20 Nisan 2025 Pazar

ANALİZ_Güneşin Altında Kıpırdayan Bir Şeyler Var/Nasıl Yapmalı?- 3

Bu tarihsel materyalist gerçekliği daha fazla eğip bükmenin bir anlamı yok. Çünkü kendiliğinden hareketlenen yığınlar, komünist partisinin müdahalesi olmadan, üretim araçlarının kamulaştırılması gerektiği yönündeki bir politikanın farkına varamazlar. Tarihte bunun böyle bir örneği yaşanmamıştır.

·         

 -------------Anton Ekmekçi 

 

Devrimci duruma göre politika ve örgütler oluşturmamız gereken hareketli zamanlardayız. Devrimci durumu devrime dönüştürebilecek bir hazırlığın olmadığı dönemlerde, devrimci durumdan beslenen politikalarla güç biriktirmek mümkündür. Kaynayan ve gittikçe kabaran koşullardan beslenen bir aksiyon, sayısız teorik çalışmanın gerçekleştiremediği sıçramayı gerçekleştirebilir.

 

Modern siyaset tarihi, konjonktürel koşulları bir fırsata çevirerek güç kotarmış politik partiler ile doludur. Zaten Leninist siyasetin en temel özelliği onun konjektürel olmasıdır. Biz buna fırsatı değerlendirmek diyebiliriz.

Devrimini arayan bir komünist partisi, toplumun üretken emek merkezlerinde önceden kuluçkaya yatmış olması gerekiyor. Siyasi komiserler önderliğinde böyle bir hücresel ağ kurulmadan, devrimcileşen toplumsal ortamda proletaryanın bilincini ve kararlığını uyandırmak ve onu devrimci bir eyleme geçirmek olanaklı değildir. Bu nedenle komünistler, devrimci durumun gerilediği dönemlerde bile, taktik bazı örgütlerin yanında, esas olarak devrimci duruma uygun örgütler yaratmaya odaklanmalıdırlar. Kitlelerin geri yönlerine ya da orta sınıfların özlemlerine göre şekillenen siyasi çizgilerin bunları başarmasını bekleyemeyiz.

On yılda bir patlayan kitle isyanlarında devrimci hareketi seyirci konumuna sürükleyen politikalardan kopmanın zamanı gelmiştir. Dönem artık yerel sosyal hizmetler ve seçim odaklı siyaset dönemi değildir. Önceden içine düşülen reformist politikaların, devrimci hareketi kendiliğinden doğan demokratik gençlik hareketlerinin gerisine düşürdüğü anlaşılıyor.

Son yıllarda postmodernizmin etkisiyle benimsenen sınıfsız siyaset anlayışının en büyük devrim tasfiyeciliği olduğu gerçeği böylece anlaşılmış oldu. Kaypakkayacı tarih ve siyaset anlayışı, düzen içi dönüşümün bir materyali olmaya hiçbir zaman elverişli değildir. Bu durum tamamen ontolojik nedenlerle böyledir.

Çünkü Kaypakkaya ideolojisi tarihsel olarak devrimci proletaryanın ihtiyaç ve amaçlarından doğmuştur. Subjektif değil, tamamen tarihsel bir ontolojinin yalın ifadesidir. Siyasal programı ve örgüt biçimi değişse de, ideolojik boyutu sınıflı toplum tarihi boyunca canlı olarak yaşayacaktır. Bu yüzden biz son dönemlerde tasfiye olan şeyin Kaypakkaya düşüncesi ya da daha genel anlamıyla Marksizm, Leninizm ve Maoizm değil, burjuva sosyalizmi anlayışı olduğundan emin olmalıyız.

Türkiye siyasal sisteminde son süreçte yaşanan gelişmeler, parlamentarizmin ve onun siyasi mücadele biçimi olan reformizmin ne kadar hayalperest bir şey olduğunu geniş kitlelere gösterdi. Artık gençlik kendi toplumsal deneyimlerinden öğrenerek yolunu bulmaya çalışıyor. En önemlisi de gençlik kalkışması sezgisel olarak tarihsel devrimci rezervlerden ilhamını alıyor. Uygulanan acımasız ve ötekileştirici ekonomik politikalar nedeniyle yığınlar halinde sistemin dışına atılan ve böylece atık bir nüfusa dönüştürülen öğrenci gençliğin uyanışı bugünler ile sınırlı kalmayabilir.

Aydın gençlik tabakaların proletaryanın potansiyel adaylarına dönüşmesi durumu, sınıf mücadelelerinin dahada keskinleşip politikleşeceğinin habercisidir. Modern tarih boyunca üniversite gençliği, bilgiyle daha fazla haşır neşir olduğu için, topumun en diri ve erken uyanan kesimi olmaya devam etmektedir. Kapitalizm çarpıkta olsa “üçüncü dünya” ülkelerinde toplumun çoğunluğunu acımasızca eski statülerini parçalayarak proleterleştiriyor. Milyonlarcasını da “İşsizler” adlı, proletaryanın güvencesiz, ucuz ve günü birlik yedek ordusuna dönüştürüyor.

Küçük burjuva sosyalistlerinin kafasını karıştıran yapay zeka efsanesine rağmen canlı maddi emek etkinliği yerkürenin en ücra yerlerine kadar dayanmış durumda. Küçük burjuva solculuğu, modern sınıf mücadeleleri tarihi boyunca, devrimci proletaryanın sürekli baş belası olmuştur. Bu kesim sosyo ekonomik formasyonda değişken bir ara tabakayı temsil ettiği için insan toplumlarının çoğunluğunu oluşturan en diplerdeki emek sınıflarının yaşamsal gerçeklerinden bihaberdirler.

Teknolojik paradigmaların günümüzdeki postmodern yorumları karşısında dinsel bir inanç geliştirmişçesine teslim olmuş ve gericileşmiş bir konumdadırlar artık. Çağın beyin vebasına yakalanmış bu ara tabaka sosyalistlerini bütünlüklü ussal bir bilimsel teoriyle ikna etmek mümkün olmadığı için iflah olmaz bir noktadadırlar adeta.

Devrimci örgütlenmelerdeki proleter çizginin son yıllarda güçten düşmesi, bu kararsız, eklektik ve kaypak kesimlerin oldukça yıldızını parlatmıştı. Zaten bu türden tarihsel geriye çekiliş dönemlerinde proleter devrimci çizgiler başlangıçta sürekli azınlıkta olurlar. Komünist azınlığın fikirlerini maddi bir güce dönüştüren neden, bir şans, tesadüf ya da sihirbazlık değil, bizzat maddi dünyanın devinen yasalarıdır. Böylece bu tarihsel rutin, ülkemizdeki son kitle isyanıyla bir kez daha deneyimlenmiş oldu.

Bilindiği gibi son dönemlerde devrimci harekete musallat olmuş ve önlenemeyen bir ideolojik tasfiye süreci yaşanıyordu. Neredeyse devrimci temelde kıpırdayan her şeyi söndüren bu ideolojik tasfiye sürecinin asıl nedeninin dışsal değil, bilakis içsel olduğundan emin olmamız gerekiyor. Birçok yenilgi, başarısızlık ve tasfiye süreçlerinde dış düşman arayan yaklaşımlardan bilimsel şüphe duymak devrimci proletaryanın lehine olacaktır.

Burada özellikle anlamamız gereken durum, devrimci hareketin son kitle isyanına nerdeyse devrimci barutunu tükettiği bir dönemde yakalanmış olmasıdır. Bu durumu bir kader ya da şansızlık olarak yorumlamamak gerekiyor. Tamamen bizlerin bugüne kadar izlediği ideolojik/politik çizgilerin ve tabii ki öngörülerin hasadı ile karşı karşıya olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Eğer tasfiye süreci küçük burjuva tarzla dışsallaştırılmadan içsel bir olgu gibi bilinçlerde ele alınabilinirse, devrimci durumun parametrelerinin ilerleme belirtileri gösterdiği bir toplumsal atmosferde süreci tersine çevirmek mümkündür.

Bolşevik partisi de zaten bizdekine benzer bir tasfiye sürecinden sonra, yeni sınıfsal hareketlenmelerin izini sürerek politik ve örgütsel bir güce dönüşmüştü. Biz tarihteki yoldaşlarımızdan daha elverişsiz bir koşulda bulunuyoruz. Bunun sebebi; bizim komünist kuşağın patlayan devrimci kitle isyanları karşısında yalnızca örgütsel olarak yeterince hazırlıksız olması değil, aynı zamanda zihinsel olarak da hazırlıksız olmasıdır. Son dönemlerde zorlayıcı bir demokratik mücadeleye olan inancın azaldığı bir politik atmosfer, sosyalist demokrasi mücadele örgütlerine neredeyse hâkim olmaya başlamıştı.

Burjuva yasal icazetin sınırlarının dışına doğru bir adımın atılmadan burjuva reformist seçim etkinliği gölgesinde uzun bir dönem geçirildi. Marksist bir eylem praksisinin unutulmaya yüz tuttuğu ve her şeyden önemlisi devrimin dinamiklerinin toplandığı büyük şehirlerdeki üretici emek merkezlerinde proleter iktidarın embriyonlarını ekmek yerine, yerel sosyal hizmet merkezli politikasız etkinliklerde yoğunlaşmak devrimin subjektif güçlerini ideolojik olarak geriletti.

Yanlış olan şey konjonktürel olarak öne çıkan yerel yönetim siyasetine cevap olmak değildi. Aslında bu konuda yerel ve uluslararası alanda etkili olan önemli başarılar elde edildi. Taktik siyasetin dönemin toplumsal ana akımının etkisine girmesi, başka bir ifadeyle taktiğin politik yaşamın bütününün kendisi haline gelme azmiyle stratejinin yerini almaya meyletmesi oldu. Bu duruma; taktiğin politik sapma hali diyebiliriz.

Bunun bir sapma olduğunu açığa çıkan son kitle isyanları sayesinde deneyimlemiş olduk. Proletarya partisi, kapitalizmin siyasi, ekonomik ve sosyal krizleri için pusuda yatan ve fırsat kollayan bir harekettir. Bu nedenle bütün taktik politikaları, üretim araçlarının el değiştirmesine odaklanan örgütlenme, planlama ve stratejilere hizmet etmek zorundadır. Proletaryanın çelikten partisinin düzen sınırları içerisinde taktik bir legal partisi olsa bile bu durum yine aynıdır. Taktik örgütlenmelerin stratejik örgütü kemirdiği durumlarda duruma demokratik merkeziyetçilik yoluyla hukuken el koymak sosyalist demokrasinin kendisini meşru savunma biçimlerinden birisidir.

Konumuza dönersek, anlatmak istediğimiz esas şey; kendimizi devrimci bir örgüt olarak yeniden yaratabileceğimiz toplumsal koşullara diyalektik anlamda ilişkilenmemiz gerekiyor. Devrimci sınıfların mücadelesinden öğrenmek ve onların bizi biçimlendirmesine fırsat vermek gerekiyor. Mao yoldaşın kitlelerin mücadelesinin en büyük okul olduğu yönündeki tarihsel deneyimini bir kez daha hatırlayalım. Devrimci durumun gelişmeye başladığı toplumsal ortam, biz komünistlerin kendisini yeniden yaratmasına büyük fırsatlar vermektedir.

Proletarya partisi ve onun bütün yan örgütsel bağlaşıklarının gelişim yasaları, siyaset sahnesindeki herhangi politik bir hareketi ortaya çıkaran yasalardan farklıdır. Biz bu konuyu; ontolojik karşıtlık ilişkisiyle diyalektik eklemlenme, koşullar ve hareket biçimi olarak üç alanda inceleyebiliriz. Proletarya hareketi normal zamanlardaki bir seçim partisi değildir.

Kapitalizmin krizi ya da devrimci durumun olgunlaşmaya başladığı dönemler öncesi bir azınlık örgütü gibi görünmesinin sebebi buralardan ileri gelmektedir. Devrimci durum hallerinde işçiler politikleşmeye ve hareketlenmeye başlar. Bu koşullar, o ana kadar bir azınlık partisi olan komünist partisinin, başta işçi sınıfı olmak üzere ezilen toplumsal kesimin çoğunluğu için bir yığın partisine dönüşmesinin koşullarını da oluşturur. Bunun gerçekleşmesi için ideoloji ve eylemin koşullarla bir uygunluk halinin olması gerekiyor.

Yani demek istediğimiz; devrimci toplumsal koşullar, eski dünyayı yıkarak yeni bir dünyanın olanaklılığına yol açacak olan ontolojik kaynaktan beslenen politikalarla ve onun devrimci eylem biçimiyle buluşmadıkça güçlü bir komünist partisini doğurmaz. Toplumsal koşullar ise bir dahaki sefere kendisini farklı şekillerde tekrar etmek üzere sönümlenmeye mahkumdur.

Her tarihsel konjonktürel dönemin kendisine özgü temel mücadele, araç ve yöntemleri var. Mesela; doksanlı yıllarda üniversite gençliği şehir ve kır gerilla savaşının temel kadro kaynaklarını teşkil ederken, yeni sosyo ekonomik konjonktürden salımlanan siyasal ortam nedeniyle demokratik zorlayıcı mücadelenin kitlesel bir temel gücüne dönüşmüştür. Bu tür tek düze, kendiliğinden ve sezgisel temelde kopan gençlik hareketlerinin, toplumsal çelişkilerin gerilmesiyle kristalleşerek siyasal ve örgütsel forma ulaşması mümkündür.

 Doğada da bu yasalar böyle çalışıyor. Bir maddenin daha üst seviyede belirgin bir forma ulaşması için önceden niceliğin biriktiği bir süreç yaşanıyor. Biz maddenin ve toplumsal nitel olguların tarihinin bir yerde niceliklerin toplamının bir tarihi olduğunu söyleyebiliriz. Şu andaki kitle isyanlarını nicelik biriktiren erken dönem isyanları olarak değerlendirmek mümkündür. Gittikçe öfkelenen ve politikleşen gençlik devrimci proletaryanın devasa bir kadro deposuna dönüşüyor. Gençliğin sosyolojisini çözümleyen hareketlerin kan tazelemesi için elverişli koşullar oluşuyor.

Yani siyaset ve örgütlenme sosyolojisini geliştiren devrimci hareketlerin gençleşmesi için tarihsel bir fırsat doğdu. Artık demokratik alandaki bütün taktik politikaların, üretim araçlarının el değiştirmesi yönündeki stratejik planın hizmetinde olması gereken zamanlardayız. Bu tarihsel materyalist gerçekliği daha fazla eğip bükmenin bir anlamı yok.

Çünkü kendiliğinden hareketlenen yığınlar, komünist partisinin müdahalesi olmadan, üretim araçlarının kamulaştırılması gerektiği yönündeki bir politikanın farkına varamazlar. Tarihte bunun böyle bir örneği yaşanmamıştır.

Orta çağda bir cehennem işçisi gibi çalıştırıldığı halde aç kalan, toprak sahiplerine itiraz ettiği zaman dili, kulağı ve kolu kesilen ve karısı ile kızlarının üzerinde derebeyin istismar hakkı bulunan bazı yoksul köylüler sezgisel olarak komünizm fikrine yaklaşmışlardı. Tarihsel şartlar bağımsız bir sınıf olarak proletaryayı henüz doğurmadığı için bilimsel komünizm öğretisinin doğması da mümkün olmadı.

Günümüzde insanlığın binlerce yıllık tarihinin en bilimsel öğretisi ve onun yol açtığı bir bilinç var kuşkusuz. Ama bu bilinç dışardan verilmedikçe, emekçi kitlelerin sezgisel bilinçten ileriye gitmeleri tıpkı Antik ve Orta çağ sınıf mücadelelerinde olduğu gibi mümkün olmayacaktır.

Günümüzdeki bütün bilimsel ve teknik gelişmelere rağmen kitle sosyolojisinin bu gerçekliği devam etmektedir. Bizim bu belirlememiz, bizlerin içinde olduğu örgütler olmazsa uyanış hiç olmayacak anlamında yorumlanmamalıdır. Bu tutum tarihin küçük burjuva tarz yorumundan beslenmektedir. Biz komünistler için örgüt kutsal değildir ve devrimci amaçlara hizmet etmeyen örgütlenmeler dönüştürülebilinir. Belirleyici olan ideolojik çizgidir ve sonra bu çizginin hizmetinde olan örgüt tarzıdır.

Toplumsal hareketler çelişki yasası gereği kendi öncülerini gecikmelide olsa oluştururlar. Yani toplumsal gelişmelerin gerisinde kalarak toparlanamayan, yani edilgen kalan devrimci bir örgütü, çelişki yasası tarafından gereksizleştirilebilir. Doğada da süreçler böyle çalışıyor.

Mesela evrim süreci için gerekli koşullar belirdikten sonra güneşin altında bir tek organik zerrede beliren sıçramayı önleyecek bir karşı yasa bulunmuyor. Bu topraklarda berrak bir komünizm fikride aynen buna benzer bir şekilde doğdu. Elli yıllık revizyonist ve reformist bir siyaset tarihi, güneşin altında Kaypakkaya özgülünde bir bilinçte yaşanan sıçramayla paramparça oldu.

Onu tarih sahnesine çıkmadan telaşla yok etmek isteyen özel mülk koruyucusu ejderhalar, çelişki yasasının ebelik yaptığı epistomolojik bir doğumu hiçbir gücün engelleyemeyeceğini hesaplayamadılar. Devrimci proletaryanın öncüsünden salımlanan bu ideoloji bilgisi, onun yokluğunda ete kemiğe bürünmekte gecikmedi…

Devam edecek…

 

https://gazetepatika23.com/gunesin-altinda-kipirdayan-bir-seyler-var-nasil-yapmali-3-165484.html

https://gazetepatika23.com/gunesin-altinda-kipirdayan-bir-seyler-var-nasil-yapmali-2-164991.html

https://gazetepatika23.com/gunesin-altinda-kipirdayan-bir-seyler-var-nasil-yapmali-1-164836.html

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)