Halil Gündoğan----16.10.2023
Onu maalesef ki çok erken denilebilecek bir yaşta, henüz 68’indeyken, 11.10.2023 tarhinde yitirdik. Bu ani ve erken ölümü tüm sevenlerini, yoldaşları ve dostlarını derinden sarstı ve acılara boğdu.
Ak ciğer kanserine yakalanmıştı. Hastalık, özelliklede ikinci kez nüksettikten sonra çok hızlı ve sinsi bir şekilde gelişti.
Öyle ki
doktorların her şeyin normal göründüğünü söylediklerinin kısa bir süre
sonrasında yapılan muayende, kanserin kafaya sıçradığı ve de yayıldığı tespit
edildi. Artık tıbben yapılabilecek bir şey de yokmuş.
Onun bu özelliğinin bir tarihi kesitini, “Dersim Dağlarında” isimli kitabımda, bir miktar da olsa, kayıt altına almıştım. Şimdi, onun anısına, o bölümleri sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Zeynel olarak benim komutam altındaki gerilla gücümüz ise Ovacık, Munzur yaylaları ve Kemah’ın bir kısım köylerini de kapsayan ve keza Mercan Dağı eteklerinde bulunan Erzincan köylerinde yoğunlaştık.
Bu faaliyeti yürütüyorken; Hürmek’e verilmiş bir randevu ulaştırıldı. Mecburen döndük Hürmek’e. Meğerse randevu Tufan yoldaştanmış… Kemah’ın Gamarik köyünde oturan ve ama aslen Ovacık Ortinikli olan, eski mahpushane arkadaşımız Turan Talay’ı da kılavuz olarak almış yanına. Şahverdi’ye uğrayıp, kardeşim Ali’yi de önlerine katıp Hürmek’e gelmişler.
Tufan ile birlikte üç arkadaş daha vardı. Firar çalışmalarımızda çokça emeği geçen Cemal, keza dışarıda bizikarşılayanlardan sevgili Çako İsmail ve 1992 yılında, İstanbul Maltepe’de vuruşarak yıldızlaşan Partizanlardan Hasan Demir yoldaş da vardı.
Turan, köye yerleştiğini ve arıcılık yaptığını söyledi.
“Arıları arazide bırakıp geldiğimden; bir an önce dönmem gerekiyor” dedi.
Kendisiyle bağlantı kanalları ayarlayıp, yolculadık.”
*****
Turan Talay’dan, taraftarımız olduğu ön bilgisini aldığım
gençten bir arkadaşa uğradık. O esnada yaylada olması işimizi kolaylaştırdı.
Turan’a bir not iletmesini rica ettik. İkiletmeden kabul etmesine sevindik.
Turan’a; iki gün sonrasına (olmazsa beşinci güne) randevu verdik. Şansımız yaver gitti, ilk randevuya gelip yetişti.
Turan ile onların ve civar köylerin insanlarının ve arazisinin genel durumu ve keza devletin o yöredeki resmi ve gayri-resmi varlığı ve hareket tarzı hakkında konuştuk. O yöreye inip faaliyet yürüteceğimizi söyledik. Kendisinin ve diğer köylerdeki taraftarlarımızın ve örgütlü sempatizanlarımızın ne tür imkânlar sunabileceğini sorduk.
“Siz yeter ki gelin, biz her türlü imkânı sunarız size”
dedi. Sevinçli ve coşkuluydu. Turan’ın bu hali bizi de sevindirdi. Yol yolak
hakkında bize teferruatlı bilgiler verdi. İlk önce kendisine uğramamızı, yöreyi
kendisi rehberliğinde tanımamızı istedi. Canımıza minnetti, hemen kabul ettik.
Arılarının ve çadırının yerini tarif etti. Hangi yoldan gelirsek, nasıl
bulacağımızı inceden inceye anlattı. Öyle bir anlatışı vardı ki insanda adeta;
“gözü kapalı bile gider o çadırı bulurum” duygusu uyandırıyordu.
Turan bu arada boş durmayıp; Coşkun ve Erzincan merkezde
oturan amcamoğlu Resul ile de bağlantıya geçmişmiş. Resul’un şehir merkezinde
olmasından hareketle; erzak-malzeme ve insan aktarımını nasıl organize
edebilecekleri üzerine görüş alış-verişinde bulunmuş-larmış.
“Sizinle görüşmemiz iyi oldu. Neleri nasıl yapmamız
gerektiğini daha iyi ayarlayabiliriz” dedi… Memnuniyetle görüyordum ki Turan bu
işe tüm benliğiyle dâhil olmaya karar vermişti. Bu çok güzeldi ve bize büyük
kolaylıklar sağlayacaktı.
Turan’a öncelikle, hem kendi bulunduğu hattaki arazide ve
hem de Ergan hattındaki arazide, sadece kendisinin ve Resul’ün bileceği küçük
çaplı iki ara istasyon depoları hazırlamalarını söyledim.
“Gelen malzemeyi, hangi hat daha kolayınıza gelirse, götürüp
o hattaki depoya yerleştirip, sağlama alırsınız. Daha sonra bu depoların
yerlerini bizden bir-iki arkadaş da gösterirsiniz ve böylece malzeme aktarımı
daha bir kolaya binmiş olur. Bu, hem malzemeyi riske sokmaz ve hem de günlerce
randevu peşine koşma durumunu ortadan kaldırır. ‘Şu şu malzeme falanca hatta’
diye bilgi ulaştırmanız yeterli olacak” dedim.
Turan’ın aklına yatmış olmalı ki hemen pratik çözümler
önerdi:
“Büyük malzemeleri de alabilecek büyüklükte su geçirmez ve
kolay kolay kırılmaz bidonlar var. Onları gömeriz toprağa. Böylece öyle ahım
şahım depolar kazmaya da gerek kalmaz. Sonra olmazsa şu fiberglas
sutanklarından alıp gömeriz. Malzemeler onların içinde zarar görmeden yıllarca
kalabilir. Hele bir de gresledikmiydi, hiçbir şeycik olmaz, gider öylece
sapasağlam kalırlar” dedi.
Son derece pratik ve işe yarar önerilerdi. “Tamam, işt işte aynen de bu dediklerinden yaparsınız” deyip onayladım kendisini ve böylece bir sorunumuzu da elbirliğiyle hal yoluna sokmuş olduk.
Randevulaşıp Turan’ı yolculadık. Bu kez biz ona gidecek ve “organik” diyerek de o çok övdüğü bal’ının tadına bakacaktık.”
“Gündüzümüzü, Kemah ve Erzincan merkez hattına bakan bir kayalıkta geçirdik. Rakımımız herhaldeki 2500 ile 3000 metre arası bir şeydi. Yani koca bir dağın zirvesindeydik ve ama yine de küçük bir kayalık siperliğindeydik; başka da örtüleyecek uygun bir yer yoktu.
Arazi ve diğer koşullar da elverişli olduğundan, silah ve çantalarımızı şallarımızla örterek, akşam karanlığını beklemeden ikişerli-üçerli gruplar halinde erkenden yola koyulduk.
Uzunca bir yolculuğun ardından, dağı nihayet geride bırakıp, aşağılara inebildik. Dağ yamacından ilerleyen yola girip, verilen tarif üzerine ikinci belirgin nokta olan Çamlık’a ulaştık. Turan bize: “Çamlık’a sapan tali yollar var. Bunlar sizi yanıltabilir. Bu yüzden en işlek yoldan sakın ayrılmayın, yol sizi bir sırtın ucuna getirecek. Orda durun ve sağ tarafa dönün yönünüzü. İlerde, dağın eteklerine doğru açılan vadiyi hemen göreceksiniz zaten.
Orası Meyvanlı vadisinin girişidir. Hemen boğazındaki köy de Meyvanlı’dır. Dur- duğunuz sırt ile vadi girişi arasındaki arazide, hemen sırtın biraz ön açıklarında, dağa yakın bir düzlükte bir beyaz dik çadır göreceksiniz. İşte o çadır benim çadırım. Hâlihazırda tek, ama galiba hep tek kalır, oraya başka kimse gelmez. Günün her saati orda olmuyorum. Bu yüzden uzaktan iyice denetleyip öyle gelin. Ben olmasam da siz orda kalıp dinlenebilirsiniz. Erzak falan bulunur, karnınızı doyurmanıza yeter, sıkıntı çekmezsiniz. Ben genelde gece yarısı sonrası, aha çok da sabaha karşı uğrarım” demişti.
Kovanlarını bir fukara korkuluğa emanet etmişti. Güya onları
ayıdan işte bu korkuluk koruyacaktı. Bizi kale almamış olmalı ki umurunda bile
olmadık korkuluğun. Demek ki o sadece ayılara karşı programlanmıştı.
Kendi evimizdeymişiz gibi rahattık. Çay yapıp karnımızı
doyurduk. Balı, övdüğü kadar varmış, gerçekten de kaliteliydi… Turan yoldaşımız
o rakıyı tabii ki bizim için ayırmamıştır; ama biz öyle varsayıp, onu da bir
güzel hallediverdik. Fena da olmadı. Alışık olmadığımızdan olsa gerek ki az
biraz da çakırkeyf olduk.
Gece boyu Turan’ı boşuna bekledik, gelmedi veya gelemedi…
Gecenin tek istenmeyen konuğu, bize ve korkuluğa rağmen kovanlara yanaşma
cüreti gösterebilen kocaman bir ayıydı. Nöbette hangi yoldaş vardı net olarak
anımsamıyorum, muhtemelen Hasret yoldaştı:
“Yoldaş, Zeynel yoldaş, kalk kalk kocaman bir ayı geldi.”
Diyerek bilgilendirdi beni.
Belliydi ki hayli ürkmüştü. “Tamam, sakin ol” deyip, onu da
yanıma alarak dışarı çıktım. Aşırıya kaçmamaya da özen göstererek, sağa sola
vurup gürültü çıkarttık. Hayvancağız bu şamatamızı pek de kaale almadan,
sakince sıvışıp gitmeyi yeğledi. Şanssız gününde olmalıydı. Homurdanması
muhtemelen bunun ifadesiydi.
Sabah erkenden, suyumuzu ve bir miktarda yiyecek alarak,
karşı kayalığa çekildik. Birkaç saat sonra Turan göründü. Çadıra girip, hemen
az sonra da çıktı. Gelmiş olduğumuza yorumlamış olmalı ki etrafa ve ama esasen
de dağın eteğindeki kayalıklara göz gezdirmeye başladı.
Tabii Turan tecrübeli ve tedbirli bir yoldaştı. İhtiyatlı
davranıyordu. Başka gruplar veya tim de çadırına konuk olmuş olabilirdi. Hatta
köylüler bile çadıra girip erzağı kullanmış olabilirdi. Zayıf olasılıklar da
olsa, Turan bunları hesaba katar, öyle davranırdı. Tim olasılığı tedbirli
olmasını da gerektiriyordu. Çevrede sotaya çekilip gözetleme de yapıyor
olabilirlerdi.
Turan bütün bunları hesaba katarak, Kürtçe ve dolaylı
göndermelerle kendisinin geldiğinin mesajını verdi.
O bizi göremiyordu, ama biz onun her hareketini görüyor ve
sesini de rahatlıkla alıyorduk. Kürtçe seslenerek yanıt verdik. Yerimizi tarif
ettik. Arılarıyla ve etrafla ilgilenip biraz oyalandıktan sonra, çıkıp yanımıza
geldi. Epeyce bir süre sohbet ettik. O anlattı biz dinledik, biz kısa kısa
sorduk o uzun uzun izah etti. Yöre insanını, araziyi, köyleri ve yolları
inceden inceye anlatıp bilgilendirmeye çalıştı. Hangi köylerde kimlerden
sakınmamız gerektiğini, kimlere nasıl davranmamız gerektiğini, dağa çıkış
yollarını, vadilerin özelliklerini, Dere Şoran ve Meyvanlı gabanının
güzelliklerini, elverişli koşullarını, geçip geldiğimiz Çamlık’ın ince
detaylarını, adeta resmedercesine, nakış nakış işleyiverdi. Konuşmayı da,
sohbeti de seviyor ve iyi de beceriyordu. Lafı bol bir yoldaştı ve herhangi bir
konuda saatlerce konuşabilirdi. Laf lafı açtı ve öğlene kadar sohbet ettik.
Akşama çadırda buluşmak üzere onu yolculadık ve biz de uyumak üzere kaya
gölgeliklerine çekildik.
Akşam karanlığı bastırınca Turan ile buluşup, köyü Gamarik’e
doğru yola koyulduk. Yol boyu Gamarik’i ve Gamariklileri anlattı. Daha önceden
de yoldaşlar gelip giderlermiş. Köylüleri arasında ihbarcı yokmuş, ama ağzı pek
gevşek bazı tipler varmış.
Sarhoş olduklarında ağızlarının kontrolünü kaçırabilirler ve
her şeyi olur olmaz yerlerde konuşabilirlermiş. İşte onlardan uzak durmalı ve
es kaza karşılaşıldığında da ciddi gözdağı vermeliymişiz. Onlar ancak böyle
zaptedilebilirlermiş vs. vs. Sohbet bu minvalde devam ederken; yol bitmiş,
evlerine ulaşmıştık.
Köyün araba yolu üzerinde ve köye aşağıdan girişindeki ilk
evlerdendi. İki katlı tipik bir köy eviydi. Arka kısmındaki tarla ve bahçe,
hemen az ilerideki derince dere yatağıyla buluşuyordu bu arazi.
Kapıyı yaşlı bir kadın açtı, zayıf, zarif ve güzelce
biriydi. “Annem” dedi Turan. Ana oğlunu ve bizi içeri davet etti. Turan önceden
bahsetmiş olmalı ki bizi bekliyormuş gibi bir havası vardı…
Evet, meğerse Turan bizden bahsetmişmiş. Onun için, bizim
ayrıca özel bir önemimiz varmış. Dersim’den geliyor olmamız önemliymiş.
Kadıncağız bizimle Dersim havasını soluyup özlem gideriyor
gibiydi… Bahsetmiştim, aslen Ovacıklıydılar. Yıllarca önce göçüp Gamarak’e
gelmişler…
Bu yaşlı Dersim kadını herbirimizi sıkı sıkı kucaklayıp öptü
ve bir bir sıraladı: “Sen Dersimlisin”, “Sen Dersimli değilsin” diye de
tahminlerde bulunuyordu. Ama asla hemşeri kayırması yapmadı, herbirimizi has
evlatlarıymışız gibi sahiplendi.
Sonraki süreçte çokça yardımı ve büyük desteklerini
alacağımız bu yaşlı Dersim kadını o gece bizi bir güzel ağırladı, bir yığın
ikramlarda bulundu. Herhalde ki yerimiz, onun en değerli misafirleri
arasındaydı.
Gece geç saatlerde, meşhur değirmenci, değirmen ustası Çıtak
amca çıkıp geldi. Bizim köyün değirmeni de dahil, o yakın yörenin herhaldeki
tüm değirmenleri Çıtak amcanın elinden çıkmıştı.
Hal hatır faslından sonra, Ovacık’ta hangi köylere
gittiğimizi, hangilerini bildiğimizi sordu. Gittiğimiz ve bildiğimizi
söylediğimiz köylerin değirmen ve değirmencilerini sordu. Tabii Şahverdi’den de
Kavrulmuş’ları sordu. Değirmen onlarındı, ayrıca da kirveymişler.
Hayli sert mizaçlı bir insandı Çıtak amca. Ama az bi
hasbihal edince, yumuşacık-sevecen bir yürek taşıdığını hemen anlayıverirdiniz.
Nedense hep de böyle olurlardı bu tip insanlar, değil mi?
Ve anlayacaktık ki, Çıtak amcamız da evde bir hayli huysuz
ve geçimsiz biriymiş. Eşine karşı kaba kuvvet uyguladığı da olurmuş. Önceleri
daha sıklıklaymış, ama Turan’ın evde olduğu dönemler bu şiddet unsuru, yok
denecek derecede azalırmış. Ama elbette küfürleri ve ağır münakaşaları sıklıkla
olurmuş… Ana Turan’dan destek alır ve bir güzel diklenir ve de kendini
ezdirmezmiş Çıtak’a. Bizim varlığımız ise ana için apayrı bir güvence oldu:
“Haydi bundan sonra da dellen bakiyim. Vallaha seni hemen
kirvelere şikâyet ederim” diyordu.
Turan bu duruma kıs kıs gülerken, Çıtak amcamız da mahcup
vaziyetlerde:
“Bakmayın siz ona, abartıyor. Her evde zaman zaman küçük
kavgalar sürtüşmeler olur” diyordu.
Ama gözdağını ciddiye aldığı da her halinden belliydi. Her
iki tarafı da dengeleyecek bir tavır koymamız gerekiyordu. Zordu elbet, ama
onların özgülünde gerekli olanı buydu…
Daha sonraları Turan’dan öğrenecektik ki, ilişkileri
nispeten daha düzelmişmiş. Ana bizim varlığımızla daha bir özgüvenliymiş. Çıtak
amcamız ise daha ölçülüymüş. Ana önceleri “Bak Turan’a söylerim” derken, artık
“bak vallahi billahi gençlere söylerim” diyormuş. Çıtak amca elbet devrimcileri
tanıyan, bilen biri, öyle boş korkular edinecek biri değil, ama haksızlıklara
ve özellikle kadına karşı şiddet uygulamalarına karşı işin şakaya gelir yanının
olmadığını da öğrenmiş olduğundan, kendisine otokontrol uygulamayı tercih
edecek kadar aklı başında biriydi.
Bu güzel insanlarımız o sonbahar, kış ve ertesi yılın
ilkbaharında bize gerçekten büyük desteklerde bulundular. Evleri ve olanakları
hep bize sunulu oldu. Hele ana adeta bağlanıvermişti.
Kışın barınakta kapalı kaldığımız o süre boyunca lokmalar
boğazından geçmez olmuşmuş. Güzel yemekler pişirdiği her seferinde:
“Ula Turan, ana
kurban sen o yoldaşların yerini biliyorsundur, al bu yemekleri götür yesinler.
Yazık, şimdi kim bilir belki de yiyecek hiçbir şeyleri kalmamıştır” diyormuş.
Turan da her seferinde:
“Deli deli konuşma ana, onlar hiç yerlerini bana söylerler
mi? Sen rahat ol, onların her bir şeyi var. Güzden torbalarla, kasa ve
tenekelerce erzak aldık. Onların yemeği de, ekmeği de kolay kolay bitmez”
diyerek, yatıştırmaya çalışıyormuş.
Anamız gerçekten çok da soğukkanlı ve cesur biriydi. Bir
keresinde, Batıdan yoldaşlarla olan bir randevudan ötürü; Nuray, ben ve sanırım
Çakır İsmail, evinde konuğu olduk. Çıtak amca nereye gitmiştiyse, evde değildi.
Turan da gelecekleri almak üzere şehir merkezinde bekliyordu.
İkinci gün gündüz diğer iki oğlu, gelinler ve torunlarından
Evrim, Nurhak, Özgür, Devrim ve isimlerini anımsayamadığım diğer kardeşler bizi
ziyarete geldiler. Gün boyu bizimle kaldıktan sonra, akşama herkes kendi evine
gitti.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, kapı önünden bazı sesler
oluştu. Ana bizim bir şey dememize ve yapmamıza fırsat bırakmadan hemen
harekete geçip, arka odaya aldı bizi:
“Siz burada durun. Bakın bu pencere arka bahçeye açılıyor.
Kötü bir şey olursa, benim konuşmalarımdan anlarsınız zaten. O zaman buradan
çıkar, kendinizi hemen o arkadaki dereye atarsınız. Ben şimdi kapıya gidiyorum,
kulağınız bende olsun” deyip kapıyı kapatıp aşağı indi. İşte böylesine fedakâr
ve cesur bir kadındı da.
O çıktıktan sonra biz arkayı kontrol ettik, ortalık sakindi.
Konuşmaları rahatlıkla duyabiliyorduk. Gelenler devrimci yapıların
gerillalarıydı, ama kimlerdi çıkaramadık. Az sonra ana gelip “rapor” unu verdi:
“Başlarında Cebo diye biri var. Üç kişiler. Ekmek almaya
gelmişler. İçeri buyur ettim. İstiyorsanız gelin görüşün, yoksa burada sessizce
oturun” dedi.
Gelenlerin DABK’çı yoldaşlar olduğu anlaşılınca,
‘siperimizden’ çıkıp, yanlarına gittik. Dediklerine göre, öylesine bir
uğramışlarmış…
İşte bu güzel yaşlı anamız bizi böylesine candan duygularla
bağrına basıyor, koruyup kolluyordu. Onu ve Çıtakamcayı sevgi ve saygıyla
anıyorum.
Turangildeki bu sıradışı bekleyişimiz nihayet üçüncü gününde
sona erdi. Turan ile amcaoğlu Resul, yanlarında Tufan, Coşkun ve ilk kez
karşılaştığımız bir genç ile birlikte çıkıp geldiler. ‘Bagaj’larında bir adet
roket atar ve iki adet kleş vardı. Tabii belirtmem gerekiyor ki silahlar ayrı
kanaldan gelmişti. Tufan’ın gelişiyle denkleşince; Turan ve Resul aynı yol ve
araçlarla, hepsini topluca alıp bize getirmişlerdi.
1991 yazı sonlarında gelen bu roketatar, daha önce de ifade
ettiğim gibi, ilk roketatarımızdı. Daha öncesinde böyle bir silahımız olmamıştı.
Hâlihazırda DABK’çılarda da yoktu. Hevallerin Dersim birliklerinde var mıydı
bilmiyorum, biz denk gelmedik. Halkımızın ilgi ve merakla incelemesinden
anlaşılıyordu ki ilk kez karşılaşıyorlardı.
Tufan’ın geliş nedeni ise, konferans hazırlıklarının tamamlanmak
üzere olduğunu bildirmek ve katılıp katılmayacağımız hususunda son bir kez
bizimle görüşmekmiş.
Ben ve Şerif’in, önceki kararımızda bir değişiklik
olmadığını yineledim:
“Keşke katılabilseydiniz. Senin açından iyi de olurdu, bu
senin için bir ilk olacaktı; bu deneyimi yaşaman iyi olurdu” dedi.
Kuşkusuz ki haklıydı, benim için önemli bir tecrübe ve
kazanım olacaktı. Ancak yine de o süreçteki öncelik tercihlerim doğrultusunda
hareket etmeyi daha isabetli buldum.”
***
“Çok da fazla gecikmeden kışlık üslenim yerimizi
belirlememiz ve hazırlıklara başlamamız iyi olacaktı. Hatta uygun yeri bulursak,
barınağı bir an önce yapıp aradan çıkarmanın daha da iyi olacağını
düşünüyordum.
Uygun arazi konusunda Turan’ın görüşlerine ihtiyacımız
vardı. Oturup bu mevzuyu enine boyuna sorguladık. Meyvan ve Dere Şoran Gaban’ı
ile birlikte bir de Çamlık’ı önerdi. Ancak ne var ki Gabanların her ikisi de
çok işlekmiş. Devrimci grupların, yaylacı ve avcıların sıkça kullandığı bu iki
vadide açık verip deşifre olma yüzdesi hayli yüksekmiş.
Çamlık’a da odun kesmeye, ayı ve domuz avına gelenler
olurmuş, ama yine de Gaban’daki kadar işlekolmazmış. Ve ayrıca iç kısımlarda
pek fazla uğrak yeri olmayacak uygun yerler bulmak mümkünmüş. Turan’ın arazi
olarak tercihi Gabanlardı. Ama deşifre olma riski fazla olduğundan :
“Bence Çamlık daha uygundur. Tercih sizin. Yapın
hesabınınızı, kararınızı verin. Ama sakın mesuliyeti bana yıkmayın” dedi.
Karar verebilmemiz için Çamlık’ı yakından görüp tanımamız
gerekiyordu. Ertesi gün Çamlık’a gitmek üzere buluşma ayarladık.
Turan bize Çamlık’ın her bir yerini gezdirdi ve teferruatlı
bilgiler verdi. Kendince olabilir dediği noktaları gösterdi…
Evet, olabilecek yerlerdi. Sonuçta, yakınında çeşmesi de
bulunan bir yamaç dere yatağı kuytuluğunu uygunbulduk. Diğer yerlerin çoğu kışın
ve yaprakların dökük olduğu süreçlerde, çevredeki yükseltiler karşısında örtüsü
pek bir zayıf kalan yerlerdi. Ama bahsettiğim kuytuluk gözden ırak olması
yönüyle avantaj sunuyor gibiydi. Yoldaşlarla oturup seçenekler üzerinde kısa
bir değerlendirme yaptık. Sonuçta ba- rınağımızı Çamlık’ta yapmaya karar
verdik.
Hazırlıklarımızı görüp hemen faaliyete koyulduk. Sıkı bir
çalışmayla, kısa sürede barınağımızı yapıp bitirdik. Bu arada Turan da boş
durmayıp, erzak işiyle uğraştı. Onun bıraktığı yerlerden erzağımızı da taşıdık
mıydı, kışlık üslenim sorunu esasen halledilmiş sayılırdı.
Büyükçe bir su tankı aldırdık. Aynı orman içinde bir başka
uygun noktada toprağa gömdük. Erzağımızın veyedek silah-cephane vb.
Şeylerimizin önemlice bir kısmını buraya yerleştirdik. Diğer erzağımızı, sıkı
bir çalışmayla, üç-dört gecede barınağa taşıdık. Bu taşıma faaliyeti sürüyorken
; Batıda olan Nuray’da çıkıp geldi. İyi de oldu. Çünkü Nuray hem komutan
yardımcımızdı ve hem de grubumuzun tecrübeli iki-üç kişisinden biriydi.
Nuray’ın gelmesiyle grubumuzun ana bileşimi de esasen netleşmiş oluyordu.
Geleceklere kapımız açıkken ; ancak, mevcut bileşim içinden, yani barınak ve
depo yerini bilenlerden, gitmek isteyenlere kapılar bahara kadar kapalı
olacaktı. Çünkü aksi takdirde, ciddi şekilde güvenlik riski oluşurdu.”
***
“Barınak ve erzak sorunumuzu böylece halletmiş ve elimizi
önemli oranda rahatlatmıştık. Şimdi artık daha rahat bir şekilde diğer normal
faaliyetlerimize yönelebilir, kalan zamanı daha rasyonel kullanabilirdik.
Hem yedek bir sığınak yeri bulabilir miyiz diye ve hem de
araziyi tanıma adına, Karasu ırmağının öte yakasındaki karşı araziyi keşfetmek
iyi olacaktı. Gerilere, Refahiye hattına ve keza Kemah’ın ardına doğruuzanan bu
arazi, karşıdan adeta “gel gel” diye el edip duruyordu. Barınağımızı kapatıp,
ince kamuflajını da yaptıktan sonra, Turan ile buluşup, Karadağ’a gitmek üzere
yola koyulduk.
Erzincan merkezin Kemah yönünden girişinde Kemah Boğazı
(Erzincan Kızılbaşlarının inanışına göre rivayet olunur ki bu boğaz önceleri
kapalıymış ve Erzincan ovası küllüm su altında, adeta büyük bir gül imiş. Melik
Şah’ı ziyaret giden Hz. Ali bu durumu görmüş ve bir Zülfükâr darbesiyle aradaki
bu dağı ikiye ayrıp, suya yol vermiş. Bugünkü Kemah Boğazı işte böyle oluşmuş.
Ve Erzincan ovası da bugünkü güzelliğine ve bereketine işte bu sayede
kavuşmuşmuş.) denilen yerde, tren yolu köprüsünü kullanarak suyun karşı
yakasına geçtik. Kemah-Erzincan karayolu, kâh sağından, kâh solundan olmak
üzere Karasu’ya paralel ve hemen kenarından geçiyordu. Kontrollü bir şekilde
bunu da geçip, yukarılara doğru ilerleyen küçük bir vadiye daldık.
Turan rehberimiz, ama aslında o da araziyi bilmiyor. Sadece
bazı köylerine birkaç kez gitmişliği varmış.Anlayacağınız, karşıdan dürbün ile
gözetlediğimiz, köy ve köylüleri hakkında ancak ki çok yüzeysel genel bir
bilgiye sahip olduğumuz ve ama esasen bilip tanımadığımız bir arazideydik.
Vadi boyu yukarılara doğru yol aldık. Sabah olduğunda,
Karadağ’ın Erzincan merkeze bakan yüzündeydik. Az yukarılardan Erzincan şehri
ve ova köylerinin büyükçe bir bölümü görüş erimine girerdi… Turan’ın
söylediğine göre burası bir nevi avlak alanıymış da. Erzincan’ın iti-miti,
polisi-askeri, bürokratları ve keza varlıklı kimi av meraklıları sıklıkla
buraya keklik, bıldırcın, tavşan ve tilki benzeri hayvanları avlamaya
gelirlermiş. Akıl edip de bu özelliğini daha önceden söylemiş olsaydı, herhalde
yedek sığınak yeri bulma fikrini kafamızdan silip öyle gelirdik. Neyse, her
halükârda bu araziyi birazcık da olsa tanımak, bilmek iyi olacaktı.
Turan’ın anlattığına göre Dere Şoran Gabanı hizasından
alarak Kemah Boğazı’na kadar uzanan bu arazideki köylerin çoğunda Kürt kökenli
insanlar yaşamaktaymış. Ancak ilginçtir ki yaşlılar hariç, yeni genç nesiller
Kürt olduklarını bilmezlermiş. Büyükçe bir kısmı da Kürt olduklarını kabul
etmezmiş: “Öz be öz Türküz” derlermiş.
Bu yöre köyleri de dâhil olmak üzere köylerin tamamına
yakını eskilerden Kemah beylerinin mülkiyetindeymiş. Sonraki yıllarda köylülere
devredilmişmiş.
Bir-iki yıl kadar önce, yörenin Kürt kökenli insanlarından ötürü, yine bu yöre Kürtlerinden bir PKK’li komutasında, küçük bir gerilla grubu gelmişmiş. Birçok köye girip çıkmışlar. Ancak ne var ki çok geçmeden ihbar edilmişler. Gamarik köyünün karşısına düşen vadideki köylerden birinin çıkışında pusuya düşürülmüşler. Çatışıp çıkmışlarsa da, ancak, iki veya üç kişilik bir kayıpları olmuş. Grup komutanı Merteklili Ali Rıza, grubu alıp Dersim’e geri dönmüş. Ve galiba bir daha da suyun bu yakasına geçen olmamış…
Öğlene kadar çalılıkların gölgesinde yatıp uyuduk. Sonra,
ortamın sakin oluşundan da hareketle, biraz daha yukarılarda bulunan kayalığa
geçtik. Takriben Karadağ’ın ortası denilebilecek bir yükseklikteydik. Bu hiza
itibariyle köyler daha altlarda kalmıştı. Hizamızda, nispeten yakın, tek bir
köy vardı. Bu da bir Kürt köyüymüş… Daha yukarılarımızda yayla yerleri de
vardıysa da, ama yaylacıları yoktu, boş yerlerdi.
Alana, önemli oranda hâkim olan bir noktadaydık. Genişçe bir
görüş açısı sunuyordu… Dün konakladığımız arazi, bugün tam karşı cephemizdeydi…
Dürbünle, barınak noktasına ince ayar çektik. İyiydi yerimiz, duman
çıkarmadıkça, buralardan fark edilmesi pek olası görünmüyordu.
Karşı dağdan Munzur Dağı’nın eteklerini, Meyvanlı ve Dere
Şoran vadilerinin girişlerini seyretmek, insanda apayrı duygular yaratıyor
gibiydi. Çok farklı ayrıntılar görüngüye giriyordu. Ordayken, yani içindeyken
arazinin bunca detayının pek de ayırdında olamamıştım doğrusu. Bu durum
tuhafıma gitti…
O gün öğleden sonra, yine uygun bir kamuflajla, arazi
keşfine çıktık. Barınılabilecek bir arazi olmadığı kesindi. Erzak depoları ve
kısa süreliğine kalınabilecek sığınaklar yapmak mümkündü elbet. Ancak avcıların
uğrak yeri olmasından ötürü oldukça riskliydi… Araziyi gezip tanımış olmayı;
“kötü günün kârı” sayıp, keşif faaliyetimize son verdik.
Bulunduğumuz vadi uygun olduğundan, karanlığın çökmesini
beklemeden erkenden yola çıktık. Vadinin bizi tam olarak nereye çıkaracağını
bilmiyorduk. Ama muhtemelen Kemah Boğazı’na daha yakın bir yere iniyordu…
Evet, tahmin ettiğimiz gibi, boğazın dibinde bir yere
gelmiştik. Eranus-Caferli köylerine giden araba yolu sapağındaydık. İyi bir
denk gelmeydi... Yolu ve köprüyü denetleyerek karşıya geçtik.
Köprünün öteki yakasında ve hemen Karasu’nun kenarında küçük
bir köy vardı. Turan ismini falan biliyormuş. Şahsen tanıdığı insanlar da
varmış. Ama hiç uğramadığı bir köymüş. Alevi ve ilerici-demokrat insanlarmış.
Hatta İstanbul’da kalan gençlerden bazıları Partimiz taraftarıymış da.
Yol üstüydüyse de ancak ta buralara kadar inebileceğimiz
normalde kimsenin pek aklına gelmeyeceğinden, aslında pekâlâ da sakin ve
güvenli sayılabilirdi. O esnada bir ihbar almadıkça, kimsenin bura- larla
ilgileneceği de yoktu. Bu yüzden de rahatlıkla bu insanlarımıza uğrayıp
tanışabilirdik.
Öncü biriminin başına Nuray’ı verip, köye giriş yaptık. Hiç,
ama hiçbir yabancılık göstermemeleri, “biz Partizanlıyız” demiş olmamızı bu
kadar sıcak bir ilgiyle karşılamaları beni de diğer yoldaşları da şaşırtmıştı
doğrusu. Öyle bir havaları vardı ki gençlerin, sanki de bekleyip durdukları çok
sevdikleri-değerli misafirleri hele şükür nihayet gelmişlerdi de onlar da bunun
sevincini yaşıyorlardı. Turan bile bu kadarını beklemiyor olmalıydı ki o da
biraz şaşkındı.
Bazen ilginç denkleşme ve tesadüfler olabiliyor işte.
Meğerse Turan’ın bahsini ettiği o taraftarlarımızdan birinin ailesine konuk
olmuşuz. Köye ilk girişte, kendimizi tanıtmak maksadıyla Nuray’ın; “Korkmayın
biz Partizanlıyız” sözü, o an itibariyle işin rengini değişivermiş.
Partizan’ı ve gerillayı biliyorlarmış, ama o güne kadar hiç
karşılaşmamışlarmış. Birden böyle sürpriz yaparcasına karşılarına çıkmış
olmamız büyük bir heyecan ve sevinç vesilesi olmuştu.
Bu öykü gerçekten güzeldi ve doğrusunu isterseniz Partizanlı
olma gururumuzu okşamış ve bizi onurlandırmıştı.
Evler zaten birbirine kapı komşu vaziyetteydi. Gelişişimiz
hemen duyuldu ve haliyle diğer aileler de bizi görmeye geldiler. Ortalık şen
şakrak olmuş, adeta düğün yerine dönmüş gibiydi.
Sohbeti, onların bize ilişkin merakları yönlendirmekteydi.
İlginç şeylerdi merak ettiklerinden bazıları. Aramızda tek kadın gerillamız
Nuray yoldaştı. Genç kızlarımız onu adeta esir almışlardı. 1,86’ lık, upuzun
dal misali boyuyla, güzelliği ve çalımıyla, kadın olarak kuşan- mış olduğu
özgüveni ve ataklığıyla, onları kendisine çeken bir mıkna- tıs gibiydi adeta.
Her biri ona sorular yöneltiyordu. Gerilla yaşamının onu zorlayıp
zorlamadığını, annesini-babasını, kardeşlerini ve evini özleyip özlemediğini,
evli olup olmadığını, kaç yıllık gerilla olduğunu, kışın nerede kaldığımızı,
temizliğimizi nasıl yaptığımızı, ne yiyip ne içtiğimizi vs. vs. daha bir yığın
soru…
Onlara kalsaydı, sabaha kadar bizi bırakmayacakları kesindi.
Ancak ne var ki gündüz kalmaya uygun bir yer değildi. Dolayısıyla da mecburen,
daha uygun bir araziye çekilmemiz gerekiyordu.
O iki-üç saat nasıl geçmişti hiç anlayamamıştık. Onlar da
biz de mest vaziyetlerdeydik… Ama kalkmamız gerekiyordu. Bu netleşince, hemen
seferber olup, bir yığın erzakla çantalarımızı tıka basa doldurdular. Bir-iki
poşet sebzeyi de ellerimize tutuşturdular. “Ne olur yine gelin” diyerek, bizi
yolculadılar.
Pür neşeye kesilmiş vaziyetlerde, Caferli köyüne doğru
tırmanışa geçtik.
Turan, Caferli’den bir önceki köy olan Eranus’a kadar bize
eşlik etti. Tanındığı için, bizimle görülmesi iyi olmazdı. Eranus’ta
uğrayacağımız kişiyi ve evini tarif etti. Caferli’deki bazı insanların ismini
verdi ve sıkı sıkı onlardan kendimizi sakınmamızı tembihledi.
Turan’ın ikaz ettiği ve kendimizi sakınmamızı istediği
kişilerden biri de, Şixo amcamın bacanağıydı… Caferli’den, eskiden beri, ihbar
yapılageldiği söyleniyordu. Şerif yoldaş da bu konuda beni ikaz etmiş ve bazı
kişilerin güvenilir olmadığını söylemişti. Tabii ihbarın kim veya kimler
tarafından yapıldığı netleştirilmiş değildi. Anılan şahsi- yetler, değişen
oranda, olası şüphelilerdi sadece.
Gündüzü mecburen Caferli arazisinde geçireceğimizden ötürü,
Turan işi sıkı tutuyordu. O köyde hiç kimseye uğramadan, doğrudan Şixo amcamın
kızının evine gitmemizi istiyordu. Amca kızım, teyzesinin oğluyla evliymiş. “O
delikanlı kesinlikle dürüst, güvenilir biridir” diyordu Turan. Ama ilginç
tarafı, o delikanlının babası da ismi geçen baş şüphelilerden biri. Turan ile
Eranus’un yakınlarında vedalaşıp ayrıldık. Tarif ettiği evi bulmamız pek zor
olmadı. (…)”
***
“(…) Köyler arası patika yollardan geçerek doğrudan Gamarik
tarafına geçtik. Gündüzü uygun bir yerde geçirdikten sonra, akşama duldalardan
geçmeye özen göstererek Turangile indik. Şansımız yaverdi, Turan evdeydi.
Meğerse “Bu aralar gelme zamanlarıdır” diyerek son bir-iki günde kendisini köye
kilitlemişmiş. Duyarlı-titiz biriydi Turan, ondan da bu beklenirdi zaten. Bir
hafta kadar önce, 3. Ordunun merkezi de olan Erzncan merkeze yakın bir beldede,
jandarma karakoluna yönelik gerçekleştirdiğimiz eylem günü ve ertesi gününü de
şehir merkezindeymiş. “Ortalık bir hayli
hareketlendi. Yorumlar gırlaydı. Söylentilerin ise bini bir paraydı… Kesimlerin
tepkileri farklı farklıydı… Solcu, Kızılbaş ve Kürtlerin gözlerinin içi
gülüyordu. Faşist ve gerici kesimler hırslarından kuduruk vaziyetteydiler. Kin
kusuyor, nefretlerini dillendiriyorlardı. Sıradan Türk-Sünni vatandaşlarda ise
daha baskın olarak korku ve kaygı belirgindi.
Eylemi kimin yaptığı bilinmiyordu. Rivayetler muhtelifti.
Kimi PKK, kimi TİKKO yapmıştır diyordu. Biz el altından ‘TİKKO yapmış’ diye laf
yayıyorduk… Roket kullanılmış olması bayağı bir ilgi uyandırmıştı. Ve bu
hususta da farklı yaklaşım ve yorumlar vardı. Roketin karakolun üzerinden
boşluğa atılmış olmasını bilinçli bir tutum olarak addedenler vardı. “Amaç
gözdağı vermekti” diyorlar ve bu sebeple de “bunu PKK değil, TİKKO yapar!”
sonucunu çıkarıyorlardı. İlginç yorumlardı doğrusu… Tabii esas konuşulan,
üzerinde en çok durulan yön, Üçüncü Ordu ve şehir merkezinin dibinde roketli
bir eylemin gerçekleştirilmiş olması cüretiydi. Kimse karakola fiilen ne tür bir
zarar verildiği ve zayiatın ne olduğuyla ilgili değildi… Devlet güçleri resmen
kudurdu. Ergan tarafına tank ve panzerlerle gittiler. Helikopterler Mercan
Dağına sefer üzerine sefer düzenledi. Saatlerce dağ bayır bombalanıp
kurşunlandı. ‘Onların leşini getireceğiz’ havasıyla yola çıktılar, ama akşama
süklüm püklüm vaziyetlerde döndüler. Tabii biz de rahat bir nefes aldık. ‘İlk
gün yakayı kaptırmadıklarına göre, demek ki yerleri sağlam’ diye yorumladık ve
sevindik. Sahi nereye gittiniz, ne yaptınız? Adamlar ilk andan itibaren sabaha
kadar dur durak bilmeden dağ hattını ateş altına aldılar. Oradan çıkmanın
imkânı yoktu. Yoksa siz kurnazlık yapıp ovadan mı çekildiniz? Onlar boş dönünce
bizim yorumlar ova üzerinde yoğunlaştı. Sahi nerden çekildiniz?”
Turan’a neyi nasıl yaptığımızı, nereden nasıl çekildiğimizi,
nerede kaldığımızı ve eylemden birkaç gün sonra Ergan’a yaptığımız ziyareti,
dağ yolculuğumuzu ve Caferli ziyaretimizi ballandıra ballandıra anlattık. Her
seferinde bir yoldaş devreye giriyor lafı alarak devam ediyordu. Eksik kalan
veya atlanan yer oldu muydu hemen bir başkası devreye girerek orasını
tamamlıyordu.
Roketin basit bir teknik hata yüzünden hedefini tutmamasına
üzüldü. Ama bunu yine de öne çıkarmaya değer bulmadı. Eylem iyi bir etki
bırakmış ve güçlü bir propaganda vesilesi olmuştu.
“Algılanışı önemliydi” diyordu. “Eylem sonrası onca güç ve
olanağa rağmen düşmanın eli boş dönmesi on roketlik etkiden daha güçlüydü.
Eylemin kitleler nezdindeki başarı kriterini aslında burası oluşturdu. Kimse
karakol zaiyatının boyutları derdinde değildi.”
Velhasıl eylemimizin dış çeperden algılanışı ve yarattığı etki
işte böylesine farklı, ilginç ve hoştu.”
***
“Bazı ufak-tefek eksikliklerimiz vardı. Onları halledip,
barınağa öyle gitmeye karar verdik. Turan sağ olsun kar ayakkabılarımızı
hazıretmişti. Bir kısmı hedikti ama olsun, onlar da iş görürlerdi. Anamız da
nazı geçen komşularının yakasına yapışıp bizim için birer çift yün ve kıl çorap
toplamış. Her fırsatta kışı nerede ve nasıl geçireceğimizi soruyor, bizim için
tasa çekiyordu. Yaptığımız açıklamalar nedense onu teskin etmiyordu. Aklına
yatmıyor olmalıydı; “Yazıda-yabanda metrelerce karın ve yerin altında nasıl
yaşanır a be evlatlarım?” diyordu.
Bir seferinde Turan’a: “Ula Turo, evin altında bir yer yap
orda kalsınlar oğlum. Hiç olmazsa günde bir öğün sıcak yemek pişiririm
kendilerine. Yerleri sıcak olur. Rahat rahat banyo yaparlar. Akşam gelir
bizimle vakit geçirirler. Olmaz mı?” demiş.
Turan da:
“İyi olur aslında, ama sen dakka rahat durmaz ikide bir
onlara bakmaya gidersin. Bu yüzden de bir gün açık verirsin. Başkaları
öğrenirse ne olur hiç düşündün mü? Hiçbir şey olmazsa, devletin kulağına
giderse seni, babamı ve beni hapse atarlar. Bunu mu istiyorsun anacağım?” demiş
ve böylece anacığımızı o fikirdenvazgeçirmiş.
Vedalaşma vakti gelip çattığında her birimizi sıkı sıkı
kucaklayıp yanaklarımızdan öptü. Nure’ye son bir umutla:
“A be kızım bari sen kal burada. Soran olursa ‘Turan
kaçırmış, gelinimdir’ derim. Kime neymiş, hesap mı vereceğiz?” dedi.
Güldük tabii. Anladı ki bu da olmayacak. Sonra bana dönerek:
“Zeynel, oğlum yeriniz çok uzak değilse yağışlı havalarda çıkın gelin. Burada
yıkanır temizlenirsiniz. Sonra yine gidersiniz. Kar izinizi örter nasılsa.
Olmaz mı?” dedi. Benim için o an onun o güzel duyarlı yüreğini hoş tutmak öne
geçmişti:
“Tamam anacağım. Sen merak etme uygun havalarda çıkar
geliriz” dedim. Bir an yüzü aydınlanır gibi oldu, galiba inanmıştı. Onu öylece ardımızda bırakıp yola koyulduk.
Sefer yapmamak için erzağımızın tamamını sırtlandık. Koca
bir çantayı da Turan sırtladı. Çamlığın altına kadar bize eşlik etti. Barınağa
gelip biraz dinlenmesini ve kahvaltı yapmasını teklif ettiysek de köylüler
henüz uykudayken dönmesinin daha doğru olacağını söyledi. Israr etmedik. Çok
acil bir durum olursa, geldiğimiz bu dere yolunu takip ederek birbirimize
ulaşabileceğimizi dillendirdik ve baharın buluşmak üzere vedalaşıp ayrıldık.”
***
“Tarihini birebir anımsamıyorum, muhtemelen kışın üçüncü
çeyreği içindeydik. Sabah bir kalktık ki nöbet değişimi olmamış. Amasyalı’nın
silahı teçhizatı yatağının üstünde öylece duruyor. Yanında da bir pusula:
“Yoldaşlar! Özür dilerim. Gitmek zorundayım. Kızımı çok
özledim, tahammülüm kalmadı. Baharın geri döneceğim” diyordu.
El bombası ile avcı bıçağı kütüklüğünde değildi, almış
olmalıydı. “Başka ne almış?” diye bakınırken, anlaşıldı kiecza dolabından bir şişe
de saf alkol almış.
Evet, işte aynen de böyle yaptı Amasyalı delikanlı! Tabii ki
çok kızdık. Nasıl kızmayacaktık ki, bu kış ortasında yapılacak şey miydi yani.
Yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmiştik, şunun şurasında ne kalmıştı ki bahara? İnsan
ne yapar eder sıkardı dişini de, “yoldaşlarım” dediği insanların hayatını riske
atmayı göze almazdı.
Notundan ve aldığı malzemeden hareketle söyleyebilirdik ki
bu delikanlı isteyerek ve bilerek bize zarar verecek biri değil. Ama ya yolda
ele geçer ve ağır işkencelere dayanamayıp konuşursa?
Bir olasılık! Ama gerçek olması halinde de işimiz bir hayli
zora binerdi… O karda kışta pek fazla alternatifimiz de yoktu. Yaz değildi ki
hemen çekip başka yere gideydik. Her şey bir sorundu kışın.
Nöbeti sabaha karşı devralmıştı. Henüz çok zaman geçmiş
değildi. Kar çoktu, öyle kolayca vurulup gidilebilecek gibi değildi. Ama bu
kitapsız hem güçlü bacaklara sahipti ve hem de dere boyunu tercih ederek
kolayca aşıp gidebilirdi… Olsun, biz yine de buna alt köylerde, olmadı şehir
yolunda, olmadı şehir merkezinde yetişebilirdik… O halde öncelikle ona
yetişmeye çalışmalıydık. Kararımız bu yönlü oldu.
İzlerini takiben inmeli, sonra da Turan’ı devreye
sokmalıydık. Bunun için Ulaş kuşanıp düştü yola. Biz de her olasılığı hesaba
katarak hazırlıklara giriştik.
İzleri, Gemarik’e uğramadan, yan taraftan vurup köy yoluna
inmiş. Bundan sonrası artık Turan’a ait olduğundan, Ulaş mecburen Turan’a
yönelmiş.
Sabahın köründe Ulaş’ı tek başına ve telaşlı gören Turan,
haliyle kaygılanmış: “Ne oldu, yoldaşlar nerde, herkes iyi mi?” diye peş peşe
sıralanan sorular yöneltmiş.
Ulaş olanı biteni olduğu gibi aktarmış. Turan bir taraftan
bize bir şey olmamış olmasının sevinci içindeymiş, öte taraftan da Amasyalıya
basmış küfrü. (Ama hem de ne küfürler; Ulaş yüzü kızararak aktarmıştı.)
Turan, kızıp köpürerek zaman yitirmenin sırası olmadığının
bilinciyle hemen harekete geçmiş. Ulaş’a: “Akşamakadar beni evde bekle. Köyden
bir arkadaşın arabasıyla Amasyalı’nın peşine gidecem” demiş ve çıkıp gitmiş.
Akşamüzeri de dönüp gelmiş. Amasyalıyı şehir merkezinde
otogara yakın bir yerde, yolda yürürken bulmuş. Alıp sota bir yere götürmüş.
Kızmış, çekiştirip hakaretler etmiş. Amasyalı hiç karşılık vermemiş. Son derece
mahcup, öylece sineye çekmiş. Turan biraz durulunca da davranışını açıklamaya
çalışmış. Notta yazdığı şeyleri tekrarlamış. Yaptığının çok yanlış bir şey
olduğunu bildiğini, ama bu saatten sonra artık yapılabilecek çok fazla bir
şeyinin olmadığını söylemiş. Yakalanması halinde kullanmayı düşündüğünü
söylediği bombayı Turan’a teslim etmiş. Yabani hayvanlara karşı yanına aldığını
söylediği bıçağı ise araba yoluna indikten sonra attığını söylemiş.
Turan kendi içinde bir durum değerlendirmesi yaptıktan
sonra, buraya kadar gelmiş birini alıp geri götürmeyi pek isabetli bulmamış:
“En iyisi mi kendi ellerimle sağ salim gitmesini sağlayayım” demiş. Götürüp
lokantada karnını doyurmuş, cebine yol parası ve biraz da harçlık koymuş. Sonra
da otobüse bindirip yolcu etmiş.
Akşamın daha erken saatleriydi ki Ulaş çıkıp geldi. Yüz
ifadesi iyimserlik sinyalleri veriyordu. Bu, her şeye rağmen iyiye işaretti.
Oturmasına bile fırsat vermeden, öyle ayaküstü, olanı biteni bir çırpıda
ağzından çekip aldık.
Turan’ın içi rahatmış. Amasyalı için: “Yanlış yaptığını
biliyor. Efendi ve her şeye rağmen dürüst bir delikanlı. Zarar gelmez” demiş.”
***
“Sanırım Mart ayını geride bırakmak üzere olduğumuz
günlerdeydik. Nöbetteki yoldaş Turan’ın geldiği bilgisini ulaştırdı.
Karşılaması ve daha geniş denetim için bir yoldaşı gönderdik. Hani nasılsa
artık bahar geldi, şunlara bir uğrayayım diyerek gerçekleştirmek istediği
öylesine bir ziyaret miydi, yoksa önemli bir bilgi mi getiriyordu? Dişimizi az
biraz sıkıp sabredebilirsek şayet, az sonra bunu öğrenebilecektik.
Turan nihayet gelip kavuştu. Biraz soluklanır soluklanmaz
anlatmaya koyuldu. Meğerse aralarında Topçu (Doğan Karadağ), Yeter (Zeyno),
Yılmaz ve Ramazan’ın da (Erhan Öztürk’ün) bulunduğu Cebo (Kâzım Ekinci)
komutasında bir DABK’çı grup gelmiş ve acilen bizimle görüşmek istiyorlarmış.
Bu mümkün değilseymiş; bir bilgiyi tez elden Partimiz yetkililerine ulaştırması
için Turan’dan kuryelik yapmasını isteyeceklermiş: “Zeynel buralardaysa onunla
görüşmemizi sağla” demişler. “Ben de kalkıp size geldim” dedi.
Bu karda kışta onca riski de göze alarak dağları aşıp ta
buralara kadar indiklerine göre, demek ki gerçekten de acil ve de önemli bir
durum söz konusuydu, görüşmemek olmazdı.
Barınaktan çıkmak için ortam henüz pek elverişli değildiyse
de mecburen bunu göze alacaktık artık. Hepi topu altı kişiydik zaten,
toparlanıp hep birlikte gidebilirdik. Çantalarımızı sırtlanıp, barınağımızın
kapısını da sıkıca kapatıp düştük Turan’ın ardına. Bakalım DABK’çı
yoldaşlarımız ne için gelmişlermiş onca yolu?
Gelişmeler üzerine Turanla laflaya laflaya köye vardık.
Anamız içeri gelmemizi bekleyememiş, yavrucuklarını kapı önünde sarmalayıverdi.
Meğer ne çok özlemişmiş… Sevinç ve mutluluğu görülmeye değerdi doğrusu.
İçeri geçtiğimizde (diğer karşılaşmalarımızdan farklı
olarak) DABK’çı yoldaşlarımız da hep birlikte ayağa kalktılar. Sevinç ve
coşkuyla her birimizi sıkıca kucakladılar, kucaklaştık. Kısa bir hoşbeşin
ardından, Cebo, özel olarak görüşmek istediklerini belirtti. Kalkıp yan odaya
geçtik.
Geliş nedenlerinin özeti; kendi örgüt iradelerince almış
oldukları birlik kararını bizim önderliğimize resmeniletmek ve acilen bir
görüşmenin yapılmasını sağlamakmış.
Birlik çağrılarımızı ısrarla geri çeviren önceki tutum ve
anlayışlarını mahkûm ettiklerini, 1972 programı temelinde iki yapının birliğini
mümkün gördüklerini ve bunun gerçekleştirilebilmesi için yapılması gerekenleri
yapmaya karar verdiklerini ifade etti. Bu kararlarını bir an önce MK’mıza
iletebilmek için buraya geldiklerini dile getirdi. Beni bulamamaları halinde
Turan’dan yardım talep edeceklermiş. “Acele”lerinin nedeni ise hiç olmazsa ilk
görüşmenin bahar faaliyetlerine başlamadan önce gerçekleşmesini sağlamakmış.”
***
“1993 yılı Mayıs ayının ilk haftası itibariyle batı
delegelerini almaya başladık. Kuryelerimizin biraz daha rahat hareket
edebilmeleri gayesiyle Göldere vadisindeki Ayvaz tarlasını sabit buluşma
noktası olarak belirledik. Maksat, gün ve saat koşuluyla sınırlanmadan gelebildikleri,
ulaşabildikleri her fırsatta gelebilsinlerdi.
Gerek gelecek delegeleri ve mola verip dinlenmesi gereken
kuryeleri ve gerekse gerillayı barındırmak amacıyla arazinin uygun bir
noktasında, biri, o koca çadırımız olmak üzere dört çadır açtık. Açmak
zorundaydık çünkü başka türlü (özellikle de geceleri) o arazide kalmanın
mümkünatı yoktu. Her taraf karla kaplıydı ve oralar hâlâ kışın hükmündeydi.
Kamp kurmamızın bir diğer gereği de o süreçte, yakın
köylerden mümkün mertebe izole olma tercihimizdi. Bir toplantı için toplanmakta
olduğumuzun bilinmesini istemiyorduk. Güvenlik açısından önemli bir ayrıntıydı
aslında.
Delegelerin aktarımı ay ortalarına doğru hızlandırıldı ve
sanırım Batı delegelerinin tamamı 18 Mayıs öncesi alanımıza ulaştırılmış
oldular. Bu zorlu görevi layıkıyla, başarıyla yerine getiren kahraman
kuryelerimiz yine Coşkun, Turan Talay, Resul Gündoğan ve Hüseyin Şimşek’ti.
(Cemal kod ismini kullanan arkadaş.) Gerçekten de son derece özverili bir
didinmeyle bu zorlu görevi yerine getirdiler. Erzincan şehir merkezinden
alınmaları, dağa sınır köylere aktarılmaları ve oradan da 8-10 saatlik dağ
yolculuğuyla bize ulaştırmaları ve bunu o kısa sürede defalarca kez
tekrarlanmaları, takdir edilir ki hiç mi hiç kolay değildi. Özcesi kuryelerimiz
takdirlik işleryapıyorlardı.”
***
“Yeni gelen taze-dingin gücün de yoğun katılımıyla, bir
gayrete gelip, Pülümür ve Erzincan (ve ama ağırlıkla Erzincan) hattından
taşıdığımız bir yığın kereste ve diğer branda naylon gibi gereçlerle
barınağımızın damını tez zamanda kapatıverdik. (1993-1994 kışı) Kışlık
erzağımızın hemen hemen tamamını Resul Gündoğan (Hikmet) ve Turan Talay’ın
(Uzun’un) sevk ve idare ettiği Erzincan faaliyetçilerimiz ve taraftar köylü
kitlemiz sayesinde kısa sürede karşılamayı başardık.
Taşınan erzak hiç de öyle az şey değildi. 50 yetişkin genç
insanın 5-6 aylık, pekçok türden ihtiyacıdır söz konusu olan… Keza yakacak
odunumuz olmadığından ekmek ve yemek pişirmek için mecburen tam 80 adet orta
boy mutfak tüpü taşıdık. Ezici çoğunluğunun sigara tiryakisi olduğu onca insanın
sigara ihtiyacı bile âlâsından iki katır yükü kadar bir şeydi.”
***
“Ali Haydar’ın (Kemal Kutan’ın) o geceki uğraşları sonuçsuz
kaldı, telefon bağlantısı sağlayamadı… Gecenin ilerleyen saatlerinde kalkıp
başka evlere gittik. Birkaç saat kadar köylülerle sohbet ettikten sonra, sabaha
karşı ayrılıp araziye çıktık. Konaklayacağımız yere vardığımızda ortalık artık
iyiden iyiye ışımıştı.
Sanırım Ali Haydar’ın telefon etme uğraşı bir hafta on gün
kadar sürdü. Ancak artık o ilk günkü gibi hep birlikteköye inmiyorduk. Nispeten
daha küçük gruplarla gidip geliyordu. Ve ama şu netti ki başta Zeynel olmak
üzere, kendilerince “mim” koydukları yoldaşları artık köye götürmüyorlardı.
Nure defalarca talepte bulunmasına rağmen, yine de götürmediler.
Öyle anlaşılıyordu ki bu bir hafta on günlük bağlantı kurma
uğraşıda sonuçsuz kalmıştı. Tedbir icabı artık bir yer değişikliği de
kaçınılmaz olmuştu… Ve işte bu gereklilikle yine bir sabah vakti, hafif puslu
bir havada, düştük karlı dağ yollarına. Tutulan istikametten anlaşılıyordu ki
bu kez de şanslarını Kemah hattında sınayacaklardı.
Zine Gediği ile Ağbaba Dağı arasından bir yerlerden Molla
Dağı’na geçtik. Oradan da Meyvanlı Gabanı’na. Gaban’ı ortalayan uygun bir yerde
kamp kurduk. Anlaşılan, sonuç alana kadar buralıydık… Artık öyle cümbür cemaat
değil, küçük küçük gruplar halinde köylere gidilecekti. Ancak özellikle ben,
gidişlerin dışında tutuldum. Eleştiri konusu yapıp gerekçesini sorduğumda;
“Özel herhangi bir nedeni yok. Sadece böylesini daha uygun buluyoruz” dediler.
İlerleyen günler içinde, benim eski ilişkilerimden konaklama
yerine getirilen milislerimiz oldu. Binbir numara çevirdiler bunlarla baş başa
kalmayayım diye. Hani derler ya; “sormuşlar adama ‘komşunu nasıl bilirisin?’
diye. ‘Kendim gibi’ demiş”. Akıllarınca hem benim bunları hizipsel amaçlarla
örgütlememi ve hem de köyde neler çevirdiklerine dair bilgi almamı
engelliyorlardı.
Meyvanlı Gabanı’nda sanırım iki hafta falan kaldık. Onlar bu
süre boyunca hemen hemen her gün köylere gidip geldiler. Tek bir dertleri
vardı: Laz Nihat ile Telefonlaşabilmek.
Sonraki süreçte Turan Talay, bu görüşmelerden birine
istemeden kulak misafiri olan bir arkadaşın kendisine aktardıklarını
aktaracaktı. Ali Haydar telefonun öbür ucundakine kelimesi kelimesine olmasa da
yaklaşık ifadelerle şu cümleleri kuruyor: “Biz hazırız. Siz tamam dediğinizde
harekete geçeriz. Tarih olarak Partinin kuruluş tarihine denk getirilmeye
çalışılmasının çok isabetli olacağı…”
Evet, Ali Haydar’ın telefon konuşmalarının ve kontak kurma
ısrarının sis perdesi, bu cümlelerle deşifre oluyordu olmasına da ancak her şey
için artık çok geç kalınmıştı.”
***
Turan Talay’ın, denilebilir ki hayatın ve mücadelenin her
kesitinde emeği ve değerli katkı ve hizmetleri olmuştur. İşte bunlar, onu
ölümsüz kılan değerlerdir de.
Yoldaşlarının, dostların ve halkının gönlünde yaşamaya devam
edeceksin sen Turan Talay. Bir kez daha sevgi ve saygıyla selamlıyorum seni
“huysuz ihtiyar.”