30 Ocak 2024 Salı

Devrimci Çalışma Perspektifi ve Tasfiyeciliğin Panzehri Olarak Devrimcilik- 1_2

Devrimci Çalışma Perspektifi ve Tasfiyeciliğin Panzehri Olarak Devrimcilik

Her çeşit tasfiyeci tahribat-tahrifatın yol açtığı ideolojik-siyasi kırılma ve derinleşen örgütsel erezyon başta olmak üzere, bu girdapta palazlanarak birikmiş köklü sorun, yaşanan yabancılaşma, çürüme ve deformasyonla boy veren öğütücü tasfiyeciliğe karşı, proleter devrimci barikatın örülmesi elzemdir…

Devrim bağlamında ‘‘mücadelenin neden gelişmediği” sorusu, temel kaygımızı ifade eden bu başat mesele üzerinde durmamızı emrederek bizzat bizleri muhatap ve görevli kılmaktadır. Devrim ve mücadeleye dair küçükten-büyüğe her sorun komünistlerin sorumluluk alanındadır.

 

Sorun, tasfiyeci sürecin devrimi kuşatarak sağ-pasifist kulvara itmesi kadar anlamlı ve/veya tasfiyeciliğin devrim saflarına sinsice nüfuz edip militan devrimciliği hapsetmeye uzanan tehditkâr bir tehlikeye dönüşmesi kadar büyüktür… Sorunun kaynağını tasfiyecilik genellemesinde tespit etmek yanlış olmaz. Özet itibarıyla sorunu, tasfiyecilik ve tasfiyeciliğe karşı mücadele sorunu olmak üzere iki ana meselede özetlemek isabetle yerinde olur.

 

Her çeşit tasfiyeci tahribat-tahrifatın yol açtığı ideolojik-siyasi kırılma ve derinleşen örgütsel erezyon başta olmak üzere, bu girdapta palazlanarak birikmiş köklü sorun, yaşanan yabancılaşma, çürüme ve deformasyonla boy veren öğütücü tasfiyeciliğe karşı, proleter devrimci barikatın örülmesi elzemdir…

 

Tasfiyecilge kayıtsız kalınamaz. Süreç, Kaypakkaya çizgisi ve MLM ideoloji ekseninde pratikleşecek olan komünistlerin bilinçli devrimci müdahalesine muhtaçtır. tafsiyeciliğe ortak olmak, siyasi ölüme davetiye çıkarmak ve kendini inkar etmek demektir. Komünistler açısından sorun bu kadar nettir. Sorununun, bütünlüklü mücadeleler sürecini gerektiren muhtevasıyla kapsamlı ve derin bir sorun olduğu aşikardır. Ama aynı şekilde, aşılması ve sürecin tersine çevrilmesi tarihsel sorumluluğunun komünistlerin omuzundaki bir yük olduğu da bir o kadar gerçektir.

 

Tasfiyecilik, komünist devrimci ilke, strateji ve siyaseti ışığında yükselen mücadele pratiğiyle püskürtülecek; bunda başka bir yol yoktur. Devrimin zaferi nispeten uzun bir zamana yayılabilir, gecikebilir. Ancak mücadele, her an ve her şart altında bir gerçek olarak vardır; engellere rağmen sürekli ve sürdürülebilir dinamik bir olgudur. Çelişki yasasının sınıflı toplumlardaki tezahürüdür bu.

 

Mücadelenin gelişmemesi veya geliştirilememesi tasfiyecilikle doğrudan alakalıdır. Tasfiyecilik bir sonuçtur, mücadelenin gelişmemesi-geliştirilememesi de öyle… O halde iki sonucu doğuran nedenler vardır ve bunlara bakmak meselenin özüdür…

 

Tasfiyecilikte anlam kazanan sorunumuz, tasfiyeciliğin yol açtığı mücadelenin geliştirilmemesi ve tersinden tasfiyeciliğe karşı mücadelenin geliştirilmesi sorunudur… Kimse tasfiyeci değil ama mücadele pratiğine bakıldığında tasfiyecilik hakimdir! Bu gariptir, çelişkidir ve izaha muhtaç bir tablodur…

 

O halde, sorunun özüne odaklanmalıyız.

 

Nesnel şartlar devrim için ne kadar uygun ve elverişli olursa olsun, bunların kendi başına veya kendiliğinden devrime çıkması tasavvur edilemez. Nesnel şartlar devrimin sadece bir ayağıdır; devrim tek ayak üzerinde yürümez. Onun gelişip güçlenmesi ve zafere ilerlemesi iki temel şarta, bu iki şartın bir arada bulunması ve uyum içinde olmasına bağlıdır. Nesnel şartların uygun olmasının yanı sıra, sübjektif şartların da uygun ve yeterli ölçüde var olması, devrim için gerekli olan ya da devrimin talep ettiği ikinci şarttır. Özcesi, devrim, gelişip zafere ulaşmak için nesnel ve sübjektif olmak üzere iki temel şart arar. Bunlardan birinin eksikliği devrimi geciktirir, ikisinin varlığı ise devrimi geliştirir. Nesnel koşulun belirleyici önemine karşın, sübjektif koşul önemsiz değil, bilakis nesnel koşul üzerinde değiştirici tesir gösteren yeteneğiyle başlı başına belirleyicidir. Değiştirme yeteneğine sahip olan sübjektif şartın, nesnel koşul ile uyumlu olması kaydıyla, yaşamsal önemde belirleyici bir şart olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.

 

Devrimci hareketin önderlikten kurumsallaşmaya, kolektivizmden komiteleşmeye, kadrodan aktiviste, örgütten örgütlenmeye, mücadeleden siyasete, ideolojiden teoriye, gelişmekten güç olmaya, kitleselleşmekten kitlelere hitap etmeye, yöntemden araçlara, disiplinden demokrasiye, merkeziyetçilikten ademi-merkeziyetçiliğe, ajitasyondan propagandaya kadar en geniş yelpazeye serpilen bir dizi sorunu, bir o kadar da zaafı var.

 

İdeolojik-siyasi-örgütsel perspektiflerinde taşıdıkları nitel-nicel, temel-tali, öz-biçim gibi karakteristik ve nüansal ayrışımlar fark etmeksizin, devrimci mücadeleyi omuzlayan siyasi parti ve örgütlerin hemen hepsinin; politikleşme, çizgileşme, iradeleşme, söz-eylem birliğinde tutarlılık ve güven verme, ikna gücü ve inandırıcı olma, bilimsel inançta pekişme ve yaratıcılık, militanlaşma ve feda ruhunu kuşanma, cüret etme, iddialı ve kararlı olma, devrimci netlik ve profesyonelleşme, tecrübelerden ve kitlelerden öğrenme, objektif nesnel durum ile sübjektif durum arası uyumunu yakalama, değişim yasasını takip etme ve gelişme çizgisini sürdürme gibi temel sorunlarda derin zaaflar taşıdığı söylenebilir… Örgütsel güç kaybı, dağınıklık, edilgenlik, erime ve militan kulvarda pratiksizlik, eylemsizlik ve koca bir boşluk bu zaafı çek ederken, tasfiyeciliğin derin izlerini resmetmektedir…

 

Toparlamaya çalıştığımız bu tablo, yaşamsal ihtiyaç olarak örgüt, mücadele ve müdahale sorununu öne çıkarır. Örgüt, mücadele ve müdahale meselesi, ideolojik-teorik-siyasi çerçeve bir kenara bırakılacak olursa, ki bu da dahil, son tahlilde gelip insan da toplanır, insan unsurunda karşılık bulur. İnsandaki bilimsel güç, yetenek, cüret, kararlılık, militanlık ve yaratıcılık gibi öğeler, bir taraftan örgütten beslenir, öte taraftan örgüte nitelik verir. İnsan sorunu örgüt sorunudur, örgüt sorunu da insan sorunudur. Örgüt, ideolojiden teoriye, dünya görüşünden sınıf niteliği ve siyasetine, stratejiden taktiğe bütün unsurlarıyla somut araçta/maddi mekanizmada vücut bulur. Bunların tümünü temsil eden, taşıyan, koordine eden, yürüten, oluşturan ve yaşatan insandır. İnsanın bilinçli dinamik rolü tayin edicidir derken tam da bunu kastediyoruz. Bu durumda bütün sorunların temeli insandır demek yanlış olmaz. Teori, strateji, siyaset, taktik, program, tüzük vb. kendiliğinden hareket etmez, bilakis insanla bütünleştiğinde pratik üretir, değer kazanırlar…

 

Şayet tasfiyecilik varsa, bu insanda yuvalanır, onda anlam bulur ve bir bakımda onun tavır ve duruşuna bağlı olarak olguya dönüşür. İnsan isterse, yani bilinçli, kararlı devrimci bir irade ortaya koyarsa, pekâlâ tasfiyeciliği önler, önleme yeteneği sergiler ve onun zemin bulmasını engeller. Lakin insanın zaaf ve zayıflıkları ya da güçlü tavır ve kararlı dirayeti tasfiyeciliğin de devrimciliğin de gelişip gelişmemesinde belirleyici rol oynar. Ve bu, kolektif mekanizmadan bağımsız değilken, o mekanizmayı temsil eden insanla doğrudan alakalıdır. Özcesi, sorunlardaki etkileri bağlamında insan ile örgütü eşdeğerde görmekteyiz, doğru olan ikisini karşı karşıya koymamaktır…

 

Örgüt, birçok özelliğinin yanı sıra, demokrasi ve disipline dayanır, bunlara kesin ihtiyaç duyar. Demokrasinin olmadığı şartlarda her türlü verimsizlik, kısırlık, gönülsüzlük, zorakilik, hoşnutsuzluk, uyum-birlik sorunu gibi problemler köpürerek baş gösterir. Bu zemin, dedikodu, karalama, kişisel sürtüşmelere, kırılmalara, dağılmalara, parçalanmalara, kopmalara ve her türden yıkıcı gelişmeye zemin yaratır. Demokrasinin olmadığı ya da sağlıklı işlemediği bir örgüt, ben-merkezci, dayatmacı, salt talimatçı, emir-komuta zincirinde bürokratik, işleyişte baskıcı, yaratıcı yeteneği körelten ve son tahlilde şefçi örgüt tipi olarak iş yapamayan ve irade-eylem birliğini sağlayamayan bir örgüt olur… Demokrasinin olduğu örgütlerde de buna benzer birçok sorunun yaşadığı doğrudur. Ancak, demokrasinin varlığı bu sorunları azaltır, gelişmelerinin zeminini kısırlaştırır…

 

Disiplin de en az demokrasi kadar örgüt için temel bir gereksinimdir. Disiplinin olmadığı örgüt, laçka, kendiliğindenci, çok başlı, burjuva örgütlükçü serbestlik, keyfiyetçi, irade-eylem birliği iğdiş edilmiş, kararları uygulayamayan, harekete geçirilemeyen, iş yapamaz, hantal bürokratik bir mekanizmaya dönüşür. Demokrasiyle disiplinin birbirine karşıt olgular olmasına karşın, demokratik-merkeziyetçilik ilkesi altındaki uyumlu birlikleri düşünüldüğünde, ikisinin bir bütünün koparılamaz iki parçası olup komünist örgüt-parti için adeta birer can suyudur. Disiplinin olmadığı yerde, başı bozukluk, kuralsızlık, karmaşa, inisiyatifsizlik, işleyiş ve kararlara uymama, uygulamama, irade-eylem birliğinden yoksunluk, örgütün harekete geçirilememesi, görevlerin yürütülmemesi veya yerine getirilmemesi, kısacası örgütün tıkanarak mücadele direncini yitirip felç olması kaçınılmazdır…

 

Bu durumda, salt demokrasi ve disiplin bağlamında düşünüldüğünde bile, bu iki unsurun sorunlu olduğu bir örgüt-partinin militan devrimci çizgiyi geliştirmesi ve tasfiyeci saldırılara karşı koyması mümkün olabilir mi? Kuşkusuz ki, hayır. Olağan işleyiş ve görevlerini yürütemeyen bir mekanizmanın tasfiyeciliğe karşı keskin bir mücadele dirayeti ortaya koyması hayal olur. Dolayısıyla örgütün nitelikli, sağlam ve amaçlarına uygun çerçevede ayakları üzerine oturtulması gerekliyken, bu örgütü temsil eden her örgüt üyesi aktivistinin aynı çerçevede ideolojik-siyasi ve örgütsel prensiplerde sağlamlaşması da şarttır…

 

Gelişmeleri öğrenerek bilgi edinme ve ona karşı siyaset-taktik geliştirme vb. bağlamında burjuva veya genel olarak basını takip etmeyi bir kenara bırakalım, kendi basınını takip etmekten, okuyup tartışmaktan ve eleştirmekten aciz olup bunlar karşısında sorumluluk duymayan, örgütsel görev ve sorumlulukları karşısında keyfiyetçi, pazarlıkçı, kendiliğindenci, duyarsız ve tembel olan, zamanının yarısını bile örgütsel devrimci çalışmalara ayırmayan, bedel ödemekten tamamen sakınan-göze alamayan, kişisel yaşamından gerektiği kadar ödün vermeyen, örgütün savunu ve düşüncelerini öğrenmeye ciddi düzeyde gayret etmeyen, örgütün siyasetini savunmayı ve pratiğini geliştirmeyi esasta dert edinmeyen, devrimciliği verilen görevleri yapmakla sınırlayan, sokak eylemleri ve direnişlerinden, protesto ve gösterilere katılmaktan imtina eden, devrimci önderlerin portrelerini, slogan ve pankartlarını taşımaktan çekinen, kendisini geliştirmeyen, okumayan, araştırmayan vb. bir örgütsel potansiyelin hakim olduğu bir örgüt, bir devrimcilik tarzının veya bir devrimciliğin militan mücadeleyi geliştirmesi ve tasfiyeciliğe karşı gerçek bir mücadele yürütmesi tasavvur edilebilir mi?

 

Öte taraftan, kurumsallaşma, kitleselleşme ve genel örgütlenme çalışmaları başta olmak üzere, komite ve organsal işleyiş temelinde kolektif irade ve inisiyatifin geliştirilmesi, çalışmaların şevkle yürütülmesi, somut hedef ve görevler temelinde planlanması, görevlerin yürütülmesi ve başarılması için gayret gösterilmesi, denetim, uyarı ve eleştiri mekanizmalarının sağlıklı işletilmesi, zamanında ve yerinde müdahalelerin yapılması, bu bağlamda doğru ve yetkin bir önderlik rolünün sergilenmesi gibi konularda yeterlilik göstermeyen bir örgüt realitesi tasfiyecilikten sakınabilir mi ya da ona karşı başarılı bir mücadele ortaya koyabilir mi? Tabii ki başaramaz! Bu pratik kıyastan hareketle, tasfiyeciliğin nedenlerini ve mücadelenin geliştirilememesinin nedenlerini kendimizde, kendimizin temsil ettiği örgütte, genel örgütsel durumda ve hepsinden birinci derecede sorumlu olan önderlikte aramak yanlış olmaz…

 

Elbette ki, tasfiyecilik bizlerden bağımsız olarak veya bizlere rağmen, emperyalist burjuvazi ve uzantılarının stratejik saldırılarla devreye sokup yürüttüğü dışsal bir gerçek olarak da vardır. Ve irademize rağmen yaşam hakkı bulabilen özelliğiyle nesnel bir gerçeği de ifade eder bu durum. Fakat bu nesnel tasfiyeci durum, belli ölçülerde bizlere etki yapsa da, son tahlilde ortaya koyacağımız pratik etkinlik ve mücadele ısrarı doğrudan bizlerin iradesine bağlıdır. Yani, bizler, dışımızda var olup gelişen tasfiyecilikle paralel bir rotaya girmez ve ona karşı kararlı, bilinçli devrimci bir direnç gösterirsek tasfiyeciliğin bizleri kuşatması, mücadelemizin gelişimine damga vurması ya da hakim olması mümkün olmaz. O bizlerde karşılık buldukça, bizlerin zaaf ve zayıflıklarından yararlandıkça büyük bir olgu ve tehlikeye dönüşebilir. Dolayısıyla tasfiyeciliğin bir ayağı dışardaysa bir ayağı da içerdedir. Mücadelenin neden gelişmediği sorusunun bir ayağı genel tasfiyeci durumla açıklanabilirken, diğer ayağı bizlerin zaaf ve yetersizliklerinde karşılık bulur. Bizi ilgilendiren ve doğrudan bizim meselemiz olan bir sorunda bizim belirleyici bir öge olduğumuz inkar edilemez. Nesnel şartları dikkate alıp tanımalarız ama onların arkasına sığınarak hata ve zayıflıklarımızı izah edemeyiz. Nitekim, en ağır tasfiyeci şartlara rağmen, şu veya bu biçimde de olsa, yetersiz ve zayıf da olsa devrimci mücadele yürütüyor, istenilen düzeyde olmasa da kimi görevlerini gerçekleştirebiliyoruz. Demek ki, daha sağlam bir bilinç ve kararlı duruşla daha fazlasını da yapabiliriz. Tasfiyeciliğe rağmen militan devrimciliği üretebilir, mücadeleyi

geliştirebiliriz…

https://gazetepatika22.com/devrimci-calisma-perspektifi-ve-tasfiyeciligin-panzehri-olarak-devrimcilik-1-148669.html

 

Devrimci Çalışma Perspektifi ve Tasfiyeciliğin Panzehri Olarak Devrimcilik- 2

Emperyalist dünya gericiliği ve onun piyonel türevi iktidarlar bizzat krizlerin kaynağı, yoksulluğun üretim merkezleri, savaş, acı ve felaketlerin yaratıcılarıdır. 

Yoksul dünya halkları ve tüm ezilen emekçi sınıflar bu gerçeği her gün daha derinden yaşayarak görmektedir. Toplumsal talep ve çelişkileri arkasına alan mücadele pratiği yükselen devrimci eğilimi yöneterek alt-üst oluşlara taşıyacaktır. Tasfiyecilik karşıtını doğurmaya mahkumdur, daha güçlü doğuracaktır…

Tasfiyeciliğin nedenlerini ve mücadelenin neden gelişmediği-geliştirilemediği sorusuna yanıtlar ararken, meselenin özünde yatan gerçeğin esasta şu olduğu kanaatindeyiz; emperyalist dünya sistemi gericiliğinin büyük bir tahakkümle ortaya koyduğu nüfuz ve bir gerçek olarak özellikle askeri teknik-teknolojide sağladığı devasa gelişmeler karşısında, sınıflar mücadelesi ve devrimin geliştirilerek başarıya ulaştırılmasında, dolaysıyla bu gericiliğin yenilip yıkılmasında, açıktan kabul edilmemiş fakat içten içe yaşanan ciddi bir kırılma ve inançsızlığın sökün ettiği söylenebilir. 

Bu durum bir genelleme olarak her temsil için geçerli değildir, olmayabilir. Lakin genel ekseriyetin bu ideolojik kırılmadan mustarip olduğu inancındayız. Tek-tek her hareket için aynı düzeyde etkilenme ve dolayısıyla aynı iddiada bulunmak sübjektif olur. Zira, her şeye karşın direnen, direnç gösteren, mücadele eden ve bedel ödeyen bir komünist ve devrimci hareket gerçekliği inkar edilmez biçimde mevcuttur…

 

Faşist baskılar altında geri çekilmek, sinmek ve edilgen pozisyona geçmek, bir bakıma onun tarafından yönetilmek ve kontrole alınmak anlamına gelir. Bu anlamda, mücadelenin militan çizgide geliştirilememesinin nedenlerini faşist baskılarda aramak ya da azgın baskı ve saldırıları gerekçe göstermek, bir gerçeği ifade etse de, son tahlilde şartlara boyun eğme tavrı ve eğilimiyle bir yanlıştır. Devrim ve mücadele zorlu bir iştir ve siyasi içeriğiyle faşizme karşıdır. Dolayısıyla faşizmin varlığı mücadelenin geri çekilerek tasfiyeci şartlara yatırılmasına gerekçe edilemez. Mücadele aslen pratiğin içinde gelişir, pratikten kopuk mücadele kördür. Savaşmadan savaşın kazanılmasından bahsedilemez…

 

Keskin kopuşlara ötelenemez derecede kesin bir ihtiyaç vardır. Bunun zorluğu aşikardır. Özellikle yaşanan ideolojik kırılma ve derin tasfiyecilik şartlarında bu zorluk çok daha kuvvetlidir. Lakin imkânsız değildir. Daha da önemlisi, bu kopuş bilinci ve perspektifine sahip olmaktır. Hemen gerçekleştirilmeyecek militan kopuş, stratejik bakış ve yönelimle sağlanacak birikim ve hazırlıklarla yakın-orta vade geleceğin çıkışını temsil edebilir.

 Doğrultuyu devrimci özde tayin etmek önemliyken, bu doğrultuyu besleyen arterleri pekiştirmek şarttır. Devrimin atar damarları stratejiktir, bunlara kan taşıyan toplar damarlar ise ‘‘soluk borularıdır.” Stratejinin ana darbeyi vurması için taktik siyasetlerin yeteneğinden yararlanmak kaçınılmazdır. Militan kopuş ve bilinç perspektifini aktüel görev olarak önümüze koymalı, bu geleceğe hazırlanmalıyız. Müdahale ve çalışmalarımız bu süreci hızlandıran etkenlerdir. Şartlar devrimin lehine gelişecek, gelişmektedir; bu kaçınılmazdır…

 

Emperyalist dünya gericiliği ve onun piyonel türevi iktidarlar bizzat krizlerin kaynağı, yoksulluğun üretim merkezleri, savaş, acı ve felaketlerin yaratıcılarıdır. Yoksul dünya halkları ve tüm ezilen emekçi sınıflar bu gerçeği her gün daha derinden yaşayarak görmektedir. Toplumsal talep ve çelişkileri arkasına alan mücadele pratiği yükselen devrimci eğilimi yöneterek alt-üst oluşlara taşıyacaktır. Tasfiyecilik karşıtını doğurmaya mahkumdur, daha güçlü doğuracaktır…

 

Devrimci Mücadelenin Mantığına Uygun Pratik Çözümler …

 

Devrim istiyoruz! Mücadelenin gelişip büyümesini istiyoruz! Bunlar katıksız biçimde haklı, masum-meşru, niyet ve irade olarak tamamen doğru istemlerdir! Lakin salt istemek yetmez. İstenileni gerçekleştirmek ve gereğini yerine getirmek, yani yapmak asıl olandır. Dahası, bu istemlerin tutarlı olabilmesi, bir o kadarda gerçekleşebilmesi belli şartlara bağlıdır; bizzat bizlerin yerine getirmesi gereken şartlardır. 

Biz istiyorsak ve şayet samimi olarak istiyor isek, o halde şartları öncelikle biz yaratmalı, geliştirilip gerçekleştirilmesini istediğimiz mücadeleyi öncelikle biz yerine getirmeliyiz. Bilinç bu olmalı, tavır-tutum ve pratik bu olmalıdır. Gelişmenin ve başarmanın yasaları buradan geçer, mantık bunu emreder. Tutarlı olmak olmazsa olmaz bir kuraldır; güven veren, etki yaratan, kazanan gücün temel bir unsuru tutarlılıktır. Tutarlılık, söz-eylem birliğidir, kararlılıktır, ısrar ve özgüvendir…

 

Bunlardan hareketle;

 

Birinci şart: Davranış ve bilinç olarak ne devrimi ve ne de mücadeleyi başkalarına havale etmemeli, kendi görev ve sorumluluğumuz dışına atarak başkalarından beklememeliyiz. Önce biz yapmalıyız. Biz yapmadan başkalarının yapmasını bekleyemez, yapılması gerekenleri başkalarından isteyemeyiz. Daha da önemlisi, az çalışıyorsak, çok çalışmaya başlamalıyız. Gevşek tutuyorsak, sıkı sarılmalıyız. Yeterince zaman ayırmıyorsak, yeteri kadar zaman harcamalıyız. Az araştırıp inceliyorsak, daha çok araştırmalı, okumalıyız. Bilmiyorsak öğrenmeliyiz. Başaramıyorsak başarmalıyız. Geliştirmek için gelişmeli, değiştirmek için değişmeliyiz… Bu bilincin özümsenerek pratikleştirilmesi yabana atılamaz bir gereksinimdir. Çünkü devrimci olan da budur, eksik ve yetersiz olan da budur.

 

İkinci şart: Devrimciliğe aykırı olan her zaaf ve hastalığı ayıklayarak terk etmek zorunludur. Mesele devrim ve mücadelenin geliştirilmesi ise, bu ancak burjuva ideolojik etkilerin ürünü olan sorunların mümkün olduğu ölçüde törpülenerek, yerine devrimciliğin sağlam temellere oturtulması ve yalın devrimciliğin ikame etmesi-ettirilmesiyle mümkün olur. Bir ayağımız burjuva düzen ve yaşamda, bir ayağımız devrimde olursa devrimciliğin hakkı verilemez. Her türden ikircik, tereddüt ve kişisel-bencil kaygı aşılarak, duruşta netlik sağlanmalıdır.

Şartların değişmesi, koşulların başkalaşması, ihtiyaçların yenilenmesi, metot ve siyasetlerin geliştirilmesi gibi sıralanacak hiçbir tartışma devrimciliğin temelini değiştirmez. Devrim gerekli, devrimcilik her durumda geçerlidir. Her değişim ve farklılığı göğüsleyerek geçerli olan, yalnızca ve yalnızca devrimdir, devrimciliktir, mücadeledir. Gücü büyütecek, gelişmeyi sağlayacak, zorluk ve engelleri aşacak tek yol ve silah budur…

 

Üçüncü şart: Yakınmak devrimci tutumla bağdaşmaz. Çünkü devrimcilik, zorluklar karşısında cüretkâr bir müdahale pratiği, bilimsel bir değiştirme eylemi ve engel tanımayan bir yaratıcı çözüm iradesidir. Yakınmak ise bunun tam tersidir; devrimci nitelik karşısında geçersiz ve hükümsüzdür. Yakınmacılığın her türü çaresizliktir; acizliğin ve çözümsüzlüğün bir yansımasıdır. Aciz ve çaresizliğin ve çözümsüzlüğün tipik bir yansıması olan yakınmacılık, devrimci tutuma temelden ters ve yabancıdır. Zorluk ve sorunlar karşısında devrimcinin sergileyeceği tek tavır, yılgınlık ve karamsarlığa kapılmadan azimli mücadele tavrıyla bu zorlukları yenmektir. Tersi tutum, zorluklara boyun eğmek ve teslim olmaktır.

 

Dördüncü şart: Hareketsizlik, durağanlık, tembellik, eylemsizlik, edilgenlik ve müdahalesizlik halleri, devrimciliğin ruhuna aykırı olmakla birlikte, kendiliğindenciliğin görüngüsü, pasifizmin izdüşümleridir. Devrimcilik, her an yaşanan bir dinamizm halidir. İş yapan, kafa yoran, uğraşan, geliştiren ve değiştiren dinamik bir uğraştır. Kendiliğindencilik ise, işleri oluruna bırakan, eklemleri pas tutarak müzmin hareketsizlik ve müdahalesizlik sergileyen, gelişmeler ve gidişat karşısında inisiyatifsiz kalarak seyirci duran ve “bekle-gör” tavrıyla malul bir iradesizliktir… Pasifizm kendiliğindenciliğin sonuçlarından biridir; nedeni de sonucu da devrimciliğe taban-tabana zıttır…

 

Beşinci şart: Dogmatizm gelişmenin önündeki ciddi bir engel, mevcudu korumakla biçimlenen anti-bilimsel, dar-döngücü ve statükocu engellerden biridir. Devrimcilikle bağdaşmayan ve yeniliğe kapalı bilim dışı bir anlayış problemidir. Aşırı-demokrasi, bir burjuva özgürlükçü anlayış olarak, merkeziyetçilik ve disiplini baltalayan, aynı zamanda laçkalık ve liberalizmi besleyen diğer bir zararlı anlayış sorunudur. Liberalizm, uzlaşmacı yapısıyla ilkesizliğin bir türü ve kaynağıdır. Tipik bir oportünizm yatağıdır. 

Tepki, yöntem ve yaklaşım bağlamında sekterizmi koşullayan bir anlayış sorunudur liberalizm. Liberalizm de sektarizm de yıkıcı etkileriyle gelişmeyi sabote eden birer sapma ve ilkesizliğin sağ ve sol biçimleridir. Sekterizm “sol” ve dogmatik özelliğiyle, sabit, mekanik, statik, tekrar siyaseti ve gerçekten kopan yapısıyla oportünist iken, liberalizm de elastiki, omurgasız, tutarsız, uzlaşmacı ve ilkesiz siyasetiyle oportünisttir… Liberalizm zor karşısında geriye çekilerek, sektarizm de aşırıya kaçarak birer kırılma çizgisidirler; bu nitelikleriyle bilimsel devrimci çizgiden uzaklaşan yaklaşımlardır.

 

Altıncı şart: Günü kotarmaya hapsolan yönelim aşılması gereken siyaset tarzıdır. Uzun vadeli düşünüş ve planlamaya oturan bir doğrultu devrimci siyasetin stratejik motivasyonudur. Güncel siyaset motivasyonu devrimci mücadeleyi besler. Ancak bu devrimin temel sorunlarında kalıcı çözüm yaratmaya yetmez, temel taşların döşenmesini karşılamaz. İkisini elden bırakmamalı, yerine göre kullanmalı ama önceliği stratejik mücadele esası ve biçimlerine ayırmalıyız. Çünkü köklü kazanımlar stratejik tarz ve mücadelelerin eseriyken, taktik unsurlar bunu destekleyen zorunlu gereksinimlerdir. Devrim için mücadele salt strateji kuruluğuyla geliştirilemeyeceği gibi, salt taktikler veya taktik siyasetler üzerinden de geliştirilemez. Stratejik siyasetin yürütülmesi elzemdir. Taktik siyaset stratejik siyasetin altında biçimlenir ve ona hizmet ettikçe anlam kazanır. İkisinin uyumu ve birliği gerçek mücadele tarzıdır.

 

Yedinci şart: Kibir, küçümseme, üstencilik, kendini beğenmişlik, popülizm ve kariyerizm gibi ideolojik deformasyondan ideolojik mücadele yolu benimsenerek kesinlikle arınılmalı; mütevazı ve alçakgönüllü olma prensibiyle hareket edilmelidir. Etikete, rütbe ve kariyere düşkünlük yıkılmalı; bu iktidar ve toplum tasavvurumuzun şimdiden güvenceye alınması değerinde önemlidir. Yukarıdakilerden negatif kategoriye ait olan unsurlara karşı gerçek bir mücadele ve pratik sergilenmek durumundadır ki, bu pozitif özelliklerin geliştirilmesinin kaçınılmaz yoludur. 

İdeolojik sağlamlık ve netlik şarttır; komünist devrimci niteliğin temsil edilmesi bu netlikle sağlanabilir. Proleter ve burjuva olmak üzere iki karşıt ideolojinin harmanlanması veya ikisinin aynı anda taşınıp temsil edilmesiyle devrimci yol yürünemez… Ne bireyler-kahramanlar, ne de mevki ve rütbeler kurtarıcıdır; kolektif akıl, bilinç ve biçim en güçlü kuvvettir…

 

Sekizinci şart: Son derece sade, yalın ve berrak bir devrimciliğin örgütlenerek hakim kılınması gerekliyken, burjuva ideolojik kırılma ve tahrifatın önlenerek düzeltilmesi de şarttır. Devrimcilik ne şartlı ve koşulludur ne de imtiyazlı bir üstünlük ve ayrıcalıktır. Bilakis tabii görev ve tarihi sorumluluktur; her şeyden de önce somut siyasi bir gereksinimdir. Görev, sorumluluk, mücadele ve bedel gerektirir. Bedelin karşılığı siyasi iktidardan başka bir şey değildir. Sınıf adına mücadele etmek, sınıfa karşı üstünlük vesilesi olamaz. 

Toplumsal kitleler devrimciye borçlu değil, devrimci toplumsal kitlelere borçludur. Borçlu olan toplum değil, devrimcidir. Bu bilinçle devrimcilik yapılmalı, yapılabilir. Hakim kılınması gereken devrimcilik budur; yaşamını devrime, halka ve sınıfa, sınıfın ve insanlığın kurtuluşuna adamaktır. Bu düzey ve nitelikte, yani profesyonel karakterde bir devrimcilik temsil edilip yürütülmeden mücadelenin geliştirilmesinden ve devrimin gerçekleştirilmesinden bahsedilemez.

 

Dokuzuncu şart: Devrimcilik görevi, hem zamanı mücadele açısından doğru değerlendirmeyi ve hem de bu zamanı dolu geçirmeyi emreder. Zamanı boş ve işlevsiz geçirmek ya da memur-bürokrat tavrıyla verili görevin yapılmasına indirgemek devrimci dinamiği ilerletmeye yetmez. Yaratıcılık, kafa yorma, sürekli bir uğraş içinde olma, daima durumu geliştirme ve ilerlemeye dönük didinim içinde olmak devrimciliğin tabiatıdır. Sorun ve görevler karşısında her türden edilgenlik ve durup bekleme tavrı, sorumluluklardan kaçma ya da lakaytlık devrimcilik ve devrimci ciddiyetle bağdaşmaz. 

Devrimcilik sorumluluk duymaktır, müdahaledir, değiştirmedir, geliştirme ve ilerletmedir. Aylar ve hatta yıllar boyunca somut bir kazanım, ilerleme, katkı ve hatta görev icra etmemek ancak ve ancak çürüme üretir. Bilinçli, somut ve niceliği fark etmeksizin başarıya-kazanmaya odaklı olan bir çalışma performansının izlenmesi gereklidir ki, bu zor değil, gerçekleştirilmesi mümkün olandır…

 

Onuncu şart: Hedef kitle, yani örgütlenecek ve kazanılacak hedef kitleyi belirlemek, yürütülerek başarılacak görevler bağlamında hedefler saptamak, bütün bunlar doğrultusunda harekete geçerek çalışma yürütmek, insanlara ve sorunlara uzak durmadan onlara dokunmak, yüz yüze gelmekten sakınmadan yaşamı ve sorunları paylaşmak ve bu sorunlar zemininde alternatifler sunarak çözümler üretme üzerinden örgütlenmek; işte somut örgütlenme faaliyetinde izlenmesi gereken basit kural budur. Bunların hiçbirini yapmadan örgütlenmeden başarıdan bahsetmek boş bir vaazdır…

 

Sonuç olarak; çözüm perspektifleri olarak doğru-yanlış karşıtlığı içinde özetlediğimiz yukarıdaki şartlardan negatif örnekleri teşkil eden kırılma-sapma-hata-yetersizlik ve yanlışlar tasfiyeciliğin gizli ortakları ve besleyici gıdalarıdır. Tasfiyeciliğe karşı mücadele bu basamaklarda doğru anlayış ya da devrimci tavır, pratik ve bilinç temelinde örülerek geliştirilmek durumundadır. Gerisi hamasetten başka bir şeyi ifade etmez… Bıkıp usanmadan teorik doğruları tekrarlayın, en keskin devrimci şiarları cesurca atın, tamamen komünist olan ilke ve stratejilerden söz edin; bunlar son derece anlamlı ve kuşkusuz ki değerlidir fakat bunlar gerçek yaşamla buluşturulup hayata geçirilmeden somut-maddi kazanımların dinamiği ve silahı haline gelmez-getirilemezler…

 

Kısacası, mesele açık ve basittir; devrimcilik görev ve sorumluluk tavrı bağlamında neyi gerektiriyor ve neyin karşılığı ise (ki, bunu hiç değilse somut görevler bağlamında on maddelik asgari şartta basit olarak özetlediğimizi kabul edelim), ona uygun davranmalı, hareket etmeli ve onu yapmalıyız. Yapma eyleminin ötelendiği yerde sadece ve sadece yapılmamış olanlar filiz verir, pratiksizlik egemen olur… İster basit, ister küçük ve isterse “önemsiz” olsun ama mutlaka devrimci olan bir şeyler yapılmış olsun; işte geliştirecek olan yalnızca budur. Pratiktir, iş yapmaktır, daha çok iş yapmaktır. “Bir müspet, bin nasihate yeğdir.” “Pratikte atılmış bir adım bir dizine programdan daha değerlidir.” Meselenin özü budur. Ruhu ise, katıksız biçimde yoldaş olmaktır; devrim kaygısına dayanan yoldaşlık birliğinin sürekli olarak pekiştirilip daha ileri nitelikte hakim kılınmasıdır:

Bu devrimcilik gelişir, büyür ve kazanır!

https://gazetepatika22.com/devrimci-calisma-perspektifi-ve-tasfiyeciligin-panzehri-olarak-devrimcilik-2-148701.html

 

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)