5 Şubat 2024 Pazartesi

*Bu röportaj bir kurgudur* İbrahim Kaypakkaya ile Röportaj

 

Katledilişinin 48. Yılında İbrahim Kaypakkaya ile Röportaj

Mehmet Akkaya (MA): Röportaj önerimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Zamanınızı fazla almamak için hemen soru ve konulara geçsem iyi olacak. Aramızdan ayrılalı çok zaman oldu… Dünyayı ve geride bıraktıklarınızı merak ediyor musunuz?

 

İbrahim Kaypakkaya (İK): Her zaman ve mekanın, her tarihsel sürecin ve coğrafyanın kendisine göre dünyası ve o dünyaya özgü sorunları oluyor. Burada (öte dünya) var olunca ister istemez insan teori ve eylemde burada mevcut olanlara odaklanmış oluyor. Geride kalanlar biraz ikincil plana düşüyor. İleriye bakmak daha önem kazanıyor. Tabii siz diyebilirsiniz ki, evrensellik ve bütünsellik diye bir şey yok mu? Doğrudur, buradaki dünya da sonuçta varlık dünyasının bir devamı. Yine de kendine özgü yanları ve farklılıkları var.

 

MA: Siz kamuoyunda ve siyaset tarihinde tanınan birisiniz ama yine de bilmeyenler vardır belki, kendinizi kısaca tanıtmanızı rica edeceğim.

 

İK: 1948 Çorum-Sungurlu doğumluyum. Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda okudum. Üniversite öğrenimimi, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu ve İÜ Fen Fakültesi-Fizik Bölümü’nde sürdürdüm. Politik görüşlerle bu süreçte tanıştım ve kendimi sınıf mücadelesi içinde buldum. Marksizmi anlamaya çalışırken kendime has görüşler de geliştirdim. Marksist-Leninist ve Maocu teoriye bağlı olarak mücadele ederken Türk egemen sınıflarına esir düştüm. Yine aynı güçler tarafından 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır zindanlarında pek çok Kürt savaşçısı gibi işkence edilerek katledildim.

 

 

MA: Yanlış anlamazsanız muhtarı soracağım. Yoksul bir köy muhtarını öldürdüğünüz için üzgün müsünüz, pişmanlığınız var mı?

 

İK: Bence bu doğru bir soru değil. Resmi ideolojiyi yansıtıyor. Çünkü ben herhangi bir muhtarı öldürmediğim gibi herhangi bir köylüyü de öldürmüş değilim. Ben dünyayı değiştirme mücadelesi içinde olan devrimcileri/komünistleri ihbar eden halk düşmanlarına karşı savaş açtım. Dolayısıyla yoksul bir köy muhtarını öldürdüğümü anımsamıyorum. Bu yüzden işkenceli sorgularımda da belirttiğim gibi üzgün de, pişman da değilim.

 

MA: Çok gençtiniz ve kısa yaşadınız, hayata doymadınız…

 

İK: Yargınızın doğru olduğunu sanmıyorum. Ender kişiler gibi ben de aslında uzun yaşadım. Bilhassa son iki-üç yılımı sanki yüzyıl yaşamış gibi yaşadım. Çok genç olduğumu da düşünmüyorum. Çünkü sizin de bildiğiniz gibi biyolojik yaş ile teorik yaş her zaman örtüşmez. Olgun bir yaşta olduğumu tezlerimin ve cüretimin keskinliğinden anlamanızı öneriyorum. Biyolojik yaş değil teorik ve pratik yaş önemlidir. Kaldı ki yaşamı doya doya, içselleştirerek, Sokrates misali dünyayı sorgulayarak ve de ilkelerime sadık kalarak yaşadığımı düşünüyorum. Bu yüzden önemli olan dünyadaki yaşım değil dünyaya karşı olan tavrımdır. Peki ben de size sorayım: Yaşam/hayat, sorgulama ve savaşma dışında başka ne işe yarar ki?

 

MA: Verdiğiniz yanıtlara bakılırsa felsefeci yanınız da var. Yaşam felsefesi için ne söylersiniz?

 

İK: Çapa’dayken felsefe ve sanat ile ilgilendiğim oldu. Derinleşmeyi düşünmeme rağmen eylemlerin izini sürdüm. Yani felsefe ve sanatı “eylem/pratik” olarak yaşadım. Yaşam ya da yaşamak hayatta kalmak, biyolojik ve psikolojik olarak var olmak, canlılığı korumak ve bu şekilde ömür törpülemek değildir. Yaşamak özgeci bir felsefeyle yaşamaksa manası vardır. Denizler, son mektuplarında güzel söylediler: Herkesin gideceği yere biz daha erken gidiyoruz. Bir de siz kendi mesleğinizden de bilirsiniz. Filozoflar, meydana gelen (dünyaya gelen) meydandan gider demişlerdir.

 

 

Devrimin Objektif ve Sübjektif Koşulları

 

MA: Objektif koşullar uygun değildi, zamansız silaha sarıldınız…

 

İK: Aradan elli yıl geçti. Halen aynı nakaratlar tekrar ediyorsa bunun en iyi yanıtını sizin gibi felsefeciler daha iyi bilir. Ama siz de aynı kanaatteyseniz durum vahim demektir. Bence devrimin objektif koşulları her zaman ve her coğrafyada vardır. Bu yüzden devrimin bir sübjektivite (özne) meselesi olduğuna inanıyorum. Tabi sübjektivite derken siz yalnız kendi güçlerinizi anlarsanız bu yanlış olur. Çünkü sübjektivite denildiğinde sermayenin güç ve tecrübelerini çok daha dikkate almak gerekiyor.

 

MA: İyi de devrimci özne bir kırma tüfek ve tabancayla ne yapabilirdi ki?

 

İK: İmkanları küçümsememek lazım. Biliyorsun Muzaffer’in yazdığı marşı: “Bugün çeteyiz yarın kızıl orduyuz” demişti. Savaşın büyük oranda tüfekle yürüdüğü bir çağda yaşadığımız doğrudur. Öte yandan tüfek, proletaryanın tek silahı değildir. Silahların çeşitlendirilmesi gerekir. Mesela sanatın, politikanın, felsefenin de birer silah olduğu unutulamaz. Biz yalnızca kırma tüfeklere güvenerek yola çıkmadık. Kitlelerin taleplerine güvendik, kendimize güvendik. Sizin konferans ve panellerde çok söylediğiniz ve yazdığınız bir konuyu anımsatmak isterim: Bedreddin devrimini gerçekleştirenlerin elinde kırma tüfek bile yoktu. Demem o ki, sorun sadece tüfeğin gücünde olsaydı, şimdilerde bizden daha güçlü silahlarla savaşan devrimci örgüt ve partiler var. Bizden çok daha iyi sonuçlar aldıkları tartışma kaldırır.

 

MA: Çin’i, Mao’yu ve Proleter Kültür Devrimini örnek almanız doğru muydu?

 

İK: Bana kalırsa yine yanlış kurulmuş bir soru. Biz diyalektik ve tarihsel materyalizmi (Marksizm) örnek aldık: Üretim alanı. Daha önemlisi ülkemizin somut koşullarından hareket ettik. Öncelikle dünyayı, Türkiye ve Kürdistan penceresinden bakarak gördük. Yani yerelden evrensele bağlanma, temel nokta oldu diye düşünüyorum. Evrensele bağlanırken de Çin Halk Cumhuriyetini ve Çinli komünistleri görerek onlardan yararlanmaya çalıştık. Bize göre ülkemiz yarı feodal idi ve Çin’e benzer yanları vardı. Ben Çin’e vurgu yaptığım kadar, ülke gerçeklerine dikkat çektim. Özellikle 15-16 Haziran 1970 büyük işçi eylemleri benim için çok öğretici oldu.

 

MA: Gerçi şimdi feodalizm de yarı feodalizm de kalmadı…

 

İK: Bana gelen verilere göre bu yargınızda yanılıyor olabilirsiniz. Türkiye ve Kürdistan dahil olmak üzere dünyanın geniş bir kesiminde feodalizm mevcuttur. Tabi şurada belki haklısınız: Feodalizmin ya da yarı feodalizmin tek tarzı ve tanımı yoktur. Ben tezlerimi ileri sürerken de durum aynıydı. Öte yandan biz, feodalizm sonsuza kadar var olacaktır da demedik zaten. Demokratik halk devrimiyle tasfiye edilirse devrimci ve demokratik bir iktidar kurulur dedik. Sermayenin gelişmesi ve evrim yoluyla olursa süreç sancılı olur ve faşist uygulamalar birbirini izler biçiminde düşünmüştük. Gelişmeler bu yönde midir, emin değilim. Yeni araştırmalar, tartışmalar ve sorgulamalar yapmak gerekiyor.

 

 

MA: Kapitalizmin egemen olduğu bir ülkeye feodal dediniz…

 

İK: Lütfen yaramı tekrar deşmeyin. Elli yıldır, Türkiye kapitalisttir diyenler var,  ihya oldukları, bir arpa boyu ilerledikleri söylenebilir mi? Hayır, söylenemez. Şunu diyeceğim: Marx, Lenin veya Mao’nun bazı görüşleri bugün geçerliliğini korumuyor olabilir. Buna benimkiler de ve pek çok devrimci/komünisttin görüşleri de dahildir. Fakat Marx’ın ve ondan hareket edenlerin düşünme yöntemlerinin geçerli olduğu kanaatindeyim. Sınıflı toplumda yaşıyoruz. Ücretli emek sistemi giderek egemen hale geliyor. Türkiye’nin kendine özgü özellikleri var. Kapitalist ülkelere benzemediği de bir realite. İşte biz bu noktadan hareket etmeliyiz/ediyoruz: Tarihsel materyalizm. Bu, temelimizdir. Bu konuda nitel bir değişiklik bulunmuyor. Düşünme metodumuzun ve temel tezlerimizin doğru olduğundan halen kuşkum yoktur.

 

MA: Demin evrensellik dediniz diye soruyorum. Ne kastediyorsunuz?

 

İK: Kendimizden önceki ve sonraki kuşaklarla bir bütün olduğumuzu düşünüyorum. Önceki kuşakları hoca/öğretmen ve önder olarak sonrakileri öğrenciler olarak görmek gerekiyor. Diyalektik var tabi. Evrensellik bütünsellik demektir. Her parça bütüne evrilme özelliği gösterir. Spartaküs’ten Paris Komünü’ne dek ve çağımızdaki devrimler bizim için büyük öğretmenler sayılır. Bugün bakıldığında Türkiye ve Rojava’dan Asya ve Avrupa ülkelerine dek pek çok yerde 18 Mayıs anmaları yapıldığını duyuyorum. İşte bütünsellik dediğim, sınıf mücadelesinin evrensellik ilkesi dediğim bunlardır.

 

MA: Kovit 19 virüsünden dolayı, anmalar iki yıldır gerektiği gibi olamıyor. Dünya çapında bir salgın var. Sistem de bunu çokça süistimal ediyor. Virüsten haberiniz oldu mu?

 

İK: Elbette, bizi yalnızca toplum değil doğa da ilgilendiriyor. Eylem felsefesi ile bilim ve tıbbi gelişmeler arasında korelasyon olduğu görülüyor. Marx’ın tarih ve sosyal felsefesinden hareketle soruna yaklaşırsak göreceğiz ki, sosyal virüsü/virüsleri yok etmeden doğal virüsleri yok edemeyiz. Engels’in kurduğu doğa felsefesi de bize yol gösterebilir: Doğayla mücadele içinde olsak bile bunun barışçıl mücadele tarzında olması gerekir. Mesela Ege’de, Karadeniz’de, Dersim’de, Kürdistan’da ve pekçok yerde doğa yok ediliyor. Yalnız insanların değil hayvanların da yaşam alanları kah bombalanıyor kah kirletiliyor, zehirlenip yok ediliyor. Biz hayvanların haklarından da sorumluyuz. Yine de ekolojik mücadele ancak, temeline toplumsal mücadeleyi koyarsak başarılı olabilir. Hiç değilse ikisi arasındaki diyalektiği, bütünselliği  öne çıkarmak lazım diye düşünüyorum.

 

 

MA: Sınıf teorisinde bütünsellik/evrensellik ve süreklilik ilkesini açmanız için 68 Hareketi bağlamında soruyorum: Amerika’da ırkçılık devam ediyor, izleyebiliyor musunuz?

 

İK: 68 hareketi, antiemperyalist bir özellik gösterirken milliyetçi görünümler de ortaya çıktı. Amerika’yı hatta kıtanın tümündeki gelişmeleri izlemeden dünya devrimini düşünmek zordur. Kuzeyde G. Floyd’un katledilmesinde Amerika, devrimin eşiğinden döndü. Yalnız bu değil, Peru’da Gonzalo var sen daha iyi bilirsin. Komünist-filozof derler. Ben ona Güney Amerika’nın ortaya çıkardığı II. Ernesto diyorum. Çağ kendisini bunlarla göstermiştir. Biz kendi çağımızdaki devrimci ruhun, somutluk kazanması ve vücut bulması olduk. Koşullar (üretim güçleri) değişirse zamanın ruhu da (zeitgeist) değişir/değişiyor. Bu da yeni mücadele yolları, yeni politik aktörler ve yeni teorilere kapı aralar. Amerika’ya da, dünyaya da buradan bakmak gerekiyor.

 

Deniz ve Mahirlerle Hedeflerimiz Aynı Yollarımız Farklıydı

 

MA: Sağcı partiler, 68 hareketine liderlik yapan Denizleri ve Mahirleri katlettikten sonra sizi de tasfiyeye yöneldiler…

 

İK: Böyle düşünüyorsanız yanılıyorsunuz! Çünkü birincisi devrimcileri tasfiye eden güç hükümet ve sağcı dediğiniz partiler değildi. Tekelci sermayenin (benim yazılarımda komprador sermaye diye geçer) ve büyük toprak ağalarının parlamentodaki temsilcileri bu tasfiye ve katliamları yapmıştır. Halen de sistem benzer şekilde yürürlüktedir. İkinci yanılgınız ise bizi 68 Hareketi olarak görmenizdir! Oysa Deniz, Mahir ve bizim hareket “71 Devrimciliği” olarak görülmelidir. Şimdi ayrıntısına girmeden söylüyorum. Bizim 68, Avrupa ve Çin’dekinden farklı olarak devletçidir, anti emperyalist karakterinden dolayı da milliyetçidir. Avrupa’dakinden de farklı oldu zaten. Avrupa’da 3M sloganı vardı: Marx, Mao, Marcuse. Şimdi bunlara giremem.

 

Marksizm ve komünizm söylemi asıl olarak üç devrimci/komünist hareketin ortaya çıktığı 1971 ve devamı için geçerlidir. Yani Deniz Gezmiş ve arkadaşları “bayrak yürüyüşü” yaptıkları için asılmadılar. Keza Mahir Çayan ve arkadaşları da “Kemalizm soldur” dedikleri için kurşunlanarak yok edilmediler. Yani 68’de kalsalardı, varlıklarını devam ettirirler ve düzene angaje olurlardı. Öyle yapılmadı. Bu iki gelenek devrimci bir eksen değişikliği yaparak düzene karşı örgütlenerek silaha sarıldı. Benim için önemli olan da, milad ve miras olan da bu noktadır. 68 değil 71 devrimci kalkışmasıdır. Proletarya Partisi de bu kontekstte 1972’de kuruldu.

 

 

MA: ‘Öğretmenlerim’ ifadesini kullandınız biraz evvel. Dikkatimi çekti. Denizleri ve Mahirleri öğretmen olarak görüyor musunuz, onları nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

İK: Bu geniş kapsamlı bir soru oldu. Kısa yanıt vermek isterim. Aynı kuşağın parçası olmak ve radikalizme vurgu yapmak bakımından bir farkımızın olduğunu sanmıyorum. Zaten siyasal ve biyolojik yaşamlarımız benzer şekillerde son buldu. Ben bu devrimci arkadaşların oynadığı rolü, Marx öncesinin Hegel ve Feuerbach gibi filozofların oynadığı role benzetiyorum. Bu noktada nasıl ki Marx, öncellerini “hoca” olarak gördüyse ve onları aşma eğilimi gösterdiyse benim için de Deniz ve Mahir, benzer anlamda “hoca” özelliği taşımaktadır. Bu aşma konusunda, benim bir yıl daha fazla yaşamamın etkisini de dikkate almak gerekir. Dayanışma içindeydik. Zaten sözünü ettiğiniz muhtar da Sinanların ihbarından ve katledilmelerinden sorumlu tutularak cezalandırıldı. Felsefi jargonla söylersek, ayrımda özdeşlik ilkesi geçerlidir. Daha doğrusu özdeşlik içinde farklıydık. Hedef aynıydı ama yolarımız değişikti diyelim.

 

MA: Marx’ın birinci dönemi Hegel ve Feuerbach’ınki gibidir. Sizin özgünlüğünüz nerede?

 

İK: Marx’ı dönemlere ayırma gibi anlayışları duyuyorum. Althusser başlattı bunu. Sizin gibi felsefeciler de bunu önemsiyor. Gerçi siz Marx’ta kopuş aramasanız da benzer bir anlayışa yakınsınız. Buradan bakılırsa Deniz ve Mahir’in çizgisinin esasen Marx’ın Birinci dönemine bağlandığını ileri süreceğim. Biz ise Birinci dönemi de kabul etmekle birlikte Marx’ın olgunluk döneminden hareket ettiğimizi düşünüyorum.

 

MA: Marx’ın olgunluk dönemine bağlanmanın hareketiniz için anlamı ne olmuştur?

 

İK: Son derece önemli farklar yarattı. Diğer devrimci arkadaşlar meseleyi, daha çok gençlik eylemleri olarak görürken ve devlet, ordu, bürokrasi ve aydınlar arasında organize olurken biz Marx’ın iktisadi metinlerinin gösterdiği yoldan ilerleyerek toprak işgalleri ve fabrika eylemlerine yönelmeyi tercih ettik. Bu yüzden de pasif bulunduğumuz ve devrimcilik önünde engel olduğumuz, amfileri düşmana bıraktığımız ileri sürüldü. Belki duymuşsunuzdur, devrimci bir toplantıda bir de yumruk yedim bu yüzden. Tabi diğer devrimciler de süreç içinde köylü ve işçi çalışmaları üzerine eğildiler.

 

Kemalizm ve Kürt Meselesi

 

MA: Kemalizm ve Kürt sorunu tartışmalarının da bu söylediklerinizle bağlantısı var mı?

 

İK: Olmaz mı, var elbette. Mahir çok okuyan ve entelektüel birisiydi. “Emperyalizm içsel olgudur” türünden kendine özgü teorileri vardı. Lenin’i, ezbere biliyor, yabancı yayınları da takip ediyordu diye hatırlıyorum. Oysa Lenin’in “Devlet ve Devrim” adlı kitabını iyi kavradığını düşünmüyorum. Bu yüzden de ulus devleti, aydınlanmacı eğilimler üzerinden okuyordu. Böyle bir okuma ise onun Kemalizm’den tamamen kopmasına engeldi ve Kürt ulusu üzerinde yoğun düşünmesi önünde de bir perde oluşturuyordu.

 

 

MA: Kemalizm ve Kürt sorununu diğer devrimci gruplardan daha gerçekçi tarzda açıkladığınıza göre siz Mahir’den de Deniz’den daha çok kitap okuyordunuz sanırım…

 

İK: Onlardan daha çok kitap okuduğumu sanmıyorum. Deniz ve Mahir kentli aile çocuklarıydı. İktisaden küçük burjuva aileler, nispeten aydın ve kamuyla bağlantısı olan kesimlerden geliyorlardı. Bu sınıfsal konumları, kesin iddiada bulunmasam da toplumu, tarihi ve devrimi anlamada, içinde yaşadığımız devleti, onun silahlı asker, polis ve ideolojik silahlarını anlama da farklar yaratmış olabilir.

 

MA: Bir cümleyle söylemek gerekirse, fark tam olarak neydi, kopuş hangi noktadaydı?

 

İK: Epistemolojik ve politik bir kopuş olduğu kesindi. Çünkü ben öncelikle komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarına karşı savaş açılmasını savundum. Bu, milliyetçi, dinci kisveye bürünmüş her türden liberalizme karşı savaş anlamına gelir, gelmiştir de.

 

MA: Tam anlaşılamadı, çok politik, propagandist bir yanıt oldu. Sizinle devrimciler arasındaki fark için biraz daha detay verebilir misiniz?

 

İK: Birçok reformist ve parlamenterist akım gibi devrimci arkadaşların “sol” diye düşündükleri Kemalizm’in askeri bir faşist diktatörlük olduğunu söyledim ben. Ayrıca yüz yıllık bu rejimin Türkiye ve Kürdistan emekçi sınıflarına ve Kürt ulusuna milli zulüm uyguladığını, onların bağımsız devlet kurma hakkını gasp ettiğini savundum. Ayrıca sermayenin bütün partilerinin de faşist karakterde olduğu iddiasında bulundum. Bunu yaparken “ilerici-gerici” ayrımı yapmaksınız tüm Kürt ayaklanmalarının meşru olduğunu da ileri sürdüm. Deniz ve Mahir’de bu konular çok genel ve gevşek biçimde yer almıştır. Hatta bildiğim kadarıyla Deniz’in bu konuları tahlil eden yazılı bir metni bile yok. Temel çelişki konusunda benzer düşünmüş olabiliriz ama ben ve biz ayrıca “baş çelişki”ye de vurgu yaptık.

 

MA: İyi de, ulusların kendi kaderini tayin hakkı olsun, Kürt halkının ezildiği, zulme uğradığı gibi meseleler olsun, Denizlerin ve Mahirlerin söylemlerinde de var.

 

İK: Şimdi biz bu röportajda işi, diğer devrimcilerle rekabete çevirmesek iyi olur. Yazdığım metinleri tekrar okursanız sevinirim. Diğer devrimciler de tabi Komintern’in faaliyetlerini biliyorlar. Onun 21 şartı var. Bunlardan birisi UKKTH. Bunu elbette Deniz de Mahir de bilir. Oysa ben ulusal sorun konusunda detay da veriyorum. Kürtler bu hakkı kullanmalıdır diyorum. Üstelik yalnızca Kürt halkına değil Kürt “Ulus”una vurgu yapıyorum. Kürtlerin ayrılma hakkı ile bu hakkın desteklenmesini ayırıp sorun yapıyorum. Böyle bir detay diğer devrimci arkadaşlarda yoktur.

 

 

MA: Günümüzde Kürtlerin size olan sempatisi buradan kaynaklanıyor galiba…

 

İK: Aslında bu sempati yeni değil. Çünkü bizim faaliyet alanımız büyük oranda şimdilerde Kuzey Kürdistan denilen coğrafyaydı. Güçlerimizin, kadro ve üyelerimizin bir kısmı zaten Kürt ulusuna, bazen de Alevi/Kızılbaş inancına mensup emekçilerden oluşuyordu. Zamanın ruhu (zeitgeist) değişti diyebiliriz. Şimdi bizim adımızla olmasa bile bölgedeki gelişmeler bizim ruhumuzun, bir başka formda görünüşe çıkması olarak değerlendirilebilir. Bütünlük dedik ya. Farklı ruhların birleşmesi diyebiliriz. Muzaffer bu birlikteliği Newroz romanının sonlarında Şivan adlı bir gerillaya da söylettiriyor.

 

Kitabi Olana Karşı Dünyevi Olan…

 

MA: Kitap düşkünü değilim dediniz ama kitaplara gönderme yapmayı ihmal etmiyorsunuz…

 

İK: ‘Kitap gereksizdir’ demek için akılsız olmak lazım. Öte yandan biliyoruz ki yaşam kitapta değil kitap yaşamda içkindir. Bunun bilinmesi gerekir. Yani kitap teoridir, bir de elinizdeki kitap devrimci içerikler taşıyorsa mesafe alacaksınız demektir. Çok okuyup az etkili olmak marifet değil. Marifet hep yapmak ama hep yanlış yapmak da değildir. Marifet doğruyu yapmaktır. Bunun için az okuyup çok etkili olmanın yolunu bulmak gerekir. Yani felsefecilerin anlayacağı dille söylersem, bilinenlerden hareket ederek bilinmeyenleri tespit etme yolunu bulmak gerekir. Çünkü sonuçta insan yaşamı, öznel zaman, kısadır. Yaşam derken de emekçi sınıfların ve proletaryanın yaşamını anlamak gerekiyor. Objektifi buraya çevirmek lazım.

 

MA: Yaşam karşısında kitabi olanı, teorik olanı küçümsüyorsunuz gibi bir izlenim edindim yine de…

 

İK: Haklı olabilirsiniz. Hayat mı, kitap mı derseniz, ben ilkinden yanayım. Çünkü öncesel olan sizin de bildiğiniz gibi hayattır. Kitap hayata ilişkindir, hayat kitaba ilişkin değildir. Yürürlükteki felsefe kitaplarını, hukuk kurallarını, ahlak kitaplarını, romanları, edebi metinleri ve bir dönemler benim de çok okuduğum ve yazdığım şiirleri düşünelim. Bunlar bugünkü uygarlığın ürünüdür, sonucudur. Bu dünya değişirse, değiştirilirse saydıklarımın tümü kağıt yığınına dönüşür.

 

MA: Düşün, bilim ve sanat tarihindeki gelişmeler sizin bu yaklaşımlarınızı yanlışlıyor. Aristoteles, Descartes, Kant ve Hegel gibi büyük düşünürler halen günceldir.

 

İK: Derdim sizinle didişmek değil sevgili Akkaya. Ben kitabı savunan birisiyim. Fakat bu uygarlığın ürünü olan kitabın paçavraya dönüşeceğini düşünüyorum. Yani uygarlık değişince onun ürünleri de, sosyal bilinç formları da değişir. Felsefi, bilimsel, hukuki, etik ve estetik değerler eski dünya ve uygarlıkla birlikte tarihe karışır, antika olur. Aristoteles, Kant, Hegel ve hatta Marx halen etkiliyse on bin yıl önce kurulduğu düşünülen sınıflı toplum uygarlıkları değişmediği içindir. İzliyorum, siz de on tane felsefe kitabı yazdınız. Bunların da diğerleri gibi kağıt yığınına dönmeyeceğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Zira emekçi sınıflar, aydınlar, kadınlar ve ezilenler tarafından kurulacak olan yenidünyada, sınıflı uygarlığın değerleri yerlerini yeni değerlere bırakacaktır.

 

 

Düşünsel Kaynaklar mı, Devrimci Kaynaklar mı?

 

MA: Röportajın sonuna geliyoruz. Sizi 71 devrimcilerinden farklı bir yere konulmanızı sağlayan düşünsel kaynaklar nelerdir?

 

İK: Düşünsel kaynaklar yerine devrimci kaynaklar demeyi tercih ederim. Çağdaş dönem kaynaklarına Marx, Lenin ve Mao gibi isimlere işaret etmiştim. Benimki biraz geleneksel değerlere yönelme biçiminde de oldu. Halk kaynaklarına, mesela Dersim katliamı gibi hadiselere yöneldim. Dünyada kalsaydım, belki Şeyh Bedreddin’e dek gerilere giderek kendime politik ve ideolojik akrabalar, ittifaklar arama yolunu izleyecektim. Biliyorsunuz bu kadar gerilere gitmek için Marx’ın ömrü de kısa kaldı. Bedreddin ve İbn Haldun gibi kaynaklara ulaşamadı. Engels kısmen de olsa köylü ayaklanmalarını canlı tuttu ve teoriye ekledi.

 

MA: Demin ileri gitmeye vurgu yapıyordunuz şimdi geriye gitmenin propagandasını yapmaktasınız. Tutarsızlık denir buna. Filozoflar, geriye giden geleceği ve gideceği yeri unutur diyorlar.

 

İK: İyi de diyalektik diye bir anlayış var. Her şey Leibniz’in monadı gibidir geçmiş, şimdi ve geleceği içinde barındırır. Ben hep tek taraflı görüşlere karşı çıktım. Size tutarsız görünen bu düşünce diyalektik felsefelerde pozitif bir durumdur. Çelişkili konuşmak da iyidir. Gerçek olan budur. Bilmeniz gerekir. Mao diyalektiği çelişki ilkesine indirdi.

 

MA: Modern proletaryayı bırakıp, köylülerle ittifak etmek, yetmezmiş gibi köylüleri önder güç olarak görmek ne kadar gerçekçidir ki?

 

İK: Köylüler için önder güç değil de temel güç terimini kullanmıştım. İsterseniz başka bir zaman bu konuları daha geniş tartışırız. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim. Lenin’in çağı Marx’ın döneminden farklıydı: Emperyalizm koşullarında devrimin merkezi Doğu’ya kaymıştı ve devrimin, en zayıf halkadan kırılması gerektiği görüşü baskındı. Bence doğruydu. Çünkü bu tezi, önce Rusya ve sonra Çin devrimleri bir bakıma kanıtlamıştı. Bu anlayış Batı’da devrim olmayacağı anlamına gelmez kuşkusuz.

 

Somut durum buydu ve kısmen Rusya’da olmak üzere Çin, Türkiye ve Kürdistan coğrafyalarında devrimin temel güçlerini köylülerin oluşturacağı yönünde düşüncelerin ortaya çıkmasına yol açtı ve bu tez Çin örneğinde doğrulandı. En azından ben ve bir grup arkadaşım meseleyi böyle anladık. Bu yüzden de Türkiye’nin kentlerini tali kırlarını ise esas alan olarak belirledik. Bazı görüşlerim güncelliğini yitirmiş olsa da, bugün Kürdistan’daki devrimci oluşumlar bizim bu temel tezlerimizi doğrulamış durumdadır.

 

MA: Köylü sosyalizmiyle mi Kürdistan’a ve dünyaya özgürlük gelecek? Tüm köylü sosyalizmleri ütopyaydı, yenildiler…

 

İK: Bir hareketin yenilmesi, yanlışlığının kanıtı değildir. Böyle anlamaya Marksizm değil pozitivizm denilir. Ayrıca ben köylü sosyalizmini değil komünizmi savundum bir kere. Çarpıtmayın ve küçümsemeyin lütfen. Öte yandan modern dönem sosyalist deneyimleri de yenildi. Modern revizyonizm de yenildi. Geriye dönüş oldu. Ben sınıflı toplumun olduğu her zaman diliminde komünizm mücadelesi verileceğine ve eşitlikçi yönetimler kurulacağına inandım, bu konuda görüşlerim halen değişmiş değil.

 

MA: Dersim’i merkez almak, sırtınızı köylülere dayamanız, ne bileyim, sorgulanması gerekir…

 

İK: Sorgulamaya bir itirazım yok. Ama ben, devrimin merkezinin zayıf halkalara kayması Leninist ve Maoist tezinden hareketle yalnız Dersim’e değil toprak sorununun baskın olduğu tüm Kuzey Kürdistan’ı işaret ettim. Şimdilerde devrimin merkezinin Ortadoğu’ya kayıyor olduğunu da dikkate almak gerekiyor. Nubar Ozanyan’ı bu bağlamda anmak isterim. Yine de devrim deyince benim için kent-kır diyalektiği, doğu-batı ilişkisi ve Türkiye-Kürdistan sentezi son derece önemli konulardır. Türkiye devriminin sınırları düşündüğümüzden çok daha genişlemiştir. Anadolu-Mezopotamya birleşik devriminden bile söz edilebilir.

 

MA: Devrimin ittifaklarında da bir genişleme var mı?

 

İK: Olmaz mı? Türkiye (Anadolu) devriminin yalnızca sınırları değil ittifaklarının da genişlediğini düşünüyorum: Çevre hareketi, kadın, kır yoksulları, ezilen inanç (Alevi/Kızılbaş vs.) toplulukları, milli zulme maruz kalanlar (Kürt, Arap, Ermeni, Zaza, Süryani, Çerkes vs.), ezilen cinsler (lgbt), aydınlar, gençler vs. Proletarya partisi, kendi bayrağına bu kesimlerin taleplerini de yazmak zorundadır. Aslında bu sınırların ne denli geniş olduğunu vakti zamanında Şeyh Bedreddin çizmişti. Onun önderlik ettiği devrimin bir ucu Babek topraklarında bir ucu Mezopotamya’da bir ucu da Anadolu ve Balkanlara dek uzanıyordu.

 

MA: Devrimin sınırları genişledi, ittifakları çoğaldı dediniz, devrimin adı, biçimi, içeriği de genişledi derseniz şaşmam. Değişik şeyler duyuyorum sizden. Değişim modasına siz de uymuşsunuz anlaşılan. Üstelik bir ölü olduğunuz halde.

 

İK: Değişme doğada, toplumda, duygu ve düşüncelerde kaçınılmaz olarak içkindir. Yaşam değişiyorsa, sosyal ve iktisadi sorunlar artıyorsa devrimin teorisi ve pratiği de değişir, genişler. Yani devrimin ontolojisi dönüşürse epistemolojisi, “ben eskisi gibi kalacağım” diyemez. Bu, yalnız bizim devrimimiz için değil evrensel manada da böyledir. Beni ölü olarak görmeniz de garibime gitti. Kimse ölmüyor, yok olmuyor sayın Akkaya. Bunu bilim de filozoflar da söyler. Siz “yaşayanları ölüler yönetir” biçiminde bir ifade yazmıştınız. Marx da söyler: Geçmiş üzerimize kabus gibi çöker. Yani ölü, ölü değildir; geçmiş de geçmişten ibaret değildir. Diyeceksiniz ki Mao, “ölüler hata yapmaz” demiştir. Mao benim büyük öğretmenimdir. Bunu ayrıca belirteyim. Ama bana sorarsanız, felsefenin sınırlarını genişleterek söylüyorum, ölüler doğru da yapar, hata da yaparlar. Bu yüzden ölü ve diri diyalektiğine vurgu yapmak isterim.

 

 

MA: Devrimin teorisi, sınırları ittifaklarının genişlediğini düşündüğünüze göre bunun Kürt hareketine de yansımış olması gerekir.

 

İK: Elbette… Burada Kürt hareketi sürecin nesnesi değil bizatihi öznesi durumunda. Terminoloji, jargon ve kavram değişikliğinden de belli oluyor bu durum. Kürt Ulusal Hareketi, yerini Kürt Özgürlük Hareketi’ne bırakmış durumda. Çünkü ulusal talepler yanında sınıfsal talepler de belirleyici oluyor. Dolayısıyla Kürt hareketi de teorisini, amaçlarını ve “sınırlarını” genişletme eğilimi taşımaktadır. 2010’dan beri Türkiye sol hareketi ile ortak birliktelikler arama politikası da bu genişleme eğiliminin göstergesidir.

 

Ayrışma ve Birleşme Diyalektiği

 

MA: Son sorumu sorayım: Çok bölünen ve dağınık bir hareket bıraktınız…

 

İK: Feodalizmden kapitalizme evrilen bir toplumda bölünme doğaldır. Çünkü birden çok sınıf, tabaka ve toplumsal katman yer almaktadır. Bu bölünüp ayrışmaların, parçalanmaların iki çizgi mücadelesi ve yüz çiçek açsın perspektifinden ele alınmaları önemlidir. Yoksa ayrışma ve bölünme manasız değildir. Sınıflı toplumun yapısı gereğidir. Elbette suni ve sistemin müdahalesi ve yönlendirmesiyle olanları ayrı tutarak konuşuyorum. Elli yıllık bu süreçten sonra artık zamanın ruhu (zeitgeist) ülke koşularındaki ekonomik kültürel değişikliğe bağlı olarak değişmiştir. Nasrettin hoca gibi “sözümüzden dönmeyelim” diye “eskiden ne söylediysek geçerlidir” diyemeyiz. Zaten birleşme söylemlerinin son süreçte fazlaca gündeme geldiğini de sıklıkla duyuyorum… Önümüzdeki zamanda ayrışma döneminden arınma ve birleşme dönemine doğru bir yönelim olacağını tahmin ediyorum…

 

MA: Birkaç grubun bir araya gelmesini abratıyorsunuz, bu coğrafya pek çok birlik gördü. Dağılır gider.

 

İK: Ben de sizin değerlendirmenizi abartılı buluyorum. Dağılsa bile düşünülmesinin ve denenmesinin de devrime değer katacağını varsaymalıyız. Eskiden olmadı şimdi de olmaz demek kaba bir endüksiyon yapmaktır. Devrimin, tecrübe ettiğine inanmak gerekiyor. Ben üstelik birliğe ilişkin duygu ve düşüncelerin evrensel planda da gerçekleşeceğine inanıyorum. Zira emperyalizm, proletaryaya ve ezilen halklara karşı ittifak içindeyse devrimin güçlerinin de birleşmesi gerektiği kanaatindeyim. Sürecin böyle ilerleme ihtimalini görüyorum. Ayrıca enternasyonal bir yönelim söz konusudur. Devrimci Enternasyonal Hareket’in fonksiyonel olamayışı günümüzde büyük bir eksiklik ve kayıptır. Bu çerçevede de yeni gelişmeler beklemek lazım.

 

 

MA: Bitireyim diyorum ama söyledikleriniz yeni sorular sorma hakkı doğuruyor. Teori mi pratik mi, belirleyen hangisi?

 

İK: Belirleyen belirlenen tartışmasını felsefeye ve filozoflara bırakalım. Varlık mı düşünce mi, deseydiniz yanıt kolaydı. Varlık dünyası her şeyin anası ve temeli olur. Oysa teori-pratik meselesi kolay değil. Birbirinden ayrılmıyor ki, şu önceseldir diyelim. Ama bana kalırsa ikisi de varlık dünyasına tabi. Yine de devrimci denilen teorisyen, varlığı parçalayacak bunu yaparken de devrimci teoriyi varlık dünyasına dayatacak güçte, cesarette ve bilinçte olmalıdır. Biliyorum “bu imkansız, teori varlık koşullarından türüyor” diyeceksiniz. Felsefede böyle olabilir. Fakat devrimci teorinin gücü, pratiğe yön göstererek mevcut varlığı, dünyayı ve uygarlığı parçalayabilmesindedir.

 

MA: Çok iyimsersiniz, ülkede ve dünyada adeta yenilgi yılları yaşanmakta. Devrimci durum pek parlak değil…

 

İK: Demin de söyledim. Devrimci durumun objektif koşulları her daim mevcuttur.  Devrimin sübjektif koşullarını ise emekçi sınıflar ve onların çıkarını savunmaktan başka çıkarları olmayan komünistler yaratacaktır. Kapitalizmin yaygınlaşması, yeni olanaklar yaratıyor. Elli yıldır, devrim potansiyel bir güç biriktirdi. Bunun açığa çıkartılması lazım. Devrimin, çoğu zaman adresi ve tarihi belli olmuyor. Aktüel olana bakarak yanılmamak gerekir. Türkiye, Kürdistan yanında Asya’nın, Avrupa’nın ve Latin Amerika toplumlarının üzerinde komünizm hayaleti gezintisini sürdürmektedir. Üstelik her zamankinden daha da hissedilir bir biçimdedir.

 

MA: Bitiriyorum: İntihar ettiğiniz söylendi!

 

İK: Güldürmeyin adamı şimdi… O dünyada da bu dünyada da feodalizmin, kapitalizmin ve emperyalizmin kökünü kazımak istiyoruz. Tarihin ve gelişmelerin yönü eşitlikçi bir dünyaya ve özgür bir geleceğe doğrudur…Ser ve sır diyalektiğini daha sonra konuşuruz… Temasta ve diyalogda kalalım. Muzaffer’e selam söyleyin… Demirtaş’a ve bütün komünizm inşacılarına da…

 

MA: Siz de Ali Haydar’a selam söyleyin… Meral’e ve Barbara’ya, Deniz’e, Mahir’e, Mazlum’a ve bütün uçurum geyiklerine de… Zaman ayırdığınız için teşekkürler…

 

İK: Ben teşekkür ederim… Konuşma imkanı yarattığınız için… Görüşmek üzere…

 

*Bu röportaj bir kurgudur.

https://mehmetakkaya.org/2021/05/17/ibrahim-kaypakkaya-ile-roportaj/


2 Şubat 2024 Cuma

Marksizm Maskesine Gizlenmiş Düşman: Revizyonizm_Devrimci Demokrasi


 29 Ocak 2024

Revizyonizm enternasyonel proleter harekettin içinde burjuva bir etki olarak yirminci yüzyılın başında ortaya çıktı. Öz olarak Marksist görünüm altında Marksizmin çarpıtılması, yozlaştırılmasıdır. Revizyonizmin sözlük kökeni Latince re-videre’den gelir. Tekrar bakmak, yeniden gözden geçirmek anlamına gelir.

Marksizmin gözden geçirilmesi adı altında en temel ilkeleri çarpıtılır. Revizyonizm söz konusu olunca ilkin Bernstein akla gelir ama 1914 yılında Avrupa’da dönemin komünist partileri olan sosyal demokratlar Marksizmin karşısına geçen bu düşman akımın temsilcileri oldular.

Bernstein, Kautsky, Deng Xiaoping, Enver Hoca , Avro komünistler, post Marksistlere kadar içinde bulundukları döneme uygun Marksizmin ideolojik, siyasi temel prensiplerini değiştirmeye kalkışanlar aynı hamurdan yoğrulmuştur.

Bu kimin hangi sınıfın hamurudur derseniz; Burjuvazinin.

Revizyonist siyasi çizgi sosyalist sınıf hareketi içinden gelişen bir akım olarak Marksist-Leninist yada Marksist, Leninist, Maoist iddia, görüntü altında yürütülür ve devrim amacı unutturulur.

 Reformculuk, parlamentarizm, sosyal şovenizm biçimleriyle Marksizmin üstünde tepinilir.

 Sınıf savaşımını değil, sınıflar arasında uzlaşmayı esas alan revizyonizm sınıf hareketi içinde burjuvazinin eli ayağı kafasıdır ve karşı devrimci bir yönelimdir.

Avrupa sınıf hareketi içinde türemiştir ama orayla sınırlı kalmamış uluslararası nitelik almıştır.

 

Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) 20. Kongrede Marksizm, Leninizm silahını elinden attı.

 Stalin’e küfür, itibarsızlaştırma politikasını vitrine koydu. Bu çok sarsıcı, uluslararası etki bırakan ve tarihin akışına yön veren bir olay ve dönüştü.

Mao Zedung komünist ülkede ve komünist partisi içinden türeyen ve egemen olan burjuvaziyi gördü ve 1957-63 polemiklerinde bürokrat burjuvazinin revizyonist yönelimine karşı ideolojik mücadele yürüttü.  Fakat SBKP’nin enternasyonel kanıtlanmış saygınlığı, büyük prestiji ve komünizm cephesinin esas üssü olması itibarıyla diğer komünist partilerin doğru ve yanlışı birbirinden ayırmasını zorlaştırdı.

Bu durum Sovyetler’de Kuroşçov önderliğinde bürokrat burjuva modern revizyonistlerin saçmalıklarının görülmesini de engelledi.

 Mao Zedung’un güçlü ideolojik mücadele direncine rağmen revizyonizm salgını ÇKP’nide etkiledi. İç mücadele keskinleşti. Tarihin en büyük kitle eleştirisi Büyük Proleter Kültür Devrimi (BPKD) parti içindeki burjuvaziye karşı bir barikat ve duruştu.

 Fakat Mao Zedung’un ölümünden hemen sonra pusuda bekleyen Deng Xioping liderliğindeki revizyonistler tarafından bir çok önder kadro tutuklanmış, infaz edilmiş ve darbe tertibiyle, komplolarla ÇKP yönetimine egemen oldular. Revizyonizmi Marksizm-Leninizm olarak selamlayan partiler SBKP’yi takip ettiler.

 Mao Zedung’un M-L çizgisini takip eden Marksist-Leninist-Maoistler komünist devrimi yolundan saptıran SBKP’nin modern revizyonist karşı-devrimci burjuva çizgisine cepheden karşı durdular.

1957 sonrası SBKP’nin arkasına takılanlar tarihin yanlış tarafında yer aldılar, Marksizme düşman akıma karşı duran Marksist-Leninist-Maoistler ise tarihin doğru tarafında yer aldılar. Tarih bunu gösterdi. Keza Maoizme karşı cephe alan Enver Hocacı dogmatik revizyonist akımın da tarihin yanlış tarafında durdukları görüldü. Sosyalist ülkelerin yenilgisi dünya işçi sınıfı, emekçi halkları ve ezilen ulusları için büyük teorik ve pratik gerileme ve kayıp oldu. Buna rağmen her bir yerde devrimci sınıf mücadelesi evrensel zincirin birer halkaları şeklinde özgün şartları içinde sürdü, sürmektedir.

 

Sovyetler Birliği ülkeleri ve Çin’in yenilgisi Marksizm-Leninizm-Maoizm teorisinin yenilgisi değildi; olamazdı. Marksizm somut şartların somut tahliliydi ve sınıf bilinçli proletarya kendisine sağlanan bilim ile iktisadi ve toplumsal hal ve şartları somut olarak analiz ederek mücadelesini sürdürecektir. Marksizm evrenseldir, zafer kazanmış ülkelerin sınırlarına hapsedilemez.

Yada zafer kazanmış devrimin yenilgisiyle de Marksizme ömür biçilemez, “öldü” denilemez. Çünkü ölecek teori değildir; canlıdır. Aksine MLM her dönem nesnel şartlar üzerinde işçi sınıfının somut analize dayalı evrensel mücadele silahıdır. Yani, daima güncel, ezilen ve sömürülenlerin elinde, devrimci kitleler ile yaşayan bir silahtır. Uluslararası komünist hareketin gerilemesi ve zayıflığına bakarak sorunu MLM bilimde arayanlar ya materyalist düşünmüyorlar yada bilinçli olarak meseleyi çarpıtmaktadırlar.

 Ortası yoktur.

 

Revizyonist teorisyenler genelde eskiden Marks, Engels’in, günümüzde ise bununla birlikte Lenin, Stalin, Mao’nun sosyalizm ve kapitalizme, sınıf mücadelesine ilişkin kendi zamanlarındaki koşulların gerçekleşliğini ifade ettiler ama günümüzün gerçekleri çok farklı -sanki eskiye dönülsün diyenler varmış gibi- olduğunu belirterek Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao’nun temel tezleriyle bugüne cevap verilemeyeceğini çeşitli teorilerle ileri sürmektedirler.

Özünde Marksizmin temel tezleri tahrip edilme faaliyeti sürdürülür. Marksist görüntü altında Marksizmsiz bir Marksistlik. Sınıf mücadelesiz bir Marksizm yada iktidar hedefi gütmeyen ruhu ve iradesi alınmış bir Marksizm! Evet tüm bunların örnekleri mevcuttur.

 

Lenin’in tespiti ne kadar da isabetli. Demiştir ki, Marksizmin bilimsel teorik gücü düşmanlarını Marksizm maskesi altında saklanmaya zorlar.

Burjuvazinin safına geçen sosyal demokratlardan tutalım da, SBKP’nde devrime sırtını dönen bürokrat burjuva modern revizyonistlere, Deng Xioping, Enver Hoca takipçilerine kadar hepsi en tutarlı Marksizm uygulayıcıları olduklarının teorisini yaptılar ama kapitalist dünyaya teslim oldular.

 Komünizm teori ve pratiğini yozlaştırdılar, çarpıttılar, bilim adına çarpık, tutarsız düşünceler ileri sürdüler.

 

Yirminci kongrede 1956’da proletarya diktatörlüğünü reddedip Stalin yoldaşa karalama kampanyası başlatılmasıyla Sovyetlerde kapitalizmin restorasyonuna başlandı.

SBKP kongre kararında sınıf mücadelesinin ortadan kalkmasıyla birlikte proletarya diktatörlüğünün SSCB’de “aşıldığı”nı, sınıf devleti olmaktan çıktığı ve SSCB’nin “tüm halkın devleti” olduğu ve kulağa hoş gelen ifadeyle “her şey insan için” sloganıyla “komünizm inşasına” girişildiği ilan edilmişti. Peki ne oldu?. Sınıfların ortadan kalktığı belirtilmişti burjuvazi koltuğa oturdu.

 Bu revizyonist kırılma ile birlikte mezarı üstüne pislikler döküldü, onun şahsında komünizm, Marksizm teorisi ve pratiğine saldırının önü açıldı. Eş zamanlı olarak “komünizm inşasına girişildiği” zaman aralığında kapitalizmin inşasına girişildiğini tarih gösterdi. Revizyonizmin “proletarya diktatörlüğünü aşmak”la işe başlaması rastlantı değil, Marksizmin temel ilkelerinin reddi, sınıf savaşımının reddi ile ilgili bir pozisyon alıştır.

 

Modern revizyonizmin teorik muhtevası bu tarihi kırılmaya denk düşen ihtiyaçlara uygun dolduruldu. Büyük laflar edildi, gerçekler teoriye uyduruldu. Emek sermaye çelişkisi kapitalizmin sınırları içinde çözülebilir tezi hortlatıldı. İşçiler ve işverenler, sömürenler ile sömürülenlerin eşit haklara sahip ortaklar gibi -aynı gemideyiz hesabıyla- davranmalarının maddi temelinin oluştuğu bir kapitalizmden söz edildi. Bu durumda sınıf mücadelesi tezinin geçerli olamayacağı, kapitalist sistemlerde demokrasinin geliştiği, sosyalizm ile kapitalizm arasında ortaya çıkan yakınlaşma ile sosyalizm yolunda ilerlenildiği tezleri utanmazca, rezilce komünist kimlik altında savunuldu.

 Sınıflar arasında mücadele yerine sınıfların uzlaştığı politik, siyasi kültürün ortaya çıktığı ileri sürüldü. Gerçekte ise sınıfların uzlaştığı falan yoktu, kendileri emperyalist dünya burjuvazisinin safına geçmeye karar vermişlerdi ve maddi dayanaktan yoksun teoriyi de nesnel gerçeklerin yerine koymuşlardı. Burjuvazi dışarıda değil, komünist partinin içindeydi ve SBKP tarihi kırılmayla sosyal demokratlaşmıştı.

 

Kuroşçev liderliğinde işçi sınıfı partisinden “halk partisi”ne, proletarya diktatörlüğü devletinden “tüm halk devleti”ne geçişle “komünizmin inşa edileceği” müjdelenmişti. Fakat Marksizmin kızıl bayrağı yerlere atılmış, kapitalizmin lanetli bayrağı omuzlanmıştı, Eduard Bernstein, K. Kautsky ve devamcıları bilumum revizyonizmin sınıf işbirliği yoluna girilmişti.

İşçi sınıfı partisi olmanın tarihsel misyonu yadsındı ve zıddı olan burjuva sınıf partisine dönüştü ve cenazesi kaldırıldı. Tarih onların belirttiği şekilde akmıyor. Kapitalizmin belli başlı kaçınılmaz çelişkileri şiddetlenmiş muhtevasıyla sosyalizmin kaçınılmazlığını göstermeye devam ediyor.

 

Revizyonizm söz konusu olduğunda donuk bir teori olarak düşünülmemeli. Marksizm-Leninizm-Maoizm temel ilkelerini değiştirme çalışmaları çok yönlü sürmektedir. Çarpık fikirlerine hazır kılıf var ellerinde, değişen yeni ekonomik ve toplumsal şartlara ayak uydurmak, cevap olmak!

Yukarıda dikkat çektiğimiz reddiyeler ile “yenilikçilik” kılıfı ne kadar tanıdık değil mi?!

Maoist partide, Kaypakkaya güzergahında proletarya diktatörlüğünü reddedenlerde aynı kılıfı M-L-M ilkelerini çarpıtan teorilerin üzerine geçirmişlerdi. “Yeni şartlara ayak uydurmak”!

 

Şu gözden kaçırılmamalı, revizyonizm bir bütün olarak Marksizm teorisi ve pratiğini reddetmez. En önemli ilkelerini bozar, yozlaştırır, reddeder ve bunu yaparken kendisi Marksist iddiasını sürdürür.

Revizyonizmin tek biçimi yoktur, dönemin şartlarına, politik atmosferin içinde çıkan türlerine kendi özgünlükleri dikkate alınarak, ayrıştırılarak mücadele yürütülmesi gerekir. Örneğin, M-L iddialı olup Maoizme “modern revizyonizm” diyen revizyonizm türü olduğu gibi, M-L-M iddialı olup komünizm mücadelesinde temel proletarya diktatörlüğü ilkesini reddeden revizyonizm türü de var. Bu ve benzer çeşitlilik ayrıştırılarak ideolojik mücadele yürütülmeli.

 

Türkiye ve Kuzey Kürdistan sınıf hareketinde revizyonist teori ve pratiklerin çeşitli örnekleri mevcuttur. Maoist parti zararlı akımlara karşı ideolojik mücadele yürütmenin stratejik görev olduğu bilinciyle hareket eder. Güncel olarak tasfiyecilik devrimci hareketi kemirmektedir.

Reformizm ise hâlâ devrim hareketi için baş tehlikedir. Parlamentarist, pasifist, legalist zeminde söylemde devrimci gerçekte devrimci sınıf savaşımı yerine reformculuğun konulması, keza sınıf bilinci, mücadelesi ve kurtuluş gayesini bir kenara atan ve ekonomik taleplerle sınırlı istekleri öne alan ekonomizm, proletarya enternasyonalizm ilkesini çiğneyip “kendi” burjuvazisi safına kayarak proletaryanın uluslar ötesi enternasyonel evrensel kardeşliği ve sınıf birliğini ihmal eden, yozlaştıran sosyal şovenizm, sınıf mücadelesi komünist partinin sosyalist devrimde önderlik rolü, işçi sınıfı demokrasisi ve sınıf egemenliği anlamına gelen proletarya diktatörlüğünü, işçi sınıfının biricik devrimci sınıf olarak tarihsel rolünü reddeden teorik ve siyasi yönelimler birer revizyonizm örnekleridir.

 Keza toplumsal koşulların diyalektik materyalist felsefi bakışla analiz edilmesi yerine felsefi idealizm, olguların yerine fikirleri koyan öznelcilik M-L-M teori kavram tespit ve görüşler yerine burjuva fikir ve kategorilerin konulması; başta Stalin, Mao Zedung olmak üzere kimi olaylar tarihi nesnel bağlamından koparılarak sahte, ikiyüzlü burjuva ahlak ölçüleriyle komünist önderlerin karalanması, bunun üzerinden subjektif tek yanlı biçimde sosyalizm olumsuzlanması, proletaryanın büyük önderlerinin karşı karşıya konulması; birbirinin devamı ve somut koşullara dayanarak devrim hareketiyle gelişen proleter devrim teorisi ve pratiğinin M-L-M’in bütünlüğünün yadsınması, kimilerin Mao’nun kimilerinin ise Stalin’in Marksizme katkılarını reddetmesi gibi, kimilerin ise gelinen aşamada Marksizmsiz komünizm/komünistlik yapma iddiaları gibi çok çeşitli revizyonizm türü mevcuttur.

 

Marksizm-Leninizm-Maoizm’den sapılması kaçınılmaz olarak revizyonizme yakınlaştırır ve bu tasfiyeciliğinde kaynağıdır. Bize gerekli olan revizyonizm değil, Marksizmi uygulamaktır.

Toplumsal değişimleri gözden kaçırmadan analiz ederek çıkan sonuçların gösterdiği yönde -ki Maoist parti teorisini olguların tahliline dayandırarak yönünü belirlemiştir- sınıf mücadelesinin geliştirilmesi Maoist komünistlerin görevidir.

https://www.devrimcidemokrasi3.org/marksizm-maskesine-gizlenmis-dusman-revizyonizm/

1 Şubat 2024 Perşembe

HALİL GÜNDOĞAN'IN İTTİFAKLAR SORUNUNA ELEŞTİRİ_Fikret Karavaz


 

        HALİL GÜNDOĞAN'IN İTTİFAKLAR SORUNUNA İLİŞKİN YAZIMA GETİRDİĞİ ELEŞTİRİ ÜZERİNE

Halil Gündoğan kendi bloğunda 3 Kasım 2020 Tarihli bir yazısında benim İttifaklar Sorunu Üzerine yazdığım bir yazıyı eleştiriyor. Halil Gündoğan’ın Partizanın Defteri sayfasında bir kaç kez yayınlanmış aynı başlıklı yazılardan hangisini esas aldığını bilmiyorum. Fakat Halil Gündoğan’ın eleştirisinde bir çok mantıksal tutarsızlık belirgin olarak kendisini göstermektedir.

Bu arada Halil Gündoğan beni tanımadığını söylüyor. Ben Kaypakkaya geleneğinden biriyim. Bir dönem de Güneşin Sofrası’nda Kazım Gündoğan ile beraberdik. Ben de Halil Gündoğan’ı gıyabında tanıyorum.

 

Halil Gündoğan’ın eleştiri yazısındaki mantıksal tutarsızlıklardan bir tanesi İttifaklar sorununun strateji ve ideolojiyle ilşkisine dair. Şöyle ki Halil Gündoğan eleştirisinin başlangıcında ittifaklar sorununa dair şöyle bir belirleme yapıyor:  ”Öncelikle belirtmek gerekiyorki Komünist Devrimciler için ittifaklar sorunu ideolojik-ilkesel bir sorun olmayıp; siyasal mücadelenin taktiksel bir sorunudur.

 

Dolayısıylada sorun her türlü katı- basma kalıp formülerin dışında, günün objektif ve subjektif somut koşulları içerisinde, dinamik olarak ele alınacak bir sorundur.”  Halil Gündoğan daha sonra eleştirisinin ilerleyen bölümlerinde ittifaklar sorununa dair birinci belirlemesini yadsıyan başka bir belirleme daha yapıyor:  ”Somut olarak ittifaklar sorununda irdelenecek olursa görülecektirki; “Maoist Birleşik Halk Cephesi anlayışı”, devrim mücadelesinin başarıya ulaşmasının “olmazsa olmaz” üç stratejik silahından biri olan ittifaklar sorununda, komünist-devrimcileri esasen silahsızlandırmaktadır.

 

Çünkü öngörülen anlayış; komünist-devrimcileri, öncelikle yarı-sömürge, yarı-feodal sosyo-ekonomik koşullar ile sınırlıyor. Ve buna göre de o basma kalıp şablon ile reçeteler yazmaya koşulluyor:”  Bu iki belirleme açıkça birbirini yadsıyan belirlemelerdir. Halil Gündoğan, birinci belirlemesinde ittifaklar sorununu taktiğe indirgedikten sonra ikinci belrlemesinde ” ittifaklar sorununu devrim mücadelesinin başarıya ulaşmasının olmazsa olmaz üç stratejik silahından biri olarak değerlendiriyor.

 

Şimdi, bu belirlemelerden hangisi doğru? Kuşkusuz ikinci belirleme doğru. Çünkü ittifaklar sorunundaki taktik anlayışlar devrim stratejisi ve ideolojisinden bağımsız olarak ele alınamaz. Bu demek değildir ki bir devrim sürecinin bütün ittifaklar siyaseti stratejiktir. Bir devrim süreci için stratejik ittfaklar olabileceği gibi taktik ittfaklarda mümkündür.

 

 Örneğin, Sovyet ve Çin devrimlerinde proletaryanın öncüsünün köylülükle yaptığı ittifak stratejik bir ittifakken, Sovyetler Birliği’nin ikinci emperyalist paylaşım savaşında Alman faşizmine karşı Müttefik devletlerle yaptığı ittifak taktik bir ittifaktır. Bir ittifakın stratejik olması demek belirli bir çelişkide çelişkinin devrimci tarafında duran unsurları kapsaması demektir.

 

Örneğin, demokratik devrim aşamasında işçi sınıfının köylülükle yaptığı ittifak stratejik bir ittifaktır. Çünkü bu ittifak gerçekleşmeden işçi sınıfının tek başına iktidarı ele geçirmesi ve sosyalizmi inşa etmesi mümkün değildir. İşçi sınıfı ile köylülük arasındaki ittifak, köylü sorununun çözülmediği, köylülüğün farklılaşma sürecinin halen devam ettiği coğrafyalarda stratejik bir ittifaktır.

 

Dolayısıyla, bir devrim sürecinde proletaryanın politik öznesi öncelikle devrimden menfaati bulunan sınıflar arasında stratejik ittifakları gerçekleştirme mücadelesi sürdürür; bunun yol ve yöntemleri üzerinde yoğunlaşır.

 

Sratejik ittifaklar bir coğrafyanın devrim sürecinin temel stratejik yönelimlerini, esas ve tali mücadele araç ve yöntemlerini belirler. Stratejik ittifakları taktiğe indirgemek esas ve tali mücadele araç ve yöntemleri arasındaki ayrımı belirsizleştirmek anlamına gelir. Köylü sorununun çözülmediği, köylülüğün farklılaşma sürecinin tamamlanmadığı yarı-feodal coğrafyalarda köylülük temel güç, proletarya ideolojik güçtür. Maoist Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi temel güç olan köylülüğe dayanılarak inşa edilir.

 

  Halil Gündoğan eleştirisinin devamında kendine has belirlemeler yapmaya devam ediyor.

 Örneğin şöyle diyor:

”“Halkın Birleşik Cephesi, işçi-köylü temel ittifakı üzerinde, devrimden çıkarı olan anti-feodal, anti-emperyalist ve anti-komprador sınıf ve katmanların ittifakıdır. Esası toprak devrimi olan Demokratik Halk Devrimi sürecinde milli burjuvazi, bu ittifakın vazgeçilemez bileşenidir. Halkın Birleşik Cephesi (HBC), KP öderliğini şart koşar. Halkın birleşik cephesinin kurulabilmesi için KP önderliğinde bir veya birkaç bölgede kızıl siyasi üslerin kurulmuş olması gerekir.

 

Bu, yürütülen savaşın en azından stratejik denge aşamasında olması anlamına gelir. KP bu güce, savaş bu düzeye varmadan HBC kurulamaz. KP önderliğinde kurulmamış olan ittifaklar da hem HBC olarak tanımlanamazlar ve hemde bunlar içinde yer almak kuyrukçu, sınıf işbirlikçi pozisyona düşürür.

HBC bir iktidar orgaınıdır. Devrimle kurulacak yeni demokrasinin iktidar organıdır ve milli burjuvazi, sosyalist devrime kadar bu halk iktidarının bir bileşeni olarak varlığını devam ettirir.”“Maoist HBC anlayışı” diye sunulan sol-sübjektif perspektifin kaba özeti budur!

Görüleceği üzere bu perspektifte;

 a-) ülkenin sosyo-ekonomik yapısında yaşanmış olan değişim ve dönüşümlerin, örneğin kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale geçmiş olmasının ve bunun devrim aşamasında ve ittifaklar sorununda ne tür farklılaşmalar yarattığının bir önemi bulunmuyor.

b-) Türkiye ve K.Kürdistan somutunda yaşanan gelişmelerin tolumsal ve ulusal çelişmeleri ve keza savaş strateji ve taktiklerini nasıl etkilediği ve değiştirdiğinin bir hükmü bulunmuyor.

Türkiye ve K. Kürdistan’ın iki farklı sosyo-ekonomik yapıya, iki farklı devrim aşamasına ve iki farklı devrim stratejisine, iki farklı itifaklar siyasetine ve bunlarla birlikte çok daha ivedilikle öne çıkan birleşik devrim stratejisi ihtiyacına göre devrim teorisini yenilemek geregtiğinin bir önemi bulunmuyor.

 c-) derimci mücadelenin öncü öznesi olarak komünist-devrimcilerin, devrimci mücadeleye fiilen başladıkları andan itibaren, mücadelenin herbir evresini başarıyla tamamlayabilmek için, mücadelenin farklı herbir evresinde düşmanı o özgülün somutunda yenilgiye uğratma mücadelesinin de, Lenin’in önemle vurguladığı tarzda bir “kitlesel müttefikler” siyasetiyle mümkün olabileceğinin bir önemi bulunmuyor. Komünist-devrimcilerin, diğer sınıf ve katmanlara, onların siyasal önderi örgütlerine önderliklerini kabul ettirecek o güçlü duruma hangi mücadele yol ve araçlarını kulanarak varabileceklerinin bir önemi bulunmuyor. (Tipik bir öncü savaş mantığı mı güdülüyor acaba?

Biz gerilla mücadelesiyle düşmana darbeler vurdukça, düşman zayıflayacak ve ters orantılı olarak bizde güçleneceğiz. Ve böylece kitleleşeceğiz. Işte bu sayede devrimden çıkarı bulunan diğer sınıf ve katmanlar dahil, milli burjuvazinin sol kanadıda önderliğimizi kabul ederek HBC’yi oluşturma koşularını olgunlaştırmış olacağız.) vs. vs.Fikret’in yaklaşımı da bunun tipik örneklerindendir. Lenin referansıyla konu özgülündeki doğmatik-mekanik yaklaşıların eleştirisi yapılmak istenmişse de ancak anlaşılan o ki, tedrisatından geçtiği “Maoizim” buna pek fazla şans tanımamış. Karşımızda farklı versiyonuyla kaskatı bir dogmatizm var.”

 

  Şimdi, bu belirleme neresinden tutsanız elinizde kalacak bir belirleme. Birincisi, Halil Gündoğan coğrafyamızda kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale geldiğine inanıyor. İnanıyor diyoruz; çünkü, tarımda kapitalist üretim ilişkilerinin nasıl hakim hale geldiğine dair gösterilen herhangibir veri yok. Öyle ise biraz Anadolu ve Kürdistan coğrafyasının sosyoekonomik yapısından bahsetmek gerekiyor.        

 

Anadoluda bugüne kadar başlamış ve tamamlanmış hiçbir toplumsal devrim yoktur.İkinci meşrutiyete kadar olanların tamamı emperyalistlerin güdümündeki reform hareketleri idi zaten.İkinci Meşrutiyet ise cılız bir burjuva hareketi olup,başarısızlıkla sonuçlanmış,hareketin başındakiler emperyalistlerle birlikte kapitalist ve feodal üretim ilşkilerini yan yana sürdürmüşlerdir.İkinci meşrutiyetin ilanındada cumhuriyetin ilanındadan sonra da iktidardaki toplumsal sınıflar önceki toplumsal sınıflarla aynıdır.      Cumhuriyetle birlikte elbette ki değişen bazı şeyler vardır.

Cumhuriyetten önceki komprador büyük burjuvazinin, toprak ağalarınıneski bürokrasinin,ulemanın yerini,ulusal karakterdeki orta burjuvazi içinden güçlenerek çıkan emperyalizmle komprador ilişkilere giren Türk ve Kürt burjuvazisi ve eski Türk ve Kürt komprador burjuvazi ve toprak ağalarının bir kısmı aldı.      

 

Anadoluda bugün istihdam edilen 22 594 000 kişinin yaklaşık %61’i üçretli veya yevmiyeli,%25’i kendi hesabına çalışan, veya işveren,%13,6’sı ücretsiz aile işçisidir.    

 Ücretli ve maaşlı olan13 762 000 kişinin 527 000 i tarım, 4 950 000 i sanayi, 8 285 000 i hizmet sektöründe çalışmaktadır. Kendi hesabına çalışan 5 750 000 kişinin 2 513 000 i tarım, 883 000 i sanayi, 2 354 000 i hizmet sektöründe çalışmaktadır.Ücretsiz ailşe işcisi olan 3 083 000 kişinin 2 643 000 i tarım, 94 000 i sanayi, 346 000 i  hizmet sektöründe faaliyet göstermektedir.

     Kendi hesabına çalışan 5 750 000 kişinin %90 ı 1-4 kişi çalıştıran iş yeri sahibi,%6 sı 5-9 kişi çalıştıran iş yeri sahibi,%2 si 10-24 kişi çalıştıran iş yeri sahibi, %1 i 25-49 kişi çalıştıran işyeri sahibi ve %0,5 i 50 kişiden fazla işçi çalıştıran işyeri sahibidir.   

    Ücretsiz aile işçisi olan 3 083 000 kişinin %86 sı 1-4 kişi çalıştıran işyerlerinde, %0,6 sı 10-24 kişi çalıştıran işyerlerinde, %0,03 ü 25-49 kişi çalıştıran işyerlerinde, %0,03 ü 50 den fazla kişi çalıştıran işyerlerinde çalışmaktadır.   

    Merkezi feodal Osmanlı imparatorluğu döneminde, küçük üreticilere toprağın küçük parçalar halinde sadece kullanım hakkını veren Asya tipi üretim biçimi uygulandığından bu olgu önce köylülüğün farklılaşmasını yavaşlatmış el zanaatları ve manifaktürün gelişimini ve buna bağlı olarak ilkel birikimi engellemiştir.

Sonrasında emperyalizmin önce meta ihracı ve sonrasında sermaye ihracı ile zaten güdük olan ve ilkel iş aletleri ile üretim yapan el zanaatlarını ve manüfaktürü çökertmesi ile yerli sanayinin gelişmesi engellendiği gibi karşılıklı diyalektik etki ile tarımda kapitalist üretim ilşkileri gelişememiştir.      

 

Anadoluda toprak mülküyeti, 1924 Anayasası ile güvence altına alınmış,eski tımar vb. toprakları işleyenlere,bu durumu kanıtlamaları halinde,bu toprakları mülküyetlerine geçireceklerine ilşkin yasanın çıkışından sonra bir çok nüfuzlu esnaf, büyük toprak sahibi, ellerindeki eski osmanlı belgelerini mahkemelere sunarak bu toprakları sahiplenmişlerdir.

        Osmanlı döneminden beri emperyalizm bir taraftan ülkedeki hammaddeleri talan etmekte,artı-değerin önemli bir bölümünü borçlandırma ile kendi hanesine aktarmaya devam etmektedir.Emperyalizm, bunu yaparken,kapitalizm öncesi geri üretim ilşkilerini korumakta, tarımın ve sanayinin gelişmesine engel olmaktadır.Bu talan ve soygun sisteminde küçük üretici köylü topraktan ve üretim araçlarından belli bir oranda kopmaktadır.

Böylece özgür emekçilerin sayısı her geçen gün artmaktadır.Fakat bu artışın çok yavaş ve sancılı olduğu, tarım kesiminde yoksul ve küçük köylü üreticilerinin, sanayi kesiminde mikro ve küçük işletmelerin çokluğundan anlaşılmaktadır.Anadoludaki tarım ve sanayinin emperyalizmle ilişkisi artarak sürmekte, tarım ve tarım dışında gelişen ilkel birikimin geri üretim ilşkilerini tasfiyesi engellenmektedir.    

 

  İlkel birikim denilen kavram serf niteliğinde topraksız köylülüğün ve küçük üretici köylünün üretim araçlarından ayrılması buna karşılık üretim araçlarının belirli ellerde toplanarak sermayeye dönüşmesidir.Kapitalizmin kendi dinamikleri ile geliştiği bir süreçteki ilkel birikim kavramı ile komprador kapitalizmin yarattığı ilkel birikim işlevsel olrak farklı olgulardır.Birinci olguda kapitalizmin gelişmesi ve ilkel birikimin gerçekleşmesi geri üretim ilşkilerinin tasfiyesi ile doğru orantılı iken ikinci olguda komprador kapitalizm bizzat geri üretim ilşkileri zemininde geliştiğinden bu ilşkileri koruyup sürdürmesi esas eğilimidir.      

 

  Tarımda etkinlik gösteren 3 022 127 işletmenin arazi büyüklüğüne ve dahil edildikleri toplumsal sınıflara göre dağılımı  şöyledir: 

        Tarımda etkinlik gösteren işletmelerin 1 952 142 si yoksul ve küçük köylü işletmelerdir. Bu işletmeler Anadoludaki tarım işletmelerinin %68 i olup, işlettiği arazi miktarı Anadoludaki toplam arazinin %21 idir ve bu işletmelerde bir traktöre düşen arazi miktarı 9 dekardır.

Orta köylü işletmelerin sayısı 887 376 dır ve bu işletmeler Anadoluda tarım işletmelerinin %29 u olup, işlettikleri arazi miktarı, Anadoludaki toplam arazinin%45 idir ve bu işletmelerde bir traktöre düşen arazi miktarı 25 dekardır. Zengin köylüler 171 113 işletmeye sahiptir ve bu işletmeler, Anadoludaki toplam işletmelerin %6 sı olup, işlettikleri arazi miktarı,Anadoludaki toplam arazi miktarının %29 udur ve bir traktöre düşen arazi miktarı 730 dekardır.Büyük toprak sahipleri ve toprak ağaları 2 477 işletmeye sahip olup, bu iletmeler Anadoludaki toplam işletmelerin %0,15 i olup, işlettikleri arazi miktarı, Anadoludaki toplam arazinin %5 dir ve bir traktöre düşen arazi miktarı 1 265 dekardır.    

 

  Yoksul ve küçük köylülerden arazi,si olanların %88 i yalnız kendi arazisini işlerken,diğerleri hem kendi arazisini hem zilyetlikle,hem kendi arazisini hem başkasının arazisini işletmektedir.Arazisi olmayanlar ise,kirayla,ortakçılıkla, diğer şekilde, iki yada daha fazla tasarruf şekli ile arazi işletmektedir.      

 

  Orta köylülerden arazisi olanların %79 u yalnız kendi arazisini, işletirken,diğerleri,zilyetlikle,hem kendi arazisini hem zilyetlikle,hem kendi arazisini hem başkasının arazisini işletmektedir.Arazisi olmayanlar kirayla, ortakçılıkla,diğer şekilde, iki veya daha fazla tasarruf şekliyle arazi işletmektedir.      

 

  Zengin köylülerden arazisi olanların %70 i yalnız kendi arazisini işletirken, diğerlerinin çok küçük bir bölümü zilyetlik, hem zilyetlik hem kendi arazisini işletirken, çok büyük bölümü hem kendi arazisini hem başkasının arazisini işletmektedir.Arazisi olmayanlar, tasarruf biçimlerinin tümüyle arazi işletirken, esas olarak kiracılık ve ortakçılık ile arazi işletmektedir.        

 

Büyük toprak sahiplerinin ve toprak ağalarının arazisi olanların %49 u yalnızca kendi arazisini işletirken, dğerleri topraklarını arazi tasarruf biçiminin tümüyle işletmekte, esas olarak, hem kendi arazisini hem başkasının arazisini işletenlerle işletmektedir.Arazisi olmayanlar ise, bütün tasarruf biçimleri ile arazi işletmekle birlikte, arazi işlettikleri esas tasarruf biçimi ortakçılıktır.        

 

Yoksul ve küçük köylü üreticilerinin büyük çoğunluğu, toprak sahipleri ile  veya temsilcileri ile zilyetlik, ortakçılık ve diğer feodal ilişkiler içinde değildir.Ancak Anadolu tarımında feodalizm esas olarak değişim sürecinden ziyade üretim sürecinin kendisindedir.

Küçük meta üretimi yapan köylülük esas olarak kendi geçimlik ihtiyacı için kulanım değeri üretmektedir.Ürünün sonradan metalaşması bu gerçekliği değiştirmez ve bu kullanım değeri üretilirken yine belirleyici olarak satın alınmış emek değil aile emeği kullanılır.Yani emeğin kendisi metalaşmamaktadır.

Artı ürünün bir kısmı zorunlu olarak diğer geçim araçlarını edinmek için metalaşır.Bu değişim sürecinde tefeci, tüccar ve tefeci, tüccar niteliğindeki devlet köylünün artı-emeğine el koymaktadır.Ürünün metalaşma sürecinde ürününü pazara götürecek olanağı olmadığından köylü ürünü pazar fiyatının altında bir fiyatla elden çıkarır.

Ama esas sömürü şu olgudadır ki metalaşan ürünün kar realizasyonu tefeci, tüccar yada tefeci tüccar niteliğindeki devletle değişim sürecinde sonlanmaz;kar realizasyonu mamul maddenin yani sanayi ürününün pazara sunumu ile tamamlanır.İşte bu olgu, komprador kapitalizmin niteliği gereği gereksinim duyduğu ucuz hammaddenin yaratılmasının dinamiğinin tarımda küçük meta üretimi olduğu gerçeğinden kaynaklanır.    

 

  Bu anlaşılır bir şeydir; eğer tarımda kapitalist ülkelerde olduğu gibi esas olarak satın alınmış emek kullanılsa idi ve bir tarafta üretim araçlarından yoksun emek kitlesi diğer tarafta üretim araçlarını ve toprağı sermayeye dönüştürmüş olan kapitalistler şeklinde bir sınıfsal bölünme oluşsaydı, kapitalizm kendi dinamikleri ile gelişecek ve ilkel birikim süreci tamamlanacaktı.Ancak emperyalizm ve ona bağlı olarak gelişen komprador ilşkiler bizzat kar realizasyonunu tarımın bu yarı-feodal niteliğinin yani küçük meta üretiminin çelişkileri ile gerçekleştirmektedirler.

         Komprador kapitalizm ve emperyalizmin gereksinim duyduğu ucuz hammadde ve hatta ucuz iş gücünü yaratan üretim ve hatta değişim süreci feodal karakterde olan küçük meta üretimidir.Komprador kapitalizmin ilkel birkimin oluşmasını engellediği iddaları doğru değildir.Büyük komprador holdinklerin kökeninde tefeci, tüccar sermayesi ve toprak ağalığı vardır.Oluşan bu sermaye birikimi tarımda küçük meta üretimini tasfiyeye yönelemez çünkü bizzat onun üstüne inşa edilmiştir.        Başkasının toprağını işletenler işletmeyenlere göre çok daha kötü koşullarda üretim yapmaktadır.

Ortakçılıkla kiracılık, kapitalist üretim biçimine yakınlığı ile karşılaştırıldığında, kiracılık daha yakındır.Ortakçılıkta, hasat iyi de olsa kötü de olsa, ürün önceden anlaşıldığı şekilde toprağı işletenle toprak sahibi arasında bölüşülmektedir.Kiracılıkta durum daha farklıdır.Hasat iyi olduğunda kira rahatlıkla ödenebilmektedir.

Toprak verimliyse, ürün pazarda değer buluyorsa, ücretli işçi bile çalıştırılıp,kapitalist ilşkilere girilebilmektedir.Hasat kötü olduğunda, üretici kirayı ödeyememekte,ödediyse de kendisine bir şey kalmadığından, tefeciyle, tüccarla ilşkiye girmekte, daha önceden ilşkisi varsa, bu ilşkiler, kendi aleyhine dönüşmekte, topraktan ve üretim araçlarından kopmaktadır.

        Köylülüğün topraktan ve üretim araçlarından kopma süreci komprador kapitalizm koşularında kapitalizmmin kendi dinamikleri ile geliştiği koşulardan farklıdır.Bir taraftan giderek bölünen arazi ve yoğun sömürü yoksul ve küçük köylülüğü ve hatta orta köylülüğü topraktan koparırken köylülüğün oldukça önemli bir kısmı proleterleşmemekte ve yarı proletere dönüşmektedir.

Tarımla ilişkisini toprağını ortakçı veya kiracıya bırakarak sürdüren bu kitle komprador kapitalizme ucuz iş gücü ve yedek iş gücü yaratmaktadır.Yarı- proleterler ücrete karşılık gelen gerekli emek zamanını düşürerek vasıfsız iş gücü kullanan sektörlerde komprador kapitalizme ucuz iş gücü yaratmaktadır.Ucuz iş gücünün bir diğer kaynağı da yedek iş gücüdür.  

 

  Yoksul ve küçük köylü üreticiler, az sayıda ve ilkel tarım araçlarına sahip olup, kendi emekleri ile ve aile bireylerinin emekleri ile üretimde bulunmakta, kapitalist üretimdeki işçiler gibi çalışmaktadırlar.Onlardan farkları, üretim araçlarının kapitalistlere değil kendilerine ait olmasıdır.Üretim araçları kapitalistlere ait olsaydı, üretim ilşkileri kapitalistle olacaktı, fakat kendi toprağı olan yoksul ve küçük köylülerin ilşkileri, tefeci, tüccar ve tefeci, tüccar niteliğindeki devletle; başkalarının topraklarını işletenlerin ilşkileri, hem toprak sahibile hem de tefeci, tüccar ve tefeci, tüccar niteliğindeki devletledir.Bu sınıfın ürettiği artı emek,tefeci,tüccar,toprak sahibi ve tefeci,tüccar niteliğindeki devlet tarafından gasp edilmektedir.

Daha başka bir anlatımla,yoksul ve küçük köylü üreticiler, feodal ilşki içinde üretimlerini sürdürmekte, çok zor duruma geldiklerinde, topraktan ve üretim araçlarından yukarıda anlatıldığı gibi kopmaktadırlar.    

 

  Yoksul ve küçük köylü üreticiler,feodal üretim biçiminde görülen kullanım değeri üretmektedir. Bilinmektedir ki,kulanım değeri, üreticinin kendi gereksinimlerini karşılamak,yaşamını sürdürmek için yapılmaktadır.Bu nedenle,üreticinin ürünlerini pazara götürmesi,onun pazar için üretim yaptığı anlamına gelmez.Pazar için üretim, değişim değeri üretimi demektir.

Küçük üreticinin kendi üretim araçları ile doğrudan ürettiği ve kullanım değerine sahip ürün, tüccar aracılığı ile bilinmeyen pazara götürüldüğünde değişim değerine sahip metaya dönüşmektedir.Burada artı- değer,feodal biçimde üretilmekte, değişim sırasında tüccar tarafından ele geçirilmektedir.Üretim araçlarına sahip kapitalist,emekçilerin iş gücünü ücret karşılığında satın alarak ürettiği ürünü parayla değiştirmek için pazara götürmektedir.Burada ürünün üretilme biçimi önemlidir,pazarda para yerine başka bir ürünle değiştirilmesinin hiçbir önemi yoktur. 

      Kapitalist üretimin temel ölçütü üretimin ücretli emek tarafından yapılmasıdır.Kapitalist üretim, aynı zamanda süreç ilerledikçe sermaye birikimi yapar, küçük tarım üreticilerinin yerini  ücretli tarım işçileri alır.Yoksul ve küçük köylü üreticileri, üretim araçlarının parçası yada sahibidir ve doğayla ayrılmaz bir bütün oluşturmaktadır ve üretim araçları, üreticinin kendisini yeniden üretmek için kullanılmaktadır.      

 

Orta köylülerin büyük çoğunluğu kendi arazilerini işletir.Bu sınıfın esas özelliği, kendi emeği ile aile bireylerinin emeği ile tarımsal üretim yapmaktır.Küçük meta üretimi yapan orta köylüler, bazen tarım işlerinde ve tarım dışı işlerde geçici ücretli işçi olarak çalışırken, bazen kendileri de ücretli işçi kiralayarak kapitalist meta üretimi yani pazar için üretim yapmaktadırlar.İşleri iyi gidenler zamanla kapitalist çifçilere dönüşürken, kötü gidenler, tüccar tefeci veya banka borçları nedeni ile topraktan ve üretim araçlarından kopmaktadırlar.        

 

Zengin köylülerin esas üretim biçimi , kapitalist üretimdir, çünkü gelirleri, ücretli işçilerin artı-değerleridir.Bunun yanında, topraklarını kiraya verip, bu yolla da getirim elde etmektedirler.Zengin köylülerin topraklarını kira karşılığında işleten yoksul ve küçük köylüler ise, kendi gereksinimleri için üretim yaptıklarından, toprak sahibi ile feodal ilişki içindedirler.Söz konusu topraklar, ücret karşılığında işçi çalıştıran kapitalist işletmeler tarafından işletildiğinde, buradaki ilişki, kapitalist ilişkidir, toprak sahibine ödenen kira, artı-değerin işçilere ödenmeyen bölümünden verilmektedir.Bir başka anlatımla zengin köylülerin bir tarafı ücretle çalıştırdıkları işçilerle kapitalist ilişki içinde olurken,diğer tarafı, topraklarını, kirayla, ortakçılıkla, yarıcılıkla verdiği yoksul ve küçük köylülerle,orta köylülerle feodal toprak ilişkisi içindedirler.      

 

Büyük toprak sahipleri ve toprak ağalarının tamamına yakını kendi topraklarına sahiptir.Zengin köylüler gibi ücretli işçi kiralayarak, kapitalist üretim gerçekleştirirken, ticaret yaparken, topraklarını, tarımsal üretim yapan yoksul ve küçük köylülere, orta köylülere, zengin köylülere yarıcılıkla, ortakçılıkla veya kiracılıkla vererek, bu kesimlerle feodal ilşki içindedirler.    

 

  Tarımsal kesimde, ücretli işçi çalıştıran kapitalist işletmeler, dikkate değer bir varlık göstermemektedir,Kendi hesabına çalışanlarla ücretsiz aile işçisi toplamı neredeyse, esas işi tarım olanların tamamıdır. 

      Anadoluda işletmelerin işlettiği araziler daha çok küçük parçalar halindedir.Bunun nedenleri, Osmanlı tımar sisteminde kullanım hakkı olan arazinin onu işletenlere verilmesi, borçlarını ödeyemeyen bazı köylülerin arazilerinin belli bir kısmını elden çıkarması ve veraset nedeni ile arazilerin daha küçük parçalara ayrılmasıdır.Bir işletmenin çok sayıda parça işletmesinin nedenleri ise, kendi topraklarında elde ettiği ürünle geçinememesidir.Yoksul köylüler, küçük köylüler ve orta köylülerin bir bölümü böyle yapmaktadır.    

 

  Yoksul ve küçük köylüler, küçük meta üretimi ile sağlanan gelirle geçinemediği halde, topraktan ve üretim araçlarından kopamamaktadırlar.Bunun en önemli nedeni ücretli olarak çalışacakları kapitalist işletme bulamamalarıdır.      

 

  Kırsal nüfusta nispi azalma ile birlikte tarımda küçük meta üretiminin korunması Asya tipi tarım geçmişinden gelen yarı-feodal formasyonlarda esas eğilimdir. çünkü komrador kapitalizmin tarımı kapitalistleştirme dinamiği olmadığı gibi bizzat küçük meta üretimi niteliğindeki tarım emperyalizme bağımlılığın koşulları olan ucuz tahıl ve hammadde ile ucuz iş gücünün yaratıcısıdır.        

 

Lenin tarımda kapitalizm ile ilgili değerlendirmelerini yaparken ücretli emeğin ve makina kullanımının yaygınlaşmasını ve ücretli işçi artış oranının toplam nüfus ve kırsal nüfus artış oranından yüksek olmasını önemli ölçütler olarak görür. 

        Tahıl fiyatlarının küçük köylü toprak mülkiyetinin belirleyici olduğu ülkelerde kapitalist üretim biçimine sahip ülkelerden daha düşük olmasının esas nedeni küçük meta üretiminde emeğin kendisinin metalaşmamasıdır.        

 

  Küçük meta üretiminde sermaye birikiminin üretim süreci döngüsünün dışında gerçekleşmesi önemlidir çünkü bu olgu bu üretim tarzının kendi dinamikleri ile asla kapitalist üretim tarzına dönüşemeyeceğini anlatır.

 

Anadolu ve Kuzey Kürdistanda tarımda ücretli emek kullanım oranları bölgelere göre şöyledir:

 

          İstanbul buölgesi %0,1, Batı Anadolu bölgesi %1,9,Batı Marmara bölgesi %4,5, Doğu Marmara bölgesi %2, Ege Bölgesi %5,4,Akdeniz bölgesi %10,6,Orta Anadolu bölgesi %4,5,Batı Karadeniz bölgesi %2,9, Doğu    Karadeniz bölgesi52,Orta Doğu Anadolu bölgesi%3,6, Kuzey Doğu Anadolu bölgesi %4,2,Güney Doğu Anadolu bölgesi%7,9          

 

    Görüldüğü gibi sanılandan farklı olarak tarımın en fazla kapitalistleştiği bölgeler ücretli iş gücü kullanım oranları ile %10,6 ile Akdeniz bölgesi ve %7,9 ile Güney Doğu Anadolu bölgesidir.Bu bölgeler aynı zamanda büyük toprak mülküyetinin en fazla görüldüğü bölgelerdir.        

 

  Kır nüfusunda yüzdelik azalmaya karşılık tarımda kapitalist üretim ilişkilerinin geliştiği ve tarımın kapitalist bir niteliğe büründüğü iddaları tutarsızdır.Nüfus oranlarına dair istatistik yüzdeler tek başına üretim ilişkilerinde bir nitelik ifade etmezler; üretim ilişkilerinin niteliği konusunda bir vargı oluşturmak için bizzat üretim sürecine içkin olan çelişkilerin tahlil edilmesi gerekir.

Tarla tarımına yarı feodal niteliğini veren esas olgu üretim aşamasında emeğin metalaşmamasıdır.Kısmen satın alınmış emek kullanımı tarımın yarı feodal niteliğini değiştirmez.Ayrıca kır nüfusunda yılara göre nispi azalma yani kırdan şehire sürekli nüfus hareketi yine yarı- feodal ekonomilere dair bir olgudur.Küçük meta üretimi niteliğindeki tarla tarımı köylülüğün esareti olduğu gibi kırdan şehire nüfus hareketi komprador kapitalizme vasıfsız iş gücü ve yedek iş gücü yaratır.

Ayrıca kırdan göçle gelen yığınların tarımdan tamamen ayrılmaması ve yarıcı, ortakçı,kiracı ilişkisi ile kır ekonomisiyle ilşkisinin sürmesi onlara yarı proleter nitelik verir ve bu yarı proleter kitle işçinin kendisini yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu miktara karşılık gelen gerekli emek zamanını yani ortalama ücretleri düşürür.        

 

Görüldüğü gibi Anadolu tarımında küçük meta üretimi niteliğinde kapitalist ve feodal formasyonlar çok farklı biçimlerde iç içe geçmiş ve birlikte komprador kapitalizmin karakterini belirlemektedirler.Bu üretim ilşkilerinden hangisinin belirleyici olduğu tartışmasının tutarlılığı yoktur.Bu iki üretim biçimi iç içe geçerek bir format oluşturmaktadır.   

      İMF ve Dünya Bankası tarım projeleri ile tarımı tekeleştirme girişimleri ile getirilen sözleşmeli çiftçilik gibi olgular da  sonuçta küçük meta üretiminden başka bir şey değildir.Tarımda kar marjları düşük, doğal etkilere açık,risk oranı yüksektir. Bu olgularda tefeci tüccar sermayesinin ve komprador sermayenin tarımda kapitalist yatırıma yönelmemesinin nedenlerindendir.Küçük üretici topraktan tedricen kopsa da  küçük meta üretimi ve yarı feodal formasyon komrador kapitalizmin karakterini belirlemeyi sürdürecektir.  

 

Görüldüğü gibi Halil Gündoğan’ın Anadolu ve Türkiye sınırları içinde kalan Kuzey Kürdistan coğrafyasının iki farklı sosyoekonomik yapı ve dolayısıyla iki farklı devrim stratejisi ve sınıf ittifakları içerdiğine dair belirlemesi doğru değildir. Zaten böyle bir belirleme eşyanın tabiatına da aykırıdır. Belirli bir devlet sınırları içinde kalan ve aynı üretim ilşkileriyle koşullanmış bir coğrafyanın iki farklı sosyoekonomik yapı göstermesi mümkün değidir.   Şöyle devam ediyor Halil Gündoğan:

 

  ”Bu öylesine tipiktir ki; Mao Zedung’un Çin koşulları ve uzun süreli halk savaşı stratejisi bağlamında formüle ettiği, Kaypakkaya’nın da (indirgemeci bir tarzla) doğrudan Türkiye ve K. Kürdistan koşulları için öngördüğü, tanımlı, “Halkın Birleşik Cephesi” teorisini, “Maoist Birleşik Cephe Anlayışı” adı altında, genel geçerliğe sahip bir teoriymiş gibi, ittifaklar sorununa ilişkin tüm teorisini bunun kantarına vurarak oluşturmaya çalışmış.”  

 

Böylelikle, Halil Gündoğan, ibrahim Kaypakkaya’yı ve beni Mao Zedung’un Çin koşulları ve Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi (USHSS) bağlamında formüle ettiği Halkın Birleşik Cephesi (HBC) teorisini ”Maoist Birleşik Cephe Anlayışı” adı altında indirgemeci bir mantıkla Anadolu ve Kürdistan coğrafyasına uyarlamakla suçluyor.   

 

Bir süre yalnız kalmış devrimcilerde geçmişin inkarı neredeyse bir moda gibi yaygın bir ruh hali haline geliyor.Geçmiş elbette yadsına bilir; fakat bu yadsımanın nesnel gerekçeleri, bir iç tutarlılığı olmalıdır. Maoist Birleşik Cephe Anlayışı yarı-sömürge yarı-feodal sosyoekonomik yapıların tamamı için evrensel olarak geçerli bir teoridir.

Halil Gündoğan’ın buna itirazı ancak sosyoekonomik yapının değiştiğini göstermekle olabilir ki biz yukarıdaki verilerle sosyoekonomik yapının genel karakterinin cumhuriyetin ilanından buyana değişmediğini, köylü ve tarım sorununun çözülmediğini, tarımda klasik feodalizmin yerini yarı-feodal üretim ilşkilerine bırakmasından başka sosyoekonomik yapıda belirleyici nitelikte bir değişim yaşanmadığını göstermeye çalıştık.

Zaten, emperyalizmle komprador ilşkisini sürdüren bir coğrafyada tarımda kapitalist değişim de mümkün değildir. Çünkü, komprador kapitalizm bizzat tarımın bu yarı-feodal yapısı üzerine inşa edilmiş ve onun tarafından yeniden üretilmektedir. 

 

  Tarım ve köylü sorunu demek mutlak anlamda bir klasik feodalizmin varlığı demek değildir. Tarımda emeğin metalaşmadığı, toprağın yoksul köylülüğün sefaletinin ve esaretinin kaynağı olduğu ve köylülüğün farklılaşmasının halen sancılı ve yavaş bir biçimde sürdüğü bir coğrafyada toprak devrimi halen güncel demektir. Toprak devrimi demek mutlak anlamda bir toprak reformu demek değildir.

Bizim gibi coğrafyalarda toprak reformu tarımda yarı-feodal yapıyı ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla, köylü ve tarım sorunun nihai çözümü sosyalizmin ilerleyen aşamalarında kolektif tarıma geçilinceye kadar güncelliğini koruyacaktır. Yarı-feodal bir coğrafyada da işçi-köylü temel ittifakı demokratik devrimin temel stratejik ittifakıdır. 

 

  Halil Gündoğan, beni ve İbrahim Kaypakkaya’yı birleşik cephe anlayışında Çin şablonculuğuyla suçladıktan sonra beni  HBC’ye ilişkin coğrafyanın bir takım özgünlüklerini aynı şablona uyarlamakla itham ediyor.Ben, adı geçen yazıda coğrafyanın bir takım özgünlüklerine ilşkin olarak şöyle diyorum:

 

”Peki coğrafyamızda birleşik cephenin bir prototipinin gerçekleşme koşulları var mıdır?

 

Coğrafyamızda köylülük genel olarak kendi tarlasını ekip biçen küçük köylü karakterindedir. Topraksız köylülüğün oranı genel ortalama içinde düşük kalmaktadır. Bu olgu toprak talebinin cılız olması sebebi ile köylülüğün geniş kitleler halinde hızla demokratik devrime politize olmasını engellemektedir. Buna karşılık birleşenleri içinde Kürt köylülüğü, proleteryası ve küçük burjuvazi ile birlikte milli burjuvazi ve bir kısım büyük toprak mülküyetini de barındıran Kürt Özgürlük hareketinin anti faşist karakteri ile varlığı ve birleşenleri içinde asıl savaşan güçlerinin Kürt köylülüğünden oluşması Kürt özgürlük hareketine aynı zamanda köylü sorununun coğrafyamıza özgü politik biçimi karakterini vermektedir.

Kürt Özgürlük Hareketinin Orta Doğu coğrafyasının diğer parçaları olan Irak, Suriye ve İran coğrafyasındaki parçaları genel olarak bir köylü hareketi karakterinde olup proleter bir arka cepheden yoksundur. Kürt Özgürlük Hareketinin proleter bir arka cepheye sahip olduğu yegane coğrafya Anadolu coğrafyasıdır. Kürt Köylülüğü Anadolu coğrafyasında kendi coğrafyası dışında metropol şehirlerde proleterleşmektedir.Bu olgu Kürdistanın özgürleşmesi sorununu Anadolu coğrafyasının komprador kapitalizm ve faşizmden özgürleşmesi sorununa doğrudan bağlamaktadır. Yine Kürdistanın diğer parçalarının özgürleşebilmesi için yegane proleter arka cepheye sahip olduğu Kuzey Kürdistanın özgürleşmesi soruna bağlıdır.

Kürt Özgürlük Hareketinin varlığı koşullarında anti faşist, anti emperyalist gerilla savaşı Kürt Özgürlük Hareketinin Irak Ve Suriyede askeri üslere sahip olması, kitle desteği ve gerilla sayısı itibari ile halen stratejik savunma aşamasında olmasına rağmen stratejik denge aşamasına yakın özellikler göstermektedir. Geniş anti faşist, anti emperyalist birleşik cephenin kurulması bir takım nesnel şartların gerçekleşmesine bağlıdır.

Bu nesnel şartlar KP nin bir yada bir kaç KSİ ye sahip olması asgari programının geniş kitleler tarafından benimsenmesi gibi nesnel şartlardır. Türk köylülüğü halen şovenizmin etkisinde olduğu için geniş kitleler halinde halk savaşına politize olmamakta politizasyon tedricen gerçekleşmektedir. Buna karşılık Kürt kölülüğü geniş kitller halinde gerillla savaşına politize olabilmektedir.Kürt Özgürlük hareketinin bu niteliği ile köylü sorunun coğrafyaya özgü politik biçimi niteliğinde olması dar anlamda bir birleşik cephe prototipinin gerçekleşebilmesine de olanak tanımaktadır.

 Kürt sorunu mevcut niteliği ile Demokratik Devrimin dinamosu rolünü oynamaktadır. Kürt Özgürlük mücadelesindeki her gelişme Demokratik Devrim sürecinde ileri bir aşamaya karşılık gelmektedir. Mevcut siyasal konjontürde Demokratik Devrim mücadelesi sürdüren siyasal yapıların Kürt Özgürlük hareketi ile bir birleşik cephe protipi etrafında birleşmeleri siyasal ve askeri bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Fakat, ulusal sorunun politik mücadele sonucunda öne çıkmış olması baş çelişkinin değiştiği anlamına gelmez. Baş çelişki sosyoekonomik yapının karakteri tarafından belirlenir ve yine, köylülükle yarı feodal üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir.Sosyoekononik yapının karakteri değişmeden baş çelişki değişmez.

Geniş anlamda Halkın Birleşik Cephesini oluşması ise yukarıda değinilen nesnel şartların gerçekleşmesine bağlıdır. Demokratik devrim mücadelesi sürdüren siyasal yapılar KSİ lerin gerçekleşmesi ve geniş kitlelerin demokratik devrime politize olmasını beklemeden dar anlamda bir birleşik cephe protitipi etrafında Kürt hareketi ile HBDH oluşumu etrafında doğru bir siyasal hamle ile ortaklaşmışlardır.

Halkların Birleşik Cephesinin gerçekleşme koşullarından en önemlisi demokratik devrimin asgari programının geniş kitllerce benimsenmesidir. Bu anlamda demokratik devrimin asgari programı Kürt Özgürlük Hareketinin kitlesi tarafından kabul görmektedir. Toprak devrimi programı ise zaten köylülüğün büyük oranda kendi toprağına sahip küçük köylü karakterinde olması sebebi ile azami prorama devredecek bir sorun niteliğindedir.

Kürt Özgürlük Hareketinin sınır dışında da olsa askeri üs bölgelewrine sahip olması ve bu bölgelerin komünist faaliyete uygun olması Birleşik Cephe için KSİ şartına özgün bir nitelik vermektedir. Demokratik Devrim mücadelesi veren siyasi yapılar kendi siyasal ve ideolojik bağımsızlıklarını koruyarak Kürt Özgürlük Hareketi ile HBDH oluşumu içinde bir birleşik cephe prototipi gerçekleştirerek mücadelelerinde nitel bir gelişme gerçekleştirmişlerdir.

Ulusal sorunun var olduğu ve geniş kitlesel örgütlülüğe dönüştüğü bir ülkede milli burjuvazi ve köylülük siyaseten bölünmüştür. Hem ezen ulus milli burjuvazisi hem de ezilen ulus milli burjuvazisi ile anti emperyalist, anti faşist, anti şoven temelde ittifak yapmanın nesnel koşulları yoktur.Ezen ulus milli burjuvazisi şovendir.Ezen ulus köylülüğü de bu şovenizmin etkisindedir.Ezen ulus halk sınıflarının şovenizmin etkisinden kurtulabilmesi demokratik devrim mücadelesinin gelişme koşullarına bağlıdır.Demokratik devrim mücadelesi sürdüren siyasal yapıların ittifak siyasetinde ezilen ulus milli burjuvazisi ve halk sınıfları ile ittifak nesnel bir zorunluluk olarak oryaya çıkmaktadır. Her coğrafyanın demokratik devrim sürecinde izleyeceği yol ve ittifaklar siyaseti coğrafyanın özgünlükleri tatafından belirlenir.

Kürt Özgürlük hateketinin siyaseten reformist niteliği geçici ve konjoktürel bir durumdur.Demokratik devrim mücadelesinin ilerleyen aşamalarında Kürt özgürlük hateketi Özgür Kürdistan paradikmasının komrador kapitalizm ve onun üst yapısı olan faşizmin tam tasfiyesine bağlı olduğunu,. Kürdistanın Orta Doğu coğrafyasındaki diğer parçalarının özgürleşmesinin ve emperyalist siyasetten bağımsızlaşabilmesinin de yegane proleter arka cepheye sahip olduğu Anadolu coğrafyasının demokratik devriminin başarısından geçtiğini kendi deneyimleri ile öğreneceklerdir.”

 

Halil Gündoğan bizim bu belirlemelerimizi uçuk-kaçık olarak niteliyor. Fakat belirlemelerde uçuk kaçık olanın ne olduğunu göstermediği için bu tesbiti temelsiz bir suçlama olarak kalıyor.     Halil Gündoğan, benim Kürt Özgürlük Hareketinin geleceğine dair tesbitlerimi bir temenni olarak değerlendiriyor. Bir temenni ile bir öngörüyü birbirinden ayran şey öngörünün nesnel bir tahlile dayanmasıdır. Ben, Kürt Ulusal Sorununun köylü ve tarım sorunuyla ilişkisini gösterek KÖH”nin bugünkü önderliğinin reformist çizgisinin konjonktürel olduğunu ve KÖH”nin demokratik devrim sürecinin ilerleyen aşamalarında devrimci bir çizgiye doğru evrileceğini öngörüyorum.

 Bu öngörü nesnel bir tahlile dayandırılan bir öngörüdür. Reformlarla çözülemeyecek bir sorunun devrimci bir tarzda çözülmeden sürekli gündemde kalacağını ve coğrafyanın devrimci dinamiklerinden birini oluşturacağını söylemek bir temenni değil bir öngörüdür. İbrahim Kaypakkaya’da derin devrimci iç güdüleriyle Halk Savaşını Kürt Ulusal Sorununun bu devrimci potansiyelinden hareketle Kürdistan coğrafyasından başlatmıştır.

 

Halil Gündoğan Kürt Özgürlük Hareketi’nin (KÖH) anti faşistliğinin de anti emperyalistliğinin de konjonktürel olduğunu, hatta KÖH’nin hiç bir zaman anti emperyalist olmadığını, anti sömürgeci olduğunu söylüyor. Faşizmin hedefindeki bir siyasal hareketin anti faşist olmaktan başka bir seçeneği var mıdır sayın Gündoğan?

 

Anti emperyalizme gelince, KÖH’nin Orta Doğuda emperyalistler arası çelişkiye oynamaktan, emperyalistler arasındaki çelişkiler üzerinden siyaset üretmekten başka bir seçeneği var mıdır? Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği de Mao önderliğindeki Çin Halk Cumhuriyeti de emperyalistler arasındaki çelişkiler üzerinden siyaset üretmiş ve bunlar arasında kendilerine saldıran emperyalistlerle saldırmayan emperyalistler arasında ayırım yapan bir taktik ittifaklar siyaseti izlemişlerdir. Lenin’in bizim de alıntıladığımız ittifak anlayışında vurguladığı gibi düşman kamp arasındaki her çatlaktan yararlanmak devrim sürecinin menfaatinedir.

 

“Güçlü bir düşman ancak, güçlerin en yoğun biçimde biraraya toplanmasıyla ve ancak hem düşmanlar arasındaki en küçük ‘çatlak’lar da dahil her çatlaktan, çeşitli ülkelerin burjuvazileri arasındaki, tek tek ülkelerde burjuvazinin çeşitli grup ve kesimleri arasındaki her türlü çıkar çatışmasından, hem de geçici, iktikrarsız, emniyetsiz, güvenilmez ve koşullu da olsa kitlesel bir müttefik kazanmak için en küçük imkan da dahil her imkandan mutlaka* en ihtimamlı, en itinalı, en dikkatli ve en usta şekilde yararlanılırsa yenilebilir. Bunu kavramamış olanlar, Marksizmden, bilimsel, modern sosyalizmden zerrece bir şey anlamamışlardır.*Epeyce uzun bir zaman dilimi içerisinde ve epeyce değişik politik durumlarda, bu doğruyu fiilde uygulamayı becerdiğini pratikte kanıtlamamış olanlar, tüm emekçi insanlığı sömürücülerden kurtarma mücadelesinde devrimci sınıfa yardımcı olmayı henüz öğrenememişler demektir. Ve bu söylediklerimiz aynı ölçüde, politik iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinden önceki dönem için de, sonraki dönem için de geçerlidir.”‘

 

Sol’ komünizm, Vladimir İlyiç Lenin

 

Sol Komünizm’deki bu görüşleri siyasal öncünün ittifaklar siyasetinin temel ilkesi olarak kabul ettikten sonra düşman kamptaki çelişkilerden yararlanma hakkını Kürt Özgürlük Hareketinden neden esirgiyorsunuz?

 

Halil Gündoğan, HBDH’nin birleşik cephenin bir prototipi olamayacağının çünkü bunun şartlarını taşımadığını söylüyor. Oysa, HBDH projesi tam da bileşenleri içersinde Kürt köylülüğü ve proletaryasını bulunduran KÖH ile devrimci güçler arasında somut ittifak koşullarına dayanan bir birleşik cephe prototipidir. Her hangi bir olguya dair bir prototip (öncül) olgunun gelecekte alacağı biçimin ön verilerini içerdiği kadarıyla bir prototiptir.

 

HBDH projesi Kürt köylülüğü ve proletaryasıyla birlikte Kürt milli burjuvazisini kapsayan sınıfsal içeriğiyle devrimci güçlerle KÖH arasında somut ittifak olasılığının aldığı siyasal bir biçim olarak demokratik devrim sürecinin ilerleyen aşamalarında gerçekleşmeye aday geniş birleşik cephenin bir öncülüdür.

 Adı geçen yazıda birleşik cephe prototipiyle geniş birleşik cephe arasında farka ilişkin olarak şöyle bir belirleme yapıyoruz: ””Gerçekliğin zorunlu ilişkileri ve yanları tarafından ortaya çıkarılan gerçek olanaklılıklar, gerçekleşmeleri için gerekli koşullarla olan bağlarına göre, aralarında ayrılırlar. Ve bu koşullarla olan bağın biçimlerine göre de, soyut ve somut olanaklılıklara bölünürler.

Somut olanaklılık öyle bir olanaklılıktır ki, onun için, denk gelen koşullar, şimdiki zamanda yoğunlaşabilir. Soyut olanaklılık ise öyle bir olanaklılıktır ki, içinde bulunulan anda onun gerçekleşmesi için zorunlu koşullar yoktur. Gerçekleşebilmesi için onu içeren maddesel oluşumun bir çok gelişim evresini aşmış olması gerekir.

Somut bir olanaklılık örneğin, çağımızda, eş zamanlı olarak bütün kapitalist ülkelerin ya da kapitalizm öncesinde gelişim evresinde olanların sosyalizme geçişinin olanaklılığıdır.Buna karşılık, soyut olanaklılığa bir örnek de şudur:

Yalın mal (emtia) üretiminde ekonomik bunalımların olanaklılığı. Bu olanaklılığı gerçeğe dönüştürebilmek için yalın mal üretiminde, bu zorunlu koşullar bulunmuyordu; yalın mal üretiminin bir çok gelişim evresini aşması, nitel bir çok dönüşümlerden geçmesi, kapitalist mal üretimine dönüşmesi ve bu sonuncunun da öte yandan gelişiminin belli bir düzeyine ulaşmış olması gerekiyordu. İşte bunun için, ilk ekonomik bunalım, ancak 1825’te patlak verdiyse, bu bir rastlantı değildir.

Gerçek soyut ve somut olanaklılıkların ayırdına varılması ve onların göz önünde tutulması, insanların pratik etkinliği için, özelikle de somut planlama ve uzun erimli planlamayı gerçekleştirmek için büyük bir önem taşır.

Değişik tipteki olanaklılıkların karışıklığı, büyük yanılgılara yol açar. Bu karışıklığın sonuçlarına örnek olarak, Sovyetler Birliği’nde kolektifleştirme sırasında düşülmüş olan yanılgılara değinilebilir; yerel yöneticilerin özel küçük mal üretiminden, kolhozlara değil de, doğrudan doğruya komünlere geçme kararları vermeleri; komüne geçiş gerçek bir olanaklılıktır, sovyet devletinin doğal iç yapısından, işleyiş ve gelişiminin yasalarından kaynaklanır.

Adı geçen dönemde, bu olanaklılık soyuttur; zira onun gerçekleşmesi için gerekli koşullar yoktur; bu koşulların doğabilmesi için Sovyet toplumunun ekonomisi ve kültürü bir çok gelişim evrelerini aşmış olmalıydı ve bir çok nitel dönüşümleri geçirmiş olmalıydı.”

 

Aleksandr Şeptulin, Diyalektiğin Katagorileri Ve Yasaları, Yordam Kitap, s: 375

 

Bu alıntıda örneklenen olanaklılık tipleri arasındaki somut ve soyut ayırımı tıpkı işçi-köylü ittifakının Çin Devriminde ve Sovyet devriminde somut bir olanaklılık olarak gerçekleşmesine karşın bizim coğrafyamız için söz konusu ittifakın gerçekleşme koşulları için bu ittifakın soyut bir olanaklılık olarak kendini göstermesine benzemektedir.

Sovyet devriminde birinci emperyalist paylaşım savaşının özellikle köylü kitleler üstünde yarattığı yıkıma bağlı olarak kitlelerin yükselen tepkisi ve özellikle köylü kitlelerin politik ajitasyona yanıt vererek hızla devrim saflarına akın etmesi bir devrimci durum yaratıyor ve işçi-köylü ittifakını somut bir olanaklılık haline getiriyordu.

Yine, Çin devrimi koşularında köylülüğün çoğunlukla topraksız köylülüktern oluşması, toprak talebinin köylülük için hayati önemi, köylülüğün toprak talebi etrafında halk savaşına hızla politizasyonu işçi-köylü ittifakını somut bir olanaklılık haline getiriyordu. Oysa, coğrafyamızda köylülüğün çoğunlukla kendi toprağını ekip biçen küçük ve orta köylülükten oluşması toprak talebi etrafında köylülüğün Halk Savaşına hızla politizasyonunu engellemekte ve bu durum işçi-köylü ittifakının gerçekleşmesini komprador kapitalizmin krizlerinin derinleşmesine bağlı olarak devrimci durumda bir yükselme yaratacak koşullara bağımlı hale getirerek işçi-köylü ittifakını soyut bir olanaklılık haline getirmektedir.

 

İşçi-köylü ittifakının somut bir olanaklılığa dönüşmesi devrimci durumda bir dizi gelişmeyle birlikte güçlü bir politik öznenin yaratılmasına bağlıdır.” Halil Gündoğan, bizim yaptığımız bu tahlil ve belirlemelerin üzerinde hiç durmadan bizi ittifaklar sorununu kitabına uydurmakla suçluyor. Maoizmde neyin evrensel neyin özgün olduğu Çin Devrim Tarihinin dersleriyle sabittir.

 

 Maoizme benzeri eleştiriler soldan ve sağdan geçmiş zamanlarda bir çok kez getirilmiştir. Fakat bu eleştirilerin hemen hepsinin ortak noktası özgün olanla evrensel olanın ayırımının çarıtılmasıdır. İşçi-köylü temel ittifakı bütün yarı sömürge yarı feodal coğrafyalara uyarlanabilecek demokratik devrimin temel stratejik ittifakıdır.

 Halil Gündoğan Coğrafyanın devrim sürecinin halen demokratik devrim süreci olduğunu, köylü ve tarım sorunun halen güncel olduğunu, yalnızca Kürt sorununun varlığının bile coğrafyanın halen demokratik devrim aşamasında olduğu gerçeğini gösterdiğini yadsıyarak ittifaklar sorunun taktik bir sürece indirgemekle devrim gemisinin yelkenlerini rüzgarsız bırakıyor.

 İşçi-köylü temel ittifakını yadsıyan Halil Gündoğan’ın proletaryanın öncüsünün ittifaklar siyaseti yerine nasıl bir sınıfsal ittifak siyaseti ikame ettiği ise eleştiri yazısında muğlak kalıyor.

 

Öyle ya bir toprak devrimi etrafında işçi-köylü temel ittifakı gereksizse ve KÖH anti faşist anti emperyalist mücadele için güvenilmez bir müttefikse Proletaryanın öncüsünün bir devrim süreci için aradığı müttefikleri nerede bulacağını da Halil Gündoğan’ın kendisinden başka kimse bilmiyor demektir.

 

Not: İstatistikler Vasfi Nadir Tekin’in Zincirin Halkası çalışmasından alınmış TÜİK verileridir.

 

Fikret Karavaz

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)