiyecilik bir sonuçtur, mücadelenin gelişmemesi-geliştirilememesi de öyle… O halde iki sonucu doğuran nedenler vardır ve bunlara bakmak meselenin özüdür…

 

Tasfiyecilikte anlam kazanan sorunumuz, tasfiyeciliğin yol açtığı mücadelenin geliştirilmemesi ve tersinden tasfiyeciliğe karşı mücadelenin geliştirilmesi sorunudur… Kimse tasfiyeci değil ama mücadele pratiğine bakıldığında tasfiyecilik hakimdir! Bu gariptir, çelişkidir ve izaha muhtaç bir tablodur…

 

O halde, sorunun özüne odaklanmalıyız.

 

Nesnel şartlar devrim için ne kadar uygun ve elverişli olursa olsun, bunların kendi başına veya kendiliğinden devrime çıkması tasavvur edilemez. Nesnel şartlar devrimin sadece bir ayağıdır; devrim tek ayak üzerinde yürümez. Onun gelişip güçlenmesi ve zafere ilerlemesi iki temel şarta, bu iki şartın bir arada bulunması ve uyum içinde olmasına bağlıdır. Nesnel şartların uygun olmasının yanı sıra, sübjektif şartların da uygun ve yeterli ölçüde var olması, devrim için gerekli olan ya da devrimin talep ettiği ikinci şarttır. Özcesi, devrim, gelişip zafere ulaşmak için nesnel ve sübjektif olmak üzere iki temel şart arar. Bunlardan birinin eksikliği devrimi geciktirir, ikisinin varlığı ise devrimi geliştirir. Nesnel koşulun belirleyici önemine karşın, sübjektif koşul önemsiz değil, bilakis nesnel koşul üzerinde değiştirici tesir gösteren yeteneğiyle başlı başına belirleyicidir. Değiştirme yeteneğine sahip olan sübjektif şartın, nesnel koşul ile uyumlu olması kaydıyla, yaşamsal önemde belirleyici bir şart olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.

 

Devrimci hareketin önderlikten kurumsallaşmaya, kolektivizmden komiteleşmeye, kadrodan aktiviste, örgütten örgütlenmeye, mücadeleden siyasete, ideolojiden teoriye, gelişmekten güç olmaya, kitleselleşmekten kitlelere hitap etmeye, yöntemden araçlara, disiplinden demokrasiye, merkeziyetçilikten ademi-merkeziyetçiliğe, ajitasyondan propagandaya kadar en geniş yelpazeye serpilen bir dizi sorunu, bir o kadar da zaafı var.

 

İdeolojik-siyasi-örgütsel perspektiflerinde taşıdıkları nitel-nicel, temel-tali, öz-biçim gibi karakteristik ve nüansal ayrışımlar fark etmeksizin, devrimci mücadeleyi omuzlayan siyasi parti ve örgütlerin hemen hepsinin; politikleşme, çizgileşme, iradeleşme, söz-eylem birliğinde tutarlılık ve güven verme, ikna gücü ve inandırıcı olma, bilimsel inançta pekişme ve yaratıcılık, militanlaşma ve feda ruhunu kuşanma, cüret etme, iddialı ve kararlı olma, devrimci netlik ve profesyonelleşme, tecrübelerden ve kitlelerden öğrenme, objektif nesnel durum ile sübjektif durum arası uyumunu yakalama, değişim yasasını takip etme ve gelişme çizgisini sürdürme gibi temel sorunlarda derin zaaflar taşıdığı söylenebilir… Örgütsel güç kaybı, dağınıklık, edilgenlik, erime ve militan kulvarda pratiksizlik, eylemsizlik ve koca bir boşluk bu zaafı çek ederken, tasfiyeciliğin derin izlerini resmetmektedir…

 

Toparlamaya çalıştığımız bu tablo, yaşamsal ihtiyaç olarak örgüt, mücadele ve müdahale sorununu öne çıkarır. Örgüt, mücadele ve müdahale meselesi, ideolojik-teorik-siyasi çerçeve bir kenara bırakılacak olursa, ki bu da dahil, son tahlilde gelip insan da toplanır, insan unsurunda karşılık bulur. İnsandaki bilimsel güç, yetenek, cüret, kararlılık, militanlık ve yaratıcılık gibi öğeler, bir taraftan örgütten beslenir, öte taraftan örgüte nitelik verir. İnsan sorunu örgüt sorunudur, örgüt sorunu da insan sorunudur. Örgüt, ideolojiden teoriye, dünya görüşünden sınıf niteliği ve siyasetine, stratejiden taktiğe bütün unsurlarıyla somut araçta/maddi mekanizmada vücut bulur. Bunların tümünü temsil eden, taşıyan, koordine eden, yürüten, oluşturan ve yaşatan insandır. İnsanın bilinçli dinamik rolü tayin edicidir derken tam da bunu kastediyoruz. Bu durumda bütün sorunların temeli insandır demek yanlış olmaz. Teori, strateji, siyaset, taktik, program, tüzük vb. kendiliğinden hareket etmez, bilakis insanla bütünleştiğinde pratik üretir, değer kazanırlar…

 

Şayet tasfiyecilik varsa, bu insanda yuvalanır, onda anlam bulur ve bir bakımda onun tavır ve duruşuna bağlı olarak olguya dönüşür. İnsan isterse, yani bilinçli, kararlı devrimci bir irade ortaya koyarsa, pekâlâ tasfiyeciliği önler, önleme yeteneği sergiler ve onun zemin bulmasını engeller. Lakin insanın zaaf ve zayıflıkları ya da güçlü tavır ve kararlı dirayeti tasfiyeciliğin de devrimciliğin de gelişip gelişmemesinde belirleyici rol oynar. Ve bu, kolektif mekanizmadan bağımsız değilken, o mekanizmayı temsil eden insanla doğrudan alakalıdır. Özcesi, sorunlardaki etkileri bağlamında insan ile örgütü eşdeğerde görmekteyiz, doğru olan ikisini karşı karşıya koymamaktır…

 

Örgüt, birçok özelliğinin yanı sıra, demokrasi ve disipline dayanır, bunlara kesin ihtiyaç duyar. Demokrasinin olmadığı şartlarda her türlü verimsizlik, kısırlık, gönülsüzlük, zorakilik, hoşnutsuzluk, uyum-birlik sorunu gibi problemler köpürerek baş gösterir. Bu zemin, dedikodu, karalama, kişisel sürtüşmelere, kırılmalara, dağılmalara, parçalanmalara, kopmalara ve her türden yıkıcı gelişmeye zemin yaratır. Demokrasinin olmadığı ya da sağlıklı işlemediği bir örgüt, ben-merkezci, dayatmacı, salt talimatçı, emir-komuta zincirinde bürokratik, işleyişte baskıcı, yaratıcı yeteneği körelten ve son tahlilde şefçi örgüt tipi olarak iş yapamayan ve irade-eylem birliğini sağlayamayan bir örgüt olur… Demokrasinin olduğu örgütlerde de buna benzer birçok sorunun yaşadığı doğrudur. Ancak, demokrasinin varlığı bu sorunları azaltır, gelişmelerinin zeminini kısırlaştırır…

 

Disiplin de en az demokrasi kadar örgüt için temel bir gereksinimdir. Disiplinin olmadığı örgüt, laçka, kendiliğindenci, çok başlı, burjuva örgütlükçü serbestlik, keyfiyetçi, irade-eylem birliği iğdiş edilmiş, kararları uygulayamayan, harekete geçirilemeyen, iş yapamaz, hantal bürokratik bir mekanizmaya dönüşür. Demokrasiyle disiplinin birbirine karşıt olgular olmasına karşın, demokratik-merkeziyetçilik ilkesi altındaki uyumlu birlikleri düşünüldüğünde, ikisinin bir bütünün koparılamaz iki parçası olup komünist örgüt-parti için adeta birer can suyudur. Disiplinin olmadığı yerde, başı bozukluk, kuralsızlık, karmaşa, inisiyatifsizlik, işleyiş ve kararlara uymama, uygulamama, irade-eylem birliğinden yoksunluk, örgütün harekete geçirilememesi, görevlerin yürütülmemesi veya yerine getirilmemesi, kısacası örgütün tıkanarak mücadele direncini yitirip felç olması kaçınılmazdır…

 

Bu durumda, salt demokrasi ve disiplin bağlamında düşünüldüğünde bile, bu iki unsurun sorunlu olduğu bir örgüt-partinin militan devrimci çizgiyi geliştirmesi ve tasfiyeci saldırılara karşı koyması mümkün olabilir mi? Kuşkusuz ki, hayır. Olağan işleyiş ve görevlerini yürütemeyen bir mekanizmanın tasfiyeciliğe karşı keskin bir mücadele dirayeti ortaya koyması hayal olur. Dolayısıyla örgütün nitelikli, sağlam ve amaçlarına uygun çerçevede ayakları üzerine oturtulması gerekliyken, bu örgütü temsil eden her örgüt üyesi aktivistinin aynı çerçevede ideolojik-siyasi ve örgütsel prensiplerde sağlamlaşması da şarttır…

 

Gelişmeleri öğrenerek bilgi edinme ve ona karşı siyaset-taktik geliştirme vb. bağlamında burjuva veya genel olarak basını takip etmeyi bir kenara bırakalım, kendi basınını takip etmekten, okuyup tartışmaktan ve eleştirmekten aciz olup bunlar karşısında sorumluluk duymayan, örgütsel görev ve sorumlulukları karşısında keyfiyetçi, pazarlıkçı, kendiliğindenci, duyarsız ve tembel olan, zamanının yarısını bile örgütsel devrimci çalışmalara ayırmayan, bedel ödemekten tamamen sakınan-göze alamayan, kişisel yaşamından gerektiği kadar ödün vermeyen, örgütün savunu ve düşüncelerini öğrenmeye ciddi düzeyde gayret etmeyen, örgütün siyasetini savunmayı ve pratiğini geliştirmeyi esasta dert edinmeyen, devrimciliği verilen görevleri yapmakla sınırlayan, sokak eylemleri ve direnişlerinden, protesto ve gösterilere katılmaktan imtina eden, devrimci önderlerin portrelerini, slogan ve pankartlarını taşımaktan çekinen, kendisini geliştirmeyen, okumayan, araştırmayan vb. bir örgütsel potansiyelin hakim olduğu bir örgüt, bir devrimcilik tarzının veya bir devrimciliğin militan mücadeleyi geliştirmesi ve tasfiyeciliğe karşı gerçek bir mücadele yürütmesi tasavvur edilebilir mi?

 

Öte taraftan, kurumsallaşma, kitleselleşme ve genel örgütlenme çalışmaları başta olmak üzere, komite ve organsal işleyiş temelinde kolektif irade ve inisiyatifin geliştirilmesi, çalışmaların şevkle yürütülmesi, somut hedef ve görevler temelinde planlanması, görevlerin yürütülmesi ve başarılması için gayret gösterilmesi, denetim, uyarı ve eleştiri mekanizmalarının sağlıklı işletilmesi, zamanında ve yerinde müdahalelerin yapılması, bu bağlamda doğru ve yetkin bir önderlik rolünün sergilenmesi gibi konularda yeterlilik göstermeyen bir örgüt realitesi tasfiyecilikten sakınabilir mi ya da ona karşı başarılı bir mücadele ortaya koyabilir mi? Tabii ki başaramaz! Bu pratik kıyastan hareketle, tasfiyeciliğin nedenlerini ve mücadelenin geliştirilememesinin nedenlerini kendimizde, kendimizin temsil ettiği örgütte, genel örgütsel durumda ve hepsinden birinci derecede sorumlu olan önderlikte aramak yanlış olmaz…

 

Elbette ki, tasfiyecilik bizlerden bağımsız olarak veya bizlere rağmen, emperyalist burjuvazi ve uzantılarının stratejik saldırılarla devreye sokup yürüttüğü dışsal bir gerçek olarak da vardır. Ve irademize rağmen yaşam hakkı bulabilen özelliğiyle nesnel bir gerçeği de ifade eder bu durum. Fakat bu nesnel tasfiyeci durum, belli ölçülerde bizlere etki yapsa da, son tahlilde ortaya koyacağımız pratik etkinlik ve mücadele ısrarı doğrudan bizlerin iradesine bağlıdır. Yani, bizler, dışımızda var olup gelişen tasfiyecilikle paralel bir rotaya girmez ve ona karşı kararlı, bilinçli devrimci bir direnç gösterirsek tasfiyeciliğin bizleri kuşatması, mücadelemizin gelişimine damga vurması ya da hakim olması mümkün olmaz. O bizlerde karşılık buldukça, bizlerin zaaf ve zayıflıklarından yararlandıkça büyük bir olgu ve tehlikeye dönüşebilir. Dolayısıyla tasfiyeciliğin bir ayağı dışardaysa bir ayağı da içerdedir. Mücadelenin neden gelişmediği sorusunun bir ayağı genel tasfiyeci durumla açıklanabilirken, diğer ayağı bizlerin zaaf ve yetersizliklerinde karşılık bulur. Bizi ilgilendiren ve doğrudan bizim meselemiz olan bir sorunda bizim belirleyici bir öge olduğumuz inkar edilemez. Nesnel şartları dikkate alıp tanımalarız ama onların arkasına sığınarak hata ve zayıflıklarımızı izah edemeyiz. Nitekim, en ağır tasfiyeci şartlara rağmen, şu veya bu biçimde de olsa, yetersiz ve zayıf da olsa devrimci mücadele yürütüyor, istenilen düzeyde olmasa da kimi görevlerini gerçekleştirebiliyoruz. Demek ki, daha sağlam bir bilinç ve kararlı duruşla daha fazlasını da yapabiliriz. Tasfiyeciliğe rağmen militan devrimciliği üretebilir, mücadeleyi

geliştirebiliriz…

https://gazetepatika22.com/devrimci-calisma-perspektifi-ve-tasfiyeciligin-panzehri-olarak-devrimcilik-1-148669.html

 

Devrimci Çalışma Perspektifi ve Tasfiyeciliğin Panzehri Olarak Devrimcilik- 2

Emperyalist dünya gericiliği ve onun piyonel türevi iktidarlar bizzat krizlerin kaynağı, yoksulluğun üretim merkezleri, savaş, acı ve felaketlerin yaratıcılarıdır. 

Yoksul dünya halkları ve tüm ezilen emekçi sınıflar bu gerçeği her gün daha derinden yaşayarak görmektedir. Toplumsal talep ve çelişkileri arkasına alan mücadele pratiği yükselen devrimci eğilimi yöneterek alt-üst oluşlara taşıyacaktır. Tasfiyecilik karşıtını doğurmaya mahkumdur, daha güçlü doğuracaktır…

Tasfiyeciliğin nedenlerini ve mücadelenin neden gelişmediği-geliştirilemediği sorusuna yanıtlar ararken, meselenin özünde yatan gerçeğin esasta şu olduğu kanaatindeyiz; emperyalist dünya sistemi gericiliğinin büyük bir tahakkümle ortaya koyduğu nüfuz ve bir gerçek olarak özellikle askeri teknik-teknolojide sağladığı devasa gelişmeler karşısında, sınıflar mücadelesi ve devrimin geliştirilerek başarıya ulaştırılmasında, dolaysıyla bu gericiliğin yenilip yıkılmasında, açıktan kabul edilmemiş fakat içten içe yaşanan ciddi bir kırılma ve inançsızlığın sökün ettiği söylenebilir. 

Bu durum bir genelleme olarak her temsil için geçerli değildir, olmayabilir. Lakin genel ekseriyetin bu ideolojik kırılmadan mustarip olduğu inancındayız. Tek-tek her hareket için aynı düzeyde etkilenme ve dolayısıyla aynı iddiada bulunmak sübjektif olur. Zira, her şeye karşın direnen, direnç gösteren, mücadele eden ve bedel ödeyen bir komünist ve devrimci hareket gerçekliği inkar edilmez biçimde mevcuttur…

 

Faşist baskılar altında geri çekilmek, sinmek ve edilgen pozisyona geçmek, bir bakıma onun tarafından yönetilmek ve kontrole alınmak anlamına gelir. Bu anlamda, mücadelenin militan çizgide geliştirilememesinin nedenlerini faşist baskılarda aramak ya da azgın baskı ve saldırıları gerekçe göstermek, bir gerçeği ifade etse de, son tahlilde şartlara boyun eğme tavrı ve eğilimiyle bir yanlıştır. Devrim ve mücadele zorlu bir iştir ve siyasi içeriğiyle faşizme karşıdır. Dolayısıyla faşizmin varlığı mücadelenin geri çekilerek tasfiyeci şartlara yatırılmasına gerekçe edilemez. Mücadele aslen pratiğin içinde gelişir, pratikten kopuk mücadele kördür. Savaşmadan savaşın kazanılmasından bahsedilemez…

 

Keskin kopuşlara ötelenemez derecede kesin bir ihtiyaç vardır. Bunun zorluğu aşikardır. Özellikle yaşanan ideolojik kırılma ve derin tasfiyecilik şartlarında bu zorluk çok daha kuvvetlidir. Lakin imkânsız değildir. Daha da önemlisi, bu kopuş bilinci ve perspektifine sahip olmaktır. Hemen gerçekleştirilmeyecek militan kopuş, stratejik bakış ve yönelimle sağlanacak birikim ve hazırlıklarla yakın-orta vade geleceğin çıkışını temsil edebilir.

 Doğrultuyu devrimci özde tayin etmek önemliyken, bu doğrultuyu besleyen arterleri pekiştirmek şarttır. Devrimin atar damarları stratejiktir, bunlara kan taşıyan toplar damarlar ise ‘‘soluk borularıdır.” Stratejinin ana darbeyi vurması için taktik siyasetlerin yeteneğinden yararlanmak kaçınılmazdır. Militan kopuş ve bilinç perspektifini aktüel görev olarak önümüze koymalı, bu geleceğe hazırlanmalıyız. Müdahale ve çalışmalarımız bu süreci hızlandıran etkenlerdir. Şartlar devrimin lehine gelişecek, gelişmektedir; bu kaçınılmazdır…

 

Emperyalist dünya gericiliği ve onun piyonel türevi iktidarlar bizzat krizlerin kaynağı, yoksulluğun üretim merkezleri, savaş, acı ve felaketlerin yaratıcılarıdır. Yoksul dünya halkları ve tüm ezilen emekçi sınıflar bu gerçeği her gün daha derinden yaşayarak görmektedir. Toplumsal talep ve çelişkileri arkasına alan mücadele pratiği yükselen devrimci eğilimi yöneterek alt-üst oluşlara taşıyacaktır. Tasfiyecilik karşıtını doğurmaya mahkumdur, daha güçlü doğuracaktır…

 

Devrimci Mücadelenin Mantığına Uygun Pratik Çözümler …

 

Devrim istiyoruz! Mücadelenin gelişip büyümesini istiyoruz! Bunlar katıksız biçimde haklı, masum-meşru, niyet ve irade olarak tamamen doğru istemlerdir! Lakin salt istemek yetmez. İstenileni gerçekleştirmek ve gereğini yerine getirmek, yani yapmak asıl olandır. Dahası, bu istemlerin tutarlı olabilmesi, bir o kadarda gerçekleşebilmesi belli şartlara bağlıdır; bizzat bizlerin yerine getirmesi gereken şartlardır. 

Biz istiyorsak ve şayet samimi olarak istiyor isek, o halde şartları öncelikle biz yaratmalı, geliştirilip gerçekleştirilmesini istediğimiz mücadeleyi öncelikle biz yerine getirmeliyiz. Bilinç bu olmalı, tavır-tutum ve pratik bu olmalıdır. Gelişmenin ve başarmanın yasaları buradan geçer, mantık bunu emreder. Tutarlı olmak olmazsa olmaz bir kuraldır; güven veren, etki yaratan, kazanan gücün temel bir unsuru tutarlılıktır. Tutarlılık, söz-eylem birliğidir, kararlılıktır, ısrar ve özgüvendir…

 

Bunlardan hareketle;

 

Birinci şart: Davranış ve bilinç olarak ne devrimi ve ne de mücadeleyi başkalarına havale etmemeli, kendi görev ve sorumluluğumuz dışına atarak başkalarından beklememeliyiz. Önce biz yapmalıyız. Biz yapmadan başkalarının yapmasını bekleyemez, yapılması gerekenleri başkalarından isteyemeyiz. Daha da önemlisi, az çalışıyorsak, çok çalışmaya başlamalıyız. Gevşek tutuyorsak, sıkı sarılmalıyız. Yeterince zaman ayırmıyorsak, yeteri kadar zaman harcamalıyız. Az araştırıp inceliyorsak, daha çok araştırmalı, okumalıyız. Bilmiyorsak öğrenmeliyiz. Başaramıyorsak başarmalıyız. Geliştirmek için gelişmeli, değiştirmek için değişmeliyiz… Bu bilincin özümsenerek pratikleştirilmesi yabana atılamaz bir gereksinimdir. Çünkü devrimci olan da budur, eksik ve yetersiz olan da budur.

 

İkinci şart: Devrimciliğe aykırı olan her zaaf ve hastalığı ayıklayarak terk etmek zorunludur. Mesele devrim ve mücadelenin geliştirilmesi ise, bu ancak burjuva ideolojik etkilerin ürünü olan sorunların mümkün olduğu ölçüde törpülenerek, yerine devrimciliğin sağlam temellere oturtulması ve yalın devrimciliğin ikame etmesi-ettirilmesiyle mümkün olur. Bir ayağımız burjuva düzen ve yaşamda, bir ayağımız devrimde olursa devrimciliğin hakkı verilemez. Her türden ikircik, tereddüt ve kişisel-bencil kaygı aşılarak, duruşta netlik sağlanmalıdır.

Şartların değişmesi, koşulların başkalaşması, ihtiyaçların yenilenmesi, metot ve siyasetlerin geliştirilmesi gibi sıralanacak hiçbir tartışma devrimciliğin temelini değiştirmez. Devrim gerekli, devrimcilik her durumda geçerlidir. Her değişim ve farklılığı göğüsleyerek geçerli olan, yalnızca ve yalnızca devrimdir, devrimciliktir, mücadeledir. Gücü büyütecek, gelişmeyi sağlayacak, zorluk ve engelleri aşacak tek yol ve silah budur…

 

Üçüncü şart: Yakınmak devrimci tutumla bağdaşmaz. Çünkü devrimcilik, zorluklar karşısında cüretkâr bir müdahale pratiği, bilimsel bir değiştirme eylemi ve engel tanımayan bir yaratıcı çözüm iradesidir. Yakınmak ise bunun tam tersidir; devrimci nitelik karşısında geçersiz ve hükümsüzdür. Yakınmacılığın her türü çaresizliktir; acizliğin ve çözümsüzlüğün bir yansımasıdır. Aciz ve çaresizliğin ve çözümsüzlüğün tipik bir yansıması olan yakınmacılık, devrimci tutuma temelden ters ve yabancıdır. Zorluk ve sorunlar karşısında devrimcinin sergileyeceği tek tavır, yılgınlık ve karamsarlığa kapılmadan azimli mücadele tavrıyla bu zorlukları yenmektir. Tersi tutum, zorluklara boyun eğmek ve teslim olmaktır.

 

Dördüncü şart: Hareketsizlik, durağanlık, tembellik, eylemsizlik, edilgenlik ve müdahalesizlik halleri, devrimciliğin ruhuna aykırı olmakla birlikte, kendiliğindenciliğin görüngüsü, pasifizmin izdüşümleridir. Devrimcilik, her an yaşanan bir dinamizm halidir. İş yapan, kafa yoran, uğraşan, geliştiren ve değiştiren dinamik bir uğraştır. Kendiliğindencilik ise, işleri oluruna bırakan, eklemleri pas tutarak müzmin hareketsizlik ve müdahalesizlik sergileyen, gelişmeler ve gidişat karşısında inisiyatifsiz kalarak seyirci duran ve “bekle-gör” tavrıyla malul bir iradesizliktir… Pasifizm kendiliğindenciliğin sonuçlarından biridir; nedeni de sonucu da devrimciliğe taban-tabana zıttır…

 

Beşinci şart: Dogmatizm gelişmenin önündeki ciddi bir engel, mevcudu korumakla biçimlenen anti-bilimsel, dar-döngücü ve statükocu engellerden biridir. Devrimcilikle bağdaşmayan ve yeniliğe kapalı bilim dışı bir anlayış problemidir. Aşırı-demokrasi, bir burjuva özgürlükçü anlayış olarak, merkeziyetçilik ve disiplini baltalayan, aynı zamanda laçkalık ve liberalizmi besleyen diğer bir zararlı anlayış sorunudur. Liberalizm, uzlaşmacı yapısıyla ilkesizliğin bir türü ve kaynağıdır. Tipik bir oportünizm yatağıdır. 

Tepki, yöntem ve yaklaşım bağlamında sekterizmi koşullayan bir anlayış sorunudur liberalizm. Liberalizm de sektarizm de yıkıcı etkileriyle gelişmeyi sabote eden birer sapma ve ilkesizliğin sağ ve sol biçimleridir. Sekterizm “sol” ve dogmatik özelliğiyle, sabit, mekanik, statik, tekrar siyaseti ve gerçekten kopan yapısıyla oportünist iken, liberalizm de elastiki, omurgasız, tutarsız, uzlaşmacı ve ilkesiz siyasetiyle oportünisttir… Liberalizm zor karşısında geriye çekilerek, sektarizm de aşırıya kaçarak birer kırılma çizgisidirler; bu nitelikleriyle bilimsel devrimci çizgiden uzaklaşan yaklaşımlardır.

 

Altıncı şart: Günü kotarmaya hapsolan yönelim aşılması gereken siyaset tarzıdır. Uzun vadeli düşünüş ve planlamaya oturan bir doğrultu devrimci siyasetin stratejik motivasyonudur. Güncel siyaset motivasyonu devrimci mücadeleyi besler. Ancak bu devrimin temel sorunlarında kalıcı çözüm yaratmaya yetmez, temel taşların döşenmesini karşılamaz. İkisini elden bırakmamalı, yerine göre kullanmalı ama önceliği stratejik mücadele esası ve biçimlerine ayırmalıyız. Çünkü köklü kazanımlar stratejik tarz ve mücadelelerin eseriyken, taktik unsurlar bunu destekleyen zorunlu gereksinimlerdir. Devrim için mücadele salt strateji kuruluğuyla geliştirilemeyeceği gibi, salt taktikler veya taktik siyasetler üzerinden de geliştirilemez. Stratejik siyasetin yürütülmesi elzemdir. Taktik siyaset stratejik siyasetin altında biçimlenir ve ona hizmet ettikçe anlam kazanır. İkisinin uyumu ve birliği gerçek mücadele tarzıdır.

 

Yedinci şart: Kibir, küçümseme, üstencilik, kendini beğenmişlik, popülizm ve kariyerizm gibi ideolojik deformasyondan ideolojik mücadele yolu benimsenerek kesinlikle arınılmalı; mütevazı ve alçakgönüllü olma prensibiyle hareket edilmelidir. Etikete, rütbe ve kariyere düşkünlük yıkılmalı; bu iktidar ve toplum tasavvurumuzun şimdiden güvenceye alınması değerinde önemlidir. Yukarıdakilerden negatif kategoriye ait olan unsurlara karşı gerçek bir mücadele ve pratik sergilenmek durumundadır ki, bu pozitif özelliklerin geliştirilmesinin kaçınılmaz yoludur. 

İdeolojik sağlamlık ve netlik şarttır; komünist devrimci niteliğin temsil edilmesi bu netlikle sağlanabilir. Proleter ve burjuva olmak üzere iki karşıt ideolojinin harmanlanması veya ikisinin aynı anda taşınıp temsil edilmesiyle devrimci yol yürünemez… Ne bireyler-kahramanlar, ne de mevki ve rütbeler kurtarıcıdır; kolektif akıl, bilinç ve biçim en güçlü kuvvettir…

 

Sekizinci şart: Son derece sade, yalın ve berrak bir devrimciliğin örgütlenerek hakim kılınması gerekliyken, burjuva ideolojik kırılma ve tahrifatın önlenerek düzeltilmesi de şarttır. Devrimcilik ne şartlı ve koşulludur ne de imtiyazlı bir üstünlük ve ayrıcalıktır. Bilakis tabii görev ve tarihi sorumluluktur; her şeyden de önce somut siyasi bir gereksinimdir. Görev, sorumluluk, mücadele ve bedel gerektirir. Bedelin karşılığı siyasi iktidardan başka bir şey değildir. Sınıf adına mücadele etmek, sınıfa karşı üstünlük vesilesi olamaz. 

Toplumsal kitleler devrimciye borçlu değil, devrimci toplumsal kitlelere borçludur. Borçlu olan toplum değil, devrimcidir. Bu bilinçle devrimcilik yapılmalı, yapılabilir. Hakim kılınması gereken devrimcilik budur; yaşamını devrime, halka ve sınıfa, sınıfın ve insanlığın kurtuluşuna adamaktır. Bu düzey ve nitelikte, yani profesyonel karakterde bir devrimcilik temsil edilip yürütülmeden mücadelenin geliştirilmesinden ve devrimin gerçekleştirilmesinden bahsedilemez.

 

Dokuzuncu şart: Devrimcilik görevi, hem zamanı mücadele açısından doğru değerlendirmeyi ve hem de bu zamanı dolu geçirmeyi emreder. Zamanı boş ve işlevsiz geçirmek ya da memur-bürokrat tavrıyla verili görevin yapılmasına indirgemek devrimci dinamiği ilerletmeye yetmez. Yaratıcılık, kafa yorma, sürekli bir uğraş içinde olma, daima durumu geliştirme ve ilerlemeye dönük didinim içinde olmak devrimciliğin tabiatıdır. Sorun ve görevler karşısında her türden edilgenlik ve durup bekleme tavrı, sorumluluklardan kaçma ya da lakaytlık devrimcilik ve devrimci ciddiyetle bağdaşmaz. 

Devrimcilik sorumluluk duymaktır, müdahaledir, değiştirmedir, geliştirme ve ilerletmedir. Aylar ve hatta yıllar boyunca somut bir kazanım, ilerleme, katkı ve hatta görev icra etmemek ancak ve ancak çürüme üretir. Bilinçli, somut ve niceliği fark etmeksizin başarıya-kazanmaya odaklı olan bir çalışma performansının izlenmesi gereklidir ki, bu zor değil, gerçekleştirilmesi mümkün olandır…

 

Onuncu şart: Hedef kitle, yani örgütlenecek ve kazanılacak hedef kitleyi belirlemek, yürütülerek başarılacak görevler bağlamında hedefler saptamak, bütün bunlar doğrultusunda harekete geçerek çalışma yürütmek, insanlara ve sorunlara uzak durmadan onlara dokunmak, yüz yüze gelmekten sakınmadan yaşamı ve sorunları paylaşmak ve bu sorunlar zemininde alternatifler sunarak çözümler üretme üzerinden örgütlenmek; işte somut örgütlenme faaliyetinde izlenmesi gereken basit kural budur. Bunların hiçbirini yapmadan örgütlenmeden başarıdan bahsetmek boş bir vaazdır…

 

Sonuç olarak; çözüm perspektifleri olarak doğru-yanlış karşıtlığı içinde özetlediğimiz yukarıdaki şartlardan negatif örnekleri teşkil eden kırılma-sapma-hata-yetersizlik ve yanlışlar tasfiyeciliğin gizli ortakları ve besleyici gıdalarıdır. Tasfiyeciliğe karşı mücadele bu basamaklarda doğru anlayış ya da devrimci tavır, pratik ve bilinç temelinde örülerek geliştirilmek durumundadır. Gerisi hamasetten başka bir şeyi ifade etmez… Bıkıp usanmadan teorik doğruları tekrarlayın, en keskin devrimci şiarları cesurca atın, tamamen komünist olan ilke ve stratejilerden söz edin; bunlar son derece anlamlı ve kuşkusuz ki değerlidir fakat bunlar gerçek yaşamla buluşturulup hayata geçirilmeden somut-maddi kazanımların dinamiği ve silahı haline gelmez-getirilemezler…

 

Kısacası, mesele açık ve basittir; devrimcilik görev ve sorumluluk tavrı bağlamında neyi gerektiriyor ve neyin karşılığı ise (ki, bunu hiç değilse somut görevler bağlamında on maddelik asgari şartta basit olarak özetlediğimizi kabul edelim), ona uygun davranmalı, hareket etmeli ve onu yapmalıyız. Yapma eyleminin ötelendiği yerde sadece ve sadece yapılmamış olanlar filiz verir, pratiksizlik egemen olur… İster basit, ister küçük ve isterse “önemsiz” olsun ama mutlaka devrimci olan bir şeyler yapılmış olsun; işte geliştirecek olan yalnızca budur. Pratiktir, iş yapmaktır, daha çok iş yapmaktır. “Bir müspet, bin nasihate yeğdir.” “Pratikte atılmış bir adım bir dizine programdan daha değerlidir.” Meselenin özü budur. Ruhu ise, katıksız biçimde yoldaş olmaktır; devrim kaygısına dayanan yoldaşlık birliğinin sürekli olarak pekiştirilip daha ileri nitelikte hakim kılınmasıdır:

Bu devrimcilik gelişir, büyür ve kazanır!

https://gazetepatika22.com/devrimci-calisma-perspektifi-ve-tasfiyeciligin-panzehri-olarak-devrimcilik-2-148701.html

 

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)