22 Mayıs 2024 Çarşamba

Kemalizm’in Muntazam Olarak Mahkûm Edilme İhtiyacı

 Kemalizm’in devrimci ve karşı devrimci niteliğini nasıl ölçeceğimiz Lenin tarafından evrensel düzlemde yalınlaştırılmıştı. Kaypakkaya tarafından ise Türkiye ölçeğinde somutlaştırılmıştır.

Yaşam, muhtelif dönemlerde; geçmişte çözüldüğünü ya da aşıldığını düşündüğümüz bazı meseleleri, temcit pilavı misali yeniden önümüze çıkarıyor. Özellikle siyasal mefhumlar ve olaylar, sınıflar mücadelesinin ihtiyaçları, sürekliliği ve dengesiz gelişmesi eşliğinde bu hakikatten daha çok etkileniyor.

 

Bu anlamda coğrafyamız sınıf mücadelelerindeki en ünlü ve etkili temcit pilavlarının başında Kemalizm gelir. Egemen burjuva siyaseti için hem kurucu niteliğe sahiptir hem de her dönem kendini ideolojik olarak revize ederek, yeniden var olmayı becermektedir.

Kemalizm, karşı devrimci ve gerici niteliği, büyük sermaye sınıfının kurucu ideolojisi olması hakikatiyle; eylemi, düşüncesi, tarihselliği ve güncelliği ile yeniden çözümlenmesi ve “keşfedilmesi” gereken bir mefhum olarak karşımıza çıkıyor.

 

Kemalizm’i yeniden çözümleme ve “keşfetme” ihtiyacı, bugün dahi egemen sınıfların iktidarlarını tahkim ederken tarihsel-ideolojik referans olarak onu esas almalarından kaynaklanmaktadır.

Tabi, siyasal pratikte bu tarihsel referansa duyulan ihtiyacın nesnel dayanakları da bulunuyor.

Birinci dayanak uluslararası siyasal konjonktürdür. Küresel ölçekte; hem emperyalist ülkelerin hem de emperyalizme bağımlı ülkelerin egemen-burjuva siyasetlerinin birçoğunda; otoriter, faşist ve ulusçu yönelimler kurumsallaşmaktadır. Bu siyasal yönelimler son çeyrek asrın en ayırt edici siyasal hakikatinden biridir. Bu ayırt edici ve somut durum; Kemalizm’in otoriter, ulusçu ve faşizmle kesişen ideolojik hattıyla oldukça uyumludur.

İkinci dayanak ise yerel dinamiklere ilişkindir. Dünyadaki hâkim burjuva siyasetlere de uygun olarak, özellikle 2016 sonrasında, AKP-MHP rejimi devrimci-komünist hareketi muntazam olarak ezen, emekçileri baskılayan ve grev yasaklayan; “hepimiz aynı gemideyiz” şiarıyla “sınıfsız, imtiyazsız” bir “milli bütünlük” inşasını yeniden üreten; ulusal sorunda Kürtlere kök söktüren ve nefes aldırmayan bir siyasal hat izliyor.

 

2016 öncesi mahkemeye düşen Kemalizm, 2016 sonrasında İslamcılıkla barışık ve törpülenmiş bir biçimde, AKP-MHP rejiminin elinde yeniden üretildi. Bu nedenle, bugünkü rejimi İslamcı-Kemalist rejim olarak tanımlamak abartı olmayacaktır.

İşçi sınıfının ve ezilen milliyetlerin penceresinden baktığımızda günümüz iktidarının, Kemalist iktidarlarla çok fazla benzerlik gösterdiğini görebiliyoruz.

Grev yasağının sabitlenmesi ve komünizme karşı düzenli şiddet siyasetlerinde, AKP-MHP iktidarıyla Kemalist iktidarlar arasında hiçbir ayrılık yoktur.

Kemalistlerin “sınıfsız, imtiyazsız toplum” ideali ve sınıf mücadelesini bastırmak için yücelttikleri Türk milliyetçiliği, güncel olarak, AKP-MHP rejimiyle karşımıza “aynı gemideyiz” klişesi olarak çıktı. Ayrıca “tek millet, tek bayrak, tek devlet, tek vatan” perspektifi de Kemalist iktidar ile AKP-MHP iktidarı arasındaki ortak ideolojik-siyasal yaklaşımı temsil etmektedir. Hatta Kemalist iktidar ebedi ve milli şeflik makamlarıyla AKP-MHP iktidarlarının henüz erişemediği bir burjuva diktatörlük emarelerine sahipti.

 

Kemalistlerin Ağrı İsyanı sonrasında, belediyeler kanununu değiştirip, Türkiye Kürdistan’ında başlattığı kayyum rejimi bugün AKP-MHP rejimi eliyle hız kesmeden sürdürülüyor. (1) Özellikle bu konuda, Kemalist iktidar ile AKP-MHP iktidarı arasında muazzam bir süreklilik söz konusudur.

Ayrıca şunu da belirtmekte fayda var. İttihatçı iktidardan Kemalist iktidara miras kalan Türkleştirme siyaseti, Türkiye’de Kemalist iktidar eliyle yasalaşan burjuva laisizmini de İslamcı iktidara tasfiye ettiren sürecin başlangıç noktasıdır ve asıl gerekçesidir. Kemalizm’in Türkleştirme pratiği; Müslüman olmayan milliyetlerin kovulması ya da yok edilmesi, Müslüman olan bütün farklı milliyetlerin de Türkleştirilmesi pratiğidir. Türk-Sünni bir homojen toplumun/ulusun yaratılması Kemalizm’in Türkleştirme siyasetinin ürünüdür.

Kısacası; güncel resmi ideoloji olan Türk-İslam ideolojisi Kemalizm’in siyasal pratiğinin doğrudan sonucudur. Kemalizm’le Türk-İslamcılık arasında siyasal bir kopuş vardır ancak buna karşın, ideolojik açından aralarındaki ilişkinin adı sürekliliktir.

Elbette Kemalizm’in güncelliği yalnızca Türk burjuva siyasetinin hâkim fraksiyonun etkinliği ile sınırlı değildir. Kemalizm, kurucu parti CHP eliyle de güncellenmektedir. CHP tarihsel açıdan Türk burjuva devletinin kurucu fraksiyonudur; güncel olarak ise Türk burjuva siyasetinin daimileşmiş “ana muhalefet” fraksiyonudur.

 

CHP, yönettiği belediyelerde emekçileri ezen ve emekçi siyasetleri düşman gören yaklaşımıyla, ulusal sorunda AKP-MHP savaş tezkerelerini destekleyen Kürt düşmanı siyasal çizgisiyle ve tarikatlara karşı uzlaşmacı tutumuyla ideolojik olarak AKP-MHP rejiminin bir parçasıdır.

CHP ile AKP sınıfsal-ideolojik olarak kardeştirler. İdeolojik-sınıfsal açıdan, her ikisi de Türk büyük burjuvazisini temsil ediyor ve bu sınıfın çıkarlarını savunuyor.

Esasen teorik açından bu belirlenimi, en azından yüzeysel biçimde de olsa Türkiye sosyalist siyasetinin en geri unsurları dahi kabul etmektedir. Ancak bu belirlenimin, sosyalist solun geniş kesimlerince kabul görmesi meselenin yalnızca görünen tarafıdır. Ancak görünen ile gerçek arasında fark/çelişme vardır.

Meselenin görünmeyen tarafında yaşanan çelişmeleri iki başlık altında toplayabiliriz:

 

Birinci çelişme, Komintern’in Kemalist iktidarı ya da CHP’yi olumlamasından kaynaklanan geleneksel yaklaşımın yarattığı çelişmedir.

 

İkinci çelişme, siyasal pratikte AKP-MHP iktidarına karşı sosyalist solun anlamlı bir kesiminin CHP’ye yedeklenen ve CHP’yi destekleyen tutumundan kaynaklanan çelişmedir.

Birinci çelişmeyi açacak olursak; sosyalist solun önemli bir kesiminde “ilericilik-gericilik” ve “devrim-karşı devrim” mefhumlarının tanımlanışı, kuramsal olarak Marksist-Leninist perspektifle uyumlu değildir, hatta tam tersine Marksist-Leninist perspektifle kriz hâlindedir.

 

Bunda Komintern’in Kemalizm’i olumlayan siyasal pratiğinin önemli bir payı vardır. Daha doğrusu “devrim” ve “ilericilik” tanımlanırken, Komintern çizgisi referans alınarak ideolojik tahrifata imkân bulunmuştur.

Komintern’in Kemalizm’e yaklaşımı, Kemalizm’le girdiği faydacı ilişkiden ötürü tutarsızdır. Komintern/ Tarihsel TKP Kemalizm’i sınıfsal olarak “milli burjuva” diye tanımladı. Bu belirleme, Kemalizm’in komprador sınıf niteliğinin yadsınarak, siyasal pratikte Kemalizm’in demokratik halk devriminde ittifak gücü olarak ele alınmasına yol açtı.

 

Bu meseleyi “Komintern’in Kemalizm tahlili ve Tarihsel TKP’nin hiçleşmesi” (2) başlıklı yazımızda detaylı anlattık. Bu nedenle, bu yazıda Komintern’in Kemalizm’e ilişkin yaklaşımına kısa tutacağız.

Örneğin Mihri Belli’nin, karşı devrim sürecini 1942’de başlatan anti-Marksist belirlemesi de Komintern kritiği referanslı bir siyasal sapmadır. Elbette Belli’nin kendine has bir Kemalizm hassasiyeti ve yorumu vardır ama bu Belli’nin içinden geldiği siyasal gelenekle arasındaki bağı görmemize engel olmamalıdır.

 

Yine Belli’nin “Türkiye’ye emperyalist sermayenin at oynatmaya başlatmasının başlangıcı 1950’dir” belirlemesi de aynı mantığın ürünüdür.

Komintern’in ya da Tarihsel TKP’nin Kemalizm yaklaşımından ilk kez İbrahim Kaypakkaya devrimci-teorik bir kopuş yaşamıştır. Kaypakkaya Kemalizm’i komprador Türk ticaret sermayesinin ve toprak ağalarının siyasal temsilcisi olarak tanımladı ve Kemalizm’in gerici-karşı devrimci niteliğini gözler önüne serdi.

 

Bunun yanı sıra Kaypakkaya “Türkiye’de emperyalist sermaye, Kemalist iktidarın başından beri mevcuttur” diyerek, ciddi bir tarihsel tahrifata karşı da hakikatin bayrağını açmıştır. (3)

“İlerici” ve “gerici” olmanın ölçütü, sınıflar mücadelesinin ölçütüyle değil de burjuva laikliğine yaklaşımla ölçüldüğünde bütün işler karışıyor. CHP bir anda siyasal pratik açısından “ilerici” cepheye dâhil oluveriyor. Hâl böyleyken; anti-komünist ve ezilen ulus düşmanı siyasal figürler ya da hareketler, yalnız Kemalizm orjinli bir “laiklik” anlayışıüzerinden “ilerici” olabiliyorlar.

Lenin 1913 yılında, ilericiliği emperyalist-kapitalist sömürüye karşı çıkmak olarak tanımlarken, “‘İleri’ Avrupa’da ileri olan tek sınıf proletaryadır” diyordu. (4) Yani ilerici olmak, emperyalist-kapitalist sömürüye karşı emekçi sınıfların ve ezilen ulusların eşitlik ve özgürlük mücadelesinin yanında olmaktır. Gerici olmak ise emperyalist-kapitalist sömürünün yanında saf tutmaktır.

Benzer bir mesele “devrim”ile “karşı devrim” belirlemelerindeki ölçüde de yaşanmaktadır. Devrimci olanın ya da karşı devrimci olanın ölçütü nedir?

Lenin iki devrim tanımı yaptı: İlki İki Taktik’te, ikincisi ise Nisan Tezleri’nde.

İki Tatktik’te devrimi “eskimiş siyasal yapıyı kırmak ve yıkmaktır. Bu üst yapı ile yeni üretim ilişkileri arasındaki çelişki, belirli bir anda üstyapının yıkılmasına yol açmaktır” diye tanımladı. (5) Nisan Tezleri’nde ise önceki tanımı değiştirdi, “iktidarın bir sınıftan ötekine geçişi”diyerek daha açık ve özlü bir tanım yaptı. (6)

Kaypakkaya Türkiye’de, Leninist devrim perspektifinin somutlaşması açısından da bir başlangıcı temsil etmektedir. Kaypakkaya “devrimle karşı-devrim artık, cumhuriyetçilerle Sultancı ve hilafetçiler arasında değil, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğünü bir burjuva cumhuriyeti çerçevesinde devam ettirmek isteyenlerle, bundan menfaati olan sınıflarla, bir işçi-köylü diktatörlüğü, bir Demokratik Halk Cumhuriyeti kurmak isteyenler ve bundan menfaati olan sınıflar arasındaydı”diyerek, sınıf perspektifini de iğdiş edip, dar burjuva laisizmi üzerinden ilericilik ya da gericilik tanımları yapan düzen içi telakkiyle de arasına mesafe koydu. (7)

Kemalizm’in devrimci ve karşı devrimci niteliğini nasıl ölçeceğimiz Lenin tarafından evrensel düzlemde yalınlaştırılmıştı. Kaypakkaya tarafından ise Türkiye ölçeğinde somutlaştırılmıştır.

Şimdi ikinci çelişmeyi açıklayalım: Kemalizm’i siyasal-teorik olarak ya da ulusal sorun üzerinden olumsuzlayan sol siyasetlerin de, siyasal pratik açıdan CHP’ye yedeklendiği somut bir durumdur.

 

Emek ve Özgürlük İttifakı(EİÖ) siyasal deneyi bu açıdan önemli bir örnektir. İki burjuva siyaset blokuna karşı üçüncü cepheyi açma motivasyonu ile kurulan EÖİ, cumhurbaşkanı adayı çıkarmadığı gibi, kitlelerin sokağa çıkmaması konusunda özel bir hassasiyeti olan ve faşistlere iç işleri bakanlığı sözü veren Kılıçdaroğlu’nu destekledi. Yani, emekçi ve demokratik siyaset ittifakı bu tutumuyla hem siyaseten hiçleşmiş oldu hem de anti-komünist ve Kürt düşmanı “muhalif” burjuva bloğun adayını destekledi, CHP adayı için kendi siyasal varlığından vazgeçti. Sosyalist siyaset Kürt Ulusal Hareketi’nin ardına, Kürt Ulusal Hareketi de CHP’nin ardına dizildi.

 

İkinci örneğimiz ise 31 Mart yerel seçimlerine ilişkindir. Sosyalist solun anlamlı bir kesiminde cumhurbaşkanlığı seçimleriyle başlayan “AKP-MHP ya da saray rejimini geriletmek için CHP’yi destekleme” sağcı siyaseti, 31 Mart seçimleri arifesinde “faşizmi CHP ile geriletme” söylemine büründü. Bu aşamada da burjuva genel seçimlerindeki denklem değişmedi. Hem sosyalist siyasetin bir kısmı hem de Batı’da Kürt Ulusal Hareketi Müteahhit Ekrem İmamoğlu ve Ülkücü Mansur Yavaş’ın ardına dizildi.

 

Son olarak; geçtiğimiz 1 Mayıs’ta sosyalist solun anlamlı bir kesimi CHP’nin avucundaki dörtlü tertip komitesinin ardına dizildi ve Saraçhane’deki polis barikatı önünde “yalnız” kaldı.

Görüldüğü üzere; üç örnekte de, sosyalist sol, muhtelif vasıtalar aracılığıyla “muhalif” burjuva fraksiyonu CHP’nin çeperlerinde hem ideolojik hem de pratik açıdan hiçleşmiştir. Aynı zamanda bu üç örnekte somutlaşan durum sosyalist solda ideolojik tasfiyeciliğin derinleşmesidir. Sosyalist solda; reformist solun sosyal-demokratlaştığı, devrimci-komünist solun ise reformistleştiği bir süreç işliyor. Yani, dalgalar hâlinde genel bir sağcılaşma yaşanıyor.

 

Toparlayacak olursak, Kemalizm; bir yandan egemen sınıfların her iki siyasal fraksiyonu içerisinde de kendini yeniden var ederken; diğer yandan da, sosyalist solun anlamlı bir kesimi ve demokratik siyaset üzerinde de ideolojik etkisini sürdürüyor.

Bu uzun “giriş” yazısının ardından, sonraki yazımızda Kemalizm’in, yani Türk burjuva siyasetinin kurucu siyasal iktisat pratiğini inceleyeceğiz, açımlayacağız. “Kemalist iktidar hangi sınıfları temsil etti, hangi sınıfları ezdi?” Kemalist iktidarın emperyalist sermaye ile ilişkileri nasıldı?”  gibi temel sorulara, nesnel verilere dayanarak yanıtlar vereceğiz.

Mao Zedong’un çok anlamlı bir çıkarımı var. Mao, “inceleme yapmayanın söz hakkı yoktur” diyor.

Önce inceleyeceğiz, sonra sözümüzü söyleyeceğiz.

Kaynakça

*İhtiyat Kuvvet: Milliyet(Şark), Hikmet Kıvılcımlı, Yol yayınları, sy.154, İstanbul, 1979

*Komintern’in Kemalizm tahlili ve Tarihsel TKP’nin hiçleşmesi: https://gazetepatika22.com/kominternin-kemalizm-tahlili-ve-tarihsel-tkpnin-hiclesmesi-148786.html

*İbrahim Kaypakkaya-Bütün Yazıları, Umut yayımcılık, sy.396, İstanbul, 2018.

*Pravda, sayı 113, 18 Mayıs 1913; Collected Works [Toplu Eserler], Progress Publishers,  Cilt 19, s. 99-100, Moskova, 1977. 

*Ayrıca: https://toplumcukurtulus.com/202310/geri-avrupa-ileri-asya/

*Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Lenin, Ç: Arif Bilgin, Temel yayınları, sy. 105, Ankara, 1977.

*Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Lenin, Ç: M. Erdost, Sol yayınları, sy. 21, 7. Baskı, Ankara, 2010.

*İbrahim Kaypakkaya-Bütün Yazıları, Umut yayımcılık, sy.378, İstanbul, 2018.

 https://gazetepatika22.com/kemalizmin-muntazam-olarak-mahkum-edilme-ihtiyaci-153635.html

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)