İlkel komünal toplumdan komünist topluma doğru olan evreleri konu etmediğini söyleyelim. Marks kapitalist özel mülkiyetin belirmesi olarak ilk “mülksüzleştirme”den bahseder ve kapitalizmin gelişmesinin sonunda bu “yadsıma”nın yadsınacağını açıklar… Yani kapitalistin mülksüzleştirilmesi olarak yadsımanın ilk yadsıması burada ilkel komünal toplum, bu anlamda “mülkiyetin olmadığı” ya da “ortaklaşa mülkiyetin olduğu” toplum değil, bireyin emeğine dayanan “küçük mülkiyet”tir.
Bununla ilgili MAE önce, kitabında kendisinin de aktardığını söylediği, Mao’dan alıntıların olduğu gibi sunulduğunu belirtiyor ve Mao’nun buralardaki yaklaşımının “Sınıfsal Yaklaşım”daki tanımlarla çelişkili olduğunun gösterildiğini açıklamış oluyor. Böylece “düzeltme”nin nedenini, özünü, bu konuya hiç değinmeden geçiştirmiş oluyor. Devamında, Mao’dan hareketle, kendi ifadesiyle “Mao’yu tekrar etme yeteneğiyle” yapılan düzeltmeyi aktarıyor MAE.
Bu düzeltmedeki “‘yadsımanın yadsınması’ yasası diyalektiğe uygun olmayan bir yasadır” tümcesini “Mao’dan alınmamış” olarak ayırt ediyor ve “yasanın varlığını inkâr etmeyen bir cümle kuruluşuyla Mao’nun dediği şeyin de anlaşılmadığının kanıtlandığını ileri sürüyor. Çünkü Mao “Böylece bir yasa yoktur.” demiş, düzelticiler ise “Yadsımanın yadsınması diyalektiğe uygun olmayan bir yasadır.” demiş! Anlaşılan MAE kelime oyunundan kanıt çıkarma yeteneğine inanıyor.
Düzelticilerin “yadsımanın yadsınması”ndan neden yasa olarak söz ettiklerini anlamazdan gelip “bakın onlar da ‘yasa’ diyor” demek bir çocuk sevinci olsa gerek! Hepimiz biliyoruz ki “yadsımanın yadsınması” diyalektiğin yasalarından biri olarak kavramlaşmıştır; “yasa” bu kavramın kendisinde içerili bir özelliktir.
Biz “yadsımanın yadsınması yasası” demeyip “yadsımanın yadsınması” dediğimizde de diyalektiğin bir yasasını konu etmiş oluyoruz. Dolayısıyla “yasa” adını kullandığımızda “yasanın varlığını inkâr etmeyen bir cümle kurmuş olmayız sadece buna “yasa” dendiğini, “yadsımanın yadsınması”nın bir yasa olarak tanımlandığını, adının böyle konduğunu kabul etmiş oluruz.
Mehmet Ali Eser bir eser değildir; ama Eser adını almıştır. Ben ona sadece “Eser” dediğimde ona bir “eser” muamelesi yapmış olmam, sadece “ad”ı ile seslenmiş olurum, gibi! MAE’nin bu eleştirisi kelime oyunu bakımından gülümseticidir, ama tartışma bakımından gına getiricidir, “Bu kadar da olmaz.” dedirticidir…
Gene bu cümledeki “diyalektiğe uygun olmayan” söylemini de eleştirirken MAE saçmalıyor sadece. Bir önermenin diyalektik olmadığını veya diyalektiğe uymadığını söylediğimizde onun “varlık ilişkisini tartışma konusu yaptığımızı anlamazdan geliyor. “Bu şey vardır; ama diyalektik değildir.” demek her şeyin diyalektik olduğu temel önermesiyle çelişir ve yanlıştır.
Bir önermenin yanlışlığını onun diyalektik olmadığını ispatlayarak gösterebiliriz. Eğer fikir tek taraflıysa örneğin, öz devinimi karanlıkta bıraktığı için bizim gözümüzde ölüdür! “Karşıtların birliği”ni içermeyen önermeler ölüdür, dolayısıyla gerçekliği yansıtmıyorlardır ya da gerçekliği yansıtmakta esas olarak yetersizdirler…
Bu nedenle Mao’nun “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur.” demesiyle düzelticilerin “Yadsımanın yadsınması diyalektiğe uygun olmayan bir yasadır.” demeleri arasında bir fark yoktur, fark söylem biçimindedir.
Hatta diyebiliriz ki, aslında MAE’nin düşünme biçimine uygun olduğu için o da takdir edecektir, Hegel tarafından tanımlanmış olup Engels, Marks ve Lenin tarafından ve daha birçok filozof ve siyasetçi tarafından da kullanılmış, açıklanmış vs. bir “tanım”ın, bir “yasa adı”nı böyle “Böyle bir şey yoktur.” diyerek inkâr etmesi Mao’nun gerçekçiliğine uymamıştır, yorumu daha az kulak tırmalayıcıdır:
“Yadsımanın yadsınması” diye bir şey vardır; Hegel’de, Engels’te, Marks’ta vs… vardır; onların kitaplarında geçer! Nerede yoktur! Gerçeklikte! Mao’nun bunu söylediğini “çok” iyi kavramış görünen MAE düzelticilerin söylediğini “anlamazdan geliyor”, daha doğrusu kavram karmaşası içinde ipte cambazlık yapıyor görünüyor.
Oysa ip üzerinde bile değil kendisi; o kadar mahir olmadığını anlıyoruz. Salt kendisine bakıldığını sanıp üzerinde taklalar atarak yürüdüğü duvarın (Kendisinin ördüğü duvar hem de!) ip sanılacağını umuyor. Komik mi? Değil, her şarlatanlığa gülünmüyor!
Düzelticiler “yadsımanın yadsınması yasası”nın “Her yadsıma olumlama ve her olumlama da yadsıma içerir, karşıtların birliği burada da geçerlidir.” diyerek yanlış olduğunu, eksik olduğunu belirtiyorlar.
MAE ise bunu tartışmıyor! Peki, neyi tartışıyor? “… ML’nin ‘Maoist’ iki kanadının, bugüne değin özellikle hatırlatmaktan imtina ettikleri Marks, Engels ve Lenin’in bu kavramları nasıl kavradıkları”nı ve “bilimsel bir düşünce, birbirine karşıt iki tezden birini ‘doğru’ kabul ederken bunu, diğerini görmezden gelme tutumuyla değil, aksine diğerinin ‘yanlışlığı-yararsızlığı ve işlevsizliğini’ ortaya koyma üzerinde yapa”cağını tartışıyor! Elbette bunlar tartışılır.
Fakat MAE düzelticilerin apaçık ifade ettikleri “karşıtların birliği burada da geçerlidir, yadsıma olumlama içerir ve olumlama da yadsıma” üzerinden yaptıkları eleştiriyi neden tartışmanın konusu yapmıyor? Düzelticiler “birine doğru deyip diğerini görmezden gelmemişler; ama MAE ortada olanı değil kazdığı çukurda bulduklarını tartışmayı seçiyor!
Peki, çukurundan çıkardığı konulara yönelik ne düşünmeliyiz ya da ne düşünüyoruz?
Hemen şunu belirtelim: Yadsımanın yadsınması yasasının Marks’ta, Lenin’de ve hatta Engels’te de teorik bir açıklaması olmamıştır. Önceki kısımlarda sözü edilen yasanın (Elbette “ad” olarak yasanın!) Dühring’e karşı polemikte savunulması Lenin’in vurguladığı gibi “örnekler toplamı”ndan ibarettir ve daha sonra göstereceğimiz gibi diyalektiğin savunulması içeriklidir. Marks felsefe defterini “Feuerbach Üzerine Tezler”le kapattıktan itibaren bu yasaya dayanan “hiçbir” açıklama, bilgi çıkarımı yapmamıştır ve bunun böyle olduğunu Engels; Dühring’e karşı polemiğinde açıkça, üstelik somutlaştırarak ifade ediyor; önceki bölümlerde buna yönelik yazdık.
Peki, Lenin’in durumu nedir?
Lenin’de de belli bir döneme kadar ve üstelik sadece “yalın”, anlaşılır anlatımı sağlamak biçiminde; bu anlamda Engels’in örnekleme tarzına uygun veya benzer olarak bu yasadan bahsedilmiştir. Ancak, belki de “temel” almamız gereken “Felsefe Defterleri” adlı felsefeye dair okumalarını içeren çalışmalarının “Diyalektik Sorunu Üzerine” bölümünde Lenin, “yadsımanın yadsınması yasası”ndan hiç söz etmez. Bu bölümde Lenin diyalektiği genel olarak tanımlar ve devamında şunları söyler:
“Böylece, her önermede, diyalektiğin bütün ögelerinin embriyonları, tıpkı bir ‘ağ’ın içinde gibi, bir ‘hücre’nin içinde gibi apaçıklığıyla gösterilebilir (ve gösterilmelidir); ve böylece de diyalektiğini, genellikle bütün insan bilgisinden ayrılamazlığı ortaya konabilir (ve konulmalıdır). Doğa bilimlerine gelince, bunlar bize nesnel doğayı gene aynı nitelikleriyle, tikel’in genel’e ve olumsal’ın zorunlu’ya çevrilmesi, karşıtların geçişleri, değişmeleri ve karşılıklı bağlılıkları (gibi nicelikleriyle) göstermektedirler (ve bir kez daha belirtmek gerekiyor ki, en basit her örnekten yararlanarak belirtilmelidir bu nokta) (Hegel’in ve) Marksizmin bilgi teorisi doğrudan doğruya diyalektiğin kendisidir. (…)”[19]
“Tikelin genele, olumsalın zorunluya çevrilmesi” denerek tanımlanan nitelik bizim “Olumlamada yadsıma ve yadsımada olumlama vardır.” diyerek yadsımanın yadsınması yasasına karşı kullandığımız diyalektiğin tam karşılığıdır. Lenin bu cümlelerin devamında şunları da ifade ediyor:” Gerek Hegel (bk. Mantık) ve gerekse doğa bilimlerinin çağdaş “gnozeolog’u ve (anlamamış olduğu) Hegelciliğin düşmanı ve eklektik (…) Paul Volkmann tarafından bir dizi daire halinde tanımlanıyor bilgi.
(…)
(…) Tanrıbabacılıktır idealizm. Doğru, evet. Ama felsefi idealizm. (‘daha doğru olarak’ ve ‘ayrıca’) sonsuz karmaşık olan insani (diyalektik) bilgi’nin nüanslarından biri ile tanrıbabacılığa giden yol’dur.
“Bir doğru çizgi değildir (Yani bir doğru çizgi halinde gelişmez.) insan bilgisi; bir daireler dizgisine, bir sarmala durmaksızın yaklaşan bir eğri çizgidir. Bu çizginin her bölümü, her kesimi, her parçası bağımsız ve tam bir doğru çizgiye (tek yanlı olarak) çevrilebilir, ama (ağaçların arkasındaki ormanı göremiyorsak) o zaman bu doğru çizgi (egemen sınıfların sınıf çıkarı tarafından saptanan) tanrıbabacılığa, bataklığın içine sürükler bizi…”[20]
“Tikelin genele, olumsalın zorunluya çevrilmesi” tanımlaması her tikelin geneldeki varlığına, daha başından itibaren varlığına işaret eder. İncelemeye başladığımız her şeyde, bu anlamda “yadsınacak” her şeyde, daha başlangıçta karşıtı vardır. Lenin şöyle ifade ediyor net biçimde: “Diyalektik (Hegel’in dahice belirtmiş olduğu gibi) zaten daha burada vardır; tikel, genel’dir. (…) Demek ki karşıtlar (tikel, genel’in karşıtıdır), özdeştirler: Ancak genele götüren bu bağ içinde var olmaktadır tikel. Genel de ancak tikelin içinde, tikel dolayısıyla vardır. (…) Daha burada bile, doğanın nesnel bağı anlamında zorunluluk kavramının ögeleri, embriyonları bulunmaktadır. Olumsal ve zorunlu, fenomen ve öz daha şimdiden buradadır…”[21]
“Yadsımanın yadsınması” daha başlangıçta bulunanı sonra da aramamıza yol açan bir dogma üretiyor. İlkel komünal toplumun yadsıması olarak köleciliği ilkel toplulukların yaşama (beslenme, barınma, nesli sürdürme etkinlikleri) biçiminin kendisinde aramak yerine mülkiyetçilik anlayışında aramak bizi “nesnel” olandan koparan bir adımdır örneğin.
Oysa ilkel toplumlarda kendi yaşam alanlarını korumak ve kendi kabilesini-klanını sürdürmek kaçınılmaz olarak diğerlerine karşı silahlanmayı içerir, savaşı, esir almayı, yaşam alanlarını ele geçirmeyi içerir. Hiç mülkiyet yokken mülk edinme fikri oluşamazdı zaten; buna karşın toplumu (kabileyi) korumak mülk edinme fikrinin yatağı olabilirdi ve oldu da!.. Olumlama daha başlangıçta, yadsınanın kendinde bulunuyor ve koşullar, diğer çelişkiler-süreçler bunun gerçekleşmesinde çeşitli düzeylerde roller oynuyorlar…
“Yadsımanın yadsınması yasası”ndan hareketle komünist toplumun ilkel komünal toplumun “yadsımasının yadsınması” olduğunu ileri sürmek ilkel komünal toplum da içinde olmakla beraber bütün toplum tarihinin “üretimin toplumsallaşması” yararına, bu zorunluluk yararına gerçekleştiğini görmemeyi içerir.
Tam da bu nedenle köleciliğin feodal toplum bakımından, feodal toplumun kapitalist toplum bakımından ve kapitalist toplumun da sosyalist toplum bakımından olumlama olduğunu kavramamaya neden olur. Bugün burjuva veya küçük burjuva akımların kapitalizmin derinleşmiş bulunan krizine çözüm arayışlarında feodal dönemin üretim biçimlerine yönelmeleri, feodal örgütlenme biçimlerine “doğallık” atfederek; ama hiç kuşkusuz “bugünün bilinçlenmiş insanı”yla bu doğal üretim ve örgütlenmeyi “gelişkin” kılma çabasına girmeleri bu kavrayışsızlığın bir sonucudur.
İlkel komünal toplumun “özgür” ve “eşit” insan olabilme arzusu ve hedefi de aynı anlayıştan beslenmektedir. O nedenle Lenin’in uyarısı yerindedir: “… Bu çizginin her bölümü, her kesimi, her parçası bağımsız ve tam bir doğru çizgiye (tek yanlı olarak) çevrilebilir, ama (ağaçların arkasındaki ormanı göremiyorsak) o zaman bu doğru çizgi (egemen sınıfların sınıf çıkarı tarafından saptanan) tanrıbabacılığa, bataklığın içine sürükler bizi…”
İçinde kendi olumlamasını barındırmayan hiçbir yadsıma yoktur ve her olumlama da yadsıma içerir. “Büyük sıçrama” olarak tanımlanan değişim nitel değişimdir ve nitel değişim daha nicel değişim varken sürecin kendindeki karşıtlarının içindedir.
Lenin’in “Diyalektik Sorunu Üzerine” başlığıyla yazdığı ve alıntılar yaptığımız bölüm, “Felsefe Defterleri”ndeki genel analizlerin sentezi olarak değerlendirilebilecek bir içeriğe sahiptir. Ne var ki bu bölüm çok kısa, çok özlü ve açıklanmak üzere yazılmıştır. Dolayısıyla Lenin’in felsefe üzerine “sonuç olarak” neler düşündüğünü anlamak için onun bu bölümdeki belirlemelerine dikkat kesilmek yerinde olacaktır. Bu bakımdan tikel genel ilişkisi ve olumsalın zorunluya çevrilmesi hakkındaki tespitleri ve ayrıca insan bilgisini “bir sarmala durmaksızın yaklaşan bir eğri çizgi” olarak tanımlaması tartışmamız için belirleyici değerdedir…
Mao’nun karşısına Marks, Engels, Lenin’i çıkaran MAE, görüldüğü kadarıyla bizim ve genel olarak Maoistlerin “Mao’nun felsefeye nitel katkısı” hakkındaki düşüncemizi, savlarımızı pek ciddiye almamış bugüne kadar! Bizim “Mao’ya doğru derken Marks-Engels-Lenin’in neden yanlış olduğunu ortaya koymayı es geçtiğimizi söylüyor MAE! Kabaca ele alındığında bu iddia doğru görünüyor, ne var ki Mao’nun katkısının nitel olduğunu savunmak aynı zamanda Mao’nun “yanlışladığı” görüşleri onun gibi yanlışlamayı içermez mi?
Dolayısıyla Mao’nun katkılarını biz “Marks-Engels-Lenin’e rağmen” savunmuş olmaz mıyız? Bu katkıları savunmamız için ayrıca Marks-Engels-Lenin’i değerlendirmek gerekir mi? Hayır; böyle bir şart bulunmuyor. Marks ve Engels’i onlardan önceki tüm düşünürlere, devrimcilere rağmen savunuyoruz; Lenin ve Stalin’i onlardan öncekilere rağmen ve Mao’yu ondan öncekilere rağmen.
Bunun için örneğin Mao’nun “başardığı sıçrama”yı bizim de ondan bağımsız gerçekleştirmemiz gerekmez, onun düzeyini temel almak önümüzdeki yolu yürümek için yeterlidir. Kuşkusuz Marks, Engels ve Lenin proletaryanın yolunu aydınlatanlardır ve Stalin, ardından Mao bu aydınlık yolda yürüyen ve yolu aydınlatmayı sürdürenlerdir. Mao’nun katkılarından söz ettiğimizde bu şüphe duymadığımız gerçeği ne unutuyoruz ne de ihmal ediyoruz.
Sadece “Mao’ya doğru derken Marks, Engels ve Lenin’in neden yanlış olduğunu ortaya koymamız” şart değildir, diyoruz; bizim için bu noktada Mao’nun doğrusunu kavramak yürümek için yeterlidir. Bununla beraber Mao’nun nitel katkıları sonucunda Marks, Engels ve Lenin’in görece yeni bir düzeyden okunması gerektiği söylenmelidir; tabii aynı şey Stalin için de geçerlidir. MAE’nin söylediği gibi “neden yanlış olduklarını açıklamak için” değil, onları bilimin yeni düzeyi bakımından kavramak için…
Kısacası, Mao’nun felsefe alanındaki nitel katkılarını savunmak ondan önceki Marksist ustaların felsefe alanındaki düşüncelerini yeni bir düzeyde kavrama sorumluluğu doğurur sadece. Konumuz özgülünde; “yadsımanın yadsınması yasası”nın Marks, Engels ve Lenin’in, tabii ayrıca Stalin’in nasıl ele aldıklarını, nasıl kavradıklarını analiz etme sorumluluğundan söz edilebilir. Burada yaptığımız tartışma da bu içeriktedir zaten.
Tartışmamızda gösterdik ki Mao, Marks-Engels ve Lenin’in yanlış olduğunu ortaya koymuyor; ama onların görmediğini gösteriyor, onlara Hegel’den kalmış olan idealist içerikli tanımları Marksizmin dışına çıkarıyor; bunu yaparken Marksist teorinin içeriğini, teoriyi oluşturan özü; yani diyalektiği, Marksizmin bilgi teorisini olduğu gibi korumayı da başarıyor…
Bu nedenle Marks, Engels ve Lenin’in neden yanlış olduğunu ortaya koymak gibi bir gereklilik doğmuyor! Nitel katkı yapmak burada geliştirmek, yeni bir düzeye çıkarmak, özü daha üstün bir biçime kavuşturmak anlamındadır. “Mao’nun felsefe alanında nitel katkılar yaptığını” söylediğimizde, işte bu anlama denk gelen bir görüş ileri sürmüş oluyoruz. Bu nedenle Maoizm savunulmadan Marksizm-Leninizm savunulamaz, Marksizm-Leninizm savunulmadan da Maoizm savunulamaz, diyoruz!
Yeri gelmişken burada Stalin yoldaşın “yadsımanın yadsınması” ile ilgili tutumuna da değinelim. “Yadsımanın yadsınması”nı Marksist diyalektiğin içinden çıkaran ilk usta Stalin’dir. Tabii Lenin’in bu yöndeki gelişimini de hatırlayarak söylüyoruz bunu. Olasıdır ki Stalin, Lenin’den öğrenmeyi başardığı için bu adımı atan ilk kişi olmuştur. Kesin biçimde olmasa da Stalin’in bu önemli adımının Lenin’in yönelimi hakkında bir fikir içerdiğini düşünmek mümkün… Bu konuda Althusser’in Stalin’e dair sözlerine burada yer vermemiz bir hakkın teslimi bakımından anlamlı olacaktır:
“… Yadsımanın yadsınmasını ‘diyalektiğin yasaları’ arasından çıkardığı için ve daha genel olarak, dogmatizmini daha iyi yerleştirmek için Hegel’den saptı diye Stalin’i eleştirmek bugün resmen kabul görmektedir. Aynı zamanda da Hegel’e bir tür geri dönüşün kurtarıcı olduğu da hararetle ileri sürülmektedir. Bu açıklamalar belki günün birinde bir yazının konusu olabilir.
Bunu beklerken ‘yadsımanın yadsınması’nın Marksist diyalektiğin alanından atılmasının yaratıcısındaki gerçek teorik sağduyuya tanıklık ettiğini kabul etmek bana daha kolay gelmektedir.”[22]
MAE, şimdiye dek yaptığı gibi gene içerik hakkında tartışmaktan uzaktır görüldüğü gibi. Kitabının ilgili bölümünde burada yaptığımız tartışmanın neredeyse hiçbir karşılığı bulunmuyor! Buna rağmen şunları yazmaya cüret ediyor ama: “Oysa az sonra bu yasa hakkında kimin ne dediği ve sorunu nasıl ortaya koyduğunu alıntıladığımızda da görülecektir ki ML, ‘olumlama, yadsıma ve yadsımanın yadsınması’ (yy) yasasını tarihte, toplumsal yaşamda, doğada ve evrensel maddede… temelleriyle ortaya koyan Marks, Engels ve Lenin’i değil, böyle bir yasanın ‘olmadığını’ söylerken verdiği örnekle; nerede hata yaptığını anlamamızı da sağlayan Mao’nun tezini savunmuştur. (…)”[23] *
Marks, Engels ve Lenin’in ilgili yasanın “tarihte, toplumsal yaşamda, doğada ve evrensel madde”de temelleriyle ortaya koyanlar olduğunu ileri sürmek “içi boş” bir cürettir. Çünkü üç ustanın da böyle bir çalışması olmamıştır! Önceki bölümlerde Marks’ın Kapital’de yadsımanın yadsınmasını nasıl ve neden kullandığını tartıştık; hakeza Engels’in de. Bu kullanımlarda ve konu ile ilgili yazılarda “yadsımanın yadsınması yasası”nın temelleriyle ortaya konmadığı; ama sadece konu anlatımına kolaylık sağladığında ve örnekleme halinde kullanıldığı açıktır.
MAE “temelsiz”de olsa cüret etmeyi nedense alışkanlığa çevirmiş görünüyor…
Buna karşın Engels’in Bay Dühring’e yönelik ifadelerini tam da bu yasanın “temelli” savunusuymuş gibi karşımıza çıkardığı için MAE bununla ilgili bir eleştiriyi hak etmiştir.
Engels’in Anti-Dühring’te, MAE’nin konu ettiği bölüm içinde tartıştığı diyalektiktir öz olarak; yani karşıtların birliği ve mücadelesidir. Bunun “yadsımanın yadsınması yasası olarak formüle edilmesi Hegel’e aittir; Engels de bunu belirtir zaten. Bu bakımdan Engels’in Dühring’e yönelik değerlendirmelerinde savunduğu yasanın Mao’nun olmadığını söylediği “yadsımanın yadsınması” olduğunu ileri sürmek aslında Mao’nun bunu söylemekle diyalektiği inkâr ettiğini ileri sürmekle aynı şeydir! Oysa biliyoruz ki Mao “yadsımanın yadsınması”nı karşıtların birliği ve mücadelesini daha net, güçlü savunmak adına yanlışlamıştır; “gelişmelerin biçimi yadsımanın yadsınması olarak değil olumlama, yadsıma, olumlama, yadsıma… biçimindedir” dediğinde Mao Dühring’ten tamamen farklı bir şey söylemektedir.
Dühring “Eğer bu yeni ‘bireysel mülkiyet’, bay Marks’ta ‘toplumsal mülkiyet’ olarak da adlandırılıyorsa, bunun nedeni, Hegel’in, içinde çelişkinin kaldırılması, yani sözcük oyununu izlemek gerekirse korunması olduğu denli aşılması da gereken yüksek birliğinin işte burada ortaya çıkmasıdır… Öyleyse mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi dış ve maddesel ilişkileri içinde tarihsel gerçekliğim, deyim yerindeyse otomatik sonucudur.”[24] dediğinde aslında karşıtların birliği ve mücadelesinden ne derece uzak olduğunu, bununla ilgili hiçbir şey bilmediğini itiraf ediyor… Onun “Hegel karşıtlığı” lafta kalmaktadır; çünkü Hegel diyalektiğini bilmemektedir! Bu cümleleri Mao’nun “olumlama, yadsıma, olumlama…” yasasının ya da gelişme biçimi nitelemesinin yanına koyun Engels’in tepkisinin benzerini verirsiniz. Dühring bir şeyin kendinde karşıtını koruduğunu ve bir şeyin karşıtına dönüşerek yeni bir birlik haline geleceğini kabul etmiyor. Bir şeyde olumlu ve olumsuz yanların varlığından söz etmek ona göre Hegelci martavallara inanmaktır! Engels’in yaptığı tartışmaya “diyalektiğin savunulması” olarak bakıldığında Mao’nun Engels’in yanında durduğu net olarak görülecektir.
Oysa MAE Mao’yu, dolayısıyla Maoist olduğumuzdan, dahası Mao’nun “tüm” fikirlerine “bekçilik” yaptığımızdan bizi de Dühring’in yanında görüyor! Bunu yaparken Mao’nun ve Dühring’in gerçekte neleri savunduklarının hiç ayırdında değil. Çünkü o meseleyi salt tanım olarak “yadsımanın yadsınması”nın savunulması düzeyinde kavrayabiliyor; bu tanımın içeriğini incelemeye hiç mi hiç yönelmiyor. Tam da bu nedenle “mülkiyetsizleştirenlerin mülkiyetsizleştirilmesi”ni de somut verilerle kavramaktan uzak duruyor. Sanki Marks bunu “Hegel’in yadsımanın yadsınmasına başvurarak tanıtlamış” gibi! Tam da Dühring’in iddia ettiği gibi bu değil miydi?
“Bay Dühring işte böyle konuşur.
“Demek ki Marks, toplumsal devrimin, toprak ve emek tarafından yaratılan üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine dayanan bir toplum kuruluşunun zorunluluğunu, Hegel’in yadsımanın yadsınmasına başvurmadan tanıtlayamaz ve sosyalist teorisini dinden alınmış bu gülünç andırışma üzerine dayandırarak gelecekteki toplumda, kaldırılmış çelişkinin üstün Hegelci birliği olarak, aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal bir mülkiyetin egemen olacağı sonucuna varır.”[25]
Oysa Marks’ın yöntemi hiç böyle değildir, o doğrudan nesnel süreci ortaya koyar. Nesnel süreç zaten diyalektiktir; mülkiyesizleştirenlerin yol açtığı “el birliği ve toprak dâhil bütün üretim araçlarının ortaklaşa sahipliği” olanağına yönelik tespitlerini sıralar ve ancak bu olanak nedeniyle gerçekleşebilir duruma gelen “mülkiyetsizleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”nden söz eder.
Mao’nun tanımı bu yöntemle çelişkili midir? Hayır! Dühring’in “itirazı”na, işin özünü kavrayarak baktığımızda Mao’nun katıldığı söylenebilir mi? Kesinlikle hayır… Aksine Mao, Dühring’in güya saldırı silahı olarak kullandığı Hegelci yadsımanın yadsınması yasasını diyalektiğin alanından çıkarıyor; diyalektiği idealist felsefenin kalıntısından temizliyor, diyalektiği daha anlaşılır, daha temiz, daha güçlü bir silaha, elbette bir düşünce yöntemi silahına dönüştürüyor.
MAE’nin, Anti-Dühring’ten yaptığı alıntılarla, “yadsımanın yadsınması”nı diyalektiğin kendisi olarak savunan Engels’i Mao’nun karşısında konumlandırmış olması sadece bir kavrayışsızlık örneğidir. Bu bakımdan o, Bay Dühring’in tarzıyla hareket eden günümüz Dühringlerindendir. Hiçbir temel-öz incelemesi yapmadan, salt tanımdan hareketle yaptığı gürültünün Dühring’in yapmış olduğu gürültüden farkı yok… Şöyle diyor gürültücü bir yerde: “… çok ilginçtir, sanki gelecekte ‘yadsımanın yadsınması’ diyalektiğe uygun bir yasa değildir’ diyecek olan bizim ‘düzeltme’cileri duymuşçasına onları da Bay Dühring’le birlikte alay tahtasına oturtur!”[26]
Biraz dikkat etse bu kendi gürültüsüne tam teşne arkadaşımız “düzeltmeciler”in Dühring’in tam karşısında, diyalektiği savunmakta olduklarını fark edebilirdi. “Düzeltmeciler” yadsımanın yadsınmasını diyalektiğe uymadığı için, her yadsıma olumlama ve her olumlama da yadsıma içerdiği için reddediyorlar. Engels diyalektiği tamamen savundukları halde “yadsımanın yadsınması yasası”nı reddedenlerle Dühring’i “birlikte alay tahtasına oturtur” muydu?
Bunlar arasında kesin bir ayrım olduğuna göre; hayır! Fakat MAE için öyle değil; çünkü o Mao’nun “yadsımanın yadsınması”nı diyalektik bakımdan, diyalektiği uygulayarak diyalektiğe aykırı olduğu için ve bunu da doğada, toplum tarihinde olayların gelişiminin her halkasında karşıtların birliği ve mücadelesi biçiminde açıklayarak reddettiğini kavramıyor! Mao’nun bu reddedişinin Dühring’in kavrayışsızlık dolu kabalığı ile “hiçbir” ilgisi ve benzerliği yoktur…
Dühring’le gerçekleşen polemiğin özü “diyalektik”tir, karşıtların birliği teorisinin uygulanmasıdır; bunun “yadsımanın yadsınması” olarak nitelendirilmiş olması Hegel’de zirveye çıkan diyalektik kavramının gene onun tanımlarıyla biliniyor-tanınıyor olmasındandır. Mao özü alıp Hegel’den kalma “gölge”yi temizlemeyi sürdürmüştür; o güne kadarki tüm Marksistlerin yaptığını ve bundan sonra yapacaklarını yapmıştır. Bu bakımdan MAE tarafından yapılan Dühring benzetmeleri olsa olsa teori fukaralığının sonuçları olarak değerlendirilebilir…
Bu noktada MAE’nin şu cümlesi kendini bilmez olmanın zirvelerinden biri olarak not edilebilir: “… herhangi bir ciddi konu üzerine bir şey söylenecekse de önce söylenen şeyin incelenmesi yapılır ki ‘yeni’ söylenen şeyin ciddiye alınması bu eski ciddinin ‘ciddiyetsizliği’nin doğrulanması üzerinde değer görebilsin!” MAE’nin ne kadar “incelemeci” olabildiğini az önce de gördük.
Konu edip tartıştığımız hiçbir meselede MAE öze dair fikir sahibi bile değil. Ustalardan yaptığı alıntıların içeriğini ne kavrıyor ne de tartışıyor. Buna rağmen “düzelticiler”in eylemine konu olan olayın kendisinden bağımsız olarak onları “ciddiyetsizlik”le, “incelemeye dayanmayan müdahaleler”le suçluyor! Bundan biraz daha komiği, bu cümlenin bir öncekinde “… tartışma yapılacaksa, soyut ‘Doğrular (!)’ üzerine değil, bu somut veriler üzerinden yapılır.” demesidir! “Somut veriler” nedir? Engels’ten yaptığı alıntılarda ifade edilenler, değil mi?
Peki bu verilerin diyalektiği nasıl içerdiğini, diyalektiğin bu verilerde “yadsımanın yadsınması” olarak mı yoksa “olumlama, yadsıma, olumlama…” ve “niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe çevrilmesi” olarak mı gerçekleştiğini tartışıyor mu MAE? Hayır, tartışmıyor! Pekiyi, neden? Çünkü o Mao’nun bunu tartıştığının farkında bile değil, o meseleyi Dühring’in kavrayışı ölçeğinde değerlendiriyor! Bunu da “somut” sanıyor, Engels’in yazdıklarını bize yöneltmesi de bundan ötürü.
“Eski ciddinin ‘ciddiyetsizliği’” dediği şey Engels’in Dühring’e yönelttikleridir ve biz bunları Dühring’e yöneldiği durumda, diyalektiğin savunusu olarak “ciddi” kabul ediyoruz ve bu bakımdan bunlardan öğreniyoruz. Bununla beraber Engels’in diyalektiği Hegel dolayısıyla “yadsımanın yadsınması” olarak tanımlamasını ondaki, daha doğrusu diyalektik üzerindeki Hegel gölgesi olarak görüyoruz ve bu gölgeyi kaldırdığı için Lenin’e, ardından attığı somut adım nedeniyle Stalin’e ve nihayet bu meseleye yaptığı nitel katkıyla Mao’ya “aynen” ayak uyduruyoruz. Bu bizim için çok değerli bir sorumluluktur!..
MAE, çalışmasının son bölümünden Aleksandr Septun’un “Diyalektiğin Kategorileri ve Yasaları” kitabından da yararlanarak “yadsımanın yadsınması yasası”nı “yeniden” tanımlıyor. Aleksandr Septun’un “yadsımanın yadsınması”nı diyalektiğe, daha doğrusu gerçekliğe, maddenin hareketine uydurma çabası var burada. Ne var ki Mao’dan hareketle felsefe yapmaktaysanız eğer bu yaklaşımın bir “gereği” yoktur, MAE’nin konumu bu sonuncu olmalıyken o böylece “Mao’dan hareketle” düşünemediğini göstermiş olmaktadır!
MAE çalışmasının farklı yerlerinde yadsımanın yadsınmasını “olumlama, yadsıma, olumlama, yadsıma ve yadsımanın yadsınması” biçiminde tanımlıyor. “Yadsımanın yadsınması”na kadar olan sürecin birçok yadsıma içerebileceğini açıklayan Septun’da kendini buluyor MAE. Oysa Septun “yadsımanın yadsınması”nı Hegelci diyalektik olarak açıklamak dışında bir şey söylemiyor. Hegel’in diyalektiğini eksik anlayanlara bir anımsatma yapıyor Aleksandr Septun.
Süreçleri belli bir kökenle başlatmak fikrine dayanan ve bu kökenin bir çember üzerinde yeniden ve yeniden başladığı anlayışı Marksizmde hiçbir teorinin “kurgusu” değildir. Marksizm, ele aldığı sürecin nesnel, verili durumundan hareket ederek ilerler, her somut durumun bir karmaşık bütün olduğunu öngörür. Somut durumun içindeki gelişim dinamiğini keşfetmek ve bu dinamiğin diğer parçalarla olan ilişkisinin kavramak yolunda ilerler. Hegelci diyalektiğin soyut ve verili “köken” anlayışı Marksizmde yoktur.
“… Bizim için çok daha önemli olan şey, yöntemimizin hangi noktada tarihsel görüş açısını getirmek gerektiğini ve burjuva ekonomisinin, üretim sürecinin salt tarihsel biçimi olarak daha önceki üretim tarzlarına nereden bağlandığını açıklığa kavuşturmasıdır.
“Ama burjuva ekonomisinin yasalarını geliştirmek için üretim ilişkilerinin gerçek tarihini yazmak buradan mutlaka gerekli değildir. Gerçekte, kendileri tarih boyunca ortaya çıkmış ilişkiler olarak bu yasaların doğru anlayışı ve tümden gelme zincirlenmesi, bu sistemden önceki geçmişi daima anımsatan kıyaslamalara götürür-tıpkı örneğin ampirik verilerin doğa biliminde yaptığı gibi. Bu anımsatmaları aynı zamanda bugünün doğru anlayışıyla birlikte, geçmişi anlamamız için gerekli anahtarı verir bize: bu, bir gün ele almayı umduğumuz bir çalışmadır.”[27]
Kapitalist sistemi çözümleyen Marks’ın kapitalizm öncesi ile ilgili bilgilerin bu çözümlemedeki yerine dair net bir fikir sunuyor bu paragraflar. Bu gelişim modeli Hegel diyalektiğinden “tamamen” farklıdır. Burada diyalektik karmaşık bir bütündeki olguların bütün içsel ve birbirleriyle ilişkilerinde var olan çelişkilerin gelişimi olarak görülür.
“… Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak “sivil toplum” adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları ve sivil toplumun anatomisinin de ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı. (…) Ulaşmış olduğumuz ve bir kez ulaştıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir:
Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuksal ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. (…)”[28]
Burada kısaca gösterilen gelişme modeli Hegel’in kökene dayalı felsefesinden, kökeni yeniden oluşturan süreçlerin, bir çember üzerinde ilk konuma dönerek gerçekleşen gelişme modeli olarak sonsuz tekrarından farklıdır. Mao’nun “Çelişme Üzerine” adlı makalesinde tanıttığı model; gene Lenin’in Felsefe Defterleri’nde çok genel bir giriş ile gösterdiği modeldir bu. “Yadsımanın yadsıması”nın bu modelde bir karşılığı yok. Bu model özgün durumun bir bütün halinde incelenmesi; ancak bunun devamında öncesine dair bilgilere ulaşma ve evrenseli açıklama olarak gerçekleşir.
“Her önemli şeyin gelişme sürecinde birçok çelişme vardır.”[29] diyerek söz konusu karmaşık sürece dikkat çekmiştir Mao Zedung. “Karmaşık bir şeyin gelişme sürecinde birçok çelişme vardır. Bunlardan birinin varlığı ve gelişmesi öteki çelişmelerin varlığını ve gelişmesini belirler ya da etkiler. İşte bu, zorunlu olarak baş çelişmedir.”[30] Sadece bu da değil, Mao ikincil çelişmelerle baş çelişme arasında ilişkilerin karmaşık görünümüne dikkat çeker ve baş çelişmenin önemine bu karmaşık bütün içinde vurgu yapar: “… eğer bir süreçte birkaç çelişme varsa, bunlardan bir tanesi önder ve belirleyici rolü oynayan baş çelişme olacak, öbürleriyse ikincil ve bağımlı bir durumda bulunacaktır.
Dolayısıyla içinde iki ya da daha fazla çelişme bulunan karmaşık bir süreci incelerken bütün çabamızı, o sürecin baş çelişmesini bulmaya yöneltmemiz gerekir. Bu baş çelişme bir kere kavrandığında, bütün sorunlar kolayca çözülebilir. Marks’ın kapitalist toplumu incelerken bize öğrettiği yöntem budur. Aynı şekilde Lenin ve Stalin de emperyalizmi, kapitalizmin genel bunalımını ve Sovyet ekonomisini incelerken bize bu yöntemi öğretmişlerdir…”[31]
Mao “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur.” dediğinde süreçlerin bu karmaşık yapısına, her sürecin kaçınılmaz özgünlüğüne, bir süreçte çelişmelerin eşitsiz niteliğine ve gelişimine; her çelişmenin iki karşıt yönünün de eşit olarak ele alınamayacağına dayanıyordu. Bunlar Hegelci diyalektiğin kategorileri değildir, orada konu edilmemişlerdir. Bunlar “çok farklı” iki diyalektik felsefeden söz edildiğini anlamak için yeterlidir. Aleksandr Septun da bu kavramlara uzaktır. Onda doğal görünen bu durumu MAE’de “aynen” görmek ise bir soruna, MAE’de somutlaşan bir kavrayış problemine işaret eder.
Analiz ve sentez üzerine yazılanlar da dikkate değerdir. Çünkü MAE gene konu hakkında hiçbir ön çalışma yapmadan, salt sezileriyle hareket etmiştir. Seziler de zayıf olunca, daha doğrusu yanlış algılara tabi olunca olmadık sonuçlara “ulaşmış!”
MAE “düzeltmeciler”e karşı eleştirilerinin bir yerinde söz konusu düzeltmelerin sadece cehalet içermediğini, tersine örgütsel siyasetle de bağlı bir içerik taşıdığını belirtiyor: “… Daha da önemlisi şudur ki, İK gazetesi, Mao’nun ortaya koyduğu şekliyle bu üç kavramı savunmak gerektiğinin önemini ‘Pratiğin esas olduğunu, iş yapmanın esas olduğunu anlamamızı sağlar.’ ifadesinden, ML’nin kullandığı felsefi kavramların, onun sadece cehaletiyle açıklanamayacağını, tersine pratik örgütsel siyasetleriyle bağını neden önemsememiz gerektiğine özel bir önem katmaktadır.”[32]
Bu tartışması boyunca MAE’nin hiçbir konuyu içeriği bakımından kavrayamadığını gördük. Bunun nedeni onun “inceleme”, daha doğrusu düşünme tarzıdır. O hiçbir şeyi o şeyin kendisi olarak ele almıyor, her zaman “kendi niyetini ya da algılarını” başlangıç noktası yapmış olarak tartışıyor. Şaşmaz biçimde burada da durum aynı!
“Düzeltmeciler”in sözünü hatırlayalım önce: “Yine analiz-sentez, ‘birin ikiye bölünmesi’ yasasının tek tutarlı gelişimidir. İkinin birleşip bir olması tezine karşı analiz-sentez doğru ve tek tutarlı yanıttır. Mao Zedung’tan aktardığımız bilgiler oldukça zengindir. Süreçlerin böyle kavranması pratiğin esas olduğunu, iş yapmanın esas olduğunu anlamamızı sağlar.”
Burada konu edilen felsefenin, daha doğrusu felsefemizin hayatla ilişkisidir. Mao Zedung “Felsefe, ancak sınıf mücadelesi varsa var olabilir, pratikten kopuk olarak epistemoloji (bilgi teorisi) tartışmak zaman kaybıdır.”[33] diyor; eğer analiz ve sentezi sınıf mücadelesinin kavranması ve yönetilmesi olarak ele almıyorsak uğraştığımız ya da burada tartıştığımız felsefe neyin/kimin felsefesi olabilir? Dikkat çekilen nokta burasıdır. Ne var ki MAE bambaşka bir düşünceye sahip. O tersten bir bağ kurarak “bölücülük” siyasetinin felsefi temelini bulduğuna inanıyor…
MAE’nin “pratik örgütsel siyaset”ten “bölücü siyaset”i anladığını çalışmasının bütününden çıkarıyoruz. Mao Zedung’u bu anlayışla mahkûm ediyor! “Birliği reddeden”, “birleşmeyi olanaksız gören”, “ikinin birleşip bir olması” yasasını da bu siyasete kurban eden bir siyasetin dayandığı temeli sarstığına inanıyor. Bunu en güçlü biçimde yapmak için “birlik çağrılarına ‘gerek yok’ basitliği ile yaklaşıldığı”nı bile ileri sürebiliyor!
Oysa “düzeltmeciler”in konu ettiği “pratik” felsefemizin temel bir konusudur. Mao Zedung bunu en güçlü seviyede açıklamıştır.
“… Engels, zorunluluklar ülkesinden özgürlük ülkesine doğru ilerleyişten söz etmiş ve özgürlüğün zorunlulukların anlaşılması olduğunu söylemişti. Bu cümle tamam değildir, meselenin sadece yarısını söylemekte ve kalanını söylememektedir. Sadece anlamak sizi özgür kılar mı? Özgürlük, zorunlulukların anlaşılması ve zorunlulukların dönüştürülmesidir; insanın biraz çalışması da gerekir. Eğer yapacak bir iş olmaksızın sadece yerseniz, sadece anlarsanız, bu yeterli midir? Bir kanun keşfettiğinizde onu uygulayabilmelisiniz, dünyayı yeniden kurmalı, araziyi açıp binalar dikmeli, madenler açmalı, sanayileşmelisiniz…”[34]
Mao Zedung felsefenin işlevini son derecede açık, net olarak ortaya koyuyor burada: bilgi teorisi; tüm şeylerin bilgisini açığa çıkarmak ve bu bilgiler sayesinde şeylerin insan gereksinimleri doğrultusunda ama aynı zamanda en uygun şekilde dönüşmesini sağlamak. İnsanı bağımlılıklardan, bu anlamda zorunluluklardan kurtaracak şey de budur: Marksist felsefenin tüm eski felsefelerden farkı da budur. Marks’ın yeniliği duyuran ünlü sözüyle “artık dünyayı anlamak” değildir felsefenin işlevi, aynı zamanda ama esas olarak “dünyayı değiştirmek”tir.
“Tez, anti-tez ve sentez” ile “analiz ve sentez”in iki ayrı dünya görüşünün kavramları olması ve Mao’nun “analiz ve sentez”i “yeniden” tanımlamış olması tam da felsefenin “yeni” işlevinin kavranarak pratik teoriye dönüştürülmesiyle ilgilidir. “Zorunlulukları dönüştürmek” insanın bilgiye, kuşkusuz doğru bilgiye, bu anlamda bilimsel bilgiye dayanarak iş yapmasıdır. Yanlış, eksik, öznel bilgiyle zorunluluklar dönüştürülemez!
Mao’nun Engels’in sözüne yönelik müdahalesi “analiz ve sentez”i kavrayışındaki yeni seviyeden ötürüdür. Engels, Hegel’den hareketle, onu doğrulayarak “özgürlüğün zorunlulukların anlaşılması olduğu”nu yazmıştı. Mao da bunun eksik bir cümle olduğunu açıklayıp tamamlayıcı katkıyı yapıyor.
(Bu konuda Halil Gündoğan “Mao Zedung Değerlendirmeleri Üzerine” adını verdiği çalışmasında Mao’ya dönük yanlış tespit ve eleştirilerde bulunuyor, yeri gelmişken bunları da değerlendirmek yararlı olacaktır… Halil Gündoğan kitabında, Engels’ten yaptığı alıntıdan hareketle Mao’yu eleştiriyor: Aslında Engels’in de zorunlulukların dönüştürülmesinden söz ettiğini söylüyor; Hegel’e ait “ilk” sözü Engels’e mal etmek yanlışına düşüldüğünü ileri sürüyor. Halil Gündoğan her ne kadar Mao Zedung’un Engels’i değil, sadece bir sözü değerlendirdiğini ve tamamladığını savunarak ona yönelik seviyesiz saldırılara karşı koymuşsa da buradaki gerçek ilerlemeyi anlamamıştır. Hiç şüphesiz Engels de Marks, Lenin ve Stalin gibi Feuerbach Üzerine Tezler’deki 11. Tez’i kavramış bir “devrimci filozof”tur.
Bununlar beraber felsefenin teorisi Mao Zedung’a kadar bitirilmiş bir iş değildir ve Engels de bu eksikliğin içinde yazmaktadır. Marksist diyalektik ne Marks tarafından yazıldı ne de Engels tarafından. İkisi de bunu pratikte kullandılar, diyalektiğe dayanarak proletaryaya benzersiz eserler kazandırdılar. Ne var ki Marksist diyalektik onlar tarafından yazılmadı. Lenin belli bir dönemde bu işe soyundu; ama tamamlamaya fırsat bulamadı: Felsefe Defterleri bu süreci gösteren somut belgedir.
Stalin’in uğraşı da yeterli olmadı. Mao Zedung “tamamen” bu içerikte bir çalışma yaparak bu alandaki önemli boşluğu doldurmuştur. Elbette bununla ilgili çalışmalar sürecektir. Bununla beraber Mao’nun katkısı ayırt edicidir ve “olmazsa olmaz” niteliktedir. Bu özelliği somutlaştıran olaylardan biri de “özgürlük ve zorunluluk ilişkisi”ne dair söyledikleridir. Halil Gündoğan tam da bu belirleyici noktayı anlamamıştır… Doğrudan Halil Gündoğan’ın kitabından yararlanarak bu belirleyici noktayı açıklayalım.
Halil Gündoğan, Engels’ten alıntı yapıp beraberinde kendi değerlendirmesini sunuyor:
“(…) Özgürlük ve zorunluluk ilişkisini doğru olarak ilk düşünen, Hegel oldu. Ona göre özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır. ‘(Z)orunluluk ancak kavranılmadığı ölçüde kördür.’ (Hegel Ansiklopedisi, s. 147) Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır.’ [Bu satırlarda hangi düşüncenin kime ait olduğu ve aralarındaki ilkesel farklılık da açıkça ortadadır: ‘Özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır.’ ifadesi ‘ona göre’dir.
Yani kime göredir? Hegel’e göre!.. Engels bunu 11. Tez’in özüne nasıl oturtup yorumluyor? Bunun yanıtı da devamen altını çizdiğimiz satırlarda, açıkça ortadadır. Mao Zedung’un ‘yarım kalmış gibi’ dediği şey Hegel’in sözleri için geçerlidir. Mao Zedung’un doğru olarak tamamladığı şekliyse, zaten Engels tarafından önceden tamamlanmıştır. BN.] Bu, dış doğa yasaları için olduğu denli, insanın maddi ve manevi varlığını yöneten yasalar -gerçeklikte değil, olsa olsa kafamızın içinde ayırabildiğimiz iki yasa sınıfı- için de böyledir. (…)”*
Burada Halil Gündoğan; Engels’in cümlelerini yanlış yorumluyor, sanırız bunun temel nedeni, bizim de biraz yukarıda belirttiğimiz Engels’in pratik düzlemde kanıtlamış olduğu kavrayışıdır. Ancak bu cümlelerde konu pratik kavrayış değil; burada zorunluluk ile özgürlük arasındaki ilişkinin teorisi yapılıyor ve Engels, bu ilişkiyi DOĞRU olarak İLK DÜŞÜNEN kişinin Hegel olduğunu belirtiyor.
Halil Gündoğan, daha baştan belirtilmiş olanı tamamen ihmal ediyor! Bir şeyin “doğru olarak düşünülmesi” demek ifade edilenin doğrulanması demektir; yani “Hegel’e göre” olanı Engels doğrulamaktadır. Ayrıca Halil Gündoğan’ın Engels’e mal ettiği “devamen” altı çizili görüşler de Engels’in Hegel’den anladığı fikirlerdir. Hegel, Kant’a karşı “kendinde şey”in bilinebilirliğini açıklar; Kant’ın “hürriyet”i dünyadan bağımsızmış gibi kavramasının nedenini ve yanlışlığını ortaya koyar.
Engels’in sözünü ettiği “belli erekler” Hegel’de tanımlanmıştır. Özgürlüğü doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta tanımlayan Hegel değildir; bilinemezcilerdir. Hegel bu konuda aksini savunur, kuşkusuz bunu idealist temelde yapar; mutlak idenin köken varlığın çemberi tamamlayarak kavramlaşan insan zihnine yerleşmesi biçiminde yapar… Halil Gündoğan bu cümlelerin sonundaki “olanağındadır” sözcüğünün anlamına biraz dikkat etmiş olsa “Hegel’e göre” dediği cümleden farklı bir şey söylenmediğini anlayabilirdi.
Engels “aynı” sözü açımlı olarak tekrar ediyor burada. Bir şeyin olanaklı hale gelmesi onun henüz olmadığını içerir, anlamak olanağı görmek veya “yasayı bulmak”tır. Oysa oldurmak değiştirmektir, zorunluluğu “ilga” etmek, yani ortadan kaldırmaktır. Mao tam da “olanağı” bulmanın özgürlük için yeterli olmadığını, olanaklı olanı oldurmak gerektiğini, zorunluluğu ortadan kaldırmak gerektiğini ileri sürer “özgürlük” için! Engels’in “devamen altı çizilen” sözünü Mao’dan hareketle yazmayı denersek eğer şöyle ifade edebiliriz: “… bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılması, bu yolla bu ereklerin gerçekleştirilmesidir!” Anlamak zaten “olanak”lı olmakla ilgilidir, zorunluluğun anlaşılması ondaki bilginin açığa çıkarılmasıdır. Ancak olanaklı olan henüz gerçekleşmiş olan değildir, zorunluluk henüz geçerli durumdadır…
Mao sözün eksik olduğuna -“yarım kalmış gibi” olduğuna değil “yarım olduğu”na- bu nedenle dikkat çeker. Özetle, Engels’e göre Hegel zorunluluk ile özgürlük arasındaki ilişkiyi doğru olarak düşünmüş ve nedenselliği kavramanın hareketin iç bağını çözümlemek olduğunu, bunun da özümlenen tarihin hareketine doğru maddenin kendi hareketini oluşturduğunu ortaya koymuş ilk düşünürdür.
Bu sayede özgürlük nedensel bir süreçle açıklanmış ve “düşlenmiş bir bağımsızlık” olmaktan çıkarılmıştır. Ne var ki özgürlüğün zorunluluğun değiştirilmesi olduğu, bu anlamda analizin sentezle tamamlanmasına denk geldiği ancak Mao Zedung tarafından söylenmiştir; ondan önce bu konu “hiç” böyle konmamıştır! Mao “özgürlük, zorunlulukların anlaşılması ve zorunlulukların dönüştürülmesidir” dedikten sonra “insanın biraz çalışması da gerekir.
Eğer yapacak bir iş olmaksızın sadece yerseniz, sadece anlarsanız bu yeterli midir?” diyor. (Mao’nun burada kullandığı “yemek” kavramı analiz etmek anlamındadır.) “Zorunlulukları dönüştürmek” böylece bizim belirlediğimiz, “erek edindiğimiz ve ulaştığımız” “yeni birlik”e geçişi sağlayarak özgürleşmek; bizi belirleyen toplumsal varlığa/koşullara, bizi sınırlayan çaresiz ve etkisiz kılan zorunluluklara son verip yeni “toplumsal varlık”ı yaratmak anlamındadır özgürlük. Neden, nasıl ve hangi güçler tarafından belirlendiğimizi anlamak bizi özgürleştirmez; sadece nasıl özgürleşebileceğimizi anlamamızı sağlar.
Engels’in sözlerine uyarlarsak: Özgürlüğü gerçekleştirmek için yöntemli bir biçimde hareket etme olanağı elde edilir. Özgürleşmek bu anda henüz olanakta gizlidir ve olanak kullanıldığında, yani harekete geçilip de iş görüldüğünde özgürlüğe geçilir. Halil Gündoğan’ın da tartıştığı bu katkı MAE, ile tartışmamızın temel unsurlarından birisidir.)
Mao’nun buradaki müdahalesi felsefeyi sınıf mücadelesinin bir silahı olarak görmesiyle doğrudan ilgilidir. Marks, Engels, Lenin ve Stalin için de felsefe sınıf mücadelesinin hizmetinde olmuştur. Fakat onlar bunu teorize etmediler. Daha önce de belirttiğimiz gibi “Feuerbach Üzerine Tezler”den sonra Marks ve Engels teorik düzlemde felsefe defterini kapattılar. Onlar için felsefeye teorik bakımdan yoğunlaşmak bir gereklilik değildir; olayların gelişme yasalarını keşfetmişlerdir ve artık bu yasaları uygulamaya geçirmek gerekirdi. Tamamen ve doğrudan sınıf mücadelesine yoğunlaştılar. Felsefe bu yoğunlaşmanın kendinde, kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak uygulandı, dolayısıyla gelişti…
Mao, “Felsefe Meseleleri Üzerine Konuşma”nın girişinde felsefenin sınıf mücadelesi ile bağını anlatır ve şu net-berrak cümleleri kurar: Temel sınıf mücadelesidir. Felsefenin incelenmesi ancak bundan sonra gelir. Kimin felsefesi? (…) Proletarya felsefesi, Marksist felsefedir. (…) Felsefeyle uğraşanlar felsefenin önde gelmesi gerektiğine inanıyorlar. Ezenler, ezilenleri eziyorlar; ezilenler ise felsefeden önce buna karşı koymak ve bir çıkış yolu bulmak ihtiyacındadırlar. İnsanlar, ancak bunu başlangıç noktası olarak aldıkları zaman Marksizm-Leninizm ortaya çıktı ve felsefeyi keşfettiler. (…)”[35]
Bizim bugün Mao’dan hareketle savunduğumuz görüşler Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Stalin’in teorilerine, politikalarına, eylemlerine sıkı sıkıya bağlıdır; onların felsefesini öğrenmek ve uygulamak istiyoruz. Bunları Mao’nun teorize etmiş olması bu gerçeği değiştirmez…
MAE’nin “düzeltmeciler”in düzeltmesindeki “pratiğin esaslığı” ve iş yapmaya dair sözleri anlamamasına şaşmamalı. O, felsefeyi Hegel ve öncesi gibi, Mao’nun “felsefeyle uğraşanlar” dediği kimseler gibi; daha doğrusu “felsefeye öncelik vererek” anlamaya çalışıyor. Bunun hiç de kolay olmadığını görüyoruz ve biliyoruz. Hegel bu çabanın zirvesi olmuştur; hem Hegel’in düzeyine varmak zordur hem de aynı zirveye çıkmak gereksizdir; zirveden görüneni Hegel anlatmıştır!
Bu, bir dağın zirvesine çıkıp “her şeyi” göreceğine inanmak gibidir. “Salt felsefeden ibaret” dağın zirvesine çıkılmıştır, o dağın “yeni” bir zirvesi bulunmuyor. Önümüzde yeni bir dağ var; o dağa çıkmak için felsefe elbette şart; ama bunu sınıf mücadelesi içinde, pratikte, iş yaparak gerçekleştirebiliriz.
Hegel idenin gerçekleşmesi ile ideye ulaşmayı insanın hakiki ereği olarak kavrar ve bilgi teorisinin çerçevesini bununla kurar. Hegel’i üstün kılan özellik felsefeyi bir bilgi teorisi düzeyine getirmesidir; bunu belirleyen ise idenin insan bilgisinde kavranabileceğini anlamış olmasıdır. Bu nedenle doğa ile ilişkilerden insan eylemlerine kadar her alanda bilgilenmeyi idenin bütünlüğüne doğru, kökene doğru bir gelişim olarak kavrar; her şeyin bilinebileceğini ortaya koyup bu süreci diyalektik olarak açıklar. Sorun tam da ideden başlayan hareketi ide ile sonuçlandırmasında ve bilgi teorisini de bununla sakatlamasındadır. Bu nedenle Hegel’de analiz ve sentez, güçlü olmakla beraber, özellikle sentez bakımından tek yanlıdır ve eksiktir.
Mao’nun konu ettiği budur.
MAE, Mao’nun analiz ve sentez hakkındaki “yeni” yorumunu onun “yadsımanın yadsınması”nı anlamamasına bağlamış, bunu yaparken neye dayandığını anlamak kolay değil. Çünkü “yadsımanın yadsınması”nı yasa düzeyinde tanımlamış olan Hegel de “tez, anti-tez ve sentez”i değil analiz ve sentezi temel almıştır! Analizi kavramanın bilgiye geçmesi olarak tanımlar; bu süreç olanın kavranmaya çalışılmasıdır. Sentez de olanın anlaşılmasıdır, yani belirlenimlerin bütünlük içinde, bütünlük halinde kavranmasıdır. Sentez bütünlüğün kavranması olduğu ölçüde “olan”ın karşıtına çevrilmesini de konu eder; dolayısıyla sentez, şey hakkındaki tüm bilginin tepe noktasıdır: net biçimde şeydeki karşıtların bir araya gelmesi ve böylece şeyin başka bir şeye dönüşmesi değildir!..
MAE’nin bu konuyla ilgili eleştirisi de öncekiler gibi bir “gürültülü” olmaktan ibaret. Şöyle diyor: “Mao’nun (…) analiz-sentez yorumu da iki açıdan yanlıştır. İlki doğada, tarihte ve toplumda (doğa veya topluma ait olmaya tarih burada neyin tarihidir, neyi ifade etmektedir? Bu sıralama neden söz ettiğini bilmemek olarak yorumlanabilir rahatlıkla-BN) insan aklını da içeren bir gelişme olarak gerçekleşen olumlama, yadsıma, yadsımanın yadsınması süreçlerini ‘kabul etmeyerek’ maddenin çelişki yoluyla kaydettiği gelişme süreçlerini görmekten kopmasıyken ikincisi de bu nesnel olguları görmezden gelmenin düşüncedeki yansıması olarak tez, anti-tez olgusunu atlama üzerinden maddenin hareketini analiz ve senteze sıkıştırmasıdır.”[36]
“Yadsımanın yadsınması yasası”nın kurucusu olarak Hegel de bilgi teorisini/Mantık’ı analiz ve sentezle açıklıyorken MAE böyle bir “iddia” ileri sürüyor! Lenin Felsefe Defterleri’nde, Hegel’in Mantık Cilt V’inden şu alıntıyı aktarıyor: “Analitik bilgi, kavramdan bilgiye her tasım’ın -dolayımsız bağıntının- ilk öncülüdür: bundan ötürü de onun (analitik bilginin) kendine ait olarak bilip tanıdığı belirlenimdir özdeşlik ve var olanın kavranılmaya çalışılmasından başka bir şey değildir. Sentetik bilgi, var olan’ın anlaşılması’nı yani belirlenimlerin çokluğunu birlikleri içinde kapıp kavramağa yürür. Dolayısıyla da sentetik bilgi, tasımın ikinci öncülüdür; ve ‘farklı olan’da, kendi kendindeki hali içinde bu ikinci öncüle aktarılıp geri çevrilendir.
Ereği, bu nedenden ötürü, genellikle zorunluluktur.”[37] Hegel “… bizim diyalektik dediğimiz, aklın en üstün hareketidir ki bu hareket içinde, birbirlerinden ayrı gözüken terimler salt kendi özellikleri dolayısıyla birbirlerine geçer; ve gene bu hareket içinde öncül, kendi kendini aşar”[38] açıklamasıyla analiz ve sentezi diyalektik içinde nasıl konumlandırmak gerektiğini göstermeye başlar. Her bir şeyi, ele aldığı an itibarıyla olumsuzlamanın ilk olumsuzlaması olarak [Zira “Her belirlenim olumsuzlamadır.” (Spinoza)] düşünen Hegel “kendinde şey’in başka şeyler için şey’e dönüşmesini; hem kendi için hem de başkaları için olan şeyin sürekli şekilde bir halden başka bir hale geçişini, bu anlamda kendi kendini aşmayı; olumsuzlamanın olumsuzlaması’nı” kendi diyalektiğinde analiz ve sentez ile kavramaya yönelik yazıyor.
Lenin bu kavrayışı şöyle anlatıyor: “… Genellikle ölmüş gözüken kavramları çözümlüyor Hegel ve bunlarda hareket bulunduğunu koyuyor ortaya. Son bulmuş? Yani, son’a doğru hareket halinde olan! Bir şey? Yani, başka bir şey değil. Genelde varlık? Yani, öylesine belirlenimsiz ki varlık = varlık olmama. Kavramların evrensel ve çok şekilli esnekliği, karşıtların özdeşliğine kadar giden esneklik,-işte işin temeli…”[39] Kavram’ın, nesnesinin içinde kendi kendisi ile “kendi birliği” oluşuna kadar, nesne özel kavrama uygun olana kadar sürecek hareketin analizi; zorunluluğun alanı olumsuzlamanın olumsuzlanması olarak anlaşılana kadar analiz ve sonuç başkası için şey’e dair tanım… Hegel’de tez, anti-tez ve sentezle değil, analiz ve sentezle açıklanır bu süreç…
O halde MAE’nin bu tartışmayı “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur.” görüşüne bağlanması Hegel’in Mantık’ının değil, olsa olsa kendi orijinal mantığının bir sonucudur. “Temelsiz bir ön varsayımdan yola çıkan bir akıl yürütme”nin ürünü, orijinal bir mantık! Bu mantık kendince kurduğu “tez-anti tez, analiz ve sentez; olumlama-yadsıma-‘yadsımanın yadsınması’” ilişkisini Hegel’de somutlaştırmaya kalkıştığında Mao’ya karşı olduğu kadar pervasız olamayacaktır herhalde! “Yadsımanın yadsınması yasası”nın kurucusu ile bu konuda “uzlaşmamak” belirttiğimiz kurgu için açık bir yıkım olacaktır çünkü…
Hegel “yadsımanın yadsınması”nı bir yasa olarak tastamam açıklayan olduğu halde tez, anti tez ve sentezden değil de analiz ve sentezden ibaret bir Mantık ortaya koyarken MAE, Mao Zedung’un “analiz ve senteze sıkıştırılmış bir gelişme anlayışı”nı savunduğunda aslında “yadsımanın yadsınması”nı kavrayamamanın olağan bir sonucunu yaşadığını ileri sürüyor! Acaba Hegeli gene bir “analiz ve senteze sıkıştırılmış gelişme modeli” ile nasıl kavrayabilmiş ve tastamam açıklayabilmiştir “yadsımanın yadsınması yasası”nı?
Öyle görünüyor ki MAE’nin Hegel’in tanımlamalarından, en azından bu konu bağlamında haberi yok. Elbette bunu yadırgamıyoruz; sorun da bu değil zaten. Sorun MAE’nin Mao’ya yönelik içeriksiz, dolayısıyla safsata düzeyindeki saldırısı. Mao Zedung’tan söz ediyoruz! Onun “yadsımanın yadsınması”nı, niceliğin niteliğe dönüşümünü atladığı için (Bu doğrudan söylenmiyor; ama aslında konu tam da bu noktada saçma bir hale sokuluyor.) kavrayamadığını ya da komünizmi es geçtiği için anlayamadığını veya maddenin çelişme yoluyla kaydettiği gelişme süreçlerini görmekten koptuğu için çözümlemekten uzaklaştığını iddia etmek için biraz olsun incelemek, düşünmek gerekmez mi? Bu derecede içeriksiz, temelsiz, “söyledim oldu” bir üslupla hareket etmek nasıl bir cürettir? Anlamak zor… Sanırız kendine hayranlığın yarattığı boş “benliğin” sonucudur bu. Böyle insanlarda kendi kendine ve boş konuşma bir özelliktir, maalesef bazen ses tellerini de çalıştırıyorlar böyleleri!..
“Doğada, tarihte ve toplumda insan aklını da içeren bir gelişme olarak gerçekleşen olumlama, yadsıma, yadsımanın yadsınması süreçlerini kabul etmeyerek” Mao Zedung hiç de çelişme yoluyla gerçekleşen gelişme süreçlerini görmekten kopmaz. İlkin şunu düzeltelim “düzeltmeciler”i temsilen: “tarih” dediğimiz toplumların oluşum-gelişim sürecidir, bunları ayrı alanlar gibi göstermek “teoriden kopmak” değil ama “kopuk” olmaktır! “Doğa”, “toplum” ve “tarih” biçiminde üç ayrı alan tanımlamak yanlıştır. Ayrıca “insan aklını da içeren” tanımı da sorunludur. İnsan aklı doğada ve toplumdaki gelişmelerin “yansıdığı alan” olarak konu edilmelidir; bunlardan ayrı olarak “işleyen” bir insan aklından söz etmediğimiz açık olmalıdır.
Bu nedenlerle konu olan “gelişme süreçleri”ni “doğada, toplumda ve bunlar dolayısıyla insan aklında” ele alıyoruz. Bu “gelişme süreçleri”ni açıklamanın, teorize etmenin neden olduğu birikimi ise bilgi teorisi veya Mantık olarak tanımlıyoruz. Dolayısıyla “bilgi teorisi”ni doğanın, toplumun ve bunların yansıma alanı olarak insan aklının gelişmesinin teorisi olarak kavrıyoruz. Tüm meselemiz bilginin nasıl üretildiğidir, bunun yasalarıdır.
Mao Zedung’un bunu “Çelişme Üzerine” ve “Pratik Üzerine” makalelerinde tam olarak aydınlatmış olduğunu savunuyoruz ve aydınlatmanın kaynağının da Marksizm-Leninizm olduğu görüşündeyiz. Bu makalelerde “hiçbir” gelişme aşaması atlanmamış, görmezden gelinmemiş, es geçilmemiştir. MAE’nin burada “söz” olarak kalmış iddialarının bu iki makale karşısında “hiçbir” karşılığı yoktur. Eğer bu “söz”lerin iler tutar bir tarafı varsa onu bunları açıkça ortaya koymaya davet ediyoruz. “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur.” dediği için Mao’yu “çelişme” yoluyla gerçekleşen süreçleri görememekle eleştirmek, onun söz konusu makalelerde ve ayrıca “tartıştığımız” konuşmasındaki “süreçler” hakkındaki değerlendirmelerine gözünü kapamak olur. Birileri söylediği için onlar görünmez olmazlar ama! Onlar orada duruyor.
MAE’nin es geçildiğini söylediği komünizm değerlendirmesi orada duruyor, komünizmin ilk aşaması olarak ve özel mülkiyete son verilmiş düzen olarak sosyalizm orada duruyor; bunları nedense MAE “hiç” tartışmıyor! “Yadsımanın yadsınması” olarak değil, yeni bir karşıtların birliği olarak, değişmek zorunluluğunu içererek, bir nihayete kavuşmaktan, bir “kökene dönüş” olmaktan uzak olarak!..
MAE “analiz ve senteze sıkıştırmak”tan söz ediyor; ama bunun nasıl bir sıkıştırma olduğunu açıklamıyor, açıklayamaz da… Analizin herhangi bir şeydeki karşıtların durumunu, özgüllüklerini, diğer şeylerle ilişkilerini, birbirlerine geçişlerini, yönelimlerini vs. incelemek olduğunu anlamamış gibi davranıyor. Onun “tez” ve “anti tez” dediği, şeydeki karşıtlardır, yani çelişkidir. Analiz dediğimiz de şeyi bir çelişki olarak; ama içinde olduğu bütünlükle tüm yönleriyle, başkanın belirlenimi olarak da kavramak ya da çözümlemektir.
“Mao bu yorumuyla olumlamadan tez, anti tezi devre dışı bırakarak sadece ‘analiz ve sentez’i işlemesi, maddenin hareket süreçlerine ve ilk konumuna aykırı bir yaklaşımdır” diyor MAE. Bu cümleler hiçbiri inceleme, açıklama, hatta somut belirleme içermiyor. Eğer analiz, şeyin karşıtların birliği olarak ve içinde yer aldığı bütünlüğüyle, tüm yönleriyle, yönlerin birbirine çevrilmesi olarak da incelenmesi ise nasıl “olumlama” devre dışı bırakılmış oluyor; maddenin hareket sürecine aykırılık olduğu nasıl saptanıyor?
“İlk konuma aykırılık ifadesi başlı başına sorunlu bir ifade. Maddenin hareketi bakımından “ilk konum” nedir? İçinde olduğumuz an da bir ilk konumdur, önceki bir zamanda oluşmuş bir an da “ilk” konumdur. Maddenin öncesiz ve sonrasızlığı içinde sonlu ve sonsuz hareket onun parçalarıdır; bu durumda ilk konum analiz ettiğimiz şey tarafından belirlenir ve mutlak bir ilk konumdan söz etmek yanlıştır; “köken”den hareket etmek yanlıştır…
“Öyle anlaşılıyor ki Mao, evrende, doğada ve tarihte çelişkinin neden olduğu gelişme ve değişmenin sonucu olan şeylerdeki büyük kendine dönüşü olan yadsımanın yadsınmasını göremediğinden tez, anti-tez, analiz ve sentezi de ‘üççülük’ olarak değerlendirmiştir” diyor MAE! Burada da aynı şeyi yapıyor: laf kalabalığı! “Şeylerdeki büyük kendine dönüşü” göremeyen değildir Mao, bunun olmadığını söyleyendir o! “Kendine dönüş” yoktur; olumlama, yadsıma, olumlama… halinde süren bir gelişme vardır. Bu gelişme belirli bir kesit içinde “git gel” konumunda görünebilir; sürecin dönüşümünde özne yetersiz kalabilir; yeni bilgiler üretilemeyebilir, devrim gerçekleşmeyebilir vs. fakat “büyük geriye dönüş,” “kökenin yeniden başlaması” olmaz. “Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” gibi “belirli” bir kesitin anlaşılmasını içeren tanımlar da yapılabilir; ama bunun “ilk konuma dönüş”, somut söylersek ilkel komünal toplumun yeniden fakat tüm gelişme döneminin bilgisiyle yüklü kuruluş olduğu söylenemez.
Marks’ın bununla tarihin hangi kesitine işaret ettiğini gösterdik: Küçük üreticiyi mülksüzleştiren kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi… Marksizmin “kökene dayanan” bir gelişme anlayışıyla bilgi üretmediğini Marks’tan hareketle gösterdik. Bizatihi kapitalizmin incelenmesi olan Kapital bunun berrak bir örneğidir. Burada incelenen somut süreç karmaşık bir yapı olarak ele alınır ve en yaygın, bilinen özelliğinden başlayarak tüm sistem, her bakımdan çözümlenir; eski üretim tarzları ancak bu yeni üretim tarzıyla bağlandıkları yerde konu edilir; kapitalizm “özel mülkiyet”in kendisinin evriminden anlaşılmaz, dolayısıyla “köken” de konu edilmez!..
Peki, bizim bu savunumuz “büyük geriye düşüşleri” yadsır mı? Tabii ki yadsımaz. Bu “geriye düşüşler-dönüşler” söz konusu karmaşık bütünün içindeki temel çelişkinin belirlenimi olarak olanaklıdır; yoksa şeyin “kökendeki birliğinin”, ilk konumunun nesnel tamamlanışı olarak değil! Hegel Mantık’ının temeli buna dayanır ve “yadsımanın yadsınması” da bunu açıklar. Ne var ki bunu açıklamak için “tez ve anti tez” karşıtlığı konu edilmez, kökendeki karşıtların birliği/özdeşliği konu edilir!..
Bunun yanında MAE’nin “üççülük”ten hareketle de Mao’nun “tez, anti tez ve sentez”i benimsemediğini ileri sürüyor. Mao’nun “üççülük” eleştirisinin diyalektiğin üç yasasından bahsedilmesinden kaynaklandığını biliyoruz. Mao bir temel yasa olduğunu ve konu edilebilecek hareket biçimlerinin, değişimlerin de bu temel yasa dolayısıyla açıklanabileceğini savunuyor. Bununla ilgili teoriyi, yani bilgi teorisini “Pratik Üzerine” ve “Çelişme Üzerine” adlı makalelerde detaylı biçimde ortaya koymuştur.
MAE’nin “tez, antitez ve sentez” kavramlarından “uzak” durmayı “üççülükten uzak durma çabası” olarak yorumlaması onun “biçime bakıp özü görmeme” özelliğinden kaynaklanıyor. “Tez, antitez, sentez” üzerine kurulu gelişme modeli üççülük olamaz; Mao’nun bunu düşündürtecek, akla getirtecek hiçbir yaklaşımı olmamıştır. Onun bu “üçlü”yü kullanmamasının nedeni “bilgi teorisi” için bunları gereksinmemesidir. Aynı yaklaşımın Hegel’de de olduğunu görüyoruz. Şeyin hareketini incelemek, ondaki karşıtların birliğini keşfetmek, bunu tüm yönleriyle incelemek ve şeyi değiştirmek için gerekli kavramlar analiz ve sentez olmuştur.
Mao nasıl ki analiz ve sentezi kullanmakla “ikici” olmamışsa, “tez, antitez ve sentez” üçlemesini kullananlar da “üççü” olmazlar. Söz konusu üçleme daha çok “ikinin birleşip bir olması” anlayışında olanlar tarafından kullanılmıştır; bunlarda sentez tez ve antitezin yeni bir birlik oluşturmak üzere birleşmesi olarak kavranır. Burada “üççülük” değil, gerçek gelişme modeline uymayan, dolayısıyla gerçekliğe aykırı fikirlere yol açan bir anlayış vardır…
“Öyle anlaşılıyor ki Mao (…) tez, anti-tez, analiz ve sentezi de ‘üççülük’ olarak değerlendirmiştir” diyen MAE aklınca Mao’nun diyalektiğin tek temel yasası olduğu görüşünü hafife almaktadır. Fakat bunu incelemelerle, konuyu özü bakımından kavrayarak yapmak yerine uydurduğu tespitlerle yapıyor: “Öyle anlaşılıyor ki” diyor; ama aslında “öyle anlayabilen” tek kişi kendisidir! Mao Zedung’un “tez, antitez ve sentez” kavramlarını kullanmamasının nedeni bunların kullanımını “üççülük” kabul etmesi değildir, çok açık ve net olan budur…
Mao analiz ve sentez kavramlarını kullanarak diyalektiği bilgi teorisi olarak kavradığını somutlaştırmış oluyor sadece ve ancak Marksist diyalektik sayesinde toplumsal hareketin anlaşılabileceğini; ama sadece anlaşılmayacağını; ayrıca dönüştürülebileceğini ve hatta dönüştürülmesinin kaçınılmaz olduğunu ortaya koyuyor… Analiz ve sentezin bu süreci açıklamak için ilk kez Mao tarafından böyle kullanıldığı gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bu açıklama proleter hareketin niteliğini, diyalektiğin bu hareketin gelişmesine koşut ulaştığı düzeyi kavramak bakımından da önemlidir.
Hegel’de de analiz ve sentez bilgi sürecinin temel kavramları olmuştur; ama onda proleter hareketin karakteri ve “ereği” olmadığından özellikle sentez sönük, açılımsız kalmıştır. Ancak proleter hareket sayesinde ve elbette onun teorisi olan Marksizm-Leninizm-Maoizmin diyalektiği ile analiz ve sentez bu düzeyde kullanılabilmiştir… “Düzeltmeciler”in düzeltmesindeki belirleme bunu içermektedir sadece, MAE’nin “aklına gelen” uydurmaları değil!..
“Üççülük” eleştirisiyle Mao’nun yaptığı şey diyalektiği “tek gelişme yöntemi” olarak temel bir kategoride tanımlamaktır. Diyalektiği karşıtların birliği teorisi olarak tanımlamak ve bütün gelişmeleri, hareket biçimlerini bununla kavramak: İşte Mao’nun üççülük eleştirisini yaparken durduğu nokta burasıdır. MAE’nin “üççülük” üzerinde sözde durup bu temel noktayı kavramaktan uzak durması onun düşünme yöntemi sorununu ele veriyor. O Lenin’de ve sonra da Mao’da ete kemiğe bürünen diyalektik yöntemi incelemiyor; bilgi teorisinin, bir süreç olarak gelişimini irdelemiyor.
O, kendi “diyalektiği”ni bulmuş ve uydurmaları yakıştırdığı bu diyalektikle hesaplaştığını sanmaktadır. Bunu yaparken bu hesaplaşmaya konu olan Mao’nun nasıl böyle basit hatalara düştüğünü de düşünmeden edemiyor MAE; ama çok yormuyor kendisini, hemen sonra bunun cevaplarını o iyice genişlemiş görünen cebinden çıkarıyor ve bizi değil, fakat kendisini pek rahat bir şekilde ikna ediyor…
“Anlayabildiğim kadarıyla Mao’nun bu hatalı yaklaşımının kaynağı kaygıdır. Sloganlaştırılmış bu görüşlerin Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne olumsuz etkilerini, Mao’nun bu konuşmasının dışında fazlaca bilmediğimiz ‘ikinin birleşip bir olması’ tezinin çürütülmesine duyduğu siyasal ihtiyaç Mao’yu öznelliğe itmiştir. (…) Modern revizyonizmin ideolojik felsefi mızrağının Yon Sien-çen adlı akademisyenin ‘ikinin birleşip bir olması’ tezinde ete kemiğe büründüğünü düşündüğünden, bu siyasal kaygı Mao’nun bu özensiz davranışının koşulunu oluşturmuştur.
Ne var ki Mao’nun karşı çıktığı gibi bir içeriği olmayan ‘ikinin birleşip bir olması’ süreci mekanik ve mücadelesiz bir birlik olmadığı gibi kapitalizmden komünizme gidişte kaçınılması imkânsız görünen bir gerçekliktir. (…) bu yasa Mao’nun çelişkinin özelliklerini tanımlarken altını çizdiği, çelişkinin özdeşliği dediği şeyle de doğrulanan bir durumdur. Çelişkinin özdeşliği, birin sonsuz ve geriye dönüşsüz bölünmesini değil, bir yandan da uygun koşullarda karşıtların birbirine dönüşünü; yani, çelişki halinin birlik yönünde devindirdiğini ve ikinin birleşip bir olmasının mümkün olduğunu, bölünme halinin birlik haline döndüğünü söyler.”[40]
Hayır, Mao böyle söylemez. Bu söylem MAE’nin uydurma diyalektiğinin bir ürünüdür. Alıntının son cümlesindeki şu ifadeler tamamen uydurulmuştur: “çelişki halinin birlik yönünde devindirdiği”, “ikinin birleşip bir olmasının mümkün olduğu”, “bölünme halinin birlik haline döndüğü.” Bunlar uydurmadır; çünkü diyalektik materyalizmde “çelişki” “birlik’in kendisinde”dir; “birleşik” olan, iki zıttan oluşmuştur”, “bölünme” hali “birlik halinin kendisi”dir. MAE’nin çelişkiyi, bölünmeyi “birlik içinde” kavrayamadığı o kadar açık ki!
Mao şöyle ifade ediyor bunu: “Özdeşlik, birlik, uygunluk, birbirinin içine girme, birbirinin içine yayılma, karşılıklı bağımlılık (…): Birincisi, bir şeyin gelişme sürecindeki bir çelişmenin iki yönünden her birinin varlığı öbürünün varlığını gerektirir ve her iki yön de tek bir bütün içinde bir arada varlığını sürdürür; ikincisi, belli koşullarda iki çelişmeli yönden her biri kendi karşıtına dönüşür. Özdeşliğin anlamı budur.”[41]
Bir sonraki sayfada da: “Basit bir süreç tek bir karşıtlar çiftini içerir, karmaşık bir süreç ise daha fazlasını. Ayrıca bu karşıtlar çiftleri de birbirleriyle çelişme halindedir.”
(…)
“Aslında hiçbir çelişmeli yön tek başına var olamaz. Her yön, kendi karşıtı olan yön olmazsa, varlığı için gerekli koşulu yitirir. (…) Peki, nasıl özdeş olabilirler? Olabilirler, çünkü her biri öbürünün varlık koşuludur. Özdeşliğin birinci anlam budur.
“(…) Sorun, var olabilmeleri için birbirlerine bağımlı olmalarıyla bitmez, daha da önemli olan, birbirlerine dönüşmeleridir. Yani belli koşullarda bir şeyin içindeki çelişmeli yönlerden her biri karşıtına dönüşür, karşıtının yerini alır. Bu da çelişmenin özdeşliğinin ikinci anlamıdır.”[42]
Mao “birin ikiye bölünmesi”ni hiçbir yerde “özdeşliğin dışında”, “birlik halinin dışında” tanımlanamamıştır; aksine her zaman için “ikiye bölünmüş iki yönden birinin diğerinin varlık koşulu” olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla MAE’nin anladığı türden “özdeşliği yok eden bir bölünme”den söz edilmiyor burada; özdeş olanların iki karşıttan oluştuğunu; bu anlamda “birin ikiye bölünmesi”nin söz konusu olduğunu söylüyor. Böyle olduğu için de “ayrı ayrı”, birbirinden, bölünmüş oldukları için “bağımsız” var olabilen “karşıtlar”ın birleşmesinden söz edilmez. Gene bu yüzden “birlik yönünde devinme” de söz konusu olmaz: zaten “birlik” halinde olup da “birlik yönünde devinmek” gerçek bir hareketin işi olamaz değil mi?
Karşıt yönlerin birlik içinde karşıtına dönüşmesi, birlikte egemen olanın bu konumunu yitirmesi, egemen olmayanın da egemen konuma gelmesidir. Buna şunu eklememek olmaz ama: Süreçler basit süreçler olduğunda bunu anlamak görece kolaydır. Ne var ki süreçler genellikle karmaşıktır, dolayısıyla “karşıtlar çiftleri” söz konusudur ve üstelik bunlar da birbirleriyle çelişme halindedir!..
MAE’nin özdeşlik tanımını çelişmeden ve çelişmeyi de özdeşlikten ayrı düşünmesi Mao’da bulunmayan tanımları onda varmış gibi yorumlamasına neden olmuş görünüyor! Mao’da ve ondan önce de Stalin’de, Lenin’de tanımlanmış olan özdeşlik teorisi modern revizyonizmle mücadele için de uygundur, kapitalizmden komünizme geçişteki proletarya diktatörlüğünü kavramak için de. Sosyalizme geçişle beraber sınıf mücadelesinin yerini sınıf iş birliğinin aldığını, “iki karşıtlı birlik”in yerini “ikinin birleşmesi”nin aldığını söyleyenler zaten “birlik içindeki” mücadeleyi konu ettiğimizi unutanlar ya da unutturmak isteyenlerdir: Bu nedenle karşıtların mücadelesi süreklidir, denmiştir…
Dipnotlar:
[1] V. İ. Lenin, Felsefe Defterleri, Minör Yay., İstanbul 2013, s. 303
[2] A.g.e., s. 294
[3] A.g.e., s. 193
[4] M. Ali Eser, Tarihsel Çıkışına Tersleşmede Örgüt Öyküsü TKP/ML, Kardelen Yay., İstanbul 2018, s. 177-178
[5] V. İ. Lenin, a.g.e., s. 266
[6] V. İ. Lenin, a.g.e., s. 181
[7] M. A. Eser, a.g.e., s. 202-203
[8] K. Marks, Kapital C. I, Yordam Yay., İstanbul 2010, s. 729
[9] A.g.e., s. 728
[10] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., Ankara 2012, s. 126
[11] A.g.e., s. 126
[12] A.g.e., s. 214-215
[13] K. Marks, a.g.e., s. 728
[14] A.g.e., s. 729-730
[15] V. İ. Lenin, a.g.e., s. 303
[16] F. Engels, a.g.e., s. 126
[17] V. İ. Lenin, a.g.e., s. 303
[18] A.g.e., s. 304
[19] A.g.e., s. 305
[20] A.g.e., s. 305-306-307
[21] A.g.e., s. 305
[22] Louis Althusser, Marx İçin, İstanbul 2015, s. 247, dipnot 41
[23] M. A. Eser, a.g.e., 200-201
[24] F. Engels, a.g.e., s. 122
* Alıntıdaki imla sorunları orijinalindedir, anlam bozulmadığından aynen aktardık.
[25] F. Engels, a.g.e., s. 123
[26] M. A. Eser, a.g.e., s. 209
[27] Karl Marks, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yay., Ankara 2009, s. 160-161
[28] K. Marks, a.g.e., s. 163-164
[29] Mao Zedung, Seçme Eserler C. I, Kaynak Yay., İstanbul 2000, s. 427
[30] A.g.e., s. 437
[31] A.g.e., s. 439
[32] M. A. Eser, a.g.e., s. 204
[33] Mao Zedung, Seçme Eserler C. VI, Kaynak Yay., İstanbul 2000, s. 310
[34] Mao Zedung, a.g.e., s. 329-330
[35] Mao Zedung, a.g.e., s. 310-311
[36] M. A. Eser, a.g.e., s. 216
[37] V. İ. Lenin, a.g.e., s. 170
[38] A.g.e., s. 89
[39] A.g.e., s. 91
[40] M. A. Eser, a.g.e., s. 217
[41] Mao Zedung, a.g.e., s. 444
[42] A.g.e., s. 445-446
KAYNAKÇA
ALTHUSSER Louis, Marx İçin, İthaki Yay., İstanbul 2015
ENGELS Friedrich, Anti-Dühring, Sol Yay., Ankara 2012
ESER M. Ali, Tarihsel Çıkışına Tersleşmede Örgüt Öyküsü TKP/ML, Kardelen Yay., İstabul 2018
LENİN V. İ., Felsefe Defterleri, Minör Yay., İstanbul 2013
MARKS Karl, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yay., Ankara 2009
MARKS Karl, Kapital Cilt I, Yordam Yay., İstanbul 2010
ZEDUNG Mao, Seçme Eserler Cilt I, Kaynak Yay., İstanbul 2000
ZEDUNG Mao, Seçme Eserler Cilt VI, Kaynak Yay., İstanbul 2000