26 Aralık 2023 Salı

TC’nin Kuruluş İdeolojisi Kemalist Faşizm ve Günümüzdeki Varyantı!

Ülkemizde sorun ve çelişkiler çözülmediği gibi mevcut durum giderek daha çetrefilli bir döneme girmiş durumdadır. Bunun sonucu işçi sınıfı ve emekçi yığınların sömürüsü had safhaya varmıştır. Yoksullaşma en üst düzeye çıkmıştır. 

Ülkenin girdiği sarmal durumun bedeli tamamen emekçi sınıflara yüklenmiştir.

Elbette ki yoksulluk ve işsizlik her zaman var olmuştur. Sınıf çelişkileri, sömürü, baskı ve diktatörlük dönemleri her zaman yaşanmıştır. Bundan sonra da sınıf çelişkileri var olduğu müddetçe baskı mekanizması varlığını devam ettirecektir. Lakin günümüzdeki mertebeye çıkmamıştır.

 Bu, söylem düzeyinde bir propaganda değildir, sadece birkaç rakam-veri bu durumu net olarak ortaya koyuyor. Açlık sınırının 13 bin, yoksulluk sınırının ise 43 bin TL’yi aştığı mevcut koşullarda, asgari ücret ise 11 bin 400 TL’dir. Yani yoksulluk sınırının dörtte biri. Tek büyüyen açlık-yoksulluk sınırı ile asgari ücret arasındaki uçurum değildir.

Asgari ücret ve altında çalışan işçi-emekçilerin oranı da en yüksek seviyeye çıkmış durumdadır. Kayıtlı çalışanların yüzde 65’i asgari ücret alırken yüzde 21.7’si bunun da altında ücret alıyor. Kayıtlı çalışanların durumunda ise asgari ücretin yani açlık sınırının altında ücret alanların oranı yüzde 84.7’yi bulmuş durumda. Sadece bu üç veri dahi ülkemizde ezen ve sömüren sınıflarla, ezilen ve sömürülenler arasındaki çelişkilerin ve buna bağlı olarak da baskı mekanizmalarının günümüzde en keskin düzeye çıktığını söylemek için yeterlidir.

 

Diğer yandan bu duruma bağlı olarak ezilen sınıflar ile Kürt ulusu, Aleviler, emekçi kadınlar ve baskıya tabi tutulan tüm kesimler üzerindeki faşist diktatörlük daha katmerli boyutlara tırmandırılmıştır. Öyle ki, R.T.Erdoğan’ın şahsında tek kişi üzerinden lanse edilen diktatörlük günümüzde en gerici ve en saldırgan halini almış durumdadır. AKP-MHP üzerinden uygulanan faşist diktatörlük ordu, polis, yargı kurumları tarafından had safhaya tırmandırılmıştır.

 

Bu faşist diktatörlüğün kökeni elbette ki yeni değildir. Sınıfsal, ulusal, cinsel, dini vb. baskıya dayalı diktatörlüğünün tarihi, yüz yıl öncesine kadar gitmektedir. Bu diktatörlüğün, ideolojik-politik temelini Kemalist doktrin oluşturuyor.

Türkiye Cumhuriyeti devleti, Kemalist Türk-İslam Sentezi üzerine kurulmuştur. Hem tüm emekçi sınıflar hem Kürt ulusu ve Ermeniler, Rum ve Süryaniler hem de Aleviler üzerinde en bağnaz ve en şovenist diktatörlüktür. Dolayısıyla faşist Kemalizm’in karakteristik özelliği, tüm ezilen katmanları hedef almayı içerir. Bu diktatörlüğün tarihsel süreci, kendi içinde çeşitli evrelerden geçerek günümüze değin gelmiştir.

 

Ancak Kemalizm’in ideolojik doktrini daha TC kurulmadan evvel oluşmaya başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son evresinde II. Abdülhamit ve İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminde oluşan tarihsel koşullar ile ülke emperyalizme bağımlı hale geldi, feodalizm çözülme sürecine girdi, ülkeye dışarıdan komprador kapitalizm ihraç edildi ve böylece ülke sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal yapı halini aldı.

Bu tarihsel koşulların alt yapıyı soktuğu süreç; beraberinde üst yapıda ümmet toplumunun yerini giderek din ile milliyetçiliğin iç içe geçtiği, gericiliğin, baskının, saldırganlığın şovenist muhteva içeren devlet yönetimine bırakmasını beraberinde getirdi.

 Bunun sonucu Pan-İslamizm, Pan-Türkizm doktrini Osmanlı Devleti’nin sonlarında sistemin yapısına damgasını vurmuştur.

Çok uluslu ve -Müslümanlarla beraber, Hıristiyanların, Alevilerin de olduğu- çok dini-inançlı heterojen toplumun, tek ulus ve tek dine dayalı homojen topluma dönüştürülmesi hedeflendi. Devleti elinde tutan güruh diğer milletlere mensup halkların soykırımla tasfiyesini ve onların topraklarını, mal ve mülklerini gasp etmeyi, tarihsel izlerini tümden silmeyi hedef edindi. Geçen yüzyılın ilk soykırımına damgasını vuran halet-i ruhiye buydu.

Gözü dönen ve çığırından iyice çıkan devleti soykırıma iten, bu sınıfsal amaçtı. Bu soykırımın ideolojik-politik savını Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm oluşturmuştur. Hıristiyan dinine mensup halklar hedef alınmıştır. Ermeni, Rum, Asuri, Keldani soykırımı bu dürtüyle yapılmıştır.

 

Bu soykırımı yapan İttihat.T.C.’ den sonra yönetimi “Türkleştirme”, “İslamlaştırma” sloganlarıyla Kemalist devlet devraldı. Uluslararası alanda finans kapital mertebesine ulaşan emperyalizmin tüm pazarlara girmesi ve sermaye ihracının hakim hale gelmesi, geri ülkelerin yarı-sömürge halini alması ve bağımlı kılınması, artık ortaçağın monarşist yönetimlerinin yerini tarihsel olarak faşist diktatörlüklere bırakmasını beraberinde getirdi. Türkiye’de Kemalist devletin faşizme tekabül eden yapısı bu koşullarda oluşmuştur. Bunun sonucu, Türkiye’deki yönetimin faşist yapıya bürünmesinin nesnel ve öznel şartları da ortaya çıkmıştır...

Kemalizm ve Faşizm

Yukarıda belirttiğimiz gibi Osmanlı Devleti’nin çöküşe uğradığı son dönemlerde Kemalizm’in koşulları oluşmaya başladı. Bunun sonucu TC devleti, önceki devletin ardılı olarak kuruldu.

I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda İttifak Devletleri kutbunda yer alan İTC, savaştan yenilgi ile ayrılınca Osmanlı Devleti yıkıldı. Mustafa Kemal önderliğindeki İTC ardılları, bir yandan sultanlığı ortadan kaldırır ve işgal altındaki sömürgeleştirilmiş toprakları geri alırken diğer yandan önceleri karşısında yer aldıkları İtilaf Devletleri’nin güdümüne girerek Kemalist TC Devletini kurdular.

 

Böylece sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal düzenin yerine yarı-sömürge, yarı-feodal düzeni getirdiler. Dolayısıyla bir önceki devletin yapısını, sorunlarını, baskı, sömürü ve zulmünü sürdürdüler. Daha önceki yönetim, askeri kesimden oluşuyordu. Daha sonraki Kemalist devletin yönetimi de daha çok asker kökenli kesime dayanırken, sınıfsal olarak ise Türk komprador büyük burjuvaları, toprak ağaları, tefeciler, eşraf takımı ve milli karakterdeki orta burjuvaziydi. Ve en nihayetinde yönetimi devralanlar önceki kesimin bağrından çıkan bağnaz ve gaddar kesimden oluşuyordu.

 

 Rum ve Ermeni Soykırımının Tamamlanması...

Kemalist devletin başını çeken Mustafa Kemal ve diğer kurucuları tarafından Kurtuluş Savaşı’nda Kuvayi Milliye örgütlenmesi oluşturuldu. Dolayısıyla Kuvayi Milliye farklı koşullarda oluşsa da İTC’nin halefleri ve onların ruh haliyle oluşan örgütlenmedir.

I. Paylaşım Savaşı sonrası Kemalistler tarafından kurulan devlet eskiye kıyasla daha dar sınırlar içerse de devletin karakterini oluşturan esas unsur ırkçılık, ulusal baskı ve tahakkümdür. Ve bu devletin “Türkleştirme”, “İslamlaştırma”, emelleri üzerine “Ne mutlu Türk’üm Diyene”, “Bir Türk Dünyaya Bedeldir”, “Türk Öğün, Çalış, Güven” vb. şiarlarla homojen toplum oluşturma hedefi, Kemalist TC Devletinin de resmi doktrini ve pratik hattını oluşturdu.

Güneş Dil Teorisi safsatasıyla bütün dillerin Türkçeye dayandığı ve tüm insanlığın Türk kökenli olduğu şeklindeki aslı astarı olmayan şovenist tezlerle toplumu kendi bünyesinde örgütlemeyi hedef edindi. Türk ulusal yapısıyla ortak yanı olmayan ulusal ve dini yapılar hedef alındı.  Öne çıkan “Türkleştirme” ve “İslamlaştırma” emelleriydi. Ve bu emelleri daha Kurtuluş Savaşı denilen dönemde uygulamaya koymuşlardı.

 

Diğer taraftan “savaşın” gerçek muhtevası ve esas hedefleri “Kurtuluş savaşı,” “Milli Mücadele” yaftasıyla gizlendi. Yapılan sanal ve uydurma tahlillerle toplum nezdinde gerçek kamufle edildi. Yapılan katliamların, ulusal baskı ve saldırıların, sömürü ve sınıfsal baskıların üstü Türk burjuvazisi tarafından oluşturulan sanal ulus imajı ve ilkel milliyetçilikle örtülmeye çalışıldı. Oysa “Kurtuluş Savaşı’nın” gerçek muhtevası ve hedefi başkaydı. Geçmiş soykırıma rağmen hala sağ kalan Hıristiyan toplumları tümden yok etmek, izlerini dahi silmekti.

 

Bunun sonucu “Kurtuluş Savaşı” İTC’nin yaptığı soykırımdan sağ kalan Rum ve Ermenilerin tümden yok edilmesini hedeflemiştir. 1915-1916 soykırımı ve tehciri ile Ermeni, Rum, Asuri/Süryani nüfusun ezici çoğunluğu katledilmiş, yaşadıkları topraklardan sürülmüş, yarattıkları değerler gasp edilmişti. Sosyal ve kültürel izlerinin silinmesi için her şey yapılmıştı.

 

1950’lere gelindiğinde hala belli yerlerde kalan Ermeni ve Rum nüfusu vardı. Son kesim de Kemalizm döneminde Türklük ideolojisini rahatsız ediyordu. Onların mayasında da “katışıksız”, “arı”, “saf” toplum yaratma dürtüsü vardı. 6-7 Eylül 1955’te başta Rum ve Ermeniler olmak üzere Müslüman olmayan halka karşı gerçekleştirilen saldırıların arkasında, çok partili sisteme geçişin ilk denemesinde iç ve özellikle Kıbrıs meselesiyle bağlantılı olarak dış politikada yaşanan tıkanıklıkların, halk içindeki hoşnutsuzluğun, ekonomik sorunların içindeki TC devleti vardı. Bunun sonucu İTC ruh haletiyle donanan Kemalist devlet, Rum ve Ermenilerin kalan kesimlerini hedef alarak bir önceki soykırımı tamamladılar.

 

İşte “Kurtuluş Savaşı’nın” ve sonrasında kurulan TC devletinin özü buydu.

 

Resmi ideoloji Kurtuluş Savaşı’nın Mustafa Kemal’in ve arkadaşlarının 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a ayak basmasıyla başladığını belirtir. Oysa Mustafa Kemal’in gittiği Samsun ve diğer Karadeniz illeri hiçbir devlet tarafından işgal edilmemiştir.

M.Kemal’in “ayak bastığı” o bölge Ege, Marmara, Akdeniz, Güneydoğu Anadolu’yu işgal eden İngiltere, Fransa, Yunanistan, İtalya gibi devletlerin işgali altında olan bir bölge değildir. O zaman oraya niçin gidilmiştir?! Kime karşı “savaş”ılmıştır?! “Kurtuluş Savaşı kime karşı başlatılmıştır”?! Gerçekleri halktan gizlemenin telaşındaki köhne resmi ideolojinin bu sorulara bir cevabı bulunmamaktadır.

“Kurtuluş Savaşı’nı” işgalci devletin olmadığı bölgeden başlatan Kemalist tez, gerçeği gizleyen sanal bir tezgahtan başka bir şey değildir. 

 

Gerçek başkadır. Karadeniz’deki hedef, o bölgede olmayan işgalci devletler değildir. Orada hedef, asırlarca Karadeniz’de yaşayan Pontus Rumlarıdır. Nitekim Mustafa Kemal, Samsun’a onların hedef alınmasını, topraklarından zoraki tehcire zorlanmasını örgütlemek için gitmiştir. Hedef onların Karadeniz bölgesinden temizlenmesi ve arındırılmasıdır.

Bundan dolayı Karadeniz’deki Pontus Rumlarının tehcir ve soykırım ile asırlarca yaşadıkları topraklardan tasfiye edilmesi hedeflendi. Bunun sonucu o bölgede Topal Osman gibi çete reisleri üzerinden örgütlenmeye gidilir. Karadeniz’de faaliyet gösteren çeteler üzerinden mahalli milis güçleri örgütlendi. Ve Karadeniz’in diğer bölgelerine yayılan bu çeteler, Pontus Rumlarına saldırdılar. Zoraki tehcirle topraklarından zorla uzaklaştırıldılar. Ve 300 binin üzerinde Pontus Rum’u öldürüldü. Sağ kalan Pontuslular, Ege kıtasına doğru tehcir edildiler ve Yunanistan’a göçe zorlandılar.

 

Sonuçta Karadeniz bölgesi, Hıristiyan toplumdan arındırılmıştır. Kalan azınlık kesim kendi dini, ulusal, eğitim vb. kurumlarından yoksun tutularak Müslümanlaştırıldı ve Türkleştirildi. “Kurtuluş Savaşı”nın başlangıcı budur! Ve bu soykırım ve tehcir her 19 Mayıs’ta “Kurtuluş Savaşı” başlangıcı olarak kutlanır!

 

Ülkenin Rumlardan tümden arındırılmasını hedefleyen soykırım ve tehcir Trakya, Marmara, Ege bölgelerindeki Rumlara da uygulanmıştır. Özellikle 1920 sonlarında ve 1921 başlarında Kemalistlerin, İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle uzlaşmaları, onların güdümüne girmeleri soykırımın önünü iyice açmıştır. Bu uzlaşma ve anlaşma sonucu emperyalistlerin Yunanistan’a yaptığı destek durdurulur ve destek Kemalistlere verilir.

Bu destekle, emperyalistler işgal ettikleri topraklardan çekilirler ve Kemalistlere silah yardımı yaparlar. Bunun sonucu 1921-1922 tarihlerinde Sakarya, Dumlupınar, 1. ve 2. İnönü Savaşları ve İzmir işgali ile Yunan güçleri işgal ettikleri toraklardan çıkarılırlar ve bu hengâmede sivil Rumlar hedef alınırlar. Rumlar zorla topraklarından çıkarılır ve zoraki tehcire zorlanırlar. Bu tehcir esnasında bir kesim yollarda katledilir, diğer kesim Ege denizinde boğdurulur. Diğerleri de Yunanistan’a göçe zorlanırlar. Böylece soykırıma dayalı tehcirle asırlarca yaşadıkları topraklardan sürülürler. Buna da “Kurtuluş Savaşı” denir!

 

Diğer taraftan 1915 soykırımından sağ kalan Ermeniler de hedef alınmıştır.

 

Yunanistan tarafından işgal edilen Ege bölgesi dışında İngiltere, Fransa, İtalya devletleri de Türkiye’nin topraklarına girmişlerdi. I. Paylaşım Savaşı’nın galip devletleri Mondros Antlaşması sonucu Türkiye’nin bazı illerini işgal ettiler.

13 Kasım 1918 tarihinde o dönem başkent olan İstanbul, İtilaf Devletleri tarafından işgal edildi. Antep, Maraş Urfa, Adana illerine de İtilaf Devletleri adına giren İngiltere, 1919 sonuna kadar bu illerde kaldı. Bu süre içerisinde yöre halkı İngiltere ile çatışmadı.

Ayrıca 28 Mart 1919’dan 5 Temmuz 1921 tarihine kadar İtalya, Antalya iline girmiş ve askeri üs olarak kullanmıştır. Bu dönemde bu işgalci devletlere karşı çatışma olmamıştır.

 

İngiltere’nin girdiği illerden çekilmesi üzerine o bölgeye Fransa girdi. Ancak   İngiltere’ye tavır almayan yöre halkı Fransa işgaline tavır alır. Bunun sonucu Fransa ile çatışma yaşanmıştır. Bu çatışmanın nedeni bölgeye giren Fransız askerleri içinde Ermenilerin olmasıdır. Fransa, soykırımdan sağ kurtulan ve Suriye’ye tehcir edilen o yörenin Ermenilerini, işgal edilen topraklarına kavuşacakları vaadiyle ordusu içine almıştır. Yörenin eşrafı, tüccarı, toprak ağaları bundan rahatsız olmuşlardır.

Çünkü işgal ettikleri ve el koydukları topraklar, mal ve mülklerin tekrar Ermenilere verileceği olasılığından korkmuşlardır. Fransız işgaline karşı koyuşun motivasyonu da budur:

 

“‘Milli Mücadele’nin yedi düvelle savaş, anti-emperyalist bir mücadele olduğuna dair iddialar sonradan uydurulmuş safsatalardır.

 

 ‘Millî Mücadele’, Ermeni katliamı ve Anadolu’nun Rumlardan temizlenmesi sürecinde katledilip-sürgün edilenlerin varlıklarına el koyanlarla, devletsiz kalma telaşına düşen ittihatçıların (devletluların densin) ittifakına dayalı bir hareketti. Bu iki kesimin ‘ortak amacı’, el koydukları Ermeni ve Rum mallarının elden gitmesini engellemek, ne pahasına olursa olsun (manda yönetimi de dahil) devleti elde tutmaktı.

Önemli olan ‘nasıl bir devlet’ değil, mutlaka bir devlete sahip olmaktı. Bir kere ‘Millî Mücadele’ döneminde, Doğu’da emperyalist devletlerle bir çatışma yaşanmıyor; Güneyde Fransızlarla Urfa, Maraş ve Antep’te çatışma olmuştu ama bu çatışma, Fransızların bölgedeki varlığına tepkinin sonucu değil, Fransızların Ermenilere arka çıkmasına duyulan öfkenin sonucuydu...

Zira Fransızlar 1916 yılından başlayarak, Ermenilerden oluşan birlikler kurmuşlardı. Zaten bölgenin İngilizler tarafından işgal edildiği 1919 sonuna kadar hiçbir çatışmanın olmayışı da, yukarıda söylenenleri doğrular niteliktedir.”

(Fikret Başkaya, Yediyüz, s. 305)

 

Yukarıdaki alıntı “Millî Mücadele”nin imgesini ve özünü açık olarak belirtiyor. Dönemin Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, eşraf kesiminin ve az sayıdaki komprador burjuvazi ile devletin askeri bürokrat kesiminin durumu buydu. Emelleri, hedefleri soykırımla ve zorla topraklarından arındırılmış Ermenilerin ve Rumların gasp edilmiş topraklarını, mal ve mülklerini kendi mülkiyetlerinde tutmak ve bu emellere hizmet eden devlet yapısı oluşturmaktı. Bu da Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Yahudilerin ulusal ve toplumsal olarak hedef alınması, köklerinin ve izlerinin silinmesiyle mümkündü.

 

Bu hareketin bürokrat kesimi Mustafa Kemal önderliğinde asker ve bürokratlardan oluşuyordu. Ordu, onların elindeydi. Amaçları ne pahasına olursa olsun, kendi ulusal ve şovenist emellerine dayalı bir devlet oluşturmaktı.

Ama bu devletin bir ekonomik ve sosyal bir yapısı olacaktı. Bu sosyo-ekonomik yapının hakim sınıfları da vardı. Bu sınıflar Kaypakkaya yoldaşın belirttiği gibi Kemalist hareketin de başını çeken sınıflardı:

 

“Kemalist burjuvazinin İtilaf emperyalistleriyle işbirliğine, daha savaş yıllarında giriştiğine işaret ettik. Toprak ağalarıyla ittifak ise, savaşın başından itibaren mevcuttur. Savaşın başını çekenler, Şnurov’un da belirttiği gibi, birbirleriyle kopmaz bağları bulunan, ticaret burjuvazisi, toprak ağaları, tefeciler, o zaman zayıf olan sanayi burjuvazisi idi.

Bunların içindeki hakim unsur ise, ticaret burjuvazisi idi. Bu ittifak, emperyalizme bağlı olarak gelen bir kısım eski büyük ticaret burjuvazisinin ve milli azınlıkların burjuvazisinin (Ermeni, Rum burjuvazisinin) yerini aldı.” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 195)

 

Yukarıda belirtildiği gibi “Kurtuluş Savaşı’nın” muhtevası Ermenilerden, Rumlardan kalan topraklar üzerinde Türk toplumunu yerleştirmek ve Türk burjuvazisini öne çıkarmak ve hakim kılmaktı.

Bunun için 4-11 Eylül 1919 tarihinde yapılan Sivas Kongresi’nde gündemin temelinde de bu yatıyordu. Sivas Kongresi’nde bütün cemiyetler birleştirilerek Trakya ve Anadolu Müdafa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu. Türkiye’nin çeşitli illerinden tüccarlar, toprak ağaları, tefeciler, eşraf ve Türk kompradorlar, şeyhler ve çeşitli aşiretler ile askeri kesim bunun için biraraya gelmişlerdir. Onları biraraya getiren gayrimüslimlerin pazarlarına ve zenginliklerine rakipsiz sahip olmak içgüdüsüydü... Erzurum ve Sivas Kongrelerinin amacı buydu...

 

Kemalist doktrinin damgasını vurduğu “Milli Mücadele” Türkiye içindeki Ermeniler ile Sovyet Ermenistanı’nı da hedef almıştır. Bunun sonucu, 1919-1920 tarihlerinde Türkiye’nin bazı topraklarının Antant emperyalistleri tarafından işgal altında bulundurulması üzerine Sovyetler’in Türkiye’ye verdiği destek savaşın sonuna kadar devam etmemiştir.

17 Ekim Devrimi sonrası Sovyetler Birliği’ne giren ve 1918-1920 tarihlerinde kendi denetimlerinde piyon yönetimler kuran Antant emperyalistleri, o tarihlerde Türkiye’nin bazı topraklarına da girdiler. Bunun üzerine emperyalizmin işgaline karşı güdük konumda da olsa tavır alan Kemalistlere taktik-politik destek yapılmıştır.

Ancak Sovyetler’e yapılan saldırılara karşı Bolşevikler tarafından yapılan örgütlenme ve mücadele ile emperyalistler ülkeden kovuldu ve onların kurduğu piyon hükümetler devrildi. Ve sosyalizmin inşasına geçildi. Bunun üzerine Antant devletleri, Kemalistleri açıktan desteklediler. Türkiye’de işgali kaldırdılar. Ayrıca Kemalistlerin Ermenistan ve Gürcistan saldırılarını desteklediler.

 

O dönemki adıyla Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) önderliğinde Antant emperyalistlerine ve Rusya’da kurulan gerici hükümetlere karşı elde edilen başarı ve uluslararası sosyalizmin önünün açılması sonucu emperyalizm ve proleter devrimleri çağına girildi. Bu gelişmeler sonucu emperyalistler Kemalistlerle uzlaştılar.

Bunun sonucu Antep, Maraş, Urfa’da Fransa Kemalistlerle anlaştı ve bölgeden çekildi. İtalya da Haziran 1921’de Antalya’dan çekildi. Ve Yunanistan’a yapılan destek de 1921 başlarında kesildi ve Kemalistler desteklendi.

Tüm bunlara bağlı olarak İngiltere’nin başını çektiği Antant emperyalistleri Kafkasya’dan geri çekildi. Ve -Kars ve Ardahan dışında- Ermenistan’ın Gümrü, Zangezur, Gürcistan’ın Batum, Ahısta, Ahılkalık illeri İngiltere’nin desteğinde Kemalistler tarafından işgal edildi.

Tüm bu gelişmeler artık emperyalistlerle Kemalistlerin birlikte hareket etmesinin sonucudur. Bu gelişmeleri ve alınması gereken tavrı Siyasi Büro adına değerlendiren Lenin, 30 Kasım 1920’de Kafkasya temsilcisi Orjonokidze’ye şu mesajı iletti:

 

“Kemalistlerle Kars yüzünden savaşmak gereksiz ama her sorunda onlara taviz vermek asla hoş görüyle karşılanamaz. Sovyetleşen Ermenistan için Aleksandrapol (şimdiki adı Gümrü) Kemalistlerden geri alınmalıdır. Eğer Sovyetler Ermenistan’ı Rus ordularının Ermenistan’da kalmasını istemiyorsa, bu durumda onların Sovyetler iktidarı kurmalarının önünde engel olmayız.

 

Sizlerden, Karabekir’in ordularını Ermenistan’a sokacaklarını ve Türk ordusunun batı cephesinden doğuya taşınacağına dair yaptığı açıklamanın, gerçek olup olmadığı konusunda elde ettiğimiz somut verileri bize aktarmanızı rica ediyoruz. Ayrıca, Karabekir’in ordularımızı Ermenistan’a sokmaktaki amacımızı bilmediğini ve Antant devletlerinin, Batum’a kolayca bir çıkartma yapmalarına bir zemin hazırlamadığını ve bizi Antant devletleriyle bir an evvel sürtüşmeler içine çekmeyeceği yanılgısına düşmemek için, bu konuda kapsamlı ve derinlemesine bir araştırma yapılması gerektiği unutulmamalıdır.

Ve dahası her fırsatta kendilerinin de anti emperyalist olduğunu defalarca belirten iki yüzlü Kemalistlerin giderek bizlerden uzaklaşacağını, yönünü Antant devletlerine doğru çevireceğini hiçbir zaman aklınızdan çıkartmayın. (abç)

Şimdi Türkiye’de ve özellikle de Kemalist ordu içerisinde, bütün dikkatlerinizi ve ağırlığınızı Sovyetlerin propagandası üzerine yoğunlaştırın. Kemalistlerin iki yüzlü politikalarını, emperyalistlerle olan entrikalarını açığa çıkartarak mahkum edin ve bu konuda Türkiyeli komünistlere geniş kapsamlı kampanya başlatmalarını, emperyalistlerle olan entrikalarını açığa çıkartarak mahkum edin ve bu konuda Türkiyeli komünistlere geniş kapsamlı kampanya başlatmalarını, Rusya ile Türkiye halklarının Antant devletlerine karşı ortak mücadele anlayışını ön plana çıkartacak propaganda çalışmalarına her türlü maddi manevi desteği esirgemeyin.”

 (S.Dikrani Alihanyan, Orjonikidze ve Ermenistan’da Sovyet İktidarının Kuruluşu, s. 56-57)

 

Görüldüğü gibi Kemalistler İngiltere ve Fransa ile anlaştıktan sonra onların onayıyla Kazım Karabekir komutasındaki askeri birlikler, 1920 sonları ve 1921 Haziran ayına kadar Ermenilere saldırdılar. Ermenistan’ın Gümrü ilinde 60 bin Ermeni öldürüldü. Bunun üzerine Sovyet ordusunun müdahalesi sonucu Kafkasya’ya giren Türk askerleri geri çekildi.

 

Ve işgal edilen topraklar, Ermenistan Cumhuriyeti; Gürcistan toprakları da Gürcistan Cumhuriyeti içinde yer aldı. Buna rağmen işgal ettikleri bölgelerden geri çekilen Kazım Karabekir komutasındaki ordu Kars, Iğdır, Erzurum gibi Doğu illerinde Ermenilere saldırdılar. “Tüm bu dönem boyunca Gümrü, Kars, Iğdır bölgesinde öldürülen Ermeni sayısı 198 bindir.”

(Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu s. 518)

 Ayrıca yukarıda değindiğimiz Maraş, Antep, Urfa illerinde yapılan saldırılarda öldürülen Ermenilerin sayısı ise 30 bin civarındadır.

 

Görüldüğü gibi “Kurtuluş Savaşı” Rumların ve Ermenilerin yığınlar halinde öldürüldükleri, yaşadıkları topraklardan yok edildikleri, varlıklarına el konulduğu bir dönemdir. Kemalizm’in hedefi ülkeyi “Türkleştirmek” ve “İslamlaştırmak” idi. Bunun için İTC döneminde yapılan soykırım döneminde çıkarılan Emval-i Metruke Kanunu, Kurtuluş Savaşı bittiğinde de uygulamaya kondu. Bu kanuna dayanılarak, Ermeniler ve Rumlar soykırımla ve zoraki tehcirle bulundukları yerlerden arındırılmışlardır. Bunun sonucu onların bıraktığı mallar, literatürde ve uygulamada emval-i metruke (terk edilmiş mallar) olarak adlandırılmış ve devlet tarafından el konulmuştur. Ve sisteme hakim ticaret burjuvazisi, toprak ağaları, eşraf ve yeni palazlanan komprador burjuvazisinin mülkiyetine verilmiştir.

 

“Kurtuluş Savaşı” yukarıda vurgulandığı gibi Ermenileri, Rumları hedef alan, yok eden ve topraklarını gasp eden “savaş”tır.  Ayrıca TKP’nin kurucusu Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı da 29 Ocak 1921’de Karadeniz’de katledildiler. Böylece TKP, önderlikten yoksun kaldı. Sovyet Devrimi’nin uluslararası alanda yarattığı etkiden çekinildi ve ne pahasına olursa olsun savaş koşullarında TKP’nin ortadan kaldırılması hedeflendi ve de faşist emellerle kurulacak devlet önünde engel olacak partiye ağır darbe vuruldu. Soykırımı önlerine hedef koyan faşist Kemalizm, komünist partisinin ülke içinde yer almasına da tahammül edemedi.

 

Sonuç olarak; daha savaş içinde soykırımı önüne hedef koyan hareket, iktidarı ele geçirdiğinde tüm ezilenler üzerinde faşist diktatörlük uygulamıştır. Bu diktatörlük ile baskı, katliam ve sömürü en katmerli boyutlara tırmandırılmıştır!

Özel bölüm

 

 Kürtlere ve Alevilere Karşı Kemalist Diktatörlük_Bölüm2

 

Savaş sonrası Türkiye’de tüm ezilenlere karşı acımasız diktatörlük uygulandı. Kürtlerin ve Alevilerin varlığı tanınmadı. Kendi kimlikleriyle özgürce hareket etmelerine müsaade edilmedi. Zorla “Türkleştirme” diktatörlüğü onlar üzerinde de uygulandı.

 “Kurtuluş Savaşı”ndan önce Ermeniler, Rumlar, Süryaniler üzerindeki zor ve baskıya dayalı asimilasyon, savaş sonrası Kürtler ve Aleviler üzerinde tırmandırıldı. Bu baskı mekanizması, faşist Kemalist diktatörlük tarafından uygulandı.

M.Kemal’in başında bulunan yönetimin hedefi Türklüğe dayalı saf toplum yaratmaktı. Bunun için Türkler ve Müslümanlar dışında diğer toplumların ulusal varlıkları ve inançları yadsındı, varlıkları inkar edildi. Ve onlar üzerinde yukarıdan aşağıya doğru zor uygulandı. İktidarı ele geçiren Kemalist burjuvazi diğer ulusları ve inançları reddeden uluslaşmayı böyle oluşturmaya çalıştı.

 

Zoraki asimilasyona dayanan bu durum -burjuva demokratik devrimle tarih sahnesine çıkan ilerici karakter taşıyan burjuvazinin tersine- gerici, şoven ve diğer ulusların varlığını reddedenlerin diktatörlüğüne tekabül ediyordu. Eski ve köhnemiş sistemi alt ve üst yapısıyla, aşağıdan yukarıya doğru hedef alan burjuva devrimi değildi bu. Tersine eskiyle iç içe olan, statükocu, muhafazakar hareketti. Devleti elinde tutan Kemalistlerin doktrini, heterojen toplumu kendi homojen kafa yapılarına göre dizayn etmeyi amaçlıyordu. Bu durum mevcut devlet mekanizması üzerinden eski üst yapıyı ve alt yapıyı özünde muhafaza etmekti. Oynadığı bu misyon ile burjuvazinin ilerici rolünü tarihsel olarak yitirdiği dönemin gerici burjuvazisi idi Kemalistler. Bunun sonucu eskiye karşı haklı ve meşru zeminde yer alan hareketlere karşı inkarcı, ırkçı ve saldırgandı. Bu niteliğiyle uluslararası emperyalist burjuvazinin manyetik alanında yer alıyordu.

 

Kemalizm bu minval üzerine oluşmuş bir sistemdi. Çağın en gerici, en şovenist, en bağnaz doktrininin damga vurduğu faşist bir diktatörlüktü. Nitekim iktidara geldiğinde acımasız varlığını devam ettirmiştir.

 

Kemalizm’in ırkçılığı, Kürtler ve Aleviler üzerinde daha çok savaş sonrası dönemde uygulanır. Ancak daha Kurtuluş Savaşı döneminde Alevi Kürtler onların saldırısına maruz kalmışlardır. Sivas ve Erzincan yöresinde Alevi Kürtlerden oluşan Koçgiri aşireti isyan etmişti. Sivas ve Erzurum kongrelerinde alınan kararlara uymayan ve “Kurtuluş Savaşı’na” katılmayan Koçgiri aşireti, Kemalistlere karşı başkaldırır.

Onların baskı ve yaptırımlarına karşı tavır alır. Kurtuluş Savaşı’nda onlarla hareket etmezler. İsyan başlatıp ayaklanırlar. Gerçi ayaklanma öncesi M.Kemal, aşiretin reislerinden Alişan Bey ile Sivas’ta görüşme yapar ve ona milletvekilliği teklifinde bulunur.

 Ancak Alişan Bey bu teklifi reddeder. Bunun üzerine 6 Mart 1921’de başlayan ayaklanma, geniş alanlara yayılır. Sakallı Nurettin Paşa’nın emrinde, Topal Osman’ın komutasındaki Giresun Alayları bölgeye gönderilir. 1921 yılının Haziran ayında isyan bastırılır. Binlerce Alevi Kürt öldürülür, isyanın başını çekenler idam edilir.

 

Ermenilere ve Rumlara saldıran ve onları topyekûn hedef alan Kemalistlerin, savaş içinde Koçgiri aşiretine yaptıkları bu saldırı, Kürtlere ve Alevilere karşı yapılacak saldırıların başlangıcıdır. “Millî Mücadele”, “Kurtuluş Savaşı” yaftalarıyla bu saldırıların üstü örtülmüştür. Ve varlıkları reddedilen, mağdur durumdaki yöre halkı, gerici mihraklarca hedef alınmıştır. Haklı ve meşru tavırları, talepleri “Türkleştirme”, “İslamlaştırma” emelleri güden güruh tarafından saldırıya maruz kalmıştır.

 

Bu saldırıya ve katliama, Kemalistlerle önceleri “karşıt” kutupta yer alan 1. Paylaşım Savaşı’nın galip devletleri tarafından göz yumulmuştur. Çünkü Kemalistler ve İngiltere-Fransa masaya oturmuş, görüşmeye başlamış ve belli anlaşmalar yapmışlardır. M.Kemal artık onların saflarında hareket etmeye başlamıştır.

 

Oysa önceleri Kemalist hareket ile Antant devletlerinin “rakip” oldukları dönemde, 10 Ağustos 1920’de padişah kesimi ile Sevr Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma ile Kemalistler üzerinde baskı unsuru oluşturulur. Türkiye sınırları küçük gösterilir ve Kürdistan ile Ermenistan sınırları çizilir. Böylece Kemalistler üzerinde politik arenada yaptırıma gidilir.

 

 

Kemalistlere bir nevi şantaj yapılır. Ve bir süre sonra yapılan baskı ve yaptırımlar sonucu varılan anlaşmayla Sevr Anlaşması feshedilir.

Ve 24 Temmuz 1923’te İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği devletlerle Kemalistler arasında Lozan Anlaşması imzalanır.

Böylece Türkiye’nin bugünkü sınırları çizilir.

 Zaten 1. Paylaşım Savaşı’nın galip emperyalist güçleri Asya’da, Afrika’da, Balkanlar’da, Latin-Amerika’da nasıl ki pazar durumunda olan bağımlı ülkelerin sınırlarını çizdiler; önceleri Osmanlı sınırları içinde yer alan birçok ülkenin sınırlarını da -Osmanlı İmparatorluğu’nun ardılı olan- TC devletinin sınırları dışında çizerler.

 Kürdistan’ı da dört parçaya bölen bu devletlerdir.

Ve TC’ye mevcut sınırlar içinde yer verirler! Dolayısıyla “Kurtuluş Savaşı”nın, -TC’nin resmi doktrininin yansıttığının tersine- sonucu ve sınırları emperyalist devletler tarafından önceden belirlenmiştir.

 Bu sınırlar daha savaş öncesi Sykes-Picot, 16 Mayıs 1916’da Britanya İmparatorluğu ve Fransa arasında yapılan, daha sonra Rusya'nın da katıldığı Osmanlı Devleti'nin Ortadoğu'daki topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşmadır.

 Antlaşma, 1917'de Rusya'da iktidarı ele geçiren ve emperyalistlerle hareket etmeyen yeni Sovyet Hükümeti tarafından ifşa edilmiştir. 

 

Ancak burada en büyük fatura, Ermeniler ile Kürtlere çıkmıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi Ermeniler, 1. Paylaşım Savaşı döneminde ve “Milli Mücadele” içinde soykırımla yok edilirler. Diğer taraftan “Kurtuluş Savaşı” sonrasında Kürdistan, emperyalistler tarafından dört parçaya bölünür. Ve dört devletin sınırları içine dahil edilir. Yaşadıkları topraklar askeri olarak ilhak edilir, siyasi olarak ulusal varlıkları inkar edilir, dilleri yasaklanır, ulusal kimlikleri yasaklanır, ruhsal ve kültürel olarak da baskı altına alınırlar. Ve bu baskıya bağlı olarak katliam ve soykırım girişimleriyle karşı karşıya kalırlar.

 

İbrahim Kaypakkaya, Kürt ulusunun durumunu net bir şekilde görmüştür. Kürtler üzerinde Kemalist diktatörlüğün baskı ve şovenizmi nasıl katmerli boyutlara tırmandırdığını açık ve net bir şekilde belirtmiş ve mahkum etmiştir:

 

“Kemalist diktatörlük, azınlık milliyetlerin, özellikle Kürt milletinin bütün haklarını gaspetti. Onları zorla Türkleştirmeye girişti. Dillerini yasakladı. Zaman zaman başgösteren Kürt milli hareketini, bazı Kürt feodalleriyle de el ele vererek insafsızca ezdi, peşinden kitle katliamlarına girişti, kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar, binlerce insanı katletti, ‘askeri yasak bölge’ ilanlarıyla, ‘örfi idare’ zorbalıklarıyla Kürt halkı için hayatı çekilmez hale getirdi.

Sadece Dersim ayaklanmasından sonra katledilen Kürt köylülerinin sayısı 60.000’in üstündedir. Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı alçakça çiğnendi. Kemalistlerle emperyalistler, Kürt ulusunun kendi istek ve eğilimini hiçe sayarak, pazarlıkla, Kürdistan bölgesini çeşitli devletler arasında böldüler. Azınlık milliyetlere ve özellikle Kürtlere, son derece aşağılayıcı muamele yapılıyordu, onlara her türlü hakaret mubah görülüyordu.” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 205-206)

 

İbrahim yoldaşın Kürtlerin durumuna ilişkin birçok defa belirttiği bu durum, TC’nin kurulmasıyla uygulamaya konmuştur. TC devleti Kürtlerin varlığını hep inkar etmiştir. Pratik olarak da onların topraklarını hep işgal altında tutmuş, Kürt ulusu üzerinde katmerli baskı uygulamıştır.

 

Elbette ki Kürtlere mubah görülen bu baskı ve tahakküme karşı, Kürt halkı tepki ve direniş göstermiştir. Daha TC’nin kuruluşunun hemen akabinde 1925 yılının Şubat ayında Şeyh Sait Ayaklanması oldu. Dillerinin yasaklanması, kültürel olarak baskı altına alınmaları, Türklüğün dayatılması Kürtlerin tepkisine neden olmuştur. Bu baskı ve yaptırımlara karşı haklı talepleri reddedilen Kürtler, Şeyh Sait önderliğinde başta Diyarbakır ve çevre illerde başkaldırırlar. Oysa Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal tarafından Kürtler lehine söz verilmiştir. Ancak bu söz tutulmamıştır. Kısacası bu isyan, ulusal ve demokratik taleplerin yerine getirilmemesi üzerine yaşanmıştır.

 

Ancak isyan, devlet tarafından bastırıldı ve 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi. Şark Islahat Mahkemeleri kuruldu ve Şeyh Sait ve isyanın başını çeken 48 kişi idam edildi. Ayrıca hükümet tarafından çıkarılan 20 Nisan 1925 tarihli 134 sayılı karar ile Batı illerine sürgün kararı çıkarıldı. Ve bu karar uygulandı. Tüm bunlar İnönü tarafından şöyle ifade edilmiştir: “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı (unsurları)kesip atacağız. (abç)

Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf (nitelikler) her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” (Cafer Demir, Osmanlı ve Cumhuriyet Döneminde Dersim, s. 92-93) Katliamın resmi olarak böyle dile getirilmesi, Kürtlere yönelik tehdittir. Ve Kürtleri ve Alevileri hedef alacak “Türkleştirme” ve “İslamlaştırma” politikasının açıktan dile getirilmesidir... Nitekim Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılmasının ardından Kürtler ve Aleviler aleyhine kararlar alındı. Bu kararlarla Kürt ulusunun varlığı inkar ediliyor ve zor unsuruyla asimilasyonu hedefleniyordu. Bunun için başka yasalar da çıkarıldı:

 

“... 8 Eylül 1925 tarihinde bizzat cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in ve başta, başbakan sıfatıyla İsmet Paşa (İnönü) olmak üzere hükümet üyelerinin imzasıyla, ‘Şark Islahat Planı Hazırlanmasına Dair Kararname’ çıkarılıp yürürlüğe konuldu.

 

...Bu kararnameye dayanılarak kurulan komisyon, bizzat cumhurbaşkanı ve hükümetten aldığı talimat doğrultusunda hemen çalışmalara başladı ve genel olarak Kürdistan’da, özel olarak da Dersim’de mevcut devlet otoritesinin sağlamlaştırılması ve dönem dönem gün yüzüne çıkan ve bazen de önemli oranda ‘sorun’ yaratan (ulusal) muhalefetin tamamen yok edilmesi noktasında nelerin yapılacağına (hangi tür önlemlerin alınacağına ve bununla birlikte ne tür faaliyetlerin yürütüleceğine) dair ‘gizli’ bir plan hazırladı.” (Cafer Demir, age, s. 72)

 

Böylece Şark Islahat Planı üzerinden devlet tarafından Dersim ve diğer Kürt illerine uygulanan baskı ve zulüm giderek artırıldı. Daha katmerli boyutlara tırmandırıldı. TC devletinin Kürdistan üzerinde uyguladığı baskı ve zulüm katbekat artırıldı. Faşist bir devletin bu ulusal zulmü emperyalistlerin onayıyla uygulamaya konmuştur. Lozan Antlaşması’yla Kürdistan’ın faşist devletin tahakkümü altında tutulması karar altına alınmış ve o yetki TC devletine verilmiştir.

 

Elbette ki baskılara ve saldırılara karşı Kürt isyanları da yaşandı. Mustafa Kemal’in devlet başında bizzat olduğu tarihsel süreçte faşizmin ırkçılığına karşı Kürtler başkaldırdılar. İbrahim Kaypakkaya bu başkaldırıları değerlendirir. Haklı yanlarının altını çizer. Diğer taraftan bu başkaldırıların ulusal yanıyla beraber, başkaldırının olduğu döneme ve önderliğe de değinir. Kısacası o dönemin Kürt ayaklanmalarının ikili karakter taşıdığını belirtir:

 

“Türkiye’nin Lozan Antlaşmasıyla tespit edilen sınırları içinde de Kürt milli hareketi devam etmiştir. Zaman zaman ayaklanmalar olmuştur. Bunların en önemlileri 1925 Şeyh Sait İsyanı, 1928 Ağrı İsyanı, 1930 Zilan İsyanı ve 1938 Dersim İsyanıdır. Bu hareketlerin ‘milli’ karakterlerinin yanında, bir de feodal karakterleri vardır. O zamana kadar kendi bağlarına hükümran olan feodal beyler, merkezi otoritenin bu hükümranlığı tehdit etmeye başlaması üzerine, bu otoriteyle çatışmışlardır. Feodal beyleri merkezi otoriteye başkaldırmaya iten esas etken budur. Kürt burjuvazisinin ‘kendi’ iç pazarına hakim olma arzusu ile feodal beylerin kendi başlarına hükümranlık arzusu, Türk hakim sınıflarının elinde tuttuğu merkezi otoriteye karşı birleşmiştir. Köylü kitlelerinin geniş ölçüde bu hareketlere katılmalarının sebebi ise, amansız milli baskılardır.”

 (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 281)

 

Mustafa Kemal’in başında olduğu bu dönemler böylesi bir diktatörlük uygulanmıştır.  Bu diktatörlük Türk ırkçılığı güden, toplumu zor ve baskı unsuruyla yöneten, yeri geldiğinde kitlesel katliam, tehcir, soykırım yapan faşist bir diktatörlüktür. Elbette sadece bu değil, henüz zayıf olan işçi sınıfı, köylülük ve tüm halk katmanları üzerinde de Kemalizm’in faşizmi en ağır şekilde uygulanmıştır.

 

 Sömürülen ve Ezilen Sınıflara Karşı Kemalist Diktatörlük

Yukarıdaki bölümlerde Kemalist diktatörlüğün “Türkleştirme” ve “İslamlaştırma” emelleriyle yaptığı diktatörlüğe değindik. Önce daha savaş içerisinde Ermenileri, Rumları, Süryanileri/Keldanileri açıktan hedef alan Kemalist diktatörlük, Cumhuriyet ilanıyla uygulamaya koyduğu Şark Islahat Planı üzerinden Kürtleri hedef aldı. Kürtler üzerine uygulanan diktatörlük devletin resmi politik hattıydı. Irkçılığı en üst mertebeye tırmandıran Mustafa Kemal, yönetimi aynı zamanda emekçi sınıfları da hedef almıştır.

Mustafa Kemal liderliğindeki yönetim, Ermeni ve Rum burjuvazisinin pazarlarını, mal ve mülkünü ele geçiren Türk ticaret burjuvazisinin, Türk kompradorların, toprak ağalarının, daha da palazlanması için üstlendiği rolü de yerine getirmiştir. Dönemin Müslüman Türk burjuvazisinin palazlanması ve giderek hakim hale gelmesi Kemalistlerin asli görevlerinden birini oluşturmuştur. Nitekim bu durum 1923 yılının Şubat ve Mart aylarında yapılan İzmir İktisat Kongresi’nde gündeme gelmiştir:

 

 “Mustafa Kemal Paşa Kongre’yi açılış konuşmasında, Türkiye’nin arazi varlığı ve doğal kaynaklarına göre nüfusunun yetersiz olduğu, işgücü eksikliğinin, sermaye-yoğun üretim teknikleri kullanılarak giderilmesi gerektiğini vurguladı. Yerli gayri müslümlerin ticarette sahip olduğu etkinliğin azaltılması için hükümetin önlemler getireceğinden söz etmesi özellikle İstanbullu Müslüman-Türk tüccarlar arasında büyük hoşnutluğa yol açtı. (abç) (Yahya S. Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, s. 135)

 

Görüldüğü gibi Müslüman-Türk burjuvazisinin gelişmesi ve hakim olması, bizim daha önce belirttiğimiz gibi Rum ve Ermenilerin kitlesel olarak hedef alınması, yaşadıkları topraklardan koparılması ve “gayrimüslim” burjuvazinin el konulan pazarları, mal ve mülklerinin Türk-Müslüman sömürücü sınıflara dağılımı, mal edilmesi, yukarıda belirtildiği gibi Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yapılan İzmir İktisat Kongresi tarafından öne çıkan gündemlerden birini oluşturmuştur.

 

İzmir İktisat Kongresi’nin ele aldığı asli konulardan diğeri de yabancı ülkelerle kurulacak iktisadi ve mali ilişkilerdir. Burjuvazinin komprador yapısı sonucu, yabancı sermaye denilen emperyalist burjuvaziye bağımlılığın devam etmesi kararı, İzmir İktisat Kongresi’nde Mustafa Kemal’in aşağıda belirttiği gibi resmi olarak kabul edilmiştir:

 

“Zannolunmasın ki ecnebi sermayesine hasımız; hayır bizim memleketimiz vâsidir (geniştir). Çok sây (emek) ve sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeğe her zaman hazırız. Ecnebi sermayesi bizim sâyimize inzimam etsin (tamamlasın) ve bizim ile onlar için faydalı neticeler versin.” (age, s. 136)

 

Böylece emperyalist ülkelerle sömürüye dayalı ilişkiler sürdürülmüş, yarı-sömürge, yarı-feodal yapı devam etmiştir.

 

Bu vasfa sahip Kemalist diktatörlük burjuva demokratik devrimi yapmadığı için feodalizmi tasfiye etmemiş, bağımsız ve gelişmiş kapitalizmi inşa etmemiş, ulusal ve din sorununu çözmemişti.

 

Bu tarihsel koşullar Kemalist yönetimin faşist diktatörlüğünün maddi koşullarını oluşturmuştur. İbrahim yoldaş şöyle demiştir; “Türkiye’de bugün (1929) mevcut olan düzenin özü, bütün demokrasilerden uzak bir diktatoryadır. (abç) [yani faşizmdir].

 

...Bugünkü Türk hükümeti elbette bir diktatorya [faşizm olmalı] hükümetidir. Çünkü egemen olan Türk burjuvazisi, tamamen güçsüzdür ve gelişebilmek için emekçi halkı ezmek zorundadır.”

(İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 201)

Bu diktatörlük, tüm emekçi kesimlerin sömürüsünün giderek tırmandırıldığı düzenin devamı için uygulanan faşist diktatörlüktür.

 

Kemalistler iktidara gelmeden evvel emekçi kitlelere ihtiyaç duydular. Onları kendi saflarında tutarak Kurtuluş Savaşı’nı yaptılar. Emperyalistlerle anlaşıp onlarla barış paktı imzaladıktan sonra devleti kurdular. Ve başta köylüler olmak üzere tüm halk katmanlarına ihtiyaçları kalmadı. Kalmadığı gibi ezilen sınıflarla çelişkiler öne çıktı.  Bu sefer baskı aygıtı işçilere ve köylülere yöneltildi. Artık Kemalist devlet, işçi sınıfına ve köylülere karşı amansız diktatörlük uyguladı.

 Bunun sonucu, daha 1890’lı yıllarda amele (işçi) sınıfının kurduğu -önceleri gizli olan ve 1908 sonrası yasal olarak tanınan- Amele Teali, Cumhuriyetin kuruluşuyla devletin baskı ve saldırısına maruz kaldı, yağma edildi.

 

İbrahim Kaypakkaya Amele Teali’nin yağma edilmesi üzerine Profintern Yönetim Kurulu tarafından yayınlanan bildiriden yaptığı alıntılarla, Türkiye işçi hareketinin Kemalist diktatörlük tarafından nasıl hedef alındığını, nasıl saldırıya uğradığını belirtir:

“Halk Partisi hükümeti (Kemalistler), uzun zamandan beri sendika eylemini ele geçirip faşist bir örgüt haline getirmeye çalıştılar. (s. 47)

 “Türkiye, işçi hareketinin en zalim takibata uğradığı ülkelerden biridir. Profintern’in III. Kongresi (1924 yılında) özel bir kararda Türkiye işçi sınıfına yapılan bu baskıları şiddetle protesto ederek şu bildiriyi yayınlamıştı:

“Profintern’in III. Kongresi, Türk Kemalist hükümetinin Türkiye devrimci işçi örgütüne yaptığı baskıyı ve işçileri kovuşturmayı şiddetle protesto ediyor!..” (s. 59)

“Kürt isyanından sonra 1925 senesinde ‘istiklal mahkemeleri’ kurularak yine iki yıl müddetle sıkıyönetim ilan edilmişti. ‘Bu olay vesile edilerek işçi, köylü ve genellikle bütün emekçi kitleleri ağır takibata uğratıldı. Aydınlık ile Orak-Çekiç gazeteleri kapatıldı. Türk işçi liderleri, türlü işçi birlikleri ve bu gazeteleri çıkaran yayınevleri sorumluları istiklâl mahkemelerinde 10-15 sene hapis cezalarına mahkum oldular’.

“Tarihin tekerrürü! Tıpkı bunun gibi, devrimin sonunda emekçi kitlelerin sırtından iktidara gelmiş olan Jön Türkler aynı şeyi yapmışlardı vaktiyle. Fakat ne oldu? Jön Türkler eninde sonunda Alman emperyalizminin itaatkar aleti haline geldiler.”

“... İşçi hareketini ezmek için Kemalist hükümet her araca başvuruyor, her şeyi mubah görüyor. İşçi örgütlerinin ilerici üyelerini polis gece yarısından sonra, şafak vakti evinden alıp karakola götürüyor. Birkaç gün tutuklu tutuyor... Sebep? Hiç. Filan tarihte, falan günde kravatların rengi ne imiş? Kasketlerinde nasıl işaretler varmış, ne konuşmuşlar acaba?” (age, s. 59-60)

 

Kaypakkaya yoldaş, Kemalist devletin işçi sınıfına yaptığı baskılara özenle değinerek onların gerçek niteliğini ortaya koyar. İşçi sınıfının nasıl sömürüldüğünü, nasıl baskı ve tahakküm altına alındığını belirtir. Bunun sonucu greve giden işçilerin nasıl da faşist saldırılarla karşı karşıya kaldıklarını vurgular. Emperyalist güçlerin çalıştırdığı işyerlerinde artan sömürü ve baskıya karşı direnişe geçen işçilerin eylemlerinin Kemalist devletin askeri birliklerince acımasızca yaptıkları saldırılarla nasıl bastırıldığına vurgu yapar. O dönemler işçilerin grev ve direnişleri asker tarafından silahlı saldırılarla bastırılmıştır.

İşçiler öldürülmüş, yaralanmış ve işlerinden çıkartılmıştır. Kemalist diktatörlük ve emperyalist tekellerin birlikte uyguladığı zor ve baskı mekanizması bu denli acımasızca sürdürülmüştür. Karşı devrimin tüm güruhlarınca, Türkiye işçi sınıfına yapılan bu saldırılar ile sömürü ve baskı mekanizması işletilmiştir.

 

İbrahim yoldaş 1927 yılının Ağustos ayında Fransızlara ait Adana-Nusaybin demiryolunda çalışan işçilerin gittikleri grevin Kemalist devletin kolluk kuvvetlerince saldırdığına, işçilere ateş açıldığına, bunun sonucu rayların kana boyandığına, 22 işçinin “elebaşı” olarak tutuklandığına dikkat çeker.

Ve 1926 yılında Seyrüsefayin Şirketinde çalışan işçilerin de bastırıldığını, deniz askerinin grev kırıcısı olarak gönderildiğini belirtir. Verdiği bu örneklerle faşist Kemalist devletin ve emperyalist tekellerin Türkiyeli işçiler üzerinde uyguladığı diktatörlüğe ve saldırılara vurgu yapar. Ayrıca bu saldırılar sonrası işçiler işten çıkarılır, hakları tümden gasp edilir. Böylece TC devleti, yapısı gereği sınıf çelişkisinde işçiler karşısında yer alır.

 

Diğer taraftan Kemalist iktidar döneminde nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylüler üzerinde de ilkel sömürü ve baskı mekanizması acımasızca sürdürülür. İbrahim yoldaş bu durumu da görür. Yine Şnurov’dan yaptığı alıntıyla buna da vurgu yapar:

 

“...Soyulup evi barkı yıkılan birçok köylü, ırgat olmakla kalmıyor, iş aramak için şehirlere göç ediyor. Köyde köylüyü tefeci, büyük toprak sahibi, ağalar, toptancılar, tüccarlar insafsızca soyuyor. Türkiye’nin ekseri köy aileleri yoksuldur. İşletmeleri fakirdir. Ne yeterli toprağı, ne aracı, makinesi, ne de hayvanı var. Fakir köylü zenginlerden yani büyük toprak sahibi ile ağalardan toprağı icara, aracı borca alır, karşılığında mal sahibinin tarlasında hem bedava ırgatlık yapar, hem de mahsulün yarısını ya da üçte birini verir.

Araç almaya, geçinmeye parası yetmediği için köylü, parayı tefecilerden alıp fahiş faizle öder. Yoksul köylünün, ürününü pazara indirmek için atı, arabası olmadığından ister istemez ürünü yok pahasına toptancıya vermek zorundadır. Bu toptancı, çoğu defa, toprağı icara aldığı toprak sahibi, ağa veya tefecidir. Bu yüzden, köylünün ufacık işletmesine türlü borç, faiz, vergi biniyor ve er geç bunun yükü altında yıkılıyor. Fakir köylü kitleleri ya köylerde ırgat olarak çalışmaya ya da şehirlere gidip kendine iş aramaya zorlanıyor.” (age, s. 204)

 

Kemalist diktatörlük köylülerin karşısında toprak ağalarının, tefecilerin, tüccarların saflarında yer almıştır. Alınan toprak devrimi kararı laftan ibaret kalmıştır. Gerçekte köylüleri hedef alan bir diktatörlük olmuştur. Ayrıca köylülere ve işçilere uygulanan baskı ve katmerli sömürü toplumun zanaatçı ve memur kesimine de reva görülmüştür.

 Onların da tepki ve direnişleri bastırılmıştır. Ayrıca II. Paylaşım Savaşı’nda, savaşın faturası tümden işçilere, köylülere, zanaatkar ve memur kesimlerine çıkarılmış, vergiler artırılmış, yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını gidermelerine kısıtlamalar getirilmiştir. Tüm bunlara karşın düzenin egemen sınıfları, devletin askeri ve bürokrat kesimleri bunlardan muaf tutulmuştur. Günümüzde Türkiye’nin girdiği ekonomik krizin tüm faturası nasıl ki zamlarla, vergilerle, kısıtlamalarla tümden emekçi sınıflara ve halk tabakalarına çıkarılıyorsa; TC kurulduktan sonra da sistemin, devletin faturası emekçi sınıflara, halk katmanlarına çıkartılmıştır.

 

Ayrıca dönemin aydın kesimi üzerinde de diktatörlük uygulanmıştır. “Kurtuluş Savaşı”nda Mustafa Suphi ve yoldaşları öldürülmesinden sonra aydınlar üzerinde baskı ve yaptırımlar devam etmiştir. Dönemin TKP’si illegaliteye çekilmiştir.

 Buna rağmen siyasi baskı devam etmiştir. 141 ve 142. maddeler o dönemler çıkarılmış ve uygulamaya konmuştur. Dönemin aydınları ve muhalif kişiler üzerinde faşizme tekabül eden diktatörlük uygulanmıştır. Nazım Hikmet o tarihlerde tutuklanmış ve zindana konmuştur. Sabahattin Ali öldürülmüştür.

 Muhalif örgütlenme ve muhalif yayınlar yasaklanmıştır. Ayrıca daha önce belirttiğimiz Kürdistan’da baskı ve katliamalar da aynı dönemler yapılmıştır. Kısacası Kemalizm dönemi şiddetin, baskının, zulmün, katliamın ayyuka çıktığı dönemin faşizme tekabül eden diktatörlüğüdür!...

 

 

 

R.T.Erdoğan Dönemi...

 

Kemalist yönetim devlet kurumlarını muhalif kesime karşı II. Paylaşım Savaşı’na kadar kendi yönetiminde tutmuştur. Devlet kademelerine bu dönem tümden hakim olmuşlardır. 1923 tarihinde yapılan İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar, II. Paylaşım Savaşı’na kadar devam ettirildi. M.Kemal liderliğindeki tek partili dönem, onun ölümünden sonra da devam etti. 1946’da Demokrat Parti kuruldu ve çok partili döneme geçildi. Türkiye Cumhuriyeti devleti çok partili döneme, II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra yörüngesine girdiği ABD’nin isteği üzerine girdi. Bunun üzerine CHP içinde olan muhalif kesim ayrılıp DP’yi kurdular. 1950 seçimlerini kazandılar ve hükümet onlar üzerinden kuruldu. ABD tarafından bağımlı ülkelerde uygulanan İthal İkameci Model, Türkiye’de de uygulandı. Devlet mülkiyetindeki Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) devam ettirildi ama özel sektör daha geliştirildi. Kazanılan tecrübe ve değişen dünya konjonktürü komprador burjuvaziyi daha öne çıkardı. Ayrıca Türkiye NATO’ya o dönem girdi. TC ordusu devlet içinde en etkin kurumdu. Alınan kararlar ordunun inisiyatifinde toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) alınırdı, hükümet tarafından yürürlüğe konulurdu. Kısacası, II. Paylaşım Savaşı sonrası şartların zorlamasıyla devletin işleyişinde ve devlet kademelerinde oluşan değişiklikler ve çok partili sisteme geçişe rağmen ordu, Kemalist niteliğiyle devletin en etkin kurumu olmaya devam etmiştir. Tabii ki, bu etkinliğini ABD emperyalizminin sadık kurumu olarak, onun hükmü altında sürdürmüştür! 

 

Uluslararası emperyalist sistemin ithal ikameci modeli Türkiye’de uygulandığı tarihlerde, bilindiği gibi emperyalistlerin istemiyle Türkiye’de darbeler de olmuştur. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1972, 28 Şubat 1997, 12 Eylül 1980 tarihlerinde TC ordusu tarafından yapılan darbelerin arkasında ABD emperyalizmi vardı. ABD tarafından belli dönemlere ilişkin alınan politik-ekonomik kararlar yapılan bu darbeler ile yürürlüğe girmiştir! Ve bugünlere gelinmiştir.

 

Bu yazıda o darbe dönemlerine değinmeyeceğiz. Mevcut yönetimin iş başına geldiği döneme ve günümüzün mevcut durumunu ele alacağız.

 

Bilindiği gibi R.T.Erdoğan’ın partisi AKP, yönetime 2002 seçimlerinde geldi. Ancak Erdoğan siyasi yasağı olduğu için seçimlere giremedi ve milletvekili seçilemedi. Hakkındaki siyasi yasak kalktıktan sonra, 2003 ara seçimlerinde Siirt’ten milletvekili seçildi ve bürokratik işlemlerin tamamlanması ile 59. Hükümetin başbakanı oldu.

 

Erdoğan’ın başbakan olduğu dönem emperyalizmin uluslararası alanda sözde “medeniyetler çatışması” ve neoliberalizm projesi yürürlüğe konmuştur. Uluslararası bu projenin ürünü olarak Ortadoğu’da da Ilımlı İslam politikası yaşama geçirilmeye çalışılmaktadır. AKP, ABD tarafından oluşturulan bu projenin ürünü olarak kurulmuş ve bu minvalde devreye sokulmuştur. Türkiye bünyesinde AKP ile beraber Fethullah Gülen Cemaati de öne çıkarılır. Giderek beraber devlet kademelerinde etkin oldular. Devletin yasama, yürütme ve yargı organlarında aktif olarak yer aldılar. Ancak AKP’nin ve cemaatin öne çıkması orduyu rahatsız etmiştir. Bunun sonucu MGK toplantıları ve Yüksek Askeri Şura toplantılarında ordu ile aralarında sorunlar ve çelişkiler oluşur. ABD’den aldıkları destekle orduyu sıkıştırırlar. ABD emperyalizmi açısından jeo-politik süreç TC ordusu bünyesinde ve işlerliğinde değişiklikler gerektirir. Bu nedenle ordunun konjonktüre göre yeniden dizayn edilmesine giderler. Bunun sonucu Balyoz, Ergenekon davaları açılır ve orduda Kemalistlerin etkinliği azaltılır. Devamında ordunun genelkurmay başkanları, generaller ve üst rütbeli subaylar ile AKP/Cemaat kesimi arasındaki sürtüşmeler giderek su yüzüne çıkar ve kamuoyuna kadar yansır. 27 Nisan 2007 tarihinde genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt, hükümete muhtıra verir. Ama ABD’nin ve Türk hakim sınıflarının önceki muhtıralara verdikleri onay ve destek, Büyükanıt’ın muhtırasına verilmez. Öyle ki, bu muhtıranın ardından Erdoğan ile Büyükanıt arasındaki Dolmabahçe görüşmesinden sonra Büyükanıt susmuştur. Hatta görüşmeyle ilgili “Benimle mezara gidecek” demiştir. Onun yerine 28 Ağustos 2008 tarihinde genelkurmay makamına gelen Orgeneral İlker Başbuğ ile de hükümet arasında sürtüşmeler ve anlaşmazlıklar yaşandı. Emekli olduktan sonra 6 Ocak 2012 tarihinde Ergenekon davası sanığı olarak darbeye teşebbüs iddiasıyla tutuklandı ve bir müddet hapishanede yattı. Ayrıca o dönem başka subaylar da tutuklandı. Bu tutuklamalar belli aralıklarla günümüze kadar devam etmiştir. Amaç klasik Kemalist direnci kırmak ve ordu ve MGK’yı kendi saflarına çekmekti.

 

Ordunun bileşimindeki bu değişiklik Yüksek Askeri Şura’nın işlerliğinde, yürürlüğünde ve bileşiminde de kendisini göstermiştir. 15 Temmuz darbe girişimine karşı 20 Temmuz darbesiyle başbakanlığa bağlanan Yüksek Askeri Şura, 2018’deki uygulamayla Cumhurbaşkanlığına bağlı hale gelmiş, cumhurbaşkanı yardımcısı ve 6 bakanlığın yer aldığı Şura’ya askeri kesimden de Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanları katılmıştır. Böylece, ordu albaylarının generalliğe terfisi; general ve amirallerin ise bir üst rütbeye terfisi, görev süresinin uzatılması veya emekliye ayrılması görevi tümden Cumhurbaşkanlığına bağlanmıştır. Kısacası ordu bugünkü konumuyla cumhurbaşkanlığına, AKP/MHP kesimine yakın hale gelmiştir.

 

Görüldüğü gibi egemen sınıflar arasında çelişkiler ve iktidar kavgası iyice tırmanmış ve çetrefilli dönemler yaşanmıştır. MGK ve ordunun etkinliğine karşı Erdoğan ve Fethullah Gülen öne çıkarıldı. Birlikte hareket ettiler. Ancak ordunun ve MGK’nın etkinliği azaltıldıktan sonra birlikte hareket eden Erdoğan ile Fethullah Gülen bu sefer birbirine düştü. Nitekim 17-25 Aralık 2013’te Fethullah Gülen’in güdümündeki savcılar tarafından hazırlanan iddianameyle Erdoğan’a yakın bakanlar, bürokratlar hakkında soruşturma açılması istenmiştir. Öne sürülen iddianame yolsuzluk, rüşvet, ihaleye fesat karıştırma, kaçakçılık, mafya ilişkileri, görevi kötüye kullanma gibi suçlamalar içermekteydi. Erdoğan ve ailesi hakkında da ciddi itham ve iddialar ortaya çıkarılmıştır. Bunun üzerine Erdoğan, iddianame ve soruşturmayı başlatan savcıyı görevden alarak ve yerine kendine yakın savcı atayarak karşı hamleye geçmiş, ortamı kendi kontrolüne almaya çalışmıştır.

 

Görüldüğü gibi F.Gülen ile Erdoğan arasındaki çelişki ve birbirlerini hedef alan  saldırılar giderek had safhaya varmıştır. Nitekim 15-16 Temmuz 2016 tarihinde yapılan darbe girişimine karşı, 20 Temmuz 2016 tarihinde Erdoğan yaptığı karşı darbe ile F.Gülen Cemaati’ne bağlı subaylar tutuklandı. Ardından ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) ve çıkarılan KHK’ler (Kanun Hükmünde Kararnameler) ile karşı saldırıya geçti, iktidarı kendi lehine pekiştirdi. Ordu, emniyet, yasama ve diğer devlet kuruluşlarında Gülen Cemaati’ne yakın kişilerin tutuklanmasına gidildi. Resmi kurumlar onlardan temizlendi. Yayın, basın vb. propaganda araçları kapatıldı. Kısacası Gülen Cemaati tasfiye edildi. Ve tüm kurumları ve ekonomik gücü kendi denetimine aldı.

 

Çıkarılan yasalar, saldırılar, ilan edilen OHAL ve KHK’lar salt iktidar kavgasıyla sınırlı kalmamıştır. Düzene muhalif kesimler ve güçler de bu süreçte hedef alınarak özellikle yasal alanda taş üstünde taş bırakılmamıştır. Tırmandırılan faşizm mevcut sistemden ve mevcut yönetimden hoşnut olmayan tüm kesimlere yönelikti. Başlattığı saldırı furyasını bu kesimlere karşı da uç boyutlara kadar tırmandırdı. Bunun sonucu devlet dairelerinde çalışan 125 binden fazla kamu görevlisi görevlerinden alındı.

Çıkarılan KHK’larla mesleklerinden menedildiler. Üniversitelerde uygun görmedikleri öğretim görevlilerini tasfiye edildi. Yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, öğrenciler vb. katmanlar üzerinde baskı unsuru oluşturuldu. Muhalif basın, yayın kurumları yasaklandı, kapatıldı. Demokratik, devrimci kesimler hedef alındılar. Yüzlerce kitle örgütü yasaklandı ve kapatıldı.

Bu baskı ve saldırılar HDP’ye de yöneltildi. HDP eşbaşkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş ile bazı milletvekilleri sorgusuz sualsiz tutuklandılar. Ayrıca HDP’nin kazandığı illerde belediye başkanlıklarının hemen hemen hepsi tutuklanarak zindana kondular. Onların yerine devlet eliyle kayyum atamaları yapıldı. Ayrıca on binlerce HDP’li gözaltına alındı ve tutuklandı.

 

Tüm bu baskı ve saldırı furyası Kürt illerine yapılan Hendek operasyonlarının akabinde uygulanmıştır. Bunun sonucu ilan edilen OHAL ile Kürt illerindeki saldırı daha üst boyutlara tırmandırıldı. Zor ve şiddet daha üst agresif boyutlara çıkarıldı. 20 Temmuz 2016 darbesiyle ilan edilen OHAL ile Kürtleri hedef alan askeri saldırılar ve KHK’ya dayalı kararnameler ile saldırı furyası devam ettirildi. Daha net bir deyimle faşizmin baskısı, saldırısı, diktatörlüğü giderek daha agresif hal aldı, daha katmerli düzeylere tırmandırıldı.

 

20 Temmuz 2016 tarihinden itibaren yapılan darbe ile faşist diktatörlük çığırından iyice çıkmıştır. 16 Nisan 2017’de MHP’nin desteğiyle gidilen referandum sonucu başbakanlık kaldırıldı, meclisin rolü lağvedildi. Tüm inisiyatifin cumhurbaşkanına verildiği yönetim biçimine geçildi. Yasama, yürütme ve yargının tüm yetkilerinin Cumhurbaşkanına verilmesi ile tek adam diktatörlüğüne gidildi. TBMM “tek adam rejimi”ni kamufle eden sıradan bir kurum durumuna getirilmiştir. 

Kaldı ki, 2018 ve 2023’te yapılan cumhurbaşkanı seçimleri tartışmalı ve şaibeler barındıran bir seçimdir. Ve bugünkü yönetimin “meşruiyeti” burjuva normlara göre bile tartışmalıdır. Buna rağmen elbette CHP ve diğer partiler bu kuşkuların üzerine gitmemiştir. Zira mevzu bahis devletin bekasıdır artık. Nitekim 15 Temmuz sonrası Yenikapı’da el ele verilen liderler pozu da, Fethullah Gülen Cemaati ya da darbe girişimcilerinden öte, ezilen halk kitlelerine karşı devletin güç gösterisidir.

 

AKP/MHP ve hakim sınıflar içinde temsil ettikleri kesim, TC tarihini yaşanan bu agresif dönem ile günümüzün mevcut süreci içine sokmuşlardır. Birincisi; bu güruh yakın dönemlere kadar Kemalist doktrinin hakim olduğu devleti ve sistemi, giderek kendi denetimleri altına almıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi Kemalizm’in en etkin olduğu ordu kurumu başta olmak üzere, yargı, yasama, yürütme kurumları üzerinde etkinlik oluşturmuşlardır. Bu kurumlara kendi kadrolarını yerleştirmişlerdir. Böylece devletin bu kademeleri daha çok AKP-MHP’nin temsil ettiği kliğin hükmü altına girmiştir.

 

Elbette ki karşı devrimin Kemalist ideolojisi, doktrini, tarihi, Türk milliyetçiliği ve değer yargıları, toplum üzerindeki etkileri kaldırılmamıştır. Kaldırılması da mümkün değildir. Çünkü Kemalizm’in maddi koşullarını oluşturan mevcut sistem ve mevcut devlet varlığını devam ettirdikçe, Kemalizm de egemen sınıfların ve bürokrat burjuvazinin ideolojik-politik hattı olarak var olacaktır.

 

Buna rağmen Erdoğan ve ardındaki kesim Kemalist devletin birçok kurumunu ele geçirerek Kemalist rejimin en katı uygulamalarının mağduru olan kesimlerin desteğini almak istemiş ve bu temelde devletin dini kurumlarını da öne çıkartmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen bugün, Erdoğan’ın yönetimi oluşan sorunları kendi çıkarları doğrultusunda ve çürüyen düzen içinde çözmekte iyice zorlanmaktadır. İktidarda kalmak, tabanının geri duygularına hitap eden din unsuruna daha çok ihtiyaç duymaktadır. Ülkenin ekonomik, siyasi, sosyal sorunları katbekat tırmanmakta, faturası da işçilere, köylülere, küçük üreticilere, emeklilere, gençlere, kısacası tüm halk katmanlarına çıkartılmaktadır. Kitlelerin tepkisine karşı milliyetçilik ve dini popülizm de giderek tırmandırılıyor.

 

Bunun sonucu geçmişte sözde yasak olan ancak siyasi klikler tarafından oy deposu olarak varlığını sürdüren ve birçok imtiyazları da olan cemaat ve tarikatların önü giderek daha fazla açılmaktadır. Öyle ki, bugün TC devletinin bakanlıklarının her birinde bir cemaatin kadroları yuvalanarak kendi aralarında çıkar-rant dalaşına girmiş bulunmaktalar. AKP-MHP yönetimindeki devlet de, bu cemaatleri bir yandan kendi çıkarları için kullanırken diğer yandan önlerini açmaya devam etmekteler.

 Öyle ki, İsmailağa, Nurcular, Menzil Cemaati gibi cemaatler son cumhurbaşkanı seçimi sonrası Erdoğan’ın davetiyle sarayda resmi törene katıldılar. Amaç AKP’nin düşen oylarını kitleler içine salınan bu cemaatler üzerinden artırmak. Buna rağmen son seçimlerde AKP’nin oy oranı yüzde 35’e düşmüştür. Ki bu oran AKP’nin verdiği orandır.

 Daha önceki süreçlerde tek başına kazandığı seçimleri artık MHP ve diğer irili-ufaklı partilerin desteği ve binbir türlü hile-hurdayla kazanır duruma düşmüştür. Ayrıca verilen bu oyların içinde Müslüman ülkelerden gelen ve Türk vatandaşlığı verilen 1.5-2 milyon mültecinin oyu da vardır. Bu göçmen kitlelerin varlığı bir yandan ırkçılığı beslemekte diğer yandan patronlara ucuz emek gücü olarak sisteme fayda sağlamaktadır.

 

AKP-MHP iktidarı bugün, kendi bekası ve rant sahasını korumak için yeni projeler gündeme getirmeye ve yeni anayasaya ihtiyaç duymaktadır. Çünkü 2017 OHAL koşullarında zaten kendi hazırladıkları anayasa da bugün iktidarlarının bekası için yeterli olmamaktadır. Öyle ki, binbir tantanayla değiştirdikleri anayasaya kendileri de hiçbir zaman sadık kalmamışlar, tüm yasaları tamamen kendi keyiflerine ve çıkarlarına göre uygulamışlardır. Bu şekilde de kendi yasaları karşısında dahi suç üstüne suç işlenen sarmal bir yörünge içine girmişlerdir. Ve bir türlü girdikleri fasit daire içinden çıkamaz duruma gelmişlerdir. Dolayısıyla devleti ve sistemi tarihinin en büyük çürüme yaşadığı bir girdap içine sokmuşlardır.

 

Kemalist faşizmi ile günümüzdeki Erdoğan liderliğindeki AKP faşizmi, kendi aralarında çelişkiler olsa da, emekçilere, Kürtlere, Alevilere, emekçi kadınlara, LGBTİ+lara kısacası tüm ezilenlere karşı saldırılarda ortak bir varyant içinde birleşiyorlar!..

 

Ama ülkemizde sınıf çelişkileri, siyasal tahakküm, Kürt sorunu ve diğer sorunlar AKP’ye ve temsil ettikleri düzene karşı hoşnutsuzluğu giderek artırıyor. Onun için bu denli saldırgan oluyorlar. Onun için gözünün üstünde kaş var misali tutuklamalar artıyor. Bu baskı ve saldırı ezen ve ezilenler arasındaki çelişkileri yok etmiyor. Sorunlar çözülmüyor, istikrar sağlanmıyor. İşçilerin, köylülerin, tüm emekçilerin   sisteme yönelik şikayetleri bastırılmaya çalışılıyor. Ama korkuyorlar. Kitlerin topyekûn sokaklara çıkıp kendilerine yönelik ayaklanmasından korkuyorlar. Zaten günümüzde asli görev, emekçilerin ve tüm ezilenlerin devrime önderlik edecek proletaryanın öncü müfrezesi tarafından bilinçli bir mücadeleye seferber edilmesidir. Şartlar ve yaşam bunu zorluyor. Mücadele daha ileriye taşınarak bu görev yerine getirilecektir... Bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır.

 

Yüzyıldır Tarihin Dışında Bir Rejim: TC!

Yüzyıldır Tarihin Dışında Bir Rejim: TC!

 

Türk devletinin kuruluşunun yüzüncü yılında, Türk devletinin kuruluşu ve adına “Milli Mücadele” ya da “Kurtuluş Savaşı” denilen süreci ve bu sürece önderlik eden sınıfları kısaca ifade etmek, Türk devletinin hangi temeller üzerinden yükseldiğini ve sınıfsal niteliğini tanımlamak açısından önemlidir.

 

 Başlarken ifade etmek gerekir ki, komünistler açısından bu sorunun yanıtı yarım asır önce İbrahim Kaypakkaya tarafından netliğe kavuşturulmuştur. İbrahim Kaypakkaya’nın “Kurtuluş Savaşı” ve özellikle Kemalizm tahlili bu açıdan yeterlidir. Bu nedenle ayrıca bir değerlendirme yapmak gereksizdir.

 

 Buna rağmen -aradan yüzyıl geçtikten sonra bile-, halen Türk devletinin kuruluş sürecini ve dahası bu sürecin coğrafyamız sınıflar mücadelesi açısından “ilerici” olduğunu savunanların var olması, bu tezleri savunan çevrelerin sınıfsal niteliğiyle açıklanabilir ancak. Ve bu objektif durum, ister istemez bizleri yeniden ve yeniden “Kemalist Devrim” denilen harekete dair söz söylememizi zorunlu kılmaktadır.

 

 Günümüzde Türk devletinin kuruluşunu ve özellikle Cumhuriyet’in ilanını burjuva demokratik devrim olarak tanımlayan ve dahası yine bu “devrime önderlik edenlerin devrimi yarım bıraktığı”nı savunup, kendine politik bir görev biçenlerin varlığında bu zorunluluk ister istemez önem kazanmaktadır.

 

 Aradan yüzyıl geçtikten sonra adına “Kemalist Devrim” denilen harekete önderlik edenlerin esas hareket noktalarının Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından ortaya çıkan gelişmelere karşı sınıfsal bir refleks içinde, kendilerine dayatılan sömürge yapıya itiraz ettikleri; bu amaçla kuruluş gerekçeleri “Ermeni ve Rum isteklerine karşı gelmek” olan soykırımcı İttihat Ve Terakki artığı “Müdafaa-i Hukuk Cemiyet”lerini birleştirerek, bir “Milli Mücadele” örgütledikleri ve dönemin galip emperyalistleriyle yarı-sömürge bir yapıda anlaşarak devlet örgütlenmelerini yeniden kurdukları ifade edilebilir.

 

 Bu anlamda TC devleti Osmanlı devletinin sömürge, yarı-sömürge yarı-feodal yapısının doğrudan sömürgeliğinin yerine yarı-sömürge yarı-feodal yapısının devamı olarak kendini var etmiştir.

İşte adına Kemalist Devrim denilen hareket bu durumu netleştirmiştir. Bu anlamıyla “Milli Mücadele” denilen süreç gerçek anlamda bir ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesi değil başından sonuna kadar dönemin emperyalist güçleriyle anlaşma/uzlaşma süreci/mücadelesi olmuştur.

 

Dönemin politik koşulları ve özellikle “Milli Mücadele”ye önderlik edenlerin taktik ustalıkları bu sürecin kendileri açısından başarıya ulaştırılmasında tayin edici olmuştur.

 

 Bu açıdan Türk ulus devletinin tarihsel olarak ortaya çıkışı ve kendini var etmesi, ortaya çıktığı tarihsel koşullardan bağımsız değildir.

Dahası I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında savaş yorgunu olan galip emperyalist güçlerin 17 Ekim Devrimi’yle ortaya çıkan esas tehlike karşısında, “Milli Mücadele”ye önderlik eden güçlerle anlaşması, onların görünüşte bağımsız gerçekte ise emperyalist kapitalist dünya sistemi içinde yer alacağını ilan eden bir devlet örgütlenmesine Lozan’da evet demeleridir söz konusu olan.

 

 Kabaca “Türk devletinin kuruluşunun anti emperyalist bir mücadele sonucunda, sonradan Kemalist olarak adlandırılacak kadrolar tarafından bir devrimle gerçekleştirildiği” tezi, TC devletinin kuruluşunun ilk on yıllarında, iktidar kendisini sınıfsal olarak tahkim ettiği oranda, devletin ideolojik aygıtları tarafından (kendine sol diyen Kadro Hareketi ve dönemin Şefik Hüsnü önderliğindeki T“K”P gibi çevreler) üretilmiş ve propaganda edilmiştir.

 

 Bu propagandanın dönemin koşulları içinde özellikle işçi sınıfı ve emekçi hareketi ve Kürt ulusal hareketleri gibi, devlet iktidarını tehdit eden gelişmeler karşısında daha da artırıldığı, TC devletinin iktidarı kendini sağlamlaştırdıkça bu argümanların daha fazla piyasaya sürüldüğü bir gerçektir.

 

 İlginçtir cumhuriyet yüzyılının ikinci yarısında başta işçi sınıfı ve öğrenci gençlik hareketi olmak üzere, kitle hareketlerinin yükseldiği dönemde de yine bu tez gündeme getirilmiş ve “Kuvayi Milliye” hareketi ve TC devletinin kuruluşu, ilericilik ve devrimcilik adına olumlanarak propaganda edilmiştir.

 

Dönemin “eski tüfek” kimi T“K”P kadrolarından, devrimci önderlerine kadar bir dizi çevre kendilerini “İkinci Kuvayi Milliye Hareketi” olarak tanımlamış ve M. Kemal’in yarım bıraktığı “devrim”i tamamlamayacaklarını propaganda etmişlerdir.

 

Bu kafa karışıklığına karşı öncelikle şunu ifade etmek gerekir.

 

 “Milli Mücadele” dönemin koşulları içinde ortaya çıkmış ve sonradan dönemin emperyalist güçleriyle uzlaşma/anlaşma sağlanıp, rejim kendini tahkim ettikçe bir devrim olarak propaganda edilmiştir. Sonradan Kemalist olarak adlandırılan M. Kemal’in ve çevresinde toplanan kadroların önce “Milli Mücadele” ve ardından da iktidarlarını sağlamlaştırmak için attıkları adımlarla yeni rejimin kurulması, bir burjuva demokratik devrim olarak propaganda edilmiştir.

 

Bu anlamıyla Kemalist Devrim denilen “şey”in bir burjuva demokratik devrim olup olmadığı sorusu önem kazanmaktadır.

 

Bir yanılsamadan daha fazlası: “Kemalist Devrim”!

 

Toplumlar tarihinin sınıflar mücadelesi tarihi olduğunu kabul edenler açısından burjuva sınıfının ortaya çıkışı ve tarihsel olarak 1789 Fransız Devrimi’yle iktidarı ele geçirdiği bilinmektedir.

 

Burjuvazi eskiyi temsil eden feodal sınıfa karşı yanına işçileri ve köylüleri alarak bir devrimle iktidarı ele geçirmiştir. Bu tarihten sonra burjuvazi, şu veya bu yöntemle, devrimle ya da uzlaşarak feodal sınıfı tasfiye etmiş, kendi sınıf iktidarını tesis etmiştir.

 

 Burjuvazi 1848 devrimleriyle işçi sınıfı ayağa kalktığında ise gerçek sınıf düşmanının “farkına varmış”, kendi mezar kazıcısı olan işçi sınıfını gerçeğiyle yüz yüze kaldığı için ürkmüş ve kendisine karşı işçi sınıfının önderliğindeki bir devrim olasılığına karşı gericileşmiştir.

 

Burjuvazinin gericileşmesi olgusu kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşmasıyla dünya çapında bir gerçeklik halini almıştır. Ve nihayet işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşen 1917 Ekim Devrimiyle birlikte, bütün dünyada burjuva önderliğinde eski tip devrimler dönemi kapanmış, proletarya önderliğinde yeni-demokratik devrimler ve sosyalist devrimler dönemi açılmıştı.

 

Artık çağ değişmiş emperyalizm ve proleter devrimler çağına girilmişti.

Burjuvazi, bütün dünyada başta işçi sınıfı olmak üzere halk hareketlerinden korkar hale gelmişti.

 

İşte TC devletinin kuruluş süreci tam da bu tarihsel alt üst oluşun yaşandığı, sınıflar mücadelesinde yeni bir çağın başladığı döneme denk gelmiştir.

 

!!!!!!_Bu nedenle, TC rejiminin kuruluş sürecini doğrudan 1789 Fransız Burjuva Devrimi’yle birebir ilişkilendirmek/karşılaştırmak hatalı olacaktır. Çünkü artık çağ değişmiş, başka koşullar hakim hale gelmiştir.!!!!

 

Kuşkusuz 1789 burjuva devrimi, coğrafyamız sınıf mücadelesini etkilemiştir. Ancak bunun oldukça geç bir tarihte olduğunu, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı’da ortaya çıkan gelişmelerden biliyoruz. İlan edilen Meşrutiyetler ve 1908 devrimi bu sürecin ürünü olarak şekillenmiştir. Ne var ki yukarıda ifade ettiğimiz koşulların değişimi ve burjuvazinin gericileşmesi nedeniyle, özellikle Doğu Avrupa’da ve Asya’da ortaya çıkan ve gelişen ulusal hareketler, eylemlerinde başarılı olmalarına rağmen sömürge yapıyı yarı-sömürge yapıyla değiştirmekten ileri gidemediler; yarı-feodal yapıyı ise olduğu gibi muhafaza ettiler.

Burjuvazi ve toprak ağaları sınıfları ittifak kurarak emperyalizmle işbirliğine girişmek zorunda kaldılar. Diğer bir ifadeyle burjuvazi ilerici barutunu tükettiği için, iktidarı almak için gerici olan ne varsa onunla işbirliğine girdi ve uzlaştı.

 

Dolayısıyla sonradan “Kemalist devrim” ve “burjuva demokratik devrim” ya da “yarım kalmış burjuva demokratik devrim” olarak adlandırılan hareket; mutlaka ama mutlaka ortaya çıktığı tarihsel koşullarla birlikte değerlendirilmelidir.

 Adına sonradan “Kemalist Devrim” denilen hareket, burjuva demokratik devrimler sürecinde ya da “ulusal kurtuluş savaşları çağı”nda değil “emperyalizm ve proleter devrimler çağı”nda ortaya çıkmış ve kaçınılmaz olarak bu çağın özellikleriyle karakterize olmuştur.

 

 

1917 Ekim Devrimi’yle birlikte, karakteristik olan şey, -ki Kemalist hareket bundan ayrı ve kendine özgü (sui genesis) değildir-, “burjuva önderliğinde devrimlerin sona ermesi, burjuvazinin dünya çapında gerici çizgiye kayması, devrimden korkar hale gelmesi, buna karşılık proletaryanın devrimci eyleminde büyük bir yükselmenin ortaya çıkması, Doğu’da eski tip burjuva-demokratik devrimlerinin sona ermesi, proletarya önderliğinde yeni tip demokratik devrimlerin başlaması ve bunların Sosyalist Sovyetler Birliği’yle birleşmesidir.

 

1917 Ekim Devrimi ile başlayan yeni tarihi döneme özelliğini veren ve damgasını vuran şeyler bunlardır. Bu yüzden, sözkonusu tarihi dönem,

 “milli kurtuluş savaşları çağı” değil, “proleter devrimleri çağı”dır.”

(İbrahim Kaypakkaya, Bütün Eserleri, Nisan Yayıncılık)

 

 Özetle; adına “Kurtuluş Savaşı” denilen hareketin gelişiminin bu tarihsel kesitte yaşanması, onun sınıfsal niteliğini de doğrudan etkilemiştir.

Nitekim tam da bu gerçek nedeniyle Mao Zedung yoldaşın “Kemalist devrimin, proleter devrimleri çağında yer almasına rağmen, dünya proleter devrimlerinin bir parçası değil, eski burjuva demokratik devrimlerinin bir parçası olduğu” değerlendirmesi isabetlidir.

(Aktaran İ.Kaypakkaya)

Klasik burjuva devrim, feodalleri yıkmak için işçi sınıfı ve köylülerden destek alırken, emperyalizm ve proleter devrimler çağında gelişen burjuva hareketler, burjuvazinin sınıfsal tecrübesinin de etkisiyle işçi sınıfı ve halk hareketlerine karşı gelişti, bu hareketleri bastırmayı sınıfsal bir görev olarak algıladı ve uyguladı.

Nitekim “Kemalist Devrim” denen hareket tam da bunu yaptı.

Bırakalım demokratik olmayı, işçi sınıfı ve halk hareketine, demokratik devrim olanak ve ihtimaline karşı gelişti. Kendi iktidarını tahkim ettikçe de işçi sınıfı ve halk hareketlerine, kendi iktidarını tehdit eden Kürt ulusal hareketleri gibi gelişmelere azgın bir faşist terörle yöneldi. Tarihsel gerçekler bunu fazlasıyla göstermektedir.

 

Öte yandan “Kemalist Devrim”in içinde bulunduğu çağa değil de, bir önceki çağa ait olması gerçeği, bu harekete önderlik eden sınıf(lar)ın sınıfsal niteliği açısından da önemlidir. “Milli Mücadele” denilen süreçte, “emperyalizme karşı verildiğini iddia ettikleri” savaş, işçi sınıfı ve halk hareketine karşı gelişmiş ve iktidarı ele geçirdiği oranda gerici sınıfsal niteliği daha da belirginleşmiştir.

Nitekim hareketin daha emperyalizme karşı kurtuluş savaşı verildiğinin iddia edildiği süreçte ve dahası bu sürecin başlarında önce İtalyanlar ardından da Fransızlarla anlaşma yoluna gitmiştir.

 

 Diğer yandan, bu harekete önderlik edenlerin sınıfsal niteliği ortaya konulduğunda, hareketin hedefinin burjuva demokratik anlamda dahi bir devrim gerçekleştirmek olmadığı, hareketin ortaya çıktığı koşulların karakteristik özelliklerine göre, siyasal iktidarı dönemin emperyalistleriyle uzlaşarak ele geçirdikleri daha net olarak görülür.

 

 Her şey bir yana örneğin bu hareketin önderlerinin, emperyalizme karşı bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermek amacıyla harekete katılmak isteyen TKP önderliğini, doğrudan örgütledikleri bir komployla Anadolu’ya davet edip katlettikleri ve dahası hem Sovyetler Birliği’nden yardım almak hem de dönemin emperyalistlerine şantaj yapmak için sahte bir komünist partisi bile kurdurdukları bilinmektedir. Yine bu hareketin önderleri daha “Milli Mücadele” içindeyken kendi denetimleri dışında, halkçı özellikler taşıyan örgütlenmeleri çeşitli yol ve yöntemlerle bastırıp dağıttıkları da ortadadır.

 

 Harekete önderlik edenler en başından itibaren sadece dönemin emperyalistleriyle uzlaşma çabası içinde olmamışlar aynı zamanda, emperyalist işgale karşı gerçek anlamda direniş ve örgütlenmeleri de bastırmışlardır. Bu eylemlerin asıl hedefi olası bir demokratik devrim ihtimalini bastırmak olduğu kadar, dönemin emperyalist güçlerine de mesaj vermekti.

 

“Milli Mücadele” önderliğinin sınıfsal karakteri

 

Kemalist hareket daha “Milli Mücadele” yılları içinde emperyalistlerle uzlaştıktan ve nihai olarak iktidarı ele geçirdikten sonra, bu hareketin eylemi emperyalizme karşı bir devrim olarak propaganda edilmiştir. Bunda iktidarı ele geçiren sınıfların kendi iktidarlarını meşrulaştırma ve halk kitleleri üzerinde rıza üretme çabası belirleyici olmuştur. Dahası Kemalist devrimin emperyalizme karşı gerçekleştirilen “ilk devrim” olduğu, “bağımsızlık savaşıyla Asya’nın ve Afrika’nın ezilen halklarına umut olunduğu” gibi, gerçeklerden uzak bir propaganda yürütülmüştür.

 

Oysa sonradan Kemalist Devrim olarak adlandırılacak bu süreçte, bu harekete önderlik edenler en başından beri İttihat ve Terakki içindeki Türk komprador büyük burjuvazisi, toprak ağaları, eşraf ve tefecilerdir.

 “Milli Mücadele”ye önderlik edenler, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri içinde örgütlenen, çoğu ticaretle uğraşan Türk komprador büyük burjuvaları, toprak ağaları, tefeciler, kasabaların eşraf takımı ve ulusal karakterdeki orta burjuvazidir.

 

Bu sınıflar “Kurtuluş Savaşı”na önderlik etmişleridir.

Ulusal karakterdeki orta burjuvazi, harekette önemli bir rol oynamakla birlikte, tayin edici olmamıştır. Harekete damgasını vuran Türk komprador büyük burjuvaları ve büyük toprak ağaları olmuştur. Bu sınıfların sınıfsal çıkarları için bir “Milli Mücadele” yürütülmüştür.

 

 Kimdir bu sınıflar? Önce Abdülhamit Diktatörlüğüne karşı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC) örgütlenen Türk burjuvazisinin, subaylar ve kimi feodallerle birlikte “1908 Jön Türk Devrimi”ne önderlik eden ve iktidarı ele geçirdikten sonra ise o günün konjonktürel gelişmeleri ve Osmanlı’nın yarı-sömürge yapısı nedeniyle Alman emperyalizmiyle işbirliğine girişen ve bu işbirliği sayesinde özellikle bir kısmının giderek palazlanmasıyla ortaya çıkan Türk büyük burjuvazisidir.

 

 Öte yandan bu dönemde Abdülhamit iktidarı sırasında gelişen ve genellikle azınlık milliyetlere mensup komprador burjuvazi varlığını devam ettiriyordu. İTC iktidarı birinci kesiminin sınıfsal çıkarlarını temsil ediyordu. Türk burjuvazisinin büyüyen ve kompradorlaşan kanadı, -Türk komprador büyük burjuvazisi-, birinci emperyalist paylaşım savaşı sürecinde savaş araç ve gereçleri alım satımı, vagon tekeli, zorunlu ihtiyaç maddeleri üzerinde yapılan vurgunlar, vb. yoluyla muazzam zenginleşti. Büyük servetler, sermayeler edindi.

Ne var ki paylaşım savaşında Alman emperyalizminin yenilgiye uğraması, Alman emperyalizmiyle işbirliği içinde hareket eden bu kesimin hakimiyetini de tehlikeye düşürdü. Dahası emperyalist paylaşım savaşında başta soykırım olmak üzere işlenen suçların varlığı ve bu sınıfların ellerindeki servetleri kaybederek kesin tasfiyesi tehlikesinin baş göstermesi, bir yandan bu sınıfları emperyalist paylaşım savaşının galipleriyle uzlaşma/anlaşma yollarını aramaya, diğer yandan ise bu amacı güçlendirmek için özellikle “Ermeni ve Rumların geri dönme ihtimaline karşı” ortaya çıkan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ni tek bir çatı altında toplama ve bir direniş örgütlemeye itti. Bu direnişe de “Milli Mücadele” adı verildi.

 

 

 

Bu sınıflar “devrimci olmadıkları halde” neden bir “Milli Mücadele” vermişlerdir? Bu sorunun yanıtı basittir. Emperyalist paylaşım savaşında yenilen ve tarihsel süreci sona eren Osmanlı Devleti’nin hakimiyetindeki pazarın doğrudan bir sömürge olmasına karşı bir itiraz söz konusudur. Koşullar Türk burjuvazisini “devrimci” kılmıştır! Ancak bu devrimcilik en başından itibaren bir bağımsızlıktan çok emperyalizmle uzlaşma/anlaşma amacındadır. Sömürge olmaya itiraz, yarı-sömürgelikte karar kılmadır.

 

 “Bu koşullar altında, Türkiye, Avrupa kapitalistlerine yenilmiş olsaydı, yabancılar en kısa zaman içinde bütün ticareti ve sanayii ele geçireceklerdi. Türk burjuvazisi bir ölüm kalım sorunu ile karşı karşıya idi. Kapitalistlerin işgali altındaki liman şehirleri olmazsa, devlet kendilerini desteklemezse, yabancılara verilen imtiyazlar devam edip Türkiye her bakımdan yabancı kapitale bağlı kalırsa, yurdun öz ticareti ve sanayii er geç ölecekti. Tüccarı, sanayiciyi, tarım ürünlerini yabancı ülkelere satan ağa ve büyük toprak sahiplerini devrimci kılan işte bu tehlike idi. Köylü, işçi ve küçük esnafın kapitalistler ve toprak ağalarına karşı duyduğu hoşnutsuzluk, ustalıkla yabancı kapitalistlerle mücadeleye dönüştürüldü. Bunun için devrim, bütün yurda yayılarak milli bir karakter aldı”.

(Şnurov’dan aktaran İbrahim Kaypakkaya, age)

 

 

 

Burada hemen belirtmek gerekir ki Türk komprador burjuvazisi ve büyük toprak ağalarının bir kısmının direniş nedeninin asıl motivasyonu yabancı kapitalistler de değildir. Özellikle Ermeni-Rum ve Süryani soykırımının gerçekleştirildiği bölgelerde, bu ulus ve milliyetlerin servetlerine ve mallarına çökenler, Ermeni ve Rumların geri dönme ve gasp edilen mülklerini geri alma ihtimaline karşı “Milli Mücadele”ye katılmışlardır. “Milli Mücadele”nin üzerinde yükseldiği Müdafaa-i Hukuk örgütlerinin asıl olarak Ermeni ve Rum soykırımının gerçekleştirildiği yerlerde kurulması ve dahası bu derneklerin kuruluş amaçları arasında “Ermeni ve Rum tehlikesine karşı” olması bu açıdan anlamlıdır.

 

 Diğer bir ifadeyle sadece sömürgeleşme tehlikesine değil aynı zamanda Ermeni ve Rumlardan gasp edilen mal ve servetlerin geri verilmesi ihtimaline karşı da bir direniş söz konudur. Bu Müdafaa-i Hukuk örgütlenmelerinin dönemin emperyalist güçleriyle ilişkileri ve bu güçlere yönelik talepleri bu direniş motivasyonunu fazlasıyla özetlemektedir.

 

 Nitekim “Milli Mücadele”den kısa bir süre sonra yapılan doğrudan gözlemlerden bu sınıfın nasıl ortaya çıktığına dair şu doğru şu vurgular önemlidir: “Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yaptığımız soruşturmalardan öğreniyoruz ki, ağaların ve büyük toprak sahiplerinin bir kısmı da, aynı şekilde yani boşalan Ermeni ve Rum topraklarına el koyarak ortaya çıkmışlardır. Demek oluyor ki, eski komprador burjuvazinin bir kısmının (ki bunlar çoğunlukla azınlık burjuvazisi idi) ve toprak ağalarının bir kısmının hakimiyeti yerine, komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının başka bir kesiminin hakimiyeti geçmiştir.”

(Şnurov’dan Aktaran, İK, age)

Rejimin inşası ve tahkim edilmesi

Dört yıl gibi oldukça kısa bir süren “Milli Mücadele”yle sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal toplumsal formasyonun yerini yarı-sömürge ve yarı-feodal bir toplumsal formasyon almış, Kemalistler devamcısı oldukları İttihatçılar gibi yarısömürge yapıyı olduğu gibi muhafaza etmişlerdir. Öte yandan Kemalistler, İttihatçıların yarım bıraktıkları kimi adımları da tamamlamışlardır. Örneğin saltanatı ve halifeliği kaldırmışlar, cumhuriyet ilan etmişlerdir vb.

 

Geçerken belirtelim. Kemalist iktidarın dönemin koşulları gereği attığı bu türden adımları “devrimin doğal sonucu” olarak tanımlamak ve “devrimin kazanımları” olarak propaganda etmek günümüzde kendisine ilerici diyen kimi çevreler tarafından savunulmaktadır. Oysa iktidarı ele geçiren komprador burjuvazi ve toprak ağaları açısından bu adımlar, “taçların ve şahların devrildiği” o günün koşulları içinde biçimsel olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Temel mesele o günkü koşullarda ele geçirilen iktidarın sağlamlaştırılmasıdır. Bu amaçla toplumsal dayanağı ortadan kalkmış ve içinden geçilen tarihsel süreç açısından eskimiş kurum ve unvanların lağvedilerek, kendi iktidarlarını güçlendirme adımları atmaları eşyanın tabiatı gereğidir.

 

Bu ilerici ve devrimci bir hamleden ziyade zaten eskimiş ve yıpranmış kurumların yerini, yeni iktidarın tesis edilmesine hizmet edecek yeni kurum ve unvanların örgütlenmesinden başka bir şey değildir. Saltanatın yerini cumhuriyet, hilafetin yerini diyanet almış, iktidar ilişkileri ise korunarak sürdürülmüştür. Elbette, saltanata yakın kompradorlar, toprak ağaları, ulema ve feodaller güç kaybetmişlerdir. Ancak yüzyıl başında başlayan ve 1908 devrimiyle iktidar olan komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının iktidarı sürmüştür.

 

Burada önemli olan hususlardan birisi de “Milli Mücadele”ye önderlik eden komprador burjuva ve büyük toprak ağalarının yanında Milli Mücadele’de etkin olan Türk ticaret burjuvazisinin bir kısmının da kompradorlaşmasıdır. Elbette “Milli Mücadele” sonrasında eski toprak ağalarının önemli bir kısmı hakimiyetlerini devam ettirmişlerdir.

İktidarı ele geçiren Türk burjuvazisinin bir kısmı zaten “Milli Mücadele” öncesinde de komprador nitelik taşımaktadır. Bunun yanında bir kısım burjuvazinin -ki devlet olanaklarını kendi çıkarları için kullanan- komprador niteliği ise, “Milli Mücadele”den hemen sonra başlamış ve bunlar gittikçe de daha çok kompradorlaşmıştır.

Bu burjuva kesimlerinin “Milli Mücadele” sırasında İtilaf Devletleri olarak adlandırılan dönemin galip emperyalist güçleriyle başlayan gizli kapaklı siyasal ilişkisi ve işbirliği, savaş sonrasında ekonomik alanda da devam etmiştir.

 

TC rejiminin kuruluşuyla birlikte bu işbirliği “ülkenin kalkınması adına” daha da geliştirilmiştir. Bu nedenle “Milli Mücadele”yle zaten tasfiye edilmeyen, -ki Milli Mücadele’nin böyle bir hedefinin olmadığına değindik-, yarı-sömürge yarı-feodal toplumsal formasyon derinleşerek sürmüştür. “Kemalist Devrim” denilen sürecin, rejimin kuruluşu ve sonrasındaki pratiği de gerçekte bu hareketin bir burjuva demokratik devrim olmadığına fazlasıyla kanıt sunmaktadır. İktidarı ele geçiren komprador büyük burjuvazi ve büyük toprak ağaları sınıfları, siyasal temsiliyetlerini, devletin kurucu partisi CHP içinde ifade etmişlerdir.

Rejimin kuruluşu ilan edildikten sonra adım adım önce hakim sınıf klikleri içinde farklı eğilimleri barındıran kesimler, çeşitli gerekçelerle tasfiye edilmiş ve tek parti diktatörlüğü kurulmuştur. Hakim sınıf kliklerinin bütün eğilimleri kendilerini iktidardaki tek parti CHP içinde ifade etmişlerdir. Bu dönemde “demokrasi” söylemleri adı altında kurulan ya da kurulmasına izin verilen partiler ise gerçekte, halk kitlelerinin kurulan yeni rejime duyduğu tepkiyi giderme ve dahası gerek hakim sınıf klikleri ve gerekse de halk kitleleri içinde gelişmesi muhtemel muhalefeti bastırma hamleleri olarak anlaşılmalıdır.

Rejimin kuruluşu ve ardından tek parti diktatörlüğü döneminde sadece hakim sınıf klikleri içinde farklı eğilimlere yönelik bastırma ve kendi siyasetine tabi hale getirme çizgisi izlenmemiştir. Rejim asıl tehlikenin nereden ve hangi sınıflardan geleceğinin bilincinde olarak davranmış, başta işçi sınıfını olmak üzere halk hareketleri üzerinde acımasız bir faşist terör uygulamıştır.

Rejim yine bu dönemde kendi hakim ulus devletine tehlike oluşturacak başta Kürt ulusu olmak üzere, azınlık milliyetler üzerinde de faşist terör uygulamış, her türlü demokratik hakkın kullanılmasını yasaklamıştır. Kürt ulusu üzerinde ayaklanmalar gerekçe gösterilerek uygulanan katliamlar, göç ettirmeler olağan hale gelmiştir.

 

Gerek işçi sınıfı ve gerekse de başta Kürt ulusu olmak üzere azınlık milliyet ve inançlara yönelik uygulanan politikaların muhtevası, yeni rejimin her türden ilerici demokratik harekete düşmanlığı ve elbette emperyalist sermayeyle kurulan ilişkinin niteliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu süreçte işçi sınıfı ve halk kitlelerine, Kürt ulusuna ve azınlık milliyet ve inançlara yönelik uygulamaya konulan politikalar, baskı ve katliamlara yönelik ayrıca değerlendirileceği için detayına girmemekle birlikte, kurulan rejimin sınıfsal niteliğine dair somut birer gösterge olarak değerlendirilmelidir.

 

Kurulan rejimin resmi ideolojisi olarak savunulan Kemalizm’in iki karakteristik sınıfsal özelliğini bilmek, bu dönem ve sonrası açısından TC rejiminin üzerinde yükseldiği temelleri anlamak için yeterlidir. Bunlardan birincisi, Kemalist ideolojinin komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının ideolojisi olması ve bunun gereği olarak her koşul ve şartta halk düşmanlığıdır.

Başta işçi sınıfı olmak üzere devrimden çıkarı olan bütün kesimler olarak tanımlayabileceğimiz halk, Kemalist ideolojinin ve TC rejiminin hedefinde olmuştur. Yine bu kapsam içinde başta Kürt ulusu olmak üzere, azınlık milliyet ve inançlar her daim TC rejiminin düşman olarak kodladığı kesimler olmuş, bu değerlendirmeye tabi politikalara maruz bırakılmışlarıdır.

Kemalizm’in ve TC rejiminin üzerinde yükseldiği bir diğer zemin ise, emperyalist sermaye işbirlikçiliğidir. Türk burjuvazisinin sermaye yapısının güçsüzlüğü beraberinde yarı-sömürge koşullarını ortaya çıkarmış ve derinleştirmiştir. Emperyalist sermayeyle işbirliği kuruluşundan günümüze TC rejiminin politikalarının belirleyen bir etken olmuştur.

Örneğin “Kemalist Devrim”e atfedilen çeşitli “devrimler” (harf devrimi, şapka devrimi ve diğerleri gerçekte, emperyalist sermayeyle işbirliği içindeki yarı-sömürge alt yapı için atılan adımlardır.

Osmanlı Devleti’nin serbest rekabetçi kapitalizmin çıkarları doğrultusunda tanzim (Tanzimat Reformları) edilmesine benzer bir şekilde, Kemalist rejim de bu adımları atmıştır.

Yarı-sömürge yapının emperyalist sermayenin sömürüsüne daha uygun hale getirilmesi amacıyla, medeni kanundan hukuki alt yapıya bir dizi düzenleme hayata geçirilmiş ve adına da “devrim” denilmiştir.

Kurulan yeni rejimin emperyalist sermayeye bağımlılığı izlediği politikalarda belirleyici olmuştur. Örneğin rejimin kuruluş sürecinde kapitalist sistemin krizi, Türk burjuvazisinin sermaye güçsüzlüğüyle birleşince, Türk hakim sınıfları, sermaye birikimlerini sağlamak ve artı-değer sömürüsünü sürdürebilmek için devlet aygıtının olanaklarını fazlasıyla kullanmışlarıdır.

 

Bu anlamda TC rejiminin kuruluş dönemlerine atfedilen “devlet eliyle milli burjuvazi yaratmak” söylemi doğru değildir. Devlet denilen olgunun sınıfsal niteliğini ve onun bir sınıfın başka sınıf(lar) üzerinde baskı aracı olduğu gerçeğini yok sayan bu yaklaşım bir yana, gerçekte rejimin kuruluşundan itibaren komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının devlet olanaklarının kullanarak kendi sermayesini güçlendirdiğini, bu amaçla azgın bir sömürü yürüttüğünü gizlemeye hizmet eder.

 

TC rejimini kuranların rejimin kuruluşundan itibaren emperyalizmle bir sorunu olmadığını, dahası burjuvazinin sermaye birikiminin güçsüzlüğü nedeniyle emperyalist sermayeye ihtiyaç duyduğunu ve bunun da yarı-sömürge yapıyı daha da derinleştirdiğini bilmek önemlidir. Önemlidir çünkü rejimin kuruluşundan günümüze uygulamaya konulan politikaların temel hareket noktası, emperyalist sermayenin çıkarları ve güvenliği olmuştur.

TC rejimi ve onu kuranlar, emperyalist sermayeye yaptıkları hizmet karşılığında belli bir pay almışlardır.

 

Nitekim TC rejiminin “çok partili döneme” geçişi de emperyalist kapitalist sistemin dönemsel yönelimiyle ilgilidir. II. Paylaşım Savaşından sonra kurulan “yeni dünya düzeni”nde, TC rejiminin yeniden düzenlenmesinden ibarettir.

Siyasal alanda ise Almancı faşist CHP kliğinin yerine Amerikan ve İngiliz işbirlikçisi DP kliğinin geçmesidir. Dolayısıyla demokrasiye geçiş söz konusu değildir. Olan rejimin emperyalist sistemin yeni yönelimine göre devlet aygıtının yeniden yapılandırılmasından ibarettir.

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)