23 Nisan 2025 Çarşamba

KIZILBAŞLAR VE DOĞRUDAN DEMOKRASİ _Mehmet Akkaya

Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri, 17. Olağan Genel Kurulu'nu Ankara'da Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde gerçekleştirdi (19-20 Nisan 2025). 

Haftasonu düzenlenen kongre, başta örgüt, tartışma kültürü ve demokrasi anlayışımız olmak üzere pekçok açıdan öğretici pratikler de ortaya çıkardı.

 

Her şeyden evvel, Kızılbaşların dayandığı tarihsel kaynaklar olan "klan demokrasisi" anlayışından epeyce uzaklaşıldığını işaret etmiş oldu. 

Kongreden günler önce, Cuma Erçe ve Hüseyin Güzelgül şansında iki çevrenin yarışacağı biliniyordu.

 

Ama toplantıda Aleviler ve ezilenler için bu denli moral bozucu sahnelerin yaşanacağı pek de düşünülmüyordu.

 

Moral bozucu sahneler derken tartışma yöntemindeki kabalık, dil ve usluptaki nezaket yoksunluğu, divanı zorda bırakma, kürsüyü işgal girişimi, "genel irade"yi yok sayma, kendini dayatma, gücünü fazla gösterme, bunun için şiddet eğilimi içine girme, sonuçta salonu terk etme gibi davranışlar ilk aklıma gelenler.

 Şaşırdım mı peki?

Hayır.

 Çünkü netice itibariyle sınıflı bir toplumda, feodalizm ve sermayecilik çağında yaşıyoruz. Bundan eşitlikçi topluluklar ve ezilenler de payını alıyor.

Kapitalizm ideolojisi, yalnız proletarya ve emekçi sınıfların değil ezilenlerin, bizim örneğimizde olduğu gibi Kızılbaşlar'ın da doğasını bozacak şekilde zihinlere sızıyor. Dolayısıyla Marksist terminoloji ile söylersek, emeğin emekle çatışması gibi ezilenlerin ezilenlerle çatışması da büyük bir sorunsal olarak karşımıza çıkıyor.

 Devrimci - Demokratik Çizgi

 Büyük anlatı içinden bakarak şunu söyleyebilirim ki, sömürü, zulüm ve savaşa dayalı beş - on bin yıllık, adına modern, uygar dedikleri bu sınıflı uygarlık yıkılmadıkça doğrudan demokrasinin (eşitlikçi toplum) kurulması mümkün olmayacaktır. Bu temalar açısından coğrafyamız ve ülkemiz hareketli bir görünüş ortaya koymaktadır.

 Kimliksel taleplerin öne çıkması, sınıfsal talepleri gölgeler gibi algılansa da gerçeklik biraz farklıdır. Zira son zamanlardaki konjonktürel dalgalanmakarı saymazsak Kürt hareketi ve bilhassa Pir Sultan örgütlülüğü bağlamında Alevi hareketinin devrimci - demokratik çizgide var olduğunun altını çizmek gerekiyor.

 Ezilenler ve Toplumsal Sorumluluk

 Son 20 - 30 yıldır ülkemizin politik, entelektüel dünyasında sınıf dinamiklerine ek olarak ezilen ulus (Kürtler) ve ezilen inanç toplulukları da (Aleviler / Kızılbaşlar) epeyce kendini gösterir oldu. Ezilenler, kendini gösterirken içerdikleri demokrasi anlayışı, politik tavır, etik ve estetik anlayışları da görünür oluyor. Aynı zamanda bu iki ezilen hareketin, bilim - düşün insanları ve aydınlar için bir çekim merkezi oluşturduğu da bir gerçek.

 Ben de birkaç yıldır, toplumsal sorumluluk gereği, ayrıca yakın çevrenin önerisi ve bir tür talebi üzerine Alevi kurumlarına angaje olmuş durumdayım. Alt kongreler sürecinde Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Güngören Şube'den (İstanbul) delege olarak seçilen birisi olduğum için Ankara'daki kongreye ben de eşlik etmek durumunda kaldım.

 Bir Bir'den Büyüktür!

Benim felsefemde her zaman bir, birden büyüktür. Bu nedenle Pir Sultan kongresi benim için yalnızca bir kongre değil, sadece bir seçim değil, yalnızca Kızılbaşlar değil, yalnızca ezilenler değil, yalnızca Türkiye ve Kürdistan değildir. Daha fazlasıdır.

 

Çünkü diyalektiğin, Alevi kültüründeki karşılığı Vahdeti vücuttur, o da birlikte çokluk ve çoklukta birlik anlamına gelir. Bu yüzden salonda kalanlar da salonu terkedenler de öz de aynıdır. Nihayetinde salondan ayrılmak, kongreden ve örgütten ayrılmak anlamına gelmez. Gelmemesi gerekir. Ne var ki ezenler, ezilenlerin dağınıklığını fırsata çevirip ayrılığı kışkırtarak derinleştirmek ister. Buna karşı, iki çizgi mücadelesi anlayışıyla tavır almak elzemdir. Aksi halde biçimsel, geçici karşıtlıklar antagonist hale getirilir.

Azınlığa Ayrıcalık Tanımak

Terkçilerin, yani salondan ayrılan arkadaşların zayıf ve güçsüz kanadı temsil ettikleri, kongre öncesinden de kongre sırasında da biliniyordu. En azından, bana verilen bilgilerden çıkardığım sonuç böyleydi. Azınlık grubun, ayrılıkçı bir eğilime girecekleri, oyun bozan bir tutum içinde olacakları da kongrenin ilk gününden işaretini vermişti. Benim de taraftarı olduğum çoğunluk grup, uygun yöntemler bularak azgınlığı salonda tutmanın bir yolunu bulmalıydı. Bu yol maalesef bulunamadı, denenmedi bile!

 Kongre boyunca rekabete ve karşılıklı atışmalara dönüştü iş. Kendi yetersizliğini aşamayan zayıf grupların, halk içinde bile şiddet eğilimi taşıdıkları çok sayıda örnekten dolayı biliniyor. Azınlık grupların, sosyal - psikolojik arkaplanı budur.

 Bu durum dikkate alınarak terkçilere pozitif ayrımcılık yapılabilirdi.

 Örneğin daha fazla söz hakkı verilebilirdi.

 Temsili demokrasilerde bile azınlığın birtakım hakları olması gerektiği ileri sürülür. Yani alttan alınarak, azınlığın birliğe bağlanması sağlanabilirdi. Olmadı!

 Kongre ve Kadınların Yoğunluğu

 Kongre, kuşkusuz ki iki grubun çekişmesinden ibaret değildi. Türkiye - Kürdistan toplumunu yansıtan hatta dünyayı imleyen bir niteliğe de sahipti denilebilir. Belki de küçük bir evrendi. Genç yaşlı, kadın erkek binlerce insan bir araya gelmiştik. Kadınların yoğunluğu dikkat çekiciydi. Konuşmalarda ilk sırayı Suriye'de Kızılbaşlara yönelik yapılan saldırı ve katliamların lanetlenmesi aldı. Şehitler pekçok bağlamda anıldı. Kızılbaşların mücadele tarihi selamlandı. Alevilerin inançsal talepleri de sıklıkla vurgulandı.

 

En çok dikkatimi çeken ise devlet ve Aleviler arasındaki ilişkilerin durumu oldu. Devletin Alevi toplumunu, Kültür Bakanlığı'na bağlama anlayışı sıklıkla mahkum edildi. Merak edenler için söylüyorum. Genel Kurul, Türkiye genelinde 75 şubeden 750 civarı delegenin katılımıyla toplanmış oldu. Yaklaşık 200 delegenin salondan ayrıldığını düşünürsek tek listeden ibaret seçimde Cuma Erçe ve dostları 500 civarı delegenin oyunu almış aldı. Detaylara girmeden söylüyorum. Başkan ve yönetime giren arkadaşlara başarı dileklerimi iletiyorum.

 

Pir Sultan Derneklerinin Özgünlüğü

 

Angaje olduğum için mi, yoksa gerçek durum böyle midir, emin olmasam da gördüğüm kadarıyla Alevi / Kızılbaş kurumları içinde en dinamik kurum Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri'dir. Kızılbaş kültürü yanlızca bir din ve inanç olarak değil daha geniş çerçeveli bir gelenek olarak görülüyor. Bilime, felsefeye, aydınlığa, eşitliğe, bireye, özgürlüğe sıklıkla atıf yapılması, bu genişlik ve derinlikle ilgili olsa gerek.

 

Tartışma, fikir teatisi, eleştiri, itiraz mantığı da, kültürün genelliği ve derinliğiyle alakalıdır.

 

İki slogan belirgindi:

 

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz.

 

İkinci olarak da:

 

Faşizme karşı omuz omuza!

 

Salonun terk edilmesi, negatif bir atmosfer yaratsa da tartışmalı ortamları, bilhassa düzeyli tartışmaların olduğu mekan ve platformlara yakınlık duyduğum bilinir. Ne var ki salondaki azınlığın, divanı anti demokratik olmakla itham edip suçlaması gerçekleri yansıtmıyor.

 

Kapitalizm İdeolojisi ve Kızılbaşlar

 

Kongrede sıklıkla tanık olduğum düzeysiz tartışmaların kaynağını da mercek altına almak gerekiyor. Böyle bir araştırma bizi sınıflı toplumların varlığına götürür. En aşırı örneğini verirsek, kapitalizm kendi suretinde Kızılbaşlar yaratıyor diyebiliriz.

 

 Birçok konuşmacının, hırsından, tutkusundan, rekabet duygusundan, şiddet dilinden bunu anlamak mümkündür. Bu olumsuz duygu durumlarının, hakim sınıf ideolojisi olarak burjuva toplumlarından geldiği bellidir. Aleviler ve komünistler için en karanlık, gerici ve tutucu ideolojinin burjuva sınıfından geldiği kanaatindeyim.

 

Kızılbaş kültürü, ancak burjuva toplumu ve kapitalist ilişkilerinden arındığı oranda özünü, eşitlikçi komünal değerleri ve doğrudan demokrasiyi tesis edebilir.

 

Kişisel Dostluklar, Arkadaşlar

 

Dedim ya, katıldığım her etkinlik, benim için kendisinden daha fazla bir değer taşır. Ortamın genel görüntüsünü çıkarıp mikro alanlara projeksiyon tutmaya çalışırım. Kişisel dost ve arkadaşlıkları merkeze koyduğum için ortamdaki tanıdıklarla görüşmek de bunlar arasındadır. Ayrıca yeni insanlar tanımak da söz konusu oluyor.

 

Alevi aktivisti ve hukukçu Ali Yıldırım, Hasgül, sosyal ve politik aktivist Songül Tunçdemir, hemşehrim Sadık Yıldırım, Akçadağ - Ören'den Aliseydi, Erdoğan, Kartal'dan Kasım ve ayrıca onlarca Alevi aktivisti dost, arkadaş ile de kısa süreli diyaloglarımız oldu.

 

 Genel Kurulu kimin kazandığı kadar kişisel dostluk ilişkilerini de, bu türden buluşmaların bir bileşeni olarak düşünmek gerekiyor. Bu diyaloglar, ortamın yerel kısmına tekabül ederken salondaki sloganlar da ortamı evrensele bağlayan bir boyut olarak not edilmelidir.

Sistemin Kızılbaşları Kuşatması

 

Kongreden çıkartılacak dersler muhteliftir. Tartışmalar, karşıt görüşlerin bir arada bulunması, barışçıl yollarla mücadele, doğal ve meşrudur. Bunlar, kültürel ve demokratik zenginlik getirir. Pir Sultan örgütlülüğü dışındaki ana akım Kızılbaş kurumlarında vakıflaşma nedeniyle örgüt içi demokratik mücadelenin yollarının her geçen gün kapanmaya yüz tuttuğu tartışmaları eksik olmuyor. Buna göre Alevi kurumlarında, önlem alınmazsa belli bir bürokrasinin oluşacağı ve bunun da Kızılbaş kültürünü kendi eşitlikçi doğasına yabancılaştıracağı ileri sürülebilir. Bu da özgür ve gönüllü gelenekler yanında doğrudan demokrasi düşüncesinin son bulması demektir.

 

Dernek, örgüt, vakıf toplantıları, kongre buluşmaları, üye kabulü, delege, Başkan, yönetim kurulu gibi birimlerin varlığı ve bunların giderek kurumsallaşması, Kızılbaşları kuşatıp sistemin bir parçası haline getirebilir. Böyle olursa Kızılbaşların mücadele tarihinin, bundan sonra kongre, vakıflaşma, bürokratlaşma ve örgüt içi mücadelelerin tarihi haline gelmesi kaçınılmaz olur. Kanaatimce Alevi kurumları içinde devrimci - demokratik çizgi açısından en makul pozisyonda bulunan Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri'dir. Burada bile böyle bir gidişat söz konusu ise sisteme entegre eğilimi taşıyan Alevi örgütlerinin durumunu varın siz düşünün.

 

Yol'a Devam Eden Kazanıyor

 

Pir Sultan'dan birkaç kez yapılan alıntıda da olduğu gibi bozuk düzende düzgün yaşamak mümkün değildir. Bu yüzden de Alevilerin sorunu, diğer dinlerde olduğu gibi kabaca bir ibadet meselesi değil, bozuk dünyanın düzeltilmesi ve değiştirilmesi sorunudur. Bunu gerçekleştirmek üzere günümüz koşullarında binlerce insanın başkentte bir araya gelmesi ve direnç göstermesi anlamlıdır.

 

Mücadele pratikleri gösteriyor ki, ortamdan ayrılanlar kaybediyor, kalan, geleneklere bağlanan ve yola devam edenler kazanıyor.

 

Bu yüzden de salonda Baba İlyaslar ve Şeyh Bedreddinler'den gelip Seyyit Rızalar'a bağlanmak gerektiği vurgusu anlamlı olmuştur. Keza söylemlere damgasını vuran Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Kaypakkaya, Mazlum Doğan yanında Maraş ve Sivas şehitlerine referans verilmesi de yolun niteliğini göstermesi bakımından öğretici olmuştur.

 

22 Nisan 2025 Salı

DENGÊ AZADÎ | İsrail-TC Arasındaki Çelişkiler ve Rojava’nın Statü Mücadelesi_22 Nisan 2025

"Bir Ortadoğu realitesi olarak bu coğrafyada denklemler ve dengeler, silahlar üzerinden kurulmaktadır."

 Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, 450 milyon nüfusa karşılık 10 milyonluk nüfusu ile Siyonist İsrail devleti, bütün bir Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesinde ana figür olarak öne çıkmayı sürdürüyor. 

ABD’nin başını çektiği batılı emperyalist bloğun hem kendi içinde yaşadıkları çelişkiler-anlaşmazlıklar hem de Çin-Rusya emperyalist bloğu ile sürdürdüğü hegemonya savaşı ve İran devletinin etkisini kırmak için geliştirdiği saldırılar, Ortadoğu’da savaşlara-katliamlara neden olurken, diğer taraftan da ciddi bir belirsizliğe ve istikrarsızlığa yol açıyor. Siyonist İsrail devleti, şiddet sarmalını Gazze’den başlayarak tüm Ortadoğu’ya yaymak için bölgesel çapta saldırılarını devam ettiriyor.

Bölgesel hegemonya mücadelesinde, başını ABD’nin çektiği emperyalist kampın çıkarlarını yaşama geçirmek ve uşak pozisyonunu sağlama almak için TC ve İsrail devletleri arasındaki rekabet özellikle Suriye üzerinde giderek keskinleşiyor.


İsrail, son dönemde Suriye’nin stratejik askeri üslerini imha etmek için yoğun hava saldırıları düzenledi. Bu hava saldırılarıyla, İsrail, kendisine yönelecek tehditleri ortadan kaldırmayı amaçladığını söylerken, Nisan ayının başından itibaren yapılan saldırılar, TC devletinin yapmayı planladığı hava üslerine ve mevzilenmeye yönelik gerçekleştirildi. Siyonist İsrail’in sözcüleri, bu hava saldırılarının direk TC’nin Suriye’de üslenmesi ve hakimiyetini geliştirmesine yönelik olduğu yönlü açıklamalar yaparak TC devletini uyardı. 


TC Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ise “Suriye’de İsrail de dahil başka bir ülke ile çatışmaya girmeyi istemiyoruz. Suriye’de deklare ettiğimiz bir askeri üssümüz yok” diyerek karşılık verdi.

İsrail, başta Dürziler olmak üzere Kürtlerin, Alevilerin, Hristiyanların haklarını savunma hamiliğini Suriye’deki işgallerinin kamuflajı yapmak istemektedir. Ancak ne İsrail’in ne TC’nin ne de “demokrasi” havarisi kesilen emperyalistlerin yeryüzünde tek bir insanın dahi hakkını savunmak bir yana dursun, tüm haklarını ellerinden almak için yaptıkları zulümlere şahittir tarih.

İsrail-TC arasındaki gerilime ABD “ayarı”


AKP-MHP faşist iktidarının bir süredir dile getirdiği İsrail’in, TC için bir tehdit oluşturduğu savı, iç siyasette kullanışlı bir aparat haline gelmişti. Ancak durum gittikçe Suriye sahasında bir çatışma haline dönüşme ihtimalini güçlendirmişken, TC’nin Palmira’da kurmak istediği T4 Hava Üssü’ne yönelik İsrail saldırılarının ardından TC “sert” söylemlerini yumuşatmıştır.

Netenyahu, bölgedeki gelişmeler ve TC’nin Suriye’de artan hakimiyetine yönelik Trump ile görüşmüş, bu görüşmede ABD’nin kendi bölgesel çıkarlarına hizmet edecek şekilde İsrail-TC ilişkileri ele alınmıştır. Henüz ABD’nin Suriye’deki emperyalist politikaları bilinçli şekilde belirsizliğini sürdürürken, bu görüşmede bir kez daha da ortaya çıkan tablo, ABD’nin bölgedeki ileri karakolları İsrail ile TC devleti arasında bir uzlaşı sağlamaktır. Elbette ki, Suriye’de İsrail ve TC’nin uzlaşı sağlayabilmesi adına her iki tarafın -ağırlıklı olarak İsrail devletinin- çıkarlarının gözetildiği bir anlaşma için ABD baskı yapacaktır. Zaten hemen görüşmenin ardından İsrail-TC devletleri arasında çatışmasız mekanizması kurulması amacıyla Azerbaycan’da ilk teknik görüşme yapılmıştır.

İsrail ve TC devletlerinin Suriye’deki çıkar ve hesapları gözönüne alındığında rekabet savaşının çeşitli biçimlerde süreceğini söylemek mümkün ancak bu çelişkilerin uzlaşmaz olmadığını hesaba kattığımızda ABD’nin öncülüğünde bu çelişkilerin bir çatışmaya dönmeyeceğini, Suriye’de TC’ye bir “sus payı” verilerek İsrail’in tam denetimini sağlayacak şekilde ilişkilerin yeniden düzenleneceğini söylemek gerekir.

Rojava Özerk Yönetimi’nin statü mücadelesi


İktidarını sağlamlaştırmak için zaman kazanmaya çalışan DAİŞ artığı Colani’nin ilan ettiği geçiş hükümeti ile QSD arasında ABD’nin arabuluculuğuyla 8 maddelik anlaşmanın imzalanmasının ardından bu maddelerin sahada yavaş yavaş uygulanmaya başladığını söylemek mümkün. Bu anlaşmanın ilk adımı, Colani yönetimi ile Halep’in Şexmeqsud ve Eşrefiye halk meclisi temsilcileriyle her iki mahallenin statüsü için 1 Nisan’da 14 maddelik bir anlaşma imzalanarak atıldı. Anlaşmanın Rojava Özerk Yönetimi’nin belirlediği çerçevede yapıldığı, bu açıdan esasta Özerk Yönetim’in talepleri lehinde olduğunu söylemek gerekir. Özerk Yönetim, bu iki mahalle üzerinden yapılan anlaşmanın tüm Rojava için yapılması talebiyle birlikte, bunun da anayasal olarak garantiye alınmasını istiyor. İdari özerkliğin tanındığı bu anlaşmayla birlikte tüm kurumlar olduğu gibi varlığını korurken, zaten kısa süre içinde YPG-YPJ güçleri, mahalleleri İç Güvenlik yani Asayiş güçlerine teslim ettiler. Asayiş güçleri halihazırda Kürt halkının kendi öz güçlerine dayanarak kurdukları savunma kuvvetleriydi.

O açıdan, Şexmeqsud ve Eşrefiye mahalleri üzerinden gerçekleştirilen ve hızlıca pratiğe konulan anlaşmanın önümüzdeki süreçte Rojava Özerk Yönetimi’nin Suriye’deki yeri ve statüsünün bir sureti olduğunu söylemek gerekir.

Diğer taraftan yakın zamanda TC devleti ile Özerk Yönetim arasında bir ateşkes anlaşması imzalanmış, TC her ne kadar bunu gizlese de, Özerk Yönetim’in temsilcileri çeşitli şekillerde bu ateşkesin olduğunu ifade etmiştir. Yapılan her iki anlaşmanın da ABD’nin arabuluculuğunda olması, ABD’nin Suriye’deki politikalarında Özerk Yönetim’e verdiği desteği sürdüreceğini göstermesi ve TC devletinin Suriye’de Kürt ulusunun herhangi bir statü kazanmamasına yönelik yaptığı hesapların büyük oranda boşa düşürülmesi açısından Suriye’deki gelişen sürecin şimdilik büyük oranda Rojava Özerk Yönetim’in lehine olduğunu söylemek mümkündür.

Faşist TC’nin SMO çeteleri eliyle işgal ettiği Serekaniye, Afrin ve Gire Sipi’nin ise ne olacağıdır. İşgal sebebiyle yerlerinden zorla göç ettirilen halkın durumu belirsizliğini korumaktadır. Her ne kadar Afrin’i HTŞ büyük oranda devralmış olsa da, Afrinli göçmenlerin evleri-toprakları hala HTŞ ve SMO çeteleri tarafından işgal altındadır. Yine aynı şekilde Serekaniye ve Gire Sipi’de de çeteler ve aileleri varlığını sürdürmektedir. Bu çetelerin nasıl çıkarılacağı, işgal edilen yağmalanan evlerin- arazilerin nasıl boşaltılıp, göçmen halkın nasıl döneceği konusu belirsizliğini korurken, göçmen halk ve Özerk Yönetim, işgalin sonlandırılması, döneceklerin haklarının güvenceye alınması ve toplu bir dönüşün sağlanması için mücadelesini sürdürmektedir.

Rojava’daki son gelişmeler bağlamında uzun süredir yapılmak istenen ve Newroz sonrasına bırakılan bütün Kürt parti ve örgütlerin biraraya geleceği Kürt Ulusal Kongresi’nin önümüzdeki günlerde yapılacağı açıklandı. Yıllardır yapılmak istenen ve sürekli ertelenen Kongre’nin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel, ENKS idi. Ancak bu konuda da özellikle Fransa’nın arabuluculuğunda ENKS ve PYD arasında görüşmeler gerçekleşmiş, belli konularda anlaşma sağlandığı açıklanmıştır. Kürt parti ve örgütlerinin yaptıkları görüşmelerde, Kürtlerin haklarını elde etmesi, “Yeni Suriye Anayasası”nda Kürtlerin yer alması için Şam ile görüşmek üzere bir komite oluşturulmasına mutabakata varıldığı, toplanacak kongrede de bunun deklare edileceği belirtilmektedir. Rojava Özerk Yönetimi Dış İlişkiler Eşsözcüsü İlham Ahmed’in kırmızı çizgi olarak ifade ettiği Ademi Merkeziyetçilik konusu, Şam ile yürütülecek sürecin, Özerk Yönetim’in yeni Suriye yönetiminde statü mücadelesinin ana eksenini oluşturacaktır.

Emperyalistler, direniş güçlerini silahsızlandırmak istiyor

HTŞ, “devrik rejimin kalıntılarına karşı operasyon” adı altında Alevilere yönelik katliamlarını sürdürürken, Alevilere yönelik katliam, bir kez daha “Bir halkın ordusu yoksa hiçbir şeyi yoktur” tezini doğrulamaktadır. Tam da bundan kaynaklı emperyalistler, yeniden bir paylaşım savaşına hazırlandıkları ve Ortadoğu’da haritaların yeniden çizdiği böylesi bir süreçte, önlerine çıkacak her türlü direniş gücünü ya da potansiyelini tasfiye etmek için dur durak bilmeden saldırıyorlar. Emperyalistlerin ve onların bölgesel jandarmalığına soyunan güçlerin saldırganlığının, bölge halklarına yönelik olduğunu belirtmekte fayda vardır. Ortadoğu coğrafyasında devrimci komünist hareket genel olarak cılız ve öncülük rolünü oynamaktan uzaktır. Bununla beraber farklı misyon ve formlarda çeşitli silahlı grup ve örgütlenmeler bulunmaktadır. Kürt ulusal hareketinden, HAMAS’a, Hizbullah’tan Haşti Şabi güçlerine kadar geniş bir coğrafyaya yayılan bu silahlı yapılanmalar, kendi misyon ve amaçlarından bağımsız olarak çeşitli emperyalist ve bölgesel güçler nezdinde kendileri için tehdit unsuru olarak değerlendiriliyorlar.

Elbette ki, ilk başta (Filistin örneğinde olduğu gibi) silahlı devrimci güçler olmak üzere en genel haliyle “kontrol dışına çıkma” potansiyeli taşıyan yapılanmaların silahlı varlıklarına son verilmesi, emperyalistlerin ve onların bölgesel uzantılarının öncelikli hedefleri arasındadır. Bunun için de ya doğrudan silah bırakılması ve kendilerini fesih dayatmasında bulunmakta ya da bulundukları ülkelerde egemen merkezi ordulara dahil edilerek tasfiye edilmeleri sağlanmaya çalışılmaktadır.

Bu silahlı grupların karakterinden bağımsız olarak, emperyalist barbarlığın bölge halklarına yaşattığı katliam ve sefalet koşulları her geçen gün ağırlaşmakta ve giderek büyük bir isyan dalgasının kapısını aralamaktadır. Bu açıdan bu gibi yapılanmaların kendi niyetlerinden bağımsız olarak kitlelerde yaratacağı silahlı mücadeleye yönelim ve bunun doğrudan emperyalizme ve onun uzantılarına yönelmesi ihtimali en büyük korkularını oluşturmaktadır. Bundan dolayıdır ki, ABD ve onun bölgesel hempaları, silahlı grupların silahsızlandırma veya merkezi ordulara dahil edilerek tasfiye edilmesi çalışmalarını hızlandırmış bulunmaktadırlar. Bunun için de her türlü mekanizmayı devreye sokmuşlardır. Bu mekanizmanın katliam ve soykırım mekaniği ile işlediği de gerçektir.

Diğer taraftan, başta ABD ve AB emperyalistleri, Ortadoğu’ya ağır ve stratejik silahlar konuşlandırmaya hız vermiş durumdadır. Hava savunma sistemlerinden karadan karaya fırlatma füze ve stratejik bombardıman uçaklarına kadar ABD ve AB emperyalistleri bölgedeki askeri varlıklarını tahkim ediyorlar.

Gerici ve haksız savaşlar ancak devrimci ve haklı savaşlarla alt edilebilir!


Bir Ortadoğu realitesi olarak bu coğrafyada denklemler ve dengeler, silahlar üzerinden kurulmaktadır. Kimin ne kadar askeri gücü ve silah kapasitesi ne kadarsa o oranda ya bu denkleme dahil olmakta ya da tersinden denklem bozucu bir rol oynamaktadır. Bölge halklarının da emperyalizm ve onun gerici uzantıları karşısında daha fazla silahlanmaya ihtiyacı vardır. 

Bir bütün Ortadoğu’ya damgasını vuran çelişki emperyalizm, bölge gerici devletleri ile bölge halkları arasındadır. Emperyalizmin ve onun uzantısı gerici güçlere karşı anti-emperyalist, anti-faşist-siyonist cephenin oluşturulması ihtiyacı ön plana çıkmıştır. Ortadoğu halklarını bölgesel düzlemde birleştirecek bir dinamizmin yaratılarak birleşik bir anti-emperyalist, anti-faşist-siyonist cephenin yaratılması, bölge devrimci ve ilerici güçlerinin omuzlarına bir görevdir.

Başta ABD olmak üzere emperyalizmin, her cephede bölgeye yönelik saldırılarını artırdığı ve gerici savaşları tırmandırdığı bu dönemde, bölge halklarının da bölgesel olarak güçlerini birleştirerek bunun karşısına dikilmesi gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, gerici ve haksız savaşlar ancak devrimci ve haklı savaşlarla alt edilebilir.

 https://ozgurgelecek55.net/denge-azadi-israil-tc-arasindaki-celiskiler-ve-rojavanin-statu-mucadelesi/

NUBAR OZANYAN | “Ciddi Olan Biziz!”_22 Nisan 2025

NUBAR OZANYAN | “Ciddi Olan Biziz!”

"Umut hakkının gerçekleşmesi, tecrit koşullarının ortadan kaldırılması yönünde bir adımın bile atılmadığı ortamda “barış” olabilir mi? Gerillaya “teslim ol” çağrılarının yapıldığı ortamda “barış” olabilir mi?"

 

Ciddi olan, özgürlük uğruna yaşamını gözden çıkararak savaşanlardır. Ciddi olan, özgürlük gibi büyük amaç taşıyarak, halkının mutluluğu için bedeller ödeyen, adı konmamış fedakarlıklar gösterenlerdir. Duru bir gökyüzü için her türlü vahşete katlananlardır. Acıyı bir silah gibi göğsünde saklayanlardır. Ciddi olan, gerilladır. Ciddi olmayan ise gerillanın ateşkes kararına rağmen her gün Kürdistan topraklarını, medya savunma alanlarını kimyasal ve yasaklı silahlarla bombalayanlardır. Halkın yaşamını zehir edenlerdir.

Dürüst ve ciddi olmayanlar, bir yandan “PKK gelsin, Malazgirt’te kongresini yapsın” deyip diğer taraftan aralıksız bir şekilde gerilla alanlarını bombalamaya devam eden, yetmezmiş gibi utanmadan havadan el ilanları atarak gerillaların teslim olmasını isteyenlerdir. Ciddi ve dürüst olmayanlar, bir yandan mecliste “barış” için elini uzatıp diğer yandan kılını bile kıpırdatmayanlardır.

Dile kolay, yarım asırdır, Kürdistan dağlarında halkının özgürlüğü ve mutlululuğu için savaşmak… Dile kolay, binlerce toprağa düşen, yıldızlara ulaşan gerillanın acısını bir silah gibi göğsünde saklamak. Doğanın ve yaşamın sayısız zorluklarına, düşmanın vahşetine ve barbarlığına katlanarak özgürlüğe olan inancı her koşulda yaşatmak, umudu büyütmek!

Ciddi olan anadilinde öz kimliğiyle, yüksek sesle özgürlüğünü haykıranlardır. Samimi ve ciddi olanlar, barış ve demokrasi uğruna her türlü fedakarlığı yapmaya hazır olanlardır. Ciddi olanlar, yoksulun gözyaşında özgürlüğü arayanlardır.

Gerilla, tutarlılığın, dürüstlüğün temel dinamiği, özgür geleceğin onurlu neferidir. Onlar için söz, özgürlük kadar değerli ve anlamlıdır. Verdiği sözü tutanlar yarım asırdır, özgürlük, adalet için son nefeslerine kadar mücadele edenlerdir.

Samimi ve dürüst olmayanlar hırsızlardır, tefecilerdir, soygunculardır, Türk kompradorlarıdır. İşçileri emekçileri iliklerine dek sömürerek en derin yoksulluğa ve sefalete mahkum edenlerdir. Gençleri geleceksizliğe mahkum edenlerdir. Her gün kadınları acımasızca katledenlerdir. Ciddi olmayanlar, Kürdistan topraklarını evlat kokusuyla acıya boğanlardır. Ana dillerini yasaklayan, Kürtleri zorla Türkleştirmeye çalışanlardır.

Ciddi olmayanlar, gerillanın ateşkes kararına karşın dört günde 627 kez Medya Savunma Alanları’nı bombalayanlardır. “Barış ve demokratikleşme” sürecine bombalarla yanıt verenlerdir. Şiddet yoluyla Kürt ulusal özgürlük sorununu çözmeye devam edenlerdir.

Adalet ve savunma bakanının açıklama ve uygulamalarına bakıldığında “barış ve demokrasi” yönünde bir adımın dahi atılmadığı görülür. Ne çatışmasızlık ortamının sağlanması ne de imha amaçlı askeri operasyonların durdurulması yönünde bir adım bile atılmadı. Türk ordusunun her gün sayısını artırarak çoğalttığı saldırılar yaşanırken “gelin kongrenizi yapın” açıklaması sinsi bir tasfiye amacından başka bir şey değildir. Kandırma, aldatma, sinsilik, ikiyüzlülük, sözünde durmama Türk devletin fitratında vardır.

On binlerce tutsağın, sayısız ağır hastanın ağır tecrit koşullarına mahkum edildiği, en temel hukuki hakların bile ayaklar altına alınmaya çalışıldığı ortamda “barış” olabilir mi? Umut hakkının gerçekleşmesi, tecrit koşullarının ortadan kaldırılması yönünde bir adımın bile atılmadığı ortamda “barış” olabilir mi? Gerillaya “teslim ol” çağrılarının yapıldığı ortamda “barış” olabilir mi?

Adı bile konmaktan çekinilen, gerçekleşmesi yönünde hiçbir adımın atılmadığı “barış” sürecine ve gelişmelere ilişkin en gerçekçi ve en anlamlı yanıtı KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık vermektedir. “Türk devleti Kürtleri yok etmek istiyor. Biz buna karşı duracağız. Kayıtsız şartsız silah bırakmak, Türk devletine gelip bizi yok etmek istemesi için bir davet olur. Silahsızlanmak ölüme hazırlanmak anlamına gelir. Kendimizi savunmaya ve mücadelemize devam edeceğiz.”

İmha ve yok etmekten, tasfiye ve teslim alma politikasından vazgeçmeyen, ikiyüzlülüğe devam edenler, ciddi olabilir mi? Ciddi ve dürüst olan gerilladır.

(Yeni Özgür Politika – 22 Nisan 2024) 

20 Nisan 2025 Pazar

ANALİZ_Güneşin Altında Kıpırdayan Bir Şeyler Var/Nasıl Yapmalı?- 3

Bu tarihsel materyalist gerçekliği daha fazla eğip bükmenin bir anlamı yok. Çünkü kendiliğinden hareketlenen yığınlar, komünist partisinin müdahalesi olmadan, üretim araçlarının kamulaştırılması gerektiği yönündeki bir politikanın farkına varamazlar. Tarihte bunun böyle bir örneği yaşanmamıştır.

·         

 -------------Anton Ekmekçi 

 

Devrimci duruma göre politika ve örgütler oluşturmamız gereken hareketli zamanlardayız. Devrimci durumu devrime dönüştürebilecek bir hazırlığın olmadığı dönemlerde, devrimci durumdan beslenen politikalarla güç biriktirmek mümkündür. Kaynayan ve gittikçe kabaran koşullardan beslenen bir aksiyon, sayısız teorik çalışmanın gerçekleştiremediği sıçramayı gerçekleştirebilir.

 

Modern siyaset tarihi, konjonktürel koşulları bir fırsata çevirerek güç kotarmış politik partiler ile doludur. Zaten Leninist siyasetin en temel özelliği onun konjektürel olmasıdır. Biz buna fırsatı değerlendirmek diyebiliriz.

Devrimini arayan bir komünist partisi, toplumun üretken emek merkezlerinde önceden kuluçkaya yatmış olması gerekiyor. Siyasi komiserler önderliğinde böyle bir hücresel ağ kurulmadan, devrimcileşen toplumsal ortamda proletaryanın bilincini ve kararlığını uyandırmak ve onu devrimci bir eyleme geçirmek olanaklı değildir. Bu nedenle komünistler, devrimci durumun gerilediği dönemlerde bile, taktik bazı örgütlerin yanında, esas olarak devrimci duruma uygun örgütler yaratmaya odaklanmalıdırlar. Kitlelerin geri yönlerine ya da orta sınıfların özlemlerine göre şekillenen siyasi çizgilerin bunları başarmasını bekleyemeyiz.

On yılda bir patlayan kitle isyanlarında devrimci hareketi seyirci konumuna sürükleyen politikalardan kopmanın zamanı gelmiştir. Dönem artık yerel sosyal hizmetler ve seçim odaklı siyaset dönemi değildir. Önceden içine düşülen reformist politikaların, devrimci hareketi kendiliğinden doğan demokratik gençlik hareketlerinin gerisine düşürdüğü anlaşılıyor.

Son yıllarda postmodernizmin etkisiyle benimsenen sınıfsız siyaset anlayışının en büyük devrim tasfiyeciliği olduğu gerçeği böylece anlaşılmış oldu. Kaypakkayacı tarih ve siyaset anlayışı, düzen içi dönüşümün bir materyali olmaya hiçbir zaman elverişli değildir. Bu durum tamamen ontolojik nedenlerle böyledir.

Çünkü Kaypakkaya ideolojisi tarihsel olarak devrimci proletaryanın ihtiyaç ve amaçlarından doğmuştur. Subjektif değil, tamamen tarihsel bir ontolojinin yalın ifadesidir. Siyasal programı ve örgüt biçimi değişse de, ideolojik boyutu sınıflı toplum tarihi boyunca canlı olarak yaşayacaktır. Bu yüzden biz son dönemlerde tasfiye olan şeyin Kaypakkaya düşüncesi ya da daha genel anlamıyla Marksizm, Leninizm ve Maoizm değil, burjuva sosyalizmi anlayışı olduğundan emin olmalıyız.

Türkiye siyasal sisteminde son süreçte yaşanan gelişmeler, parlamentarizmin ve onun siyasi mücadele biçimi olan reformizmin ne kadar hayalperest bir şey olduğunu geniş kitlelere gösterdi. Artık gençlik kendi toplumsal deneyimlerinden öğrenerek yolunu bulmaya çalışıyor. En önemlisi de gençlik kalkışması sezgisel olarak tarihsel devrimci rezervlerden ilhamını alıyor. Uygulanan acımasız ve ötekileştirici ekonomik politikalar nedeniyle yığınlar halinde sistemin dışına atılan ve böylece atık bir nüfusa dönüştürülen öğrenci gençliğin uyanışı bugünler ile sınırlı kalmayabilir.

Aydın gençlik tabakaların proletaryanın potansiyel adaylarına dönüşmesi durumu, sınıf mücadelelerinin dahada keskinleşip politikleşeceğinin habercisidir. Modern tarih boyunca üniversite gençliği, bilgiyle daha fazla haşır neşir olduğu için, topumun en diri ve erken uyanan kesimi olmaya devam etmektedir. Kapitalizm çarpıkta olsa “üçüncü dünya” ülkelerinde toplumun çoğunluğunu acımasızca eski statülerini parçalayarak proleterleştiriyor. Milyonlarcasını da “İşsizler” adlı, proletaryanın güvencesiz, ucuz ve günü birlik yedek ordusuna dönüştürüyor.

Küçük burjuva sosyalistlerinin kafasını karıştıran yapay zeka efsanesine rağmen canlı maddi emek etkinliği yerkürenin en ücra yerlerine kadar dayanmış durumda. Küçük burjuva solculuğu, modern sınıf mücadeleleri tarihi boyunca, devrimci proletaryanın sürekli baş belası olmuştur. Bu kesim sosyo ekonomik formasyonda değişken bir ara tabakayı temsil ettiği için insan toplumlarının çoğunluğunu oluşturan en diplerdeki emek sınıflarının yaşamsal gerçeklerinden bihaberdirler.

Teknolojik paradigmaların günümüzdeki postmodern yorumları karşısında dinsel bir inanç geliştirmişçesine teslim olmuş ve gericileşmiş bir konumdadırlar artık. Çağın beyin vebasına yakalanmış bu ara tabaka sosyalistlerini bütünlüklü ussal bir bilimsel teoriyle ikna etmek mümkün olmadığı için iflah olmaz bir noktadadırlar adeta.

Devrimci örgütlenmelerdeki proleter çizginin son yıllarda güçten düşmesi, bu kararsız, eklektik ve kaypak kesimlerin oldukça yıldızını parlatmıştı. Zaten bu türden tarihsel geriye çekiliş dönemlerinde proleter devrimci çizgiler başlangıçta sürekli azınlıkta olurlar. Komünist azınlığın fikirlerini maddi bir güce dönüştüren neden, bir şans, tesadüf ya da sihirbazlık değil, bizzat maddi dünyanın devinen yasalarıdır. Böylece bu tarihsel rutin, ülkemizdeki son kitle isyanıyla bir kez daha deneyimlenmiş oldu.

Bilindiği gibi son dönemlerde devrimci harekete musallat olmuş ve önlenemeyen bir ideolojik tasfiye süreci yaşanıyordu. Neredeyse devrimci temelde kıpırdayan her şeyi söndüren bu ideolojik tasfiye sürecinin asıl nedeninin dışsal değil, bilakis içsel olduğundan emin olmamız gerekiyor. Birçok yenilgi, başarısızlık ve tasfiye süreçlerinde dış düşman arayan yaklaşımlardan bilimsel şüphe duymak devrimci proletaryanın lehine olacaktır.

Burada özellikle anlamamız gereken durum, devrimci hareketin son kitle isyanına nerdeyse devrimci barutunu tükettiği bir dönemde yakalanmış olmasıdır. Bu durumu bir kader ya da şansızlık olarak yorumlamamak gerekiyor. Tamamen bizlerin bugüne kadar izlediği ideolojik/politik çizgilerin ve tabii ki öngörülerin hasadı ile karşı karşıya olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Eğer tasfiye süreci küçük burjuva tarzla dışsallaştırılmadan içsel bir olgu gibi bilinçlerde ele alınabilinirse, devrimci durumun parametrelerinin ilerleme belirtileri gösterdiği bir toplumsal atmosferde süreci tersine çevirmek mümkündür.

Bolşevik partisi de zaten bizdekine benzer bir tasfiye sürecinden sonra, yeni sınıfsal hareketlenmelerin izini sürerek politik ve örgütsel bir güce dönüşmüştü. Biz tarihteki yoldaşlarımızdan daha elverişsiz bir koşulda bulunuyoruz. Bunun sebebi; bizim komünist kuşağın patlayan devrimci kitle isyanları karşısında yalnızca örgütsel olarak yeterince hazırlıksız olması değil, aynı zamanda zihinsel olarak da hazırlıksız olmasıdır. Son dönemlerde zorlayıcı bir demokratik mücadeleye olan inancın azaldığı bir politik atmosfer, sosyalist demokrasi mücadele örgütlerine neredeyse hâkim olmaya başlamıştı.

Burjuva yasal icazetin sınırlarının dışına doğru bir adımın atılmadan burjuva reformist seçim etkinliği gölgesinde uzun bir dönem geçirildi. Marksist bir eylem praksisinin unutulmaya yüz tuttuğu ve her şeyden önemlisi devrimin dinamiklerinin toplandığı büyük şehirlerdeki üretici emek merkezlerinde proleter iktidarın embriyonlarını ekmek yerine, yerel sosyal hizmet merkezli politikasız etkinliklerde yoğunlaşmak devrimin subjektif güçlerini ideolojik olarak geriletti.

Yanlış olan şey konjonktürel olarak öne çıkan yerel yönetim siyasetine cevap olmak değildi. Aslında bu konuda yerel ve uluslararası alanda etkili olan önemli başarılar elde edildi. Taktik siyasetin dönemin toplumsal ana akımının etkisine girmesi, başka bir ifadeyle taktiğin politik yaşamın bütününün kendisi haline gelme azmiyle stratejinin yerini almaya meyletmesi oldu. Bu duruma; taktiğin politik sapma hali diyebiliriz.

Bunun bir sapma olduğunu açığa çıkan son kitle isyanları sayesinde deneyimlemiş olduk. Proletarya partisi, kapitalizmin siyasi, ekonomik ve sosyal krizleri için pusuda yatan ve fırsat kollayan bir harekettir. Bu nedenle bütün taktik politikaları, üretim araçlarının el değiştirmesine odaklanan örgütlenme, planlama ve stratejilere hizmet etmek zorundadır. Proletaryanın çelikten partisinin düzen sınırları içerisinde taktik bir legal partisi olsa bile bu durum yine aynıdır. Taktik örgütlenmelerin stratejik örgütü kemirdiği durumlarda duruma demokratik merkeziyetçilik yoluyla hukuken el koymak sosyalist demokrasinin kendisini meşru savunma biçimlerinden birisidir.

Konumuza dönersek, anlatmak istediğimiz esas şey; kendimizi devrimci bir örgüt olarak yeniden yaratabileceğimiz toplumsal koşullara diyalektik anlamda ilişkilenmemiz gerekiyor. Devrimci sınıfların mücadelesinden öğrenmek ve onların bizi biçimlendirmesine fırsat vermek gerekiyor. Mao yoldaşın kitlelerin mücadelesinin en büyük okul olduğu yönündeki tarihsel deneyimini bir kez daha hatırlayalım. Devrimci durumun gelişmeye başladığı toplumsal ortam, biz komünistlerin kendisini yeniden yaratmasına büyük fırsatlar vermektedir.

Proletarya partisi ve onun bütün yan örgütsel bağlaşıklarının gelişim yasaları, siyaset sahnesindeki herhangi politik bir hareketi ortaya çıkaran yasalardan farklıdır. Biz bu konuyu; ontolojik karşıtlık ilişkisiyle diyalektik eklemlenme, koşullar ve hareket biçimi olarak üç alanda inceleyebiliriz. Proletarya hareketi normal zamanlardaki bir seçim partisi değildir.

Kapitalizmin krizi ya da devrimci durumun olgunlaşmaya başladığı dönemler öncesi bir azınlık örgütü gibi görünmesinin sebebi buralardan ileri gelmektedir. Devrimci durum hallerinde işçiler politikleşmeye ve hareketlenmeye başlar. Bu koşullar, o ana kadar bir azınlık partisi olan komünist partisinin, başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen toplumsal kesimin çoğunluğu için bir yığın partisine dönüşmesinin koşullarını da oluşturur. Bunun gerçekleşmesi için ideoloji ve eylemin koşullarla bir uygunluk halinin olması gerekiyor.

Yani demek istediğimiz; devrimci toplumsal koşullar, eski dünyayı yıkarak yeni bir dünyanın olanaklılığına yol açacak olan ontolojik kaynaktan beslenen politikalarla ve onun devrimci eylem biçimiyle buluşmadıkça güçlü bir komünist partisini doğurmaz. Toplumsal koşullar ise bir dahaki sefere kendisini farklı şekillerde tekrar etmek üzere sönümlenmeye mahkumdur.

Her tarihsel konjonktürel dönemin kendisine özgü temel mücadele, araç ve yöntemleri var. Mesela; doksanlı yıllarda üniversite gençliği şehir ve kır gerilla savaşının temel kadro kaynaklarını teşkil ederken, yeni sosyo ekonomik konjonktürden salımlanan siyasal ortam nedeniyle demokratik zorlayıcı mücadelenin kitlesel bir temel gücüne dönüşmüştür. Bu tür tek düze, kendiliğinden ve sezgisel temelde kopan gençlik hareketlerinin, toplumsal çelişkilerin gerilmesiyle kristalleşerek siyasal ve örgütsel forma ulaşması mümkündür.

 Doğada da bu yasalar böyle çalışıyor. Bir maddenin daha üst seviyede belirgin bir forma ulaşması için önceden niceliğin biriktiği bir süreç yaşanıyor. Biz maddenin ve toplumsal nitel olguların tarihinin bir yerde niceliklerin toplamının bir tarihi olduğunu söyleyebiliriz. Şu andaki kitle isyanlarını nicelik biriktiren erken dönem isyanları olarak değerlendirmek mümkündür. Gittikçe öfkelenen ve politikleşen gençlik devrimci proletaryanın devasa bir kadro deposuna dönüşüyor. Gençliğin sosyolojisini çözümleyen hareketlerin kan tazelemesi için elverişli koşullar oluşuyor.

Yani siyaset ve örgütlenme sosyolojisini geliştiren devrimci hareketlerin gençleşmesi için tarihsel bir fırsat doğdu. Artık demokratik alandaki bütün taktik politikaların, üretim araçlarının el değiştirmesi yönündeki stratejik planın hizmetinde olması gereken zamanlardayız. Bu tarihsel materyalist gerçekliği daha fazla eğip bükmenin bir anlamı yok.

Çünkü kendiliğinden hareketlenen yığınlar, komünist partisinin müdahalesi olmadan, üretim araçlarının kamulaştırılması gerektiği yönündeki bir politikanın farkına varamazlar. Tarihte bunun böyle bir örneği yaşanmamıştır.

Orta çağda bir cehennem işçisi gibi çalıştırıldığı halde aç kalan, toprak sahiplerine itiraz ettiği zaman dili, kulağı ve kolu kesilen ve karısı ile kızlarının üzerinde derebeyin istismar hakkı bulunan bazı yoksul köylüler sezgisel olarak komünizm fikrine yaklaşmışlardı. Tarihsel şartlar bağımsız bir sınıf olarak proletaryayı henüz doğurmadığı için bilimsel komünizm öğretisinin doğması da mümkün olmadı.

Günümüzde insanlığın binlerce yıllık tarihinin en bilimsel öğretisi ve onun yol açtığı bir bilinç var kuşkusuz. Ama bu bilinç dışardan verilmedikçe, emekçi kitlelerin sezgisel bilinçten ileriye gitmeleri tıpkı Antik ve Orta çağ sınıf mücadelelerinde olduğu gibi mümkün olmayacaktır.

Günümüzdeki bütün bilimsel ve teknik gelişmelere rağmen kitle sosyolojisinin bu gerçekliği devam etmektedir. Bizim bu belirlememiz, bizlerin içinde olduğu örgütler olmazsa uyanış hiç olmayacak anlamında yorumlanmamalıdır. Bu tutum tarihin küçük burjuva tarz yorumundan beslenmektedir. Biz komünistler için örgüt kutsal değildir ve devrimci amaçlara hizmet etmeyen örgütlenmeler dönüştürülebilinir. Belirleyici olan ideolojik çizgidir ve sonra bu çizginin hizmetinde olan örgüt tarzıdır.

Toplumsal hareketler çelişki yasası gereği kendi öncülerini gecikmelide olsa oluştururlar. Yani toplumsal gelişmelerin gerisinde kalarak toparlanamayan, yani edilgen kalan devrimci bir örgütü, çelişki yasası tarafından gereksizleştirilebilir. Doğada da süreçler böyle çalışıyor.

Mesela evrim süreci için gerekli koşullar belirdikten sonra güneşin altında bir tek organik zerrede beliren sıçramayı önleyecek bir karşı yasa bulunmuyor. Bu topraklarda berrak bir komünizm fikride aynen buna benzer bir şekilde doğdu. Elli yıllık revizyonist ve reformist bir siyaset tarihi, güneşin altında Kaypakkaya özgülünde bir bilinçte yaşanan sıçramayla paramparça oldu.

Onu tarih sahnesine çıkmadan telaşla yok etmek isteyen özel mülk koruyucusu ejderhalar, çelişki yasasının ebelik yaptığı epistomolojik bir doğumu hiçbir gücün engelleyemeyeceğini hesaplayamadılar. Devrimci proletaryanın öncüsünden salımlanan bu ideoloji bilgisi, onun yokluğunda ete kemiğe bürünmekte gecikmedi…

Devam edecek…

 

https://gazetepatika23.com/gunesin-altinda-kipirdayan-bir-seyler-var-nasil-yapmali-3-165484.html

https://gazetepatika23.com/gunesin-altinda-kipirdayan-bir-seyler-var-nasil-yapmali-2-164991.html

https://gazetepatika23.com/gunesin-altinda-kipirdayan-bir-seyler-var-nasil-yapmali-1-164836.html

 

 

19 Nisan 2025 Cumartesi

Somut durum ve devrimci mücadele_Halil Gündoğan-18.04.2025

Görünen köye kılavuz olmak gerekmiyor

Gerek dünya gerek bölge ve gerekse Türkiye ve K. Kürdistan ülkesinin somut durumunu öyle uzun uzadıya analiz ve tasvir etmeye hiç gerek yok.

 Çünkü zaten her şey çok aleni bir şekilde gözler önünde: İnsanlar günlük yaşamlarında bunları doğrudan deneyimleyerek biliyor, görüyor ve derinden etkileniyor da.

 Sokakta, mahallede, iş yerinde, okul ve bir kahvehanede rastgele herhangi birine sorulması halinde (tabii AKP ve Erdoğan fanatiği olmayan birileri); dünyanın hızla topyekûn bir savaşa doğru sürüklendiğini basit sözcüklerle rahatlıkla anlatabilir.

 Keza Ortadoğu bölgesinin ABD, İngiltere ve İsrail eliyle yangın yerine çevrildiğini ve durumun daha da kötüye gideceğini de ifade edebilir. Daha da önemlisi, Türkiye ve K. Kürdistan’da baskıların insanları soluksuz bıraktığını, hak-hukuk ve adalettin kalmadığını, insanların gelecek umutlarının sıfırlandığını ve ekonomik yaşam koşullarının kendilerini açlığa mahkûm ettiğini ve artık direnecek mecallerinin kalmadığını falan da bir çırpıda sayıp dökebilir.

 Dolayısıyla da özü itibariyle bilinenlerin tekrarına girmenin alemi de gereği de yok. Sorun, an itibariyle Türkiye ve K. Kürdistan’da durumun tam olarak ne olduğunun açıklığa kavuşturulması ve çıkış yolunun tartışılmasıdır.

 İktisadi yaşam koşullarının bu derece vahim boyutlarda kötü olmasının temelinde kapitalist-emperyalist sistemin yapısal olguları yatıyorsa da ama elbette ki sadece bununla izah edilemez. Çünkü aynı sistemin başka pek çok örneğinde emekçilerin yaşam koşullarının hiç de bu denli dibe vurmadığı, bilakis çok daha katlanılabilir olduğu, bilinen bir gerçek. 

En basitinden, örneğin günümüz Batı Avrupa ülkelerinin hiçbirinde emekçiler genel bir yoksulluk ve açlık sınırında değiller. Dolayısıyla da Türkiye ve K. Kürdistan’da yaşananları sadece kapitalist sistemin yapısal olgularıyla izah etmek, yeterli gelmez. Dolayısıyla da bu çöküntünün esas sorumlusunun mevcut iktidar ve onun izlediği politikalar olduğunun da doğrudan ifade dilmesi gerekiyor.

 

Keza en temel demokratik hakların dahi bulunmadığı, sistemin kendi burjuva hukukunun en temel kurumlarının dahi işlevsiz kılındığı, hak-hukuk ve adaletin rafa kaldırıldığı, can ve mal güvenliğinin kalmadığı, her şeyin tek adam diktatörlüğünün çıkarlarına ve keyfiyetine göre belirlenir olduğu bir süreç yaşatılmakta. Öyle ki en güçlü ve iddialı rakip muhalif burjuva partilerinin önünün kesilmeye çalışıldığı, kumpaslar ile rakip siyasi adayların hapsedilerek veya seçilme hakkının elinden alınarak devre dışı bırakılmaya çalışıldığı bir süreç… 

Ve keza, tutum ve icraatlarından da anlaşılacağı üzere; hem bu ceberut koyu faşizan sistemi devam ettirmek ve hem de daha da koyulaştırmak için yeni oyun ve tezgahlar peşindeler. Eş zamanlı olarak bölgesel denklemde, Ortadoğu’nun yeniden dizaynı emperyalist ve Siyonist projesinde üstlendikleri taşeronluk rolleri gereği, bölge halkların birbirine kırdırılmasında aktif şekilde yer almaya devam edecekler. Bu, somut olarak özellikle İran’a karşı gerçekleştirilecek operasyonda ve Filistinlilerin yurtlarından edilmesinde de aktif olarak yer alacakları anlamına gelecektir.

 Tabanın “artık yeter!” itirazı

İşte bütün bu özelliklerinden ötürü İslamo faşist Erdoğan iktidarının ivedilikle alaşağı edilmesi, gayet tabii ki ülke (ve bölge halklarının da) öncelikli talebi olarak somutlaşmış durumdadır. 19 Mart darbesiyle ortaya çıkan, beklenmedik o son derece güçlü kitlesel reaksiyon işte tamamen bunun doğrudan bir ifadesidir. Özellikle de ağırlıklı olarak öğrenci gençliğin merkezinde olduğu bu radikal halk muhalefeti, talepleri bakımından sisteme köklü bir itiraz karakterindedir. Yani, “artık yeter!” itirazıdır bu.

 Devrimci önderlikten yoksunluk

Tabii devrimci önderlikten yoksun, esasen de kendiliğinden ve bir reaksiyon olarak patlak veren bu hareketin, yine devrimci bir önderlik ve örgütlülükten yoksun olması sebebiyle, uzun soluklu ve sonuç alıcı olması pek mümkün olamayacaktı. Hele ki işçilerin üretimden gelen gücünün siyasi genel grev olarak devreye girmediği bir durumda, bu çok daha zor olacaktı. Öte yandan hareket her ne kadar CHP’yi mobilize etme rolü oynadıysa da ama netice de CHP, hareketi esasen kendi kontrolüne almakta da gecikmedi.

 Özetle hareket şimdi, esasen CHP’nin yedeğine düşmüş durumda. Beğenelim beğenmeyelim, ama somut durum maalesef ki bu. CHP’nin yönelimi ise, tabiatı gereği, sistemin tümüne değil; esasen Erdoğan rejimiyle sınırlı.

 Hareketi devrimci bir rotaya oturtarak, sistemin tamamını hedefleyecek önderlik ve güçten yoksun olunan böylesi bir süreçte devrim hayalleri kurulamaz. Yani bu hareketten devrimci bir kalkışma yaratmak, ya da bu direniş ve itirazı devrimci bir kalkışmaya çevirmek, bugün ve yakın dönem açısından pek mümkün gözükmüyor. O halde gerçekçi olup, bugün açısından mümkün olabileceği istemek gerekiyor.

 Mümkün olabileni görev edinmek

Bugün açısından mümkün olabilecek şey; günün öncelikli acil görevi olarak, tüm sol-sosyalist ve demokrat kesimler ile CHP ittifakının okun sivri ucunu bu İslamo faşist ceberut otokratik tek adam rejimine yöneltilmesidir. Çünkü tanımlanan sürecin öncelikli olarak alt edilmesi gereken baş düşmanı, bu iktidar bloğudur. Hem de ana muhalefet partisi başta olmak üzere, Cumhur İttifakı dışında kalan tüm diğer burjuva kesimlerin adeta ortak talebi haline gelmiş bir baş düşmandır bu düşman. Dolayısıyla da sürecin isabetli devrimci taktiği, bu asgari müşterek zemininde, birleşilebilecek tüm güçlerle birleşerek, bu ceberut iktidarın yıkılmasını sağlamak olmalıdır.

Elbette ki bu, bileşenlerin üzerinde ortaklaşacakları bir asgari program ve keza örgütlü merkezi bir güçle mümkün olabilecektir. En ideali, bu gücün belki de bir cephe örgütlüğü formatında olmasıdır. Fakat biçimi ne olursa olsun, karar almada her kesimin mutlak surette söz sahibi olabileceği bir mekanizma olmalıdır bu. Bilindiği üzere pratik önderlik için güçlü bir yürütme organının olması da olmazsa olmazıdır bu tür oluşumların.

 İnisiyatif alma

Taban hareketinin CHP’nin yedeğine ve onun edilgen “eylem kitlesi” durumuna düşmemesi ve tam aksine onu basınç altına alabilmesi için de bu iktidarın alaşağı edilmesi, eşit haklar temelinde Kürt sorunun çözülmesi ve demokratikleşme asgari programı temeli üzerinde böylesi bir ittifak oluşumunun yaratılması şarttır. Aksi takdirde CHP’nin inisiyatifi ve sınırlılığı altında sönümlenip gitme olasılığı oldukça fazladır.

 Kritik denklem

Burada son derece önem arz eden bir diğer başlık ise Kürt Siyasal Hareketinin pozisyonudur. İktidarla girdiği “barış/kardeşlik” ve “Kürt-Türk İttifakı” atmosferi onları, muhtemelen, iktidarı doğrudan hedefleyecek olan böylesi bir oluşumun ve eylemselliğin dışında tutmaya zorlayacaktır. Ve muhtemelen bu oluşum ve hareketi, barışı baltalayan, yıkıcı bir girişim olarak karşılama durumuna düşürecektir. 

Ama yine de Kürt Siyasal Hareketini bu saflara katmak için azami çaba ve sabır göstermek gerekiyor. Çünkü çok önemli ve etkili bir güç. Onun, özelliklede şu kritik geçiş sürecinde iktidarın “koltuk değneği” olması engellenebilirse, kuşkusuz ki iktidarın işinin çok daha zor, direniş cephesinin işinin de bir o kadar daha kolay olacağı rahatlıkla söylenebilecektir.  

 

15 Nisan 2025 Salı

Sosyal-emperyalizm pratikleri açısından SSCB-ÇHC kıyası [Kerem Yıldırım]

Devrimci Demokrasi tarafından yayınlandı--15 Nisan 2025, 00:46 yayınlandı

“Sosyal-yurtseverlik ve sosyal-emperyalizm, proletarya için emperyalizmin burjuva havarilerinden daha tehlikeli bir düşmandır; çünkü sosyalizm bayrağını kötüye kullanarak aydınlanmamış işçileri yanıltabilir. Sosyal-emperyalizme karşı acımasız mücadele, proletaryanın devrimci seferberliğinin ve Enternasyonal’in yeniden inşasının ilk koşulunu oluşturmaktadır.” (1)

Sosyal-emperyalizm kavramı ilk defa Lenin tarafından, I. Emperyalist Savaş’ın ikinci yılında, 5-8 Eylül tarihlerinde düzenlenen Zimmerwald Konferansı’nda dile getirildi. Engels’in deyimiyle Avrupa’nın burjuvalaşmış işçi sınıfı; I. Emperyalist Savaş sırasında II. Enternasyonal önderlerinin kendi emperyalist-burjuva devletlerini desteklemesiyle ideolojik-siyasal bir forma kavuşmuş oldu. (2)

Sosyal-emperyalizm ya da sosyal-şovenizm, Avrupa’nın burjuvalaşmış işçilerinin ideolojisi olarak enternasyonalist-komünist mücadeleye ve dünyanın bütün ezilenlerine ihanet ederek tarih sahnesine çıktı. (3) Sosyal-emperyalizm, görünüşte sosyalist gerçekte ise emperyalizmdir. Lenin’in de ifade ettiği üzere sosyal-emperyalizm emperyalizmin burjuva havarilerinden daha tehlikeli bir düşmandır.

Biz bu başlığımız altında sosyal-emperyalizm kavramını, Sovyetler Birliği (SB) ve Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) pratiklerini kıyaslayarak Lenin’in tanımladığı dönemden çok daha kurumsallaşmış ve gelişmiş olan hâllerini ele alacağız. Daha da doğru ifade etmek gerekirse SB’de ve ÇHC’de sosyalizmin yenilgisiyle başlayan kapitalist restorasyonlarla yeni bir anlam kazanan sosyal-emperyalizm nosyonunu bütün boyutlarıyla değerlendirmeye çalışacağız. Biz bu değerlendirmeyi komünist siyasetin bağımsızlığı ve sınıf uzlaşmacılığına teslim olmaması açısından yaşamsal önemde buluyoruz. Çünkü bugün dünyanın en büyük emperyalist devletlerinden biri olan ÇHC, orak çekiçli kızıl bayrağı elinden bırakmıyor ve dünyanın yeniden paylaşımına, elinde kızıl bayrakla katılıyor. Hakikatin karmaşık gibi görünen bu hâli, sosyal- emperyalizm kavramını hem tarihsel hem de güncel olarak daha da önemli yapıyor.

***

1960’lardan 1980’lerin sonuna kadar sosyal- emperyalizm meselesi, ziyadesiyle ajitatif bir ortamda tartışılageldi. Bu nedenle Mao’nun önderliğindeki Çin Komünist Partisi (ÇKP) her ne kadar SB’yi doğru tahlil edip sosyal-emperyalizm belirlemesinde bulunsa da ÇKP’nin 1970’lerin ortalarında SB’yi en tehlikeli emperyalist olarak nitelemesi hem gerçek dışıydı hem de komünist hareketin revizyonizmi sağlıklı bir zeminde tartışmasını da engelleyen bir ortamın oluşmasına neden oldu. (4)  ÇKP’nin bu aşırı tavrı, bir hatayı temsil etse de dönemin asıl hakikati bu değil; SB’nin özellikle Kruşçev iktidarı sırasında fiilen girdiği, sonrasında ise 1965 İktisat Reformu’yla da resmiyet kazanan kapitalist yola sapmasıydı.

Biz bu başlığımız altında, SB’de girilen kapitalist yolun nasıl sosyalist görünümlü bir emperyalizme dönüştüğüne ilişkin somut veriler de sunacağız.

1965 İktisat Reformu, SB’deki devlet mülkiyetinin bürokratik sermayeye dönüşmesiydi. Reformla birlikte işletmeler, işletme müdürlerinin inisiyatifine bırakılırken işletmenin istihdamı da işletme müdürünün, yani yeni burjuvazinin inisiyatifine bırakıldı. Burada dikkat edilmesi gerekilen bir durum var: İşletme müdürüne kapitalist nitelik kazandıran şey, devlet mülkiyetini özel mülkiyetine çevirme özgürlüğünü yasal olarak kazanması değil; yasal olarak hâlâ devlet mülkiyeti olan devlet işletmelerini, yani üretim araçlarını özel çıkarı için kullanma özgürlüğüne kavuşmasıdır. Özetle, devleti yönetenler artık işçi sınıfı değil, partiye çöreklenen bürokratik burjuva sınıfıdır. Herhangi bir kapitalist ülkeyle sosyalist görünümlü kapitalist ülke arasındaki tek fark, birisinde kapitalist sömürü açık ve özel girişimciler eliyle yapılırken diğerinde örtülü ve devlet eliyle yapılmaktadır. İster özel ister bürokrat olsun, hem kapitalist hem de sosyal-kapitalist devlette, üretim araçlarına sahip olan sınıf burjuva sınıfıdır.

SB’deki bürokratları kapitalist sınıf yapan yalnızca yüksek maaşı ve ayrıcalıkları (konut, ev, tatil, alışveriş olanakları) değil, devlet mülkiyetini kişisel çıkarları doğrultusunda, bir sınıf olarak yönetme ve kullanma yetkisine sahip olmalarıdır. Yani SB’deki bürokratlar; üretim araçlarının sahibi olan, işçileri işten çıkarma hakkını elde etmiş devlet kapitalistleriydi.

Kruşçev’le başlayan işçi sınıfının ücret düzleminde parçalanması/rekabeti, sosyalist çiftliklerin ve sanayi işletmelerinin kapitalistleşme süreci; yeni burjuvazinin, iktidarı her yönüyle kuşattığı bir restorasyon süreciydi. 1965’te, Brejnev-Kosigin iktidarıyla SB tam teşekküllü bir bürokratik kapitalist ülke hâline geldi. SB’de sınıflar mücadelesindeki ekonomik görünüm böyleyken iç ve dış siyasette de yeni burjuvazi/bürokratik kapitalist sınıf kendini gösteriyordu.

Emperyalizm ekonomik tekeldir, banka ile sanayi sermayesinin birleşip mali oligarşiye dönüşmesidir; sermaye ihracıdır, dünyayı paylaşmak için tekelcileşmiş sermaye devletlerinin hegemonyacı, ilhakçı ve işgalci refleksler göstermesidir. (5)

Özellikle 1965’ten sonra SB bürokratik kapitalist sınıfı, sosyalist sanayi altyapısına çöreklenerek “yardım” ve “kredi” kamuflajlarıyla sermaye ihraç eden; ezilen dünya ülkelerinin iç siyasetlerine karışan; askeri operasyonlara, şantajlara ve işgallere başvuran; ABD ile yarış adı altında emperyalist hegemonya savaşının parçası olan bir ekonomi politik süreci işletti. SB’de işçi sınıfının siyaset dışına itilmesinin ve iktidardaki bürokrasinin burjuva bir karakter kazanmasının doğal sonucu olarak SB, görünüşte sosyalist ama gerçekte emperyalist-kapitalist bir devlete dönüştü.

Kruşçev önderliğindeki Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP), Mao önderliğindeki Çin Komünist Partisi’ni (ÇKP), silahsızlanma ve “nükleer savaşı önlemek için barış içinde yaşam” politikasına karşı çıktığı için “halka güvenmemekle” ve “emperyalizmden korkmakla” suçladı. (6) Gelin görün ki ilerleyen yıllarda SB, bırakın silahsızlanmayı, tam tersine olağanüstü bir silahlanma atağına geçti.  1963’te Pekin-Moskova tartışmalarının ana başlıklarından biri SB’nin silahsızlanma politikasıyken, 1970’lere gelindiğinde bu politikanın biçimsel olarak tam tersi bir süreç yaşandı. SBKP birkaç yıl içinde “kapitalizmle barış içinde yaşama” isimli uzlaşmacı siyasetinden SB’yi dünyanın en fazla askeri yatırım yapan ülkesine dönüştürdüğü bir siyasete geçiş yaptı. Esasen SBKP’nin “barış içinde yaşama” uzlaşmacılığı da sonraki süreçte gelişen olağanüstü silahlanma hamleleri de Sovyet bürokratik burjuvazisinin çıkarlarıyla uyumluydu. “Barış içinde yaşama” siyasetiyle, silahlanma siyaseti çelişik gibi gözükse de esasen aşamalı olarak emperyalistleşen Sovyet bürokratik burjuvazisinin siyasal talepleri açısından tutarlıydı.

1970’lerin ortasına gelindiğinde, SB resmi verilerine göre SB’nin milli geliri ABD’nin yüzde 66’sıydı ama askeri harcamaları ABD’den yüzde 20 daha fazlaydı. (7)  Ekonomik güç açısından SB, genel olarak ABD’nin çok gerisindeydi. Ancak silah üretimi ve savaşla yakından bağlantılı olan bazı Sovyet ağır sanayi sektörlerinin büyüme hızı ve ürünlerinin mutlak miktarı, ABD’ninkine yetişmiş veya onu geçmişti. (8)

Sovyet sosyal-emperyalizmi ABD emperyalizmini zorlayacak bir ekonomik altyapıya ve hacme sahip değildi. Ancak askeri donanımı ve örgütlenmesiyle dünyanın en güçlü ordusunu kurdu. SB sosyal-emperyalizmi, ekonomik eksikliğini silah gücüyle kapatmak istedi. 1960 yılında Sovyet revizyonistleri, ulusal gelirinin yüzde 13,1’ini askeri harcamalara ayırdı; ancak 1974’te bu oran yüzde 19,6’ya yükseldi. Bu oran, savaş öncesi Nazi Almanya’sının (yüzde 19) yanı sıra Kore’deki (yüzde 15) ve Vietnam’daki (yüzde 10) saldırgan savaşlar yürüttüğü dönemlerdeki ABD emperyalizmini de aşmaktaydı. (9) Dünya mühimmat pazarına ilk kez 1955’te giren SB, 1970’lerin başında yirmiden fazla ülkeye, dünya toplamının yüzde 37,5’ine tekabül eden satışlar yaptı. (10)

SB, sözde dış yardımlarından (sermaye ihracından) ve silah anlaşmalarından büyük kârlar elde etmekteydi. ABD burjuvazisi için “dış yardım” nasıl emperyalist bir araçsa SB için de öyleydi. Sermaye ihracı ile “yardımın”/kredinin hiçbir farkı yoktur. Çünkü metayla ödeme ile parayla ödeme arasında hiçbir fark yoktur.

SB Dış Ekonomik İlişkiler Komitesi Başkanı S.A. Skachov, bu hakikati “Sovyet ekonomik yardımı bir hayırseverlik değildir. SB’nin gelişmekte olan ülkelere yaptığı teknik yardım, dış ticaretimizin büyümesini teşvik etmekte ve ekipman ihracatımızı artırmaktadır. Bu, Sovyet ulusal ekonomisinin artan gereksinimlerini karşılama olasılığını artırmıştır” şeklinde açıkça ifade etmişti. (11) Diğer bir deyişle, Sovyet “yardımının” amacı gelişmekte olan ülkelere yardım etmek değil, Sovyet kapitalist ihtiyaçlarını desteklemekti. Örneğin SB kredi verdiği devlete şu şartı koydu: SB’den kredi alan devletin, bu krediyi öncelikle Sovyet makineleri ve ekipmanları satın almak için kullanması gerekiyordu. SB; krediler, “yardım” ve “iş birliği” yoluyla Asya, Afrika ve Latin Amerika’ya sermaye ihracını arttırdı. “Ortak işletmeler” ve “şirketler” kurarak gelişmekte olan ülkelerin madencilik, işletme, ulaşım ve ticaret sektörlerinde dahil olarak Batılı rakiplerinin adımlarını takip etti. Örneğin; Hindistan Maliye Bakanlığı 1973-1974’te SB’den 139 milyon rupilik “yardım” ya da kredi aldı. Bu kredinin anapara artı faiz ödemesi bir süre sonra 567 milyon rupiye ulaştı. (12)

Emperyalizmin ticaretteki olağan uygulaması, ucuza alıp pahalıya satmak suretiyle, eşitsiz değerlerin değiş tokuşu yoluyla gelişmekte olan ülkeleri sömürmektir. Öncelikle, SB krediler yoluyla modası geçmiş makineleri çöpe atmak yerine kredi verdiği ülkelere sattı. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi SB, bir ülkeye kredi verirken bu ülkenin krediyi SB mallarını almak için kullanmasını şart koşuyordu. (13)

SB bu düzlemde Arap ülkelerine silah sattı ve karşılığında ucuz petrol alarak bu petrolü Avrupa ülkelerine yüksek fiyatlarla sattı. Bu ticareti daha da somutlaştıracak olursak; SB Irak’ın ham petrolünü alıp Batı Avrupa pazarına sattı ve 1973-1974 yıllarında Irak’a sattığı silahların kısmi ödemesi için petrol aldı. (14) SB’nin 1974’teki silah ihracat değeri 5500 milyon dolardı. Bu ihracın da yüzde 45’i Orta Doğu’ya yapıldı. Aynı yıl ABD’nin silah ihracat değeri ise 8,3 milyar dolardı ve bu ihracın da 7 milyar doları yine Orta Doğu’ya yapıldı. (15)

Örnekleri daha da zenginleştirelim. 1973 Orta Doğu savaşında Sovyet revizyonizmi, Mısır’ı ateşkesi kabul etmeye zorlamak için silah teslimatını geciktirdi ve Sovyet kredileri üzerindeki 80 milyon ABD doları faiz ödemesini talep etti. 1974’te Bangladeş ciddi sel felaketine uğradığında, Sovyet revizyonizmi 200.000 ton buğdayın geri ödenmesini talep etti. Hindistan’ın Financial Express gazetesi, Hindistan ile varılan bir anlaşmanın ihlali olarak Sovyet revizyonizminin, rupi değer kaybettiği gerekçesiyle mevcut kredilerinin ve faizlerinin geri ödenmesinde yaklaşık 4 milyar rupi kadar yukarı yönlü bir değerleme talep ettiğini bildirdi. (16)

Ayrıca SB, Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi (COMECON) aracılığıyla üye ülkeleri sömürüyordu. COMECON 1949 yılında sosyalist ülkelerin dayanışması için kurulmuştu ancak SB’de sosyalizmin yenilgisinin ve bürokratik burjuvazinin iktidarı almasının ardından sosyal-emperyalist bir araca dönüştü.

İstatistiklere göre Doğu Avrupalı CAMECON üyeleri artık neredeyse tüm petrollerini SB’den ithal ediyor, demir ve kerestenin yüzde 80-90’ını, petrol ürünlerinin dörtte birini; metal, fosfatlı gübre ve pamuklarının beşte üçünden fazlasını, kömür ve manganez cevherini de SB’den ithal ediyorlardı. Çekoslovakya, Macaristan ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti ve Bulgaristan’da uranyum cevheri SB’nin kontrolü altındaydı. Moğolistan’ın tungsten ve florit cevherinin yüzde 50’sini yağmaladı. Polonya’nın çinko ihracatının yüzde 43’ü, Bulgaristan’ın barit ihracatının yüzde 94’ü, yine Bulgaristan’ın Kurşun cevherinin yüzde 49’u SB’ye gidiyordu. (17) Sovyet revizyonistleri bu ülkelere ticaret yaparken onları kendi iç pazarlarını açmaya zorladı.

SB bürokratik burjuvazisi, ABD burjuvazisiyle girdiği yarışta, oluşturduğu ve daha da ileri bir aşamaya taşımak istediği emperyalist sömürü zincirini, gelişmekte olan ülkelere siyasi ve askeri operasyonlar yaparak güvenlik altında tutmak istiyordu.

Pakistan’ı parçalamak için Hindistan’ı desteklediler. Dört Japon adasını vermemek için Japonya’ya gözdağı verdiler. Angola’nın iç işlerine müdahale ettiler. (18) Sovyet savaş gemileri Angola Limanı’na roket atarak iç savaşın alevlerini körükledi. Bu hiçbir şekilde ulusal direnişe destek değildi. SB’nin yaptığı “enternasyonel sorumluluk” değil, eski sömürgecilerin yerini alma çabasıydı. (19)  SB 1969 baharında Çin’in Chenpao Adası’na silahlı saldırıda bulundu. 1968 yılında Çekoslovakya’yı, 1979’da ise Afganistan’ı işgal etti.

Bunların yanı sıra SB, aynı zamanda ABD emperyalizmine ve İsrail Siyonizmine karşı ulusal kurtuluş mücadelesi veren ezilen uluslara da tamamen Sovyet tekelci-bürokratik burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda yaklaştı. Kruşçev, Cezayir Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı “Fransa’nın iç sorunu” olarak gördü. (20) Sovyet revizyonistleri, Kamboçya ulusal kurtuluş savaşını değil, milliyetçi asker burjuva klik lideri Lon Nol’u destekledi.

SB, 1950’lerin ortalarında Mısır’a askeri “yardım” başlattı. On yılın üzerinde bir süre boyunca istediği gibi musluğu açıp kapattı. SB ihtiyaç duyduğunda silah tedarikini yasaklıyordu. 1973 Ekim Savaşı’nın arifesinde, Mısır halkı İsrail saldırılarına karşı hazırlık yaparken SB, defalarca söz verdiği silahların teslimatını engelledi. (21)

Bu süreçte yaşanan en çarpıcı olaylardan biri de Filistin meselesine ilişkin Sovyet revizyonistlerinin tavrıydı. SB, Filistinli savaşçıların silahlı mücadelelerini “aşırılık yanlısı eylemler”, “hatalar”, “sorumsuz maceracılık” ve “Troçkist bir yaklaşım” gibi iftiralarla suçladı. Filistinlilerin silahlı mücadelesine nefret beslediler. (22) İsrail’in Filistin’e yönelik işgali karşısında Sovyet yetkilileri ve basını, 1967 Kasım’ında BM Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen karara sarıldı. Hatta SBKP Politbüro Üyesi N. V. Podgorny, İsrail’in Filistin’i işgali karşısında “Orta Doğu sorunuyla ilgili olarak hangi tarafın saldırgan olduğunu tartışmaktan hoşlanmıyorum.” dedi ve SB’nin İsrail işgali karşısında “tarafsız” olduğunu itiraf etti. (23)

SB’de bürokratik burjuva diktatörlüğü, 1965 İktisat Reformu ile resmileşmişti. 1968 Çekoslovakya işgaliyle de SB’nin sosyal-emperyalist karakteri resmileşti. Sovyet revizyonistleri dış siyasette emperyalist bir çizgi izlerken bunun iç siyasetteki doğrusal sonucu da sosyal-şovenizm oldu. Sovyet tekelci-bürokratik burjuvazisi muntazam olarak Rus milliyetçisi reflekslerini güçlendirdi ve Rus olmayan uluslara, tıpkı Çarlık dönemindekine benzer bir biçimde milli zulüm siyaseti uyguladı.

Moğolistan Sosyalist Cumhuriyeti örneğini inceleyecek olursak; Moğolistan Devlet Üniversitesinin müfredatının bir kısmı, tarım-hayvancılık yüksekokulunun büyük bir kısmı, politeknik ve tıp fakültesinin tamamı Rusça okutuluyordu. Moğolistan’daki eğitim kitaplarının çoğu Rusçaydı. Yine, 1973 yılında Moğolistan’da yayımlanan filmlerin üçte ikisi Sovyet (Rus) filmleriydi. (24) Moğolistan’daki sosyal-şoven pratik, Birliğin içinde olan ve bütün Rus olmayan uluslar için geçerliydi.

Verilerle ortaya koyduğumuz üzere SB’de Kruşçev iktidarıyla başlayan bürokratik burjuva iktidarı, Brejnev ve Kosigin’in elinde kurumsallaştı ve aşamalı olarak sosyal-emperyalist bir karakter kazandı. SB dünya emperyalist-kapitalist hiyerarşisi içinde kızıl bir maskeyle yer aldı ama Mao dönemi ÇKP’sinin iddia ettiği gibi hiçbir zaman başat emperyalist olmadı.

SB, askeri yarışı ekonomik yarışın önüne koyduğu için başarısız bir bürokratik burjuva iktidarı olarak 1991’de çözülmek durumunda kaldı. Kruşçev iktidarıyla başlayan Sovyet bürokratik kapitalist iktidarı böylece son buldu.

***

Kapitalist restorasyon açısından, ÇHC pratiği, SB pratiğiyle kıyaslandığında başarılı ve SB pratiğinden de ders çıkarmış bir bürokratik burjuva siyasal pratiğidir. İki pratik arasında çok fazla benzerlik olsa da ÇHC pratiğini SB pratiğinden ayırt eden temel fark, ÇKP’nin SBKP gibi askeri yarışı değil, ekonomik yarışı esas almasıdır. Ayrıca ÇHC revizyonistleri ekonomik yarışı esas almalarının yanı sıra ÇKP’nin varlığını da siyasal olarak kapitalist restorasyona uygun hâle getirebilmişlerdir.

Ekonomi gazetecisi Arthur Kroeber da bu gerçeği saptıyor ve şu şekilde ifade ediyor:

“Rusya, ekonomik değişimi tam bir politik değişim yapmadan sağlamayı deneyen ve başarısız olan bir örnektir. Çin ve Vietnam ise ekonomik değişim sağlamaya çalışırken komünist partilerinin politik güç üzerindeki tekel konumunu korumasını sağlamaya çalışan örneklerdir.” (25)

ÇHC’nin 1982’de kabul edilen yeni Anayasa’sında devlet sektörünün ülke ekonomisinin ana direği, “bireysel” sektörün de bir tamamlayıcı olduğu; devletin bireysel sektörün çıkar ve haklarını koruduğu belirtiliyor, böylece bireysel girişim en yüksek düzeyde tanınmış oluyordu ama “özel” sözcüğünden kaçınılıyordu. Anayasa’nın bu maddesi 1988’de açıkça özel sektör tanımı kullanılarak değiştirildi.  Ancak özel sektör ÇHC ekonomisinde 1990’ların ikinci yarısına kadar varlık gösteremeyecek; tarım dışında üretim, devlet işletmelerine dayalı olmayı sürdürecekti. Çin’de piyasa ekonomisine geçiş, bir anda planlamaya dayalı sisteme son verip devlet işletmelerini piyasalarda etkinlik göstermek üzere serbest bırakma şeklinde gelişmedi; tersine kapitalist restorasyon, ülkenin planlamaya dayalı üretim sistemini aksatmadan yapıldı. Çin bürokratik kapitalizmi bir yandan devleti planlamacı olarak kullanmaya devam etti, diğer yandan da kontrollü olarak özel sektörün de önünü açtı. (26)

1990’larda hız kazanan kapitalist reformların olmazsa olmaz hamlesi kamu mallarının tamamının özelleştirilmesi değildi. ÇHC’nin sözde sosyalist eylemde ise kapitalist olan piyasa ekonomisinin vazgeçilmez koşulu özel mülkiyet değil, rekabettir. Eğer kamu varlıkları özelleştirilmiş fakat rekabet mekanizmaları işlemez durumdaysa sonuç olumsuz olacaktır. Burada anlaşılması gereken mesele, kapitalizmin işleyişini var eden temel özelliğin rekabet olduğudur. Sovyet kapitalist restorasyonunu ÇHC kapitalist restorasyonundan ayıran asıl fark da SB sosyal-emperyalizmini başarısız yapıp ÇHC sosyal-emperyalizmini başarılı yapan da mülkiyetin devletin kontrolünde olup olması değil, piyasada rekabetin işletilmesidir.

1991’de, SB’nin çözülmesiyle Deng Xiaoping liderliğindeki bürokratik kapitalist iktidar, meşhur güney turuna çıkarak eskiyle kıyasla Çin’de çarkların daha güçlü döneceği bir ortam yarattı. Hong Kong’un hemen yanı başındaki Shenzhen özel ekonomik bölgesi, aynı zamanda en cesur ekonomik denemelerin yapıldığı bir merkez oldu. Buradan başlayarak Deng, Güney Çin’de kapitalist reformun önemli noktalarını üst düzey askeri yetkilerle birlikte ziyaret etti. Bu ziyaret sırasında “Değişime karşı olan görevini terk etmelidir” uyarısında da bulundu. (27)

Bu dönem aynı zamanda ÇHC’de özelleştirme atağı başlatıldı. ÇHC revizyonistleri “Büyüğü tut, küçüğü bırak” siyasetiyle, bir yandan devlet eliyle dev tekeller inşa ettiler diğer yandan da özel sektörde küçük ve orta dereceli işletmelerin gelişmesinin önünü açtılar. Devlet eliyle yaratılan işletmelerin mantığı, büyük Çinli şirketlere uluslararası sermaye pazarından pay alma fırsatı yaratmaktı ve böyle de oldu. Bugün ÇHC’nin en büyük üç devlet işletmesi dünyanın en büyük on şirketi arasında yer alıyor. (28)

ABD emperyalizmi kendi pazarlarını yabancı şirketlerin erişimine kapatacak tedbirler alırken kendi şirketlerinin ihracatına büyük destekler sağladı. ÇHC’li şirketlerin böyle ayrıcalıklı bir uygulamadan faydalanma olanağı yoktu. ABD ve Avrupa emperyalizminin baskın olduğu dünya ticaret sistemine girmek için Çin, yabancı şirketlere kendi pazarına erişim serbestliği sağladı. ÇHC’nin, Doğrudan Yabancı Yatırımcı (DYY) stratejisinin önemli bir ayağı, “yabancı” yatırımların büyük bir kısmının aslında “yabancı” olmamasıdır. ÇHC’deki DYY’nin yarıya yakın kısmı Hong Kong kaynaklıdır. Bunun sebebi kısmen ABD’li ve Avrupalı şirketlerin Hong Kong merkezli yan işletmelerin etkinlikleri ile açıklanabilirse de Hong Konglu şirketlerin, ana karada önemli yatırım yaptığı gerçeği göz ardı edilemez. ÇHC’de DYY olarak gösterilen yatırımın üçte birlik kısmı aslında “çift yönlü”, yani Çinli yatırımcılar ve şirketlerin diğer yetki alanlarında (özellikle Hong Kong’da) bulunan işletmelerin yatırımıdır. Örneğin Ali Baba ya da TenCent gibi internet devleri “yabancı” şirket olarak kayda geçmiştir. Çünkü ÇHC’li firmalar uluslararası borsalarda işlem görmek için yabancı holding ortaklıkları kurdular. (29)

Ali Baba ve TenCent gibi şirketler de dahil yeni teknoloji şirketlerinin büyük çoğunluğu, hisselerinin arzı için ÇHC borsalarını değil, başta ABD olmak üzere yabancı borsaları tercih ediyorlardı. 2018 yılında 120 kadar Çinli şirket hisselerinin arzını yabancı borsalarda gerçekleştirdi. (30) Hatta Trump iktidarının ilk döneminde başlatılan ticaret savaşlarının temel gerekçesi de Çinli şirketlerin ABD borsalarında ve pazarında etkin olmasıydı. Trump’ın ticaret savaşını başlatmasıyla ABD borsalarından çıkartılan Çinli şirketler Şanghay borsasına girdiler.

Esasen 2018 tarihi, ABD-Çin arasında süregelen emperyalist rekabetin somut olarak belirmesi açısından geç bir tarihtir. Çünkü 2008 Dünya Ekonomik Buhranı, ÇHC ile ABD arasının, ekonomik ve teknolojik olarak kapanmasına yol açtı. ABD ve Batı kapitalizmi kriz yaşarken Çin kapitalizmi büyüyordu. Trump’ın ilk döneminde şiddetlenen ABD-ÇHC rekabetiyle, Çin için dış talebe bağımlılık riski başka bir nitelik kazandı. 1997 Asya Krizi, 2008 Dünya Ekonomik Buhranı ve 2020 Covid-19 krizi ÇHC ihracatını başta düşürdü ama bu düşüş geçici oldu. Her kriz sonrasında ÇHC, ihracatı kısa sürede toparladı ve ekonomik büyümeyi sürdürdü. (31)

Çin ekonomisi 2008-2018 yılları arasında neredeyse üç kat büyüdü. ÇHC’de bu süre zarfında devasa ölçekte küresel şirketler oluştu. Henüz 2018 yılında Çin, 120 şirketiyle Fortune 500 listesinde, 126 şirketli ABD’nin hemen ardından geliyordu. (32) Görüldüğü üzere bu süreçte Çin bürokratik sermayesi tekelci sermaye hâline gelmiştir. Çin, hammadde ve enerji tedarikini güvence altına almak için hem Afrika, Latin Amerika ve Orta Doğu’ya hem de Avrupa ve Avusturalya’ya büyük yatırımlar yaptı. Çin, 2017 yılına gelindiğinde, ABD’yi geride bırakarak en büyük ham petrol ithalatçısı konumuna yükseldi.

ABD ile Çin arasındaki en önemli rekabet madencilik alanında seyrediyor Çin sadece Afrika’nın madencilik sektörüne hâkim olmakla kalmamış aynı zamanda tedarik zinciri ve dağıtımını da Kuşak Yol Projesi ile hâkimiyet altına aldı. ABD ise Lobito koridorunu kurarak Çin’i, Orta ve Güney Batı Afrika’da etkisizleştirmek istiyor. (33) Yine nadir toprak elementleri, elektrikli araçlar ve yapay zekâ da ABD ile Çin’in karşı karşıya geldiği başlıca rekabet alanlarıdır. Trump’ın ilk iktidar döneminde başlayan ticaret savaşları, ikinci dönemde de yeni yasaklarla devam ediyor.

Güncel olarak Çin sosyal-emperyalizmi, ABD emperyalizminin ardından dünya emperyalist hiyerarşisi içinde ikinci sırada yer alıyor. Henüz ABD gibi emperyalist bir bloğa (Batı) önderlik etmiyor ve askeri işgallere başvurmuyor. Emperyalist hiyerarşi ve rekabet içerisinde tek başına yer alıyor. ABD emperyalistlerinin saldırganlığı karşısında savunma pozisyonunu koruyor.  İktisadi olarak hâlâ ABD’nin bazı noktalarda gerisinde olmasına rağmen bazı alanlarda ABD’yi yakalamış ve hatta geçmiş olduğu görünüyor. ABD’nin, ÇHC’den çok açık bir biçimde önde olduğu tek alan askeri gücü ve silahlanma kapasitesidir.

Bugün ABD küresel askeri harcamalarda hâlâ rakiplerinin çok ilerisindedir. Neredeyse tüm küresel askeri harcamaların yarısını tek başına (883 milyar dolar) karşılıyor. Buna karşılık Çin’in askeri harcamaları son yıllarda önemli ölçüde arttı. Resmi rakamlara göre Çin, 1995’te yaklaşık 25 milyar dolar savunma harcaması yapıyordu. Bugün savunma için 219 milyar dolar harcıyor. Satın alma gücü paritesi dikkate alındığında, bu rakamın 500 ila 700 milyar dolar arasında olduğu ve ABD’ye çok yaklaştığı tahmin ediliyor. Bu harcamaların büyük kısmı, Çin’in askeri cephaneliğini güçlendirmeye yöneliktir. Ayrıca Çin, 2035 yılında dünyanın en büyük deniz gücü olma yolunda kararlı adımlar atıyor. Bazı uzmanlara göre gemi sayısı açısından bunu zaten başardı. 2014-2018 yılları arasında Çin, tek başına Almanya, Hindistan, İspanya ve İngiltere’nin toplamından daha fazla gemiyi suya indirdi. (34)

Görüldüğü üzere, ÇHC’de 1976 Deng darbesiyle iktidarı ele alan bürokratik burjuva sınıfı, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde olduğumuz bir tarihsellikte, devasa bir sosyal-emperyalist devlet yarattı. Mao Zedong 1950’lerin sonunda SB’yi sosyal emperyalist -sözde sosyalist, eylemde emperyalist- olarak nitelemişti, bu niteleme şimdi ise Çin ve ÇKP için geçerlidir. “Sosyalizm” retoriğine rağmen Çin, daha küçük ve zayıf ülkelere kendi ultra-ulusal hedeflerini dayatmayı, ucuz iş gücünü sömürmeyi ve dev sanayi makinesini beslemek için hammaddelerini yağmalamayı ve süper kârlar biriktirmeyi amaçlayan küstah bir emperyalist güç haline geldi. Dünyayı sömürme uğraşında ABD ile kıyasıya rekabet ediyor.

SB sosyal-emperyalizminin ekonomisi, ABD emperyalizminin yaklaşık yarısı büyüklüğündeydi. SB’nin askeri olmayan teknolojisi ABD’nin gerisindeydi. Bilgi teknolojileri alanında ABD’nin çok gerisinde kalmıştı. SB’nin çöküşünde askeri harcamaların ekonomiye yükü önemli rol oynamıştı. SB’nin yatırım yapma kapasitesi, hem askeri harcamaları hem ekonomik gelişme için gerekli yatırımları karşılamaya yetmedi. Çin sosyal-emperyalizmi ise satın alma gücü paritesiyle ABD emperyalizminden büyük ve daha hızlı büyüyen bir ekonomiye sahiptir. ÇHC’nin belli alanlarda dışa bağımlılığı olsa da teknolojide ABD’nin çok gerisinde değil, bilgi teknolojilerinin belli alanlarında ise bir miktar önünde bulunuyor. Daha önemlisi Çin’in ABD’den birkaç kat daha fazla yatırım yapma kapasitesine sahip olması, ABD’nin geçmişte SB ile rekabetinden farklı olarak ABD’yi zorlayacak bir durumdur. (35)

***

Son tahlilde Çin sosyal-emperyalizmi, hem ekonomi-silahlanma dengesini doğru ele alması hem de başat emperyalist ABD’ye karşı güç ilişkilerinin planlanması açısından Sovyet sosyal-emperyalizminden daha başarılı bir pratik sergilemektedir.

Dediğimiz gibi, hâlâ emekçi insanlığı tehdit eden başat emperyalist ABD’dir ve ABD hâlâ (bazı çatlaklar oluşsa da) Batılı emperyalist bloğun başındadır. Ancak ABD başat emperyalist olsa da güç kaybetmektedir ve bunun karşısında Çin sosyal-emperyalizmi henüz savunmada olan, her geçen gün ise güç kazanan ve en çok gelişen emperyalist devlettir.

İçinden geçtiğimiz koşullar içerisinde başat emperyalist devleti ve bloğu hedef almak, siyaseten anlamlıdır. Asli emperyalist tehditle tali olanı ayırmak önemlidir. Ancak bu tali olan emperyalist gücün yadsınmasına neden olmamalıdır. Tekelci kapitalizm bugün itibarıyla en dünyalı hâlini yaşamaktadır; emperyalizm, ulusal pazarların hiçleştiği ve piyasaların iç içe geçtiği bir küresel dönemin içindedir. Başat emperyalist ABD, emekçi insanlık için asli düşman olsa da genel olarak bütün bir emperyalist-kapitalist düzen emekçi insanlığı tehdit etmektedir.

Bu aşamada, komünist siyasetin görevi başat emperyaliste karşı çıkıp diğer emperyalistlere sessiz kalmak değildir. Proleter devrimci siyaset bir yandan asli olanla tali olanı ayırt etmelidir ama diğer yandan da gelişen emperyalistlerin de düşman olduğunu açıkça dile getirmelidir. Bunu dile getirmemek, oportünizmin uluslararası düzlemdeki en somut ifadesidir. Bu konuda özellikle, elinde kızıl bayrakla emperyalist hiyerarşinin ikinci sırasında yer alan ÇHC’nin sosyal-emperyalist karakterini yadsımak daha da tehlikelidir. Tali olsa da ABD emperyalizminin rakibi olan emperyalist devlet görüntüde sosyalisttir.

Meseleyi karmaşık gibi gösteren bu durum, oportünizmin ve yeni revizyonizmin boy vermesi için nesnel bir zemin sunmaktadır. Bunun yanında komünist hareket yarım asırlık bir yenilgi içindedir. Yenilgi durumunun uzaması da yeni revizyonizme ve sınıf uzlaşmacılığına büyüme olanağı sağlamaktadır.

Bütün bu nedenlerden ötürü Lenin’in, “Sosyal-emperyalizme karşı acımasız mücadele, proletaryanın devrimci seferberliğinin ve Enternasyonal’in yeniden inşasının ilk koşulunu oluşturmaktadır” diye formülleştirdiği devrimci vazifeyi bilince çıkararak hem tarihsel hem de güncel olarak sosyal-emperyalizmin karşı devrimci rolünü ortaya koymak, bağımsız komünist siyaset için yaşamsal önemdedir.

Kaynakça

  1. https://www.marxists.org/history/international/social-democracy/zimmerwald/draft-resolution.htm
  2. İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, F. Engels, Ç: Oktay Emre, Ayrıntı Yayınları, sy. 39, 2. Basım, 2019, İstanbul.
  3. Emperyalizm, Lenin, Ç: Süheyla Kaya, İnter Yayınları, sy. 16, 1. Baskı, 1995, İstanbul
  4. Ugly features of Soviet social imperializm, Foreign Languages Press,  Peking 1976, Page 17.
    Social-Imperialism: The Soviet Union Today, Reprints from Peking Review
    Jantary , Yenan Books, 1977, Page 1.
  5. Emperyalizm, Lenin, Ç: Süheyla Kaya, İnter Yayınları, sy. 92-94, 1. Baskı, 1995, İstanbul.
  6. Pekin-Moskova Çatışması, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, sy.96, 5. Baskı, 1998, İstanbul.
  7. Social-Imperialism: The Soviet Union Today, Reprints from Peking Review Jantary , Yenan Books, 1977, Page 4.
  8. Social-Imperialism: The Soviet Union Today, Reprints from Peking Review Jantary , Yenan Books, 1977, Page 5.
  9. Soviet Social Imperialism and the International Situation Today, Encyclopedia of Anti-Revisionism On-Line, 1977.
  10. Social-Imperialism: The Soviet Union Today, Reprints from Peking Review Jantary , Yenan Books, 1977, Page 8.
  11. Soviet Social Imperialism and the International Situation Today, Encyclopedia of Anti-Revisionism On-Line, 1977.
  12. Social-Imperialism: The Soviet Union Today, Reprints from Peking Review Jantary , Yenan Books, 1977, Page 72.
  13. Ugly Features Of Soviet Social Imperialism, Foreign Languages Press,  Peking, 1976, Page 28.
  14. The Soviet Union: Socialist or Social-Imperialist? Part-II, Raymond Lotta vs. Albert Szymanski The Question Is Joined — Full Text of New York City Debate, May 1983 RCP Publications, Chicago, Page 55.
  15. Social-Imperialism: The Soviet Union Today, Reprints from Peking Review Jantary , Yenan Books, 1977, Page 53.
  16. Ugly Features Of Soviet Social Imperialism, Foreign Languages Press, Peking, 1976, Page 30.
  17. Ugly Features Of Soviet Social Imperialism, Foreign Languages Press,  Peking, 1976, Page 36-37-38.
  18. Social-Imperialism: The Soviet Union Today, Reprints from Peking Review Jantary , Yenan Books, 1977, Page 91.
  19. Social-Imperialism: The Soviet Union Today, Reprints from Peking Review Jantary , Yenan Books, 1977, Page 70.
  20. Social-Imperialism: The Soviet Union Today, Reprints from Peking Review Jantary , Yenan Books, 1977, Page 69.
  21. Ugly Features Of Soviet Social Imperialism, Foreign Languages Press,  Peking, 1976, Page 49.
  22. Social-Imperialism: The Soviet Union Today, Reprints from Peking Review Jantary , Yenan Books, 1977, Page 64.
  23. Social-Imperialism: The Soviet Union Today, Reprints from Peking Review Jantary , Yenan Books, 1977, Page 66.
  24. Social-Imperialism: The Soviet Union Today, Reprints from Peking Review Jantary , Yenan Books, 1977, Page 57-59.
  25. Çin Ekonomisi, Arthur R. Kroeber, Ç: Mehmet Mazı, Buzdağı Yayınevi, sy.22, 1.Basım, 2017, Ankara
  26. Çin ve Dünyanın Geleceği, Fatih Oktay, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, sy. 58-59, 2.Basım, 2023.
  27. Çin Ekonomisi, Arthur R. Kroeber, Ç: Mehmet Mazı, Buzdağı Yayınevi, sy.23, 1.Basım, 2017, Ankara.
  28. Age, sy.142.
  29. Age, sy.82.
  30. Çin ve Dünyanın Geleceği, Fatih Oktay, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, sy. 156, 2.Basım, 2023.
  31. Age, sy.129.
  32. Zaferden Yenilgiye, Pao-yu Ching, Ç: Onurcan Ülker, Patika Kitap, sy. 125, 1.Basım, 2020, İstanbul.
  33. https://www.fokusplus.com/odak/afrikada-abd-cin-rekabeti-derinlesiyor
  34. https://medyascope.tv/2025/03/17/abd-cin-rekabeti-realist-teorisyenler-ufukta-bir-catisma-ongoruyor/
  35. Çin ve Dünyanın Geleceği, Fatih Oktay, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, sy. 271, 2.Basım, 2023.

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)