22 Mayıs 2024 Çarşamba

DİSİPLİN ANLAYIŞIMIZA ELEŞTİREL BİR BAKIŞ - 1_ Halil Gündoğan


Aslında bu konuyu yıllar önce kaleme aldığım “Dersim Dağlarında” ve “Mao Zedung Değerlendirmeleri” isimli kitaplarımda, yaşanan somut örnekler üzerinden irdeleyip, kendimce, genel yaklaşımın ne olması gerektiğini, özlü bir perspektif olarak ortaya koymuştum. Ancak ne var ki bu kitaplarda ki tüm diğer konular olduğu gibi, bu konu da ‘meşru muhatapları’ olması gereken kişi ve yapılarca; ‘üç maymun’ seçeneğiyle karşılanmaya devam ediyor.

Normalde ne beklenir? Mevcut görüş ve ele alışlara getirilen köklü ve esaslı eleştiriler es geçilmeyip, tam aksine ideolojik siyasi mücadele adına, canlı-geliştirici tartışmalar vesilesi yapılarak; daha doğruya ulaşmak hedeflenir.

Ama maalesef ‘meşru muhataplar’ bunun yerine es geçmeyi, sorunları çözmeyi değil, üstünü külleyerek geçiştirmeyi tercih ediyorlar.

Galiba bu, yeni dönem ve jenerasyonunun ‘iki çizgi mücadelesi’ne kazandırdığı yeni ve farklı bir boyut olsa gerek.

Fakat besbelli ki bu, kesinlikle çürütücü bir tarz olduğundan; biz ‘eski’ tarzda ısrar edecek ve muhataplarımızı buna uygun davranmaya zorlamaya devam edeceğiz.

İşte bu anlayışla; parti ve sınıf saflarında geliştirici-dönüştürücü bir ideolojik-siyasi mücadele açısından ‘olmazsa olmaz’ olan iki çizgi mücadelesinin özgün dinamiklerinden biri olan “disiplin anlayışı” sorununu tekrardan gündeme getirmek istedim.

Konuyu, “Dersim Dağlarında” kitabımda, yaşanan iki farklı olay somutunda ele alıp sorgulamıştım. Buraya oradan aktarma yapacağım. Ancak biraz uzunca bir yazı olduğundan, iki bölüm şeklinde sunacağım sizlere.

“Dersim Dağlarında”PDF_E-Kitap.TIKLA_İndir

https://drive.google.com/file/d/1g-6loNdhjoyS1hqKIff3s1yla_D1MowL/view

 

I.Bölüm:

 

Bir Parti organı toplantısında, Ali Haydar’ın yine böylesi manyakça buyruğuyla, Nuray’a üst aranması dayatılır. Tabii Nuray buna şiddetle itiraz eder ve üstünü aramalarına izin vermez. Bunun üzerine, Ali Haydar başta olmak üzere, birkaç kişi üzerine çullanıp, fiilen hırpalarlar… Ve o Parti organı resmiyeti ortamında, Ali Haydar Nuray’a şu sözleri sarf eder / sarf edebilir: 

Sen fazla ileri gidiyorsun. Çok dik başlılık yapıyorsun. Bu iyi değil, ayağını denk al! Almazsan, seni ve Zeynel’ini tüp deposuna kapatırım. Bugüne kadar sen onun altına yatıyordun, orda onu alta seni üste yatırır, öyle bağlarız birbirinize”!

 

Evet, ‘çirkefliğin dibi’ diyebileceğimiz bu kadarını dahi yapabildi. Ve burada tabii aslında daha da vahimi, Ahmet yoldaş ile birlikte andığım o az sayıdaki yoldaş dışında, diğer Partililerin hiçbirinden çıt çıkmamasıdır!Ahmetgilin yaptığı ise, sadece şiddetle protesto edip, eleştirmekten ibaret! “Bu sapkın, aşağılık zatın sorumluluğunda sürecek olan organ toplantı ve çalışmalarına katılmayacağız!” diyemiyor, böylesi fiili bir tavrı olsun dahi, geliştirmiyorlar.

Hele o kadın üyelere ne demeli? Hiç olmazsa, hemcinsleri Nuray üzerinden kadına yapılan bu aşağılanmaya tepki koymaları beklenirken, ama maalesef bunu olsun yapmıyorlar. 

Yapamıyorlar” demek gerekir aslında; doğrusu bu! Çünkü ‘disiplin anlayışımız’ adına empoze edilen “kör disiplin” anlayışıyla, ‘komünist bireyler’ olarak addettiğimiz insanlarımızın beyin ve iradelerini, doğrudan kendi ‘eğitim’ marifetimizle, kötürümleştirmişiz. Bilinç ve vicdanlarıyla yanlış olduğunu bilseler de orada ona karşı çıkmanın, Parti yararına olmayacağına inandırmışız. Susmaları, tepkilerini dışa vurmamaları, aslında önemli oranda da bundan ötürüdür.

Maalesef ki onları bu duruma düşüren şey, onlara bellettiğimiz, “kör disiplin anlayışı”na kolaycacık evriliveren değer yargılarımızdır. Genelleyerek diyoruz ki: “Yanlış da bulsan, eleştiri hakkını saklı tutarak, üstün kararlarına uyacaksın”, “ast üste tabidir”, “ast, üstün kararlarına uymak ve onları uygulamak zorundadır” vs. vs. 

 

Fakat bunu yaparken; bütün bunların, mutlak şeyler olmayıp, koşullu şeyler olduğunu öğretmeyi es geçiyor, bu kısmı eksik bırakıyoruz. Demiyoruz ki; sınıf mücadelesinin en çetin haliyle sürdüğü Parti içinde, disiplin ve hukuk gibi şeyler sınıf mücadelesi üstünde ve dışında, “kutsal” ve “mutlak” şeyler değillerdir. Dolayısıyla da “mutlak” disiplin anlayışının yol açtığı; “her koşulda ve her ne olursa olsun üstün kararlarına uyacaksın!” şeklindeki bir genel disiplin kural ve anlayışı, sınıf mücadelesinin doğasına aykırıdır.

 

Sınıf mücadelesi koşullarında proletaryanın disiplini, koşullu olmak zorundadır. Hiçbir üst organ (ya da kişi) kararı, en başta ML ilkelere, Partinin genel iradesinin ifadesi olan kongre kararlarına, Partinin genelprogram ve ilkelerine ve genel işleyiş ve tüzük kurullarına, bunları aşan, hiçe sayan veya boşa çıkaran bir öz ve biçim serbestisine sahip olamaz! 

Üstün kararları, her şeyden önce, bütün bunlardan meşruiyet koşulu almak zorundadır. Bu meşruiyeti almayan hiçbir üst organ (veya kişi) kararı meşru olamaz! Meşru olmayan hiçbir kararın da bağlayıcılığı olamaz! 

Bir komünist her şeyden önce; genel ilkelerimizi, genel teorimizi, genel programımızı, kongre kararlarımızı, genel işleyiş ve tüzük normlarımızı baz alır. Üstün kararlarını, bunların kantarına vurarak, meşru olup olmadığını ölçer. Meşru olmayan kararlara uyma değil, uymamak gerektiği bilinci ve sorumluluğuyla hareket eder. 

Üst organlar (veya kişiler) veya yönetim erkini elinde bulunduranlar, asla sınırsız bir yönetim gücüne sahip olamazlar. Sınırsız bir güç ve kudretin sahibi gibi, astığım astık, kestiğim kestik tutum ve yaklaşımlar içinde olamazlar. Bilmeli ve idrakinde olmalılar ki yetki ve yönetme gücünü ML ilkelerimizden, kongre kararlarımızdan, Parti program ve ilkelerimizden, genel işleyiş normlarımızdan ve tüzük kurallarımızdan almayan hiçbir karar ve buyruğun bağlayıcılığı olmayacaktır. 

Üst organ (veya kişiler) bilmeli ve idrakinde olmalılar ki karar ve buyrukları, ancak ki bu meşruiyet sınırları içinde olma koşuluyla bağlayıcı olabilir… 

İşte böyle olması gerektiğinden ötürü; üst organ (veya kişilerin) görüş ve kararlarına karşı körlemesine bir itaat içinde değil, meşruiyetini sorgulayıcı bir tutum içinde olmak gerekiyor; Proletaryanın disiplin anlayışı budur, dememişiz, üste karşı bu meşru zeminde durup, sorgulayıcı olmaları gerektiği bilinciyle eğitmemişiz onları. Böylesi bir karşı koyma kültürüyle donatmamışız insanlarımızı. 

Haliyle de bu bilinç ve kültürün olmadığı yerde; “üstün kararları bağlayıcıdır”, “yanlış da bulsan, eleştiri hakkın saklı olmak kaydıyla uygulamak zorundasın”, “ast üste tabidir” vb. vb. gibi genel ve mutlak hüküm karakterli argümanlar ile şekillendirilen beyinlerden, boyun eğme tutumu dışında başka bir duruş ve tutum beklemek, herhalde ki gerçekçi olmaz, değil mi?

 

Gerçekçi olmayacağı için de orada bu alık-saçmalıkları “disiplin” adına sineye çeken sıradan Parti üye ve aday üyelerine söyleyebileceğimiz pek fazla bir sözümüz de olamıyor. 

Ancak, sınıf mücadelesinin tüm şiddetiyle Parti saflarında da süreceğinin bilincine sahip diğer bir kısım yoldaş için aynı toleranslı yaklaşımı gösterme, pek de isabetli olmayacaktır. Hele ki adamların ne yapmaya çalıştıklarını ve niyetlerinin açık bir şekilde Parti yönetimini ele geçirmek olduğunu, “baharda defterinizi düreceğiz” lafının tamamen bunun bir ifadesi olduğunu, dilim döndüğünce anlatmama ve onların aleni tüzük ihlalleri karşısında, kendilerinin, tüzüğün sağlamış olduğu meşruiyet zeminini cesaretlice kullanarak, dayatılan anti  demokratik ve gayrı meşru karar ve uygulamalarıreddetme, onlara uymama tutumu takınmalarını salık vermeme rağmen, güçlü durup, bütün bunlara karşı bayrak açıp, Parti organında cepheden mücadele etmelerini, diğer Parti üyelerini ve savaşçı yapıyı bunlara karşı koymaya çağırmalarını vs. vs. önermeme ve bütün bunları defalarca kez anlatmama rağmen, ancak ne var ki o yoldaşlar içinde belirleyici pozisyona sahip Ahmet yoldaşı, ifrit olduğum şu tutumundan vazgeçirmem mümkün olamadı (tabii mümkündür ki yeterince ikna edici veya ısrarcı da olmamış olabilirim): 

 

Ama yoldaş böyle yaparsak, zaten bahane arayıp duran adamların eline koz vermiş oluruz. İlişkileri koparıp bizi tecrit ederler. Oysa şu yaptıklarıyla Parti hukuku karşısında suçlu durumundalar. Sabırlı davranıp, üst organlar nezdinde bunların hesabını sorabiliriz. Şu an onların eline, ilişkileri koparıcı ve bölünme yaratıcı fırsatlar vermeyelim”.

 

Belki başka koşullarda, farklı güç dengeleri ve dinamiklerinin söz konusu olduğu bazı hallerde böyle davranmak akıllıca olabilirdi. Ancak ne var ki bu yaklaşım kesinlikle o sürecin gereksinimini duyduğu yaklaşım değildi. Bu yaklaşım, tipik olarak, edilgenliği dayatan ve daha daönemlisi geriye dönüp, hesap sorup, telafi etmenin koşullarının olmayacağının güçlü emarelerinin söz konusu olduğu, yani adamların zaten koparıcı ve bölücü olmayı göze alarak, hatta bir bakıma bunu teşvik de ederek, aleni bir tasfiye ve ele geçirme fiili içinde bulundukları bir gerçeklik içinde; karşı tarafa olabildiğince hareket serbestisi tanıyan bariz, “ortacı”/“merkezci” bir tutumdu. (…) 

 

Yaşanagelenler, şunu ta o günlerden kafamda netleştirmişti: Baş- ta Parti tüzüğü olmak üzere, “mutlak/kör disiplin” sonucuna vardıran mevcuttaki disiplin anlayışımızın, Parti içi sınıf mücadelesinin doğasına ve diyalektiğinin özüne uygun olacak şekilde yeniden formüle edilmesi kaçınılmazdır.

Örgüt-birey, yöneten-yönetilen, üst-ast ilişki diyalektiği, mutlak ve körlemesine itaat etme sonucunu doğuran döngüden çıkarılmak zorundadır.

 

 Çünkü bu döngü sınıf mücadelesinin doğasına uygun olma- yan, sınıf mücadelesinin dinamiklerini içten kötürümleştiren, “disiplin” kılıcıyla onları edilgenleştiren, kayıtsızlaştıran, bunu kanıksatıp ‘olağanlaştıran’; diğer bir kısmına ise alabildiğine serbesti tanıyan, adeta astığım astık, kestiğim kestik tutumlar içine girmelerine olanak tanıyan, keyfi ve bir nevi totaliter yönetim tarzlarının ortayaçıkmasını kolaylaştıran bir karakter taşımaktadır.

 

Parti ve devlet iktidarını ele geçirenlerin sonsuz ve ama özellikle de keyfi yönetim gücü edinmesinin önüne geçebilmek, ancak ki gerçek iktidar gücü ve yetkisinin tabanın ve kitlelerin elinde olmasıyla ve bunun sıkı denetim ve sınırlama mekanizmalarının oluşturulup işlevli kalınarak güvenceye alınmasıyla mümkün olabilecektir. 

Tarihin tecrübeleriyle biliyoruz ki dizginleri, hizmetinde olduklarının eline sıkı sıkıya verilmeyen “halkın hizmetkârı” azınlık yönetici zümre, “yönetici konum” da olmanın doğal, kendiliğinden döngüsü içinde, çok da kolay bir şekilde, hem de sandığımızdan da çok daha kolay bir şekilde, hizmetinde olduklarının “efendisi” haline gelmeleri önlenemeyecektir. 

 

Ve proletarya, kendi öncü örgütü içinde bir kez iktidarı yitirmeye başladı mıydı da devrim kervanının, emin adımlarla nihai hedefine doğru yol alması asla mümkün olamayacaktır. Devrim kervanının yola devam edebilmesi ancak ki devrimin öncü kurmay heyetinin tekrardan kazanılmasıyla, yani Parti iktidarının tekrardan komünistlerin eline geçmesiyle mümkün olabilecektir. Bunun için belki de tıpkı BPKD gibi, üst yapısal devrimler gerekecektir. Yani proletarya, kendi öncü kurmayı Partide yitirdiği iktidarını, şu veya bu şekilde ve ama elbette ki meşru zeminde kalarak, yeniden ele geçirmek zorundadır.

BPKD gibi muazzam bir mirası sahiplenen ve bunu proletarya diktatörlüğü sistemi altında sınıf mücadelesinin sürdürülmesinde ML teoriye yapılmış önemli teorik bir katkı olarak değerlendirenlerin kendi somutlarında sınıf mücadelesini böylesine mutlak kör itaat sonucunu doğuran bir disiplinin iç işleyişinin tutsağı yapmaları, kabul edilemez, ironik bir açmazdır. 

Her biri sınıf mücadelesinin doğrudan öznesi olması gereken komünist Parti üyelerinin böyle çok kolay ve oldukça yaygın ve yoğun bir şekilde “ben bilmez merkez bilir” yabancılaşması içinde hareket eder hale gelmeleri ve böylesine “ortacı”/“merkezci” bir oportünizme düşmeleri aslında tesadüfi ve bir ‘kişisel tercih’ meselesi değildir. Bunlar, daha ziyade, bir sürecin ortaya çıkardığı, şekillendirdiği sonuçlar olsa gerek.

 

Velhasıl o kış boyunca orada, Kontra Nihat’ın rezil bir piyonu durumuna düşmüş olan Ali Haydar, atını dilediğince koşturup durdu. Parti organı bileşenlerinin çoğunluğu, maalesef ki dönen dolapların, kurulan tuzakların ve kotarılmaya çalışılan darbenin ayırdında değillerdi. Bunlar, maalesef ki bildik o lanet malum; 

 

Ben bilmez merkez bilir, onlar ne derse o olur. ‘Emir demiri keser’ vari bir tevekkül içindeydiler.

 

Üst organ üyesi olan ve bu sıfatıyla da o kesitte partiyi temsil ettiği için, sorgusuz sualsiz inanıp güvendikleri “önder”lerinin dediklerini, adeta kutsal bir görevi yerine getirircesine bir itaatle, kabulleniyor ve gereğini de yerine getiriyorlardı. Öyle ki adeta, kazanılmış “hazır kıtalar” olarak rol oynuyorlardı. Ali Haydar da ‘sürü’ modundaki bu “çoğunluk”un kendisine kazandırdığı ‘demokrasi’ kisveli gücü, bizi sindirmenin bir aracı olarak kullanmakta ölçü tanımıyordu. “Dersim Dağlarında”PDF_E-Kitap.TIKLA_İndir

https://drive.google.com/file/d/1g-6loNdhjoyS1hqKIff3s1yla_D1MowL/view

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)