Zorbalığa ve darbeye direnmek ve iktidarı talep etmek halkın
meşru hakkıdır.
Varlık nedenleri, gelecek için ön gördükleri toplumsal düzeni tarif eden programları doğrultusunda örgütlenip, oluşturdukları toplumsal rıza ile iktidarı talep edip almaktır.
Bu da demokrasinin olmazsa olmaz bir diğer kuralıdır. Toplum, karşısına çıkarılan bu azınlık zorbalığı ve şiddetine karşı, zorunlu olarak kendisini ve haklarını korumak için savunma, direnme ve zorbaya haddini bildirme kolektif tutumu geliştirecektir. Bu, hem tamamen meşru ve demokratiktir ve hem de kaçınılamaz bir zorunluluktur. Çünkü şu veya bu şekilde iktidarı gasp ederek halkın iradesine ipotek koyanlar geriye bir başka yol bırakmamıştır.
Darbeye karşı direnmek meşrudur
Dinci faşist Cumhur İttifakı’nın 19 Mart’ta gerçekleştirdiği
sivil darbe, hiçbir kıvırtmaya yer bırakmayacak açıklıkla nettir ki normal
demokratik yollarla iktidarın el değiştirmesi kuralını askıya alma ve iktidarı
terk etmeme operasyonuydu. Dolayısıyla da hem kendisi de bir sistem partisi
olan ve varlık gerekçesi bu burjuva sistemin istikrarını korumak ve devam
ettirmek olan ana muhalefet partisi konumunda olan CHP’nin ve hem diğer burjuva
partilerinin ve hem de sol-sosyalist ve komünist parti ve siyasal oluşumların
bu darbeye karşı direnç göstermeleri kadar meşru ve haklı başka hiçbir tutum
yoktur, olamaz.
Başta anayasa olmak üzere “adil” ve “tarafsız” yargının askıya alındığı, yargının tamamen muktedirin keskin kılıcı olarak kullanıldığı koşullarda halkın en demokratik anayasal hakkını kullanarak sokak ve meydanlara çıkarak bu darbeyi boşa çıkarma iradesi göstermesi de yine aynı oranda meşrudur. Çünkü hem başka yol bırakılmamıştır ve ama daha da önemlisi hem de sokak ve meydanlar demokrasilerde halkın hak arama ve hesap sorma meşru alanlarıdır. Bu hakkın kullanılmasının kısıtlandığı veya zorlan ortadan kaldırıldığı yerlerde demokrasiden değil, her türden faşist yönetimden söze dilebilir ancak ki. Örneğin İsrail buna çarpıcı bir örnektir:
Faşist-Siyonist ve başka
halkların haklarına saygı duymayan mevcut iktidar, savaş koşullarında
olmalarına rağmen, iktidar muhalifi farklı halk kesimlerinin sokak ve
meydanları aktif bir mücadele alanı olarak kullanmasını, örneğin sıkı yönetim
vb. yöntemlerle askıya almış değil, ya da alamıyor. Bu, burjuva anlamda da olsa
oradaki sistemin iç demokrasinin ne oranda köklü bir oturmuşluğa sahip
olduğunun bir göstergesidir de aslında.
İslamcı faşist iktidar ise bu meşru hakkını kullananları iç savaşla tehdit ediyor
Derin devletin borazanı faşist şef Bahçeli, devletin ve
tabii ki Erdoğan iktidarının refleksinin tercüman ifşacısı olarak şunları
söyleyebiliyor:
“O sebeple sokaklar çare değildir.
Şayet sokağa davet edilenlerin karşısına 15 Temmuz’da olduğu
gibi başkaları dikilirse kaçınılmaz çatışma nasıl önlenecek, olayların önüne
nasıl geçilecektir? Sokak çağrısı yapan provokatörler acaba o vakit ortada
bulunacaklar mı yoksa çoktan ülkeyi terk etmiş mi olacaklar. (…)” (*)
Açıkça görüleceği gibi Bahçeli burada hem bir iç savaş
tehdidinde bulunuyor ve ama daha da önemlisi hem de bu tehdidi kullanarak,
sıkıyönetim veya olağanüstü hâl ilan edilebileceğini söylemiş oluyor.
Bununla halka açıkça gözdağı verilmek isteniyor. Amaç, halkı
sokak ve meydanlarda hak arama ve hesap sorma, zorbalığa ve irade gaspına dur
deme kararlılığından vazgeçirmektir.
Bu konjonktürde iç savaşı göze alabilirler mi?
Bu konjonktürde, yani Bölgesel gelişmelerden ötürü “iç barışın”, “iç cephenin tahkim edilmesinin” ve Kürt-Türk İttifakının sağlanmaya çalışıldığı bu koşullarda iradi olarak bir iç savaşı göze alamayacakları rahatlıkla söylenebilir. Ancak toplumsal muhalefetin yıkıcı yöneliminin bastırılamadığı durumda, ezerek bastırma adına bunu göze alabileceklerini de hesaba katmak gerekiyor. Bahçeli’nin tam da bu süreçte, bir başka derin devlet elemanı ve aynı zamanda “ülkücü mafya lideri” Sedat Peker’e teminat vererek ülkeye dön çağrısı yapması da çok tesadüfü olmasa gerek. (**)
İşte olası bu
kötü senaryoya karşı da özellikle sol-sosyalist ve komünist devrimci örgütlerin
ve keza bu özgülde CHP’nin de halkın can ve mal güvenliğinin nasıl
sağlanacağına dair şimdiden “derslerini” iyi çalışmaları gerekecektir. Çünkü
bir iç savaşın hafife alınacak hiçbir yanı olmayacaktır. Cumhur İttifakı’nın
silahlandırılmış on binlerce yerli ve yabancı paramiliter gücünün, bir o kadar
silahlı milis ve keza polis ve gece bekçilerinin oluşturduğu devasa bir silahlı
gücünün olduğu unutulmazsa, durumun vahamet boyutu daha iyi
anlaşılabilecektir.
Sıkıyönetim veya olağanüstü hâl
Toplumsal itirazın önünü alamaz ve de bunun artık bir “beka”
tehdidi haline geldiği fikrine varırlarsa; hiç kuşku yok ki bunu da “Allah’ın
bir lütfu” olarak değerlendirerek, sıkıyönetim veya olağanüstü hâl ilanı için
gerekçe yapacakları kuvvetle olası olacaktır.
Tek çare her halükârda direnerek bu ceberutlar iktidarını defetmektir
Başta sol-sosyalist ve tüm diğer demokrasi güçlerinin ve
keza bu sürecin doğrudan muhatap dinamiklerinden olan CHP’nin sürecin bu olası
risklerini hesaba katarak, bir an önce toplumsal muhalefeti anti faşist direniş
cephesi veya bir başka ifadeyle demokrasi ve özgürlük cephesi formatı altında
çok daha güçlü bir şekilde örgütleyip, organize etmesi, ertelenemez tarihi bir
görev ve sorumluluğu olacaktır. Aynı şekilde bu örgütlü güçle çok daha kararlı
bir şekilde meydan ve sokakları terk etmeyerek; direnişi büyütmesidir.
Emekçilerin üretimden gelen gücünü örgütleyerek, olası sıkıyönetim veya
olağanüstü hâl ilanına karşı genel grev dahil, daha pek çok fiili yeni direniş
cephelerinin şimdiden örgütlenip, hazır hale getirmesidir.
Evet, şayet bu bilinç ve kararlılıkla, birleşilebilecek tüm direniş dinamikleri anti faşist bir demokrasi cephesi altında birleştirilip, tavizsiz uzun soluklu bir direniş ve püskürtme stratejisi izlenirse; işte o zaman “örgütlü halkın kahredici bu gücü karşısında hiçbir ceberut güç dayanamayacaktır” diyebiliriz. Sıkıyönetimleri veya iç savaş teşebbüsleri de onları bu kaçınılmaz sonuçtan kurtarmaya yetmeyecektir.
(**) (https://www.youtube.com/watch?v=RdEW4YiEMXA