17 Ocak 2024 Çarşamba

OCAK AYI | SÖYLEŞİ_1_2_3_4_5


 

 “Mücadele bize kişilik kattı, bize onur kattı, bize vicdan verdi, insanlık verdi”(1)

Devrim ve Komünizm şehitlerini andığımız Ocak ayında, 70 ve 80'li yılların ilk dönemlerinde ölümsüzleşen Partizanlara ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bilindiği üzere Ocak ayının son haftası 1978 yılından bu yana devrim mücadelesinde ölümsüzleşenler ve proleter hareket saflarında komünizm uğruna toprağa düşen komünist devrimcilerin anıldığı bir zaman dilimi olarak ele alınıyor.

 

Ocak ayı içinde Alman burjuvazisi tarafından Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, coğrafyamız komünist hareketi açısından ise TKP’nin kurucusu ve önderi Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı ile Maria Suphi,  Halk ordusunun ilk komutanı Ali Haydar Yıldız, proletarya partisinin ilk kadın şehidi Meral Yakar,  Atilla Özkan ve daha pek çok devrimci ve komünist mücadele bayrağını ardıllarına devrederek ölümsüzleşmiştir.

Ekim devriminin komünist önderi, Marksizm’in ustası Lenin 14 Ocak 1924’te ölümsüzleşmiştir.

Ocak ayı, devrim ve komünizm şehitlerini anma çalışmaları bu yıl, ölümsüzlüğünün 100. yılı dolayısıyla dünya işçi sınıfı ve halklarının yaşayan önderi Lenin’e atıfla yapılmaktadır.

 

Bu süreç içinde gerçekleştirilen ziyaret, anma ve etkinliklerde devrim ve komünizm şehitlerini anarken, yaşam ve ideallerinden öğrenmeyi esas alıyoruz. Yarattıkları değerlerin büyüteceğine dair de sözümüzü de yinelendiğimiz bir süreç olmaktadır.

 

Ölümsüzlüğünün 100. yılında Komünist usta Lenin’in mücadele yaşamı, Rusya’da gerçekleştirilen devrimin önemi ve anlamı, Lenin yoldaşın Marksizm’e katkıları, komünist parti anlayışı, emperyalist savaşlara ilişkin analizi ve daha pek çok başlıkta bir araştırma ve yoğunlaşma içinde olmak bizi de geliştirecek ileri taşıyacaktır.

Ölümsüzleşenlerimizi daha yakından tanımak, mücadele içindeki duruşlarından, deneyimlerinden öğrenmek davamızın yarını ve başarısı açısından büyük önem kazanmaktadır.

Bu amaç doğrultusunda toprağa düşenlerimizi tanıyan, bilen mücadele arkadaşları, yoldaşlarıyla söyleşiler gerçekleştirdik. Düşenlerimizin kanı ve canıyla, emeği ve alınteriyle karakterini, yaşamdaki duruşunu ortaya çıkardığı hareketimizin geçmişinden öğrenmek, geleceği kazanma mücadelesinde daha güçlü adımlar atmamıza katkı sunacaktır.

 

**--Merhaba.

 

Geçmişte Partizan saflarında birlikte mücadele ettiğiniz ve bu sırada ölümsüzleşenlere ilişkin bize tanıklığınızı, deneyimlerini paylaşır mısınız?

Tabii ki şöyle başlamak istiyorum. Türkiye devrimci hareketinin ilk evrelerinden yüzeysel olarak başlamak istiyorum. Çünkü genelde anlatılmıştır, ifade edilmiştir. Birçok insan tarafından, Türkiye devrimci hareketi içerisinde bulunan insanlar tarafından bilinmektedir. Genel bir değerlendirmedir ancak değinilmekte de fayda var diye düşünüyorum.

1920’de kurulan Türkiye Komünist Partisi, TKP’nin değerli kadroları için Ocak ayı çok değerlidir ondan değinmek istedim. 1920’de 29 Ocak’ta Sovyetlerden gelen önderlerimiz başta Mustafa Suphi ve 14 yoldaş olmak üzere ta Kars’tan itibaren Erzurum üzerinden yolu kesilerek, çeşitli entrikalar kurularak Kemalist diktatörlük tarafından Trabzon’da sonlandırılmış kırık bir vapura bindirilerek işkence edilerek denizde boğdurulmuşlardır maalesef. Böyle bir komploya kurban gitmişlerdir.

 

Ne yazık ki Türkiye devrimci hareketinin sınıfsal mücadeledeki ivmesi ve yeri zaman zaman sınıfsal çelişkilere önderlik etmesi, damgasını vurması, TC devleti tarafından özellikle kıskaca alınmıştır. İçine ajan ve provokatörler de katarak ya da yetiştirerek kendi mecralarına, kendi sınıfsal çıkarlarına hizmet ettirebilmek için dönem dönem bu mücadeleyi baltalamak için uğraşmışlardır. Birçok yerde, birçok konuda da başarılı olmuşlardır.

 

Ancak TKP’nin Mustafa Suphi’den sonraki yönetimin revizyonist ve oportünist olması, daha sonra da katmerli revizyonist yapıya dönüşmesinden sonra Türkiye’de komünist bir hareket ve devrimci bir çıkış yeniden ihtiyaç haline gelmiştir.

 

Bunu da 1972’de önder İbrahim Kaypakkaya başlatmıştır. 24 Nisan’da kurduğu proletarya partisiyle Mustafa Suphi’nin mirasını tekrar şahlandırmıştır. Bu da yine Ocak ayında Ali Haydar Yıldız’ın bir kömde basılarak şehit edilmesi, kendisinin de yaralı olarak günlerce işkencehanelerde sorgulanarak işkence uygulanması ve daha sonra savunma aşamasında yani Türkiye Komünist Partisi’nin Marksist-Leninist yapısını tekrardan çeşitli milliyetlerden Türkiye halkına tanıtması, bu noktadaki savunması esas alınarak faşist TC devleti tarafından toplumla buluşmasını istemeyen güçler tarafından katledilmiştir. Böyle bir savunmanın Türkiye toplumuyla buluşmasını engellemişlerdir.

 

Şimdi bu uğurda, mücadelede düşenlerimiz çoktur.

 

Ocak ayında özellikle Mustafa Suphilerden sonra yine 1972 Nisan’ında kurulan Proletarya Partisi’nin önemli kadroları da yine Ocak ayında düşmüştür. Atilla Özkan, Meral Yakar gibi önder kadrolarımız yine Ocak ayında düşmüşlerdir. Tabii bu mücadele seyri içerisinde düşen yoldaşlarımız, önemli kadrolarımız var.

“Tartışmaları çok üsluplu ilerleten bir kişiydi. Tahammülü de öyleydi”

Zeki Uygun…

Bunlardan mesela Kasım ayında düşen Zeki Uygun’dan bahsetmek isterim. Zeki Uygun ki kendisi öğretmendir, Sivaslıdır. Ardahan o zamanlar Kars’a bağlıydı. Kars’ın Posof ilçesinde öğretmendi. 1974’le 1975 arasında kendisiyle bizzat tanıştım.

 

Kendisi ile 1974’te TÖBDER Hanak Şubesinde tanıştık. O zaman Kaypakkaya’nın düşüncelerini savunan kimse yoktu bölgemizde. İbrahim Kaypakkaya’yı tanıyorduk ama hakkında çok bilgiye sahip değildik. Bizi buluşturan, Kaypakkaya’yla tanıştıran, onun fikirlerini bize ulaştıran Zeki Uygun’du.

 

Zeki Uygun görev yaptığı sürece TÖBDER’de görüşürdük, tartışmalara girerdi. Muazzam bir hitap etme şekli vardı. TÖBDER’deki bütün insanlar dinlerdi, diğer siyasi yapılar da vardı ancak onlarla olan tartışmalarında çok üsluplu, çok kapsayıcı, kimseyle çok fazla didişmeyen, takışmayan, tartışmaları çok üsluplu ilerleten bir kişiydi. Tahammülü de öyleydi mesela. Gelen eleştirilere çok açıktı. Karşıt düşüncelere saygısı büyüktü. Onları dinlerdi, ondan sonra cevap verirdi. Zaten çekim merkezi buydu.

 

Zaten orada İbrahim Kaypakkaya’nın düşüncelerinin kök salmasının esas sebebi Zeki Uygun’dur.

 

– Kendisi oralı değil dediniz…

 

– Kendisi oralı değil, Sivaslı. Ama görev yaptığı yerdi. Mesela bizim yörenin insanı olmasına rağmen Muzaffer Oruçoğlu’nu tanımazdık biz. Daha sonradan öğrendik onun Karslı olduğunu. Oruçoğlu’nun o bölgede örgütlenmede çok fazla etkisi yoktu çünkü onun örgütlenme alanı başka yerlerdi. Onun çalışmaları daha çok Urfa, Siverek, Dersim, Erzincan, Malatya gibi yerlerdi.

 

Biz kendisine daha sonradan öğrendik tanıdık.

– Zeki Uygun için o bölgede Kaypakkaya’nın düşüncelerinin tohumları ilk atanlardan biri öyleyse…

– Biz mesela 1974’ün sonlarında tanıştık. 1975’te ilk defa Hanak ilçesinde İbrahim Kaypakkaya’nın katledildiği 18 Mayıs’ı 19 Mayıs’a bağlayan gece bildiri dağıttık. İlk bildirimizi dağıtmış olduk böylece.

 

Mao Zedong pullanmalarını çarşıda bütün yollara, camlara pullama yaptık. Küçük bir ilçe olmasından dolayı mücadeleye ilk girenlerden biri olmamızdan dolayı takiplere uğradık, gözaltılara alındık. Oradaki örgütlenmenin ilk nüvelerini geliştiren bir önderdir bana göre Zeki Uygun. Çok alçakgönüllü, çok mütevazi, çok kapsayıcı bir yapısı vardı.

 

Daha sonra altı kişi geldik biz batıya, onun inisiyatifiyle. 1976 ayrılığında Zeki Uygun’la birlikte hareket ettik. Proletarya partisinin çizgisini savunduk.

 

– Bu ayrılıkta Zeki Uygun nasıl bir rol aldı?

 

– Bölgesel olarak, Kars bölgesinde dili yettiği oranda partiyi savundu. Ama o zamanlar zaten parti merkezi yapıya sahip değildi. Bölgesel çalışmalar vardı. O da o bölgede gücünün yettiği oranda Kaypakkaya’nın görüşlerini savundu. Onu bizlerle buluşturdu, halkla buluşturdu.

 

Örgütsüz insanları örgütledi. Öyle bir meziyeti vardır. Bunu çok başarılı bir şekilde yaptı. Biz altı kişiyi batıya gönderdi. Burada profesyonel çalışmaya katıldık arkadaşlarla. Kendisini de iki sene sonra tekrar gördüm.

 

Biz o zamanlar Alibeyköy, Kağıthane, Nurtepe’de gecekondu mücadelesine başlatmıştık Proletarya Partisi’nin önderliğinde. Oradaki çalışmaya katıldı o da. Yaz dönemiydi. Öğretmenliğe devam etmiyordu, yani yaz tatilindeydi. Bizimle birlikte briket taşıdı, çamur yaptık, harç yaptık, beraber gecekondu yaptık. Örnektepe’de, Okmeydanı’nda, Güzeltepe’de, Kağıthane Nurtepe de birlikte çalıştık. Çok da zevk aldım. Onu görünce ufkum açılıyordu işin gerçeği. Böyle bir diyaloğumuz vardı, kendisine çok severdim ben.

 

22 Kasım 1986’da şehit düştü. Ben de o zaman memleketteydim. Haberleri dinliyordum kahvede. Zeki Uygun, Ünal Küçükbayrak adı geçince birden pürdikkat kesildim. Kahveci de tanıdığımız biriydi. “Biraz sesini açın” dedim. Spiker böyle çok içten gelerek, sanki büyük bir zafer kazanılmış edasıyla anons ediyordu ki katledilen arkadaşlarımızın çoğu kimyasal maddelerle yakıldı. Hepsi aslında, sadece orada 10 kişiden biri firar etmiş, bilmiyoruz neden. O kadar bilgimiz yok.

 

Diğerleri artık, ellerinden geldiği kadar, çok da fazla malzemeleri olmamasına rağmen çatışmanın da yaşandığını duyduk. Ama ne kadar doğru bilmiyoruz.

 

Ama esas mesele, bir ihbar sonucu çevrildikleri ve kaçan şahsın da büyük ihtimal ihbarda payı olduğu söylendi daha sonra.

 

Bunlar doğru mudur, nedir bilemiyoruz tabii. Biz elimizdeki kanıtlarla konuşuruz, öyle bir kanıtımız olmadığı için de böyle bir yorum yapmak da çok iyi olmaz diye düşünüyorum. Bunun için öyle bir araştırmayı daha sonra işin içinde olan insanlarımız bir düşünceye, araştırmaya dayalı bir fikre sahiptirler mutlaka.

Zeki Uygun’la olan ilişkim böyleydi. Bu haberleri dinleyince kendimi tutamadım.

 

(Devam edecek)

OCAK AYI | SÖYLEŞİ; “Mücadele bize kişilik kattı, bize onur kattı, bize vicdan verdi, insanlık verdi” (2)

Devrim ve Komünizm şehitlerini andığımız Ocak ayında, 70 ve 80'li yılların ilk dönemlerinde ölümsüzleşen Partizanlara ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bilindiği üzere Ocak ayının son haftası 1978 yılından bu yana devrim mücadelesinde ölümsüzleşenler ve proleter hareket saflarında komünizm uğruna toprağa düşen komünist devrimcilerin anıldığı bir zaman dilimi olarak ele alınıyor.

 

Ocak ayı içinde Alman burjuvazisi tarafından Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, coğrafyamız komünist hareketi açısından ise TKP’nin kurucusu ve önderi Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı ile Maria Suphi,  Halk ordusunun ilk komutanı Ali Haydar Yıldız, proletarya partisinin ilk kadın şehidi Meral Yakar,  Atilla Özkan ve daha pek çok devrimci ve komünist mücadele bayrağını ardıllarına devrederek ölümsüzleşmiştir.

 

Ekim devriminin komünist önderi, Marksizm’in ustası Lenin 21 Ocak 1924’te ölümsüzleşmiştir.

 

Ocak ayı, devrim ve komünizm şehitlerini anma çalışmaları bu yıl, ölümsüzlüğünün 100. yılı dolayısıyla dünya işçi sınıfı ve halklarının yaşayan önderi Lenin’e atıfla yapılmaktadır.

 

Bu süreç içinde gerçekleştirilen ziyaret, anma ve etkinliklerde devrim ve komünizm şehitlerini anarken, yaşam ve ideallerinden öğrenmeyi esas alıyoruz. Yarattıkları değerlerin büyüteceğine dair de sözümüzü de yinelendiğimiz bir süreç olmaktadır.

 

Ölümsüzlüğünün 100. yılında Komünist usta Lenin’in mücadele yaşamı, Rusya’da gerçekleştirilen devrimin önemi ve anlamı, Lenin yoldaşın Marksizm’e katkıları, komünist parti anlayışı, emperyalist savaşlara ilişkin analizi ve daha pek çok başlıkta bir araştırma ve yoğunlaşma içinde olmak bizi de geliştirecek ileri taşıyacaktır.

 

Ölümsüzleşenlerimizi daha yakından tanımak, mücadele içindeki duruşlarından, deneyimlerinden öğrenmek davamızın yarını ve başarısı açısından büyük önem kazanmaktadır.

 

Bu amaç doğrultusunda toprağa düşenlerimizi tanıyan, bilen mücadele arkadaşları, yoldaşlarıyla söyleşiler gerçekleştirdik. Düşenlerimizin kanı ve canıyla, emeği ve alınteriyle karakterini, yaşamdaki duruşunu ortaya çıkardığı hareketimizin geçmişinden öğrenmek, geleceği kazanma mücadelesinde daha güçlü adımlar atmamıza katkı sunacaktır.

 

**

 

 

 

“Hem disiplinli bir arkadaştı, hem de güven verirdi.”

Ünal Küçükbayrak…

 

Ünal Küçükbayrak’la da 1980 Mart ayında birlikte gözaltına alınmıştım. Ünal da Zeki gibi tartışmaları çok iyi götüren, sabırlı, inançlı bir arkadaşımızdı. Ben onu tanıdığımla gurur duyuyorum, onunla beraber mücadele alanında olduğumdan dolayı.

 

Çağlayan’da bir randevumuz vardı, erken saatteydi, 6.00’da. Randevu yerine yaklaştığımda, gülerek bana baktığını gördüm. Küçük bir kahve vardı açık olan, sabahın o saatinde. Alibeyköy’de bir toplantımız vardı, ben oradan geliyordum. Ne yaptığını, ne tarafa gittiğini sordum, Sanayi Mahallesine gideceğini söyledi. “Hayırdır” dedim, bir işin mi var? “Hayır” dedi, orada bir grev var, oraya uğrayacağım.

 

Dedim “ben de oraya gideceğim. Saat daha erken, gel şurada bir çay içelim”.

 

Oturduk beraber çay içtik. Sanayi Mahallesine gitmek için yola çıktık. O esnada aşağıya doğru yürüdük, Çağlayan’ı Yahya Kemal’e bağlayan bir dere var. Derenin üzerinde küçük bir köprü. Tam köprüye gelmiştik ki, işporta arabası, perdeli bir minibüs geldi. Yanımızda durur durmaz, “kıpırdamayın” diyerek bize tomsonları çevirdiler.

 

Biz o zaman anladık, işporta arabasındakilerin polis olduğunu. Aradılar bizi, benim üzerimden çeşitli materyaller çıktı. Onun üzerinde ise silah çıktı. Hatta önce bulamadılar, üst cebinde şarjöre elleri değince “sıkı arayın” bunları dediler, üzerimizi soydular, ters kelepçe takıp, gözlerimizi bağladılar.

 

Bizi alıp Çeliktepe Jandarma Karakoluna götürdüler. O zamanlar bu bölge jandarmaya bağlıydı, bizi jandarmaya teslim etti polis. Jandarma karakolunda kaba dayak falan attılar önce. Birbirimizden ayırdılar tabii. O arada siyasi şubeden telsizle birbirleriyle konuşuyorlardı.

 

Bizi önce ikinci şubeye götürdüler. İkinci şubede epey ezdiler, sonra birinci şubeye götürdüler. Burada sistemli işkence yaptılar, on beş gün boyunca. Bizden bu işkenceler boyunca, bir ev adresi istiyorlardı, birbirimizi tanıdığımızı itiraf etmemizi istiyorlardı.

 

Bizi karşı karşıya getirdiler Ünal’la. Önce ona benim için “bunu tanıyor musun ?” diye sordular. “Hayır ben ilk defa görüyorum, tanımam ben bunu” dedi.

 

Halbuki hem beraber yakalanmışız hem de aynı evde kalıyoruz. “Üzerinden silah çıkmış, bu silah nedir peki” diye sordular. “Benim ailemde kan davası var, kan davası olduğu için Topkapı’da aldım ben bu silahı. Satıyorlardı, kendimi korumak zorunda olduğum için aldım” dedi. Nerede kaldığı sorulunca da, “inşaatta kalıyorum” dedi.

 

Peki bununla nasıl buluştunuz diye sordu. “Ne buluşması, ben onu tanımıyorum” dedi. Ben de hakeza tanımadığımı söyledim, ne bileyim silah kaçakçısı mıdır, kan davalı mıdır, ben nereden tanıyayım dedim.

 

– Ünal Küçükbayrak nereliydi?

 

– Urfa Siverekliydi. Oradan tutturdu zaten, hazırlıklıydı. Bizi tekrar Selimiye’ye getirdiler, “ayaküstü mahkemesi” oluyordu o zamanlar. Savcının karşısına çıkardılar. O zaman savcı da, Yaşar Değerli.

 

Ünal uzun boyluydu, ben kısa. Yaşar Değerli Ünal’a “O arkandaki fino -benim için söylüyor- ev adresi ni vermiyormuş” deyip elindeki kalemi fırlattı. Kalem gözümün altına girdi.

 

Tampon falan yapıp zor çıkarttılar. Tekrar Ünal’a “Sen nasıl ev vermiyorsun, üzerinde çıkan silah balistik incelemeden geldi. 20 tane eylem yapılmış, ikisin de fiili olarak öldürme var. O tetiği çeken sensin. Diğerlerini bilmiyoruz. Sen bu olaylarda teşhis edildin zaten” dedi.

 

Kasımpaşa ülkü ocakları başkanı Doğan Şer diye birisini vurulmuş, ağır yaralanmış. Geldi teşhis etti Ünal’ı. Beni de gösterdiler, ama “o değil, uzun boylu sıktı bana” dedi.

 

Ünal’la pratik eylemlere çıktığımızda, güle oynaya halay çekiyormuş gibi gelirdi bana. O kadar insana güven veren biriydi. Hem disiplinli bir arkadaştı, hem de güven verirdi. Kendi alanında ya da sorumlu olduğu insanları gözü gibi korurdu. Onlara bir tane rüzgar estirmezdi. Çok değerli bir insandı. Siyasi olarak da askeri olarak da çok iyiydi. İki yönü de gelişkindi.

 

Katledilmeselerdi, hem Zeki hem Ünal, proletarya partisinin çok önemli yerlerinde inisiyatif alırlardı ve hakim sınıflar bu arkadaşları bilerek yok ettiler. Çünkü o koşullarda 1986-87 gibi dönemler Türkiye devrimci hareketinin dibe vurduğu dönemler ve sen bir konferans yapıyorsun bu koşullardı.

 

Hakim sınıflar yıllardır, asırlardır deney ve tecrübe sahibidirler. Kimlerin ne tehlike arz ettiğini bilirler, biliyorlar da. Onun için yok ediyorlar önderleri.

 

İkisinin de lider kişilikleri vardı.

“Efendi’nin de lider özellikleri vardı.”

Efendi Diril…

Efendi Diril yoldaşımı da 1975’te tanıdım. Ancak çok yakın birlikte faaliyet yürütmedik. Çok yakından tanımazdım. Daha sonra bizim bölgeye geldi. Eskiden Sefaköy tarafına gittiğimde kendisini görürdüm. O da bilirdi benim Partizancı olduğumu, selamlaşırdık. Onun o alanlardan sorumlu olduğunu da tahmin ediyordum.

 

Ama kendisiyle birebir diyaloğum yoktu. Diyaloğumuz 1979’da oldu, 1980’in Mart’ında da biz yakalandık zaten. 6-7 aylık bir süreçte birlikteliğimiz var. Bizim sorumlumuzdu o dönemde. Yakalanmadan önce katıldığım son toplantı da onunla oldu. O toplantıdan ayrıldıktan sonra ertesi sabah Ünal’la birlikte yakalandık zaten. Efendi’nin de lider özellikleri vardı.

 

1979’ların sonlarına doğru bizim bölgemizde eleştiriler çoğalmıştı, eleştirenler içerisinde ben de vardım. Ama ben kendi yapım içerisinde eleştirirdim, dışarıda kuruma laf getirecek, onu karalayacak şekilde konuşmazdık, kurumumuzu gözümüz gibi korurduk.

 

Biz kendimiz eleştiririz, hatalarımız varsa da özeleştiri veririz ama düzeltmek için. Biz birbirimizi hedef alıcı şekilde davranamayız ki. Biz kendimizi düzeltmek için, bu hareket sınıf mücadelesinde daha ileri hamle yapabilsin diye bütün çabamız. Biz canımızı koymuşuz bu yola.

 

Bilirsiniz 1979’da sıkıyönetim ilan edilmişti. Sıkıyönetim devrimci mücadeleyi durdurmak için ara bir formüldü. Sınıf mücadelesi öyle çığ gibi gelişiyordu ki fabrika örgütlenmeleri, fabrika grevleri, işçi direnişleri, gecekondu mücadeleleri, köylülerin toprak işgalleri, başkaldırılar yani sınıf mücadelesi çok üst evreye ulaşmıştı o dönemde; 1978-79’da.

 

Tabii deney ve tecrübe sahibi olan hakim sınıflar bunu sıkıyönetimlerle durduramayacağını biliyordu. 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğüne gitmenin yolunu açmak için ilan ettiler. Biz bunu biliyorduk. Ama bizim eksiğimiz, yanlışımız onu görmemize rağmen konumlanamadık.

 

Çok önemli bir şeye parmak basıyorum. Gücümüzü abarttık, düşmanın gücünü küçümsedik. Bu anlayış kurumun anlayışıydı aynı zamanda. Hepimizde vardı bu. Onu görüp de ona göre konumlanmamak, geri çekilme demiyorum, sıkıyönetim koşullarında geri çekilmeye gerek yoktu zaten biz geri çekilsek bile sınıf mücadelesi öyle bir ivme kazanmıştı ki sen onun gerisinde kalamıyorsun. Onun içinde olacaksın ya da önderlik edeceksin bir şekilde.

 

Adın belli, ne diyorsun, ben bu sınıfı örgütlerim, öncülük ederim iddiasıyla davranıyorsun. Bizim üzerimize düşen görev hem kurumumuzu eleştirmek hem de kurumumuzun dışarıya karşı korunmasını sağlamaktı. Onun için Efendi yoldaş da bize bizim o konudaki düşüncelerimizi saygı gösterirdi ve kurumun dışına çıkmamızı söylüyordu. Meğer bizim bölgemizde hizip çalışması başlamış Koordinasyon Komitesi adı altında.

 

İşin gerçeği bizim hiç haberimiz olmamıştı. Kendi adıma konuşuyorum. Birebir üst komiteye bilgileri veren bendim. Ona rağmen bunu göremedik, sezemedik. Çünkü gizli gizli çalışmışlar alttan. Hatta bir ara benim de onlardan olduğumu sanmışlar. Bu eleştirilerimden dolayı.

 

Sonuçta Efendi, değerli bir yoldaşımızdı. O da Küçükçekmece Kanarya Mahallesi’nde faşistlerin öldürüldü. Çünkü o bölgede tanınan bir arkadaşımızdı. Ben ne zaman oraya gitsem onu orada görürdüm. Onun da lider vasfı vardı.

 

Bunları anlatırken hep içim sızlıyor inanın.

 

Onlar hakkında belki daha güzel şeyler konuşabilirim, onlarla birebir temasım olduğu için güçlük da çekiyorum anlatırken.

 

– Ortak deneyimleriniz oldu mu bu yoldaşlarla ?

 

– Olmaz mı? Ünal Küçükbayrak’la ilgili bir anekdotum var, onu anlatayım. Bir gün bana Okmeydanı tarafında bir randevu verdi. Ben de oraya gittim, baktım yanında bir kadın arkadaşla geldi. Hesapta kadın arkadaş yoktu. Kadın arkadaşı benimle tanıştırdı, bundan sonra ilişkileri sen yürüteceksin dedi bana. Kadın arkadaşa da dedi ki bundan sonra bu arkadaş gelecek.

 

O da tamam dedi. Yalnız benim dikkatimi çeken bir şey oldu, ayrılırken benimle değil de Ünal’la gitmek istedi sanki.

 

Öyle olunca ben de “niye öyle yapıyor acaba ?” dedim kendime. Bizi tanıştırdı birlikte gideceğiz bir yere, oturup konuşacağız nasıl görüşeceğimizi, nasıl iletişim sağlayacağımızı. Neyse Ünal ayrıldı gitti, biz oturduk konuştuk. Bu arkadaş sürekli Ünal’ı sordu bana. O arkadaş gelecek mi, o arkadaş nerede vs. Ben hala işi çözemedim. Meğerse bu arkadaş Emeğin Birliği’nden geçmiş bize. Onu da Ünal kazanmış.

 

Bir tartışmada denk gelmiş, Ünal’ın hitap yeteneği çok güçlüydü, insanları ikna etme kabiliyeti çok yüksekti.

 

Siyasi birikimi de çok iyiydi. Öyle kimse onun karşısında tartışamazdı. Bundan dolayı kadın arkadaşın ilgisini çekmiş. Emeğin Birliği, Halkın Kurtuluşu, Devrimci Yol, MLSPB’yle Okmeydanı’nda bir yerde tartışma olmuş. Tartışmadan sonra bu kadın arkadaş Ünal’ın yanına gitmiş, “ben sizin düşüncelerinize sempati duyuyorum”, demiş. Bir iki kez görüşmüşler. Ünal arkadaşla ilgilenebilecek konumda değil, başka işleri olduğu için bana devretti.

 

O görüşmemizde birkaç kez sorunca, ben de dedim önemli bir şey varsa ileteyim ben ona. Ama ilişkin benimle sürecek. Onunla özel görüşmesi gerektiğini söyledi.

 

O zaman anladım ki kadın arkadaş Ünal’a aşık. Ünal’ı gördüğümde ona, bu kadın arkadaşın kendisiyle görüşmek istediğini söyledim. O da benimle ne yapacak, seninle ilişkisini sürdürsün dedi. Benimle ilişkisini sürdürsün de, seninle özel görüşmek istiyor dedim. Ya sen ona git de ki, “benim onunla oturup konuşacak belki zamanım olabilir ama benim ona verebileceğim, vaat edebileceğim bir şey olamaz” dedi.

 

Ben de “sen zalimlik yapıyorsun, bir iki otur konuş. Bu kadın arkadaşın sana eğilimi var. Bir şekilde kendini anlat dedim. O da bana “benim kelle koltukta, sen daha iyi anlatırsın” dedi. Bunları tabi gülerek espriyle söyledi. Ben kadın arkadaşa bunları izah ettim.

 

Daha sonra bir daha yine görüştük. Kadın arkadaşın evine gitmiştik. Annesi de çok değerli bir kadındı. Devrimcilere kurban oluyordu. Ben kadın arkadaşa durumu anlattığım için bana hırçın davranıyordu biraz. Annesi bunu fark etti. “Hanik noluyor, Hanik? Öldürürüm seni, devrimcilere böyle davranmayacaksın” dedi.

Bir sonraki görüşmemizde de kadın arkadaş, sizinle artık görüşmek istemiyorum dedi.

Sebebini sorunca, eski yuvama dönüyorum dedi.

 

(Devam edecek)

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi2/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi3/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi4/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-mucadele-bize-kisilik-katti-bize-onur-katti-bize-vicdan-verdi-insanlik-verdi5/

OCAK AYI | SÖYLEŞİ; 

“Nice kadın yoldaşımızı kaybettik bu mücadelede ama her şeye rağmen bu kavga devam ediyor.”(1)

Devrim ve Komünizm şehitlerini andığımız Ocak ayında, 80’lerin ortası 90’ların başına kadar ki dönemde ölümsüzleşen kadın devrimcilerden, Partizanlardan birkaçına ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik.

21 Ocak 2024



https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-nice-kadin-arkadasimizi-cok-degerli-yoldaslarimizi-kaybettik-bu-mucadelede-ama-her-seye-ragmen-bu-kavga-devam-ediyor-1/

https://ozgurgelecek51.net/ocak-ayi-soylesi-nice-kadin-yoldasimizi-kaybettik-bu-mucadelede-ama-her-seye-ragmen-bu-kavga-devam-ediyor-2/




 

15 Ocak 2024 Pazartesi

FİLİSTİN, TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN_Mehmet Akkaya

 

FİLİSTİN, TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN

Mehmet Akkaya

Pek çok sanat dergisi, yeni sayılarını  Filistin sorununa ayırdı. Sanat ve Hayat da Kış Sayısı'nda konuyu gündeme taşırken "Filistin: Silah Şiir Karikatür" dosyasıyla çıktı!

FİLİSTİN, TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN

Türkiye toplumunun, özellikle devrimci kesimlerin Filistin sorunu ile karşılaşması 1970'li yıllara dayanır. İlişki kurma biçimi ise başlıbaşına bir sorunsaldır. Bir ucunda ulusların kendi kaderini tayın hakkı, diğer yanda enternasyonal dayanışma yer almıştır. Emekçi sınıflar ile onların çıkarını savunmaktan başka bir amaçları olmayan komünistler, bu iki eğilimi sınıfsız toplum yaratma mücadelesinin bir gereği olarak temel şiar edinmişlerdir. 

Bunun teorik temelleri Komünist Manifesto adlı metinde ziyadesiyle yer almaktadır. Sınıf mücadelesi ve ezilen halklar ve uluslar mevzusu, Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu devrimci hareketlerini eskiden olduğu gibi günümüzde de birleşik bir tavır almaya götürmektedir. 


Dolayısıyla bölge halklarının birleşik devrimci mücadelesinin kökleri yalnızca bugüne özgü değildir. Sorun yereli aşan bölgesel bir özellik kazanmış durumdadır. Konunun bölgesel ve bütünsel oluşu 1980 öncesi söylenen halk türkülerine de yansımıştır.

Emperyalist güçler Ortadoğu'da

Filistin, Türkiye ve Kürdistan'da

Kovulacak mutlak güneş doğmadan

Dünya halklarına bin selam olsun

(Halk Ozanı Ali Asker)

Ortadoğu Devrimi, Filistin ve Rojava

Filistin meselesi, görünüş olarak, ortaya çıkış biçimi ve mücadele hattı gereği ulusal bir mesele olarak okunsa da her mesele gibi sınıf mücadelesine tekabül eden boyutları da vardır. Sınıf olgusunun bir bileşeni olarak mevcuttur da diyebiliriz. Ulusal karakterinden dolayı da dinsel - gericilik, yerel burjuva ilişkileri ve emperyalist sistemin çeşitli dinamikleri ile bağlantılarını saptamak zor değildir. Bu boyut, 7 Ekim 2023'te "tufan" adı verilen saldırı itibariyle bir kez daha kendini belli etmiştir. Günümüzdeki haliyle Filistin ulusal mücadelesinin bir parçası olarak bilinen ve yine dinci-gerici karakteriyle var olan HAMAS, İsrail devletine karşı bir saldırı başlatmış oldu.

Filistin tufanı, sınıf teorisi açısından bakıldığında yeni ve sürpriz bir tufan değildir. Olup bitenler, dünya komünistleri açısından sınıf teorisinin geçerliliğini, bir kez daha doğrulamaktan başka bir anlama gelmiyor. Gerici bir organizmanın, Filistin ulusal mücadelesine bugünkü koşullarda eşlik ve önderlik etmesi, tamamen konjonktüreldir ve dolayısıyla sorunun tali yönünü temsil etmektedir.

Filistin sorunu, Filistin halkının ulusal mücadelesinin ortaya çıktığı coğrafya, bazı açılardan dünyanın herhangi bir parçası olarak görülse de kendine özgü özelikleri de bulunan bir coğrafyadır. Türkiye, Kürdistan ve bir bütün olarak Ortadoğu devrimci güçleri açısından Filistin'in özgül olması esas yöndür. Birleşik devrim güçleri açısından bakıldığında, yeni Rojavaların farklı bir versiyonunu yaratmanın mekanı olarak da düşünülebilir.

Savaş, Siyaset ve Sanat

Toplumsal varlığımız, toplumsal bilinç biçimlerimizi, felsefeyi, sanatı, etiği estetiği etkiliyor. Hatta belirliyor. Savaş, sömürü ve kıyımlar ise bilinci harekete geçiren en etkili pratikler oluyor. Böylesi ortamlar tezlerin, teorilerin sınanması, gözden geçirilmesi için de imkanlar sunuyor. Savaş, politikanın yanısıra sanatın ve şiirin de önemli motivasyonlarından birisi oluyor. Filistin - İsrail Savaşı olarak sunulan ve kayıtlara geçen savaş da böylesi olanaklar yaratması açısından üzerinde durmayı fazlasıyla gerektirmektedir. Filistin ulusal mücadelesi ve bu bağlamda halkın İsrail devleti ile savaşı ve insan kayıpları birçok önemli Filistinli şairi de eskiden beri ortaya çıkarmış, harekete geçirmiştir. Bunlardan birisi olan Tevfik El Zeyyat şu dizeleri yazmış vakti zamanında:

Dişlerimle savunacağım yurdumun

Her karış toprağını,

dişlerimle

Başka yurt istemem onun yerine,

assalar damarlarımdan beni

istemem gene.

Buradayım hâlâ

Aşkımın tutsağı,

evimin çevresinde

Yurdumun peşinde.

Buradayım hâlâ.

Yıkamazlar beni

ne kadar çarmıh yükleseler

omuzlarıma.

Buradayım hâlâ.

Tutarak sizi, tutarak, tutarak

avuçlarımda.

Dişlerimle savunacağım yurdumun

her karış toprağını,

dişlerimle.

(Çeviri: A. Kadir, A. Timuçin)

Komünistler ve Ulusal Hareketler

Kürt ulusal hareketindeki sınıf taleplerinin öne çıkmasına benzer bir eğilim Filistin mücadelesi için de söz konusu olabilir. Komünistlerin, ulusların self determinasyonunu kayıtsız şartsız destekledikleri ne denli doğru ve haklı ise günümüzde ulusal hareketlerin sınıf taleplerini içerdiği de bir başka doğru ve gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Bu hareketli pozisyonlar karşımızda dururken, ulusal hareketleri görünüşteki önderliklerine bakarak mahkum etmek sorunlu bir yaklaşımdır.

Haddizatında ulusal hareketler doğaları gereği, doğrudan proletarya enternasyonalizminin bir parçası değildir. İkinci sorun ise yaklaşık yüz yıldır dinci-gerici olarak nitelenen büyük hareketler, esas itibariyle emperyalizm tarafından var edilmiştir. Dolayısıyla dinci-gericilik olgusu, günümüzde halkların değil emperyalizm ve yereldeki sermaye güçlerinin bir icadı olarak vardır. Çoğu zaman silahlı halk hareketleri, emperyalizmin çizdiği sınırlar, ürettiği silahlar arasına sıkışır. Hatta emperyalizmin ürettiği teorilerle bağ kurmak zorunda olur. Filistin örneğinde de göründüğü gibi böylesi hareketler, talepler yönünden meşru olduğu ve mücadele biçimi itibariyle de devrimci olduğu halde taşıdığı bayrak bakımından gerici olabiliyor. 7 Ekim hamlesiyle birlikte Filistin ulusal mücadelesinde yaşanan da budur: Devrimci bir hareket başlatılırken bu mücadele, dinci-gerici bir bayrak eşliğinde yapılmıştır. Uzun vadeli düşünüldüğünde, enternasyonal proletarya ve dünya halkları gibi Filistin halkı da kendi kurtuluşunun İslam veya Hıristiyanlık gibi teolojik bayraklarda değil kendi kollarında ve kendi mücadelesinde olduğunu bilmelidir/bilmektedir.

Filistin-İsrail savaşı bağlamında kitleleri, Müslümanlar ile Yahudilerin savaşı olduğuna inandırmak, emperyalizmin ve bölgedeki uzantısı güçlerin özel bir çabasıdır. Bunlar, toplumun dikkatini sermaye ve pazar savaşlarına değil din ve medeniyet meselesine çekmek içindir. Türkiye ve Kürdistan sol hareketinde bile sorunu din üzerinden okumaya çalışma gibi bir sakıncalı eğilim kendini belli etmektedir. Oysa Lenin'in de üzerinde durduğu gibi politika, sermayenin yoğunlaşmış olan değişik bir versiyonu iken savaş da, işte bu politikanın silahlara irca edilmesi olarak var olmaktadır. Bu yüzden, iktisadi ilişkiler, sömürge politikaları ve pazar paylaşımlarını paranteze alarak yapılacak olan her savaş analizi, asla gerçekleri yansıtmayacaktır. Egemen sınıfların, Ortadoğu'yu, eskiden beri din savaşlarının olduğu bir coğrafyaymış gibi betimlemesi de gerçekleri yansıtmaktan uzaktır ve savaşın doğasına ilişkin bilinç bulanıklığı yaratmaktadır. Yukarıda iki örneğini vermiştim; şimdi yine Filistin ulusal mücadelesine şiirle devam etmek, sanırım bizi olayın içine daha da çekecektir.

Şiirlerde Filistin Mücadelesi

Filistinli şair Mahmut Derviş’in dizelerine, Filistin ulusal mücadelesi şöyle yansımıştır:

Filistinli Sevgili

Seni yalçın dağlarda gördüm,

kuzularınla, kovalanan çoban kızı.

Sen benim bahçemdin, yıkıntılar ortasında.

Bendim o yabancı, bendim kapını vuran.

Ey gönül! Ey gönül!

Kapı kalbimin üzerinde yükseliyordu,

pencere, taşlar ve çimento

Kalbimin üzerinde.

Seni su testilerinde gördüm,

buğday başaklarında,

yıkık dökük, parça parça, unufak.

Hizmet ederken gördüm gece kulüplerinde,

sancıların şimşeklerinde gördüm ve yaralarda.

Bağrımdan koparılmış ciğer parçası sensin.

Dudaklarıma ses olacak yel sen.

Ateş ve akarsu sensin.

Gördüm seni bir mağaranın ağzında

yetimlerinin çamaşırlarını iplere asarken.

Gördüm sokaklarda seni ve ateş ocaklarında,

kaynayan kanında güneşin.

Ve ahırlarda...

Ve bütün tuzlarında denizin.

Ve kumlarda...

Toprak gibi güzel,

yasemin gibi,

ve çocuklar gibi.

Ve ant içerim ki,

bir mendil işleyeceğim yarına kadar,

gözlerine sunduğum şiirlerle süslü

ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı:

'Bir Filistin vardı,

bir Filistin gene var! '

Gözleriyle Filistin,

kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin,

adıyla sanıyla Filistin.

Düşlerin Filistin'i ve acıların,

ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin'i,

sözcüklerin ve sessizliğin Filistin'i

ve çığlıkların.

Ölümün ve doğumun Filistin'i,

taşıdım seni eski defterlerimde

şiirlerimin ateşi gibi.

Kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde.

Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,

inlettim senin adına koyakları

(Çeviri: A. Kadir, Süleyman Salom).

Ortadoğu ve Filistin'in Özgünlüğü

Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'nun bütün insanlık tarihinde, savaş bakımından özel bir yeri olduğu doğrudur. İlk ikisi bir yana konumuz olan Ortadoğu ise Sümer, Akad, Asur, Babil gibi kadim Mezopotamya uygarlıklarına mekan olmuş, zengin bir coğrafyadır. İlk uygarlıkların, üretimin, artı değerin, bilimin, teknolojinin, devletin ve demokrasinin ortaya çıktığı bir bölgedir burası. Aynı zamanda mülkiyetin, sömürünün, savaşın, katliamların, halk düşmanı kralların da ortaya çıktığı bir bölgedir. Halen savaşlarla tanışmasının dinsel, teolojik olgularla bir ilişkisi yoktur. Bunlar dolaylı unsurlar olabilir. Esasen ekonomik ve politik olgularla ilgilidir savaş. İmparatorluk döneminde de bu coğrafya yine tarımsal üretim yanında, yarattığı ticari faaliyetlerden dolayı dinlerin ve modern devletlerin yakından ilgilendiği bir mekan olmuştur.

Sermaye çağıyla birlikte ekonomik önemi yanında kazandığı jeopolitik önem nedeniyle de emperyalizmin yörüngesinden çıkmamak üzere bir özellik kazanmıştır. Tüm bu gerçekler ve süreçler, bizim Filistin sorunu bağlamında bir kez daha güncellenen savaş olgusuna neden dinci-gericilik konusunu öne çıkararak meseleye bakmamızın yanlış olduğunu göstermektedir. Kaldı ki çağımızda bilhassa klasik dinleri var eden, muhafaza eden de temelde emperyalizmden başkası değildir. Bu yüzden bile olsa savaşların sorumluluğunu birtakım din odaklarına yüklemek, Taliban, El Kaide veya Filistin bağlamında HAMAS'la ilişkilendirmek safiyane bir değerlendirme olur. Çünkü eski çağlarda olduğu gibi günümüzde de dinselliğin kendi başına bir gücü bulunmuyor, olmamıştır da.

Konuya Marx da vurgu yapar: Din kendi başına bir tarihi, gücü, özerkliği olan yapı değildir, altyapının bir yansıması olarak vardır. Marksist teori bakımından savaşlara kimin önderlik ettiği ikinci planda geldiği gibi savaşların sonuçları da büyük önem taşımaz. Marksizm açısından savaşın bir süreç meselesi olması, emek-sermaye çatışmasına dayanması ve evrensel bir nitelikte olması birincil meseledir. Dolayısıyla yengi ve zafer de sürece değil sonuca ilişkindir ve talidir. Bugünkü Filistin tufanı, yenilecek ve önderliği devre dışı kalacak olsa bile Filistin halkının ulusal mücadelesi, kendi mecrasında devam edecektir. Süreç ve süreklilik dediğim budur.

Savaşların ve dinlerin kaynaklandığı altyapı, günümüzde feodalizm, kapitalizm ve emperyalizmdir. Dolayısıyla her halükarda soruna din, dinciler, dini-gericilik penceresinden değil üretim ilişkilerinin biçimini, sermayenin hareket tarzını dikkate alan bakışlarla yönelmek en doğrusudur. Böyle bir bakışla yöneldiğimizde bölgede Urgakina ve Hammurabi'den beri nice kralların, krallıkların, paşaların, padişahlıkların da patır patır yıkıldığını, tarih sahnesinden silinip gittiğini biliyoruz. Bugünkü feodal/kapitalist zulüm uygarlıkları da halkların, emekçi sınıfların, ezilenlerin mücadelesiyle benzer şekilde yok olup gideceklerdir.

Filistin'e Lenin ve Mao ile Bakmak

Filistin halk mücadelesi, Marksist teorinin temel argümanlarını doğrulayan bir örnek olduğu gibi Lenin'in "İleri Asya Geri Avrupa" tezini ve Mao Zedung'un “halk savaşı” teorisini de doğrulayan bir hareket olmuştur. Abartmadan söylenebilir ki Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu devrimci sınıf hareketleri, halk hareketleri ve ulusal hareketler bakımından emperyalizmin en zayıf halkalarını temsil etmektedir. Bu nedenle de Filistin meselesine dünya halklarının sempati duyması, duygudaşlık içinde olması ve dayanışma/diyalog içinde bulunması anlamlıdır. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere dünya gericiliğinin de Filistin hadisesiyle yakından ilgilenmesi manidardır. Üstelik bunu açık bir şekilde, kendi kurdurdukları İsrail devletini (İsrail halkı demiyorum) desteklemesinden anlamak mümkündür.

Emperyalizmin Filistin karşıtı olarak savaşa dahil olması düşündürücüdür. Filistin merkezli 7 Ekim hamlesi, adeta 1984'teki Kürt hareketinin Eruh ve Şemdinli'ye yaptıkları eylemi hatırlatıyor. Benzetmeye izin varsa şu sonuç ortaya çıkıyor ki, emperyalizmin 1920'lerde ülkemizde kurduğu devletin karşısına nasıl ki, Kürt devrimci hareketi çıkıp emperyalizmin oyunlarına son vermişse, 1948'de yine emperyalizm tarafından Ortadoğu halklarına karşı kurulan İsrail devletinin, İsrail egemen sınıflarının karşısına da devrimci Filistin halkı çıkmış oluyor.

Ulusal hareketlerin devrimci özellikler göstermesinin yeri elbette ki Marksist teoride içkindir. Zira emekçi sınıflar esas itibariyle emek sömürüsüne maruz kalan toplumsal tabakaları teşkil ediyor. Uluslar ise, ezen değil ezilen ulusları anlayalım, emek sömürüsüne maruz kaldıkları gibi ayrıca bir de milli baskıya maruz kalmaktadır. Ulusal hareketin devrimci karakterine demek ki, sosyal gerçeklik imkan veriyor. Bu özellik, emperyalizm koşullarında sömürü arttıkça daha da belirgin hale geliyor ve ulusal hareketler eskiye oranla daha fazla sol'a kaymaktadır. Emperyalizmi rahatsız eden de bu gelişmelerdir.

Savaş Felsefesi, Barış ve Filistin

Emperyalizm ve dünya gericiliği bir yandan "barış" söylemlerini diline pelesenk ediyor, bir yandan savaşlara başvurmaktan asla çekinmiyor, bir yandan da savaşları gizleyip küçük göstermeye çalışıyor. Sanki içinde yaşadığımız emperyalizm çağında savaşsız yaşam, var olma ve sömürge süreçlerine son vermek mümkünmüş gibi bir söylemi de dilinden düşürmüyor. Oysa Efesli filozof Herakleitos, bin yıllar önce savaş her sürece kumanda eden bir tanrıdır demişti. Hegel ve Marx gibi diyalektikçiler de bunu kabul eder. Herakleitos için sonuçları savaş belirliyor. Hegel için savaş, Geist'ın görünüşe çıkmasıdır. Schopenhauer'a göre savaş, kör bir iradenin (istemin) kendini ortaya koymasıdır. Marx daha somut bir belirlemeyle savaşın, sınıflar arasındaki çatışma olduğunu düşünür.

Marx'a göre savaşlar sınıflı, modern toplumlarla ortaya çıkmış, sınıfların yok olmasıyla da ortadan kalkacaktır. Doğaldır ki, savaşın tarihselliğini ve doğasını açıklayan en gerçekçi teori Marksizmdir. Marksizm, proletaryanın bilimi olurken sınıf ve savaş süreçlerine son verecek yegane devrimci güçtür. Marksizmin sosyal ve sınıfsal tahliline göre yeryüzünde bir tek kişi bile baskı altında olduğu sürece herkesin özgürlüğü risk altında demektir. 7 Ekim tufanında çok sayıda sivilin yaşamını yitirmiş olmasını da buradan bakarak okumak lazım gelir. Elbette ki başta siviller olmak üzere hiçbir ölüm, öldürme meşru değildir! Ne var ki, savaşın (haklı savaş) zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan bu acı ve üzücü sonuçlar yerel burjuvazi ve emperyalist burjuvazinin sarıldığı bir gerekçe olmuştur/olmaktadır.

Ölümler ve insan kaybı kabul edilemez bir durumdur. Barış temel şiar olmalıdır. Savaş, yalnızca sürekli bir barışı sağlamak için yapılabilir. Alman filozofu Kant'ın dediği gibi düzenli, profesyonel orduların ortadan kaldırılması gerekir. Savaşlarda yaşamını yitirenler ve yaralılar büyük oranda, savaştan habersiz olan masum çocuklardır. Bu durum, Filistin-İsrail savaşında bir kez daha görülmüştür. Ne var ki kendisi asıl fail ve suçlu olmasına rağmen emperyalizm sanki insan yaşamını, can ve mal güvenliğini savunuyormuş gibi halkların mücadelesine gölge düşürecek şeklinde bu insan kayıplarını suistimal etmektedir.

Biliyoruz ki hem emperyalistler hem de sermaye devletleri, çıkardıkları pazar çatışmalarında, paylaşım savaşlarında, başvurdukları faşizm ve Nazizmlerle, çocuk ihtiyar demeden insanı ve doğayı yok etmeyi de göze alarak milyonları kıyımdan, kırımdan ve katliamlardan geçirmektedirler. Şimdilerde ise emperyalizmin sözcüleri, dünya halklarının gözlerine bakarak "barış" yalanı uydurmakta, haktan, hukuktan, uluslararası kurallardan söz etmektedir. Halbuki hukukun işlevi bin yıllar öncesinden doğru olarak tespit edilmiştir. Platon'un Devlet adlı eserinde Trasimachos der ki, adalet ve hukuk, güçlü olan kesimlerin işine gelen, yararına olandır.

Marksist Teori ve Ulusal Hareketler

7 Ekim hamlesi, tüm bu tarihsel tecrübe ve felsefeleri de doğrulayan bir pratik olmuştur. Oysa hareket, yine Marksist teorinin temel bir alt tezi olan "haklı savaş" argümanına karşılık gelmesi bakımından da didaktiktir. Emperyalizmi ve onların bölgesel payandası olan feodal ve kapitalist güçleri rahatsız eden, halkların bu devrimci, halkçı ve haklı savaş silahına başvurmasıdır. 7 Ekim hareketinin, halk savaşının bir biçimi olan gerilla savaşı olarak ortaya çıkması da düşman cephesinde şaşkınlık yaratmıştır.

İnsansız savaş araçlarının yürürlüğe konulduğu, dijital savaş teknolojisinin, gerilla mücadelesini bitirdiği iddiasına karşı çok güçlü, şoke edici bir tokat etkisi yapmıştır. Bakmayın Türk egemen sınıflarının, Filistin halkına yakın durmasına. 7 Ekim hareketi, İsrail devletinin prestijini yerle bir ettiği gibi Türk egemen sınıflarının yüreğine de benzer bir korku salmış, emperyalizmin desteği ve yönlendirmesiyle son on yıldır yürürlüğe koyduğu yeni teknolojik-psikolojik savaş konseptinin de inandırıcılığına gölge düşürmüş, kuşkulu hale getirmiştir.

Marksist teori açısından aktüel yaşam ve modern tarih, sınıf mücadelesi tarihine indirgenebilir. İndirgenebilir diyoruz, çünkü emek-sermaye çatışması dışında görünen, örneğin sermayenin sermaye ile çatışması olsun, emeğin emekle çatışması olsun, halkların emperyalizm ile olan çatışması olsun, ezen dinler ve milliyetlerle ezilen din ve ezilen milliyetler arasındaki çatışmalar olsun, bütün bunlar özünde sınıf çatışmasından, artı değer birikiminden kaynaklanır. Sınıf mücadelesinin en önemli ilkesi ise yukarıda değinildiği gibi evrensellik ilkesidir. Bu yüzden, sorun, yalnızca Filistin ve İsrail halkının sorunu olarak görülemez.

Daha şimdiden çok sayıda sermaye odağının bölgeye üşüşmesi, akıl hocalığına soyunması, arka planda çıkar hesapları yaptıkları anlamına gelmektedir. Dünyanın pek çok merkezinde barış yanlısı gösterilerin olması, Filistin ulusal mücadelesine destek verilmesi, anlamlıdır. Yalnızca Londra'daki gösteriye beş yüz bin insanın katılmış olması, sınıf mücadelesinin evrensel bir ilkeye dayandığının bir kez daha göstergesi olmuştur. Dolayısıyla Filistin sorunu ve özel olarak 7 Ekim tufanını sorunsallaştırırken niceliklere, sonuçlara, sayılara yönelmek, detaylar içinde tartışmak, dinci-gerici önderliği bahane ederek, çağın devrimci dinamizmini göz ardı etmek, ayrıntılar içinde boğulmak anlamına gelir. Yani ağacı görüp ormanı görmemek, andaki duruma yoğunlaşıp geleceği ihmal etmek olur.


Dünden Bugüne Kaypakkaya Geleneği Üzerine_1 ve 2_Fikret Karavaz

 



ATEŞ OLMADAN KÖZ OLMAZ

                      Dünden Bugüne Kaypakkaya Geleneği Üzerine

    Birinci Bölüm :

    Millî Demokratik Devrim, Türkiye'de 1970'li yıllarda askerî bir müdahale ile Marksist-Leninist tipte bir sosyalist devrimin olması gerektiğini savunan düşüncedir. Doğan Avcıoğlu'nun başı çektiği Yön ve Devrim dergileri, Millî Demokratik Devrim'in savunucusuydu ve 12 Mart Sürecinde önemli bir yere sahipti.

Millî Demokratik Devrim, Türkiye İşçi Partisi (TİP) içinde tartışılmış ve bölünmeye neden olmuştur. Özellikle Mehmet Ali Aybar'ın liderliğindeki TİP çevresi, "Millî Demokratik Devrim" ile "Sosyalist Devrim"i birbirinden ayrılamaz olduğunu savunup doğrudan bir sosyalist devrimi tercih ederken Mihri Belli'nin kavramlaştırdığı Millî Demokratik Devrim ise Türkiye'ye daha uygun bir devrim olarak ikinci bir grup tarafından tercih edilmiştir. Bu gruptakilere göre devrim, iki aşamalı olmalıdır.

 Önce Millî Demokratik Devrim, "askerî darbe" şeklinde "genç subayların" önderliğinde olacak; sonra da "proleter devrim" şiddete dayanmadan kesintisiz bir şekilde işçi sınıfının hâkimiyetini kuracaktır. Çünkü MDD ile sosyalist devrim farklı türde çelişkilerin çözümünü içermekte, dolayısıyla farklı hedef ve ittifaklara dayansalar da birbirlerini tamamlamaktadırlar. 

Belli ve ekibi kendilerine yakıştırılan MDD'ciler ismini reddetmiş ve kendilerini "proleter devrimciler" olarak tanımlamayı tercih etmişlerdir.MDD’cilerin sosyalist devrimin birinci aşamasında bir askeri darbeye bel bağlamaları kuşkusuz onların kemalizme ve Kemalist orduya biçtikleri ilerici misyondan kaynaklanıyor ve bu nedenle de  Marksist devlet teziyle çelişiyordu.İşte tam da burada İbrahim Kaypakkaya sosyalist devrimin asgari programına karşılık gelen Demokratik Halk Devrimi (DHD)’nin dayanması gereken sınıf ittifakları ve mücadele stratejisiyle her türden oportünist- revizyonist çizgilerle arasına kalın bir çizgi çizmiştir. Benzer bir yaklaşım Kemalizm konusundaki tereddütlerine rağmen Mahir Çayan’da da mevcuttur.

    İbrahim Kaypakkaya’nın kendi sürecinde diğer devrimcilerden esas farkı, gerek devrim aşaması olarak DHD’nin dayanması gereken işçi-köylü ittifakı ve gerekse ulusal sorun bağlamında Kürt ulusal sorununun devrimci karakterine yaklaşımıyla, MDD’cilerin asker-sivil aydın zümreden başka devrimci bir dinamik göremedikleri coğrafyamızın devriminin asli dinamiklerine yaptığı vurgu ve stratejik hattındadır.

    Demokratik devrim belirlemesi, ilk olarak Marks tarafından Almanya'da burjuva demokratik devrimin tamamlanmamış görevlerine dair olarak yapılmıştır. Daha sonra, kapitalizmin emperyalizm aşamasında, Lenin tarafından, sömürge ve yarı sömürgelerin devrim programı olarak demokratik devrim, İşçi köylü temel ittifakı ile sosyalist devrimin asgari programı olarak belirlenmiştir

   Maoizm ise Çin devrimi pratiğinde demokratik devrimi yine Sovyet devrimi gibi sosyalist devrimin asgari programı olarak geliştirmesine rağmen, bu kez devrim coğrafyasının bir yarı sömürge olmasıyla sınıf ittifakları daha geniş yelpazede, milli burjuvaziyi de kapsayacak bir biçimde gerçekleşmişti. Maoizm Demokratik Halk Devrimi olarak tanımlanan devrim programının karakterini milli olarak tanımlarken bu tanımlama devrim Demokratik cephesinde milli burjuvazinin bulunmasından dolayı değil, hem komprador kapitalizme hem de açık emperyalist işgale karşı gelişen devrimci sürecin niteliğinden dolayıdır.

   Ben, bu yazı dizisinde, Kim daha iyi ya da daha kötü Kaypakkayacı tartışmalarına doğmatik bir perspektiften değil ama 73’ten günümüze değin olan gelişmeler bağlamında İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerini gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirerek, onun her türden revizyonizm ve oportünizmle arasına koyduğu kalın çizgileri belirsizleştirmeyen yeni bir DHD perspektifi ortaya koymaya çalışacağım. Çünkü, İbrahim Kaypakkaya’dan günümüze değin olan gelişmeleri dikkate almayan doğmatik bir savunu kadar, söz konusu değişimlerin ana yönlerini yanlış belirleyen ve değişmeden kalan sosyo ekonomik ve siyasal olguları dikkate almayan herhangi bir İbrahim Kaypakkaya revizyonunun da Anadolu ve Kürdistan devrimine tutarlı bir perspektif getiremeyeceğini düşünüyorum.

Kuşkusuz, Kaypakkayacı gelenek Kemalizmin sınıfsal niteliğine ilişkin tutumu ile resmi ideolojiden köklü bir kopuşa karşılık gelmesiyle coğrafyanın devrim tarihinde farklı ve özgün bir konuma sahiptir. Fakat, bu, komünistlerin birliği sorununun Kaypakkayacıların birliği sorununa indirgeme yaklaşımlarına zemin oluşturabilecek bir olgu da değildir.

   İbrahim Kaypakkaya’nın fark yaratan görüşlerinin derinliğinde Kemalizmin faşist sınıfsal karakterinin teşhirinin yanı sıra, dönemin MDD’cilerinin burjuva feodal devlet aygıtını ele geçirip onu devrim menfaatine kullanma fantezilerinin ürünü olan anti Marksist, darbeci tezlerine karşı DHD perspektifli devrim anlayışını, devrimin dayanması gereken temel sınıf ve ittifaklar bağlamında net bir biçimde ortaya koyarken, yine, kendi döneminin teorik yazınında hiç dikkate alınmayan ve o dönem için açık bir mücadele biçimi almamış olan Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı kapsamındaki olası bir mücadelesinin  Anadolu  ve  Kürdistan devrimi için  tayin edici öneminin fark ederek Kürt ulusal sorununa ayrı bir önem vermesi ve 12 Mart sonrası silahlı mücadeleyi de Kürt coğrafyasından başlatmasıdır.

   İyi bir Kaypakkayacı olmak her şeyden önce iyi bir Marksist-Leninist-Maoist olmayı gerektirir.Bugün,iyi bir Kaypakkayacı olmanın ölçütü onu şuradan ya da buradan savunmak değil  onun görüşlerini değişen ve değişmeyen koşullar bağlamında coğrafyanın devrim pratiğine tutarlı bir biçimde uyarlamaktır. Yoksa, Kapakkaya’yı doğmatik bir biçimde savunanlar kadar onun Kemalizm tesbitlerinden ulusal soruna kadar görüşlerini muhafaza ederek çeşitli biçimlerde revizyona tabi tutanlar da şu ya da bu biçimde Kaypakkayacıdır, en azından ondan etkilenmiştir.Bu anlamda, kaypakkaya çizgisinin coğrafyanın gerçekleriyle örtüşmeyen tutarsız revizyonları kadar onun görüşlerini değişen koşulları dikkate almadan doğmatik bir biçimde savunmaya çalışanlar da hatalıdır.

Ve eğer ortada bir hatalar silsilesi varsa bir komünist olarak bize bu hatalar silsilesinin kaynaklarını göstererek Kaypakkayacıları tutarlı bir çizgide bir araya getirebilecek yeni bir perspektif arayışına olanaklar ölçüsünde çaba göstermek düşer. Böylesine güç ve her an her cepheden çeşitli biçimlerdeki tepkileri üzerine çekebilecek bir tartışmanın içine bireysel bir yaklaşımla girmek ne kadar riskli bir iş olsa da inandığım davaya inancım bana böyle bir cüreti göstermem gerektiğini söylüyor.

   İbrahim Kaypakkaya, 68 :sürecinin temel bölünmelerinden olan MDD -sosyalist devrim ayrımında MDD geleneğinden gelmesine rağmen DHD surecini bir MDD olarak tanımlamaz.Anadolu devrimin karakterinin DHD niteliğinde olduğunu, Çünkü, burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığını, feodal ve yarı feodal üretim ilişkilerinin komprador kapitalizmle kompleks bir yapı oluşturduğunu belirterek, işçi köylü temel ittifakı ve uzun sureli halk savaşı stratejisiyle belirli bir DHD tanımlaması yapmıştır. İsçi köylü temel ittifakına şehir küçük burjuvazisi ile birlikte orta burjuvazinin devrimci kesimlerininde katılabileceğini belirtirken, başta Çin devrimi olmak üzere geçmiş devrim deneyimlerinin birikimleri üstünden belirlemeler yapmıştır.

   İbrahim Kaypakkaya, yine, genel olarak demokratik devrimle ilişkisi bağlamında ulusal sorun ve özel olarak Kürt ulusal sorununun niteliğine dair de çözümlemeler yaparken, proletaryanın öncüsünün, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi kapsamında, milli hareketler içindeki halk sınıflarının demokratik devrimde kendiliğinden proletaryanın müttefiki potansiyeli taşıdığını da belirler. Bizzat bu belirlemenin kendisi doğrudan sosyalist devrim programlarında ulusal hareketlere ve bu karakterdeki devrimci hareketlere hiç yer vermeyen yâ da kendi kaderini tayin hakkinin demokratik muhtevasını genel olarak demokratik devrim programı ile ilişkilendirmeyen anlayışlardan farklı olarak, Anadolu devriminin niteliğinin, hem yarı feodal sosyoekonomik yapı ve dolayısıyla demokratik devrimin tamamlanmamış olmasından dolayı ve hem de burjuva demokratik bir hak kapsamında olan ulusal sorunun halen çözülmemiş olmasından dolayı DHD karakterinde olduğunu belirlerken, DHD surecini ise içinden geldiği siyasal gelenekten farklı olarak MDD olarak tanımlamamaktadır. Kuşkusuz bu olguda oldukça yeterli bir ideolojik birikimle birlikte, ulusal sorunun gelişme eğilimlerine karşı güçlü bir siyasal ön sezi söz konusudur.

   İbrahim Kaypakkaya’da, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının burjuva demokratik bir hak olarak halen çözüme bağlanmamış olmasından dolayı, coğrafyanın devrim sürecinin, diğer nedenlerle birlikte DHD  süreci olduğuna dair açık bir ifade bulunmamasına rağmen, Kürt sorununun, ayrıntılı bir biçimde gelecekte alabileceği biçimler bağlamında da irdelenmiş olması, onun, sorunu DHD sürecinin ayrılmaz ve en önemli parçalarından biri olarak  gördüğünü ortaya koyar.Çünkü, bilindiği gibi DHD’nin birincil görevi, burjuva demokratik devrimin çözüme bağlamadığı ya da bağlayamadığı sorunları çözüme bağlamaktır.

   Anadolu ve Kürdistan devrimi ,esas olarak, yukarıda belirtilen temel problemlerinden dolayı bir DHD sureci tanımlasa da bu süreç bir MDD süreci olarak tanımlanamaz. Her şeyden önce ,temel olarak iki farklı ulustan halk sınıflarının katılımı ile gelişme eğilimi gösteren bir DHD süreci, ister farklı siyasal yapılar biçiminde, isterse ortak bir siyasal program etrafında gelişsin, her iki durumda da MDD olarak tanımlanamaz

   Her iki durumda da DHD surecini MDD olarak tanımlamak, eğer, egemen ulusun milli nitelikteki devrimini tanımlıyorsa, en kaba biçimiyle bir şovenizme karşılık geldiği gibi, kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin demokratik muhtevasının da hem açık bir ihlali ve hem de genel olarak ulusal sorunun DHD ile ilişkili diyalektiğine karşı bir kayıtsızlığın göstergesidir.

   Tarihte, ulusal hareketlerin, bir coğrafyada, sosyalizm mücadelesinden daha güçlü siyasal dinamikler geliştirmesi, özellikle, 68 sonrası süreçlere dair nadir bir olgudur. Sosyalizm deneyimlerinin yenilgileri ile birlikte sosyalizmin dünya genelinde yaşadığı saygınlık kaybı ve sonrasında 3.emperyalist paylaşım Savaşlarının dünya genelinde bölgesel çatışmalar biçiminde gelişmesi, ulusal kurtuluş mücadelelerinin gelişme trendini güçlendiren uluslararası koşulları yaratmıştır.

    Anadolu coğrafyasında da Kürt ulusal sorunu etrafında gelişen ulusal kurtuluş mücadelesi, kendi kaderini tayin hakkı ilkesi bağlamında demokratik bir muhtevaya sahiptir. Kuşkusuz, iki farklı milliyetten halk sınıflarının faşizme karşı mücadelesi, ister farklı siyasal yapılanmalar biçiminde gelişsin, isterse ortak bir siyasal program etrafında gelişsin bir MDD tanımlamaz. Çin devrim deneyimi ve sonrasında tek uluslu ya da ezilen ulus konumunda olan siyasal hareketlerin devrim süreci MDD olarak tanımlansa da Anadolu devriminde ,Kürt ulusal sorununun, aynı zamanda, tarım ve köylü sorunuyla iç içe geçmiş bir niteliğe sahip olması ,Kürt ulusal sorunun nihai çözümünü, DHD sureci ve sosyalist devrimle hem asgari program ve hem de azami program bağlamında esastan ilgilendiren bir nitelik göstermektedir. Dolayısıyla, ulusal kültür, dil sorunu gibi ulusal sorunun argümanlarını oluşturan meselelerin DHD ile ilişkisi bağlamında bir MDD programının kapsamı ile sınırlandırılamaz niteliği ve yine, Anadolu  ve Kürdistan coğrafyası için ulusal sorundan başka farklı kimlik ve aidiyet sorunlarının varlığı, ,DHD’nin asgari programının alanını genişletmekte ve DHD surecini bir MDD olarak tanımlamaya olanak tanımamaktadır. DHD’nin asgari programının genişleyen kapsamı, devrimin niteliğine dair MDD belirlemelerini pratikte uygulanması olanaksız ütopik belirlemeler haline getirmektedir .

   Komprador kapitalizmin, eşitsiz gelişme yasasının hâkimiyetinde yarattığı bölgesel dengesizlikler ve özellikle Kürt coğrafyasının iklimsel ve tarımsal farklılığı ile birlikte kapitalist gelişmenin verimli tarım alanları etrafında ve ulaşım yolları üstünde gelişme eğilimi, Kürt coğrafyasında kapitalist gelişme bakımından büyük uçurumlar yaratmaktadır. Kürt köylülüğü kendi coğrafyasının dışında proleterleşmekte, bu olgu da Kürt ulusal sorunu sınıf mücadelesi ile ortaklaştıran bir nitelik göstermektedir.

    Kürdistan ve Anadolu devrimi, bir birinden farklı iki ayrı MDD süreci olarak belirlense dahi, ne Kürt coğrafyasının ne de Anadolu coğrafyasının, yalnızca kendi dinamikleri, MDD surecini sonuca vardıracak yeterliliklerden yoksun görünmektedir. Kürt coğrafyası için tanımlanabilecek bir MDD süreci, köylülüğün, esas eğilim olarak, kendi coğrafyası dışında proleterleşme eğilimi sebebiyle sınıfsal dinamiklerden yoksun olduğu gibi, Kürt milli burjuvazisinin, yine, esas olarak ticaret sermayesi niteliğinde olması ,Kürdistan devriminin  tutarlı bir MDD süreci olarak gelişmesini olanaksız hale getirmektedir. Yine, Kürt milli burjuvazisinin esas olarak tarım kökenli sermaye yapısı ve milli burjuvazinin de tarımın yarı feodal yapısına bağlı olarak, sermaye birikiminin üretim süreci dışında, değişim süreçlerinde oluşması eğilimiyle tefeci tüccar sermayesi niteliğinde olması ,bu sınıfın komprador kapitalizmle çelişkilerinin esas olarak pazar çelişkileri alanında kalmasının koşullarını yaratırken, yine ,Kürt milli burjuvazisini anakent şehirlere bağımlı hale getirmekle, milli devrimin tutarlı bir MDD süreci olarak gelişmesine olanak tanımamaktadır.

    Kapitalizmin emperyalizm aşamasında ,yarı sömürge ve sömürgelerde geliştirilen komprador kapitalizmlerin bütün dinamikleri tarımın yarı feodal niteliğine bağımlı olarak inşa edilir. Dolayısıyla, yalnız emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin değil, milli burjuvazinin de tarımda yarı feodal biçimleri tasfiye edecek ve tarımı kapitalistleştirecek bir niteliği yoktur. Çünkü, bu sınıfların tamamı bizzat tarımın yarı feodal niteliğinin yarattığı ekonomi politik dinamiklerle kendilerini yeniden üretmektedirler.

   Bu olgu, egemen sınıflar cephesinden bir gerçeklik olduğu gibi halk sınıfları cephesinden de böyledir.Örneğin, Anadolu coğrafyasında halk sınıflarının kaynağı köylülüktür. Proletarya gibi küçük burjuvazi ve orta sınıflar da köylülüğün farklılaşması sonucu gelişmektedir. Köylülüğün farklılaşması süreçleri, kapitalizmin emperyalizm öncesi serbest rekabetçi kapitalizm döneminden farklı nitelikler gösterir. Komprador kapitalizm, bir taraftan ,ucuz iş gücü ve hammaddeyi tarımın yarı feodal niteliğine bağlı olarak yeniden üretirken, diğer taraftan ,bu yarı feodal yapı toplumun diğer bütün sınıfsal farklılaşmalarının niteliğini de belirlemektedir. 

Örneğin, ekilebilir arazilerin sabit kalmasıyla kırlarda oluşan artı nüfus şehirlerde birikirken, bu artı nüfusun bir bölümü tamamen köyle ilişkisinden koparak proleterleşirken, bir bölümü de Köyle ilişkisini yarıcı ve kiracı ekonomisi ile sürdürerek, köydeki toprağının büyüklüğüne göre, şehirlerde yarı proletarya, küçük burjuvazi ve orta sınıfları meydana getirmektedir. şehirlerde biriken bu artı nüfusun, yarı proletaryayı oluşturan kısmı, köyden bir miktar gelirinin olmasıyla, emeğin kendisini yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu miktara karşılık gelen gerekli emek zamanını düşürerek ortalama ücretleri düşürmektedir. Bu olgu, komprador kapitalizme ucuz iş gücü yaratan dinamiklerin esasını oluşturmaktadır. Yine, şehirlerde biriken artı nüfustan işsiz kitleler de arz ve talep dengeleri ile ortalama ücretleri düşürmektedir.

   Diğer taraftan, küçük ölçekli aile tarımı niteliğindeki yarı feodal tarımda üretim surecine giren feodal angaryanın farklı biçimleri ve esas olarak satın alınmış ücretli emek kullanımının tali kalması, tarımsal ürünlerin ve dolayısıyla sınaî hammaddelerin ilk elden fiyatını düşürmekte, komprador kapitalizm ve emperyalizme ucuz hammadde kaynağı yaratmaktadır. Sermaye birikiminin, tarımda esas eğilim olarak üretim süreçleri dışında, değişim surecinde gelişme eğilimi tefeci tüccar sermayesi biçimini alırken, bu tefeci tüccar sermayesi ,iş birlikçi holding sermayesinin olduğu gibi bizzat devletin ekonomik faaliyetinin de niteliğini belirlemektedir. Yine, orta sınıflar ve milli burjuvazi de tarımla ilişkisi bağlamında tefeci tüccar sermayesi niteliği göstermektedir.

   Küçük  ve orta ölçekli tarım ve buna bağlı olarak halk sınıflarının bileşiminde çekirdek proletaryanın zayıf konumu ve toprak talebinin zayıflığı, asgari programın ekonomik talepler ve sınıf dinamikleri bağlamında handikaplı karakterini oluşturmaktadır. Anadolu coğrafyasında, halk sınıflarının birleşiminde ,küçük burjuvazi ve yarı proletaryanın belirgin hakimiyeti ile birlikte, küçük ve orta ölçekli tarıma bağlı olarak toprakta küçük mülkiyetin belirleyici niteliği ile toprak talebinin zayıflığı, DHD asgari programının handikaplarını oluştururken, tarihsel olarak köklü bir ulusal sorunla birlikte, yine tarihsel kökleri olan bir kimlik sorunu olarak, alevi kimliğinin demokratik talepleri asgari programın siyasal muhtevasını genişleterek DHD’nin içeriğini sınıfsal dinamiklerle birlikte derinleştirmektedir.

   Köylü ve tarım sorunuyla iç içe geçmiş olan Kürt ulusal sorunu ve alevi kimliğinin demokratik talepleriyle birlikte, diğer ezilen toplumsal kimliklerin talepleri, asgari programın siyasal muhtevasını ve kitle tabanını sınıfsal dinamiklerin ötesine taşımaktadır. Bu niteliği ile Anadolu ve Kürdistan coğrafyasının DHD süreci, Kürt ve Türk coğrafyasında iki ayrı MDD biçiminde değerlendirilse dahi her iki coğrafyanın gerek sınıfsal, gerekse kimliksel dinamikleri DHD surecinin bir MDD biçiminde gelişmesine yeterli siyasal koşulları üretememektedir. Dolayısıyla, bütün ekonomik ve siyasal göstergeler, Kürdistan demokratik devrimi ile Anadolu demokratik devrimini ortaklaşa ve iç içe süreçler haline getirmesine rağmen, gerek Kürt milli burjuvazisi ve bir kısım toprak ağalarının, dört ayrı devlet coğrafyasına bölünmüş olan Kürt realitesinin bölgesel faşizmlerle çatışmasında, halen meşru bir niteliğe sahip olan demokratik taleplerin temsilcisi konumunda olması ve bu olgudan dolayı, Kürt proletaryası ve köylülüğünü halen siyaseten yedekleme avantajlarıyla ve gerekse ,Anadolu devrimci dinamiklerinin siyaseten ve örgütsel yetersizlikleri, Kürt ve Anadolu demokratik devriminin ortaklaşma koşullarını olumsuz etkilemektedir.

    Görünen odur ki Anadolu devrimi ile Kürdistan devriminin ortaklaşma koşulları ,Kürdistan demokratik devrimi için asıl mücadele eden kitleleri oluşturan Kürt proletaryası ve köylülüğünün, yalnızca kimliksel ve demokratik taleplerinin değil ama sınıfsal taleplerinin de Kürt milli burjuvazisi ve toprak ağalarından farklılaşacağı bir siyasal konjonktüre kadar Anadolu devrimi ve Kürdistan devriminin siyasal öncü düzeyinde ortaklaşma koşulları handikaplıdır. DHD’nin bütün bu handikaplarına rağmen, Kürdistan ve Anadolu coğrafyasının iki farklı MDD sureci olarak gelişme olanaklarının yetersizliği ,Kürdistan ve Anadolu devrimini giderek daha güçlü siyasal dinamiklerle iç içe süreçler haline getirmektedir.

   Burada, özellikle, şu olgunun vurgulanması da gerekir ki Anadolu ve Kürdistan DHD süreci için işçi- köylü temel ittifakının müttefik sınıfı, genel olarak  orta burjuvaziye karşılık gelen milli burjuvazi değil ama yalnızca Kürt milli burjuvazisidir. Çünkü, Türk milli burjuvazisi, özellikle, Kürt sorununun varlığı bağlamında komprador burjuvazi saflarında şoven bir siyasal pozisyonu işgal etmektedir.Diğer nedenler bir tarafa bırakılsa dahi Kürt milli burjuvazisinin DHD sürecinde işçi –köylü temel ittifakının müttefiki olmasını koşullayan Kürt ulusal sorununun bile tek başına varlığı, coğrafyanın devrim sürecinin DHD süreci olduğuna dair yeterli bir sebep teşkil eder.DHD’den sosyalist devrime doğru olacak olan gelişme, DHD sürecinde kazanılacak mevzilerin belirleyeceği,konjonktürdeki değişmelere göre  çeşitli mücadele biçim ve yöntemlerinin birbiriyle  yer değiştireceği uzun soluklu bir mücadele sürecini güncellemektedir.

    Gerek Anadolu coğrafyasında, hem halk sınıfları cephesinden hem de kimlik ve aidiyet sorunları cephesinden DHD’nin  asgari programı için engel oluşturan olgular, aynı zamanda, her iki coğrafyanın devriminin siyasal öncülüğünün gelişme dinamiklerini de yine çelişkinin bu özgün niteliği koşullarında belirlemeye adaydır. Halk sınıfları cephesinden, proletaryanın zayıf konumu ve köylülüğün esas olarak küçük  ve orta köylülükten oluşması sebebiyle toprak talebinin zayıflığı koşullarında, halk sınıflarının bileşiminin de küçük burjuvazi ve yarı proletaryanın çoğunluğu teşkil etmesiyle, devrimci dinamiklerin, esas olarak küçük burjuvazi ve yarı proletaryanın devrimci unsurları zemininde gelişmesi ,güçlü bir proletarya partisinin mevcut siyasal konjonktürde yaratılma koşullarına handikap oluşturmakta ve devrim cephesinde çok parçalı siyasal bir görünüm oluşmasına sebep olmaktadır. DHD’nin esas dinamiklerinde güçlü bir hareket yaratma yeterliliğinde bir proleter öncülüğün yaratıma koşulları, kendi coğrafyası dışında proleterleşen Kürt halk sınıflarının, siyaseten kendi mülk sahibi sınıflarından farklılaşacağı bir siyasal konjonktürün gelişme koşulları tarafından belirlenecektir. Kürt köylülüğü ve proletaryasının, kendi ulusal kimlik sorunlarının ötesinde ,sınıfsal dinamiklerle katılmadığı bir DHD, Anadolu coğrafyası için pratikte gerçekleşmesi olanaksız bir ütopyadan ibarettir.

   Yine, özellikle orta sınıfların ve milli burjuvazinin ekonomik dinamiklerinin tarıma bağımlı niteliği ile örneğin, KOBI tarzı işletmelerin ve mikro işletmelerin faaliyet dışı gelirlerinin tarım kaynaklı olması, komprador kapitalizmin ekonomik buhranlarına bir esneklik vermekte ve bu olgu, halk sınıflarının birleşiminde  çekirdek proletaryanın zayıf konumu ile birleşerek emperyalizmin ve komprador kapitalizmin ekonomik buhranlarının siyasal buhranlara dönüşmesindeki yetersizliklere sebep teşkil etmektedir.

   Anadolu coğrafyası için DHD surecini Bir MDD süreci olarak algılayan siyasal anlayışlar, kitlelerde beklenen politizasyonun istenen düzeyde gelişmediği koşullarda ve özellikle halk savaşı için köylülüğün toprak talebinin zayıflığından dolayı kitlesel gelişmenin yetersizliği koşullarında, DHD’nin bu şabloncu dogmatik anlayışından cayarak, bu kez modern değişimci bir konuma savrularak doğrudan sosyalist devrim tezlerine sarılmaktadır. Oysa, diyalektik olarak düşünüldüğünde, sınıfsal dinamiklerin bir DHD sureci için dahi engel oluşturduğu ve yetersizlik gösterdiği koşullarda sosyalist devrimin hangi sınıfsal dinamikler üstünde gelişeceği kocaman bir soru işareti olarak durmaktadır.

    Bütün siyasal ve ekonomik göstergeler Anadolu ve Kürdistan demokratik devrimlerini, gerek kimlik sorunları etrafında ve gerekse sınıfsal dinamikler etrafında ortaklaşmaya doğru sürüklemektedir. Sosyalist devrim ve DHD’nin  azami programı ile asgari programının birleşme dinamikleri tam da Anadolu ve Kürdistan devrimlerinin zorunlu ortaklaşma dinamiklerinden gelişmeye aday konumdadır. Örneğin ,ulusal sorunun köylü sorunu ile iç içe niteliği ile birlikte, Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında proleterleşme koşulları, bu sınıfsal dinamiklerden başlıcalarını oluştururken, yine, bir toprak reformunun yarı feodal tarla tarımının niteliğinde bir değişim yaratmayacağı ve küçük tarımı ortadan kaldırmayacağından dolayı ,tarım ve köylü sorunun nihai çözümünün, tarımın kolektifleştirilmesine zorunlu bağımlılığı, asgari programın azami programa koordine olduğu siyasal içeriği oluştururken, DHD den sosyalist inşaya geçiş süreçlerini de iç içe olgular haline getirmektedir.

    Anadolu DHD’ni MDD formatında kavrayan siyasal anlayışlar serf niteliğinde topraksız köylülükten ziyade, küçük ve orta köylülük yapısındaki kırlardan beklenen reaksiyonu gerçekleştiremediklerinde, bu kez, DHD’nin  temel tezlerini Külliyen yadsımakla doğrudan sosyalist devrim paradigmaları geliştiriyorlar. Oysa, DHD surecinin toprak ve köylü sorunu, ulusal sorun, kimlik ve aidiyet sorunları etrafındaki asgari programı atlanarak doğrudan azami programı esas almakla bir sosyalist devrim paradigması yaratmak olanaksızdır. Çünkü, asgari programa niteliğini veren ve böylece devrim sürecinin de niteliğini belirleyen sorunlar silsilesi etrafında gelişen politizasyon, örneğin, içeriği kendi kaderini tayin hakkı gibi burjuva demokratik bir hak olan, bizzat Kürt sorununun varlığı, doğrudan azami programı siyasallaştırmaya olanak tanımadığı gibi yukarıda belirtildiği gibi halk sınıfları içinde çekirdek  proletaryanın konumunun belirleyici nitelikte olmaması da doğrudan sosyalist devrim paradigmalarını pratikte uygulanması olanaksız, kağıt üstünde tezler haline getirmektedir. Herhangi bir coğrafyada devrim sürecinin niteliği, o coğrafyanın ekonomi politiğinden, devrimci ve karşı devrimci sınıflar arasındaki çelişkilerin niteliğinden ve varsa ulusal sorun ve kimlik sorunları gibi siyasal sorunlar etrafında gelişen taleplerin niteliğinden bağımsız olarak belirlenemez. doğrudan sosyalist devrim paradigmaları ,asgari programı azami programın kuyruğuna yedekleyerek devrimin siyasal içeriğini belirlediklerini sanmakla yanılmaktadırlar. Çünkü, doğrudan sosyalist devrim paradigması, esas olarak, proletaryayı öncü ve temel güç olarak belirlemeyi gerektirir ve baş çelişki emek sermaye çelişkisi olarak belirlenir.

   Oysa, baş çelişkinin niteliğindeki bu farklılık, yalnızca, yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı, emek kitlesinde antikapitalist bir politizasyon yaratmaya yetmeyeceği gibi, asgari programın görevlerini de tali hale getirerek savsaklayacaktır. Çünkü, Anadolu coğrafyasında, zaten, DHD perspektifi için asil sorun, köylülüğün proleterleşme surecinin kendine dair niteliğinden kaynaklanmaktadır. Köylülüğün proleterleşme süreci, tarımın yarı feodal yapısı ve küçük ve ortak ölçekli tarım karakterine bağlı olarak komprador kapitalizm koşullarında yavaş ve sıkıntılı bir nitelik göstermektedir. Yine, bu süreç, kırsal artı nüfustan yalnız proleter kitleleri değil ama ondan daha belirgin olarak yarı proleter ve küçük burjuva kitleleri de türetmektedir. Yarı proletarya ve küçük burjuvazinin halk sınıflarının birleşiminde belirgin bir çoğunluk teşkil ettiği bir siyasal coğrafyada, bir de bu olguya ulusal sorun ve diğer aidiyet ve kimlik sorunları eklenmişse, doğrudan sosyalist devrim paradigması bir ütopyadan öte bir anlam ifade etmeyecektir.

Fikret Karavaz

ATEŞ OLMADAN KÖZ OLMAZ

Dünden Bugüne kaypakkaya Geleneği Üzerine

   2. Bölüm:

   İbrahim Kaypakkaya, Anadolu devriminin niteliğini proletaryanın ideolojik öncülüğünde bir DHD sureci olarak belirlerken, devrim surecini içinden geldiği geleneğe rağmen bir MDD olarak tanımlamaktan kaçınmakta ve kendi döneminin devrimci akımlarından farklı olarak Kürt ulusal sorununa ayrı bir önem vermektedir. Öyle ki bütün siyasal hamlelerini öncelikle Kürt ulusal sorununu DHD etrafında yedekleme stratejisinin ihtiyaçlarına göre belirlemesine rağmen, gerek komünist hareketin aldığı yenilgi gerekse sonraki süreçlerde ulusal ve uluslar arası konjonktürdeki değişkenler Kürt ulusal sorununun bir komünist önderlik etrafında DHD surecine direk yedeklenmesini engellemiştir.

   Bugün, Anadolu coğrafyasında süreç halen DHD surecidir. Baş çelişki, tarımın yarı feodal niteliğine bağlı olarak halk sınıflarıyla yarı feodalizm arasındaki çelişkidir. Çünkü, komprador kapitalizmin ekonomik ve siyasal niteliklerini belirleyen bütün diğer çelişki ve olgular bu baş çelişki tarafından belirlenmektedir. Ancak, gerek köylü sorununun Anadolu coğrafyasına dair aldığı biçim, gerekse siyasal konjonktürün ve asgari programın diğer birleşenlerini oluşturan ulusal sorun ve aidiyet sorunlarının politikleşme biçimlerinin niteliği,bugün, komünist hareketin 68 den farklı olarak başka siyasal hamleler ve refleksler geliştirmesi gereğini öne çıkarmaktadır.

   İbrahim Kaypakkaya’nın yaşadığı süreçten farklı olarak komprador kapitalizmdeki gelişmeler ve tarımda makine kullanımının yaygınlaşması, maraba tarımını ortadan kaldırırken, coğrafyanın tarımında, emeğin kendisinin metalaşmadığı küçük ve orta ölçekli aile tarımının kalıcı niteliği, baş çelişkiyi Kapakkaya’nın belirlediği gibi köylülükle feodalizm arasındaki çelişki olmaktan çıkararak, bugün, asgari ücretten sanayi ham maddelerinin fiyatına kadar komprador kapitalizmin bütün dinamiklerini kendisine bağlı olarak biçimlendiren, tarımın yarı feodal karakteriyle halk sınıfları arasındaki çelişkiyi baş çelişki haline getirmiştir. Öyle ki Kaypak kaya’nın köylülükle sınırlı tuttuğu baş çelişki, bugün, bütün halk sınıflarının baş çelişkisi konumundadır.

   Burada, şunu da özellikle belirtmek gerekir ki Kuzey Kürdistan Ve Anadolu coğrafyası gibi bugünkü sınırları içinde aynı sosyo ekonomik yapıya sahip ve tarihsel gelişmenin ayrılmaz bağlarla birleştirdiği bir coğrafyada iki farklı baş çelişki belirlemek,  gerek teorik olarak ve gerekse sonuçları itibarıyla pratik olarak büyük bir hatadır. Her şeyden önce, Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında metropol şehirlerde farklılaşması ve proleterleşmesi bu iki coğrafyayı köylü sorunu üzerinden birleştirmekte olduğu gibi onun köylü ve tarım sorunu çözülmeden tam olarak çözülemeyeceğini de açıkça ortaya koymaktadır.Baş çelişki, belirli  bir sosyo ekonomik yapıya karakterini veren ve çözümüyle diğer çelişkilerin çözümünün önünü açacak olan çelişkidir. Dolayısıyla, politik konjonktüre etkisi, tarihsel kökeni ne olursa olsun herhangi bir ulusal sorun belirli bir sosyo ekonomik yapıda baş çelişki oluşturmaz ya da ikinci bir baş çelişki olarak ikame edilemez. Bir ve aynı sosyo ekonomik yapıda baş çelişki de tektir ve aynı çelişkidir. Kürt ulusal sorunundan ikinci bir baş çelişki türetmek, her şeyden önce, her iki coğrafyanın DHD sürecinin temel  ittifaklarını bölerek güdükleştirmek, böylelikle de gerek DHD sürecini ve gerekse DHD sürecinde kazanılacak mevzilerle gerçeklik kazanabilecek olan sosyalist devrim aşamasının gelişim dinamiklerini baltalamak ve pratikte imkansız hale getirmek anlamına gelir.

 İkinci olarak ise Kürt sorunundan baş çelişki türetmek, Kürt sorunu pratikte köylü ve tarım sorunu üzerinden sınıfsal dinamiklerle doğrudan ilişkili olduğu halde, sorunu yalnızca ulusal sorun boyutuyla ele alıp Kürt milli burjuvazisi ve Kürt feodalleri gibi mülk sahibi sınıflara havale ederek  sorundan sıyrılmak, Kürt köylülüğü ve proletaryasının siyasal öncülüğünü Kürt mülk sahibi sınıflara terk etmek, böylelikle de sorunun Kürt köylülüğü ve proletaryasının menfaatleri bağlamında çözümünü imkansız hale getirmek anlamına gelir ki böyle bir şey bir komünist önderlik için DHD  ve sosyalist devrim mücadelesinin temel meselelerinde kendi elini kolunu bağlamaktan başka bir anlam ifade etmez.

   1917 Sovyet devrimi ,ulusal sorunun proletarya devrimleri ve bir sosyalizm projesi ile ilişkisini güncelleştiren niteliği ile önemlidir. Sovyet devrimi, birinci dünya savaşının yıkıntıları üstünde gelişmiş bir devrim olması itibarı ile halklarda kitlesel bir beklenti haline gelmiş olan öncelikli değişim beklentilerini temsil etmekte olan bir devrim hareketi niteliğindeydi. Bu anlamda, ulusal soruna dair kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin, yalnızca, siyasal formulasyonu Sovyet devriminde sanayi proletaryasının çeşitli milliyetlerden köylü kitleleri devrime yedeklemesine yetebilmiştir. Çünkü, Sovyet devriminin en önemli ve siyaseten üretken örgütlülüğü sanayi proletaryasını temsil eden içi Sovyetleriyle birlikte uzayan ve geniş çaplı yıkımlara neden olan emperyalist savaşın mağdur ettiği asker ve köylü Sovyetleridir.

    Anadolu DHD süreci ise başlangıcından itibaren köklü bir ulusal sorun ve bundan ayrı olarak farklı kimlik ve inanç çelişkilerini üstünde taşımaktadır. Yine, Anadolu devrimi için temel güç teşkil eden köylülüğün farklılaşma süreçlerinde ki özgünlüklere bağlı olarak, halk sınıflarından ara sınıfların geniş bir yelpaze oluşturması, topraksız köylülük ve çekirdek proletaryanın halk sınıfları safında nispeten zayıf konumu, buna karşılık yarı proletarya ve küçük burjuvazinin farklı tabakalarının belirgin bir çoğunluğu temsil etmesi ve yine burjuva feodal devlet aygıtının kırlarda ve kentlerde orta sınıflara kadar uzanan ekonomik ve ideolojik formasyonu Anadolu devriminin handikaplı sorunlarını oluşturmaktadır.

    Proletaryanın öncüsü konumunda olan siyasal yapılar, bütün bu ekonomi politik olgular etrafında bir DHD programı belirlerken, yalnızca ulusal sorunun kendi kaderini tayin hakkı ilkesi bağlamında formulasyonun basit bir tekrarı ile yetinemezler. Ulusal sorunun, köylü ve tarım sorunu ile iç içe geçtiği koşullarda, proletaryanın öncüsünün ,Kürt köylülüğü ve proletaryasını kendi mülk sahibi sınıflarının iç pazara yönelik siyasetinden farklılaştıracak siyasal projeler geliştirebilme yeterliliğini gösterebilmesi gerekir. Hemen hemen toplumu oluşturan belli başlı bütün sınıfların köylülükten farklılaştığı bir siyasal coğrafyada, devrimci ve karşı devrimci sınıfların köylü yığınların farklı siyasal eğilimlerini temsil etmekten ve bu eğilimler tarafından etkilenip bu eğilimleri etkilemekten azade olması düşünülemez.

    Sanayi proletaryası ile köylülük arasındaki temel siyasal farklılık, köylülüğün nispeten küçük mülkiyet eğilimi ve siyasal dağınıklığından ileri gelir. Dolayısıyla, proletaryanın öncüsü, kentlerde köylülüğün farklılaşmasından oluşmuş yarı proleter ve küçük burjuva kitleleri proletaryanın siyasal programına yedekleme becerisi gösteremediğinde ve tutarlı bir DHD programı oluşturamadığında öncülük misyonunun yerine getirildiği iddiası gerçekçi olmayacaktır. Köylülüğün dağınıklığından ileri gelen ve sonrasında köylülüğün farklılaşması ile oluşmuş yarı proletarya ve kent küçük burjuvazisi gibi halk sınıflarının kendiliğinden liberal siyasal alışkanlıklarının ve yine, Kürt ve alevi kimliği gibi kimi aidiyetler etrafında izole olmuş siyasal niteliklerinin dinamikleştirilebilmesi ancak kitle örgütleri aracılığıyla mümkündür.

    Bu anlamda, bir Demokratik Kitle Örgütü kültürü gelişmeden tutarlı bir DHD ve sosyalist demokrasi mücadelesinden bahsetmek ve sosyalist demokrasiyi projelendirmek olanaksızdır. İbrahim Kaypakkaya, Kürt ulusal sorununu, Anadolu DHD süreci için taşıdığı önemi fark ederek, yalnızca sorunu formüle etmekle yetinmeyip aynı zamanda, sorun etrafında siyaset üretebileceği pratik siyasal manevralara da yönelmekle ne kadar güçlü siyasal ön sezilere sahip olduğunu göstermektedir. 73 Vartinik hamlesi, hem 12 Mart darbesine bir siyasal yanıt ve hem de Kürt ulusal sorununun ilerde alacağı biçimlere dair sorunu DHD mücadelesi ile birleştirmeye yönelik bir siyasal hamle niteliğindedir.

   Vartinik hamlesi, yakın tarihte bir isyan kültürü olan Dersim coğrafyasından başlatılmakla, DHD sürecinin içeriğini sınıfasal dinamikler yanında Kürt ve alevi toplumsal kimliklerinin demokratik devrimci talepleriyle derinleştirip güçlendirmeye yönelik, özellikle tercih edilmiş komünist bir hamledir. Vartinik hamlesinin bir benzeri olan Kızıldere hamlesi de Anadolu Aleviliğinin devrimci taleplerini sınıf dinamiklerine yedeklemeye yönelik komünist iç güdülerin belirlediği tercihli bir hamledir.

    Proletarya ne kadar örgütsüz olsa da politik refleksleri her zaman köylülük ve diğer halk sınıflarından diridir. Proletaryanın öncüsü için önemli olan bu diri refleksleri örgütlemektir. Yarı feodal tarla tarımının yarattığı birincil ve ikincil etkilerin ürünü olarak gelişen sosyal olguları DHD perspektifinden yönlendirmek gerekir. Bu olgulardan ,örneğin, şehirlerde biriken artı nüfusun politik ihtiyaçlarına karşılık gelecek siyasal oluşumların yaratılması gerekir.Demokratik Kitle Örgütleri(DKÖ)Anadolu coğrafyası için politik devrimin olmazsa olmazı niteliğindedir. Hem şehirlerde biriken yarı proletarya ve küçük burjuva kitlelerin örgütsel ihtiyaçlarının karşılanması, hem de Kürt ulusal hareketi içinde asıl mücadele eden proletarya ve köylülüğün DHD perspektifine yönlendirilmesi, DKÖ’lerin çeşitlenmesine ve yaygınlaşmasına bağlıdır. Kürt ticaret burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyeti, Kürt proletaryası ve köylülüğünü yukarıdan merkezi bir siyasal örgütlülük içinde tutmak istemekte ,Kürt halk sınıflarının proletaryanın ideolojik argümanları ile tanışmasını istememektedir.

   Kürt proletaryası ve köylülüğü, komprador kapitalizm koşullarında bölgesel özerklik gibi çözümlerin kendisi için ne anlam ifade ettiğini sorgulayabileceği ve üstünlük geliştirebileceği kitle örgütlerinden yoksundur. Yukarıdan merkezi siyaset anlayışı, Kürt ticaret burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyetinin tercihi olarak gelişirken kendileri için istedikleri bölgesel özerklik ve yerel yönetimlerin geliştirilmesine yönelik talepler, iç pazarın kendi kontrollerine geçmesi maksadının ötesinde bir içeriğe sahip olmaması ile birlikte, kendi örgütsel anlayışlarının âdemi merkeziyetçi yapısı ile de çelişmektedir.Bu durum, KDP ve KYP kadar Kürt Özgürlük Hareketinin (KÖH) de öncelikli eğilimlerinden biri olup KÖH, ULUSAL BİRLİK GİBİ Kürt feodallerini de içine alan projeleri her zaman sınıfsal perspektiflerin önüne koymakta ve kendi coğrafyası dışında proleterleşen Kürt köylülüğünün sınıfsal içerikli taleplerini ötelemekle, aslında, Kürt Özgürlük Hareketinin geleceğine zarar vermektedir.

    Kürt ticaret burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyeti, kendi halk sınıflarına karşı ikiyüzlü bir siyaset sürdürmektedir. Proletaryanın öncülüğü iddiası, Kürt halk sınıflarının aktif katılımının olmadığı bir DHD sürecinin hayal ürünü bir ütopyadan öte değerinin olmayacağından hareketle, kendi kaderini tayin ilkesinin demokratik muhtevasını savunurken Kürt mülk sahibi sınıfların devrime karşı ikiyüzlü tutumunu teşhir siyasetini sürdürmeyi gerektirir. Bu anlamda ,proleter öncü DKÖ’leri yaygınlaştırarak politik yaşamın giderek öznesi yapmaya yönelik siyasal perspektifler geliştirmeli, özellikle Kürt halk sınıflarını kitle örgütleri içine çekmelidir. DKÖ’ler sosyetik formatta geliştirilmeli ve çevrelerinde örgütlenecek milis örgütlülükleri ile desteklenmelidir. Kirsalda gerilla mücadelesi ile kitle örgütleri arasında koordineli bir birlik oluşturulmalıdır. İbrahim Kaypakkaya'nin 73 Vartinik hamlesinin bugün değişen ve farklılaşan siyasal konjonkturde aldığı biçim bu olguda belirginleşmektedir.

   DHD perspektifinin, Kürt ulusal sorununun genel olarak köylü ve tarım sorunuyla ortaklaşa bir perspektiften yeniden formüle edilmesi, hiç kuşkusuz, DHD yi MDD perspektifinin ötesine taşımak anlamına gelir. MDD perspektifinin dar, sınırlı ve yetersiz ve tutarsız içeriği Kürt ulusal sorununun devrimci dinamiklerinin katkısı ile güçlü bir DHD programı yaratılarak aşılabilir.

   Ulusal sorunda sol ve sağ siyasetlerin anlamak istemediği gerçeklik buradadır ki ulusal soruna dair emperyalizm çağının Marksist siyaseti, kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin demokratik muhtevasının kayıtsız şartsız desteklenmesi Leninist siyaseti yegâne bilimsel siyasal tarzdır. Çünkü, kendi kaderini tayin hakkinin reddi, ulusal sorunda egemen ulus burjuvazisi ve büyük mülkiyetinin şoven siyasetine hizmet ederken, kendi kaderini tayin hakkini, kendi kaderini bizzat tayin, yani ,ayrı bir devlet kurma olarak mutlaklaştırmak ezilen ulus burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyetinin siyasetini benimsemek olacaktır. Ulusal soruna dair egemen ulus solculuğunun yansıması olan sağ şovenizm biçimindeki kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin reddi kolaylıkla görünen bir fırsatçılık olmasına rağmen, ulusal soruna dair sol oprtunizmin bir yansıması olan kendi kaderini tayin hakkı ilkesini, yani ,ayrı bir devlet kurma hakkı ilkesini bir hak olmanın ötesinde mutlaklaştıran ve ezilen ulusun egemen sınıf siyasetine yedeklenen  anlayış sol oportünizmindir. Oysa,ulusal soruna dair Leninist çözüm ,farklı milliyetlerden emekçi kitleleri kapitalist gelişmeye bağlı olarak kendiliğinden toplandıkları ve sanayi proletaryasını yarattıkları büyük sanayi merkezlerindeki kitle örgütlerinde örgütlemek ve kapitalizme karşı birleştirmektir.Leninizmin bu ilkesl perspektifinde kendi kaderini tayin hakkını sosyalizm mücadelesinin çıkarlarına yedeklenmiştir.Sosyalizm mücadelesinin menfaatlerinden azade bir ulusal sorun çözümü Leninist değil burjuva revizyonist siyasete karşılık gelir.

   Büyük sanayi metropolleri farklı milliyetten emekçi kitlelerin kaynaştığı alanlardır. Leninizm, kendi kaderini tayin hakki ilkesini neden bir hak olarak formüle etmiş ve mutlaklastirmamiştir. Çünkü, emperyalizm çağında bağımlı ulusların burjuvazisinin emperyalizmden bağımsız siyasal dinamikleri kalmamıştır. Kürt ulusal sorununda sol oportünizmin anlamak istemediği olgu, bütün diğer sınıflar gibi proletaryanın da Anadolu coğrafyasında halen köylülüğün farklılaşmasıyla kendini yeniden ürettiği gerçekliğidir. Oysa, emperyalist metropollerde demokratik devrim tamamlanmış olduğundan köylü ve tarım sorunu çözülmüş, tarım kapitalistleşmiş ve köylülüğün tarım ve sanayi proletaryasına dönüşmesi süreci tamamlanmıştır. Buna karşılık, yarı sömürgelerde, halen halk sınıfları ve orta sınıflar dâhil toplumsal sınıflar köylülüğün  farklılaşması ile kendini yeniden üretmektedir. Kürt köylülüğü, kapitalizmin eşitsiz gelişme koşullarına tabi olarak kendi coğrafyası dışında proleterleşmekteyken, Kürt burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyeti Kürt proletaryası ve köylülüğünü kendi ulusal siyaseti etrafında dikey siyasal yapılarda yedeklemektedir. Çünkü, dikey siyasal örgütlenmeler ulusalcı siyaset için daha işlevseldir.

    Leninizm, bu siyasal olgunun farkında olarak büyük sanayi proletaryasının kendini yeniden üretme dinamiklerini esas alan ve farklı milliyetten emek kitlesinin kaynaştığı sovyetik kitle örgütleri siyasetine karşılık, kendi kaderini tayin hakkini yalnızca bir siyasal hak kapsamıyla benimserken, bu hakkı mutlaklaştırmaz ve proletaryanın mücadele birliğine bağlı olarak ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkinin demokratik muhtevasının desteklenmesiyle yetinir. Yani ,kendi kadehini tayin hakkini, yani ,ayrı bir devlet kurma hakkını, kendi kaderini bizzat tayin, yani ayrı bir devlet kurma ilkesi olarak mutlaklaştırmaz. Çünkü ,büyük kapitalist sanayi farklı milliyetlerden emek kitlesini birleştirir ve farklı milliyetlerden proletaryanın sosyalist iktidarı için siyasal koşulları yaratır. Bu olguda, farklı milliyetlerden emek kitlesinin birliğini kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin önünde siyasallaştırmak bir şovenizm değil proletaryanın siyasal mücadelesinin ve sınıf siyasetinin bir zorunluluğudur. Bu nedenle, kendi kaderini tayin hakkı ,yani ,ayrı bir devlet kurma hakkı ,Leninizmde bir siyasal hak olarak tanımlanırken, kendi kaderini her koşulda bizzat tayin, yani ayrı bir devlet olarak örgütlenme biçiminde mutlaklaştırılmamıştır.

   Leninizm, hem ezen ulus hem de ezilen ulus egemen sınıflarının ulusalcı ve proletaryanın ortak mücadelesini bölen dikey siyasal oluşumlarına karşı farklı milliyetlerden sanayi proletaryasının birleştiği birer yatay siyasal örgütlenme olan sovyetik kitle örgütlerini esas alan bir stratejiye bağlı olarak, kendi kaderini tayin hakki ilkesinin egemen ulus şovenizmine karşıt olarak gelişen demokratik niteliğini savunmakla yetinir. Ayrılma ve ayrı bir devlet kurma hakkını mutlaklaştırmadan proletaryanın sınıf mücadelesi ile ilişkisi bağlamında her coğrafyanın kendi siyasal koşulları ve sınıf mücadelesin öncelikli ihtiyaçlarına göre formüle eder. Ayrı bir devlet olarak ezilen ulusun ayrılması sınıf mücadelesinin nihai amaçları ve demokratik devrimin genel menfaatleri bağlamında desteklenir yâ da desteklenmez.

    Kürt ulusal sorununda, Vartinik hamlesi, hem 12 Mart askeri darbesine karşı erken bir refleks hem de Kürt sorunun ilerde alabileceği biçimlere karşı proletaryanın öncüsünün elini güçlendiren siyasal bir hamledir. Bugün, Kürt ulusal mücadelesinin proletaryanın Birleşik mücadelesinden ayrı burjuva feodal bir önderlik siyasetinde siyasallaşmış olması ve bu sınıfsal niteliği ile Kürt proletaryası ve köylülüğünü kendi ekonomi politik gerçekliğinden farklı olarak, Birleşik sanayi proletaryasından yalıtan dikey örgütlenmelere tabi kılan niteliğine karşıt olarak, bütün milliyetlerden proletaryanın öncüsünün siyaseti ,yalnızca Vartinik hamlesinde ısrar ve devam ettirmekle yetinmek yerine, demokratik devrim surecinde olan yarı sömürgelerin niteliği gereği kitlelerin yatay demokratik örgütlenme alanlarının genişletilmesi ve Kürt proletaryası ve köylülüğünün gerek demokratik devrimin, gerekse Kürt sorununun bütün yönleri ile sorgulayabileceği yatay kitle örgütlerinde farklı milliyetlerden emek kitlesi ile kaynaşabileceği demokratik siyasal özgüm biçimlerini geliştirmek ve yaygınlaştırmaktır.

    Halk sınıflarının birleşik mücadele araçları olan bu yatay örgütlenmeler, ayni zamanda ezen ve ezilen ulustan egemen sınıfların kendi sınıf siyasetlerine hizmet eden ve burjuva feodal devlet aygıtının hiyararsisini kopya eden dikey örgüt biçimlerine karşıt olarak halk sınıflarının birer öz yönetim araçları niteliğindedir. Dikey siyasal yapılanmalarla burjuva feodal hiyerarşinin ideolojik ve yönetsel hegomanyasinin boyunduruğunu aşabilecek bir siyasal perspektif, ancak farklı milliyetlerden emek kitlesinin kaynaştığı ve mücadele birliği yaratarak kendi egemen sınıflarından siyaseten özgürleştiği yatay demokratik kitle örgütleri mücadelesi kültürünün gelişmesi ve yaygınlaşması ile yaratılabilir.

Kitle örgütlerinden yoksun bir DHD ve sosyalizm mücadelesinin kanatlarından yoksun bir kuştan farkı yoktur. Kürt köylülüğü ve proletaryası farklı milliyetlerden sanayi proletaryası ile kaynaşarak Birleşik mücadele örgütlerinde mücadele birlikleri yaratmadan, hangi biçimi alırsa aslin bir DHD programının Anadolu coğrafyası için uygulanabilirliğinden bahsetmek olanaksızdır.

    Anadolu ve Orta Doğu coğrafyasında, Kürt köylülüğü, kendi coğrafyasının dışında proleterleşmektedir. Yine ,Kürt  ticaret burjuvazisi ,yâri feodal tarımdan türeme ticaret burjuvazisi kimliğinde olup tefeci tüccar sermayesi ile iç içe niteliği ile bir taraftan kendi büyük toprak mülkiyetine, diğer taraftan İstanbul gibi metropollere bağımlıdır. Kürt coğrafyasında sanayi proletaryasının gelişimi yetersiz ve sanayi burjuvazisi yok denecek kadar azdır. Bütün bu olgular, Kürdistan devrimini kendi dinamikleri ile bir MDD olarak geliştirmeye yetmemektedir. Kürt burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyetinin bütün devrimciliği pazar çelişkileri tarafından belirlenmekte ve sınıfsal nitelikleri Kürt köylülüğü ve proletaryasına bir Kürt cumhuriyeti koşullarında dahi bugünkünden farklı bir perspektif sunmamaktadır.

    Kürt burjuvazisi, küçük burjuvazisi ve büyük toprak mülkiyeti ideolojik formatta ve siyasal örgütlenme tarzında Kemalizmin kötü bir kopyasını yansıtmakta, kitleleri dikey siyasal yapılarda kitle inisiyatifinin gelişmediği ve yatay kitle örgütlerinden yoksun bir siyasal formatta kendi pazar çelişkileri etrafında yedekleme siyaseti gütmektedir. Anadolu sosyalist hareketlerinde MDD'ci sol ise Çin devrimi pratiğinde olduğu gibi hızla ve çabuk politize olan topraksız köylülüğün bulunmadığı bir coğrafyada, köylülüğün yarı feodal tarımın komprador kapitalizmle iç içe geçtiği özgün bir sosyoekonomik formasyonda, proletaryadan çok yarı proletarya ve küçük burjuvaziye farklılaştığı bir coğrafyada ,klasik halk savaşına uygun bir zemin bulamadığında, İbrahim Kaypakkaya’yı anlamak ve derinleştirmek yerine, MDD formatında algıladığı DHD stratejisinden, sosyalist devrim tezlerine çark ederek çelişkilerden sıyrılmaya çalışmaktadır.

Oysa, Anadolu  ve Kürdistan devrimi ,baslıca iki ulusun da kendi sınıfsal dinamiklerinin bir MDD süreci için yetersiz kaldığı ve her iki milliyetten ve diğer azınlık milliyetlerden halk sınıfların Birleşik mücadelesinin tayin edeceği yeni tipte bir DHD süreci olarak gelişme potansiyelleri taşımaktadır.

   İbrahim Kaypakkaya’nın doğmatik kavranışı ise Her iki milliyetten halk sınıflarının, gerek sınıfsal ve gerekse kimliksel taleplerini birleşik bir mücadelede ortaklaştırmak yerine, kötü bir MDD talitçiliğini DHD süreci olarak benimsemekle, ne Maoizmi ne de İbrahim Kaypakkaya’yı içselleştiremediğini ortaya koymaktadır. Oysa, Kürt Ulusal Hareketi’nin kazandığı her mevzi Anadolu ve Kürdistan devrimi için yeni olanaklar yaratmakta ve DHD sürecini bir üst aşamaya taşıma potansiyeli göstermektedir. Öyle ki Kürt Ulusal Hareketi’nin Suriye ve Irak’taki üsleri, birleşik bir DHD süreci için Türkiye sınırları içinde bugün için olanaksız olan Kızıl Siyasi İktidar’ların bir prototipini temsil etmekte ve KSİ perspektifine ölü ve doğmatik değil ama canlı ve güncel bir içerik kazandırmaktadır.İbrahim Kaypakkaya’yı doğmatik bir perspektiften, henüz ortada bugünkü Kürt Hareketinin olmadığı siyasal süreçleri bugüne taşıyan bir perspektiften savunmak, Kürt Hareketiyle birleşik bir DHD süreci yerine, mevcut olmayan, ya da yetersiz olan topraksız köylülük savaşını, bu coğrafyaya Çin pratiğinde olduğu gibi aynen ikame etmeye çalışmak, aslında, İbocu bir devrimciliğe değil kötü bir MDD taklitçiliğine karşılık gelmektedir.

   Mevcut örgütsel perspektiflerin yetersizliği koşullarında ,zaten sınıfsal dinamiklerdeki yetersizliklere neden olan özgün sosyoekonomik yapı, MDD formatında bir DHD sürecini her iki ulusun ayrı ayrı demokratik devrim mücadelesi için yetersiz hale getirirken, bir de ulusal sorunda sol fırsatçı, kendi kaderini tayin hakkını ayrılma yönünde kullanma tezleriyle desteklenmiş sosyalist devrim tezleri, Marksizmin kötü bir karikatüründen öte bir nitelik göstermemektedir. Anadolu ve Kürdistan devrimi ,her iki ulus için ayrı ayrı yetersizlikler gösteren ve buna karşılık, gerek yarı feodal tarımın yarattığı ucuz iş gücü gibi birincil ekonomik sonuçlar, gerekse tarihsel kökleri olan kimlik ve aidiyet ve demokrasi sorunları gibi ikincil sorunların asgari programın içeriğini genişletip derinleştirdiği,  her iki ulusun devrim süreçlerini zorunlu olarak Birleşik mücadeleye zorladığı, yeni tipte bir DHD süreci olarak gelişme potansiyellerinde kendisini göstermektedir.

Fikret Karavaz

14 Ocak 2024 Pazar

Bir Kuşun Kanadında Uçmak İsterdim_H_ONUR

Herkes gibi olmadı onun hayatı,

19'da zindan,

Yıllarca süren zulüm,

Bitmeyen sürgünlerle büyüttü yaşını...

Ve

Darmadağınık bir yaşamın içinde

Dirençli ve güleç bir insan aksi yansıdı hep hücrelere...

Nereden gelir bu güç,

Nasıl bir iradedir bu gücü yüreğe yontan,

Nasıl bir dirayettir

34 yılı demir parmaklıklar ardında

İnadına gülerek devirmek...

'İnançtır bu tanı yavrum

Sevdadır pırıl pırıl

Demire tırnakla

Duvara kanla yazılır ' misali,

Yüreğe kazımış kavganın sevdasını,

Sevdasının güzelliğini...Ve

Gümüşünde umudu eksik etmemiş en kötü koşullarda...

Yaşıtları sevgilileriyle el el dolaşırken,

'Yorgun demokrat ' takılırken çoğu günümüzde,

O düşmanıyla cenge durmuş zindanlarda,

En insani şeyleri elde edebilmek için,

'İnsanlık onuru işkenceyi yenecek ' olmuş dilindeki özgürlük türküsü karanlık dehlizlerde.

Hücreler düşmüş payına,

Bizlere de onların kazanacağı aydınlık bir yarın...

Kaldır başını kan uykulardan yüreğim,

 

 28.10.17/ Samsun_H_ONUR

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)