Ülkemizde sorun ve çelişkiler çözülmediği gibi mevcut durum giderek daha çetrefilli bir döneme girmiş durumdadır. Bunun sonucu işçi sınıfı ve emekçi yığınların sömürüsü had safhaya varmıştır. Yoksullaşma en üst düzeye çıkmıştır.
Ülkenin girdiği sarmal durumun bedeli tamamen emekçi sınıflara
yüklenmiştir.
Elbette ki yoksulluk ve işsizlik her zaman var olmuştur.
Sınıf çelişkileri, sömürü, baskı ve diktatörlük dönemleri her zaman
yaşanmıştır. Bundan sonra da sınıf çelişkileri var olduğu müddetçe baskı
mekanizması varlığını devam ettirecektir. Lakin günümüzdeki mertebeye
çıkmamıştır.
Bu, söylem düzeyinde
bir propaganda değildir, sadece birkaç rakam-veri bu durumu net olarak ortaya
koyuyor. Açlık sınırının 13 bin, yoksulluk sınırının ise 43 bin TL’yi aştığı
mevcut koşullarda, asgari ücret ise 11 bin 400 TL’dir. Yani yoksulluk sınırının
dörtte biri. Tek büyüyen açlık-yoksulluk sınırı ile asgari ücret arasındaki
uçurum değildir.
Asgari ücret ve altında çalışan işçi-emekçilerin oranı da en
yüksek seviyeye çıkmış durumdadır. Kayıtlı çalışanların yüzde 65’i asgari ücret
alırken yüzde 21.7’si bunun da altında ücret alıyor. Kayıtlı çalışanların
durumunda ise asgari ücretin yani açlık sınırının altında ücret alanların oranı
yüzde 84.7’yi bulmuş durumda. Sadece bu üç veri dahi ülkemizde ezen ve sömüren
sınıflarla, ezilen ve sömürülenler arasındaki çelişkilerin ve buna bağlı olarak
da baskı mekanizmalarının günümüzde en keskin düzeye çıktığını söylemek için
yeterlidir.
Diğer yandan bu duruma bağlı olarak ezilen sınıflar ile Kürt
ulusu, Aleviler, emekçi kadınlar ve baskıya tabi tutulan tüm kesimler
üzerindeki faşist diktatörlük daha katmerli boyutlara tırmandırılmıştır. Öyle
ki, R.T.Erdoğan’ın şahsında tek kişi üzerinden lanse edilen diktatörlük
günümüzde en gerici ve en saldırgan halini almış durumdadır. AKP-MHP üzerinden
uygulanan faşist diktatörlük ordu, polis, yargı kurumları tarafından had
safhaya tırmandırılmıştır.
Bu faşist diktatörlüğün kökeni elbette ki yeni değildir.
Sınıfsal, ulusal, cinsel, dini vb. baskıya dayalı diktatörlüğünün tarihi, yüz
yıl öncesine kadar gitmektedir. Bu diktatörlüğün, ideolojik-politik temelini
Kemalist doktrin oluşturuyor.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, Kemalist Türk-İslam Sentezi üzerine
kurulmuştur. Hem tüm emekçi sınıflar
hem Kürt ulusu ve Ermeniler, Rum ve Süryaniler hem de Aleviler üzerinde en
bağnaz ve en şovenist diktatörlüktür. Dolayısıyla faşist Kemalizm’in
karakteristik özelliği, tüm ezilen katmanları hedef almayı içerir. Bu
diktatörlüğün tarihsel süreci, kendi içinde çeşitli evrelerden geçerek günümüze
değin gelmiştir.
Ancak Kemalizm’in ideolojik doktrini daha TC kurulmadan
evvel oluşmaya başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son evresinde II.
Abdülhamit ve İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminde oluşan tarihsel koşullar
ile ülke emperyalizme bağımlı hale geldi, feodalizm çözülme sürecine girdi,
ülkeye dışarıdan komprador kapitalizm ihraç edildi ve böylece ülke sömürge,
yarı-sömürge, yarı-feodal yapı halini aldı.
Bu tarihsel koşulların alt yapıyı soktuğu süreç;
beraberinde üst yapıda ümmet toplumunun yerini giderek din ile milliyetçiliğin
iç içe geçtiği, gericiliğin, baskının, saldırganlığın şovenist muhteva içeren
devlet yönetimine bırakmasını beraberinde getirdi.
Bunun sonucu
Pan-İslamizm, Pan-Türkizm doktrini Osmanlı Devleti’nin sonlarında sistemin
yapısına damgasını vurmuştur.
Çok uluslu ve -Müslümanlarla beraber, Hıristiyanların,
Alevilerin de olduğu- çok dini-inançlı heterojen toplumun, tek ulus ve tek dine
dayalı homojen topluma dönüştürülmesi hedeflendi. Devleti elinde tutan güruh
diğer milletlere mensup halkların soykırımla tasfiyesini ve onların
topraklarını, mal ve mülklerini gasp etmeyi, tarihsel izlerini tümden silmeyi
hedef edindi. Geçen yüzyılın ilk soykırımına damgasını vuran halet-i ruhiye
buydu.
Gözü dönen ve çığırından iyice çıkan devleti soykırıma iten,
bu sınıfsal amaçtı. Bu soykırımın ideolojik-politik savını Pan-İslamizm ve
Pan-Türkizm oluşturmuştur. Hıristiyan dinine mensup halklar hedef alınmıştır.
Ermeni, Rum, Asuri, Keldani soykırımı bu dürtüyle yapılmıştır.
Bu soykırımı yapan İttihat.T.C.’ den sonra yönetimi
“Türkleştirme”, “İslamlaştırma” sloganlarıyla Kemalist devlet devraldı.
Uluslararası alanda finans kapital mertebesine ulaşan emperyalizmin tüm
pazarlara girmesi ve sermaye ihracının hakim hale gelmesi, geri ülkelerin
yarı-sömürge halini alması ve bağımlı kılınması, artık ortaçağın monarşist
yönetimlerinin yerini tarihsel olarak faşist diktatörlüklere bırakmasını
beraberinde getirdi. Türkiye’de Kemalist devletin faşizme tekabül eden yapısı
bu koşullarda oluşmuştur. Bunun sonucu, Türkiye’deki yönetimin faşist yapıya
bürünmesinin nesnel ve öznel şartları da ortaya çıkmıştır...
Kemalizm
ve Faşizm
Yukarıda belirttiğimiz gibi Osmanlı Devleti’nin çöküşe
uğradığı son dönemlerde Kemalizm’in koşulları oluşmaya başladı. Bunun sonucu TC
devleti, önceki devletin ardılı olarak kuruldu.
I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda İttifak Devletleri kutbunda yer alan
İTC, savaştan yenilgi ile ayrılınca Osmanlı Devleti yıkıldı. Mustafa Kemal
önderliğindeki İTC ardılları, bir yandan sultanlığı ortadan kaldırır ve işgal
altındaki sömürgeleştirilmiş toprakları geri alırken diğer yandan önceleri
karşısında yer aldıkları İtilaf Devletleri’nin güdümüne girerek Kemalist TC
Devletini kurdular.
Böylece sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal düzenin yerine
yarı-sömürge, yarı-feodal düzeni getirdiler. Dolayısıyla bir önceki devletin
yapısını, sorunlarını, baskı, sömürü ve zulmünü sürdürdüler. Daha önceki
yönetim, askeri kesimden oluşuyordu. Daha sonraki Kemalist devletin yönetimi de
daha çok asker kökenli kesime dayanırken, sınıfsal olarak ise Türk komprador
büyük burjuvaları, toprak ağaları, tefeciler, eşraf takımı ve milli
karakterdeki orta burjuvaziydi. Ve en nihayetinde yönetimi devralanlar önceki
kesimin bağrından çıkan bağnaz ve gaddar kesimden oluşuyordu.
Rum ve Ermeni
Soykırımının Tamamlanması...
Kemalist devletin başını çeken Mustafa Kemal ve diğer
kurucuları tarafından Kurtuluş Savaşı’nda Kuvayi Milliye örgütlenmesi
oluşturuldu. Dolayısıyla Kuvayi Milliye farklı koşullarda oluşsa da İTC’nin
halefleri ve onların ruh haliyle oluşan örgütlenmedir.
I. Paylaşım Savaşı sonrası Kemalistler tarafından kurulan
devlet eskiye kıyasla daha dar sınırlar içerse de devletin karakterini
oluşturan esas unsur ırkçılık, ulusal baskı ve tahakkümdür. Ve bu devletin “Türkleştirme”, “İslamlaştırma”,
emelleri üzerine “Ne mutlu Türk’üm Diyene”, “Bir Türk Dünyaya Bedeldir”, “Türk
Öğün, Çalış, Güven” vb. şiarlarla homojen toplum oluşturma hedefi, Kemalist TC
Devletinin de resmi doktrini ve pratik hattını oluşturdu.
Güneş
Dil Teorisi safsatasıyla bütün dillerin Türkçeye dayandığı ve tüm insanlığın
Türk kökenli olduğu şeklindeki aslı astarı olmayan şovenist tezlerle toplumu
kendi bünyesinde örgütlemeyi hedef edindi. Türk ulusal yapısıyla ortak yanı
olmayan ulusal ve dini yapılar hedef alındı.
Öne çıkan “Türkleştirme” ve “İslamlaştırma” emelleriydi. Ve bu emelleri
daha Kurtuluş Savaşı denilen dönemde uygulamaya koymuşlardı.
Diğer taraftan “savaşın” gerçek muhtevası ve esas hedefleri
“Kurtuluş savaşı,” “Milli Mücadele” yaftasıyla gizlendi. Yapılan sanal ve
uydurma tahlillerle toplum nezdinde gerçek kamufle edildi. Yapılan
katliamların, ulusal baskı ve saldırıların, sömürü ve sınıfsal baskıların üstü
Türk burjuvazisi tarafından oluşturulan sanal ulus imajı ve ilkel
milliyetçilikle örtülmeye çalışıldı. Oysa “Kurtuluş Savaşı’nın” gerçek
muhtevası ve hedefi başkaydı. Geçmiş soykırıma rağmen hala sağ kalan Hıristiyan
toplumları tümden yok etmek, izlerini dahi silmekti.
Bunun sonucu “Kurtuluş Savaşı” İTC’nin yaptığı
soykırımdan sağ kalan Rum ve Ermenilerin tümden yok edilmesini hedeflemiştir.
1915-1916 soykırımı ve tehciri ile Ermeni, Rum, Asuri/Süryani nüfusun ezici
çoğunluğu katledilmiş, yaşadıkları topraklardan sürülmüş, yarattıkları değerler
gasp edilmişti. Sosyal ve kültürel izlerinin silinmesi için her şey yapılmıştı.
1950’lere gelindiğinde hala belli yerlerde kalan
Ermeni ve Rum nüfusu vardı. Son kesim de Kemalizm döneminde Türklük
ideolojisini rahatsız ediyordu. Onların mayasında da “katışıksız”, “arı”, “saf”
toplum yaratma dürtüsü vardı. 6-7 Eylül 1955’te başta Rum ve Ermeniler olmak
üzere Müslüman olmayan halka karşı gerçekleştirilen saldırıların arkasında, çok
partili sisteme geçişin ilk denemesinde iç ve özellikle Kıbrıs meselesiyle
bağlantılı olarak dış politikada yaşanan tıkanıklıkların, halk içindeki hoşnutsuzluğun,
ekonomik sorunların içindeki TC devleti vardı. Bunun sonucu İTC ruh haletiyle
donanan Kemalist devlet, Rum ve Ermenilerin kalan kesimlerini hedef alarak bir
önceki soykırımı tamamladılar.
İşte
“Kurtuluş Savaşı’nın” ve sonrasında kurulan TC devletinin özü buydu.
Resmi ideoloji Kurtuluş Savaşı’nın Mustafa Kemal’in ve
arkadaşlarının 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a ayak basmasıyla başladığını
belirtir. Oysa Mustafa Kemal’in gittiği Samsun ve diğer Karadeniz illeri hiçbir
devlet tarafından işgal edilmemiştir.
M.Kemal’in “ayak bastığı” o bölge Ege, Marmara, Akdeniz, Güneydoğu
Anadolu’yu işgal eden İngiltere, Fransa, Yunanistan, İtalya gibi devletlerin
işgali altında olan bir bölge değildir. O zaman oraya niçin gidilmiştir?! Kime
karşı “savaş”ılmıştır?! “Kurtuluş Savaşı kime karşı başlatılmıştır”?!
Gerçekleri halktan gizlemenin telaşındaki köhne resmi ideolojinin bu sorulara
bir cevabı bulunmamaktadır.
“Kurtuluş Savaşı’nı” işgalci devletin olmadığı bölgeden
başlatan Kemalist tez, gerçeği gizleyen sanal bir tezgahtan başka bir şey
değildir.
Gerçek başkadır. Karadeniz’deki hedef, o bölgede olmayan işgalci
devletler değildir. Orada hedef, asırlarca Karadeniz’de yaşayan Pontus
Rumlarıdır. Nitekim Mustafa Kemal, Samsun’a onların hedef alınmasını,
topraklarından zoraki tehcire zorlanmasını örgütlemek için gitmiştir. Hedef
onların Karadeniz bölgesinden temizlenmesi ve arındırılmasıdır.
Bundan dolayı Karadeniz’deki Pontus Rumlarının tehcir ve
soykırım ile asırlarca yaşadıkları topraklardan tasfiye edilmesi hedeflendi.
Bunun sonucu o bölgede Topal Osman gibi çete reisleri üzerinden örgütlenmeye
gidilir. Karadeniz’de faaliyet gösteren çeteler üzerinden mahalli milis güçleri
örgütlendi. Ve Karadeniz’in diğer bölgelerine yayılan bu çeteler, Pontus
Rumlarına saldırdılar. Zoraki tehcirle topraklarından zorla uzaklaştırıldılar. Ve 300 binin üzerinde Pontus Rum’u öldürüldü.
Sağ kalan Pontuslular, Ege kıtasına doğru tehcir edildiler ve Yunanistan’a göçe
zorlandılar.
Sonuçta Karadeniz bölgesi, Hıristiyan toplumdan
arındırılmıştır. Kalan azınlık kesim kendi dini, ulusal, eğitim vb.
kurumlarından yoksun tutularak Müslümanlaştırıldı ve Türkleştirildi. “Kurtuluş
Savaşı”nın başlangıcı budur! Ve bu soykırım ve tehcir her 19 Mayıs’ta “Kurtuluş
Savaşı” başlangıcı olarak kutlanır!
Ülkenin Rumlardan tümden arındırılmasını hedefleyen soykırım
ve tehcir Trakya, Marmara, Ege bölgelerindeki Rumlara da uygulanmıştır. Özellikle 1920 sonlarında ve
1921 başlarında Kemalistlerin, İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle
uzlaşmaları, onların güdümüne girmeleri soykırımın önünü iyice açmıştır. Bu
uzlaşma ve anlaşma sonucu emperyalistlerin Yunanistan’a yaptığı destek
durdurulur ve destek Kemalistlere verilir.
Bu destekle, emperyalistler işgal ettikleri topraklardan
çekilirler ve Kemalistlere silah yardımı yaparlar. Bunun sonucu 1921-1922
tarihlerinde Sakarya, Dumlupınar, 1. ve 2. İnönü Savaşları ve İzmir işgali ile
Yunan güçleri işgal ettikleri toraklardan çıkarılırlar ve bu hengâmede sivil
Rumlar hedef alınırlar. Rumlar zorla topraklarından çıkarılır ve zoraki tehcire
zorlanırlar. Bu tehcir esnasında bir kesim yollarda katledilir, diğer kesim Ege
denizinde boğdurulur. Diğerleri de Yunanistan’a göçe zorlanırlar. Böylece
soykırıma dayalı tehcirle asırlarca yaşadıkları topraklardan sürülürler. Buna
da “Kurtuluş Savaşı” denir!
Diğer taraftan 1915 soykırımından sağ kalan Ermeniler
de hedef alınmıştır.
Yunanistan tarafından işgal edilen Ege bölgesi dışında
İngiltere, Fransa, İtalya devletleri de Türkiye’nin topraklarına girmişlerdi.
I. Paylaşım Savaşı’nın galip devletleri Mondros Antlaşması sonucu Türkiye’nin
bazı illerini işgal ettiler.
13 Kasım 1918 tarihinde o dönem başkent olan İstanbul,
İtilaf Devletleri tarafından işgal edildi. Antep, Maraş Urfa, Adana
illerine de İtilaf Devletleri adına giren İngiltere, 1919 sonuna kadar bu
illerde kaldı. Bu
süre içerisinde yöre halkı İngiltere ile çatışmadı.
Ayrıca
28 Mart 1919’dan 5 Temmuz 1921 tarihine kadar İtalya, Antalya iline girmiş ve
askeri üs olarak kullanmıştır. Bu dönemde bu işgalci devletlere karşı çatışma
olmamıştır.
İngiltere’nin girdiği illerden çekilmesi üzerine o
bölgeye Fransa girdi. Ancak İngiltere’ye
tavır almayan yöre halkı Fransa işgaline tavır alır. Bunun sonucu Fransa ile çatışma
yaşanmıştır. Bu çatışmanın nedeni bölgeye giren Fransız askerleri içinde
Ermenilerin olmasıdır. Fransa, soykırımdan sağ kurtulan ve Suriye’ye tehcir
edilen o yörenin Ermenilerini, işgal edilen topraklarına kavuşacakları vaadiyle
ordusu içine almıştır. Yörenin eşrafı, tüccarı, toprak ağaları bundan rahatsız
olmuşlardır.
Çünkü işgal ettikleri ve el koydukları topraklar, mal
ve mülklerin tekrar Ermenilere verileceği olasılığından korkmuşlardır. Fransız
işgaline karşı koyuşun motivasyonu da budur:
“‘Milli Mücadele’nin yedi
düvelle savaş, anti-emperyalist bir mücadele olduğuna dair iddialar sonradan
uydurulmuş safsatalardır.
‘Millî Mücadele’,
Ermeni katliamı ve Anadolu’nun Rumlardan temizlenmesi sürecinde
katledilip-sürgün edilenlerin varlıklarına el koyanlarla, devletsiz kalma
telaşına düşen ittihatçıların (devletluların densin) ittifakına dayalı bir
hareketti. Bu iki kesimin ‘ortak amacı’, el koydukları Ermeni ve Rum mallarının
elden gitmesini engellemek, ne pahasına olursa olsun (manda yönetimi de dahil)
devleti elde tutmaktı.
Önemli olan ‘nasıl bir devlet’ değil, mutlaka bir devlete
sahip olmaktı. Bir kere ‘Millî Mücadele’ döneminde, Doğu’da emperyalist
devletlerle bir çatışma yaşanmıyor; Güneyde Fransızlarla Urfa, Maraş ve
Antep’te çatışma olmuştu ama bu çatışma, Fransızların bölgedeki varlığına
tepkinin sonucu değil, Fransızların Ermenilere arka çıkmasına duyulan öfkenin
sonucuydu...
Zira Fransızlar 1916 yılından başlayarak, Ermenilerden
oluşan birlikler kurmuşlardı. Zaten bölgenin İngilizler tarafından işgal
edildiği 1919 sonuna kadar hiçbir çatışmanın olmayışı da, yukarıda söylenenleri
doğrular niteliktedir.”
(Fikret Başkaya, Yediyüz, s. 305)
Yukarıdaki alıntı “Millî Mücadele”nin imgesini ve özünü açık
olarak belirtiyor. Dönemin Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının,
eşraf kesiminin ve az sayıdaki komprador burjuvazi ile devletin askeri bürokrat
kesiminin durumu buydu. Emelleri, hedefleri soykırımla ve zorla topraklarından
arındırılmış Ermenilerin ve Rumların gasp edilmiş topraklarını, mal ve
mülklerini kendi mülkiyetlerinde tutmak ve bu emellere hizmet eden devlet
yapısı oluşturmaktı. Bu da Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Yahudilerin
ulusal ve toplumsal olarak hedef alınması, köklerinin ve izlerinin silinmesiyle
mümkündü.
Bu hareketin bürokrat kesimi Mustafa Kemal önderliğinde
asker ve bürokratlardan oluşuyordu. Ordu, onların elindeydi. Amaçları ne
pahasına olursa olsun, kendi ulusal ve şovenist emellerine dayalı bir devlet
oluşturmaktı.
Ama bu devletin bir ekonomik ve sosyal bir yapısı
olacaktı. Bu sosyo-ekonomik yapının hakim sınıfları da vardı. Bu sınıflar Kaypakkaya yoldaşın belirttiği gibi Kemalist hareketin de başını çeken sınıflardı:
“Kemalist burjuvazinin İtilaf emperyalistleriyle
işbirliğine, daha savaş yıllarında giriştiğine işaret ettik. Toprak ağalarıyla
ittifak ise, savaşın başından itibaren mevcuttur. Savaşın başını çekenler,
Şnurov’un da belirttiği gibi, birbirleriyle kopmaz bağları bulunan, ticaret
burjuvazisi, toprak ağaları, tefeciler, o zaman zayıf olan sanayi burjuvazisi
idi.
Bunların içindeki hakim unsur ise, ticaret burjuvazisi
idi. Bu ittifak, emperyalizme bağlı olarak gelen bir kısım eski büyük
ticaret burjuvazisinin ve milli azınlıkların burjuvazisinin (Ermeni, Rum
burjuvazisinin) yerini aldı.” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 195)
Yukarıda belirtildiği gibi “Kurtuluş Savaşı’nın” muhtevası
Ermenilerden, Rumlardan kalan topraklar üzerinde Türk toplumunu yerleştirmek ve
Türk burjuvazisini öne çıkarmak ve hakim kılmaktı.
Bunun için 4-11 Eylül 1919 tarihinde yapılan Sivas Kongresi’nde gündemin temelinde de bu yatıyordu.
Sivas Kongresi’nde bütün cemiyetler birleştirilerek Trakya ve Anadolu Müdafa-i
Hukuk Cemiyeti kuruldu. Türkiye’nin çeşitli illerinden tüccarlar, toprak
ağaları, tefeciler, eşraf ve Türk kompradorlar, şeyhler ve çeşitli aşiretler
ile askeri kesim bunun için biraraya gelmişlerdir. Onları biraraya getiren
gayrimüslimlerin pazarlarına ve zenginliklerine rakipsiz sahip olmak
içgüdüsüydü... Erzurum ve Sivas Kongrelerinin
amacı buydu...
Kemalist doktrinin damgasını vurduğu “Milli Mücadele”
Türkiye içindeki Ermeniler ile Sovyet Ermenistanı’nı da hedef almıştır. Bunun
sonucu, 1919-1920 tarihlerinde Türkiye’nin bazı topraklarının Antant emperyalistleri tarafından
işgal altında bulundurulması üzerine Sovyetler’in Türkiye’ye verdiği destek
savaşın sonuna kadar devam etmemiştir.
17 Ekim Devrimi sonrası Sovyetler Birliği’ne giren ve
1918-1920 tarihlerinde kendi denetimlerinde piyon yönetimler kuran Antant emperyalistleri, o tarihlerde Türkiye’nin
bazı topraklarına da girdiler. Bunun üzerine emperyalizmin işgaline karşı güdük
konumda da olsa tavır alan Kemalistlere taktik-politik destek yapılmıştır.
Ancak Sovyetler’e yapılan saldırılara karşı Bolşevikler
tarafından yapılan örgütlenme ve mücadele ile emperyalistler ülkeden kovuldu ve
onların kurduğu piyon hükümetler devrildi. Ve sosyalizmin inşasına geçildi.
Bunun üzerine Antant devletleri, Kemalistleri açıktan desteklediler. Türkiye’de
işgali kaldırdılar. Ayrıca Kemalistlerin Ermenistan ve Gürcistan saldırılarını
desteklediler.
O dönemki adıyla Rusya Komünist Partisi (Bolşevik)
önderliğinde Antant emperyalistlerine ve Rusya’da kurulan gerici hükümetlere
karşı elde edilen başarı ve uluslararası sosyalizmin önünün açılması sonucu
emperyalizm ve proleter devrimleri çağına girildi. Bu gelişmeler sonucu
emperyalistler Kemalistlerle uzlaştılar.
Bunun sonucu Antep, Maraş, Urfa’da Fransa Kemalistlerle anlaştı ve bölgeden çekildi. İtalya da Haziran
1921’de Antalya’dan çekildi. Ve Yunanistan’a yapılan
destek de 1921 başlarında kesildi ve Kemalistler desteklendi.
Tüm bunlara bağlı olarak İngiltere’nin başını çektiği Antant
emperyalistleri Kafkasya’dan geri çekildi. Ve -Kars ve Ardahan dışında-
Ermenistan’ın Gümrü, Zangezur, Gürcistan’ın Batum, Ahısta, Ahılkalık illeri İngiltere’nin
desteğinde Kemalistler tarafından işgal edildi.
Tüm bu gelişmeler artık emperyalistlerle Kemalistlerin
birlikte hareket etmesinin sonucudur. Bu gelişmeleri ve alınması gereken tavrı
Siyasi Büro adına değerlendiren Lenin, 30 Kasım 1920’de Kafkasya temsilcisi Orjonokidze’ye şu
mesajı iletti:
“Kemalistlerle Kars yüzünden savaşmak gereksiz ama her
sorunda onlara taviz vermek asla hoş görüyle karşılanamaz. Sovyetleşen
Ermenistan için Aleksandrapol (şimdiki adı Gümrü) Kemalistlerden geri
alınmalıdır. Eğer Sovyetler Ermenistan’ı Rus ordularının Ermenistan’da
kalmasını istemiyorsa, bu durumda onların Sovyetler iktidarı kurmalarının
önünde engel olmayız.
Sizlerden, Karabekir’in ordularını Ermenistan’a
sokacaklarını ve Türk ordusunun batı cephesinden doğuya taşınacağına dair
yaptığı açıklamanın, gerçek olup olmadığı konusunda elde ettiğimiz somut
verileri bize aktarmanızı rica ediyoruz. Ayrıca, Karabekir’in ordularımızı
Ermenistan’a sokmaktaki amacımızı bilmediğini ve Antant devletlerinin, Batum’a
kolayca bir çıkartma yapmalarına bir zemin hazırlamadığını ve bizi Antant
devletleriyle bir an evvel sürtüşmeler içine çekmeyeceği yanılgısına düşmemek
için, bu konuda kapsamlı ve derinlemesine bir araştırma yapılması gerektiği
unutulmamalıdır.
Ve dahası her fırsatta kendilerinin de anti emperyalist
olduğunu defalarca belirten iki yüzlü Kemalistlerin giderek bizlerden
uzaklaşacağını, yönünü Antant devletlerine doğru çevireceğini hiçbir zaman
aklınızdan çıkartmayın. (abç)
Şimdi Türkiye’de ve özellikle de Kemalist ordu içerisinde,
bütün dikkatlerinizi ve ağırlığınızı Sovyetlerin propagandası üzerine
yoğunlaştırın. Kemalistlerin iki yüzlü politikalarını, emperyalistlerle olan
entrikalarını açığa çıkartarak mahkum edin ve bu konuda Türkiyeli komünistlere
geniş kapsamlı kampanya başlatmalarını, emperyalistlerle olan entrikalarını
açığa çıkartarak mahkum edin ve bu konuda Türkiyeli komünistlere geniş kapsamlı
kampanya başlatmalarını, Rusya ile Türkiye halklarının Antant devletlerine
karşı ortak mücadele anlayışını ön plana çıkartacak propaganda çalışmalarına
her türlü maddi manevi desteği esirgemeyin.”
(S.Dikrani Alihanyan, Orjonikidze
ve Ermenistan’da Sovyet İktidarının Kuruluşu, s. 56-57)
Görüldüğü
gibi Kemalistler İngiltere ve Fransa ile anlaştıktan sonra onların onayıyla
Kazım Karabekir komutasındaki askeri birlikler, 1920 sonları ve 1921 Haziran
ayına kadar Ermenilere saldırdılar. Ermenistan’ın Gümrü
ilinde 60 bin Ermeni öldürüldü. Bunun üzerine Sovyet ordusunun
müdahalesi sonucu Kafkasya’ya giren Türk askerleri geri çekildi.
Ve işgal edilen topraklar, Ermenistan Cumhuriyeti; Gürcistan
toprakları da Gürcistan Cumhuriyeti içinde yer aldı. Buna rağmen işgal
ettikleri bölgelerden geri çekilen Kazım Karabekir komutasındaki ordu Kars,
Iğdır, Erzurum gibi Doğu illerinde Ermenilere saldırdılar. “Tüm bu dönem
boyunca Gümrü, Kars, Iğdır bölgesinde öldürülen Ermeni sayısı 198 bindir.”
(Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu s. 518)
Ayrıca yukarıda değindiğimiz
Maraş, Antep, Urfa illerinde yapılan saldırılarda öldürülen Ermenilerin sayısı
ise 30 bin civarındadır.
Görüldüğü gibi “Kurtuluş Savaşı” Rumların ve Ermenilerin
yığınlar halinde öldürüldükleri, yaşadıkları topraklardan yok edildikleri,
varlıklarına el konulduğu bir dönemdir. Kemalizm’in hedefi ülkeyi
“Türkleştirmek” ve “İslamlaştırmak” idi. Bunun için İTC döneminde yapılan
soykırım döneminde çıkarılan Emval-i Metruke Kanunu, Kurtuluş Savaşı bittiğinde
de uygulamaya kondu. Bu kanuna dayanılarak, Ermeniler ve Rumlar soykırımla ve
zoraki tehcirle bulundukları yerlerden arındırılmışlardır. Bunun sonucu onların
bıraktığı mallar, literatürde ve uygulamada emval-i metruke (terk edilmiş
mallar) olarak adlandırılmış ve devlet tarafından el konulmuştur. Ve sisteme
hakim ticaret burjuvazisi, toprak ağaları, eşraf ve yeni palazlanan komprador
burjuvazisinin mülkiyetine verilmiştir.
“Kurtuluş Savaşı” yukarıda vurgulandığı gibi Ermenileri,
Rumları hedef alan, yok eden ve topraklarını gasp eden “savaş”tır. Ayrıca TKP’nin kurucusu Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı da 29 Ocak 1921’de
Karadeniz’de katledildiler. Böylece TKP, önderlikten yoksun kaldı.
Sovyet Devrimi’nin uluslararası alanda yarattığı etkiden çekinildi ve ne
pahasına olursa olsun savaş koşullarında TKP’nin ortadan kaldırılması
hedeflendi ve de faşist emellerle kurulacak devlet önünde engel olacak partiye
ağır darbe vuruldu. Soykırımı önlerine hedef koyan faşist Kemalizm,
komünist partisinin ülke içinde yer almasına da tahammül edemedi.
Sonuç olarak; daha savaş içinde
soykırımı önüne hedef koyan hareket, iktidarı ele geçirdiğinde tüm ezilenler
üzerinde faşist diktatörlük uygulamıştır. Bu diktatörlük ile baskı, katliam ve
sömürü en katmerli boyutlara tırmandırılmıştır!
Özel bölüm
Kürtlere ve
Alevilere Karşı Kemalist Diktatörlük_Bölüm2
Savaş sonrası Türkiye’de tüm ezilenlere karşı acımasız
diktatörlük uygulandı. Kürtlerin ve Alevilerin varlığı tanınmadı. Kendi
kimlikleriyle özgürce hareket etmelerine müsaade edilmedi. Zorla “Türkleştirme”
diktatörlüğü onlar üzerinde de uygulandı.
“Kurtuluş Savaşı”ndan
önce Ermeniler, Rumlar, Süryaniler üzerindeki zor ve baskıya dayalı
asimilasyon, savaş sonrası Kürtler ve Aleviler üzerinde tırmandırıldı. Bu baskı
mekanizması, faşist Kemalist diktatörlük tarafından uygulandı.
M.Kemal’in başında bulunan yönetimin hedefi Türklüğe dayalı
saf toplum yaratmaktı. Bunun için Türkler ve Müslümanlar dışında diğer
toplumların ulusal varlıkları ve inançları yadsındı, varlıkları inkar edildi.
Ve onlar üzerinde yukarıdan aşağıya doğru zor uygulandı. İktidarı ele geçiren
Kemalist burjuvazi diğer ulusları ve inançları reddeden uluslaşmayı böyle
oluşturmaya çalıştı.
Zoraki asimilasyona dayanan bu durum -burjuva demokratik
devrimle tarih sahnesine çıkan ilerici karakter taşıyan burjuvazinin tersine-
gerici, şoven ve diğer ulusların varlığını reddedenlerin diktatörlüğüne tekabül
ediyordu. Eski ve köhnemiş sistemi alt ve üst yapısıyla, aşağıdan yukarıya
doğru hedef alan burjuva devrimi değildi bu. Tersine eskiyle iç içe olan,
statükocu, muhafazakar hareketti. Devleti elinde tutan Kemalistlerin doktrini,
heterojen toplumu kendi homojen kafa yapılarına göre dizayn etmeyi amaçlıyordu.
Bu durum mevcut devlet mekanizması üzerinden eski üst yapıyı ve alt yapıyı
özünde muhafaza etmekti. Oynadığı bu misyon ile burjuvazinin ilerici rolünü
tarihsel olarak yitirdiği dönemin gerici burjuvazisi idi Kemalistler. Bunun
sonucu eskiye karşı haklı ve meşru zeminde yer alan hareketlere karşı inkarcı,
ırkçı ve saldırgandı. Bu niteliğiyle uluslararası emperyalist burjuvazinin
manyetik alanında yer alıyordu.
Kemalizm bu minval üzerine oluşmuş bir sistemdi. Çağın en
gerici, en şovenist, en bağnaz doktrininin damga vurduğu faşist bir
diktatörlüktü. Nitekim iktidara geldiğinde acımasız varlığını devam
ettirmiştir.
Kemalizm’in ırkçılığı, Kürtler ve Aleviler üzerinde daha çok
savaş sonrası dönemde uygulanır. Ancak daha Kurtuluş Savaşı döneminde Alevi
Kürtler onların saldırısına maruz kalmışlardır. Sivas ve Erzincan yöresinde
Alevi Kürtlerden oluşan Koçgiri aşireti isyan etmişti. Sivas ve Erzurum
kongrelerinde alınan kararlara uymayan ve “Kurtuluş Savaşı’na” katılmayan
Koçgiri aşireti, Kemalistlere karşı başkaldırır.
Onların baskı ve yaptırımlarına karşı tavır alır. Kurtuluş
Savaşı’nda onlarla hareket etmezler. İsyan başlatıp ayaklanırlar. Gerçi
ayaklanma öncesi M.Kemal, aşiretin reislerinden Alişan Bey ile Sivas’ta görüşme
yapar ve ona milletvekilliği teklifinde bulunur.
Ancak Alişan Bey bu
teklifi reddeder. Bunun üzerine 6 Mart 1921’de başlayan ayaklanma, geniş
alanlara yayılır. Sakallı Nurettin Paşa’nın emrinde, Topal Osman’ın
komutasındaki Giresun Alayları bölgeye gönderilir. 1921 yılının Haziran ayında
isyan bastırılır. Binlerce Alevi Kürt öldürülür, isyanın başını çekenler idam
edilir.
Ermenilere ve Rumlara saldıran ve onları topyekûn hedef alan
Kemalistlerin, savaş içinde Koçgiri aşiretine yaptıkları bu saldırı, Kürtlere
ve Alevilere karşı yapılacak saldırıların başlangıcıdır. “Millî Mücadele”,
“Kurtuluş Savaşı” yaftalarıyla bu saldırıların üstü örtülmüştür. Ve varlıkları
reddedilen, mağdur durumdaki yöre halkı, gerici mihraklarca hedef alınmıştır.
Haklı ve meşru tavırları, talepleri “Türkleştirme”, “İslamlaştırma” emelleri
güden güruh tarafından saldırıya maruz kalmıştır.
Bu saldırıya ve katliama, Kemalistlerle önceleri “karşıt”
kutupta yer alan 1. Paylaşım Savaşı’nın galip devletleri tarafından göz
yumulmuştur. Çünkü Kemalistler ve İngiltere-Fransa masaya oturmuş, görüşmeye
başlamış ve belli anlaşmalar yapmışlardır. M.Kemal artık onların saflarında
hareket etmeye başlamıştır.
Oysa
önceleri Kemalist hareket ile Antant devletlerinin “rakip” oldukları dönemde,
10 Ağustos 1920’de padişah kesimi ile Sevr Anlaşması
imzalanmıştır. Bu anlaşma ile Kemalistler üzerinde baskı unsuru
oluşturulur. Türkiye sınırları küçük gösterilir ve Kürdistan ile Ermenistan
sınırları çizilir. Böylece Kemalistler üzerinde politik arenada yaptırıma
gidilir.
Kemalistlere bir nevi şantaj yapılır. Ve bir süre sonra
yapılan baskı ve yaptırımlar sonucu varılan anlaşmayla Sevr Anlaşması feshedilir.
Ve
24 Temmuz 1923’te İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği devletlerle
Kemalistler arasında Lozan Anlaşması imzalanır.
Böylece Türkiye’nin bugünkü sınırları çizilir.
Zaten 1. Paylaşım
Savaşı’nın galip emperyalist güçleri Asya’da, Afrika’da, Balkanlar’da,
Latin-Amerika’da nasıl ki pazar durumunda olan bağımlı ülkelerin sınırlarını
çizdiler; önceleri Osmanlı sınırları içinde yer alan birçok ülkenin sınırlarını
da -Osmanlı İmparatorluğu’nun ardılı olan- TC devletinin sınırları dışında
çizerler.
Kürdistan’ı da
dört parçaya bölen bu devletlerdir.
Ve TC’ye mevcut sınırlar içinde yer verirler! Dolayısıyla
“Kurtuluş Savaşı”nın, -TC’nin resmi doktrininin yansıttığının tersine- sonucu
ve sınırları emperyalist devletler tarafından önceden belirlenmiştir.
Bu sınırlar daha
savaş öncesi Sykes-Picot, 16 Mayıs 1916’da Britanya İmparatorluğu ve Fransa
arasında yapılan, daha sonra Rusya'nın da katıldığı Osmanlı Devleti'nin
Ortadoğu'daki topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşmadır.
Antlaşma, 1917'de Rusya'da
iktidarı ele geçiren ve emperyalistlerle hareket etmeyen yeni Sovyet Hükümeti
tarafından ifşa edilmiştir.
Ancak burada en büyük fatura, Ermeniler ile Kürtlere
çıkmıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi Ermeniler, 1. Paylaşım Savaşı döneminde
ve “Milli Mücadele” içinde soykırımla yok edilirler. Diğer taraftan “Kurtuluş
Savaşı” sonrasında Kürdistan, emperyalistler tarafından dört parçaya bölünür.
Ve dört devletin sınırları içine dahil edilir. Yaşadıkları topraklar askeri
olarak ilhak edilir, siyasi olarak ulusal varlıkları inkar edilir, dilleri
yasaklanır, ulusal kimlikleri yasaklanır, ruhsal ve kültürel olarak da baskı
altına alınırlar. Ve bu baskıya bağlı olarak katliam ve soykırım girişimleriyle
karşı karşıya kalırlar.
İbrahim
Kaypakkaya, Kürt ulusunun durumunu net bir şekilde görmüştür. Kürtler
üzerinde Kemalist diktatörlüğün baskı ve şovenizmi nasıl katmerli boyutlara
tırmandırdığını açık ve net bir şekilde belirtmiş ve mahkum etmiştir:
“Kemalist diktatörlük, azınlık milliyetlerin, özellikle Kürt
milletinin bütün haklarını gaspetti. Onları zorla Türkleştirmeye girişti.
Dillerini yasakladı. Zaman zaman başgösteren Kürt milli hareketini, bazı Kürt
feodalleriyle de el ele vererek insafsızca ezdi, peşinden kitle katliamlarına
girişti, kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar, binlerce insanı katletti,
‘askeri yasak bölge’ ilanlarıyla, ‘örfi idare’ zorbalıklarıyla Kürt halkı için
hayatı çekilmez hale getirdi.
Sadece Dersim ayaklanmasından sonra katledilen Kürt köylülerinin sayısı
60.000’in üstündedir. Lozan’da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin
hakkı alçakça çiğnendi. Kemalistlerle emperyalistler, Kürt ulusunun kendi istek
ve eğilimini hiçe sayarak, pazarlıkla, Kürdistan bölgesini çeşitli devletler
arasında böldüler. Azınlık milliyetlere ve özellikle Kürtlere, son derece
aşağılayıcı muamele yapılıyordu, onlara her türlü hakaret mubah görülüyordu.” (İbrahim Kaypakkaya,
Seçme Yazılar, s. 205-206)
İbrahim yoldaşın Kürtlerin durumuna ilişkin birçok defa
belirttiği bu durum, TC’nin kurulmasıyla uygulamaya konmuştur. TC devleti
Kürtlerin varlığını hep inkar etmiştir. Pratik olarak da onların topraklarını
hep işgal altında tutmuş, Kürt ulusu üzerinde katmerli baskı uygulamıştır.
Elbette ki Kürtlere mubah görülen bu baskı ve tahakküme
karşı, Kürt halkı tepki ve direniş göstermiştir. Daha TC’nin kuruluşunun hemen
akabinde 1925 yılının Şubat ayında Şeyh Sait Ayaklanması oldu. Dillerinin
yasaklanması, kültürel olarak baskı altına alınmaları, Türklüğün dayatılması
Kürtlerin tepkisine neden olmuştur. Bu baskı ve yaptırımlara karşı haklı
talepleri reddedilen Kürtler, Şeyh Sait önderliğinde başta Diyarbakır ve çevre
illerde başkaldırırlar. Oysa Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal tarafından
Kürtler lehine söz verilmiştir. Ancak bu söz tutulmamıştır. Kısacası bu isyan,
ulusal ve demokratik taleplerin yerine getirilmemesi üzerine yaşanmıştır.
Ancak isyan, devlet tarafından bastırıldı ve 13 ilde
sıkıyönetim ilan edildi. Şark Islahat Mahkemeleri kuruldu ve Şeyh Sait ve
isyanın başını çeken 48 kişi idam edildi. Ayrıca hükümet tarafından çıkarılan
20 Nisan 1925 tarihli 134 sayılı karar ile Batı illerine sürgün kararı
çıkarıldı. Ve bu karar uygulandı. Tüm bunlar İnönü tarafından şöyle ifade
edilmiştir: “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır.
Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı (unsurları)kesip atacağız. (abç)
Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf (nitelikler)
her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” (Cafer Demir, Osmanlı ve
Cumhuriyet Döneminde Dersim, s. 92-93) Katliamın resmi olarak böyle dile
getirilmesi, Kürtlere yönelik tehdittir. Ve Kürtleri ve Alevileri hedef alacak
“Türkleştirme” ve “İslamlaştırma” politikasının açıktan dile getirilmesidir...
Nitekim Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılmasının ardından Kürtler ve Aleviler
aleyhine kararlar alındı. Bu kararlarla Kürt ulusunun varlığı inkar ediliyor ve
zor unsuruyla asimilasyonu hedefleniyordu. Bunun için başka yasalar da
çıkarıldı:
“... 8 Eylül 1925 tarihinde bizzat cumhurbaşkanı Mustafa
Kemal’in ve başta, başbakan sıfatıyla İsmet Paşa (İnönü) olmak üzere hükümet
üyelerinin imzasıyla, ‘Şark Islahat Planı Hazırlanmasına Dair Kararname’
çıkarılıp yürürlüğe konuldu.
...Bu kararnameye dayanılarak kurulan komisyon, bizzat
cumhurbaşkanı ve hükümetten aldığı talimat doğrultusunda hemen çalışmalara
başladı ve genel olarak Kürdistan’da, özel olarak da Dersim’de mevcut devlet
otoritesinin sağlamlaştırılması ve dönem dönem gün yüzüne çıkan ve bazen de
önemli oranda ‘sorun’ yaratan (ulusal) muhalefetin tamamen yok edilmesi
noktasında nelerin yapılacağına (hangi tür önlemlerin alınacağına ve bununla
birlikte ne tür faaliyetlerin yürütüleceğine) dair ‘gizli’ bir plan hazırladı.”
(Cafer Demir, age, s. 72)
Böylece Şark Islahat Planı üzerinden devlet tarafından
Dersim ve diğer Kürt illerine uygulanan baskı ve zulüm giderek artırıldı. Daha
katmerli boyutlara tırmandırıldı. TC devletinin Kürdistan üzerinde uyguladığı
baskı ve zulüm katbekat artırıldı. Faşist bir devletin bu ulusal zulmü
emperyalistlerin onayıyla uygulamaya konmuştur. Lozan Antlaşması’yla
Kürdistan’ın faşist devletin tahakkümü altında tutulması karar altına alınmış
ve o yetki TC devletine verilmiştir.
Elbette ki baskılara ve saldırılara karşı Kürt isyanları da
yaşandı. Mustafa Kemal’in devlet başında bizzat olduğu tarihsel süreçte
faşizmin ırkçılığına karşı Kürtler başkaldırdılar. İbrahim Kaypakkaya bu
başkaldırıları değerlendirir. Haklı yanlarının altını çizer. Diğer taraftan bu
başkaldırıların ulusal yanıyla beraber, başkaldırının olduğu döneme ve
önderliğe de değinir. Kısacası o dönemin Kürt ayaklanmalarının ikili karakter
taşıdığını belirtir:
“Türkiye’nin Lozan Antlaşmasıyla tespit edilen sınırları
içinde de Kürt milli hareketi devam etmiştir. Zaman zaman ayaklanmalar
olmuştur. Bunların en önemlileri 1925 Şeyh Sait İsyanı, 1928 Ağrı İsyanı, 1930
Zilan İsyanı ve 1938 Dersim İsyanıdır. Bu hareketlerin ‘milli’ karakterlerinin
yanında, bir de feodal karakterleri vardır. O zamana kadar kendi bağlarına
hükümran olan feodal beyler, merkezi otoritenin bu hükümranlığı tehdit etmeye
başlaması üzerine, bu otoriteyle çatışmışlardır. Feodal beyleri merkezi otoriteye
başkaldırmaya iten esas etken budur. Kürt burjuvazisinin ‘kendi’ iç pazarına
hakim olma arzusu ile feodal beylerin kendi başlarına hükümranlık arzusu, Türk
hakim sınıflarının elinde tuttuğu merkezi otoriteye karşı birleşmiştir. Köylü
kitlelerinin geniş ölçüde bu hareketlere katılmalarının sebebi ise, amansız
milli baskılardır.”
(İbrahim Kaypakkaya, Seçme
Yazılar, s. 281)
Mustafa Kemal’in başında olduğu bu dönemler böylesi bir
diktatörlük uygulanmıştır. Bu
diktatörlük Türk ırkçılığı güden, toplumu zor ve baskı unsuruyla yöneten, yeri
geldiğinde kitlesel katliam, tehcir, soykırım yapan faşist bir diktatörlüktür.
Elbette sadece bu değil, henüz zayıf olan işçi sınıfı, köylülük ve tüm halk
katmanları üzerinde de Kemalizm’in faşizmi en ağır şekilde uygulanmıştır.
Sömürülen ve Ezilen
Sınıflara Karşı Kemalist Diktatörlük
Yukarıdaki bölümlerde Kemalist diktatörlüğün “Türkleştirme”
ve “İslamlaştırma” emelleriyle yaptığı diktatörlüğe değindik. Önce daha savaş
içerisinde Ermenileri, Rumları, Süryanileri/Keldanileri açıktan hedef alan
Kemalist diktatörlük, Cumhuriyet ilanıyla uygulamaya koyduğu Şark Islahat Planı
üzerinden Kürtleri hedef aldı. Kürtler üzerine uygulanan diktatörlük devletin
resmi politik hattıydı. Irkçılığı en üst mertebeye tırmandıran Mustafa Kemal,
yönetimi aynı zamanda emekçi sınıfları da hedef almıştır.
Mustafa
Kemal liderliğindeki yönetim, Ermeni ve Rum burjuvazisinin pazarlarını, mal ve
mülkünü ele geçiren Türk ticaret burjuvazisinin, Türk kompradorların, toprak
ağalarının, daha da palazlanması için üstlendiği rolü de yerine getirmiştir.
Dönemin Müslüman Türk burjuvazisinin palazlanması ve giderek hakim hale gelmesi
Kemalistlerin asli görevlerinden birini oluşturmuştur. Nitekim bu durum 1923
yılının Şubat ve Mart aylarında yapılan İzmir İktisat Kongresi’nde gündeme
gelmiştir:
“Mustafa Kemal Paşa
Kongre’yi açılış konuşmasında, Türkiye’nin arazi varlığı ve doğal kaynaklarına
göre nüfusunun yetersiz olduğu, işgücü eksikliğinin, sermaye-yoğun üretim
teknikleri kullanılarak giderilmesi gerektiğini vurguladı. Yerli gayri
müslümlerin ticarette sahip olduğu etkinliğin azaltılması için hükümetin
önlemler getireceğinden söz etmesi özellikle İstanbullu Müslüman-Türk tüccarlar
arasında büyük hoşnutluğa yol açtı. (abç) (Yahya S. Tezel, Cumhuriyet Döneminin
İktisadi Tarihi, s. 135)
Görüldüğü gibi Müslüman-Türk burjuvazisinin gelişmesi ve
hakim olması, bizim daha önce belirttiğimiz gibi Rum ve Ermenilerin kitlesel
olarak hedef alınması, yaşadıkları topraklardan koparılması ve “gayrimüslim”
burjuvazinin el konulan pazarları, mal ve mülklerinin Türk-Müslüman sömürücü
sınıflara dağılımı, mal edilmesi, yukarıda belirtildiği gibi Kurtuluş
Savaşı’ndan sonra yapılan İzmir İktisat Kongresi tarafından öne çıkan
gündemlerden birini oluşturmuştur.
İzmir İktisat Kongresi’nin ele aldığı asli konulardan diğeri
de yabancı ülkelerle kurulacak iktisadi ve mali ilişkilerdir. Burjuvazinin
komprador yapısı sonucu, yabancı sermaye denilen emperyalist burjuvaziye
bağımlılığın devam etmesi kararı, İzmir İktisat Kongresi’nde Mustafa Kemal’in
aşağıda belirttiği gibi resmi olarak kabul edilmiştir:
“Zannolunmasın ki ecnebi sermayesine hasımız; hayır bizim
memleketimiz vâsidir (geniştir). Çok sây (emek) ve sermayeye ihtiyacımız var.
Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeğe
her zaman hazırız. Ecnebi sermayesi bizim sâyimize inzimam etsin (tamamlasın)
ve bizim ile onlar için faydalı neticeler versin.” (age, s. 136)
Böylece emperyalist ülkelerle sömürüye dayalı
ilişkiler sürdürülmüş, yarı-sömürge, yarı-feodal yapı devam etmiştir.
Bu vasfa sahip Kemalist diktatörlük burjuva demokratik devrimi
yapmadığı için feodalizmi tasfiye etmemiş, bağımsız ve gelişmiş kapitalizmi
inşa etmemiş, ulusal ve din sorununu çözmemişti.
Bu tarihsel koşullar Kemalist yönetimin faşist
diktatörlüğünün maddi koşullarını oluşturmuştur. İbrahim yoldaş şöyle demiştir;
“Türkiye’de bugün (1929) mevcut olan düzenin özü, bütün demokrasilerden uzak
bir diktatoryadır. (abç) [yani faşizmdir].
...Bugünkü Türk hükümeti elbette bir diktatorya [faşizm
olmalı] hükümetidir. Çünkü egemen olan Türk burjuvazisi, tamamen güçsüzdür ve
gelişebilmek için emekçi halkı ezmek zorundadır.”
(İ.
Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 201)
Bu diktatörlük, tüm emekçi kesimlerin sömürüsünün giderek
tırmandırıldığı düzenin devamı için uygulanan faşist diktatörlüktür.
Kemalistler iktidara gelmeden evvel emekçi kitlelere ihtiyaç
duydular. Onları kendi saflarında tutarak Kurtuluş Savaşı’nı yaptılar.
Emperyalistlerle anlaşıp onlarla barış paktı imzaladıktan sonra devleti
kurdular. Ve başta köylüler olmak üzere tüm halk katmanlarına ihtiyaçları
kalmadı. Kalmadığı gibi ezilen sınıflarla çelişkiler öne çıktı. Bu sefer baskı aygıtı işçilere ve köylülere
yöneltildi. Artık Kemalist devlet, işçi sınıfına ve köylülere karşı amansız
diktatörlük uyguladı.
Bunun sonucu, daha
1890’lı yıllarda amele (işçi) sınıfının kurduğu -önceleri gizli olan ve 1908
sonrası yasal olarak tanınan- Amele Teali, Cumhuriyetin kuruluşuyla devletin
baskı ve saldırısına maruz kaldı, yağma edildi.
İbrahim Kaypakkaya Amele Teali’nin yağma edilmesi üzerine
Profintern Yönetim Kurulu tarafından yayınlanan bildiriden yaptığı alıntılarla,
Türkiye işçi hareketinin Kemalist diktatörlük tarafından nasıl hedef
alındığını, nasıl saldırıya uğradığını belirtir:
“Halk Partisi hükümeti (Kemalistler), uzun zamandan beri
sendika eylemini ele geçirip faşist bir örgüt haline getirmeye çalıştılar. (s.
47)
“Türkiye, işçi
hareketinin en zalim takibata uğradığı ülkelerden biridir. Profintern’in III.
Kongresi (1924 yılında) özel bir kararda Türkiye işçi sınıfına yapılan bu
baskıları şiddetle protesto ederek şu bildiriyi yayınlamıştı:
“Profintern’in III. Kongresi, Türk Kemalist hükümetinin
Türkiye devrimci işçi örgütüne yaptığı baskıyı ve işçileri kovuşturmayı
şiddetle protesto ediyor!..” (s. 59)
“Kürt isyanından sonra 1925 senesinde ‘istiklal mahkemeleri’
kurularak yine iki yıl müddetle sıkıyönetim ilan edilmişti. ‘Bu olay vesile
edilerek işçi, köylü ve genellikle bütün emekçi kitleleri ağır takibata
uğratıldı. Aydınlık ile Orak-Çekiç gazeteleri kapatıldı. Türk işçi liderleri,
türlü işçi birlikleri ve bu gazeteleri çıkaran yayınevleri sorumluları istiklâl
mahkemelerinde 10-15 sene hapis cezalarına mahkum oldular’.
“Tarihin tekerrürü! Tıpkı bunun gibi, devrimin sonunda
emekçi kitlelerin sırtından iktidara gelmiş olan Jön Türkler aynı şeyi
yapmışlardı vaktiyle. Fakat ne oldu? Jön Türkler eninde sonunda Alman
emperyalizminin itaatkar aleti haline geldiler.”
“... İşçi hareketini ezmek için Kemalist hükümet her araca
başvuruyor, her şeyi mubah görüyor. İşçi örgütlerinin ilerici üyelerini polis
gece yarısından sonra, şafak vakti evinden alıp karakola götürüyor. Birkaç gün
tutuklu tutuyor... Sebep? Hiç. Filan tarihte, falan günde kravatların rengi ne
imiş? Kasketlerinde nasıl işaretler varmış, ne konuşmuşlar acaba?” (age, s.
59-60)
Kaypakkaya yoldaş, Kemalist devletin işçi sınıfına yaptığı
baskılara özenle değinerek onların gerçek niteliğini ortaya koyar. İşçi
sınıfının nasıl sömürüldüğünü, nasıl baskı ve tahakküm altına alındığını
belirtir. Bunun sonucu greve giden işçilerin nasıl da faşist saldırılarla karşı
karşıya kaldıklarını vurgular. Emperyalist güçlerin çalıştırdığı işyerlerinde
artan sömürü ve baskıya karşı direnişe geçen işçilerin eylemlerinin Kemalist
devletin askeri birliklerince acımasızca yaptıkları saldırılarla nasıl bastırıldığına
vurgu yapar. O dönemler işçilerin grev ve direnişleri asker tarafından silahlı
saldırılarla bastırılmıştır.
İşçiler öldürülmüş, yaralanmış ve işlerinden çıkartılmıştır.
Kemalist diktatörlük ve emperyalist tekellerin birlikte uyguladığı zor ve baskı
mekanizması bu denli acımasızca sürdürülmüştür. Karşı devrimin tüm
güruhlarınca, Türkiye işçi sınıfına yapılan bu saldırılar ile sömürü ve baskı
mekanizması işletilmiştir.
İbrahim yoldaş 1927 yılının Ağustos ayında Fransızlara
ait Adana-Nusaybin demiryolunda çalışan işçilerin gittikleri grevin Kemalist
devletin kolluk kuvvetlerince saldırdığına, işçilere ateş açıldığına, bunun
sonucu rayların kana boyandığına, 22 işçinin “elebaşı” olarak tutuklandığına
dikkat çeker.
Ve 1926 yılında Seyrüsefayin Şirketinde çalışan işçilerin de
bastırıldığını, deniz askerinin grev kırıcısı olarak gönderildiğini belirtir.
Verdiği bu örneklerle faşist Kemalist devletin ve emperyalist tekellerin
Türkiyeli işçiler üzerinde uyguladığı diktatörlüğe ve saldırılara vurgu yapar.
Ayrıca bu saldırılar sonrası işçiler işten çıkarılır, hakları tümden gasp
edilir. Böylece
TC devleti, yapısı gereği sınıf çelişkisinde işçiler karşısında yer alır.
Diğer taraftan Kemalist iktidar döneminde nüfusun
çoğunluğunu oluşturan köylüler üzerinde de ilkel sömürü ve baskı mekanizması
acımasızca sürdürülür. İbrahim yoldaş bu durumu da görür. Yine Şnurov’dan
yaptığı alıntıyla buna da vurgu yapar:
“...Soyulup evi barkı yıkılan birçok köylü, ırgat olmakla
kalmıyor, iş aramak için şehirlere göç ediyor. Köyde köylüyü tefeci, büyük
toprak sahibi, ağalar, toptancılar, tüccarlar insafsızca soyuyor. Türkiye’nin
ekseri köy aileleri yoksuldur. İşletmeleri fakirdir. Ne yeterli toprağı, ne
aracı, makinesi, ne de hayvanı var. Fakir köylü zenginlerden yani büyük toprak
sahibi ile ağalardan toprağı icara, aracı borca alır, karşılığında mal
sahibinin tarlasında hem bedava ırgatlık yapar, hem de mahsulün yarısını ya da
üçte birini verir.
Araç almaya, geçinmeye parası yetmediği için köylü, parayı
tefecilerden alıp fahiş faizle öder. Yoksul köylünün, ürününü pazara indirmek
için atı, arabası olmadığından ister istemez ürünü yok pahasına toptancıya
vermek zorundadır. Bu toptancı, çoğu defa, toprağı icara aldığı toprak sahibi,
ağa veya tefecidir. Bu yüzden, köylünün ufacık işletmesine türlü borç, faiz,
vergi biniyor ve er geç bunun yükü altında yıkılıyor. Fakir köylü kitleleri ya
köylerde ırgat olarak çalışmaya ya da şehirlere gidip kendine iş aramaya
zorlanıyor.” (age, s. 204)
Kemalist diktatörlük köylülerin karşısında toprak
ağalarının, tefecilerin, tüccarların saflarında yer almıştır. Alınan toprak
devrimi kararı laftan ibaret kalmıştır. Gerçekte köylüleri hedef alan bir diktatörlük
olmuştur. Ayrıca köylülere ve işçilere uygulanan baskı ve katmerli sömürü
toplumun zanaatçı ve memur kesimine de reva görülmüştür.
Onların da tepki ve
direnişleri bastırılmıştır. Ayrıca II. Paylaşım Savaşı’nda, savaşın faturası
tümden işçilere, köylülere, zanaatkar ve memur kesimlerine çıkarılmış, vergiler
artırılmış, yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını gidermelerine kısıtlamalar
getirilmiştir. Tüm bunlara karşın düzenin egemen sınıfları, devletin askeri ve
bürokrat kesimleri bunlardan muaf tutulmuştur. Günümüzde Türkiye’nin girdiği
ekonomik krizin tüm faturası nasıl ki zamlarla, vergilerle, kısıtlamalarla
tümden emekçi sınıflara ve halk tabakalarına çıkarılıyorsa; TC kurulduktan
sonra da sistemin, devletin faturası emekçi sınıflara, halk katmanlarına
çıkartılmıştır.
Ayrıca dönemin aydın kesimi üzerinde de diktatörlük
uygulanmıştır. “Kurtuluş Savaşı”nda Mustafa Suphi ve yoldaşları öldürülmesinden
sonra aydınlar üzerinde baskı ve yaptırımlar devam etmiştir. Dönemin TKP’si
illegaliteye çekilmiştir.
Buna rağmen siyasi baskı devam
etmiştir. 141 ve 142. maddeler o dönemler çıkarılmış ve uygulamaya konmuştur.
Dönemin aydınları ve muhalif kişiler üzerinde faşizme tekabül eden diktatörlük
uygulanmıştır. Nazım Hikmet o tarihlerde tutuklanmış ve zindana konmuştur.
Sabahattin Ali öldürülmüştür.
Muhalif örgütlenme ve muhalif yayınlar
yasaklanmıştır. Ayrıca daha önce belirttiğimiz Kürdistan’da baskı ve
katliamalar da aynı dönemler yapılmıştır. Kısacası Kemalizm dönemi şiddetin,
baskının, zulmün, katliamın ayyuka çıktığı dönemin faşizme tekabül eden
diktatörlüğüdür!...
R.T.Erdoğan Dönemi...
Kemalist yönetim devlet kurumlarını muhalif kesime karşı II.
Paylaşım Savaşı’na kadar kendi yönetiminde tutmuştur. Devlet kademelerine bu
dönem tümden hakim olmuşlardır. 1923 tarihinde yapılan İzmir İktisat
Kongresi’nde alınan kararlar, II. Paylaşım Savaşı’na kadar devam ettirildi.
M.Kemal liderliğindeki tek partili dönem, onun ölümünden sonra da devam etti.
1946’da Demokrat Parti kuruldu ve çok partili döneme geçildi. Türkiye
Cumhuriyeti devleti çok partili döneme, II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra yörüngesine
girdiği ABD’nin isteği üzerine girdi. Bunun üzerine CHP içinde olan muhalif
kesim ayrılıp DP’yi kurdular. 1950 seçimlerini kazandılar ve hükümet onlar
üzerinden kuruldu. ABD tarafından bağımlı ülkelerde uygulanan İthal İkameci
Model, Türkiye’de de uygulandı. Devlet mülkiyetindeki Kamu İktisadi
Teşebbüsleri (KİT) devam ettirildi ama özel sektör daha geliştirildi. Kazanılan
tecrübe ve değişen dünya konjonktürü komprador burjuvaziyi daha öne çıkardı.
Ayrıca Türkiye NATO’ya o dönem girdi. TC ordusu devlet içinde en etkin kurumdu.
Alınan kararlar ordunun inisiyatifinde toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK)
alınırdı, hükümet tarafından yürürlüğe konulurdu. Kısacası, II. Paylaşım Savaşı
sonrası şartların zorlamasıyla devletin işleyişinde ve devlet kademelerinde
oluşan değişiklikler ve çok partili sisteme geçişe rağmen ordu, Kemalist
niteliğiyle devletin en etkin kurumu olmaya devam etmiştir. Tabii ki, bu
etkinliğini ABD emperyalizminin sadık kurumu olarak, onun hükmü altında
sürdürmüştür!
Uluslararası emperyalist sistemin ithal ikameci modeli
Türkiye’de uygulandığı tarihlerde, bilindiği gibi emperyalistlerin istemiyle
Türkiye’de darbeler de olmuştur. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1972, 28 Şubat 1997, 12
Eylül 1980 tarihlerinde TC ordusu tarafından yapılan darbelerin arkasında ABD
emperyalizmi vardı. ABD tarafından belli dönemlere ilişkin alınan
politik-ekonomik kararlar yapılan bu darbeler ile yürürlüğe girmiştir! Ve
bugünlere gelinmiştir.
Bu yazıda o darbe dönemlerine değinmeyeceğiz. Mevcut
yönetimin iş başına geldiği döneme ve günümüzün mevcut durumunu ele alacağız.
Bilindiği gibi R.T.Erdoğan’ın partisi AKP, yönetime 2002
seçimlerinde geldi. Ancak Erdoğan siyasi yasağı olduğu için seçimlere giremedi
ve milletvekili seçilemedi. Hakkındaki siyasi yasak kalktıktan sonra, 2003 ara
seçimlerinde Siirt’ten milletvekili seçildi ve bürokratik işlemlerin
tamamlanması ile 59. Hükümetin başbakanı oldu.
Erdoğan’ın başbakan olduğu dönem emperyalizmin uluslararası
alanda sözde “medeniyetler çatışması” ve neoliberalizm projesi yürürlüğe
konmuştur. Uluslararası bu projenin ürünü olarak Ortadoğu’da da Ilımlı İslam
politikası yaşama geçirilmeye çalışılmaktadır. AKP, ABD tarafından oluşturulan
bu projenin ürünü olarak kurulmuş ve bu minvalde devreye sokulmuştur. Türkiye
bünyesinde AKP ile beraber Fethullah Gülen Cemaati de öne çıkarılır. Giderek
beraber devlet kademelerinde etkin oldular. Devletin yasama, yürütme ve yargı
organlarında aktif olarak yer aldılar. Ancak AKP’nin ve cemaatin öne çıkması
orduyu rahatsız etmiştir. Bunun sonucu MGK toplantıları ve Yüksek Askeri Şura
toplantılarında ordu ile aralarında sorunlar ve çelişkiler oluşur. ABD’den
aldıkları destekle orduyu sıkıştırırlar. ABD emperyalizmi açısından jeo-politik
süreç TC ordusu bünyesinde ve işlerliğinde değişiklikler gerektirir. Bu nedenle
ordunun konjonktüre göre yeniden dizayn edilmesine giderler. Bunun sonucu
Balyoz, Ergenekon davaları açılır ve orduda Kemalistlerin etkinliği azaltılır.
Devamında ordunun genelkurmay başkanları, generaller ve üst rütbeli subaylar
ile AKP/Cemaat kesimi arasındaki sürtüşmeler giderek su yüzüne çıkar ve
kamuoyuna kadar yansır. 27 Nisan 2007 tarihinde genelkurmay başkanı Yaşar
Büyükanıt, hükümete muhtıra verir. Ama ABD’nin ve Türk hakim sınıflarının
önceki muhtıralara verdikleri onay ve destek, Büyükanıt’ın muhtırasına
verilmez. Öyle ki, bu muhtıranın ardından Erdoğan ile Büyükanıt arasındaki
Dolmabahçe görüşmesinden sonra Büyükanıt susmuştur. Hatta görüşmeyle ilgili
“Benimle mezara gidecek” demiştir. Onun yerine 28 Ağustos 2008 tarihinde
genelkurmay makamına gelen Orgeneral İlker Başbuğ ile de hükümet arasında
sürtüşmeler ve anlaşmazlıklar yaşandı. Emekli olduktan sonra 6 Ocak 2012
tarihinde Ergenekon davası sanığı olarak darbeye teşebbüs iddiasıyla tutuklandı
ve bir müddet hapishanede yattı. Ayrıca o dönem başka subaylar da tutuklandı.
Bu tutuklamalar belli aralıklarla günümüze kadar devam etmiştir. Amaç klasik
Kemalist direnci kırmak ve ordu ve MGK’yı kendi saflarına çekmekti.
Ordunun bileşimindeki bu değişiklik Yüksek Askeri Şura’nın
işlerliğinde, yürürlüğünde ve bileşiminde de kendisini göstermiştir. 15 Temmuz
darbe girişimine karşı 20 Temmuz darbesiyle başbakanlığa bağlanan Yüksek Askeri
Şura, 2018’deki uygulamayla Cumhurbaşkanlığına bağlı hale gelmiş, cumhurbaşkanı
yardımcısı ve 6 bakanlığın yer aldığı Şura’ya askeri kesimden de Genelkurmay
Başkanı ile kuvvet komutanları katılmıştır. Böylece, ordu albaylarının
generalliğe terfisi; general ve amirallerin ise bir üst rütbeye terfisi, görev
süresinin uzatılması veya emekliye ayrılması görevi tümden Cumhurbaşkanlığına
bağlanmıştır. Kısacası ordu bugünkü konumuyla cumhurbaşkanlığına, AKP/MHP
kesimine yakın hale gelmiştir.
Görüldüğü gibi egemen sınıflar arasında çelişkiler ve
iktidar kavgası iyice tırmanmış ve çetrefilli dönemler yaşanmıştır. MGK ve
ordunun etkinliğine karşı Erdoğan ve Fethullah Gülen öne çıkarıldı. Birlikte
hareket ettiler. Ancak ordunun ve MGK’nın etkinliği azaltıldıktan sonra
birlikte hareket eden Erdoğan ile Fethullah Gülen bu sefer birbirine düştü.
Nitekim 17-25 Aralık 2013’te Fethullah Gülen’in güdümündeki savcılar tarafından
hazırlanan iddianameyle Erdoğan’a yakın bakanlar, bürokratlar hakkında soruşturma
açılması istenmiştir. Öne sürülen iddianame yolsuzluk, rüşvet, ihaleye fesat
karıştırma, kaçakçılık, mafya ilişkileri, görevi kötüye kullanma gibi
suçlamalar içermekteydi. Erdoğan ve ailesi hakkında da ciddi itham ve iddialar
ortaya çıkarılmıştır. Bunun üzerine Erdoğan, iddianame ve soruşturmayı başlatan
savcıyı görevden alarak ve yerine kendine yakın savcı atayarak karşı hamleye
geçmiş, ortamı kendi kontrolüne almaya çalışmıştır.
Görüldüğü gibi F.Gülen ile Erdoğan arasındaki çelişki ve
birbirlerini hedef alan saldırılar
giderek had safhaya varmıştır. Nitekim 15-16 Temmuz 2016 tarihinde yapılan
darbe girişimine karşı, 20 Temmuz 2016 tarihinde Erdoğan yaptığı karşı darbe
ile F.Gülen Cemaati’ne bağlı subaylar tutuklandı. Ardından ilan edilen
Olağanüstü Hal (OHAL) ve çıkarılan KHK’ler (Kanun Hükmünde Kararnameler) ile
karşı saldırıya geçti, iktidarı kendi lehine pekiştirdi. Ordu, emniyet, yasama
ve diğer devlet kuruluşlarında Gülen Cemaati’ne yakın kişilerin tutuklanmasına
gidildi. Resmi kurumlar onlardan temizlendi. Yayın, basın vb. propaganda
araçları kapatıldı. Kısacası Gülen Cemaati tasfiye edildi. Ve tüm kurumları ve
ekonomik gücü kendi denetimine aldı.
Çıkarılan yasalar, saldırılar, ilan edilen OHAL ve KHK’lar
salt iktidar kavgasıyla sınırlı kalmamıştır. Düzene muhalif kesimler ve güçler
de bu süreçte hedef alınarak özellikle yasal alanda taş üstünde taş
bırakılmamıştır. Tırmandırılan faşizm mevcut sistemden ve mevcut yönetimden
hoşnut olmayan tüm kesimlere yönelikti. Başlattığı saldırı furyasını bu
kesimlere karşı da uç boyutlara kadar tırmandırdı. Bunun sonucu devlet
dairelerinde çalışan 125 binden fazla kamu görevlisi görevlerinden alındı.
Çıkarılan KHK’larla mesleklerinden menedildiler.
Üniversitelerde uygun görmedikleri öğretim görevlilerini tasfiye edildi.
Yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, öğrenciler vb. katmanlar üzerinde baskı
unsuru oluşturuldu. Muhalif basın, yayın kurumları yasaklandı, kapatıldı.
Demokratik, devrimci kesimler hedef alındılar. Yüzlerce kitle örgütü yasaklandı
ve kapatıldı.
Bu baskı ve saldırılar HDP’ye de yöneltildi. HDP
eşbaşkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş ile bazı milletvekilleri
sorgusuz sualsiz tutuklandılar. Ayrıca HDP’nin kazandığı illerde belediye
başkanlıklarının hemen hemen hepsi tutuklanarak zindana kondular. Onların
yerine devlet eliyle kayyum atamaları yapıldı. Ayrıca on binlerce HDP’li
gözaltına alındı ve tutuklandı.
Tüm bu baskı ve saldırı furyası Kürt illerine yapılan Hendek
operasyonlarının akabinde uygulanmıştır. Bunun sonucu ilan edilen OHAL ile Kürt
illerindeki saldırı daha üst boyutlara tırmandırıldı. Zor ve şiddet daha üst
agresif boyutlara çıkarıldı. 20 Temmuz 2016 darbesiyle ilan edilen OHAL ile
Kürtleri hedef alan askeri saldırılar ve KHK’ya dayalı kararnameler ile saldırı
furyası devam ettirildi. Daha net bir deyimle faşizmin baskısı, saldırısı,
diktatörlüğü giderek daha agresif hal aldı, daha katmerli düzeylere
tırmandırıldı.
20 Temmuz 2016 tarihinden itibaren yapılan darbe ile faşist
diktatörlük çığırından iyice çıkmıştır. 16 Nisan 2017’de MHP’nin desteğiyle
gidilen referandum sonucu başbakanlık kaldırıldı, meclisin rolü lağvedildi. Tüm
inisiyatifin cumhurbaşkanına verildiği yönetim biçimine geçildi. Yasama,
yürütme ve yargının tüm yetkilerinin Cumhurbaşkanına verilmesi ile tek adam
diktatörlüğüne gidildi. TBMM “tek adam rejimi”ni kamufle eden sıradan bir kurum
durumuna getirilmiştir.
Kaldı ki, 2018 ve 2023’te yapılan cumhurbaşkanı seçimleri
tartışmalı ve şaibeler barındıran bir seçimdir. Ve bugünkü yönetimin
“meşruiyeti” burjuva normlara göre bile tartışmalıdır. Buna rağmen elbette CHP
ve diğer partiler bu kuşkuların üzerine gitmemiştir. Zira mevzu bahis devletin
bekasıdır artık. Nitekim 15 Temmuz sonrası Yenikapı’da el ele verilen liderler
pozu da, Fethullah Gülen Cemaati ya da darbe girişimcilerinden öte, ezilen halk
kitlelerine karşı devletin güç gösterisidir.
AKP/MHP ve hakim sınıflar içinde temsil ettikleri kesim, TC
tarihini yaşanan bu agresif dönem ile günümüzün mevcut süreci içine
sokmuşlardır. Birincisi; bu güruh yakın dönemlere kadar Kemalist doktrinin
hakim olduğu devleti ve sistemi, giderek kendi denetimleri altına almıştır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Kemalizm’in en etkin olduğu ordu kurumu başta olmak
üzere, yargı, yasama, yürütme kurumları üzerinde etkinlik oluşturmuşlardır. Bu
kurumlara kendi kadrolarını yerleştirmişlerdir. Böylece devletin bu kademeleri
daha çok AKP-MHP’nin temsil ettiği kliğin hükmü altına girmiştir.
Elbette ki karşı devrimin Kemalist ideolojisi, doktrini,
tarihi, Türk milliyetçiliği ve değer yargıları, toplum üzerindeki etkileri
kaldırılmamıştır. Kaldırılması da mümkün değildir. Çünkü Kemalizm’in maddi
koşullarını oluşturan mevcut sistem ve mevcut devlet varlığını devam
ettirdikçe, Kemalizm de egemen sınıfların ve bürokrat burjuvazinin
ideolojik-politik hattı olarak var olacaktır.
Buna rağmen Erdoğan ve ardındaki kesim Kemalist devletin
birçok kurumunu ele geçirerek Kemalist rejimin en katı uygulamalarının mağduru
olan kesimlerin desteğini almak istemiş ve bu temelde devletin dini kurumlarını
da öne çıkartmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen bugün, Erdoğan’ın yönetimi oluşan
sorunları kendi çıkarları doğrultusunda ve çürüyen düzen içinde çözmekte iyice
zorlanmaktadır. İktidarda kalmak, tabanının geri duygularına hitap eden din
unsuruna daha çok ihtiyaç duymaktadır. Ülkenin ekonomik, siyasi, sosyal
sorunları katbekat tırmanmakta, faturası da işçilere, köylülere, küçük
üreticilere, emeklilere, gençlere, kısacası tüm halk katmanlarına
çıkartılmaktadır. Kitlelerin tepkisine karşı milliyetçilik ve dini popülizm de
giderek tırmandırılıyor.
Bunun sonucu geçmişte sözde yasak olan ancak siyasi klikler
tarafından oy deposu olarak varlığını sürdüren ve birçok imtiyazları da olan
cemaat ve tarikatların önü giderek daha fazla açılmaktadır. Öyle ki, bugün TC
devletinin bakanlıklarının her birinde bir cemaatin kadroları yuvalanarak kendi
aralarında çıkar-rant dalaşına girmiş bulunmaktalar. AKP-MHP yönetimindeki
devlet de, bu cemaatleri bir yandan kendi çıkarları için kullanırken diğer
yandan önlerini açmaya devam etmekteler.
Öyle ki, İsmailağa,
Nurcular, Menzil Cemaati gibi cemaatler son cumhurbaşkanı seçimi sonrası
Erdoğan’ın davetiyle sarayda resmi törene katıldılar. Amaç AKP’nin düşen
oylarını kitleler içine salınan bu cemaatler üzerinden artırmak. Buna rağmen
son seçimlerde AKP’nin oy oranı yüzde 35’e düşmüştür. Ki bu oran AKP’nin
verdiği orandır.
Daha önceki
süreçlerde tek başına kazandığı seçimleri artık MHP ve diğer irili-ufaklı
partilerin desteği ve binbir türlü hile-hurdayla kazanır duruma düşmüştür.
Ayrıca verilen bu oyların içinde Müslüman ülkelerden gelen ve Türk vatandaşlığı
verilen 1.5-2 milyon mültecinin oyu da vardır. Bu göçmen kitlelerin varlığı bir
yandan ırkçılığı beslemekte diğer yandan patronlara ucuz emek gücü olarak
sisteme fayda sağlamaktadır.
AKP-MHP iktidarı bugün, kendi bekası ve rant sahasını
korumak için yeni projeler gündeme getirmeye ve yeni anayasaya ihtiyaç
duymaktadır. Çünkü 2017 OHAL koşullarında zaten kendi hazırladıkları anayasa da
bugün iktidarlarının bekası için yeterli olmamaktadır. Öyle ki, binbir
tantanayla değiştirdikleri anayasaya kendileri de hiçbir zaman sadık
kalmamışlar, tüm yasaları tamamen kendi keyiflerine ve çıkarlarına göre
uygulamışlardır. Bu şekilde de kendi yasaları karşısında dahi suç üstüne suç
işlenen sarmal bir yörünge içine girmişlerdir. Ve bir türlü girdikleri fasit
daire içinden çıkamaz duruma gelmişlerdir. Dolayısıyla devleti ve sistemi
tarihinin en büyük çürüme yaşadığı bir girdap içine sokmuşlardır.
Kemalist faşizmi ile günümüzdeki Erdoğan liderliğindeki AKP
faşizmi, kendi aralarında çelişkiler olsa da, emekçilere, Kürtlere, Alevilere,
emekçi kadınlara, LGBTİ+lara kısacası tüm ezilenlere karşı saldırılarda ortak
bir varyant içinde birleşiyorlar!..
Ama ülkemizde sınıf çelişkileri, siyasal tahakküm, Kürt
sorunu ve diğer sorunlar AKP’ye ve temsil ettikleri düzene karşı hoşnutsuzluğu
giderek artırıyor. Onun için bu denli saldırgan oluyorlar. Onun için gözünün
üstünde kaş var misali tutuklamalar artıyor. Bu baskı ve saldırı ezen ve
ezilenler arasındaki çelişkileri yok etmiyor. Sorunlar çözülmüyor, istikrar
sağlanmıyor. İşçilerin, köylülerin, tüm emekçilerin sisteme yönelik şikayetleri bastırılmaya
çalışılıyor. Ama korkuyorlar. Kitlerin topyekûn sokaklara çıkıp kendilerine
yönelik ayaklanmasından korkuyorlar. Zaten günümüzde asli görev, emekçilerin ve
tüm ezilenlerin devrime önderlik edecek proletaryanın öncü müfrezesi tarafından
bilinçli bir mücadeleye seferber edilmesidir. Şartlar ve yaşam bunu zorluyor.
Mücadele daha ileriye taşınarak bu görev yerine getirilecektir... Bundan
kimsenin kuşkusu olmamalıdır.