29 Ekim 2023 Pazar

Proletaryanın İktidarı İçin Şiarımız: Maoizm…23 Ekim 2023


 

 Proletaryanın İktidarı İçin Şiarımız: Maoizm…23 Ekim 2023

Proleter Enternasyonalizmin bayrağının üç temel şiarla dalgalandığını vurgulayarak başladığımız dizi yazımızın bu son bölümünde Revizyonizme Karşı Mücadele, Proleter Dünya Devriminden sonra Maoizm şiarına açıklık getireceğiz. Maoizm’i sona bırakmamızın nedeni bilimsel gelişmenin bütünlüklü anlaşılmasını sağlamaktır. Bütünlük kavrayışının insanlığın toplumsal ilerleyişindeki önemi Proleter Devrimler Çağının belirleyici unsurlarından biridir. Maoizm olmadan Marksizm ve Leninizm kavranamaz, dolayısıyla uygulanamaz dediğimiz yerde dayandığımız kavrayış Marksizm’in bütünlük kavrayışıdır. Maoizm bize bütünlüklü düşünmeyi, hareket etmeyi, yönelmeyi öğreten düzeydir: Tıpkı Marksizm, Leninizm gibi.

 

Stalin Leninizm’i tanımladığında Marksizm’in geliştiğini, yeni koşullarda yeni mücadele biçimleriyle hareket etmenin Lenin’in geliştirdiği teorilerde somutlaştığını açıklamıştı. Bunu “Çağımızın Marksizm’i Leninizm’dir” biçiminde formüle etmesi her ne kadar sığ yaklaşımlara sebep olmuşsa da bu tanımın onun koşullarında anlaşılır ve hatta doğru olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü Leninizm gerçekten de Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağının sorunlarını, mücadelelerini içeriyordu. Marksizm’in henüz yanıtlamadığı konulara açıklık getiriyordu. Bu tanımın eksik tarafı Leninizm olarak somutlaşan bilimi “çağımızın Marksizm’i”yle sınırlama olasılığıydı. Oysa bilim sürekli gelişen, geliştirilebilir olan bir alandır. Çağ değişmeden de bilim gelişebilir. İçine girdiğimiz çağın bilimsel çözümlenmesi bir seferde tamamlanmayabilir. Hatta bilimin gelişimi genellikle böyle olur. Yeni koşullar, yeni aletler, yeni durumlar, yeni oluşumlar hakkındaki bilgimiz çağın ilk döneminden sonraki dönemine doğru gelişebilir, hatta gelişir. Maddi hayat bilgimizin ötesinde bilgiler içerdiği için bunlara çok sonraları rastlamamız genel bir durumdur. Bu bilgilere, maddi koşullardaki gelişmeler dışında kuramdaki gelişmeleri, kavramlarımızın da gelişimini eklemeliyiz.

 

Düşüncenin Hareketi: Bütünden Parçaya

Toplumsal ilerlemeyi belirli yasalar içinde ve dayanaklarıyla birlikte değerlendirmek ve gelecek hakkında bütünlüklü düşüncelere sahip olmak, içinde olduğumuz süreci ve tüm süreçleri toplumsal düzlemde ele almak insanlığın uzun süren düşünsel gelişiminin vardığı sonuçlardan biridir ve en önemlisidir. Tarihte tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmasında bu yöndeki gelişim etkilidir. Kuşkusuz din olgusu materyalist olmamakla yani varlığı maddi olandan hareketle açıklamamak tavrı ile bütünlüklü düşünmeyi temelden zaafa da uğratmıştır. Bununla birlikte insan topluluklarının birlikte hareket ettiğini, toplumsal düşündüğünü görmek bakımından dinler güçlü örneklerdir. Toplumların dinlere yönelmesi sadece düşünsel olarak buna eğilimli olmalarından ötürü değildir; din aynı zamanda maddi dünyanın anlaşılması ve bununla baş edilmesi bakımından kaçınılmaz bir sonuçtur.

 

Üretim tarzının ve ilişkilerinin ortaya çıkıp gelişmesi ile birlikte dinci düşüncenin maddi dünya ile kurduğu ters ilişki toplumsal düzlemde sarsıldıktan itibaren insanlık yeni bir bütünlük oluşturmak, kendisi ve dünya hakkında bütünlüklü, tutarlı, açıklayabilen bir bütüncül düşünce oluşturmaya başlamıştır. Dün dinin kapladığı alan bugün insanlığın geneli için din ile birlikte milliyetçiliktir. Milliyetçilik burjuva sınıfın bütünlüklü ideolojisi, genel siyasi hattının temelidir. Bu ideoloji çeşitli sınıflardan halkı milli olmaya, millet içinde davranmaya, dolayısıyla burjuvaziye tabi kılar. Bu, kapitalizmin geliştiği dönem boyunca başta işçi sınıfı olmak üzere halk için kaçınılmaz bir süreçtir. Nihayet her süreç gibi bunun da bir sonu olacaktı. İşçi sınıfının burjuvazi ile uzlaşmaz karşıtlığının kapitalizmin gelişmesine koşut olarak keskinleştiği koşullarda burjuvaziye karşı, dolayısıyla milliyetçiliğe de karşı bir işçi hareketi gerçekleşmeye başlar. Bu yeni bir bütünlüklü, tutarlı düşüncenin de doğması için yeni koşullar demektir. Burjuvazi nasıl ki dinin hegemonyasına karşı milliyetçi fikri geliştirmişse işçi sınıfı için de onun çıkarlarıyla birleşen, onun çıkarlarından doğan bir ideoloji doğar. Marksizm bu koşulların ürünüdür, işçi sınıfının çıkarlarını temel alır.

 

Bu yazı dizimizin konusu olan Maoizm aynı koşulların olgunlaşmasının, gelişmesinin, yeni biçimler almasının bir sonucudur.

 

Burjuvazinin ideolojisi olan milliyetçilikten tamamen farklı olarak işçi sınıfının ideolojisi olan Marksizm, dolayısıyla Leninizm ve Maoizm bir sınıf ideolojisi olduğunu gizlemez, bunu tam olarak ifade eder, savunur. Bir sınıfın ideolojisi, bir sınıfın çıkarlarıyla uyumlu genel düşünce olmakla birlikte o bilimseldir ve tüm insanlığın kurtuluşu içindir. Ezilen, sömürülen son sınıf olmakla işçi sınıfının kurtuluşu insanlığın sömürü dünyasından, sınıflar bağlamında oluşmuş zorunluluklar dünyasından kurtuluşu olacaktır. Bu, onun bilimsel özelliğinin temelidir. Çünkü bu temelde gerçekliğe uygunluk ve amacın gerçekleşirliği en ileri seviyededir. Öyle ki gerçeklikle uyumsuzluk ve amacın gerçekleşmesi önündeki engeller Marksist-Leninist-Maoist bilimde ideolojiden sapma, karşıt ideolojiye savrulma anlamına gelir…

 

Marksizm-Leninizm-Maoizm bütünlüklü bir ideolojidir. Bu bütünlüğün kaynağı idealist felsefelerdeki bütünlükten ayrı olarak kendinden değil gerçekliğin birliğinden gelir. Bilimsel özelliğin kaynağı olarak gerçeklik işçi sınıfının çıkarlarıyla uyumludur.

 

Bütünlük kavramının bugün en büyük düşmanı burjuvazidir. Büyük düşünceyle, milliyetçi olmakla, milli devletle, milli pazara yabancılar pahasına hâkim olmakla, vatansever olmakla, anavatanı milletin kanı ile sulamakla övünmüş, güçlenmiş, egemenleşmiş, kendini kabul ettirmiş burjuvazi bugün (elbette bugünün uzun bir geçmişi var) bütünlüklü düşünmeye, büyük davalara, dava insanı olmaya düşmandır. Bugün o parçalarda kalmayı, parçaları parça içinde öğrenmeyi, parçalarla yetinmeyi, bu yolla bütünü yadsımayı, bireyci davranmayı övmekte, öğretmekte, koşullamaktadır. “Toplumsal kurtuluş bir maceradır, sonu hüsrandır; kendini kurtarmak zaten toplumu kurtarır, dolayısıyla kendi kurtuluşu insanın temel amacı olmalıdır, hatta kendiliğinden amacıdır” diyerek toplumsal kurtuluş adına hareket edenleri terörist yaftasıyla toplumdan yalıtmak derdindedir. Burjuvazinin bu hali onun çıkarlarıyla uyumlu kapitalizmin özünden gelir, bununla birlikte bu onun çürümüş sisteminin sonucudur. Bugün burjuvazinin hâkim olduğu her alanda esas olan parçalarda kalmak, parçayı bilmek, parçanın bütünle ilişkisizliğini savunmaktır. Bu onun bilimle savaşmasıdır, bu onun bütünlüğü reddetmesidir, bu onun gerçekliği kendi çıkarları bakımından bükmesi, belirsizleştirmesi, anlaşılmaz kılmasıdır.

 

Proleter Hareketin Gelişimi

Enternasyonal Birlik’in mücadele şiarlarından biri ve temeli olan Maoizm bütünlüklü bir akımdır; ancak bütünlüklü ele alındığında kavranabilir ve uygulanabilirdir. Böyle olmadığında, Marksizm ve Leninizm gibi parçalara indirgendiğinde özünü yitirir, revize olur ve burjuvalaşır…

 

Proletarya Partisi ilk defa, 1993 yılında gerçekleştirdiği büyük oturumda Mao Zedung Düşüncesi kavramının yetersizliğine de işaret ederek kabul ettiği Maoizm’i anlamak bakımından M. Ali Çakıroğlu’nun “Proletaryanın Üçüncü Büyük Yol Gösterici Işığı ve Doruk Noktası: Mao” yazısından yararlanacağız. Bu yazı Proletarya Partisinin kavram olarak Maoizm’i kullanmaya karar vermesinden hemen sonra, YDG’nin 11. sayısında, 1993 yılının Ağustos ayında yayınlanmıştır. Elbette onun kaleminden çıkmakla birlikte yazının içeriği ve savundukları Proletarya Partisinin görüşlerini de önemli ölçüde içermektedir. Önemli ölçüde dememizin nedeni yazının tartışma döneminde kaleme alınmış olmasıdır. Bu kabulle birlikte Maoizm’in Proletarya Partisindeki gelişimini de konu etmiş olacağız.

 

Daha baştan şunu ifade edebiliriz: Bizim için Maoizm’in kabulü basit bir kavram değişimi, yenilemesi değildir. Maoizm Marksizm-Leninizm’i kavramanın, uygulamanın bugünkü odağıdır. Mao’nun katkıları ancak onun evrensel niteliği, olmazsa olmazlığı, nitel bir dönüşüm, gelişimi içerdiği anlaşılırsa Marksizm savunulabilirdir. Bu olmadan bugün için Marksizm-Leninizm savunulamazsa uygulanamaz. Komünist hareketin temel farkı Maoist olmasıdır.

 

“Proletaryanın Üçüncü Büyük Yol Gösterici Işığı ve Doruk Noktası: Mao” yazısı onun katkılarının diyalektiğin ustası olmasından geldiğini ileri sürerek başlar: “Mao’nun Marksizm- Leninizm’e bir dizi katkısı vardır. Katkılarının esas kaynağı onun diyalektik metodun ustası olmasından gelir. Mao’nun felsefi açıdan ortaya koymuş olduğu temel çözümlemeler ona gerek devrim öncesinde gerekse de devrim sonrasında meseleleri tahlil etmede anahtar olmuştur.”

 

Maoizm için bu ustalığın tespiti ve gelişimin özü olduğu gerçeği belirleyicidir. Mao Zedung’un bütün katkılarının temelinde Marksist felsefeyi çelişki kavramı temelinde tanımlaması ve nitel olarak geliştirmesi vardır. Birin ikiye bölünmesi yöntemi her şeyin analizinde bilimsel tek yöntemdir. Her şey kendinde barındırdığı zıtlığın keşfiyle anlaşılabilir ve ancak bu anlaşılma ile geliştirilebilir, değiştirilebilir. Halk Savaşı, Yeni Demokratik Devrim, Bürokratik Burjuvazi, Halkın Birleşik Cephesi, sosyalizmde sınıf savaşımı, iki çizgi mücadelesi Marksist felsefenin bu yönteminin farklı alanlardaki somutlaşmasıdır.

 

Hemen devamında yazı Leninizm’in tanımladığı “yeni dünya” hakkındaki bilindik tezi açıklayarak Mao’nun katkılarının somut koşullarını sunar: “1917 Ekim Devrimiyle Emperyalizm ve Proletarya Diktatörlüğü Çağı açıldı. Bu çağda dünya devriminin iki en önemli yönü açığa çıktı.

 

“Birincisi: Proleter dünya devriminin parçası olarak değişik tipteki sömürgelerde, yarı sömürgelerde ilerletilen dünya çapında anti-emperyalist mücadele” ve “İkincisi: Sosyalist devrimin doğru yolda ilerletilmesi. Mao bu her iki sorunu ele alarak, her iki cephede de Marksist-Leninist teori ve pratiği geliştirerek onu daha yüksek bir düzeye taşıdı.”

 

Stalin yoldaş “Leninizm’in Esasları” adlı eserinde Leninizm’in on dokuzuncu yüzyılın kırklarında Marksizm’in devrimci unsurların yeniden canlandırılması olduğunu söyleyenlere karşı “Lenin ikinci Enternasyonal oportünistleri tarafından sınırlar içerisine hapsedilen Marksizm’in devrimci muhtevasını gerçekten restore etti. Buna rağmen bu tanımda gerçek payı vardır. Leninizm hakkında gerçeğin tümü ise şudur. Leninizm sadece Marksizm’i restore etmedi fakat aynı zamanda kapitalizmin ve proletaryanın sınıf mücadelesinin yeni koşulları altında Marksizm’i geliştirerek bir adım daha attı” dedikten sonra, “Daha tam bir tanıma göre ise, Leninizm genel olarak proletarya devriminin teori ve taktikleri ve özel olarak da proletarya diktatörlüğünün teori ve taktikleridir” der ve biraz ilerde de “işte bunun için Leninizm, Marksizm’in daha da gelişmesidir” der.

 

Leninizm’in Marksizm’in yeniden canlandırılması olduğu iddiasının Stalin yoldaşın öne sürdüğü tanıma kıyasla ne derecede kof olduğunu açıklamaya gerek olmamalıdır. Çünkü Stalin yoldaş Marksizm’in canlandırılmasından çok başka bir şey ifade etmektedir: Onun yeni koşullarda, yeni sorunlar bağlamında ve hareketin gelişmesinin kaçınılmaz sonucu olarak geliştirildiğini, dolayısıyla yeni şeyler içerdiğini açıklar. Bunları “genel olarak proletarya devriminin teori ve taktikleri ve özel olarak da proletarya diktatörlüğünün teori ve taktikleri” olarak formüle etmesi de onun açıklayıcı, somutlaştırıcı ve yol gösteren özelliğini gösterir. Lenin emperyalizmle birlikte proletaryanın görevlerini, izleyeceği yolları, Proleter Dünya Devrimine doğru açılan kapıları tanımlamış ve Marksizm’de nüve halinde bulunan ya da hiç bulunmayan tezleri geliştirmiş, özellikle de önderlik ettiği hareketin evrenselliğe doğru gelişen sorunlarına çözümler geliştirmiştir. Bu sorunların çözümleri kadar tanımlanmaları da belirleyici derecede önemlidir. Bilimin sorunların tanımlarıyla gelişim gösterdiğini ve ancak doğru tanımlardan sonra çözümlerin geliştiğini vurgulamak gerek. Örneğin 1890’lı yılların başındaki “yeni bulgularla maddenin tanımı”ndaki belirsizleşmenin bilim alanında yol açtığı bunalımın felsefede neden olduğu savrulmaya Lenin doğru tanımlardan hareketle doğru biçimde müdahale etmiş, materyalizmi en güçlü biçimde savunmayı bilmiştir…

 

Maoizm Dünya Devriminin Işığıdır

Lenin gibi Mao da yeni koşullarda, yeni sorunlar bağlamında ve hareketin gelişiminin kaçınılmaz sonuçlarına dair tezler öne sürmüştür. Bunun da bir “canlandırma” değil, geliştirme olduğunun altı çizilmelidir. Temel aldığımız yazıda bu geliştirme eyleminin maddi koşulları ve bu koşullardaki tezler şöyle açıklanmaktadır:

 

“Çin devrimi anti emperyalist, anti faşist aşamasını tamamladığında, bu Mao’nun demokratik halk devletini kurarak Yeni Demokratik Devrim teorisi ve pratiğini geliştirmenin yanı sıra tüm dünya için, belirli tipteki ülkeler için devrimin bu aşamasının, tamama ulaşmasının modelinin yaratılması demekti. Yeni Demokratik Devrim modelinin iki unsuru çok önemlidir. Bunlar birleşik cephe stratejisi ve silahlı mücadele, bu mücadelede ordu-parti ilişkisi; silahlı mücadelenin strateji ve taktikleridir. Aslında bu her iki noktadaki temel öz yalnızca belirli tipteki ülkeleri değil, tüm dünya ülkelerini kapsar.

 

“Birleşik cephenin Mao öncesi -olabilmişse- ulaşabildiği en üst nokta ‘proletarya emperyalistlere karşı, burjuvazi dahil birleştirilebilecek herkesi birleştirir’ şeklindedir.”

 

“Mao birleşik cephenin ulaşmış olduğu bu düzeyi Çin devriminde ve birleşik cephe stratejisinde uygulamıştır. Birçok kesim Mao’nun birleşik cephe anlayışını bu şekilde kavrar. Ama bu, Mao’nun birleşik cephe anlayışının yarısı, üstelik daha az önemli olan yarısıdır. Mao’nun birleşik cephe konusunda yeni olarak yaptığı şey milli burjuvazi ile birleşik cephenin hangi şartlarda uygun olduğunu ve daha da önemlisi proletaryanın böylesi bir cephe üzerinde önderlik yürütmenin, ona gerçek bir devrimci yönelim ve atılım vermenin ve cepheyi burjuva güçlerin gasbetmesini önlemenin yollarını nasıl bulacağına ışık tutmasıydı. Bu konuda Mao, pazartesi günü birleşik cepheyi ilan edip salı sabahı proletaryanın bağımsız ideolojik, siyasi ve askeri rolünü esas olarak tasfiye eden birçok gücün karşısında, keskin bir muhalif olarak dikilmektedir; bu güçlerin aksine Mao, proletaryanın birleşik cephe içerisinde yer almasıyla kendi sınıf bilincini ve önderlik rolünü pekiştirmesi arasındaki diyalektiği doğru olarak ele almayı savundu. Burada kilit nokta proletaryanın silahlı güçlerinin bağımsızlığını ve inisiyatifini muhafaza etmek ve bu güçleri olayların her dönüm noktasında mümkün olan en üst boyutta kızıl bayrağı dalgalandırmaya devam ettirmek üzere kullanmaktı.”

 

Çin devriminde somutlaşmakla birlikte devrimin partiden başka iki temel gücü hakkındaki tezleri ile Mao tüm ülkelerdeki devrimlerin belli başlı temel sorunlarına ve elbette görevlerine, yürünecek yola ışık tutmuştur. Şunun açıkça belirtilmesi gerekir ki Mao her ülkedeki özgün devrim koşullarına tastamam uyan reçeteler sunmamıştır. Dolayısıyla farklı devrim süreçlerinden geçen ülkelerdeki görevlerin birbirinden farklı olacağı kesindir. Bunun altını çizmekle birlikte devrimlerin kaçınılmaz savaşlarla iç içeliği hem cephe siyasetinde hem de silahlı mücadelede evrensel özellikler göstereceğini kabul etmek gerekir. Mao’nun katkılarını yarı sömürge ülkelerdeki devrimlerle sınırlamak tam da bu evrensel özellikleri ihmal etmeyi içerir. Mao, dünya üzerindeki üç farklı tipteki ülkelerden birindeki devrime önderlik etmiştir ve bu ülke çeşitli özgünlüklere sahip Çin’dir. Aynı durumu Leninizm’in geliştiği koşullarda Rusya için de söyleyebiliriz. Rusya da diğer ülkelerle kıyaslandığında apayrı özelliklere sahiptir. Öyle ki Marks ve Engels de Rusya’nın apayrı özelliklerini birçok kez konu etmişlerdir. Bu özelliklere ayrıca 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullarının yarattığı özellikleri de eklemek gerekir. Öyle ki “Rusya’da Bolşevik Devrim ancak o koşullarda gerçekleşebilirdi” demek pekâlâ mümkündür. Buna rağmen Leninizm bayrağının sallanamayacağı hiçbir ülke yoktur ve Leninizm sadece Marksizm’in yeniden canlanması değil, proleter devrimlerin teori ve taktikleridir, özel olarak da proletarya diktatörlüğünün teori ve taktikleridir. Bunlar öğrenilmeden, kavranmadan Proleter Dünya Devrimine katılmak, hizmet etmek olası değildir.

 

Mao’nun katkılarının Çin özgülünde gelişmesi onları Çin koşullarına hapsetmenin nedeni olamaz. Söz konusu katkılar doğru bir analiz ve soyutlamayla evrensel düzlemde tanımlanmak zorundadır ve ancak bu yapılırsa Proleter Dünya Devrimine katılabilir ve hizmet edilebilir.

 

Mao katkılarının koşullarından hareketle saptanan iki temel unsur hakkında söylenenlere dönersek eğer: öncelikle cephe örgütlenmesi için söylenenlerin önemine 2. Emperyalist Paylaşım Savaşında özellikle Avrupa ülkelerinin birçoğu özgülünde tanıklık edilebilir. “Proleter Dünya Devriminde Sorumluluklar” başlıklı yazımızda bu konuya değinmiştik. Önemli zafiyetlerin, yetersizliklerin ve başarısızlıkların gösterildiği bu ülkelerde cephe siyaseti esas olarak alıntıda belirtilenleri içeriyordu. Sovyetler’de ama özellikle de Çin’de Birleşik Cephe siyasetinin en ileri biçimde ve açık ki geliştirilmiş olarak uygulandığına tanıklık ettik. Birçok iftiracı ve belki de kavrayışsızlığın sonucunda dönekleşmiş unsurun iddiasının tersine Mao, Japon emperyalizminin istilasına karşı “tüm Çin milletini” birleştirmeyi, üstelik defalarca yaşanan ihanetlere, üst düzey kopuşlara ve saldırılara rağmen başarmıştır. Bazıları Çin’in işgali püskürtme başarısını Japonya’nın uluslararası alanda düştüğü müşkül durumla açıklama gafletine düşmektedir. Herkes bilir ki Çin’de Japon istilası en güçlü biçimde gerçekleşmiş ve buna karşı direniş de tarihteki sayılı direnişlerden ve zaferlerden biri olarak kayıtlara geçmiştir. Bunun öznesinin Çin halkı ve ona önderlik eden ÇKP olduğu gerçeğini hiçbir çarpıtma ortadan kaldıramaz. Bu büyük direnişin hatıraları halen güçlüdür…

 

Aynı çarpıtmanın Alman Nazizmi’ne karşı SSCB’nin verdiği savaş için de yapıldığını, faşist Almanya’yı ABD’nin alt ettiğinin söylendiğini hatırlatalım. 20 milyondan fazla insanını ve değeri ölçülemeyecek kadar maddi varlığını bu savaştaki zafer uğruna kaybeden SSCB’ye özelde de Stalin’e yönelik bu yok saymanın, küçümsemenin ne derecede aciz saldırılar olduğu biraz tarih okunarak görülebilecektir. Kuşkusuz bu tarih tartışılmaz belgeler üzerinden, verilerle okunmalıdır…

 

Birleşik Cephe siyaseti ve silahlı güçlerin bağımsızlığı ve inisiyatifinin korunması anlayışı proleter devrim sürecinin en temel doktrinleridir. Bu doktrinlerin günümüzde sözde komünistler tarafından “güçsüzlük” çaresizliğiyle ve “belirsiz birlikler” oportünizmiyle nasıl ihmal edildiğini hatırlatmak gerek. Büyük hedefler uğruna halkın silahlı güçlerinin bağımsızlığının ve inisiyatifinin küçümsendiği her yerde “komünistler” devrim mücadelesini olanaksızlığa, başarısızlığa sürüklediler. Doğru politikayla küçük bir güç büyük bir güce dönüşebilir derken Mao bu ilkelere dayanmaktaydı. Oysa bu ilkelerin küçümsenmesi neticesinde büyük güçler paramparça edildi. Nepal’de tanık olduğumuz buydu. Peru’da Sağ Oportünist Çizginin yeni özde aynı olan politikaları aynı sonuca yol açtı.

 

“Mao’nun birleşik cephe stratejisi özellikle günümüzde çeşitli ‘ilerici’ veya ‘anti faşist’, ‘anti emperyalist’ kesimlerce ileri sürülen sulandırılmış ‘koalisyon siyasetine’ ve birlik konusunda ‘işte size bizden şu kadar’ tipine indirgenemez. Mao’nun birleşik cephe stratejisi hiçbir şekilde böyle olmamıştır. Onun birleşik cephe stratejisi sadece proletarya, kapitalist toplumun çelişkilerini çözmeye muktedir olduğu için proletarya birleşik cepheye ‘hedeflerinin berraklığı, toparladığı maddi kuvvet ve programın güçlülüğü temelinde önderlik eder’ ve Mao’nun birleşik cephe stratejisi tek bir amacı hedefler, o da Mao’nun ifadesiyle, ‘iktidarın silahlı güçlerle ele geçirilmesi’dir.”

 

Buna göre sorun savaşla çözümlenecektir. Bu tip görev tanımı “devrimin merkezi görevi ve en yüksek biçimidir. Bu Marksizm-Leninizm’in devrim ilkesi, Çin ve tüm ülkeler açısından evrensel olarak geçerlidir.”

 

Her koşulda devrim mücadelelerinin politik iktidar mücadelesi olduğu gerçeğine yaslanan bu görüş Mao’nun liderliğindeki Çin Devriminde hayata geçirildi. Özel koşullarda ve özgün şartlarda hayata geçirilen bu ilke tarihte ilk defa proletarya ideolojisi ile, işçi sınıfının çıkarları açısından bakan komünist partisi ile başından sonuna kadar önderlik edilen bir devrimde uygulandı. Bunun sonucu olarak ilke ete kemiğe büründü ve teoriye yapılan katkılarla en ileri seviyeye ulaştı. Bu yeni teorik düzlem tüm ülkelerin devrimlerine ışık olacak denli güçlüdür. Bu güçlü ışık tüm devrim yolcularının elinde olmak zorundadır.

 

Askeri Sanatın Ustası Mao

Mao’nun katkılarını devamla açıklayan yazı, Mao’da somutlaşan Marksist askeri çizgiye gelir ve burada da evrensellik vurgusu yapar. Maoizm’e dair bu tespit yeni bir teorinin izinde olunduğuna işaret eder. Devam edecek bölümde bu konuya yer vereceğiz. Çin koşullarında gelişen askeri savaş stratejisinin özel olarak Halk Savaşı biçiminde gerçekleşmesinin onda içerili stratejik ilkelerin evrenselliğini gölgelememesi gerektiğine, tüm devrimlerde gündemleşmek zorunda kalacak savaşlarda söz konusu ilkelerin yol gösterici olması gerektiğini açıklayacağız…

https://www.yenidemokrasi34.net/proletaryanin-iktidari-icin-siarimiz-maoizm.html


Proletaryanın İktidarı için Şiarımız: Maoizm-II

 


 

https://www.yenidemokrasi34.net/proletaryanin-iktidari-icin-siarimiz-maoizm-ii.html

 

Mao, deneyimlerinden yararlanmak istediğinde Arafat’a Arapların başkalarından taktik öğrenmesine gerek olmadığını çünkü onların zaten çok büyük bir gerilla liderine sahip olduklarını söyleyip Rifli Abdülkerim el Hattabi’yi hatırlatır. Mao’nun buradaki tutumu özel değildir. Onun savaş anlayışında “özel” ya da “özgün” durumlar, olgular, birikimler temel niteliktedir. Stratejik olarak, ilkeler düzeyinde kuşkusuz savaşlar ortak özelliklere sahiptir. Bir proleter devrimci iç savaş ya da anti emperyalist bir kurtuluş savaşında Mao’dan hareketle savunulacak “her ülkede geçerli” olmak üzere ilkeler ve stratejiler vardır. Taktikler söz konusu olduğunda ise her ülke esas olarak kendi tarihine, kültürüne, birikimine, koşullarına, halkına dayanmalıdır. Başka örneklerin bu alanda sadece ilham vermek üzere yararlı olacağını bilmek gerek.

 

Halk Savaşının evrenselliği üzerine giderek artan bir yorum var. Son enternasyonal birlik de bu yaklaşımı benimsemiş durumda. Oysa Halk Savaşı hakkında Mao’nun açıklamaları bir strateji olarak evrenselliğe işaret etmez. Mao, Halk Savaşını yarı sömürgelerde kentlerin kırlardan kuşatılması, kırlarda sağlanan egemenlikle birlikte güçlenmiş sağlam bir ordu ve kızıl siyasi üslerde somutlaşan tüm bakımlardan üstün bir donanımla kentlerin ele geçirilmesi olarak tanımlar. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ise, işgal söz konusu değilse eğer bunun tersi bir strateji uygulanmak zorundadır. Devrim kentlerde başlar ve kırlara buralardan yayılır. Çünkü sosyalist devrimin güçleri kentlerdedir, devrimin baş çelişkisi kentlerdedir, doğru bir örgütlenme ile kentlerde üstünlük işçi sınıfında olduğundan devrim buralarda gelişebilirdir.

 

Buna rağmen Peru’daki Halk Savaşının önderliğini yapmış ve büyük bir ilerleme sağlamış olan komünist önder Gonzalo Maoizm’in evrenselliği hakkındaki yorumunda Halk Savaşına da özel bir yer vermiştir. O bunu “her ülkenin kendi şartlarına uyarlanmak üzere” ileri sürer. Her ülkenin kendi şartlarına göre biçimlenecek Halk Savaşını o komünist partisinin önderliğinde; kitlelere dayanan; üsler kurarak ve bu üslerde yeni iktidar odakları yaratarak yayılan; taktik olarak güçlü ve örgütlü bir güce karşı stratejik olarak üstün, örgütlenerek adım adım güçlenecek zayıf bir gücün savaşı olarak tanımlar. Komünist partisinin önderliği, devrimin zorunlu/kaçınılmaz olarak silahlı olması, basitten karmaşığa doğru gelişme ve üslere dayalı yeni iktidar odakları evrensel ilkelerdir. Gonzalo’nun Halk Savaşı için bu önermesi yukarıda konu ettiğimiz Mao’nun Çin’deki Halk Savaşı pratiğine dair görüşlerinin bir adım ötesindedir. Mao Zedung meseleyi böyle tarif etmemiştir. Buradaki Halk Savaşı tanımının Mao Zedung’un Halk Savaşı tanımından kuşkusuz biri diğerini yadsımadan, farklı olduğunu görüyoruz. O halde burada yeni bir yorumun söz konusu olduğunu görmek gerekir. Bu farklı yaklaşımlar Maoizm’in evrenselliğini nasıl kavramamız gerektiği hakkında bize bir fikir vermektedir.

 

Evrensellik ve Özgüllük

Nedir bu fikir? Evrensellik ile özgünlük arasındaki diyalektik ilişki… Bir fikir öncelikle belirli şartlarda, maddi yaşamın özgün halleri içinde vücut bulur. O fikrin evrensel olması, yani tüm şartlarda geçerli bir fikir haline gelmesi bir süreç sorunudur. Gelişme halindeki fikrin evrensel düzeyde de geçerli hale gelmesi onun baştaki fikrin birebir kendisi olması anlamına gelmez. Fikirdeki belli özellikler, kuşkusuz gelişim de göstererek evrensel hale gelirken başka belli özellikler yerel kalmaya devam eder ya da bir ölçüde yaygınlık kazanır. Örneğin Mao Zedung Halk Savaşını Çin koşullarında, hatta 1920’li-30’lu yıllardaki Çin’de geliştirmiştir. Bu koşulların ürünü olan özgüllükler de evrensellikler de söz konusudur. Evrensel olan biçimleri ilkeler seviyesine çıkarmak ve tanımlamak, aynı zamanda yerel olanları da tespit etmek gerekir. Mao Zedung’un Halk Savaşında evrensel olarak tanımladığı ve her ülkede uygulanabilir gördüğü biçimler yok mudur? Elbette vardır. Buna rağmen o Halk Savaşının evrensel olduğunu ileri sürmedi. Halk Savaşında evrensel olan özellikleri keşfetmek ve kendi ülkesinin özgünlüğüne uyarlamak o ülkenin komünistlerinin işidir. Halkların genel hareket yasasına, eylemine, çıkarlarına dayalı her deneyim devrimci mücadelede inceleme konusu olup bunlardan yararlanılmalıdır. Yarı sömürgelerdeki devrimin stratejisi olarak gelişmiş ve Mao Zedung tarafından tanımlanmış Halk Savaşının gelişmiş kapitalist ülkelerde de uygulanabilir özellikleri olabileceğini reddetmiyoruz. Bununla birlikte stratejik olarak kentlerin kırdan kuşatılmasına ve uzun süreli köylü gerilla savaşına dayanan Halk Savaşının bir bütün olarak evrensel olduğunu ileri sürmenin Mao’nun tanımlarının ötesine geçmek olduğu da açıktır.

 

Dogmatizme Kapalı İnceleme

Mao devrimci savaş deneyimlerinin, hatta sadece bunlar da değil; ama özellikle bunların incelenmesi ve bunlardan yararlanılması konusunda hemen her zaman uyarıcı olmuştur. O, bu uyarıları yaparken bunun dogmatik biçimde gerçekleşmemesine de dikkat çekmiştir. Dogmatizm uyarısı Halk Savaşının sömürgelerde, yarı sömürgelerde, işgale uğramış ülkelerde uygulanabilir bir strateji olduğu görüşünün reddedilmesi anlamına gelmez. Mao Zedung Halk Savaşı stratejisinin saydığımız koşullarda geçerli olduğunu söylemiştir ve bu bilimsel olarak da kanıtlanabilirdir. Dogmatizm uyarısı, onun sayısı çok olan sömürge ve yarı sömürgelerde uygulanması anlayışına karşı değildir, bu uyarı Çin’deki Halk Savaşının başka ülkelere “mekanik biçimde aktarılması” olasılığına karşıdır. Bu türden bir uyarı Büyük Ekim Devrimi için de yapılır, hatta bütün bir Marksizm-Leninizm için de yapılır. Bilim dogmayı reddeder ve “mekanik bir biçimde uyarlamak” dogmatizmin bir biçimidir. Bununla birlikte Halk Savaşı, bir strateji olarak Mao’nun belirttiği koşullarda uygulanabilirdir. Mao bunu açıkça ileri sürmüştür. Çin Devriminin deneyimlerinden, yani köylük bölgelerde üslerin yaratılması, kentlerin buralardan hareketle kuşatılması ve nihayet ülke çapında iktidarın ele geçirilmesi deneyiminden Latin Amerikalı komünistlerin yararlanması gerektiğini söylerken de görüşü buydu. Elbette bunun “tamamen”, “birebir” ya da “mekanik bir yararlanma” biçiminde olmaması gerektiğini de belirtmiştir. Bazen bu “sınırlama” Halk Savaşının yarı sömürgelerdeki demokratik devrim stratejisi olmadığının Mao tarafından onaylanması olarak değerlendirilmektedir ki bu bir tür “cımbızlama” yoluyla özü karartma tavrıdır. Ayrıca belirttiğimiz koşullara uyarlanan Halk Savaşlarının başarılı sonuçlar verdiği de bir gerçekliktir. Halk Savaşından vazgeçildiğinde ise devrim yenilgiye uğramıştır.

 

Halk Savaşında Evrensellik

Bu yaklaşım Maoizm’in ayırt edici özelliklerinden biridir. Peki Halk Savaşı stratejisinin evrensel olarak, tüm dünya ülkelerinde uygulanabilir olduğu düşüncesi nasıl değerlendirilmelidir? Bu tamamen yanlış mıdır?

 

Şüphesiz ki tamamen yanlış değildir. Dünyanın birçok ülkesinde geçerli olabilen bir stratejinin diğer ülkelerde de uygulanabilir özellikler içermediği nasıl ileri sürülebilir? Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde uygulanacak bir strateji olmakla birlikte evrensel özelliklere de sahip Halk Savaşından söz edilebilir. Burada bir ayrım yaptığımız açık olmalıdır. Halk Savaşının yerel, özgül, dolayısıyla evrensel olmayan bir strateji olduğunu savunuyoruz; ama aynı zamanda “her özgülde evrensel olan vardır” yasasına dayanarak Halk Savaşındaki evrensel özellikleri konu ediyoruz. Bunu açıklamak için bir yöntem olarak evrensellik ile özgüllük ilişkisine yönelmek yararlı olacaktır.

 

Bir şeyin evrenselliğini, mutlaklığını ileri sürmek aynı şeyin özgüllüğünü, göreliliğini reddetmez. Aksine evrensel ve mutlak olan aynı zamanda özgül ve görelidir. Çünkü her şey belli biçimlerdeki, sürelerdeki hareket içinde vardır ve hareketin kendisi o şeyin sınırlarıdır. Evrensel ve mutlak olan sonuç olarak bu hareketler içinde gerçekleşir. Her incelemede, tartışmada, fikir oluşturmada bir hareket biçimi ve süresi söz konusudur. Bir hareket biçimini fikir oluşturmak üzere değerlendirmeye aldığımızda onun diğer hareket biçimlerinden farklı olan, ona özgü olan, onda gerçekleşen özellikleri keşfetmeye çalışırız. Onu anlamanın koşulu onda farklı olanı açığa çıkarmaktır. Maddenin hareketinin genel özelliklerini bilmek tüm hareket biçimlerini öğrenmiş olmak anlamına gelmez. Evrensel olan özgül olanda gerçekleşir ve özgül olanda tamamlanır. Özgül olanda gerçekleşip tamamlanan şey başka bir özgüle evrilir ve bu sonsuz bir döngü halinde devam eder: Evrensellik bu sürecin bütünündeki ortak özelliktir. Mao Zedung bu ortak özelliği tek bir yasada tanımlamıştır: Karşıtların birliği ve mücadelesi ya da çelişki yasası. Çelişki evrensel ve mutlaktır ve şeylerdeki çelişki özgül ve görelidir. Bir şeyin kendi çelişkisi kavranmadıkça o şey anlaşılamaz, çözümlenemez.

 

O halde evrensel olanın yerelde gerçekleştiğini, yerel özellikler taşıdığını yerel olanın da evrensel içerik taşıdığını evrenseli kendinde somutlaştırdığını kabul ederek Halk Savaşına bakalım. Bu ilişkiyi Halk Savaşı hakkındaki tartışmada kullanalım.

 

Halk Savaşı bir strateji olarak Çin’deki demokratik devrim sürecinde gerçekleşmiş, Çin demokratik devriminin özgül şartlarının teorisi halini almıştır. Bu Halk Savaşının özgüllüğü ve göreliliğidir. Nedir bu özgüllüğün özellikleri: Birincisi o bir “köylü savaşı” biçiminde gerçekleşmiştir. İkincisi o kentlerin kırlardan kuşatılması yolunu izlemiştir. Üçüncüsü uzun süreli bir savaş içinde genişlemiş, tüm ülkeye yayılıp siyasi iktidarın bu sürecin sonunda zapt edilmesiyle son bulmuştur.

 

Mao da Halk Savaşını, Çin’de geliştiği biçimde: başından sonuna kadar silahlı, kırdan kente, uzun süreli köylü gerilla savaşına dayanan, büyük kentlerin kuşatılmasını temel alan, kırlık alanlardaki üslerde vücut bulan birleşik cephe ile iktidar odakları oluşturan ve nihayet ülke çapında siyasi iktidarın alınmasıyla sonuçlanan bir strateji olarak açıklar.

 

İbrahim yoldaşın da yaklaşımı bunu teyit eder niteliktedir: “Mao Zedung yoldaş Marksist-Leninist kesintisiz ve aşamalı devrim teorisini yarı sömürge, yarı feodal ülkelerin şartlarına uyarlayarak şu sonuçlara varmıştır: bu ülkelerde feodalizme karşı yürütülen mücadeleyle emperyalizme karşı yürütülen mücadele birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır. Demokratik devrimin özü toprak devrimidir. Toprak devrimi proletarya önderliğinde Halk Savaşı yoluyla başarıya ulaşır.

 

“Halk Savaşı özünde bir köylü savaşıdır. Proletarya partisi, yoksul ve orta köylülere dayanarak köylük bölgelerde silahlı mücadeleye girişmeli, buralarda kurtarılmış alanlar yaratmalı, bu kurtarılmış alanlar uzun süreli savaş içinde genişletilerek buralardan büyük şehirleri de zapt etmek suretiyle ülke çapında siyasi iktidar ele geçirilmelidir.”

 

Evrensel İlkeler

Şartları ve gelişim dinamikleri somut olarak böyle tanımlanan Halk Savaşının evrensel özellikleri nelerdir?

 

Kavram olarak Maoizm’i ve Maoizm’in evrenselliğini açıklamakta, kendimiz için “başlangıç” noktası yaptığımız M. Ali Çakıroğlu imzalı yazıda askeri çizgi için şunlar söylenmiş:

 

“Çin Devrimini zafere götüren 22 yıllık savaş süresinde, Mao ilk bütünsel Marksist askeri çizgiyi geliştirdi. Özgül bir savaşın (ya da aslında savaşların) ürünü olmasına karşın, bu temel ilkeler tüm devrimler için zengin bir evrensel muhtevaya sahiptir.”

 

Halk Savaşının evrenselliği tartışması yapılmadan Çin Devriminin gerçekleşmesiyle sonuçlanan 22 yıllık savaşta içerili evrensel (tüm devrimler için geçerli) ilkelerden söz ediliyor. Bunun ne derecede bilinçli yapıldığı tartışmalıdır elbette, ne var ki biz bu yöntemi bilinçli bir biçimde kullanabiliriz. Çin koşullarında geliştirilen askeri çizginin hangi ilkelerle, hangi özelliklerle bütünsel Marksist askeri çizgiye ulaştığını değerlendirebiliriz. Böylece yerelde gelişen hareketin evrensel yanlarını açığa çıkarabiliriz. Yerelde olanın evrensel olanda da geçerli olduğunu belirlediğimizde Halk Savaşında somutlaşan ilkelerden hangilerinin evrensel olduğunu saptamış oluruz. Tartışmanın bu yöntemle geliştirilmesi Marksist öğrenme, anlama, çözümleme yöntemine uygundur.

 

Daha baştan şunu ifade edelim: Söz konusu yazı Mao’nun askeri çizgisinin evrensel özellikleri olduğunu savunmaktadır. Bunun doğru bir değerlendirme olduğunu görmek için hemen devamındaki şu cümleleri dikkatlere sunmak gerek:

 

“Bu ilkeler içerisinde kilit rolü oynayanı, partinin silahlara hükmetmesi gerektiği -yani, partinin, silahlı mücadeleye ve devrimci silahlı güçlere önderlik etmesi gerektiği ve hiçbir zaman ordunun devrimde önder siyasi güç olmasına ya da partinin siyasi önderliğinden bağımsız bir güç olmasına izin vermemesi gerektiğidir.”

 

Partinin ya da siyasetin silahlara hükmetmesi gerektiği açıktır ki proleter bir hareketin reddedemeyeceği bir ilkedir; hangi ülkede olursa olsun eğer savaş söz konusu ise, eğer silahlı güçler oluşmuşsa bunun proletaryanın çıkarlarına göre kullanılması/hareket etmesi zorunludur. Bu olmadığında o proletaryaya hizmet edemez, dolayısıyla devrime de götüremez. Proletaryanın çıkarları ise komünist partisinin önderliğinde somutlaşır. Proletaryanın siyasetini komünist partisi belirleyebilir; çünkü proleter ideoloji onda somutlaşır.

 

Ne var ki bu belirleme evrensellik için yeterli değildir. Bu ilkenin evrenselliği tüm ülkelerde savaş kaçınılmaz bir olgu ise geçerlidir. Savaşa önderlik edecek komünist partisi tanımı ancak savaşın kaçınılmazlığında bir ilke olabilir. O halde proleter devrimci savaşın tüm ülkeler için kaçınılmaz olduğunu söylersek ancak komünist partisinin/siyasetin silahlara hükmetmesi gerektiği ilkesinin de tüm ülkeler için geçerli bir ilke olduğunu savunabiliriz.

 

Mao Zedung bize iktidar sorununda temel sorunun savaş olduğunu açıklamıştır. O şöyle demişti: “İktidarın silahlı güçlerle ele geçirilmesi, sorunun savaşla çözümlenmesi devrimin merkezi görevi ve en yüksek biçimidir. Bu Marksizm-Leninizm’in devrim ilkesi, Çin ve tüm ülkeler açısından evrensel olarak geçerlidir.”

 

Bu tespit en son Mao’da tam bir berraklığa kavuşmuşsa da Lenin ve Stalin’de de gelişme halinde vardır. “Bu Marksizm-Leninizm’in devrim ilkesi” derken de Mao bunun kendisinden önceki varlığına değinmiş oluyor zaten. Bununla beraber bu ilke ilk defa Mao’da “istisnası olmayan bir ilke” olarak tanımlanmıştır. Siyasetin silahlara hükmetmesi ilkesi bununla ele alındığında evrensel bir ilkedir. Tüm ülkelerdeki devrimlerde geçerli olacak bu ilke elbette özgül koşullarda da yeniden tanımlanmalı, açıklanmalıdır. Tek başına “evrensel ilke”yi tanımlamış olmak yetmez:

 

“Doğru bir siyasi çizgi ve strateji, ancak hem uluslararası alanda hem de söz konusu ülkedeki siyasi durumun ve sınıfların mevzilenmesinin doğru bir değerlendirmesinden çıkabilir ve böylesi bir tahlil ancak parti tarafından çok yönlü ele alınıp yürütülebilir.”

 

Siyasi durumun ve sınıfların mevzilenmesinin somut bir değerlendirmesi proleter siyasetin silahlı güçlere hükmetmesinin temel unsurudur. Ancak böyle bir değerlendirme varsa evrensel ilke yaşama geçirilebilecektir. İlgili yazıda bunun nedeninin bir açıklaması olarak şu pasajı verebiliriz ki ikna edicidir:

 

“… devrimci ordu kaçınılmaz olarak çok geniş güçleri kapsayacaktır, dolayısıyla, partinin sağlam önderliği ve istikrarlı ideolojik eğitimi (ve mücadelesi) olmazsa, devrimci savaşın amacını, sonuna kadar devrimden daha düşük bir şeye indirgeme yönündeki -Mao’nun yorulmak bilmeden mücadele ettiği- şu veya bu eğilim, kaçınılmaz olarak kök bulacak, filizlenecek ve devrimin ilerlemesini tehlikelere sürükleyecektir. Tüm bunlar temeldir – ya da en azından temel olmuştur ve olmalıdır.”

 

Bu ilkenin uluslararası proletaryanın çıkarlarına uygunluğu açıktır. Çünkü proletaryanın kurtuluşu sorunu maddi koşullarda onun sömürülmesinden, haksızlığa uğramasından, ezilmesinden ötürü vardır. Bu sorunun çözümünü içeren siyasetin kumandası silahlara gerçek gücünü verir. Tek başına silahların kullanılması, inisiyatifin silahlarda olması proletaryanın kurtuluş umudunu içermediği için ezilen, zayıf, donanımsız ve ilk başlarda örgütsel/dağınık bir güç için yenilgi anlamına gelir. Bu yaklaşımı burjuvazi bakımından ele aldığımızda geçerli olan tersidir. O cenahta siyasetin kumandada olması ezilenlerin çıkarlarıyla çatışmalı olan ezenlerin çıkarlarının öne çıkarılması anlamına gelir. “Daha çok sömürü, daha çok talan, daha çok kâr için” silahlara başvurduğunu, ordu kurduğunu, örgütlendiğini ileri sürmek ezilenlerden taraftar bulacak bir yaklaşım değildir. Burjuvazi bu konuda neredeyse tamamen manipülasyona başvurur. “Neredeyse” dememizin nedeni bazı burjuva kesimlerin feodalizme ve emperyalizme, olursa eğer işgallere karşı haklı mücadele tarafında yer almalarıdır. Bu durumda onlar da siyasetin silahlara kumanda etmesi ilkesinden yararlanırlar… Elbette bu yararlanma tavrının geçiciliği hakkında net olmak gerek. Taliban’ın Rus Sosyal Emperyalizmine karşı savaşı buna örnektir. Şimdilerde Hamas öncülüğünde gerçekleşen Filistin’in anti işgalci savaşı da buna örnek verilebilir. Gene de bu örneklerde özellikle belirlememiz gereken bir gerçeklik var. Bu direnişlerin öznelerinde siyasetin kumandası geçicidir. Gerici karaktere sahip önderlikleri nesnel olarak dayandıkları haklı gerçekliğe rağmen geleceği bu haklılıkta aramaktan uzaklar. Hatta daha bu savaşlar verilirken de silahların gücüne verdikleri önem çoklukla siyasete verilen önemden önce gelir. İsrail’e karşı verilen haklı mücadelede işin sonunda kullanılan silahların kapasitesine, bağlantılarına daha fazla yer verilmeye başlanması sözünü ettiğimiz “siyasetin kumandası” ilkesinin bu mücadelede geride olduğunu gösterir. Biz burada sadece siyaseten bu kesimlerin savaşta haklı tarafta olmalarına ve bu haklılığın sağladığı destekten söz ediyoruz.

 

İş birlikçi kesimler ve emperyalizm ise bu bakımdan söz konusu ilkeyle hareket etmekten uzaktırlar. Onların temel dayanakları her türden silahlı güçleridir. Özellikle de silahları önde tutarlar. Yenilmezliklerini, üstünlüklerini bunlarla açıklarlar ya da daha üstün ve yenilmez olmak için silah geliştirme yolunda ilerler. Bunu halkların yoksullaşması, geleceksizleşmesi, korkunç savaşlarla paramparça olması pahasına yapmaları da cabasıdır.

 

Dayanak aldığımız yazıdaki aynı içerik şöyle açıklanmış:

 

“Proletaryanın askeri mantığı, askere asker silaha silah vb. şeklinde bir anlayışa dayanamaz. Bu boşa bir çaba olur. Onlara gereken kendi avantajlarını öne çıkarmak ve bunlara dayanmaktır.

 

“Emperyalist ve gerici ordular kendi avantajlı yollarıyla, üstün teknoloji ve güçle, hasımlarını bunaltıp vurma yolunu seçerler. Emperyalist ve gerici ordular üstün teknoloji ve üstün askeri güçle vb. savaşmaktan alı konulduklarında, stratejik zayıflıkları hemen açığa çıkar. Çünkü bu ordulara sömürü ve talan siyaseti önderlik ettiğinden, bunlar sömürü ve talan ordularıdır. Böyle bir ordunun giriştiği savaşın fiili yürütücülerinin savaştıkları amaçlar hakkında gerçekte bir bilinçleri yoktur, (ya da yanlış bir bilinç taşırlar.) Bunun yanısıra talan ve sömürü orduları olmalarından dolayı katı bir hiyerarşik yapı içerisinde örgütlenmiş olduklarından keskin sınıfsal, ulusal çelişkilere ek olarak üst rütbelerle, düşük rütbeliler arasında yoğun çelişkiler yaşanır. Böylesi orduların üstün teknoloji ve yüksek askeri güçleri olan avantajları kaybolduğunda ya da bu avantajları nötralize edildiğinde esasta ne yapacaklarını bilemez hale gelirler.

 

“Mao ezilen yığınların kafalarını kullanıp yumruklarını sıkarak ayağa dikildiklerinde bu sömürü ve talan ordularının avantajlarının büyük oranda nötralize edileceği bilinciyle nükleer güce, çok büyük askeri ve teknolojik güce sahip olan ABD’ye ve diğer emperyalistlere dönerek ‘emperyalizm kâğıttan kaplandır’ demiştir.”

 

Yazı Mao’nun Halk Savaşı kapsamında dayandığı ve uyguladığı üç ilkeyi (siyasetin silahlara kumandası, savaşın proletaryanın avantajlarına dayanması ve savaşta asıl unsurun kitleler/insan olması) evrensel ilkeler olarak tanımlayarak bölümü sonlandırıyor: “Bu üç ilke Mao’nun proletaryanın hizmetine sunduğu bütünlüklü Marksist askeri doktrinin esas unsurlarıdır.”

 

Bu yönteme dayanarak Halk Savaşında da içerili olan kimi ilkelerin evrensel ölçekte olduğunu kabul etmemek mümkün değildir. Benzer bir değerlendirme yoluna Bolşeviklerin devrimci savaşı bakımından da gidilebilir. Ne var ki buradan askeri çizgi kapsamında çıkarılabilecek fazla bir şey olmadığını kabul etmek gerek. Çünkü Rusya’da devrim çetin ve uzun süreli bir iç savaş yolunu izlemedi. Hatta orada iktidar alındıktan sonra verilen savaş devrimci iç savaştan daha uzun sürdü. Dolayısıyla bu durum dört başı mamur bir askeri çizginin oluşmasına hizmet edecek ilkelerin olgunlaşmasına olanak vermedi. Gene de bu süreçte söz konusu ilkelerin rüşeym halindeki varlığı incelemelerde saptanabilir.

 

Çakıroğlu’nun belirttiği üç ilkenin evrensel olarak savunulabilir olduğuna itiraz edilemez. Bununla birlikte gelinen aşamada, yapılan birçok tartışmadan ve değerlendirmeden sonra Maoizm’de somutlaşan askeri çizginin evrensel ilkelerini biz şöyle sıralıyoruz:

 

Birincisi, Halk Savaşının önderliğinde proletarya ideolojisi bulunur. Bu, çağımızın tüm devrimleri için geçerli bir özelliktir. İkincisi, Halk Savaşı örgütlü ve donanımlı bir güce karşı halk güçlerine dayanan, başta zayıf ve donanımsız bir gücün savaşıdır. Üçüncüsü, Halk Savaşı stratejisinde tanımlanan yeni iktidar tüm ülkeler için geçerli proleter iktidarlar kurma göreviyle uyumludur. Dördüncüsü, Halk Savaşı Proleter Dünya Devriminin parçasıdır, hizmet ettiği şey proletarya diktatörlüğüdür.

 

Bu özellikler evrenseldir ve proleter devrimci hareketin savaş çizgisinin özgül bir biçimi olan Halk Savaşında da geçerli özelliklerdir. Halk Savaşında da somutlaşan bu ilkelerin çağımızın tüm devrimlerinin özellikleri olduğundan şüphe edilemez. Buna, Enternasyonal Komünist Birlik tarafından savunulan “Halk Savaşının evrenselliği” tezini Mao tarafından belirlenmiş “sınırlara” uymadığı için, Halk Savaşının tanımlanmış biçiminin bu stratejinin sömürge, yarı sömürge ve işgal koşullarında geçerli olduğunu savunduğumuz için doğru bulmuyoruz. Sonuç olarak Halk Savaşı stratejisinin “uzun süreli bir köylü savaşı” anlayışını içermesi onun evrensel savaş stratejisi olamayacağının en güçlü kanıtı durumundadır.

 

Son olarak Çin koşullarında gerçekleşen Halk Savaşının Büyük Ekim Devrimini doğuran Genel Ayaklanma’dan farklı bir strateji olduğu yargısına da değinmek gerekir. Genel Ayaklanma denilen “son darbe” ya da iktidarın bir bütün olarak ele geçirilmesi hamlesi Halk Savaşının da bir parçasıdır. Çünkü kuşatılan kentlerin tamamen ele geçirilmesi buralarda örgütlenecek bir Genel Ayaklanma ile olanaklıdır. Genel Ayaklanmayla sonuçlanmayacak bir devrim hareketi yoktur. Dolayısıyla Genel Ayaklanmayı bir strateji olarak tanımlamak yanlıştır; o, tüm iktidarın ele geçirilmesi için son darbedir ve her ülkede geçerli olacaktır.

 

Mao yoldaş Halk Savaşından ayrı olarak uygulanacak strateji için uzun süreli barışçıl mücadeleden söz etmiştir. Uzun süreli barışçıl mücadelenin yukarıda belirttiğimiz ilkeleri içerdiğini, içermek zorunda olduğunu özellikle belirtmek gerekir.

 

Strateji tartışmalarında dikkat edilmesi gereken temel farkların da devrimlerin niteliği, kent ve kır ilişkisi, düşmanın gücü ve donanımı, mücadele için temel olanaklar ve halk kesimleri içinde yer alan sınıflar arasındaki ilişkiler olduğunu hatırlatalım…

 

Halk Savaşının değil, ama Halk Savaşında somutlaşan kimi ilkelerin evrensel olduğuna dair bu açıklamadan sonra Maoizm’in ekonomi politiğe getirdiği açılımı konu edeceğiz. Özellikle sosyalizmde sınıf savaşımı teorisinde somutlaşan katkıların evrenselliği onu doruk nokta olarak görmemizde belirleyici özelliklerdendir…

26 Ekim 2023

 

Önceki yazı için linke tıklayınız.

https://www.yenidemokrasi34.net/proletaryanin-iktidari-icin-siarimiz-maoizm.html

 

28 Ekim 2023 Cumartesi

NUBAR OZANYAN | İşgal ve soykırımların karşısında durmak…

 

NUBAR OZANYAN | İşgal ve soykırımların karşısında durmak…

“Filistin meselesi olurken tepki ve öfkelerini yükseltip sokaklara dökülen reformist solcular, Kemalist aydınlar, söz konusu Kürtler ve Ermeniler olunca sesini çıkarmayanlar iflah olmaz Türk şovenistleri olarak ikiyüzlülükleriyle lanetleneceklerdir. Tutarlılıktan yoksun beyin ve kalpleri Kemalizm zehriyle kirlenenler, demokrat bile olamazlar.”

 (Yeni Özgür Politika – 24 Ekim 2023)

 

Eylül, Ekim aylarında peş peşe Artsakh, Rojava ve Filistin topraklarına yönelik işgal saldırılarının artarak yoğunlaşmasının tesadüfi olmadığı bir gerçektir. Artsakh, Rojava, Filistin aynı merkezli ve aynı zihniyet sahibi işgalci devletlerin saldırılarına uğruyor. İsrail ve Türkiye’nin işgalci savaş hükümetleri ABD, Alman, İngiliz devletlerinin yıkıcı ve yok edici silahlarıyla Rojava ve Filistin topraklarını bombalıyor. Uşaklar efendilerine mutlak sadakat gösterirken efendiler ise uşaklarına her türlü desteği sunarak Rojava ve Filistin toprakları yıkıma uğratılıyor. Soykırım saldırılarıyla, “modern tehcir”lerle sınırlar yeniden çizilmeye çalışılıyor.

Rojava ve Filistin’de halkın yaşadığı topraklar, yaşam ve üretim alanları olmaktan çıkarılıp enkaza, mezarlıklara çevrilmeye çalışılıyor. Ancak Ortadoğu halklarına cehennem günlerini yaşatanlar fırtına biçmekten kurtulamayacaktır. Tarih, bir kez daha zalimlerin saldırılarına karşı mazlumların direnişine tanıklık ederek yazılacaktır.

Tarihten günümüze dek çözülmeden gelen, acı ve sancıyla taşınan, yaşanan Kürt-Filistin özgürlük sorunlarının verili haline halkların ne kabulü ne sabrı ne de tahammülü kalmadı. Dünyanın ve bölgenin efendileri, özgürlük sorununu “terörle mücadele” kapsamında ele alıp şiddet ve soykırımla çözmeye kalkınca halkların haklı itiraz ve tepkileri, direnişleri yükseliyor. Yükselmekten geri durmayacaktır.

Filistin işgalinde, ABD-İngiltere-Almanya İsrail’e açık desteğini verirken ve dünyanın patronları ve katilleri bir tarafta bir cephede yer alırken; özgürlük ve adaletten yana olan halklar, onur ve vicdan sahibi insanlar, karşı cephede yer aldı. Her şey ve herkes ikiye bölündü. Bölünmedik hiçbir toplumsal kesim kalmadı. Gerçekler, adalet, herkesin gözleri önünde katledilirken yalanlar, sahte gözyaşları, göstermelik kınamalar, rol çalmalar, birbirine karışarak gidiyor.

Yeni dünya düzenin nasıl bir zulüm düzeni olduğunu, her mazlum insan ölüm ve kıyımı yaşayarak görüyor ve öğreniyor. Sermayenin, tankların, uçakların İHA-SİHA’ların sahiplerinin nasıl gözü dönmüş bir şekilde dünyayı ve bölgeyi yaşanılmaz kıldığını her aklı başında insan görüyor. Buna itiraz edenler, dipten gelen uyanışla tepkilerini biriktiriyor, çoğaltıyor ve su yüzüne çıkarıyor.

İnsanlık yeni bir yüzyılı yaşamasına karşın Ortadoğu halkları, orta çağ karanlığına mahkum edilmiş bir şekilde, demokrasiden uzak savaş hükümetleriyle yönetiliyorlar. Demokrasi ve özgürlükleri bilmeyen, hak ve hukuku tanımayan, şiddet ve inkardan başka bir akla müsaade etmeyen, çakma ulus-devletler mazlum halkların başına bela olmaya devam ediyor.

Mazlumla zalimin, ezilenle ezenin kimler olduğu çok açıkken her fırsatta zalimler mazlum kılığına, diktatörler özgürlük savunucusu kılığına girip rol çalabiliyor. Bunu en iyi Türk savaş hükümeti bakanları, siyasetçileri, aydınları, gazetecileri yapmaktadır.

Filistin meselesi olurken tepki ve öfkelerini yükseltip sokaklara dökülen reformist solcular, Kemalist aydınlar, söz konusu Kürtler ve Ermeniler olunca sesini çıkarmayanlar iflah olmaz Türk şovenistleri olarak ikiyüzlülükleriyle lanetleneceklerdir. Tutarlılıktan yoksun beyin ve kalpleri Kemalizm zehriyle kirlenenler, demokrat bile olamazlar.

Filistin’e yönelik işgal ve soykırım saldırılarının karşısında durmak özgürlük görevidir. Zulme karşı en önde savaşmak devrimci görevdir. Filistin cehenneme dönerken, Filistin için timsah göz yaşı döken ancak Rojava’ya bombalar yağdırmaktan bir an için vazgeçmeyen Türk savaş hükümetinin, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın basın toplantısında söylediği şu ifadeler aymazlığın, utanmazlığın geldiği noktayı göstermektedir: “Birisinin toprağını işgal ediyorsunuz evine el koyuyorsunuz, dışarı atıyorsunuz sonra bir başkasını getirip oraya koyuyorsunuz, hırsızlıktır bu.” Bunları söylerken Ermenilere, Rumlara, Süryanilere, Kürtlere ait toprakların üzerine çökenlerin kendileri olduğu gerçeğini yok sayıyor belli ki. Cumhuriyetlerinin yüzüncü yılında “kendi devletlerini başkasının arazisi üzerine kurduklarını, yüzyıllık tarihlerinin çökme ve çökertme üzerine şekillendiğini gizliyor. Her şey bir yana Efrîn’i işgal edip, orada yaşayan Kürtleri tehcir ettiklerini, zeytinlerine kadar yağmaladıklarını unuttuğumuz sanılıyor. Türk savaş bakanının gözü dönmüş bir katil, değme bir hırsız olduğunu Kürtler, Ermeniler ve bölge halkları çok iyi bilir.

Kürt zılgıtı özgürlük haykırışına dönüşüp “Kürtler kimlik ve onur sahibidir” sesleri her tarafta da yankılandıkça Kurdistan, Türk savaş hükümetinin izin verdiği kadar nefes alan ülke olmaktan mutlaka çıkacaktır.

 

 

“Çizgimiz Nubar Ozanyan’dır!” (Deniz Aras)

“Çizgimiz Nubar Ozanyan’dır!” (Deniz Aras)

7 Ekim sabahı Filistin Ulusal Direnişi’nin Siyonist İsrail işgalciliğine ve zulmüne karşı “Aksa Tufanı Operasyonu” başlatması başta siyonizm olmak üzere bölge gerici devletleri ve siyonizme koşulsuz destek veren emperyalistlerde şok etkisi yarattı.

Hamas öncülüğünde başlatılan ve aralarında Filistin Ulusal Hareketi’nin tarihsel öznelerinden Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi devrimci örgütlerin de yer aldığı “Operasyon Odası” tarafından yönetildiği açıklanan bu hamle, tüm dünyada olduğu gibi coğrafyamızda da tartışmalara yol açtı.

Siyonist işgalci ve ilhakçı rejime karşı Filistin ulusal direnişinin, ilk olmayan ve son olmayacak olan bu operasyonunun Gazze Şeridi’nde hakim olan Hamas adlı gerici örgütün önderliğinde gerçekleştirilmesi, bu tartışmaların ana hareket noktasını oluşturdu. Bütün teknolojik üstünlüğüne ve savaş kapasitesine rağmen, Filistin ulusal direnişi karşısında tarihsel bir yenilgi alan siyonizm, yaşadığı ilk şokun ardından zulmünü meşrulaştırmak için yaygın bir medya kampanyasına girişti.

Filistin ulusal direnişi Hamas’la sınırlandırıldı ve “terörizm” etiketiyle yaftalandı. Beklenildiği üzere İsrail siyonizmi, en iyi bildiği şeyi yaparak Gazze Şeridi’nde yaşamak zorunda bıraktığı Filistinlilerin üzerine tonlarca bomba yağdırdı.

Filistin ulusal direnişinde Hamas ve İslami Cihad gibi İslamcı çizgide olan örgütlerin varlığı biliniyor. Dahası bu örgütlerin İran gibi gerici devletler tarafından “Direniş Ekseni” adı altında lojistik olarak desteklendiği de sır değil. Direnişin içinde bu tür gerici örgütlerin yer alması eşyanın tabiatı gereğidir. Her ulusal harekette olduğu gibi Filistin ulusal hareketi içinde çeşitli sınıfların temsiliyeti söz konusudur. Bu objektif gerçeklik beraberinde -siyonist propaganda aygıtının da yadsınamaz etkisiyle- Filistin ulusal direnişine yönelik, özellikle devrimci-ilerici saflarda bir tartışma/saflaşma yaratmış durumdadır.

Filistin ulusal direnişinin şu anki durumda ön plana çıkan kimi güçlerin İslamcı çizgide yer alması, dahası bu örgütlenmelerin ideolojik duruşları kaynaklı düşman kavramlarının bulanıklığı nedeniyle yer yer halkı hedefleyen eylemleri vb. gerekçesiyle Filistin ulusal direnişine karşı ilerici saflarda bir tereddüt ve mesafe yaratılmış görünmektedir.

Kuşkusuz Türkiye devrimci hareketinin ulusal sorun konusunda kafa karışıklığı yeni değil. Yanı başında on yıllardır süren Kürt ulusal özgürlük mücadelesine karşı “ama”larla, “fakat”larla başlayan ve “sınıf tahlilleri”yle devam edip, destek ve dayanışma içine girmemeyi meşrulaştıran bu türden anlayışların temel nedeni, hakim Türk ulus milliyetçiliği ve şovenizmdir. Nitekim İsrail siyonizminin saldırganlığını protesto etmek için sıraya girenlerin bir kısmının söz konusu Rojava olduğunda sus pus olmaları bununla ilgilidir.

Benzer durum Azerbaycan ve Türk gericiliğinin Artsakh’a yönelik işgal saldırısında da yaşandı. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı dillerinden düşürmeyenler, söz konusu Ermeni ve Kürt ulusları olunca bin dereden su getirerek bu ulusların özgürce ayrılma hakkı yani ayrı bir devlet kurma hakkı ilkesini yok saymışlardır.

Söz konusu Filistin ulusal direnişi olunca Türk hakim ulus milliyetçiliği ve şovenizm engeli ortadan kalkmakta ve Filistin ulusal direnişi sahiplenilmektedir. Bu tutumda elbette Türk devletinin İsrail siyonizmiyle başta askeri ve ticari olmak üzere her türlü ilişkiyi sürdürüp, Filistin direnişini ikiyüzlüce sahiplenir gibi görünen tutumu etkilidir. Coğrafyamızda Ermeni ve Kürde dair en ufak bir dayanışma ve destek faşist terörle ezilirken Filistin’e desteğe şimdilik karışılmamaktadır. Kuşkusuz devletin çizdiği sınırlar içinde!

Öte yandan Filistin direnişini sahiplenen kimi devrimci anlayışların abartılı yaklaşımlarını da kaydetmek gerekir. Bu türden anlayışların ezen ve ezilen ulus çelişkisinde hareket noktaları doğru olmakla birlikte, şimdiki durumda Filistin ulusal direnişinde baskın olan gerici örgütlerin propagandasını yapmakta sakınca görmemektedirler.

Ezilen ulusun eyleminde onun zulme karşı başkaldırısında ifadesini bulan demokratik yanı kayıtsız şartsız desteklemek, öte yanda şimdiki durumda Filistin ulusal hareketi içinde baskın olan İslamcı gericiliğin kendi imtiyazları için mücadelesinde tarafsız kalmak! Bu ideolojik çizginin gerici mahiyetini ve halka yönelik eylemlerini eleştirmek, meselenin Yahudi halkından değil siyonizmden kaynaklandığını her fırsatta propaganda etmek! Ne sınıf bakış açısı terk edilip kızıl bayrak elden düşürülmelidir ne de ulusal mücadelenin demokratik muhtevasını desteklememek gibi bir yolda yürünmelidir. Doğru olan tutum budur!

Bu pratik, somut ifadesini ise Nubar Ozanyan’da bulmaktadır. Coğrafyamızda Ermeni, Kürt ve Filistin ulusal mücadelelerine katılan ve bu anlamıyla tarihsel devrimci bir pratik sergileyen Nubar Ozanyan; Filistin ulusunun İsrail siyonizmine karşı mücadelesinde, Artsakh Ermeni ulusunun Azerbaycan işgalciliğine ve Kürt ulusunun Türk işgalciliğine karşı mücadelesinde silah elde savaşmış ve bu uğurda ölümsüzleşmiştir.

Nubar Ozanyan, bu ulusların zulme karşı mücadelesini demokratik yanını fiili olarak desteklemiş öte yandan elinden kızıl bayrağı da düşürmemiştir. Nubar Ozanyan’ın ölümsüzlüğünün ardından FHKC’nin açıklamasında olduğu gibi; “O yaşamı boyunca siyonizme, emperyalizme, faşizme ve her türden gericiliğe karşı savaştı. Bölgedeki tüm hakların kurtuluşuna kadar devrimci mücadeleye ve halk savaşına kendini adamış kahraman siyasi tutsak ve siyasi önder İbrahim Kaypakkaya’nın mirasını temsil etti.”

Kürdistan’da, Filistin’de ve Artsakh’da çizgimiz İbrahim Kaypakkaya’dan beri nettir. Nubar Ozanyanlarla sürmektedir.

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/cizgimiz-nubar-ozanyandir-deniz-aras

17 Ekim 2023 Salı

TURAN TALAY’IN ANISINA…Halil Gündoğan----16.10.2023

 

Halil Gündoğan----16.10.2023

Onu maalesef ki çok erken denilebilecek bir yaşta, henüz 68’indeyken, 11.10.2023 tarhinde yitirdik. Bu ani ve erken ölümü tüm sevenlerini, yoldaşları ve dostlarını derinden sarstı ve acılara boğdu.

Ak ciğer kanserine yakalanmıştı. Hastalık, özelliklede ikinci kez nüksettikten sonra çok hızlı ve sinsi bir şekilde gelişti.

 Öyle ki doktorların her şeyin normal göründüğünü söylediklerinin kısa bir süre sonrasında yapılan muayende, kanserin kafaya sıçradığı ve de yayıldığı tespit edildi. Artık tıbben yapılabilecek bir şey de yokmuş.

 Bir, birbuçuk ay gibi sancılı bir sürecin ardından, ölüm onu yaşamdan tamamıyla koparıp aldı maalesef ki. Sosyalizm ve komünizm ideali uğruna ömrünü tereddetsüce mücadeleye adamış ve en zorlu süreç ve alanlarda görevler üstlenmiş bir kavga emekçisiydi o.

 

 Onun bu özelliğinin bir tarihi kesitini, “Dersim Dağlarında” isimli kitabımda, bir miktar da olsa, kayıt altına almıştım. Şimdi, onun anısına, o bölümleri sizlerle paylaşmak istiyorum. 

 

  “Zeynel olarak benim komutam altındaki gerilla gücümüz ise Ovacık, Munzur yaylaları ve Kemah’ın bir kısım köylerini de kapsayan ve keza Mercan Dağı eteklerinde bulunan Erzincan köylerinde yoğunlaştık.

 İlk acil işlerimizi hallettikten sonra, basım birimimizi de yanımıza alarak, Ovacık’ın Mercan vadisi ve “Yasak Mıntıka” hattında bulunan köylerde faaliyete çıktık.

 

 Bu faaliyeti yürütüyorken; Hürmek’e verilmiş bir randevu ulaştırıldı. Mecburen döndük Hürmek’e. Meğerse randevu Tufan yoldaştanmış… Kemah’ın Gamarik köyünde oturan ve ama aslen Ovacık Ortinikli olan, eski mahpushane arkadaşımız Turan Talay’ı da kılavuz olarak almış yanına. Şahverdi’ye uğrayıp, kardeşim Ali’yi de önlerine katıp Hürmek’e gelmişler.

 

 Tufan ile birlikte üç arkadaş daha vardı. Firar çalışmalarımızda çokça emeği geçen Cemal, keza dışarıda bizikarşılayanlardan sevgili Çako İsmail ve 1992 yılında, İstanbul Maltepe’de vuruşarak yıldızlaşan Partizanlardan Hasan Demir yoldaş da vardı.

 Ha bu arada Tufan, Turan Talay’ı da yerleşik faaliyet yürütmeye ikna ettiğini de çıtlatıverdi. Silah ve insan aktarımı konusunda görev almayı da kabul etmiş.

 

 

 Turan’ın tekrardan örgütlü mücadeleye ikna edilmiş olmasına sevindim. Bunlar, hakkını teslim etmek gerekir ki Tufan’ın ısrarlı çaba ve emeklerinin sonucuydu. Kesinlikle, hemen hemen tüm eski tanışlarının peşine düşmüş ve kalmışsa içlerinde küllenmiş küçük bir kıvılcım, onu azimle harlamaya ve kişileri yeninde mücadele saflarına katmaya çalışıyordu. İşte Turan da bunun örneklerinden biriydi.

 

 

 

Turan, köye yerleştiğini ve arıcılık yaptığını söyledi. “Arıları arazide bırakıp geldiğimden; bir an önce dönmem gerekiyor” dedi. Kendisiyle bağlantı kanalları ayarlayıp, yolculadık.”

 

 

 

*****

 “Ergan yaylaları arasındaki turlamamız iki günümüzü aldı. Oradan tekrar Kemah köylülerinin yaylalarına döndük.

 

 

 

Turan Talay’dan, taraftarımız olduğu ön bilgisini aldığım gençten bir arkadaşa uğradık. O esnada yaylada olması işimizi kolaylaştırdı. Turan’a bir not iletmesini rica ettik. İkiletmeden kabul etmesine sevindik.

 

Turan’a; iki gün sonrasına (olmazsa beşinci güne) randevu verdik. Şansımız yaver gitti, ilk randevuya gelip yetişti.

Turan ile onların ve civar köylerin insanlarının ve arazisinin genel durumu ve keza devletin o yöredeki resmi ve gayri-resmi varlığı ve hareket tarzı hakkında konuştuk. O yöreye inip faaliyet yürüteceğimizi söyledik. Kendisinin ve diğer köylerdeki taraftarlarımızın ve örgütlü sempatizanlarımızın ne tür imkânlar sunabileceğini sorduk.

 

 

 

“Siz yeter ki gelin, biz her türlü imkânı sunarız size” dedi. Sevinçli ve coşkuluydu. Turan’ın bu hali bizi de sevindirdi. Yol yolak hakkında bize teferruatlı bilgiler verdi. İlk önce kendisine uğramamızı, yöreyi kendisi rehberliğinde tanımamızı istedi. Canımıza minnetti, hemen kabul ettik. Arılarının ve çadırının yerini tarif etti. Hangi yoldan gelirsek, nasıl bulacağımızı inceden inceye anlattı. Öyle bir anlatışı vardı ki insanda adeta; “gözü kapalı bile gider o çadırı bulurum” duygusu uyandırıyordu.

 

 

 

Turan bu arada boş durmayıp; Coşkun ve Erzincan merkezde oturan amcamoğlu Resul ile de bağlantıya geçmişmiş. Resul’un şehir merkezinde olmasından hareketle; erzak-malzeme ve insan aktarımını nasıl organize edebilecekleri üzerine görüş alış-verişinde bulunmuş-larmış.

 

 

 

“Sizinle görüşmemiz iyi oldu. Neleri nasıl yapmamız gerektiğini daha iyi ayarlayabiliriz” dedi… Memnuniyetle görüyordum ki Turan bu işe tüm benliğiyle dâhil olmaya karar vermişti. Bu çok güzeldi ve bize büyük kolaylıklar sağlayacaktı.

 

 

 

Turan’a öncelikle, hem kendi bulunduğu hattaki arazide ve hem de Ergan hattındaki arazide, sadece kendisinin ve Resul’ün bileceği küçük çaplı iki ara istasyon depoları hazırlamalarını söyledim.

 

 

 

“Gelen malzemeyi, hangi hat daha kolayınıza gelirse, götürüp o hattaki depoya yerleştirip, sağlama alırsınız. Daha sonra bu depoların yerlerini bizden bir-iki arkadaş da gösterirsiniz ve böylece malzeme aktarımı daha bir kolaya binmiş olur. Bu, hem malzemeyi riske sokmaz ve hem de günlerce randevu peşine koşma durumunu ortadan kaldırır. ‘Şu şu malzeme falanca hatta’ diye bilgi ulaştırmanız yeterli olacak” dedim.

 

 

 

Turan’ın aklına yatmış olmalı ki hemen pratik çözümler önerdi:

 

“Büyük malzemeleri de alabilecek büyüklükte su geçirmez ve kolay kolay kırılmaz bidonlar var. Onları gömeriz toprağa. Böylece öyle ahım şahım depolar kazmaya da gerek kalmaz. Sonra olmazsa şu fiberglas sutanklarından alıp gömeriz. Malzemeler onların içinde zarar görmeden yıllarca kalabilir. Hele bir de gresledikmiydi, hiçbir şeycik olmaz, gider öylece sapasağlam kalırlar” dedi.

 

 Son derece pratik ve işe yarar önerilerdi. “Tamam, işt işte aynen de bu dediklerinden yaparsınız” deyip onayladım kendisini ve böylece bir sorunumuzu da elbirliğiyle hal yoluna sokmuş olduk.

 

 Randevulaşıp Turan’ı yolculadık. Bu kez biz ona gidecek ve “organik” diyerek de o çok övdüğü bal’ının tadına bakacaktık.”

 

“Gündüzümüzü, Kemah ve Erzincan merkez hattına bakan bir kayalıkta geçirdik. Rakımımız herhaldeki 2500 ile 3000 metre arası bir şeydi. Yani koca bir dağın zirvesindeydik ve ama yine de küçük bir kayalık siperliğindeydik; başka da örtüleyecek uygun bir yer yoktu.

 

Arazi ve diğer koşullar da elverişli olduğundan, silah ve çantalarımızı şallarımızla örterek, akşam karanlığını beklemeden ikişerli-üçerli gruplar halinde erkenden yola koyulduk.

 

Uzunca bir yolculuğun ardından, dağı nihayet geride bırakıp, aşağılara inebildik. Dağ yamacından ilerleyen yola girip, verilen tarif üzerine ikinci belirgin nokta olan Çamlık’a ulaştık. Turan bize: “Çamlık’a sapan tali yollar var. Bunlar sizi yanıltabilir. Bu yüzden en işlek yoldan sakın ayrılmayın, yol sizi bir sırtın ucuna getirecek. Orda durun ve sağ tarafa dönün yönünüzü. İlerde, dağın eteklerine doğru açılan vadiyi hemen göreceksiniz zaten. 

Orası Meyvanlı vadisinin girişidir. Hemen boğazındaki köy de Meyvanlı’dır. Dur- duğunuz sırt ile vadi girişi arasındaki arazide, hemen sırtın biraz ön açıklarında, dağa yakın bir düzlükte bir beyaz dik çadır göreceksiniz. İşte o çadır benim çadırım. Hâlihazırda tek, ama galiba hep tek kalır, oraya başka kimse gelmez. Günün her saati orda olmuyorum. Bu yüzden uzaktan iyice denetleyip öyle gelin. Ben olmasam da siz orda kalıp dinlenebilirsiniz. Erzak falan bulunur, karnınızı doyurmanıza yeter, sıkıntı çekmezsiniz. Ben genelde gece yarısı sonrası, aha çok da sabaha karşı uğrarım” demişti.

 Turan’ın tarif ettiği çadırı görmemiz hiç zor olmadı. Hemen 300- 400 metre kadar ilerimizdeydi. Başka da çadır olmadığı gibi, ortalıkta göze ilişen kimseler de yoktu.

 Çevre denetimi yapıp indik aşağı. Çadır emrimize amade, öylece bomboş bekliyordu. İçinde küçük bir pikniktüpü, demlik, bardak, çay, ekmek, zeytin, peynir, domates, salatalık ve tabii bal ve keza iki küçük tabure ve bir de bir kat yatak vardı. Ha, bir de yarım şişe rakısı vardı.

 

 

 

Kovanlarını bir fukara korkuluğa emanet etmişti. Güya onları ayıdan işte bu korkuluk koruyacaktı. Bizi kale almamış olmalı ki umurunda bile olmadık korkuluğun. Demek ki o sadece ayılara karşı programlanmıştı.

 

 

 

Kendi evimizdeymişiz gibi rahattık. Çay yapıp karnımızı doyurduk. Balı, övdüğü kadar varmış, gerçekten de kaliteliydi… Turan yoldaşımız o rakıyı tabii ki bizim için ayırmamıştır; ama biz öyle varsayıp, onu da bir güzel hallediverdik. Fena da olmadı. Alışık olmadığımızdan olsa gerek ki az biraz da çakırkeyf olduk.

 

 

 

Gece boyu Turan’ı boşuna bekledik, gelmedi veya gelemedi… Gecenin tek istenmeyen konuğu, bize ve korkuluğa rağmen kovanlara yanaşma cüreti gösterebilen kocaman bir ayıydı. Nöbette hangi yoldaş vardı net olarak anımsamıyorum, muhtemelen Hasret yoldaştı:

 

“Yoldaş, Zeynel yoldaş, kalk kalk kocaman bir ayı geldi.” Diyerek bilgilendirdi beni.

 

 

 

Belliydi ki hayli ürkmüştü. “Tamam, sakin ol” deyip, onu da yanıma alarak dışarı çıktım. Aşırıya kaçmamaya da özen göstererek, sağa sola vurup gürültü çıkarttık. Hayvancağız bu şamatamızı pek de kaale almadan, sakince sıvışıp gitmeyi yeğledi. Şanssız gününde olmalıydı. Homurdanması muhtemelen bunun ifadesiydi.

 

 

 

Sabah erkenden, suyumuzu ve bir miktarda yiyecek alarak, karşı kayalığa çekildik. Birkaç saat sonra Turan göründü. Çadıra girip, hemen az sonra da çıktı. Gelmiş olduğumuza yorumlamış olmalı ki etrafa ve ama esasen de dağın eteğindeki kayalıklara göz gezdirmeye başladı.

 

 

 

Tabii Turan tecrübeli ve tedbirli bir yoldaştı. İhtiyatlı davranıyordu. Başka gruplar veya tim de çadırına konuk olmuş olabilirdi. Hatta köylüler bile çadıra girip erzağı kullanmış olabilirdi. Zayıf olasılıklar da olsa, Turan bunları hesaba katar, öyle davranırdı. Tim olasılığı tedbirli olmasını da gerektiriyordu. Çevrede sotaya çekilip gözetleme de yapıyor olabilirlerdi.

 

 

 

Turan bütün bunları hesaba katarak, Kürtçe ve dolaylı göndermelerle kendisinin geldiğinin mesajını verdi.

 

 

 

O bizi göremiyordu, ama biz onun her hareketini görüyor ve sesini de rahatlıkla alıyorduk. Kürtçe seslenerek yanıt verdik. Yerimizi tarif ettik. Arılarıyla ve etrafla ilgilenip biraz oyalandıktan sonra, çıkıp yanımıza geldi. Epeyce bir süre sohbet ettik. O anlattı biz dinledik, biz kısa kısa sorduk o uzun uzun izah etti. Yöre insanını, araziyi, köyleri ve yolları inceden inceye anlatıp bilgilendirmeye çalıştı. Hangi köylerde kimlerden sakınmamız gerektiğini, kimlere nasıl davranmamız gerektiğini, dağa çıkış yollarını, vadilerin özelliklerini, Dere Şoran ve Meyvanlı gabanının güzelliklerini, elverişli koşullarını, geçip geldiğimiz Çamlık’ın ince detaylarını, adeta resmedercesine, nakış nakış işleyiverdi. Konuşmayı da, sohbeti de seviyor ve iyi de beceriyordu. Lafı bol bir yoldaştı ve herhangi bir konuda saatlerce konuşabilirdi. Laf lafı açtı ve öğlene kadar sohbet ettik. Akşama çadırda buluşmak üzere onu yolculadık ve biz de uyumak üzere kaya gölgeliklerine çekildik.

 

 

 

Akşam karanlığı bastırınca Turan ile buluşup, köyü Gamarik’e doğru yola koyulduk. Yol boyu Gamarik’i ve Gamariklileri anlattı. Daha önceden de yoldaşlar gelip giderlermiş. Köylüleri arasında ihbarcı yokmuş, ama ağzı pek gevşek bazı tipler varmış.

 

 

 

Sarhoş olduklarında ağızlarının kontrolünü kaçırabilirler ve her şeyi olur olmaz yerlerde konuşabilirlermiş. İşte onlardan uzak durmalı ve es kaza karşılaşıldığında da ciddi gözdağı vermeliymişiz. Onlar ancak böyle zaptedilebilirlermiş vs. vs. Sohbet bu minvalde devam ederken; yol bitmiş, evlerine ulaşmıştık.

 

 

 

Köyün araba yolu üzerinde ve köye aşağıdan girişindeki ilk evlerdendi. İki katlı tipik bir köy eviydi. Arka kısmındaki tarla ve bahçe, hemen az ilerideki derince dere yatağıyla buluşuyordu bu arazi.

 

 

 

Kapıyı yaşlı bir kadın açtı, zayıf, zarif ve güzelce biriydi. “Annem” dedi Turan. Ana oğlunu ve bizi içeri davet etti. Turan önceden bahsetmiş olmalı ki bizi bekliyormuş gibi bir havası vardı…

 

 

 

Evet, meğerse Turan bizden bahsetmişmiş. Onun için, bizim ayrıca özel bir önemimiz varmış. Dersim’den geliyor olmamız önemliymiş.

 

 

 

Kadıncağız bizimle Dersim havasını soluyup özlem gideriyor gibiydi… Bahsetmiştim, aslen Ovacıklıydılar. Yıllarca önce göçüp Gamarak’e gelmişler…

 

 

 

Bu yaşlı Dersim kadını herbirimizi sıkı sıkı kucaklayıp öptü ve bir bir sıraladı: “Sen Dersimlisin”, “Sen Dersimli değilsin” diye de tahminlerde bulunuyordu. Ama asla hemşeri kayırması yapmadı, herbirimizi has evlatlarıymışız gibi sahiplendi.

 

 

 

Sonraki süreçte çokça yardımı ve büyük desteklerini alacağımız bu yaşlı Dersim kadını o gece bizi bir güzel ağırladı, bir yığın ikramlarda bulundu. Herhalde ki yerimiz, onun en değerli misafirleri arasındaydı.

 

 

 

Gece geç saatlerde, meşhur değirmenci, değirmen ustası Çıtak amca çıkıp geldi. Bizim köyün değirmeni de dahil, o yakın yörenin herhaldeki tüm değirmenleri Çıtak amcanın elinden çıkmıştı.

 

 

 

Hal hatır faslından sonra, Ovacık’ta hangi köylere gittiğimizi, hangilerini bildiğimizi sordu. Gittiğimiz ve bildiğimizi söylediğimiz köylerin değirmen ve değirmencilerini sordu. Tabii Şahverdi’den de Kavrulmuş’ları sordu. Değirmen onlarındı, ayrıca da kirveymişler.

 

 

 

Hayli sert mizaçlı bir insandı Çıtak amca. Ama az bi hasbihal edince, yumuşacık-sevecen bir yürek taşıdığını hemen anlayıverirdiniz. Nedense hep de böyle olurlardı bu tip insanlar, değil mi?

 

 

 

Ve anlayacaktık ki, Çıtak amcamız da evde bir hayli huysuz ve geçimsiz biriymiş. Eşine karşı kaba kuvvet uyguladığı da olurmuş. Önceleri daha sıklıklaymış, ama Turan’ın evde olduğu dönemler bu şiddet unsuru, yok denecek derecede azalırmış. Ama elbette küfürleri ve ağır münakaşaları sıklıkla olurmuş… Ana Turan’dan destek alır ve bir güzel diklenir ve de kendini ezdirmezmiş Çıtak’a. Bizim varlığımız ise ana için apayrı bir güvence oldu:

 

“Haydi bundan sonra da dellen bakiyim. Vallaha seni hemen kirvelere şikâyet ederim” diyordu.

 

Turan bu duruma kıs kıs gülerken, Çıtak amcamız da mahcup vaziyetlerde:

 

“Bakmayın siz ona, abartıyor. Her evde zaman zaman küçük kavgalar sürtüşmeler olur” diyordu.

 

Ama gözdağını ciddiye aldığı da her halinden belliydi. Her iki tarafı da dengeleyecek bir tavır koymamız gerekiyordu. Zordu elbet, ama onların özgülünde gerekli olanı buydu…

 

 

 

Daha sonraları Turan’dan öğrenecektik ki, ilişkileri nispeten daha düzelmişmiş. Ana bizim varlığımızla daha bir özgüvenliymiş. Çıtak amcamız ise daha ölçülüymüş. Ana önceleri “Bak Turan’a söylerim” derken, artık “bak vallahi billahi gençlere söylerim” diyormuş. Çıtak amca elbet devrimcileri tanıyan, bilen biri, öyle boş korkular edinecek biri değil, ama haksızlıklara ve özellikle kadına karşı şiddet uygulamalarına karşı işin şakaya gelir yanının olmadığını da öğrenmiş olduğundan, kendisine otokontrol uygulamayı tercih edecek kadar aklı başında biriydi.

 

 

 

Bu güzel insanlarımız o sonbahar, kış ve ertesi yılın ilkbaharında bize gerçekten büyük desteklerde bulundular. Evleri ve olanakları hep bize sunulu oldu. Hele ana adeta bağlanıvermişti.

 

 

 

Kışın barınakta kapalı kaldığımız o süre boyunca lokmalar boğazından geçmez olmuşmuş. Güzel yemekler pişirdiği her seferinde:

 

 

 

 “Ula Turan, ana kurban sen o yoldaşların yerini biliyorsundur, al bu yemekleri götür yesinler. Yazık, şimdi kim bilir belki de yiyecek hiçbir şeyleri kalmamıştır” diyormuş. Turan da her seferinde:

 

 

 

“Deli deli konuşma ana, onlar hiç yerlerini bana söylerler mi? Sen rahat ol, onların her bir şeyi var. Güzden torbalarla, kasa ve tenekelerce erzak aldık. Onların yemeği de, ekmeği de kolay kolay bitmez” diyerek, yatıştırmaya çalışıyormuş.

 

 

 

Anamız gerçekten çok da soğukkanlı ve cesur biriydi. Bir keresinde, Batıdan yoldaşlarla olan bir randevudan ötürü; Nuray, ben ve sanırım Çakır İsmail, evinde konuğu olduk. Çıtak amca nereye gitmiştiyse, evde değildi. Turan da gelecekleri almak üzere şehir merkezinde bekliyordu.

 

 

 

İkinci gün gündüz diğer iki oğlu, gelinler ve torunlarından Evrim, Nurhak, Özgür, Devrim ve isimlerini anımsayamadığım diğer kardeşler bizi ziyarete geldiler. Gün boyu bizimle kaldıktan sonra, akşama herkes kendi evine gitti.

 

 

 

Gecenin ilerleyen saatlerinde, kapı önünden bazı sesler oluştu. Ana bizim bir şey dememize ve yapmamıza fırsat bırakmadan hemen harekete geçip, arka odaya aldı bizi:

 

 

 

“Siz burada durun. Bakın bu pencere arka bahçeye açılıyor. Kötü bir şey olursa, benim konuşmalarımdan anlarsınız zaten. O zaman buradan çıkar, kendinizi hemen o arkadaki dereye atarsınız. Ben şimdi kapıya gidiyorum, kulağınız bende olsun” deyip kapıyı kapatıp aşağı indi. İşte böylesine fedakâr ve cesur bir kadındı da.

 

 

 

O çıktıktan sonra biz arkayı kontrol ettik, ortalık sakindi. Konuşmaları rahatlıkla duyabiliyorduk. Gelenler devrimci yapıların gerillalarıydı, ama kimlerdi çıkaramadık. Az sonra ana gelip “rapor” unu verdi:

 

 

 

“Başlarında Cebo diye biri var. Üç kişiler. Ekmek almaya gelmişler. İçeri buyur ettim. İstiyorsanız gelin görüşün, yoksa burada sessizce oturun” dedi.

 

Gelenlerin DABK’çı yoldaşlar olduğu anlaşılınca, ‘siperimizden’ çıkıp, yanlarına gittik. Dediklerine göre, öylesine bir uğramışlarmış…

 

 

 

İşte bu güzel yaşlı anamız bizi böylesine candan duygularla bağrına basıyor, koruyup kolluyordu. Onu ve Çıtakamcayı sevgi ve saygıyla anıyorum.

 

 

 

Turangildeki bu sıradışı bekleyişimiz nihayet üçüncü gününde sona erdi. Turan ile amcaoğlu Resul, yanlarında Tufan, Coşkun ve ilk kez karşılaştığımız bir genç ile birlikte çıkıp geldiler. ‘Bagaj’larında bir adet roket atar ve iki adet kleş vardı. Tabii belirtmem gerekiyor ki silahlar ayrı kanaldan gelmişti. Tufan’ın gelişiyle denkleşince; Turan ve Resul aynı yol ve araçlarla, hepsini topluca alıp bize getirmişlerdi.

 

 

 

1991 yazı sonlarında gelen bu roketatar, daha önce de ifade ettiğim gibi, ilk roketatarımızdı. Daha öncesinde böyle bir silahımız olmamıştı. Hâlihazırda DABK’çılarda da yoktu. Hevallerin Dersim birliklerinde var mıydı bilmiyorum, biz denk gelmedik. Halkımızın ilgi ve merakla incelemesinden anlaşılıyordu ki ilk kez karşılaşıyorlardı.

 

 

 

Tufan’ın geliş nedeni ise, konferans hazırlıklarının tamamlanmak üzere olduğunu bildirmek ve katılıp katılmayacağımız hususunda son bir kez bizimle görüşmekmiş.

 

 

 

Ben ve Şerif’in, önceki kararımızda bir değişiklik olmadığını yineledim:

 

“Keşke katılabilseydiniz. Senin açından iyi de olurdu, bu senin için bir ilk olacaktı; bu deneyimi yaşaman iyi olurdu” dedi.

 

 

 

Kuşkusuz ki haklıydı, benim için önemli bir tecrübe ve kazanım olacaktı. Ancak yine de o süreçteki öncelik tercihlerim doğrultusunda hareket etmeyi daha isabetli buldum.”

 

 

 

***

 

 

 

“Çok da fazla gecikmeden kışlık üslenim yerimizi belirlememiz ve hazırlıklara başlamamız iyi olacaktı. Hatta uygun yeri bulursak, barınağı bir an önce yapıp aradan çıkarmanın daha da iyi olacağını düşünüyordum.

 

 

 

Uygun arazi konusunda Turan’ın görüşlerine ihtiyacımız vardı. Oturup bu mevzuyu enine boyuna sorguladık. Meyvan ve Dere Şoran Gaban’ı ile birlikte bir de Çamlık’ı önerdi. Ancak ne var ki Gabanların her ikisi de çok işlekmiş. Devrimci grupların, yaylacı ve avcıların sıkça kullandığı bu iki vadide açık verip deşifre olma yüzdesi hayli yüksekmiş.

 

 

 

Çamlık’a da odun kesmeye, ayı ve domuz avına gelenler olurmuş, ama yine de Gaban’daki kadar işlekolmazmış. Ve ayrıca iç kısımlarda pek fazla uğrak yeri olmayacak uygun yerler bulmak mümkünmüş. Turan’ın arazi olarak tercihi Gabanlardı. Ama deşifre olma riski fazla olduğundan :

 

 

 

“Bence Çamlık daha uygundur. Tercih sizin. Yapın hesabınınızı, kararınızı verin. Ama sakın mesuliyeti bana yıkmayın” dedi.

 

 

 

Karar verebilmemiz için Çamlık’ı yakından görüp tanımamız gerekiyordu. Ertesi gün Çamlık’a gitmek üzere buluşma ayarladık.

 

 

 

Turan bize Çamlık’ın her bir yerini gezdirdi ve teferruatlı bilgiler verdi. Kendince olabilir dediği noktaları gösterdi…

 

 

 

Evet, olabilecek yerlerdi. Sonuçta, yakınında çeşmesi de bulunan bir yamaç dere yatağı kuytuluğunu uygunbulduk. Diğer yerlerin çoğu kışın ve yaprakların dökük olduğu süreçlerde, çevredeki yükseltiler karşısında örtüsü pek bir zayıf kalan yerlerdi. Ama bahsettiğim kuytuluk gözden ırak olması yönüyle avantaj sunuyor gibiydi. Yoldaşlarla oturup seçenekler üzerinde kısa bir değerlendirme yaptık. Sonuçta ba- rınağımızı Çamlık’ta yapmaya karar verdik.

 

 

 

Hazırlıklarımızı görüp hemen faaliyete koyulduk. Sıkı bir çalışmayla, kısa sürede barınağımızı yapıp bitirdik. Bu arada Turan da boş durmayıp, erzak işiyle uğraştı. Onun bıraktığı yerlerden erzağımızı da taşıdık mıydı, kışlık üslenim sorunu esasen halledilmiş sayılırdı.

 

 

 

Büyükçe bir su tankı aldırdık. Aynı orman içinde bir başka uygun noktada toprağa gömdük. Erzağımızın veyedek silah-cephane vb. Şeylerimizin önemlice bir kısmını buraya yerleştirdik. Diğer erzağımızı, sıkı bir çalışmayla, üç-dört gecede barınağa taşıdık. Bu taşıma faaliyeti sürüyorken ; Batıda olan Nuray’da çıkıp geldi. İyi de oldu. Çünkü Nuray hem komutan yardımcımızdı ve hem de grubumuzun tecrübeli iki-üç kişisinden biriydi. Nuray’ın gelmesiyle grubumuzun ana bileşimi de esasen netleşmiş oluyordu. Geleceklere kapımız açıkken ; ancak, mevcut bileşim içinden, yani barınak ve depo yerini bilenlerden, gitmek isteyenlere kapılar bahara kadar kapalı olacaktı. Çünkü aksi takdirde, ciddi şekilde güvenlik riski oluşurdu.”

 

 

 

***

 

 

 

“Barınak ve erzak sorunumuzu böylece halletmiş ve elimizi önemli oranda rahatlatmıştık. Şimdi artık daha rahat bir şekilde diğer normal faaliyetlerimize yönelebilir, kalan zamanı daha rasyonel kullanabilirdik.

 

 

 

Hem yedek bir sığınak yeri bulabilir miyiz diye ve hem de araziyi tanıma adına, Karasu ırmağının öte yakasındaki karşı araziyi keşfetmek iyi olacaktı. Gerilere, Refahiye hattına ve keza Kemah’ın ardına doğruuzanan bu arazi, karşıdan adeta “gel gel” diye el edip duruyordu. Barınağımızı kapatıp, ince kamuflajını da yaptıktan sonra, Turan ile buluşup, Karadağ’a gitmek üzere yola koyulduk.

 

 

 

Erzincan merkezin Kemah yönünden girişinde Kemah Boğazı (Erzincan Kızılbaşlarının inanışına göre rivayet olunur ki bu boğaz önceleri kapalıymış ve Erzincan ovası küllüm su altında, adeta büyük bir gül imiş. Melik Şah’ı ziyaret giden Hz. Ali bu durumu görmüş ve bir Zülfükâr darbesiyle aradaki bu dağı ikiye ayrıp, suya yol vermiş. Bugünkü Kemah Boğazı işte böyle oluşmuş. Ve Erzincan ovası da bugünkü güzelliğine ve bereketine işte bu sayede kavuşmuşmuş.) denilen yerde, tren yolu köprüsünü kullanarak suyun karşı yakasına geçtik. Kemah-Erzincan karayolu, kâh sağından, kâh solundan olmak üzere Karasu’ya paralel ve hemen kenarından geçiyordu. Kontrollü bir şekilde bunu da geçip, yukarılara doğru ilerleyen küçük bir vadiye daldık.

 

 

 

Turan rehberimiz, ama aslında o da araziyi bilmiyor. Sadece bazı köylerine birkaç kez gitmişliği varmış.Anlayacağınız, karşıdan dürbün ile gözetlediğimiz, köy ve köylüleri hakkında ancak ki çok yüzeysel genel bir bilgiye sahip olduğumuz ve ama esasen bilip tanımadığımız bir arazideydik.

 

 

 

Vadi boyu yukarılara doğru yol aldık. Sabah olduğunda, Karadağ’ın Erzincan merkeze bakan yüzündeydik. Az yukarılardan Erzincan şehri ve ova köylerinin büyükçe bir bölümü görüş erimine girerdi… Turan’ın söylediğine göre burası bir nevi avlak alanıymış da. Erzincan’ın iti-miti, polisi-askeri, bürokratları ve keza varlıklı kimi av meraklıları sıklıkla buraya keklik, bıldırcın, tavşan ve tilki benzeri hayvanları avlamaya gelirlermiş. Akıl edip de bu özelliğini daha önceden söylemiş olsaydı, herhalde yedek sığınak yeri bulma fikrini kafamızdan silip öyle gelirdik. Neyse, her halükârda bu araziyi birazcık da olsa tanımak, bilmek iyi olacaktı.

 

 

 

Turan’ın anlattığına göre Dere Şoran Gabanı hizasından alarak Kemah Boğazı’na kadar uzanan bu arazideki köylerin çoğunda Kürt kökenli insanlar yaşamaktaymış. Ancak ilginçtir ki yaşlılar hariç, yeni genç nesiller Kürt olduklarını bilmezlermiş. Büyükçe bir kısmı da Kürt olduklarını kabul etmezmiş: “Öz be öz Türküz” derlermiş.

 

Bu yöre köyleri de dâhil olmak üzere köylerin tamamına yakını eskilerden Kemah beylerinin mülkiyetindeymiş. Sonraki yıllarda köylülere devredilmişmiş.


Bir-iki yıl kadar önce, yörenin Kürt kökenli insanlarından ötürü, yine bu yöre Kürtlerinden bir PKK’li komutasında, küçük bir gerilla grubu gelmişmiş. Birçok köye girip çıkmışlar. Ancak ne var ki çok geçmeden ihbar edilmişler. Gamarik köyünün karşısına düşen vadideki köylerden birinin çıkışında pusuya düşürülmüşler. Çatışıp çıkmışlarsa da, ancak, iki veya üç kişilik bir kayıpları olmuş. Grup komutanı Merteklili Ali Rıza, grubu alıp Dersim’e geri dönmüş. Ve galiba bir daha da suyun bu yakasına geçen olmamış…

 

 

 

Öğlene kadar çalılıkların gölgesinde yatıp uyuduk. Sonra, ortamın sakin oluşundan da hareketle, biraz daha yukarılarda bulunan kayalığa geçtik. Takriben Karadağ’ın ortası denilebilecek bir yükseklikteydik. Bu hiza itibariyle köyler daha altlarda kalmıştı. Hizamızda, nispeten yakın, tek bir köy vardı. Bu da bir Kürt köyüymüş… Daha yukarılarımızda yayla yerleri de vardıysa da, ama yaylacıları yoktu, boş yerlerdi.

 

 

 

Alana, önemli oranda hâkim olan bir noktadaydık. Genişçe bir görüş açısı sunuyordu… Dün konakladığımız arazi, bugün tam karşı cephemizdeydi… Dürbünle, barınak noktasına ince ayar çektik. İyiydi yerimiz, duman çıkarmadıkça, buralardan fark edilmesi pek olası görünmüyordu.

 

 

 

Karşı dağdan Munzur Dağı’nın eteklerini, Meyvanlı ve Dere Şoran vadilerinin girişlerini seyretmek, insanda apayrı duygular yaratıyor gibiydi. Çok farklı ayrıntılar görüngüye giriyordu. Ordayken, yani içindeyken arazinin bunca detayının pek de ayırdında olamamıştım doğrusu. Bu durum tuhafıma gitti…

 

 

 

O gün öğleden sonra, yine uygun bir kamuflajla, arazi keşfine çıktık. Barınılabilecek bir arazi olmadığı kesindi. Erzak depoları ve kısa süreliğine kalınabilecek sığınaklar yapmak mümkündü elbet. Ancak avcıların uğrak yeri olmasından ötürü oldukça riskliydi… Araziyi gezip tanımış olmayı; “kötü günün kârı” sayıp, keşif faaliyetimize son verdik.

 

Bulunduğumuz vadi uygun olduğundan, karanlığın çökmesini beklemeden erkenden yola çıktık. Vadinin bizi tam olarak nereye çıkaracağını bilmiyorduk. Ama muhtemelen Kemah Boğazı’na daha yakın bir yere iniyordu…

 

 

 

Evet, tahmin ettiğimiz gibi, boğazın dibinde bir yere gelmiştik. Eranus-Caferli köylerine giden araba yolu sapağındaydık. İyi bir denk gelmeydi... Yolu ve köprüyü denetleyerek karşıya geçtik.

 

 

 

Köprünün öteki yakasında ve hemen Karasu’nun kenarında küçük bir köy vardı. Turan ismini falan biliyormuş. Şahsen tanıdığı insanlar da varmış. Ama hiç uğramadığı bir köymüş. Alevi ve ilerici-demokrat insanlarmış. Hatta İstanbul’da kalan gençlerden bazıları Partimiz taraftarıymış da.

 

 

 

Yol üstüydüyse de ancak ta buralara kadar inebileceğimiz normalde kimsenin pek aklına gelmeyeceğinden, aslında pekâlâ da sakin ve güvenli sayılabilirdi. O esnada bir ihbar almadıkça, kimsenin bura- larla ilgileneceği de yoktu. Bu yüzden de rahatlıkla bu insanlarımıza uğrayıp tanışabilirdik.

 

 

 

Öncü biriminin başına Nuray’ı verip, köye giriş yaptık. Hiç, ama hiçbir yabancılık göstermemeleri, “biz Partizanlıyız” demiş olmamızı bu kadar sıcak bir ilgiyle karşılamaları beni de diğer yoldaşları da şaşırtmıştı doğrusu. Öyle bir havaları vardı ki gençlerin, sanki de bekleyip durdukları çok sevdikleri-değerli misafirleri hele şükür nihayet gelmişlerdi de onlar da bunun sevincini yaşıyorlardı. Turan bile bu kadarını beklemiyor olmalıydı ki o da biraz şaşkındı.

 

 

 

Bazen ilginç denkleşme ve tesadüfler olabiliyor işte. Meğerse Turan’ın bahsini ettiği o taraftarlarımızdan birinin ailesine konuk olmuşuz. Köye ilk girişte, kendimizi tanıtmak maksadıyla Nuray’ın; “Korkmayın biz Partizanlıyız” sözü, o an itibariyle işin rengini değişivermiş.

 

 

 

Partizan’ı ve gerillayı biliyorlarmış, ama o güne kadar hiç karşılaşmamışlarmış. Birden böyle sürpriz yaparcasına karşılarına çıkmış olmamız büyük bir heyecan ve sevinç vesilesi olmuştu.

 

Bu öykü gerçekten güzeldi ve doğrusunu isterseniz Partizanlı olma gururumuzu okşamış ve bizi onurlandırmıştı.

 

 

 

Evler zaten birbirine kapı komşu vaziyetteydi. Gelişişimiz hemen duyuldu ve haliyle diğer aileler de bizi görmeye geldiler. Ortalık şen şakrak olmuş, adeta düğün yerine dönmüş gibiydi.

 

Sohbeti, onların bize ilişkin merakları yönlendirmekteydi. İlginç şeylerdi merak ettiklerinden bazıları. Aramızda tek kadın gerillamız Nuray yoldaştı. Genç kızlarımız onu adeta esir almışlardı. 1,86’ lık, upuzun dal misali boyuyla, güzelliği ve çalımıyla, kadın olarak kuşan- mış olduğu özgüveni ve ataklığıyla, onları kendisine çeken bir mıkna- tıs gibiydi adeta. Her biri ona sorular yöneltiyordu. Gerilla yaşamının onu zorlayıp zorlamadığını, annesini-babasını, kardeşlerini ve evini özleyip özlemediğini, evli olup olmadığını, kaç yıllık gerilla olduğunu, kışın nerede kaldığımızı, temizliğimizi nasıl yaptığımızı, ne yiyip ne içtiğimizi vs. vs. daha bir yığın soru…

 

 

 

Onlara kalsaydı, sabaha kadar bizi bırakmayacakları kesindi. Ancak ne var ki gündüz kalmaya uygun bir yer değildi. Dolayısıyla da mecburen, daha uygun bir araziye çekilmemiz gerekiyordu.

 

 

 

O iki-üç saat nasıl geçmişti hiç anlayamamıştık. Onlar da biz de mest vaziyetlerdeydik… Ama kalkmamız gerekiyordu. Bu netleşince, hemen seferber olup, bir yığın erzakla çantalarımızı tıka basa doldurdular. Bir-iki poşet sebzeyi de ellerimize tutuşturdular. “Ne olur yine gelin” diyerek, bizi yolculadılar.

 

 

 

Pür neşeye kesilmiş vaziyetlerde, Caferli köyüne doğru tırmanışa geçtik.

 

Turan, Caferli’den bir önceki köy olan Eranus’a kadar bize eşlik etti. Tanındığı için, bizimle görülmesi iyi olmazdı. Eranus’ta uğrayacağımız kişiyi ve evini tarif etti. Caferli’deki bazı insanların ismini verdi ve sıkı sıkı onlardan kendimizi sakınmamızı tembihledi.

 

 

 

Turan’ın ikaz ettiği ve kendimizi sakınmamızı istediği kişilerden biri de, Şixo amcamın bacanağıydı… Caferli’den, eskiden beri, ihbar yapılageldiği söyleniyordu. Şerif yoldaş da bu konuda beni ikaz etmiş ve bazı kişilerin güvenilir olmadığını söylemişti. Tabii ihbarın kim veya kimler tarafından yapıldığı netleştirilmiş değildi. Anılan şahsi- yetler, değişen oranda, olası şüphelilerdi sadece.

 

 

 

Gündüzü mecburen Caferli arazisinde geçireceğimizden ötürü, Turan işi sıkı tutuyordu. O köyde hiç kimseye uğramadan, doğrudan Şixo amcamın kızının evine gitmemizi istiyordu. Amca kızım, teyzesinin oğluyla evliymiş. “O delikanlı kesinlikle dürüst, güvenilir biridir” diyordu Turan. Ama ilginç tarafı, o delikanlının babası da ismi geçen baş şüphelilerden biri. Turan ile Eranus’un yakınlarında vedalaşıp ayrıldık. Tarif ettiği evi bulmamız pek zor olmadı. (…)”

 

 

 

***

 

 

 

“(…) Köyler arası patika yollardan geçerek doğrudan Gamarik tarafına geçtik. Gündüzü uygun bir yerde geçirdikten sonra, akşama duldalardan geçmeye özen göstererek Turangile indik. Şansımız yaverdi, Turan evdeydi. Meğerse “Bu aralar gelme zamanlarıdır” diyerek son bir-iki günde kendisini köye kilitlemişmiş. Duyarlı-titiz biriydi Turan, ondan da bu beklenirdi zaten. Bir hafta kadar önce, 3. Ordunun merkezi de olan Erzncan merkeze yakın bir beldede, jandarma karakoluna yönelik gerçekleştirdiğimiz eylem günü ve ertesi gününü de şehir merkezindeymiş.  “Ortalık bir hayli hareketlendi. Yorumlar gırlaydı. Söylentilerin ise bini bir paraydı… Kesimlerin tepkileri farklı farklıydı… Solcu, Kızılbaş ve Kürtlerin gözlerinin içi gülüyordu. Faşist ve gerici kesimler hırslarından kuduruk vaziyetteydiler. Kin kusuyor, nefretlerini dillendiriyorlardı. Sıradan Türk-Sünni vatandaşlarda ise daha baskın olarak korku ve kaygı belirgindi.

 

 

 

Eylemi kimin yaptığı bilinmiyordu. Rivayetler muhtelifti. Kimi PKK, kimi TİKKO yapmıştır diyordu. Biz el altından ‘TİKKO yapmış’ diye laf yayıyorduk… Roket kullanılmış olması bayağı bir ilgi uyandırmıştı. Ve bu hususta da farklı yaklaşım ve yorumlar vardı. Roketin karakolun üzerinden boşluğa atılmış olmasını bilinçli bir tutum olarak addedenler vardı. “Amaç gözdağı vermekti” diyorlar ve bu sebeple de “bunu PKK değil, TİKKO yapar!” sonucunu çıkarıyorlardı. İlginç yorumlardı doğrusu… Tabii esas konuşulan, üzerinde en çok durulan yön, Üçüncü Ordu ve şehir merkezinin dibinde roketli bir eylemin gerçekleştirilmiş olması cüretiydi. Kimse karakola fiilen ne tür bir zarar verildiği ve zayiatın ne olduğuyla ilgili değildi… Devlet güçleri resmen kudurdu. Ergan tarafına tank ve panzerlerle gittiler. Helikopterler Mercan Dağına sefer üzerine sefer düzenledi. Saatlerce dağ bayır bombalanıp kurşunlandı. ‘Onların leşini getireceğiz’ havasıyla yola çıktılar, ama akşama süklüm püklüm vaziyetlerde döndüler. Tabii biz de rahat bir nefes aldık. ‘İlk gün yakayı kaptırmadıklarına göre, demek ki yerleri sağlam’ diye yorumladık ve sevindik. Sahi nereye gittiniz, ne yaptınız? Adamlar ilk andan itibaren sabaha kadar dur durak bilmeden dağ hattını ateş altına aldılar. Oradan çıkmanın imkânı yoktu. Yoksa siz kurnazlık yapıp ovadan mı çekildiniz? Onlar boş dönünce bizim yorumlar ova üzerinde yoğunlaştı. Sahi nerden çekildiniz?”

 

 

 

Turan’a neyi nasıl yaptığımızı, nereden nasıl çekildiğimizi, nerede kaldığımızı ve eylemden birkaç gün sonra Ergan’a yaptığımız ziyareti, dağ yolculuğumuzu ve Caferli ziyaretimizi ballandıra ballandıra anlattık. Her seferinde bir yoldaş devreye giriyor lafı alarak devam ediyordu. Eksik kalan veya atlanan yer oldu muydu hemen bir başkası devreye girerek orasını tamamlıyordu.

 

 

 

Roketin basit bir teknik hata yüzünden hedefini tutmamasına üzüldü. Ama bunu yine de öne çıkarmaya değer bulmadı. Eylem iyi bir etki bırakmış ve güçlü bir propaganda vesilesi olmuştu.

 

 

 

“Algılanışı önemliydi” diyordu. “Eylem sonrası onca güç ve olanağa rağmen düşmanın eli boş dönmesi on roketlik etkiden daha güçlüydü. Eylemin kitleler nezdindeki başarı kriterini aslında burası oluşturdu. Kimse karakol zaiyatının boyutları derdinde değildi.”

 

 

 

Velhasıl eylemimizin dış çeperden algılanışı ve yarattığı etki işte böylesine farklı, ilginç ve hoştu.”

 

 

 

***

 

 

 

“Bazı ufak-tefek eksikliklerimiz vardı. Onları halledip, barınağa öyle gitmeye karar verdik. Turan sağ olsun kar ayakkabılarımızı hazıretmişti. Bir kısmı hedikti ama olsun, onlar da iş görürlerdi. Anamız da nazı geçen komşularının yakasına yapışıp bizim için birer çift yün ve kıl çorap toplamış. Her fırsatta kışı nerede ve nasıl geçireceğimizi soruyor, bizim için tasa çekiyordu. Yaptığımız açıklamalar nedense onu teskin etmiyordu. Aklına yatmıyor olmalıydı; “Yazıda-yabanda metrelerce karın ve yerin altında nasıl yaşanır a be evlatlarım?” diyordu.

 

 

 

Bir seferinde Turan’a: “Ula Turo, evin altında bir yer yap orda kalsınlar oğlum. Hiç olmazsa günde bir öğün sıcak yemek pişiririm kendilerine. Yerleri sıcak olur. Rahat rahat banyo yaparlar. Akşam gelir bizimle vakit geçirirler. Olmaz mı?” demiş.

 

 

 

Turan da:

 

“İyi olur aslında, ama sen dakka rahat durmaz ikide bir onlara bakmaya gidersin. Bu yüzden de bir gün açık verirsin. Başkaları öğrenirse ne olur hiç düşündün mü? Hiçbir şey olmazsa, devletin kulağına giderse seni, babamı ve beni hapse atarlar. Bunu mu istiyorsun anacağım?” demiş ve böylece anacığımızı o fikirdenvazgeçirmiş.

 

 

 

Vedalaşma vakti gelip çattığında her birimizi sıkı sıkı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü. Nure’ye son bir umutla:

 

 

 

“A be kızım bari sen kal burada. Soran olursa ‘Turan kaçırmış, gelinimdir’ derim. Kime neymiş, hesap mı vereceğiz?” dedi.

 

 

 

Güldük tabii. Anladı ki bu da olmayacak. Sonra bana dönerek: “Zeynel, oğlum yeriniz çok uzak değilse yağışlı havalarda çıkın gelin. Burada yıkanır temizlenirsiniz. Sonra yine gidersiniz. Kar izinizi örter nasılsa. Olmaz mı?” dedi. Benim için o an onun o güzel duyarlı yüreğini hoş tutmak öne geçmişti:

 

 

 

“Tamam anacağım. Sen merak etme uygun havalarda çıkar geliriz” dedim. Bir an yüzü aydınlanır gibi oldu, galiba inanmıştı.  Onu öylece ardımızda bırakıp yola koyulduk.

 

 

 

Sefer yapmamak için erzağımızın tamamını sırtlandık. Koca bir çantayı da Turan sırtladı. Çamlığın altına kadar bize eşlik etti. Barınağa gelip biraz dinlenmesini ve kahvaltı yapmasını teklif ettiysek de köylüler henüz uykudayken dönmesinin daha doğru olacağını söyledi. Israr etmedik. Çok acil bir durum olursa, geldiğimiz bu dere yolunu takip ederek birbirimize ulaşabileceğimizi dillendirdik ve baharın buluşmak üzere vedalaşıp ayrıldık.”

 

 

 

***

 

 

 

“Tarihini birebir anımsamıyorum, muhtemelen kışın üçüncü çeyreği içindeydik. Sabah bir kalktık ki nöbet değişimi olmamış. Amasyalı’nın silahı teçhizatı yatağının üstünde öylece duruyor. Yanında da bir pusula:

 

 

 

“Yoldaşlar! Özür dilerim. Gitmek zorundayım. Kızımı çok özledim, tahammülüm kalmadı. Baharın geri döneceğim” diyordu.

 

 

 

El bombası ile avcı bıçağı kütüklüğünde değildi, almış olmalıydı. “Başka ne almış?” diye bakınırken, anlaşıldı kiecza dolabından bir şişe de saf alkol almış.

 

 

 

Evet, işte aynen de böyle yaptı Amasyalı delikanlı! Tabii ki çok kızdık. Nasıl kızmayacaktık ki, bu kış ortasında yapılacak şey miydi yani. Yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmiştik, şunun şurasında ne kalmıştı ki bahara? İnsan ne yapar eder sıkardı dişini de, “yoldaşlarım” dediği insanların hayatını riske atmayı göze almazdı.

 

 

 

Notundan ve aldığı malzemeden hareketle söyleyebilirdik ki bu delikanlı isteyerek ve bilerek bize zarar verecek biri değil. Ama ya yolda ele geçer ve ağır işkencelere dayanamayıp konuşursa?

 

 

 

Bir olasılık! Ama gerçek olması halinde de işimiz bir hayli zora binerdi… O karda kışta pek fazla alternatifimiz de yoktu. Yaz değildi ki hemen çekip başka yere gideydik. Her şey bir sorundu kışın.

 

 

 

Nöbeti sabaha karşı devralmıştı. Henüz çok zaman geçmiş değildi. Kar çoktu, öyle kolayca vurulup gidilebilecek gibi değildi. Ama bu kitapsız hem güçlü bacaklara sahipti ve hem de dere boyunu tercih ederek kolayca aşıp gidebilirdi… Olsun, biz yine de buna alt köylerde, olmadı şehir yolunda, olmadı şehir merkezinde yetişebilirdik… O halde öncelikle ona yetişmeye çalışmalıydık. Kararımız bu yönlü oldu.

 

 

 

İzlerini takiben inmeli, sonra da Turan’ı devreye sokmalıydık. Bunun için Ulaş kuşanıp düştü yola. Biz de her olasılığı hesaba katarak hazırlıklara giriştik.

 

 

 

İzleri, Gemarik’e uğramadan, yan taraftan vurup köy yoluna inmiş. Bundan sonrası artık Turan’a ait olduğundan, Ulaş mecburen Turan’a yönelmiş.

 

 

 

Sabahın köründe Ulaş’ı tek başına ve telaşlı gören Turan, haliyle kaygılanmış: “Ne oldu, yoldaşlar nerde, herkes iyi mi?” diye peş peşe sıralanan sorular yöneltmiş.

 

 

 

Ulaş olanı biteni olduğu gibi aktarmış. Turan bir taraftan bize bir şey olmamış olmasının sevinci içindeymiş, öte taraftan da Amasyalıya basmış küfrü. (Ama hem de ne küfürler; Ulaş yüzü kızararak aktarmıştı.)

 

 

 

Turan, kızıp köpürerek zaman yitirmenin sırası olmadığının bilinciyle hemen harekete geçmiş. Ulaş’a: “Akşamakadar beni evde bekle. Köyden bir arkadaşın arabasıyla Amasyalı’nın peşine gidecem” demiş ve çıkıp gitmiş.

 

 

 

Akşamüzeri de dönüp gelmiş. Amasyalıyı şehir merkezinde otogara yakın bir yerde, yolda yürürken bulmuş. Alıp sota bir yere götürmüş. Kızmış, çekiştirip hakaretler etmiş. Amasyalı hiç karşılık vermemiş. Son derece mahcup, öylece sineye çekmiş. Turan biraz durulunca da davranışını açıklamaya çalışmış. Notta yazdığı şeyleri tekrarlamış. Yaptığının çok yanlış bir şey olduğunu bildiğini, ama bu saatten sonra artık yapılabilecek çok fazla bir şeyinin olmadığını söylemiş. Yakalanması halinde kullanmayı düşündüğünü söylediği bombayı Turan’a teslim etmiş. Yabani hayvanlara karşı yanına aldığını söylediği bıçağı ise araba yoluna indikten sonra attığını söylemiş.

 

 

 

Turan kendi içinde bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra, buraya kadar gelmiş birini alıp geri götürmeyi pek isabetli bulmamış: “En iyisi mi kendi ellerimle sağ salim gitmesini sağlayayım” demiş. Götürüp lokantada karnını doyurmuş, cebine yol parası ve biraz da harçlık koymuş. Sonra da otobüse bindirip yolcu etmiş.

 

 

 

Akşamın daha erken saatleriydi ki Ulaş çıkıp geldi. Yüz ifadesi iyimserlik sinyalleri veriyordu. Bu, her şeye rağmen iyiye işaretti. Oturmasına bile fırsat vermeden, öyle ayaküstü, olanı biteni bir çırpıda ağzından çekip aldık.

 

 

 

Turan’ın içi rahatmış. Amasyalı için: “Yanlış yaptığını biliyor. Efendi ve her şeye rağmen dürüst bir delikanlı. Zarar gelmez” demiş.”

 

 

 

***

 

 

 

“Sanırım Mart ayını geride bırakmak üzere olduğumuz günlerdeydik. Nöbetteki yoldaş Turan’ın geldiği bilgisini ulaştırdı. Karşılaması ve daha geniş denetim için bir yoldaşı gönderdik. Hani nasılsa artık bahar geldi, şunlara bir uğrayayım diyerek gerçekleştirmek istediği öylesine bir ziyaret miydi, yoksa önemli bir bilgi mi getiriyordu? Dişimizi az biraz sıkıp sabredebilirsek şayet, az sonra bunu öğrenebilecektik.

 

 

 

Turan nihayet gelip kavuştu. Biraz soluklanır soluklanmaz anlatmaya koyuldu. Meğerse aralarında Topçu (Doğan Karadağ), Yeter (Zeyno), Yılmaz ve Ramazan’ın da (Erhan Öztürk’ün) bulunduğu Cebo (Kâzım Ekinci) komutasında bir DABK’çı grup gelmiş ve acilen bizimle görüşmek istiyorlarmış. Bu mümkün değilseymiş; bir bilgiyi tez elden Partimiz yetkililerine ulaştırması için Turan’dan kuryelik yapmasını isteyeceklermiş: “Zeynel buralardaysa onunla görüşmemizi sağla” demişler. “Ben de kalkıp size geldim” dedi.

 

 

 

Bu karda kışta onca riski de göze alarak dağları aşıp ta buralara kadar indiklerine göre, demek ki gerçekten de acil ve de önemli bir durum söz konusuydu, görüşmemek olmazdı.

 

 

 

Barınaktan çıkmak için ortam henüz pek elverişli değildiyse de mecburen bunu göze alacaktık artık. Hepi topu altı kişiydik zaten, toparlanıp hep birlikte gidebilirdik. Çantalarımızı sırtlanıp, barınağımızın kapısını da sıkıca kapatıp düştük Turan’ın ardına. Bakalım DABK’çı yoldaşlarımız ne için gelmişlermiş onca yolu?

 

 

 

Gelişmeler üzerine Turanla laflaya laflaya köye vardık. Anamız içeri gelmemizi bekleyememiş, yavrucuklarını kapı önünde sarmalayıverdi. Meğer ne çok özlemişmiş… Sevinç ve mutluluğu görülmeye değerdi doğrusu.

 

 

 

İçeri geçtiğimizde (diğer karşılaşmalarımızdan farklı olarak) DABK’çı yoldaşlarımız da hep birlikte ayağa kalktılar. Sevinç ve coşkuyla her birimizi sıkıca kucakladılar, kucaklaştık. Kısa bir hoşbeşin ardından, Cebo, özel olarak görüşmek istediklerini belirtti. Kalkıp yan odaya geçtik.

 

 

 

Geliş nedenlerinin özeti; kendi örgüt iradelerince almış oldukları birlik kararını bizim önderliğimize resmeniletmek ve acilen bir görüşmenin yapılmasını sağlamakmış.

 

 

 

Birlik çağrılarımızı ısrarla geri çeviren önceki tutum ve anlayışlarını mahkûm ettiklerini, 1972 programı temelinde iki yapının birliğini mümkün gördüklerini ve bunun gerçekleştirilebilmesi için yapılması gerekenleri yapmaya karar verdiklerini ifade etti. Bu kararlarını bir an önce MK’mıza iletebilmek için buraya geldiklerini dile getirdi. Beni bulamamaları halinde Turan’dan yardım talep edeceklermiş. “Acele”lerinin nedeni ise hiç olmazsa ilk görüşmenin bahar faaliyetlerine başlamadan önce gerçekleşmesini sağlamakmış.”

 

                                            

 

***

 

 

 

“1993 yılı Mayıs ayının ilk haftası itibariyle batı delegelerini almaya başladık. Kuryelerimizin biraz daha rahat hareket edebilmeleri gayesiyle Göldere vadisindeki Ayvaz tarlasını sabit buluşma noktası olarak belirledik. Maksat, gün ve saat koşuluyla sınırlanmadan gelebildikleri, ulaşabildikleri her fırsatta gelebilsinlerdi.

 

 

 

Gerek gelecek delegeleri ve mola verip dinlenmesi gereken kuryeleri ve gerekse gerillayı barındırmak amacıyla arazinin uygun bir noktasında, biri, o koca çadırımız olmak üzere dört çadır açtık. Açmak zorundaydık çünkü başka türlü (özellikle de geceleri) o arazide kalmanın mümkünatı yoktu. Her taraf karla kaplıydı ve oralar hâlâ kışın hükmündeydi.

 

 

 

Kamp kurmamızın bir diğer gereği de o süreçte, yakın köylerden mümkün mertebe izole olma tercihimizdi. Bir toplantı için toplanmakta olduğumuzun bilinmesini istemiyorduk. Güvenlik açısından önemli bir ayrıntıydı aslında.

 

 

 

Delegelerin aktarımı ay ortalarına doğru hızlandırıldı ve sanırım Batı delegelerinin tamamı 18 Mayıs öncesi alanımıza ulaştırılmış oldular. Bu zorlu görevi layıkıyla, başarıyla yerine getiren kahraman kuryelerimiz yine Coşkun, Turan Talay, Resul Gündoğan ve Hüseyin Şimşek’ti. (Cemal kod ismini kullanan arkadaş.) Gerçekten de son derece özverili bir didinmeyle bu zorlu görevi yerine getirdiler. Erzincan şehir merkezinden alınmaları, dağa sınır köylere aktarılmaları ve oradan da 8-10 saatlik dağ yolculuğuyla bize ulaştırmaları ve bunu o kısa sürede defalarca kez tekrarlanmaları, takdir edilir ki hiç mi hiç kolay değildi. Özcesi kuryelerimiz takdirlik işleryapıyorlardı.”

 

***

 

 

 

“Yeni gelen taze-dingin gücün de yoğun katılımıyla, bir gayrete gelip, Pülümür ve Erzincan (ve ama ağırlıkla Erzincan) hattından taşıdığımız bir yığın kereste ve diğer branda naylon gibi gereçlerle barınağımızın damını tez zamanda kapatıverdik. (1993-1994 kışı) Kışlık erzağımızın hemen hemen tamamını Resul Gündoğan (Hikmet) ve Turan Talay’ın (Uzun’un) sevk ve idare ettiği Erzincan faaliyetçilerimiz ve taraftar köylü kitlemiz sayesinde kısa sürede karşılamayı başardık.

 

 

 

Taşınan erzak hiç de öyle az şey değildi. 50 yetişkin genç insanın 5-6 aylık, pekçok türden ihtiyacıdır söz konusu olan… Keza yakacak odunumuz olmadığından ekmek ve yemek pişirmek için mecburen tam 80 adet orta boy mutfak tüpü taşıdık. Ezici çoğunluğunun sigara tiryakisi olduğu onca insanın sigara ihtiyacı bile âlâsından iki katır yükü kadar bir şeydi.”

 

***

 

 

 

“Ali Haydar’ın (Kemal Kutan’ın) o geceki uğraşları sonuçsuz kaldı, telefon bağlantısı sağlayamadı… Gecenin ilerleyen saatlerinde kalkıp başka evlere gittik. Birkaç saat kadar köylülerle sohbet ettikten sonra, sabaha karşı ayrılıp araziye çıktık. Konaklayacağımız yere vardığımızda ortalık artık iyiden iyiye ışımıştı.

 

 

 

Sanırım Ali Haydar’ın telefon etme uğraşı bir hafta on gün kadar sürdü. Ancak artık o ilk günkü gibi hep birlikteköye inmiyorduk. Nispeten daha küçük gruplarla gidip geliyordu. Ve ama şu netti ki başta Zeynel olmak üzere, kendilerince “mim” koydukları yoldaşları artık köye götürmüyorlardı. Nure defalarca talepte bulunmasına rağmen, yine de götürmediler.

 

 

 

Öyle anlaşılıyordu ki bu bir hafta on günlük bağlantı kurma uğraşıda sonuçsuz kalmıştı. Tedbir icabı artık bir yer değişikliği de kaçınılmaz olmuştu… Ve işte bu gereklilikle yine bir sabah vakti, hafif puslu bir havada, düştük karlı dağ yollarına. Tutulan istikametten anlaşılıyordu ki bu kez de şanslarını Kemah hattında sınayacaklardı.

 

 

 

Zine Gediği ile Ağbaba Dağı arasından bir yerlerden Molla Dağı’na geçtik. Oradan da Meyvanlı Gabanı’na. Gaban’ı ortalayan uygun bir yerde kamp kurduk. Anlaşılan, sonuç alana kadar buralıydık… Artık öyle cümbür cemaat değil, küçük küçük gruplar halinde köylere gidilecekti. Ancak özellikle ben, gidişlerin dışında tutuldum. Eleştiri konusu yapıp gerekçesini sorduğumda; “Özel herhangi bir nedeni yok. Sadece böylesini daha uygun buluyoruz” dediler.

 

 

 

İlerleyen günler içinde, benim eski ilişkilerimden konaklama yerine getirilen milislerimiz oldu. Binbir numara çevirdiler bunlarla baş başa kalmayayım diye. Hani derler ya; “sormuşlar adama ‘komşunu nasıl bilirisin?’ diye. ‘Kendim gibi’ demiş”. Akıllarınca hem benim bunları hizipsel amaçlarla örgütlememi ve hem de köyde neler çevirdiklerine dair bilgi almamı engelliyorlardı.

 

 

 

Meyvanlı Gabanı’nda sanırım iki hafta falan kaldık. Onlar bu süre boyunca hemen hemen her gün köylere gidip geldiler. Tek bir dertleri vardı: Laz Nihat ile Telefonlaşabilmek.

 

 

 

Sonraki süreçte Turan Talay, bu görüşmelerden birine istemeden kulak misafiri olan bir arkadaşın kendisine aktardıklarını aktaracaktı. Ali Haydar telefonun öbür ucundakine kelimesi kelimesine olmasa da yaklaşık ifadelerle şu cümleleri kuruyor: “Biz hazırız. Siz tamam dediğinizde harekete geçeriz. Tarih olarak Partinin kuruluş tarihine denk getirilmeye çalışılmasının çok isabetli olacağı…”

 

 

 

Evet, Ali Haydar’ın telefon konuşmalarının ve kontak kurma ısrarının sis perdesi, bu cümlelerle deşifre oluyordu olmasına da ancak her şey için artık çok geç kalınmıştı.”

 

***

 

 

 

Turan Talay’ın, denilebilir ki hayatın ve mücadelenin her kesitinde emeği ve değerli katkı ve hizmetleri olmuştur. İşte bunlar, onu ölümsüz kılan değerlerdir de.

 

 

 

Yoldaşlarının, dostların ve halkının gönlünde yaşamaya devam edeceksin sen Turan Talay. Bir kez daha sevgi ve saygıyla selamlıyorum seni “huysuz ihtiyar.”

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)