22 Mayıs 2024 Çarşamba

Kemalizm Tahlili Denemesi-1-2-3_Türk Komprador Burjuva Siyasetinin İnşası

Türk komprador burjuvazisinin yönetimi altına giren İttihat ve Terakki, işçileri, köylüleri ve çeşitli azınlık milliyetleri ezen, gerici bir burjuva diktatörlüğü kurdu. Turancılık ideolojisiyle, Alman emperyalistlerinin Asya’daki yayılma siyasetine hizmet etti.


·                                         

 Kemalistlerin yaptığı milli burjuvazi yaratmak değil, bütün devlet imkânlarını iktidardaki komprador büyük burjuva ve toprak ağası sınıflarının gelişip güçlenmesi, palazlanması için kullanmaktır.

 

 (1) (İbrahim Kaypakkaya, Bütün Yazıları.)

 

“Kemalizm’in muntazam olarak mahkûm edilme ihtiyacı” (2) başlıklı yazımızı, bu yazı dizisinin giriş yazısı olarak takdim etmiştik.

 

Türk burjuva siyasetinin kurucu ideolojisi olan Kemalizm’in güncelliğine karşı, Kemalizm’e karşı yürütülen ideolojik mücadele de kendini yeniden üretmelidir. Egemen sınıflar Kemalizm’in kurucu reflekslerine sarıldığı sürece, Kemalizm’in gerici ve karşı-devrimci niteliğini ortaya sermek de Marksist bir vazifedir.

Bu vazifeyi yerine getirme bilinciyle, Türkiye komünist-devrimci hareketi içinde, Kemalizm’le hem teorik hem de pratik anlamda ilk kez hesaplaşan İbrahim Kaypakkaya, nesnel bir ideolojik referanstır. Kaypakkaya ampirik tarihsel bilgiye ulaşma olanaklarının sınırlı ve zor olduğu bir konjonktürde Kemalizm’i ideolojik-sınıfsal olarak yeniden çözümleme iradesi gösterdi.

Kaypakkaya, Kemalizm’in milli burjuvazinin siyasal temsilcisi olduğu mitolojisini devrimci-komünist bir kavrayışla ve hakikate bağlı kalarak yerle bir etti. Kemalist iktidarın en başından beri Türk komprador burjuvazisinin siyasal temsilcisi olduğunu saptadı. O’nun Türkiye Marksizm’ine en büyük teorik katkısı budur.

 

Keza, Kaypakkaya düşüncesinin en güçlü yanı da bu belirlemedir.

 

Çünkü Kaypakkaya bu yaklaşımıyla, burjuvazinin bütün kliklerinden kopan ve burjuva siyasetiyle hiçbir biçimde uzlaşmayan bir komünist perspektif üretti. Örneğin milliyetler meselesinde, özel olarak da Kürt sorununda Kaypakkaya’nın pürüzsüz Leninist tahlilinin özgünlüğü bu yaklaşımın ürünüdür.

 

Kemalizm düşman/egemen sınıfın kurucu ideolojisi olarak belirlendiği anda milliyetler meselesinde zihinsel pranga çözülmüştür, bilinç özgürleşmiştir.

Bunlarla birlikte, Kaypakkaya’nın “Kemalizm, bizzat faşizm demektir” savı, siyasal bir belirleme ve propagandist söylem olarak doğrudur ve gerekçelendirilmiş de bir savdır. Ancak bu sav faşizm tahlilinden yoksundur. Yani, Kaypakkaya özel bir faşizm tahlili yaptıktan sonra bu savı ortaya atmamıştır. Bu yoksunluk aynı zamanda Kaypakkaya tezlerinin görece zayıf tarafıdır.

Biz bu eksikliği özel olarak tartışmayacağız. Çünkü bu tartışma en nihayetinde siyasal bir tartışmadır.

Esas olan Kemalizm’in sınıfsal karakterinin, gerici ve karşı devrimci niteliğinin belirlenmesidir.

Biz bu dizide Kemalizm’in emperyalizmle ve faşizmle ilişkisini, karşı-devrimci ve gerici niteliğini ve bu niteliklerinin sınıfsal dayanaklarını veriler eşliğinde ortaya koyacağız. Keza bu açıdan da ideolojik-tarihsel referansımız Kaypakkaya olacaktır. Meseleyi onun devrimci yaklaşımındaki siyasal tercihini esas alarak açıklayacağız.

Bu yazı dizisi yeni bir perspektif ortaya koyma iddiası taşımıyor ama geleneksel ve güncel devrimci perspektifin siyasal tezlerini güçlendiren olgular eşliğinde, devrimci yaklaşımı hatırlatma iddiası taşıyor.

Yazı dizisinde; emperyalizmin Türkiye’ye girişini, komprador burjuvazinin oluşum sürecini ve bu sınıfın siyasal kopuşlar(İttihatçı ve Kemalist iktidar dönemleri) içerisinde, her dönemde devletin sahibi olduğu gerçeğini ortaya koyacağız.

Bu süreci ortaya koyarken, Türk burjuvazisinin kurucu ideolojisi olan Kemalizm’in de hangi tarihselliğin ürünü olarak biçimlendiğini ve güncellendiğini ele alarak dizimize başlıyoruz.

***

Kapitalist aşamaya geçmesiyle birlikte, Batı Avrupa ülkelerinin Osmanlı ekonomisi üzerinde her zaman etkili olduğunu kabul etmek gerekir. Doğu Akdeniz’in kıyı yörelerine Haçlılar döneminden miras kalan imtiyazlar düzeni kapitülasyonları, Osmanlı Devleti tarafından olduğu gibi devralındı. Zamanla, Anadolu ve Doğu Akdeniz’in diğer bölgelerine eski ticaret yollarını tekrar çekebilmek için mevcut imtiyazlar daha da geliştirildi. (3)

 

Böylece, Batılı kapitalistler daha güçlenmeden sömürecekleri alanlar hazırdı. Kapitülasyonlar bir yana, Batılı kapitalistlerin Osmanlılardan aldığı bir ödün de 1838 İngiliz ticaret antlaşmasıydı. Bu antlaşmayla Osmanlı İngiliz kapitalizminin yarı-sömürgesi hâline geldi.

 

1855-1857 arasında İngiliz tüccarlar eliyle imtiyazlı Aydın demiryolu faaliyeti yürütüldü. (4) Aydın-İzmir demiryolu inşası 1857 Eylül’ünde başladı. İngiliz kapitalistlerinin yaptığı demiryolu Osmanlı bürokrat-egemen sınıflarına vergi geliri olarak katkı sağladı. (5)

İngiliz emperyalizmi Osmanlı’dan Amerikan İç Savaşı sona erene kadar pamuk ithal etti. Pamuktan sonra zımpara taşı ve krom ithalatı da başladı.

 

Hammaddeleri sürekli ve düzenli bir biçimde, en ucuza sağlamak, hammadde üreten ülkeleri ekonomik ve siyasal denetim altına sokmak, emperyalist dış siyasetin başlıca amaçlarından biridir. İngiliz emperyalizmi için Osmanlı, ucuz hammadde alıp sanayi ürünleri sattığı, sermaye ihraç ettiği bir pazardı.

İngiliz emperyalizminden sonra; sırayla Fransız, ABD ve Alman emperyalizmi de Osmanlı pazarından pay almak için, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra rekabete dâhil oldular. 20. yüzyılın başlarına yaklaşırken İngiliz ve Alman emperyalizmi arasında muazzam bir pazar mücadelesi ortaya çıktı.

 

1899 yılında, Osmanlı hükümeti, Aydın-İzmir demiryolu hattının Anadolu Demiryolu Kumpanyası’na satılması için şirkete baskı yaptığı zaman, İzmir’deki İngiliz kolonisi egemen durumunu Almanlara kaptıracağını düşüncesiyle ayaklandı.

 

Aynı yıl değişen maden yasası nedeniyle İngiliz ve Alman emperyalistleri arasında krom krizi de çıktı. (6) İngiliz ve Alman emperyalizmi arasında; 1941’de, Kemalist iktidar döneminde yeniden yaşanacak olan krom krizi böyle başladı. (7)

Batı Anadolu’da İngiliz emperyalizminin ekonomik üstünlüğü 1890’lara doğru zayıfladı. Buna karşılık Alman emperyalizmi, giderek daha geniş ölçüde bölgenin ekonomik hayatına egemen oldu.

 

Orhan Kurmuş’un ifadesiyle, İngiliz emperyalizmi Osmanlı’yı Alman emperyalizmine terk etmişti. (8)

İttihatçıların Alman emperyalistlerinin yanında, İngiliz emperyalizmine karşı 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na girmesini getiren sürecin iktisadi temelleri böylece atılmış oldu. (9)

İngiliz emperyalizminin Batı Anadolu’da demiryolu inşa ederek ekonomik etkinliğinin başlamasıyla, Osmanlı komprador-işbirlikçi ticaret burjuva sınıfı da tarih sahnesine çıktı. Özellikle demiryolunun yapımından sonra Rum ve Ermeni tüccarlar, Batı Anadolu’nun her yöresinde dükkânlar açarak İngiliz tüccarlardan aldıkları malları satmaya başladılar.

 

Türk köylüsü, “yabancı” diye nitelendirdikleri İngilizlerle ticaret yapmayı, hem güvensizliklerinden hem de Rum ve Ermeni komisyoncuların kışkırtmaları yüzünden reddetti. (10) Bu durum Rum ve Ermeni ticaret burjuvazisinin sistemli olarak palazlanmasını sağladı. Kısacası, Osmanlı komprador-ticaret burjuvazisi Rum ve Ermeni tüccarlardan oluştu.

 

Ege’nin Türk köylüsü Hristiyan tüccarların kölesi hâline geldi. Ağa baskısının yerini Hristiyan tüccar aldı. (11)

19. yüzyılın başına doğru kızışan İngiliz-Alman rekabeti, komprador burjuva sınıfın biçimlenmesinde tayin edici bir rol oynadı. Keza, bu rekabet, ileride yaşanacak olan burjuva siyasal kırılmalara da yön verdi.

 

İngiliz ve Fransız emperyalizminin acentesi hâline gelen Rum ve Ermeni ticaret burjuvazisine karşı Alman emperyalizmi, zayıf Türk ticaret burjuvazisi için “can simidi” hâline geldi. Çünkü bu rekabet ortaya çıkana kadar Türk ticaret burjuvazisi, esasen Rum ve Ermeni ticaret burjuvazisine bağımlı bir ekonomik etkinlik sürdürüyordu. Bu nedenle; İttihatçıların ve Türkçülerin Alman sevgisi bu siyasal iktisadi hakikatin bir ifadesiydi. İttihat ve Terakki Cemiyeti, Avrupa emperyalistlerinden en az birine dayanmadan bir şey yapılamayacağı görüşünü taşıyordu. (12)

 

Tam da bu aşamada, İttihatçılık içinde İngiliz ”liberalizmine” karşı ortaya çıkan milli iktisat düşüncesinden de söz etmekte fayda var. Milli iktisat kavramı 19. Yüzyıl Almanya’sında kapitalist geri kalmışlığa karşı ortaya çıktı. Friedrich List tarafından, İngiliz Klasik Okulu’nun iktisadi yönelimlerine karşı, romantik bir ulusal ekonomik “tepki” muhtevası taşıyordu. (13)

 

Milli iktisat düşüncesi İngiliz ve Fransız emperyalizminin acentesi olan Rum ve Ermeni komprador-işbirlikçi sınıflarına karşı, Türk ticaret burjuvazisinin iktisadi reaksiyonu olarak İttihatçılar-Türkçüler tarafından savunuldu. Modern Türk burjuva siyasetinin kurucu unsuru olan İttihat ve Terakki Partisi bir “bağımsızlık anlayışı” olarak, İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı Alman emperyalizmini tercih etti.

 

Özellikle belirttiğimiz üzere, bu anlayış Türk burjuva siyaseti açısından kurucu bir niteliğe sahiptir. İttihat Terakki iktidarından itibaren; 1945’e kadar olan süreçte, yani Amerikan emperyalizminin İngiliz ve Alman rakiplerini elediği döneme kadar, Türk burjuva siyasetinde İngilizci ve Almancı burjuva klikler hep var olacaktı.

 

Milli İktisat fikri Kemalist iktidar tarafından da, 1935 yılında güdümlü ekonomi kavramıyla güncellendi. Kavramı ilk kez, 1935’te M. Kemal kullandı. Kavramın uluslararası referansı bu kez Alman emperyalistleri değil, İtalyan faşistleriydi. (14)

 

***

Kemalizm’in ideolojik-siyasal kaynağı; öncelikle 1908 Jöntürk hareketi içinde şekillenen İttihat Terakki’ye, ardından ise Türk Ocaklarına dayanır.

Meseleyi açalım.

1908 Ayaklanmasını kategorik biçimde devrim olarak nitelemek doğru değildir. Çünkü hareketin amacı 1876’da kabul ettirilmiş bir anayasayı geri getirmek ve bu yoldan devleti kurtarmaktı.(15) Özetle I. Meşrutiyetçi Genç Osmanlılarla İttihatçılar arasında temelden bir siyasal yönelim farkı yoktu. Jöntürkler Anayasal-Monarşiyi savunma çizgisini sürdürüyordu.

Hareketin devrimci yönü, daha sonraları, uygulanan siyasetin sonucu girişilen ıslahat(yasal alanda modernleşme hamleleri, kapitülasyonlara karşı mücadele, toprak reformu çabaları ve azınlık milliyetlerin hakları, basın özgürlüğü) ve ıslahatın yol açtığı toplumsal değişiklikle ortaya çıktı.

Lenin Devlet ve Devrim isimli eserinde, 1908’in burjuva devrimi olarak kabul edilmesi gerektiğini vurguluyor ancak bu devrimin “halk devrimi” olmadığını belirtiyordu. Çünkü Lenin’e göre, bu devrimde, halk kitleleri, halkın büyük çoğunluğu, etkin biçimde, bağımsız olarak, kendi iktisadi ve siyasi talepleriyle ortaya çıkmadı. (16)

 

Osmanlıcılığın siyasal pratikte işlevsiz olması hareketi kaçınılmaz olarak ulusçuluğa yöneltti. Osmanlı büyük sermayesinin Rum ve Ermeni burjuvazisinin elinde toplanması da, İttihatçıların Türk milliyetçisi bir ideolojik hatta girmelerini hızlandırdı. Türk burjuvazisinin ekonomik temelinin zayıflığının yanı sıra, halkın örgütsüz olması da 1908’i padişah ve tekelci kapitalizm karşısında ılımlı bir burjuva devrim hâline getirdi.

 

İttihatçılar, hareketlerinin ideolojik yönelimi ve sınıfsal aidiyetleri gereği, iktidarın alınmasının hemen ertesinde halk sınıflarına karşı savaş açtılar.

İttihatçı iktidar, daha baştan feodal-komprador burjuva sınıflarla uzlaştı. Bunun sonucu olarak, halk yığınlarının demokratik mücadelesini bastırmaya yöneldi.

Türk komprador burjuvazisinin yönetimi altına giren İttihat ve Terakki, işçileri, köylüleri ve çeşitli azınlık milliyetleri ezen, gerici bir burjuva diktatörlüğü kurdu. Turancılık ideolojisiyle, Alman emperyalistlerinin Asya’daki yayılma siyasetine hizmet etti.

Bütün ülkeyi saran grev dalgası karşısında İttihatçı iktidar telaşlandı. 1908’in üzerinden bir yıl geçmeden Alman emperyalistlerinin baskısıyla Adliye Vekâletinde danışmanlık yapan Kont Ostrog‘un hazırladığı Tatil-I Eşgal Kanunu’nu çıkarttı. Bu kanunla grevi ve sendika kurmayı yasakladı. 1908 Burjuva Devrimi’yle kazanılan hakları gasp etti.

 

31 Mart ayaklanmasını fırsat bilen hükümet, ilan ettiği sıkıyönetimle bütün halk ve işçi sınıfı üzerindeki baskısını ağırlaştırdı. Patronlar, işçilerin mücadelelerle elde ettikleri hakları yok etmeye çalıştılar. Birçok işçi kuruluşu kapatıldı.

İttihat ve Terakki hükümeti 1913 yılında devrimci kurumlara ve işçi sendikalarına karşı azgın bir saldırıya geçti. Bütün teşkilatları dağıttı. İlerici gazeteleri kapattı. Sendikaları yasakladı.

İttihatçılar, toprak ağaları ve tefecilerle birleşerek geniş köylü kitlelerini de baskı altına aldılar. Gelirleri emperyalist tekellere ayrılmış olan ağır vergilerle köylüleri sömürdüler. Bir yandan toprak ağalarının mülkiyetini sağlamlaştırırken, diğer yandan da iç pazarı emperyalizme daha fazla açmak ve emperyalizmin geniş halk yığınları üzerindeki sömürüsünü arttırmak için kanunlar çıkarttılar.

Komprador burjuva-feodal diktatörlük milli azınlıklar üzerinde de baskı ve katliam politikası uyguladı. 1915’te yüz binlerce Ermeni’yi katletti, geri kalanlarını da yurtlarından sürdü. Arap ve Kürt milliyetlerine çeşitli baskılar uyguladı.

1911 yılına kadar İngiliz ve Fransız emperyalistlerine dayanan komprador burjuva-feodal iktidar, 1911’den sonra hızla Alman emperyalistleriyle işbirliğini geliştirdi. Talat, Enver ve Cemal Paşa troykası yönetimindeki komprador burjuva- feodal İttihat ve Terakki diktatörlüğü, 1915’te Alman emperyalistleriyle birlikte ülkeyi 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na soktu.

Mithat Cemal Kuntay bu dönemi Üç İstanbul romanında, Sakallı Vasfi karakteriyle özlü bir biçimde betimlemiştir:

“Sakallı Vasfi, İttihatçı olmadığına, en çok, Harb-i Umumi’de yandı. İnsan 1914, 1915, 1916 senelerinde Enver Paşa’nın, Cemal Paşa’nın elini sıkmalıydı.

Vasfi, muhaberede İttihatçı olmadığı için neler kaybettiğini düşünüyordu: Alman markı dolu İngiliz kasası… Kapısı istimbotlu yalı… Apteshanesi kaloriferli konak… Pahalı metres… Viyana seyahati… Berlin ticareti…” (17)

***

Bu yazımızda Türk komprador burjuvazisinin oluşumunu ve Kemalizm’in ideolojik-siyasal öncülü olan İttihatçı iktidarın Türk komprador burjuvazisiyle olan ilişkisini değerlendirdik.

Bir sonraki yazımızda ise İttihatçılık ve Kemalizm’in ideolojik sürekliliği ilişkisini, Türk burjuva devletin kurumsallaşan Türkleştirme ve anti-komünizm siyasetlerini ele alacağız.

                                                     Kaynakça

1.       İbrahim Kaypakkaya-Bütün Yazıları, Umut Yayımcılık, sy.391, İstanbul, 2018.

2.       Kemalizm’in Muntazam Olarak Mahkûm Edilme İhtiyacı – https://gazetepatika22.com/kemalizmin-muntazam-olarak-mahkum-edilme-ihtiyaci-153635.html

3.       Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 52, 1. Baskı, Ankara, 2003.

4.       Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Orhan Kurmuş, Yordam Kitap, sy. 100, 1. Baskı, İstanbul, 2008.

5.       Age, sy. 113.

6.       Age, sy. 225.

7.       Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 301, 1. Baskı, Ankara, 2003.

8.       Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Orhan Kurmuş, Yordam Kitap, sy. 231, 1. Baskı, İstanbul, 2008.

9.       Age, sy. 229.

10.    Age, sy. 241.

11.    Age, sy. 137.

12.    Osmanlıların Yarı-Sömürge Oluşu, Tevfik Çavdar, Ant Yayınları, s. 71, 1. Baskı, İstanbul, 1970.

13.    Kemalizm-İdeoloji, Aydınlar ve İktisat; İhsan Ömer Atagenç, Türkiye Notları Yayınevi, sy.89, 1. Baskı, Ankara, 2021.

14.    Türkiye’de İktisadi Düşünce, Kemalizm’in Ekonomi Politiğinde Unutulmuş Bir Sayfa: “Güdümlü Ekonomi”; Kaan Öğüt-Cenk Yaltırak, İletişim Yayınları, sy.183, İstanbul.

15.    İttihat ve Terakki, Feroz Ahmad, Ç: Nuran Yavuz, Kaynak yayınları, sy.33, 7.Basım, İstanbul, 2007.

16.    Devlet ve Devrim, Lenin, Ç: M. Halim Spatar-Celal Üster, Yordam Kitap, sy.57, 4. Basım, İstanbul, 2021.

17.    Üç İstanbul, Mithat Cemal Kuntay, Oğlak Yayıncılık, sy.417, 13. Baskı, İstanbul, 2011.

 

https://gazetepatika22.com/kemalizm-tahlili-denemesi-1-turk-komprador-burjuva-siyasetinin-insasi-153817.html?fbclid=IwZXh0bgNhZW0CMTEAAR1ZMOEg_vk1i1wfyhTyUNODQHJbcHEkH8uNuYRjeH-hpWksAxUjxlSG3hU_aem_AWYiQfCRlgHKZ7w67w_UqcZUlmwUIrmZF-t9GXmUsoavWtZZnu9rgCSNunco1JQtJZXbd-lxMddKnoXobH30OLWq

 Kemalizm Tahlili-2: Emperyalizme Bağımlılık, Türkleştirme ve Anti-Komünizm

 

Burjuva devrimlerin en temel özelliğinin toprak sorununu çözmek olduğundan söz etmiştik. Kemalist iktidarın Batı’da temsil ettiği iki egemen sınıftan birinin toprak ağalığı sınıfı olmasının yanı sıra, Kuzey Kürdistan’da da Kemalistlerin müttefiki toprak ağalarıydı. Kemalist diktatörlük Kürdistan’ı toprak ağalarıyla kurduğu ilişki üzerinden sömürgeleştiriyordu.

 

 

“Kemalist devrim bir üst tabaka devrimidir, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir. Bu devrime, yabancı emperyalistlere karşı mücadele içinde varıldı ve devrimin daha sonraki gelişmesi esas olarak köylü ve işçilere karşı, evet bir toprak devrimi olasılığına karşı yöneldi.” (1)

Stalin, Sun Yat-Sen Üniversite Öğrencileriyle bir görüşme (13 Mayıs 1927).

“Ama Çin’in Kemal’i nerede? Ve Çin’in burjuva diktatörlüğü ile kapitalist toplumu nerede? Zaten Kemalist Türkiye bile, gittikçe daha çok bir yarı-sömürge hâline, gerici emperyalist dünyanın bir parçası hâline gelerek sonunda kendini İngiliz-Fransız emperyalizminin kollarına atmak zorunda kalmıştır.” (2)

 

Mao Zedong, Yeni Demokrasi Üzerine, Ocak 1940.

Dizinin ilk yazısında (3), Kemalizm’e de ideolojik karakterini veren 1908-1918 arasında gelişen Türk burjuva siyasetinin kurucu reflekslerini ve pratiğini değerlendirmiştik.

Lenin Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği isimli eserinde, “Burjuva devriminde burjuvazinin tutarsızlığı burjuvazinin çıkarınadır” diyor. (4) Kemalistlerin burjuva devrimdeki tutarsızlıkları Lenin’in bu saptamasının sağlaması niteliğindedir.

Her siyaset ideolojik bir zeminde can bulur. Egemen ideoloji, egemen olan sınıfların bütün reflekslerinin; kültürünün, iktisadının ve siyasetinin toplamıdır.

Kemalizm de komprador burjuva ve feodal sınıflarla uzlaşan, padişahı deviremeyen, feodal ilişkileri siyasal ve iktisadi anlamda tasfiye edemeyen, modernleşme dinamiklerini halktan esirgeyen, işçilerin her türlü örgütlenme girişimini engelleyen ve milliyetler sorununu kanla bastıran bir ideolojik hattın heybesinden çıkarak siyaseten can bulmuştur.

İttihatçılar ve Kemalistler arasında siyasal sapmalar vardır ama ideolojik olarak aralarındaki ilişkinin niteliği sapma değil, sürekliliktir. Kemalist iktidarlar iktisadi bakımdan İttihatçı iktidarın bir devamıdır. 1923-1929 dönemi, iktisat politikaları ve resmi iktisat görüşleri bakımından 1908-1922 dönemiyle şaşılacak bir süreklilik içindedir. (5)

Kemalizm İttihatçılıktan farklı olarak; emperyalist işgale karşı verilen savaşa önderlik etti, saltanatı yıkıp burjuva cumhuriyetini kurdu, emperyalistlere bütün imtiyazı kaptırmadan emperyalistlerle iş tutmayı esas aldı ve fiiliyatta Türk-kentli burjuva sınıfları kapsayan laik yasalar çıkardı.

Ancak Kemalizm’i genel olarak olumlayan Tarihçi Feroz Ahmad’a göre bile, Kemalistlerin 1923’te kurdukları rejim, sözcüğün kabul edilmiş hiçbir anlamıyla demokratik değildi.(6)

Fransız Devrimi’nden bu yana burjuva devrimlerin en temel karakteristik özelliği, ulusun yasal düzlemde eşitlenmesi ve özgürleşmesidir. Bu yasal eşitlenmenin siyasal-hukuksal pratik karşılığı ise seçme ve seçilme hakkıyla adil yargılanma hakkıdır. Kemalist iktidar bu konuda dahi anti-demokratik bir faaliyet yürüttü. Kemalist iktidarın getirdiği iki kademeli seçim sistemi, halk kitlelerinin siyasete katılımının yasal olanaklarını engelledi. Bu engel Kuzey Kürdistan’da ise sistematik ve sabit bir hâle bürünmüştü. Yani, Kemalist iktidar Kuzey Kürdistan’da kendi koyduğu yasaları dahi uygulamadı.  Bu meseleyi ileriki sayfalarda daha da detaylandıracağız.

 

Kemalistler iktidarı alır almaz, Türk komprador burjuvazisinin ihtiyaçları doğrultusunda serbest piyasacı bir ekonomik yönelime girdiler. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi; Kemalistler İttihatçılardan farklı olarak, bir yandan emperyalizmle kurulan ilişkilerde siyasal pazarlık hakkı ve bütün imtiyazı emperyalistlere kaptırmama refleksi gösteriyordu. Ancak diğer yandan ise Sovyetler Birliği’nden gelecek yardımlardan da mahrum kalmak istemiyordu. 

Bekir Sami’nin milli mücadele sırasında İngiliz ve Fransız emperyalizmine verdiği imtiyazlar Kemalistler tarafından görevden alınmasına neden olmuştu. Kemalistler bütün imtiyazların emperyalistlerde olduğu bir ilişkiyi değil, emperyalistlerle pazarlık yapabilecekleri bir ilişki kurmayı tercih ettiler.

Kemalistler emperyalist işgale karşı savaş sürerken; Fransa, İtalya, İngiltere ve diğer ülkelerin burjuvazileriyle anlaşmalar yaptılar. Kemalistlerin özel hassasiyet göstermesine rağmen imtiyazı tamamen emperyalist sermayeye kaptırdıkları örnekler de mevcuttu. Örneğin Fransa’yla yapılan Ankara Antlaşması’nın ardından Herkit Vadisi’ndeki demir, gümüş, krom madenleri imtiyazı 99 seneliğine Fransa’ya devredildi. (7)

Kemalistlerin bu yaklaşımı İzmir İktisat Kongresi’ne de damgasını vurdu. Çünkü İzmir İktisat Kongresi de esas olarak yabancı/emperyalist sermaye ile Türk ticaret burjuvazisinin işbirliği sağlaması için yapıldı. (8)

 

İzmir İktisat Kongresi Lozan görüşmelerine kapitülasyonlar meselesinden ötürü ara verildiği bir dönemde düzenlendi. M. Kemal bu kongrede “Kanunlar çerçevesinde yabancı sermayeye gereken teminatı vermeye hazırız”diyerek emperyalist sermayeye açık bir mesaj verdi. (9) Zaten kongrenin amacı da Türk ticaret burjuvazisinin emperyalist sermayeyle işbirliği ve ortaklık ilişkilerini geliştirmekti. (10)

M. Kemal’in kongrede verdiği mesaj emperyalistler tarafından anlaşılmıştı. Lozan görüşmeleri yeniden başladığında emperyalistler kapitülasyonlar meselesinde yumuşayıverdiler. (11) . Lozan Antlaşması, Türkiye’nin emperyalistlerin şartlarını kabul etmesiyle son buldu.

 

Lozan Antlaşması’na ek olarak imzalanan Ticaret Sözleşmesi, beş yıl süreyle Türkiye’nin dışarıya karşı uygulayabileceği iktisat siyasetlerini dondurmakta ve bazı istisnalar dışında, ithalat ve ihracat yasaklarının kaldırılmasını ve yenilerinin konmamasını; gümrük tarifelerinin ise beş yıl süreyle değişmemesini öngörmekteydi. Bu anlaşmayla gümrük resimleri beş yıl için yeniden 1916 düzeyine çekildi. (12)

 

1920-1930 yılları arasında kurulan 201 Türk anonim şirketinden 66’sında yabancı sermaye ortaklığı vardı ve bunlar tüm anonim şirketlerin toplam ödenmiş sermayelerinin %43’ünü oluşturmaktaydı. (13) Başka bir veriye göre de, 1924-1929 yılları arasında yabancı bankaların Türkiye’deki toplam banka sermayelerine oranı %57’ydi. (14)

Kemalist iktidarın emperyalist sermayeyle ilişkileri ve komprador sınıfın siyasal temsilcisi olması açısından İş Bankası’nın kuruluşu da emsal niteliğindedir.

 

Kemalist iktidar Türk komprador-ticaret burjuvazisinin önünü, devlet tekellerini imtiyazlı özel şahıs ve şirketlere işlettirme usulüyle açtı. İş Bankası bu sürecin en kurumsal finans ürünüydü. İş Bankası yerli ve yabancı sermayeyle Kemalist iktidar arasındaki bütünleşme sürecinde olağanüstü aktif bir rol oynadı. (15) Muhtelif iktisat siyasetleri kararlarını sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda yönlendirmede çok etkili bir baskı grubu vazifesi gördü.

Türk komprador burjuva siyaseti içinde süren klikler mücadelesi İş Bankası kurulurken de sürdü. Celal Bayar’ın başını çektiği İş Bankası kliğine karşı Maliye Bakanlığı karşı hamle olarak Alman Reichsbank’ın başkanı Schacht’la ilişki kurdu. (16) M. Kemal bu aşamada İş

Bankası çevresini, yani Celal Bayar’ı destekledi.

 

Bu süreçte İngiliz, Fransız, ABD’li ve Alman tekelleri Türkiye pazarındaki ekonomik faaliyetlerini sürdürdüler. Kemalist iktidar emperyalist tekellerle kurulan; doğrudan yabancı yatırımlara, ortak girişimlere, yap-işlet-devret düzenlemelerine olanak sağladı. Bu dönemde emperyalist tekeller(Ford, H. A. Brassert, Siemens) fabrikalar ve tesisler kurmaya devam etti. (17)

Emperyalist tekeller Türkiye pazarındaki hacimlerini genişletirken, Kemalistler diğer yandan Sovyetler Birliği’nden yardımlar aldılar. Kemalist iktidar 1932 yılında, birkaç ay arayla hem Sovyetler Birliği’nden hem de faşist İtalya’dan kredi aldı. (18)

1934 yılında Sovyetler Birliği Kayseri ve Nazilli’ye tekstil fabrikası açılması için 8 milyon dolar kredi verdi. (19) Görüldüğü üzere, Kemalist iktidar hem emperyalist tekellerle işbirliği yapan hem de Sovyet yardımlarına göz diken bir ekonomik perspektife sahipti.

 

Bu arada belirtmeden geçmeyelim, Kemalist iktidarın devletçilik siyaseti de tamamen gelişen Türk komprador burjuvazisinin çıkarlarına uygundu. 1929 dünya kapitalist buhranı sonrası Kemalist iktidar, burjuva sınıfını güvence altına almak için devlet eliyle tedbirler aldı.

Tevfik Çavdar Kemalistlerin devletçiliğine ilişkin çok yerinde bir tanım yapıyor:

“Türkiye’de devletçilik kapitalist sermaye birikiminin özel bir yoludur.” (20)

Nitekim, devletçilik siyaseti; özü itibariyle, Türk komprador burjuvazisinin güvenceli bir zeminde palazlanması siyasetiydi. Buhran yıllarında, ihraç gelirlerindeki daralmadan kaynaklanan ekonomik gerilemeyi önlemenin tek yolu dış ticaret açıklarının kapitalist merkezlerden kaynaklanan sermaye ihracıyla kapatılmasıydı. (21)

 

Ayrıca devletçilik siyasetinin egemen olduğu süreçte yapılan millileştirme pratikleri de tercihi değil, zorunlu iktisadi etkinliklerdi. Örneğin 1922 ve 1923 yıllarında Amerikan sermayesini temsil eden Chester grubu ile imtiyazlı bir demiryolu yatırım anlaşması için yapılan girişimler sonuçsuz kaldıktan sonra, demiryollarından yabancı sermayenin tasfiyesi doğrultusunda temel bir karar alındı. (22)

Buhranın ilk yıllarında özel dış yatırımların Türkiye pazarına girişinde daralma olsa da, 1935 yılına gelindiğinde Almanya ile yapılan ticaret, toplam ticaret hacminin yarısına yaklaşmıştı. (23)

 

Bu safhada da İngiliz ve Alman emperyalizmi Türkiye pazarından pay kapma yarışını sürdürdü. 20. yüzyıla girerken başlayan emperyalist rekabet, 1930’ların sonunda yeniden kızıştı.

Çarpıcı bir örnek olması açsından; 1938 yılında, Berlin’de yapılan ekonomik görüşmeler sırasında Alman emperyalizmi Kemalist iktidarla, maden cevheri ve yiyecek maddeleri alımında İngiliz emperyalizminden daha geri durumda bırakılmaları konusunda sözleşti. (24)

 

1930-1938 yıllarında komprador-ticaret burjuvazisinin kazancı daralırken, sanayi sermayesi palazlandı. Bu yıllarda büyük özel sanayi sınıfı da devlet sanayine paralel hızla büyüdü. (25)

Bu örnekler daha da çeşitlendirilebilir. Ancak verdiğimiz örnekler Kemalistlerin siyaseten Türk komprador burjuva sınıfını temsil ettiğini, tekelci burjuva sınıfın çıkarlarına uygun siyasetler belirlediğini kanıtlamak için yeterlidir.

***

Kemalistler 1923’ten sonra değil, CHP’nin öncülü olan Müdafa-i Hukuk Cemiyeti örgütlenmesi yıllarında da Türk ticaret burjuvazisine ve toprak ağaları sınıfına dayanıyordu. Kemalistlerin iktidarı almasıyla birlikte Türk ticaret burjuvazisi palazlanarak komprador burjuvazi konumuna geldi.

 

1923’ten önceki dönemde egemen olan komprador büyük burjuvazinin, eski bürokrasinin ve ulemanın yerini, ulusal karakterdeki orta burjuvazi içinden güçlenen ve emperyalizmle işbirliğine girişen yeni Türk burjuvazisi ve eski komprador Türk burjuvazisinin bir kesimi aldı. Bununla beraber eski toprak ağalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların bir kısmının egemenliği sürdü, bir kısmının yerini de yenileri aldı. Bu yenilerin bir kısmı, Ermeni ve Rum topraklarına el koyanlardı. Yani eski azınlık komprador burjuvazinin yerine, Türk komprador burjuvazi geçti(26) Yani mülkiyet sahibi ve emperyalist sermayeye acentelik yapan sınıfın milliyeti değişti. Mülkiyet de emperyalist sermayeye aracılık yapan da Türkleşti.

Kemalist iktidarın temsil ettiği diğer sınıf toprak ağalarıydı. Kemalistler henüz milli mücadele yıllarında toprak ağası sınıfla uzlaştı. Bu hakikati “sol” Kemalist yazar Doğan Avcıoğlu ve Kemalizm’i olumlayan tarihçi Feroz Ahmad da itiraf eder. (27)

Burjuva devrimi bir bakıma toprak devrimidir. Ancak Kemalist iktidarın iki sınıfsal dayanağından biri toprak ağalığı olması nedeniyle, Kemalizm burjuva devrimin en temel görevini de yadsıdı. Kemalist iktidar aşar vergisinin kaldırılmasından sonra toprak ağalarının çıkarlarına dokunan hiçbir girişimde bulunmadı. Ayrıca aşar vergisinin kaldırılması en çok toprak ağalarına yaradı. (28)

 

1945 yılında çıkarılan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu toprak reformunu da içeriyordu. Bu kanunun toprak ağalarıyla dolu bir meclisten geçmesinin nedeni, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarında yaşanan ekonomik bunalımın yarattığı koşullardı. Kanun üretimi arttırma ortak motivasyonuyla çıkarıldı. Bu süreç yalnızca ağalık düzeninin temel çıkarlarını öncelemek olarak gelişmedi. Feodal sistemin siyasi temsilcisi toprak ağaları parlamentoda siyasi temsiliyet de sağladı.

 

Ayrıca; kanunun koyduğu birçok maddeyle sınıf mücadelesini de önleyeceği sanılmıştı. Pratik bu yanılgıyı ortaya koyduğu zaman, atılan adımdan geri dönülmüş, kanuna karşı çıkan bir toprak ağası tarım bakanı yapılarak kanun baltalanmış ve toprak reformunu içeren madde de kaldırmıştı. (29)

***

İttihatçı iktidarla başlayan, Türkiye ve Kürdistan işçi-köylü kitlelerini ezen komprador burjuvazinin ve feodal sınıfların burjuva diktatörlüğü Kemalist iktidarlarla birlikte kurumsallaştı.

1909’un Tatil-i Eşgal’i daha şiddetli bir biçimde 1925’te karşımıza Takrir-i Sükûn olarak çıktı.

Komünizme karşı mücadele henüz emperyalist işgale karşı ulusal savaş sürerken, On Beşler katliamıyla ve Ankara’daki komünist faaliyetin felç edilmesiyle başladı. Kemalist burjuvazi, 23 Şubat 1921’de toplanan Londra Konferansı’na komünistleri katlederek katılırsa, Avrupalı efendilerinin teveccühünü kazanacağını, Sevr Antlaşması’nın öldürücü hükümlerinden vazgeçilebileceğini hesaplamaktaydı. (30) Kemalist iktidar “en ilerici” olduğu ulusal kurtuluş savaşı sırasında dahi, emperyalistlere anti-komünist terör gösterileriyle mesaj veriyordu.

 

Kemalistlerin anti-komünist siyaseti Takrir-i Sükûn’la birlikte sistemli ve kesintisiz bir devlet terörüne dönüştü.

Tarihsel TKP’ye yönelen Kemalist terör, Takrir-i Sükûn’la sistematikleşirken(siyasi yasaklar ve İstiklal Mahkemeleri, 1927’den 1951’e uzanan tevkifatlar) 1950’li yıllara uzanan süreç içinde de artarak sürdü.

Örneğin 1946’da başlayan çok partili burjuva düzende, her türlü burjuva partisine özgürlük sağlandı ama yine Tarihsel TKP’ye özgürlük yoktu.

Şefik Hüsnü önderliğinde, 20 Haziran 1946’da Türkiye Sosyalist Emekçi Partisi’ni kurdu. Parti cemiyetler kanununun bir maddesinin değiştirilmesinden yararlanarak sendikal örgütlenmeye girişti. (31) Parti ve partiye bağlı sendikal çalışma hızla büyüdü. Ancak parti kurulalı altı ay bile olmamışken 16 Aralık 1946 günü komünist çalışmanın yasa dışı olması gerekçe gösterilerek devlet tarafından kapatıldı.

***

Türk komprador burjuvazisinin ilkel sermaye yaratma girişiminin siyasal-iktisadı olan Türkleştirme siyaseti, Kemalist iktidarla birlikte daha da kurumsallaştı. 1913’te Pontus soykırımı(1922’ye kadar) ve 1915’te Ermeni soykırımıyla başlayan, ezilen milliyetlere karşı uygulanan terör; 1921’de Koçgiri’yle, 1925’te Şeyh Said isyanıyla, 1930’da Ağrı isyanıyla ve Zilan’la, 1938’de Dersim’le,  1934 Trakya pogromuyla, 1942 Varlık Vergisi yağmasıyla, 1955’te 6-7 Eylül pogromuyla sürdü.

Günümüzde de bu siyaset ezilen Kürt ulusuna karşı Türk burjuva devletinin bütün olanakları kullanılarak sürmektedir.

İttihatçılarla başlayan demografik dönüşüm Kemalist iktidarlarla birlikte Türk burjuva devletinin varoluş refleksine dönüştü. Örneğin; 19. yüzyılın sonunda yapılan nüfus sayımında Trabzon’daki gayrimüslimlerin kent nüfusuna oranı %42.8’ken, 1927 yılındaki sayımda %1.2’ye düştü. Aynı kıyaslamaya göre gayrimüslim nüfusu; Erzurum’da %31.5’ken %0.1’e, İzmir’de %61.5’ken %13.8’e, Ankara’da %32.6’yken %5.2’ye ve Diyarbakır’da %31.9’ken 11.9’a düştü. (32)

 

Bu düşüş 1955’e kadar sistemli olarak devam etti ve neredeyse İstanbul dışında gayrimüslim nüfusu kalmadı. İstanbul’daki gayrimüslim nüfusu da yok denecek kadar aza indi.

İktidarın ilk on yılında, Kemalistlerin Türkleştirme siyaseti çerçevesinde binlerce Kürt yurtlarından edilerek Batı’ya yerleştirildi. Bunun yanında Kemalist burjuvazi aynı perspektifle bazı Türkleri Kuzey Kürdistan’ın muhtelif bölgelerine yerleştirdi. (33)

Kemalist iktidarlarla birlikte kurumsallaşan Türkleştirme siyaseti; Müslüman olmayan milliyetleri yok etme, Müslüman olan milliyetleri zorla asimile etme ve asimilasyona direnen milliyetleri ise ezme eylemlerine dönüştü.

 

Örneğin günümüzde AKP-MHP iktidarı eliyle Kuzey Kürdistan’da sürdürülen kayyum siyasetinin ve işgal “hukukunun” kurucusu Kemalist iktidardır. Kemalist iktidar Ağrı İsyanı sonrasında yeni bir belediyeler kanunu çıkarmış ve Kuzey Kürdistan’da, Hikmet Kıvılcımlı’nın deyişiyle yerel yönetimler lafta kalmıştır. (34) Kuzey Kürdistan’da her şey militarist ve terörist Kemalizm’in en zorbaca emir ve yasaklanmasına tabi tutuldu. 

 

Kemalist iktidarların yarattığı bu gelenek bugünde AKP-MHP iktidarıyla sürdürülüyor.

Kemalist diktatörlük ezilen Kürt ulusuna yaptığı sistematik baskıyla birlikte, Lozan Antlaşması sırasında Kemalistlerin desteğiyle ve İngiliz emperyalizminin hamiliğinde, Kürdistan coğrafyası İran, Irak ve Türkiye arasında bölündü(35)

Burjuva devrimlerin en temel özelliğinin toprak sorununu çözmek olduğundan söz etmiştik. Kemalist iktidarın Batı’da temsil ettiği iki egemen sınıftan birinin toprak ağalığı sınıfı olmasının yanı sıra, Kuzey Kürdistan’da da Kemalistlerin müttefiki toprak ağalarıydı. Kemalist diktatörlük Kürdistan’ı toprak ağalarıyla kurduğu ilişki üzerinden sömürgeleştiriyordu.

 

Kemalistlerle toprak ağalarının ilişkileri o denli yoğundu ki, Erzincanlı toprak ağası Mustafa ağa, Kemalist devlet cihazının temel direği olan İsmet İnönü’yü oğluna kirve yapmıştı. Hikmet Kıvılcımlı, Kemalistlerin Kuzey Kürdistan siyasetini şöyle özetliyordu:

“Kürdistan’da köylü devriminin elifini bile ağzına alamayan, Şark’a demokratik burjuva devrimini büsbütün yasak eden, buna karşılık Kürt ağalığıyla el ele vererek Kürdistan’ı iktisaden ve siyaseten sömürgeleştiren cumhuriyet burjuvazisi elbette Şark isyanlarındaki mevkiini kendisi herkesten daha iyi bilir. Bu isyanları yapanlar belli olabilir, fakat bu isyanı kışkırtan Kemalizm’dir. Çünkü Kemalizm’in iktidar mevkiinden önce, Kürdistan’da böyle kapsamlı isyanlar yoktu. Ve Kemalist sistemin kuruluşundan onlarca yıl geçtikten sonradır ki, Kürdistan Şark’ın Balkan’ı ve isyan mıntıkası, ateş ülkesi hâline geldi.” (36)

 

Bu arada belirtmekte fayda var. Kemalizm’in milliyetler soruna yaklaşımının, genel olarak gözden kaçırılan en “ilginç” sonucu 12 Eylül faşist darbesiyle resmi ideoloji hâline gelen Türk-İslamcılıktır. Evet, Türk-İslamcılık Kemalizm’in Türkleştirme siyasetinin öz çocuğudur. Kemalist iktidarların, özellikle Müslüman olmayan azınlık milliyetleri ülke dışına sürmesiyle, geriye çoğunluğu oluşturan Türk-Sünni kitle kaldı. Kemalizm ulus nosyonunu homojenleşmiş ve devletin “öz tebaası” olan, devletle ulusal kimlik ve inanç krizi yaşamayan, Türk-Sünni kitle üzerinden inşa etti. Bu nedenle günümüz Türk burjuva devletinin resmi ideolojisi olan Türk-İslamcılık belirleyici bir biçimde Türkleştirme siyasetinin sonucudur.

Bu anlamda; Kemalizm’in fiiliyatta yalnızca kentli burjuva kesimlere taşımayı seçtiği ve yasayla “güvence” altına aldığı laiklik, yine bizzat Kemalizm’in Türkleştirme siyaseti eliyle fiilen tasfiye edilmiştir.

Şunu da eklemek gerekir ki; Kemalist iktidar laik yasalarını, Takrir-i Sükun sonrasında, komünist hareketi ve azınlık milliyetleri ezdiği sırada çıkardı. Bu anlamda Kemalizm’in laisizmi de, pratik olarak Türkleştirme siyasetinden ve anti-komünist reflekslerinden bağımsız değildir.

***

Bu yazımızda Kemalist iktidarların emperyalizmle bağımlılık ilişkilerini, Kemalizm’in hem kurucu hem de geleneksel refleksleri olan anti-demokratik ve anti-komünist siyasetlerini, dar-burjuva laisizmini ve milli azınlık sorununa yaklaşımını; toplamda ise genel ideolojik ontolojisini kritik etmeye çalıştık.

Dizinin son yazısı olan bir sonraki yazıda ise Kemalizm’in faşist reflekslerini ve genel anlamda faşizmle olan ideolojik ilişkisini ele alacağız.

keremyildirimni@gmail.com

Kaynakça

1.     Milli Demokratik Devrim, J. Stalin, Ç: Şule Perinçek, Kaynak Yayınları, sy. 70, 2. Baskı, İstanbul, 1992.

2.     Mao Zedung Seçme Eserler-II, Kaynak Yayınları, sy. 361, 3. Baskı, İstanbul, 1992.

3.     Kemalizm tahlili denemesi-I: Türk komprador burjuvazisi: https://gazetepatika22.com/kemalizm-tahlili-denemesi-1-turk-komprador-burjuva-siyasetinin-insasi-153817.html

4.     Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Lenin, Ç: Arif Bilgin, Temel yayınları, sy. 37, Ankara, 1977.

5.     Türkiye İktisat Tarihi/ 1908-1985, Korkut Boratav, Gerçek Yayınevi, sy. 28, 6. Baskı, İstanbul, 1998.

6.     İttihatçılıktan Kemalizme, Feroz Ahmad, Ç: Fatmagül Berktay, Kaynak yayınları, sy. 160, 4.Basım, İstanbul, 1999.

7.     Türkiye’nin Özgeçmişi-I, Vasfi Nadir Tekin, Sancı Yayınları, sy. 179, 1. Baskı, İstanbul, 2021.

8.     Türkiye İktisat Tarihi/ 1908-1985, Korkut Boratav, Gerçek Yayınevi, sy. 47, 6. Baskı, İstanbul, 1998.

9.     Age, sy. 30.

10.  Age, sy.47.

11.  Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 163-164, 1. Baskı, Ankara, 2003.

12.  Age, sy. 211.

13.  Türkiye İktisat Tarihi/ 1908-1985, Korkut Boratav, Gerçek Yayınevi, sy. 31, 6. Baskı, İstanbul, 1998.

14.  Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 175, 1. Baskı, Ankara, 2003.

15.  Türkiye İktisat Tarihi/ 1908-1985, Korkut Boratav, Gerçek Yayınevi, sy. 30, 6. Baskı, İstanbul, 1998.

16.  Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 254, 1. Baskı, Ankara, 2003.

17.  Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim yayınları, sy.161, 1.Basım, İstanbul, 2023.

18.  Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 258, 1. Baskı, Ankara, 2003.

19.  Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim yayınları, sy.160, 1.Basım, İstanbul, 2023.

20.  Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 249, 1. Baskı, Ankara, 2003.

21.  Türkiye İktisat Tarihi/ 1908-1985, Korkut Boratav, Gerçek Yayınevi, sy. 49, 6. Baskı, İstanbul, 1998.

22.  Age, sy. 37.

23.  Age, sy. 53.

24.  Türkiye’de Faşist Alman Propagandası, Johannes Glasneck, Ç: Arif Gelen, Onur yayınları, 1.Basım, Ankara.

25.  Türkiye İktisat Tarihi/ 1908-1985, Korkut Boratav, Gerçek Yayınevi, sy. 59, 6. Baskı, İstanbul, 1998.

26.  Türkiye’nin Yarı Sömürgeleşme ve Yarı Feodalleşme Serüveni, Vasfi Nadir Tekin, Sancı Yayınları, sy. 95, 2. Baskı, İstanbul, 2018.

27.  İttihatçılıktan Kemalizme, Feroz Ahmad, Ç: Fatmagül Berktay, Kaynak yayınları, sy. 187, 4.Basım, İstanbul, 1999.

28.  Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 183, 1. Baskı, Ankara, 2003.

29.  Türk Devrimi ve Sonrası, Taner Timur, İmge kitabevi, sy.227, 8.Basım, Ankara, 2018.

30.  İbrahim Kaypakkaya-Bütün Yazıları, Umut Yayımcılık, sy.360, İstanbul, 2018.

31.  Doktor Şefik Hüsnü Değimer, Rasih Nuri İleri’nin Aydınlık Sosyalist Dergi’nin 1969 tarihli 7. sayısı.

32.  Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 110, 1. Baskı, Ankara, 2003.

33.  İhtiyat Kuvvet: Milliyet(Şark), Hikmet Kıvılcımlı, Yol yayınları, sy.75, İstanbul, 1979.

34.  Age, sy.154.

35.  İbrahim Kaypakkaya-Bütün Yazıları, Umut yayımcılık, sy.241, İstanbul, 2018.

36.  15)  İhtiyat Kuvvet: Milliyet(Şark), Hikmet Kıvılcımlı, Yol yayınları, sy.148, İstanbul, 1979

https://gazetepatika22.com/kemalizm-tahlili-2-emperyalizme-bagimlilik-turklestirme-ve-anti-komunizm-154019.html


Kemalizm Tahlili-3: Faşizm-Kemalizm İlişkisi Üzerine

 

Güncel olarak Türk burjuva siyasetine yön vermeyi sürdüren Kemalizm’in, karşı-devrimci ve gerici sınıfsal-ideolojik karakterinin saptanması bu açıdan yakıcı bir meseledir. Hem güncel mücadele hem de tarihin doğru okunması açısından, Kemalizm’le hesaplaşmak hâlâ proleter devrimci bir görevdir.

 

“Yeryüzünde hiçbir ‘izm’ faydacılığın dışında tutulamaz.” (Mao Zedong, Yenan Sanat ve Edebiyat Forumunda Konuşmalar.) (1)

 

Herhangi bir durumun tanımlanması, bizzat o duruma, eyleme ilişkindir. Tanımla pratik durum, teorik bir düzleme taşınarak kavramsallaştırılır. Tanım, anlatımı kolaylaştırır ama doğası gereği de sınırlıdır. Kendi dışında bıraktıklarıyla arasında hep bir kriz olasılığıyla birlikte yaşar.

Bu kriz bazı kavramların biçimlenmelerinde kendini daha da fazla hissettirir. Faşizm de böyle bir kavramdır. Faşizme ilişkin sabit ve genel bir tanım yapmak oldukça zordur. Bu nedenle faşizm tanımı tartışması güncelliğini korumaktadır.

Bu zorluğa rağmen faşizm kavramını tarihselleştiren ve güncelliğini sürdürmesini de sağlayan, farklı siyasal pratiklerden elde edilen ortak karakteristik nitelikler vardır. Kemalizm kavramı da ancak bu karakteristik nitelikler zemininde ölçülerek faşizmle ilişkilendirilebilir.

Elbette derdimiz “akademik” bir titizlikle, pirüpak bir faşizm-Kemalizm ilişkisine ulaşmak değildir. Meseleye “akademik” olarak değil, proleter devrimci mücadelenin penceresinden bakıyoruz.

Bu nedenle Kemalizm-faşizm ilişkisini, olgulara bağlı kalarak, devrimci siyasal pratiğin değerlendirmesi ve saflaşması açısından kritik edeceğiz. Çünkü en nihayetinde ortaya çıktığı günden bu yana, siyasal ihtiyaçlara göre dönüşüme uğramış, siyasal bir kavramdan söz ediyoruz.

***

Faşizm; İtalya’da ortaya çıktığında, başlangıçta, Umberto Terracini tarafından kabine bunalımı olarak tanımlandı.  Daha sonrasında Radek faşizmi “küçük burjuva karşı devrimi” olarak tarif etti. İtalya Komünist Partisi’nin “sol”-komünist liderlerinden Bordiga, burjuva demokrasisi ile faşist diktatörlük arasında bir fark yok dedi. Faşizm Turati için küçük burjuvazinin iktidarı elinden aldığı büyük burjuvazi üzerinde uygulanan diktatörlüktü. 

 

Thalheimer’e göre bonapartizmin modern eşdeğeriydi. Troçki’ye göre ise son dönem bonapartizminin bir biçimi ya da küçük burjuvazinin egemenliğiydi. (2)

Faşizm tanımlarındaki farklılık yalnızca kişiler arasındaki farkla sınırlı kalmadı. Dünya Komünist hareketinin merkezi olan Komintern de, Dimitrov’un 1935’teki tanımına kadar, siyasal yönelimlerindeki zikzaklara göre, önce “sol”a sonra sağa kayarken, sık sık faşizm tanımlarını değiştirdi.

Faşizm tanımı, süreç içindeki değişimler çerçevesinde ve pragmatik bir perspektifle yeniden var edildi.

Bu süreçte faşizm komünist hareket tarafından; “kapitalizmin güçsüzlüğünün ifadesi”“devrimci durumun habercisi”“zorunlu devrimden önceki son aşama”, “gerileme çağında sermaye diktası”, ve “finans kapital diktası” diye, farklı biçimlerde tanımlandı. (3)

 

Halk Cephesi siyasetiyle birlikte “finans kapital diktası” tanımı da daraltılarak, Dimitrov tarafından son biçimi verildi:

“Faşizm finans kapitalin en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının açık zorba diktatörlüğüdür.” (4)

 

Gerek komünist hareketteki farklı eğilimlerin yaptığı faşizm tanımları gerekse de Komintern’in süreç içerisinde değişen resmi faşizm tanımları göz önüne alındığında, Dimitrov’un yaptığı tanım hem faşistleşme süreçlerinin özünü yansıtan hem de faşizmin ortaya çıktığı tarihsellikle hakiki bağları olan bir tanımdır ve güncelliğini de sürdürmektedir.

Poulantzas’ın Max Horkheimer’i düzeltmesi, Dimitrov’un bu özlü tanımının anlaşılması açısından oldukça çarpıcıdır:

“Horkheimer, ‘totalitarizm’ konusundaki bir dizi görüşe hemen karşı çıkıp, şöyle diyor: ‘Kapitalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir.’ Bu tamamen yanlıştır. Asıl emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir.” (5)

 

Gerçekten de faşistleşme pratiklerinin en ayırt edici niteliği tekelci kapitalizmin olağanüstü siyasal çıktıları olmalarıdır.

Faşizm emperyalist-kapitalizmin buhran ve devrimci durumlar yaşadığı ülkelerde iktidar oldu. İtalya ve Almanya emperyalist zincirin, birinci halkasının en zayıf unsurlarıydı.

İtalya ve Almanya’daki faşistleşme süreçlerinin iki ortak özelliği vardı:

Bir: Büyük devrimci işçi ayaklanmalarının yenilgisinden sonra ve olağanüstü koşullarda ortaya çıktı.

 

İki: İngiltere ve Fransa ile kıyasla, tekelleşme yarışına geç giren ve daha genç emperyalist ülkeler olan İtalya ve Almanya’da boy verdi.

Daha sonra gelişen bütün faşistleşme pratikleri; Güney Avrupa, Doğu Avrupa-Balkanlar, Güney Amerika, Japonya; finans kapitalin en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının iktidara gelme süreçleriydi. Ancak hepsinde süreç farklı dinamiklerle işledi.

 

Koalisyonlu faşist diktatörlüklere, faşist kliklerin birbirlerine darbe yaptığı ve hatta parlamentonun bir süre devam ettiği faşist diktatörlüklere de şahit olundu.

İspanya, Portekiz, Bulgaristan ve Yunanistan’da faşist iktidarlar koalisyonlarla yönetildi. Faşist kamp içindeki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu bazı ülkelerde yarı faşist klikler bile bir araya gelemediler.

Avusturya’da biri devlete dayanan dinci yerli faşistler, öteki Nazi destekli iki faşist klik birbirlerine ölesiye düşmandılar. Önce devlet desteğindeki bürokrat faşist Dolphus-Schuschnigg rejimi kuruldu. Daha sonra bu rejim Hitler destekli bir darbeyle devrildi ve Avusturya Nazi ordusu tarafından ilhak edildikten sonra yerine işbirlikçi Naziler getirildi. (6)

Faşizm, geniş bir kitle temeline sahip olmadığı ülkelerde de klasik faşist ülkelerdeki kadar tehlikeli oldu. Geniş bir temele sahip olmadığı hâlde devletin silahlı güçlerine dayanarak iktidara gelen faşist iktidarlar, aynı zamanda devlet organlarını da kullanarak sosyal temellerini genişletmeye çalıştılar. Bulgaristan, Yugoslavya ve Finlandiya gibi ülkeler bunun açık örneğiydi.

Dimitrov tümel bir faşizm tanımı yapmakla birlikte, faşizmin farklı biçimlerini de ayrı ayrı değerlendirdi. Hatta faşizmin farklı biçimlerinin incelenmesini özel olarak vurguladı:

“Faşizmin hiç bir genel tarifi -doğru olsa bile-değişik aşamalardaki bütün ülkelerde gelişiminin ve faşist diktatörlüklerin çeşitli biçimlerinin özel niteliklerinin incelenmesi gereğini ortadan kaldırmaz.” (7)

 

Bu değerlendirmeler eşliğinde Dimitrov, Halk Cephesi siyaseti sonrası dönemde doğrudan faşizmle ilişkili olan tekelci burjuva iktidarlarla dolaylı ilişkileri olanları birbirinden ayırdı. Buradaki siyasal/pragmatik hedef, Alman ve İtalyan faşistlerini tecrit etmekti. İtalyan ve Alman faşizmleriyle dolaysız ve organik ilişkisi olmayan burjuva diktatörlükleri, Dimitrov’un ve Komintern’in hedef tahtasında yer almadı.

***

Bu siyasetin olumlu ve olumsuz sonuçları oldu. Uzun bir süre önce Komintern, Sovyetler Birliği’nin dış siyaset aracına dönüşmüştü. Zaten sürecin en olumsuz sonuçları bu gelişmeden doğdu. Bu dönemle birlikte, Komintern’in siyasal refleksleri sosyalist anavatanı koruma güdüsüyle hareket etti. Komintern Sovyetleri korurken, Sovyetlerin dışında kalan birçok komünist partisinin hiçleşmesine neden oldu. 

 

Tarihsel TKP de bu olumsuzluktan etkilenen partilerdendi.

Sovyetler Birliği’nin Batılı emperyalistlere karşı Türkiye’yi yanında tutma siyaseti on beşlerin katliamından bu yana, Komintern’in Kemalizm’e karşı sağlıklı ve tutarlı değerlendirme yapmasına izin vermedi.

 

Kemalist diktatörlük; finans kapitalin en gerici, en bağnaz ve en emperyalist unsurlarının açık zorba diktatörlüğü tanımıyla kesişmesine rağmen, Kemalistlerin Batılı emperyalist sermaye ve Sovyetler arasında denge siyaseti izlemesi, Kemalist diktatörlüğü Türkiye’deki komünist harekete karşı korunaklı hâle getirdi. Öyle ki, Tarihsel TKP, Ağrı İsyanı sırasında Kemalist teröre karşı Kürt ulusunu haklı bulduğu için Komintern tarafından uyarıldı. (8)

 

Kemalist iktidar; Türk komprador burjuvazisinin önünü açmak adına, Takrir-i Sükun’la başlayan süreçle birlikte; işçi ve köylü kitleler, azınlık milliyetler üzerinde gerici bir burjuva diktatörlüğü kurdu.

Muhalefette yer alan gazeteler kapatıldı, yazarları Doğu İstiklal Mahkemesi’ne gönderildi. Komünist yayınlar ve örgütlenme, sendikalar, işçi dernekleri yasaklandı. 1933’te Ceza yasasında değişiklik yapılarak grev yaptırmak için ya da işi terk ettirmek için çalışma yapanlara ağır cezalar verilmesi kabul edildi. 1936’da Endüstri İşçileri Cemiyeti kurmak için müracaat edildi ama dernek anında kapatıldı ve kurucuları kovuşturmaya uğradılar. (9)

Muhalif burjuva kliğin örgütlendiği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı ve mensupları Şeyh Said isyanının teşvikçisi olarak suçlandı.

 

1927’de başlayan komünist tevkifatları 1930’lu ve 1940’lı yıllar boyunca, soluksuz bir biçimde sürdü. Şeyh Said’den Dersim 1938’e, Edirne Pogromu’ndan Varlık Vergisi yağmasına kadar azınlık milliyetlere düzenli olarak şiddet uygulandı, imha siyaseti Kemalist diktatörlüğün devamlılığı için esas hâline geldi.

Baskı ve şiddet siyaseti sürerken, diğer yandan Türk komprador burjuva sınıfı bizzat Kemalist iktidar eliyle büyütüldü, Kemalist iktidar bloğu bütün klikleriyle birlikte kompradorlaştı. 

İşçi sınıfı, komünist ve demokratik siyaset, azınlık uluslar sahnenin dışına itilirken, meydan tamamen Türk komprador burjuvazisine bırakıldı. Kemalist iktidar önce İngiliz ve Fransız emperyalizmine, sonrasında ise Alman emperyalizme bağımlı bir ekonomi inşa etti.

Bütün bunlar göz önüne alındığında Kemalist diktatörlüğün, emekçi halka ve ezilenlere karşı klasik faşist yöntemlere benzer bir yol izlediği açıkça görülmektedir.

 

Ayrıca Kemalist diktatörlük uluslararası dinamikler açısından da, pragmatik-burjuva esaslardan bağımsız olmamakla birlikte, dümeni esas olarak faşist blok tarafına kırmıştı. Sovyetlerle ilişkiler yalnızca pragmatik ilişkilerden ibaretti. Kemalistler sınıfsal ve ideolojik olarak, dolaysız bir biçimde faşist bloğa yakınlardı.

 

Hatta Kemalist diktatörlük Sovyetlerin Hitler karşısında alacağı bir yenilgi durumunda Kafkaslarda Turan hayalleri kuruyordu. Kemalist iktidar bu hayaller için Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’nun da içinde olduğu bir Turancı Komitesi dahi kurdu. (10)

 

1930’lu yılların sonuna doğru Kemalist Türkiye, uluslararası siyasal iktisat ilişkileri açısından da Alman faşizminin en önemli pazarlarından biri hâline geldi.

Bu süreçte; Kemalistler Hitler için gazete kapattılar. (11) 1938-1939 arası dönemde sanayi tesislerinin %80’ini Naziler kurdu. (12) Hitler Kemalistlere Yunan ve Kafkas toprağı vadetti. (13) Kemalistler Naziler için Montrö Boğazlar Sözleşmesini dahi deldiler. (14)

 

Tevfik Çavdar’ın ifadesiyle faşizm CHP’yi cezbetmişti(15)

CHP bu dönemde hem kendine özgü faşistleşme sürecini yaşarken, diğer yandan da en tehlikeli faşist devlet olan Almanya ile flört hâlindeydi. Kemalist gazeteler Führer’e selam çakıyordu.

CHP’de Recep Peker’in temsil ettiği kanat açıkça Nazizm’e öykünüyordu. Recep Peker çevresi tarafından 1933’te çıkarılan Ülkü dergisinde, “Ulusal Kemalizm diyebileceğimiz bu saf, erkeksi ve güçlü ideoloji, dayanışmacı yeni bir toplum oluşturmak için biyo-sosyoloji ve hatta ırkların ıslah edilmesine dayalı bir yönetim kullanmalıdır.” minvalinde faşist tezler savunuluyordu.(16)

Çarpıcı olduğu için belirtmekte fayda var: Recep Peker tipik bir Türk Nazisiydi. M. Kemal’de de belirgin olan “sınıfsız, imtiyazsız” toplum perspektifi ve faşist “anti-kapitalizm” yaklaşımı, Peker’de en açık hâliyle temsil ediliyordu. CHP Genel Sekreteri Peker Halkevleri’nin açılışında şunları dile getiriyordu:

 

“Halkevlerinin gayesi ulusu katılaştırmak, sınıfsız katı bir kitle hâline getirmektir.” (17)

 

1935 yılında CHP 4. Kongresini topladı. CHP programı “tek ulus, tek şef, tek parti” anlayışıyla gözden geçirilip yeniden değiştirildi. CHP Genel Sekreteri Peker program değişikliğini radyo programında anlattı:

“Amme haklarında anarşiyi besleyen, ekonomide ulusal çalışmayı yıpratan ve ulus yığınlarını istismar eden, liberalizme karşı cephemizi sıklaştırıyoruz. Sınıf kavgası yollarını sımsıkı kapatıyoruz. Grev ve lokavt yasak olacaktır.” (18)

 

Dimitrov’un “faşizm kitleleri sömürürken onlara en ustaca anti-kapitalist demagojilerle yaklaşır” (19) tespiti, sanki Recep Peker için söylenmiş gibidir. Peker’in ifadelerinin altına Heinrich Himmler’in ya da Adolf Eichmann’ın imzası atılsa hiçbir Nazi garipsemez.

 

Aynı dönemde Mustafa Kemal faşist Güneş-Dil teorisini ortaya attı. M. Kemal’in “tarih tezleri” Sovyet bilim adamları tarafından da bilim dışı, ırkçı ve faşist olarak değerlendirildi.

 

Sovyet teorisyen Feridov 1928 yılında, Komintern’in 6. kongresinin “Toprak devrimi olmadan burjuva devrimi hiçtir” kararını da referans alarak; Türkiye’nin gerçekte, burjuva diktatörlüğünün son kertesi olan faşizm aşamasına girdiği sonucuna vardı. (20)

 

Feridov, benzer tarihlerde Kemalist iktidarı tahlil eden Şnurov’un dile getirmediği açıklıkta, Kemalist iktidarı faşist diktatörlük olarak tanımladı.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi Politbüro üyesi Jdanov ise 1947 yılında Polonya’da yaptığı konuşmada, Kemalist iktidarı “gerici anti-demokratik” ve “faşist azınlığın halk üzerindeki diktatörlüğü” olarak nitelendirdi. (21)

 

Jdanov’un bu çıkışıyla birlikte, ilk kez bir Sovyetler Birliği Komünist Partisi yöneticisi, resmi ağızdan Kemalist iktidarı faşist diktatörlük olarak değerlendirdi.

Bunların dışında Kemalizm’i faşizm olarak değerlendiren siyasal bilimciler de vardır.

 

Özellikle Vahram Ter-Matevosyan’ın da Komünizm Gözünden Kemalizm incelemesini yazarken referans aldığı Fikret Adanır ve Özgür Gökmen’in yaklaşımları bu bağlamda önemlidir.

Adanır, Kemalist rejimi “asgari faşizm” olarak tanımladıktan sonra, savını şu şekilde açıklıyor:

 

“Asgari faşizmin belirtileri şunlardır: a) Anti-liberalizm, b) anti-muhafazakârlık, c) ulusun tarihindeki belirli çağları yüceltme eğilimi, d) karizmatik liderliğe yatkınlık, e) ulus, lider ve ulusal kimlik gibi mitsel kavramları tanrılaştırmak, f) ulusal toplulukta homojenliği idealleştirmek.” (22)

Gökmen de 1931-1945 yılları arasında Kemalizm’le faşizmin örtüşen birkaç yanı olduğunu ileri sürerek, o yanları şöyle ifade ediyor:

“Tek bir parti, eski rejime karşı sert bir tepki, dayanışmacı, korporatist ve ardından totoriter eğilimlerin varlığı, devletin partiyle kaynaşması, ulusal liderlik sisteminin benimsenmesi ve ekonomiye devlet müdahaleciliğinin artması.” (23)

Görüldüğü üzere Kemalist iktidar dönemi faşizmle muazzam benzerliklere sahip, açık faşist diktatörlüğe yakın nitelikler sergileyen bir burjuva diktatörlüğüydü.

***

Muhtelif finans kapital odakları arasında “dengeli” ekonomik bağımlılığı esas alan; milli şeflik sistemi inşa eden, M. Kemal’in İtalyan faşizmi referanslı bağımlı ekonomi modelinden, Recep Peker’in Nazi orjinli “anti-liberalizmi”ne uzanan; grev yasaklayan, azınlık milliyetlere zulmeden, anti-komünizmi iç siyaset ilkesi hâline getiren pratik, Kemalist diktatörlüğün faşizmle kesiştiği tartışmasız emsallerdir.

Kemalist iktidar, kendi özgünlüğü içinde; 1927’den itibaren, açık faşist-terörist diktatörlüğe yakın; kitle hareketine dayanmayan, tepeden inme, yarı-faşist ve yarı-askeri bir burjuva diktatörlüktü.

Ancak bu faşistleşme süreci kesintisiz bir süreç değildi. Türkiye’deki sınıf mücadelelerinin seyrine göre; Türk tekelci sermayesinin çıkarları doğrultusunda, ihtiyaç olduğunda devreye sokulan siyasal bir mekanizmaydı.

Kemalizm-faşizm ilişkisinin bütünlüklü değerlendirilebilmesi için Kemalizm’i faşizm olarak tanımlayan yaklaşımın devrimci siyasetteki ilki olan Kaypakkaya’nın yaklaşımını da özlü bir minvalde tartışmamız gerekiyor.

Kaypakkaya, yukarıda örneklerini verdiğimiz, Kemalizm’i faşizm olarak değerlendiren yaklaşımlarla da bizim ortaya koyduğumuz teorik çerçeveyle de belli noktalarda kesiştiği gibi, önemli bir noktada ise temelden ayrılık yaşamaktadır.

Çünkü Kaypakkaya Kemalizm’in faşizm olduğu savını sınırlı bir dönemle sabitlemiyor; Kemalizm’i, burjuva devrimin temel problemlerini (toprak devrimi ve ulusal sorun) çözememiş ve bu nedenle de işçiler ve halk sınıfları üzerinde sistemli ve sürekli faşizmle iktidarını sürdürebilen, Türk burjuva devletinin “yaşamsal” ideolojisi olarak tarif ediyor.

Sürekli faşizm anlayışını tartışmadan önce, Kaypakkaya’nın Kemalizm yaklaşımının kaynaklarına da kısaca değinelim.

***

“Şurası kesindir ki, Kemalist Devrim ezilenlerin ortak düşmanı olan dünya emperyalizminin güçsüz bir hâle getirilmesine yaramıştır. Bunun için, devrimci olmadığı hâlde, Kemalist burjuvazi, kendi isteğiyle olsun olmasın, yine de uluslararası devrime yardımcı olmuştur.” (24)

 

Yukarıdaki paragraf, İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm değerlendirmelerini yaparken esas aldığı birkaç referansından biri olan, Şnurov’un Türkiye Proletaryası broşüründen alınmıştır. Türkiye komünist hareketi içinde Kemalizm’i ilk kez faşizm olarak değerlendiren Kaypakkaya’nın referansı olan Şnurov’un bu ifadeleri, aynı zamanda Türkiye solunun Kemalizm’e yaklaşımını da belirleyen siyasal trajedinin temel referansıdır.

 

Esasen, Şnurov’un ifade ettiği “Kemalizm’in devrimci olmadığı hâlde devrimci olması” savı Komintern’in resmi belirlemesidir. Komintern’in Kemalizm tahlilini ve Sovyet yöneticilerinin TKP’yi hiç etme pahasına Kemalist iktidarla kurduğu faydacı ilişkileri daha önce detaylı bir biçimde ele almıştık. (25)

Şnurov yukarıdaki paragraftan bir sayfa sonra, Politik Düzen alt başlığında şunları söylüyor:

“Her ne kadar bazı görüntüsel demokratik biçimler varsa da (seçimle meydana getirilen parlamento vb.) Türkiye’de bugün mevcut düzenin özü, bütün demokrasilerden uzak bir diktatörlüktür.” (26)

 

Kaypakkaya, ŞAFAK REVİZYONİZMİNİN KEMALİST HAREKET, KEMALİST İKTİDAR DÖNEMİ, İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARI, SAVAŞ SONRASI ve 27 MAYIS HAKKINDA TEZLERİ bölümünün, “Kemalist Diktatörlük İşçiler, Köylüler, Şehir Küçük-Burjuvazisi, Küçük Memurlar ve Demokrat Aydınlar Üzerinde Askeri Faşist Bir Diktatörlüktür” alt başlığında, Şnurov’un “demokrasilerden uzak bir diktatörlüktür” yargısının yanına “yani faşizmdir” diye not almıştır. (27)

 

Kaypakkaya’nın bu yaklaşımı, bilgiyle kurduğu ilişki açısından sorunlu görülebilir ancak Aydınlık gibi sağcılığın sinsice ve incelikle işlendiği bir çevreyle hesaplaşma iradesi göz önüne alındığında, aşırı tutumların ortaya çıkması anlaşılır hâle geliyor.

“Demokrasiden uzak diktatörlük” ifadesinin “faşizm”e dönüşmesi de, bu anlamda, devrimci ideolojik-siyasal kopuşun bir ifadesi olarak değerlendirilmelidir.

 

Ayrıca Kaypakkaya’nın bu tutumunda, Türkiye Solunda genel olarak ıskalanan bir durum daha var. Kaypakkaya Kemalizm’i faşizm olarak niteleyerek yalnızca Aydınlık’tan kopmamıştır, esas olarak Komintern’in faydacı esaslara göre biçimlendirdiği Kemalizm tahlillerinde de geleneksel sol çizginin düzen içi siyasal sınırlarından da kopmuştur.

 

Şnurov örneği münferit değildir. Örneğin Kaypakkaya’nın “parlamento faşizmin maskesidir/aletidir” savı; Dimitrov’un “faşizmin, açık terörist diktatoryayı kaba ve uydurma bir parlamentarizmle birleştirmesini engellemez” ifadesine dayanmaktadır. (28)

 

Dimitrov Kemalist Türkiye’yi, sözünü ettiği değerlendirme kapsamına almasa da, Kaypakkaya Dimirov’un bu çözümlemesiyle Türk burjuva siyaseti arasında bağ kurmuştur.

Dimitrov Güney-Doğu Avrupa’yı değerlendirirken özel şartların faşizme kendine özgü bir nitelik kazandırdığını söylemektedir. Bu ülkelerde toprak devrimi yapılmamıştır, feodalizm tasfiye edilmemiştir, milli azınlık sorunu çözülmemiştir. Bu ülkeler yarı-sömürge ve sanayisi az gelişmiş ülkelerdir. Nesnel olarak ele alındığında, Dimitrov’un sözünü ettiği ülkelerle( özellikle Bulgaristan, Yugoslavya ve Finlandiya) Kemalist Türkiye çok benzer bir siyasal iktisada sahiplerdir.

 

Ancak bu benzerliğe rağmen Dimitrov, Kemalist Türkiye’yi bu düzlemde tartışma gereği duymamıştır. Bunun nedeninin de Şnurov’un saptamasıyla aynı olduğunu düşünüyoruz. “Kemalizm’in devrimci olmadığı hâlde devrimci olması” savına yol açan Sovyetler Birliği’nin dış siyaset ihtiyaçları, Kemalizm’in karşı devrimci ve faşist karakterinin, Komintern tarafından öne çıkarılmasına hiçbir zaman izin vermemiştir.

Kaypakkaya referans aldığı isimlerin tahlillerinde açık bir ifade olmamasına rağmen, siyasal bir tercih olarak, Türkiye işçi sınıfının ve Türkiye Devriminin ihtiyaçları doğrultusunda, Kemalizm’i faşizm olarak belirlemiştir.

 

 

Bu açıdan Dimitrov da münferit bir örnek değildir. Kaypakkaya’nın Kemalizm yaklaşımı Şnurov, Stalin ve Mao’nun Kemalizm değerlendirmelerine; faşizm yaklaşımı ise Dimitrov’a dayanır. Ancak Kaypakkaya’nın referans olarak aldığı isimlerin hiçbiri Kemalizm’i faşizm kategorisinde değerlendirmemiştir. Kaypakkaya’nın “Kemalizm faşizmdir” çıkarımının ne uluslararası ne de ulusal bir önceli vardır. Bu durum Kaypakkaya’nın yaklaşımını tamamen özgünleştirmektedir.

Kaypakkaya’nın Kemalizm yaklaşımındaki ayırt edici tutumu ve yalnızlığı onun hem güçlü hem de “cılız” tarafıdır. Güçlüdür, çünkü Türk burjuva siyasetinin bütün unsurlarından kopmasını sağlamıştır. “Cılız”dır, çünkü bu mesele de çok geç kalınmış bir ilki temsil etmektedir ve savını gerekçelendireceği özel bir faşizm tahlili yapmamıştır.

 

Kaypakkaya’nın önemi, hem Kemalizm’in komünistçe olumsuzlanmasında bir ilki temsil etmesindedir hem de bu ilksel tutumu örgütlü-siyasal bir iddiayla birleştirmesindedir.

 

Daha önce de ifade etmiştik. “Kemalizm, bizzat faşizm demektir” savı, siyasal bir belirleme ve devrimci-propagandist söylem olarak doğrudur ve bu açıdan gerekçelendirilmiş de bir savdır. Ancak bu sav Türkiye ve Kürdistan’ı birlikte kapsayan, özel bir faşizm tahlilinden yoksundur(29)

 

Keza daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Kaypakkaya’da devrimci bir kopuşa yol açan asıl belirleme, Kemalist iktidarın Türk komprador burjuvazisinin siyasal temsilcisi olduğu hakikatinin keşfedilmesidir. Kaypakkaya bu belirlemeyle Kemalist iktidarın “milli burjuva sınıfının temsilcisi” olduğu mitolojisini yerle bir etmekle kalmadı, o aynı zamanda Kemalizm’in düşman sınıfın kurucu ideolojisi olduğunu ve gerici niteliğini saptadı.

 

Tartışmasız hakikat ve devrimci olan bu durumun cesaretle ortaya konulmasıdır, Kemalizm’in karşı devrimci karakterinin deşifre edilmesidir.

Kaypakkaya’nın “Kemalizm faşizmdir” savı, Kemalizm’in sınıfsal tahlili ile birlikte değerlendirildiğinde anlamlıdır.

 

Çünkü Kaypakkaya’da günceli yakalayan ve geçmişte içinde bulunduğu statik ortamdan onu kurtaran devrimci tutum, Kemalizm’i sınıfsal olarak mahkûm eden ideolojik-siyasal çizgide ısrar etmesidir.

 

Kaypakkaya’nın Kemalizm tezlerindeki sorun ise Türk burjuva siyasetinin vücuda gelmiş formu olan Kemalizm’in sürekli faşizm olarak tanımlanmasıdır. Tarihsel maddecilik açısından Kaypakkaya düşüncesini donuklaştıran; ideolojik karşıtlık ile siyasal karşıtlık arasındaki ayrımları silikleştiren yaklaşım Kemalizm’in/faşizmin sürekli olduğunun kabulüdür.

 

Kaypakkaya’nın “Türkiye’de burjuva demokrasisi, başından beri, Kemalist iktidar dönemi de dâhil, faşizan ve feodal bir karakter taşımaktadır” (30) saptaması, onun düşüncesinde sürekli faşizm teorisinin kaldıracı niteliğindedir.

Kaypakkaya’ya göre komprador burjuvazinin bütün klikleri faşisttir. Bu belirleme Türk komprador-egemen sınıflar arasındaki siyasal krizlerin ve kırılmaların açıklanmasında bazı tıkanıklıklara ve hatta tutarsızlıklara yol açmaktadır.

 

27 Mayıs 1960 darbesi örneği üzerinden somutlayacak olursak; Kaypakkaya’nın yaklaşımına göre iktidardaki komprador klik Demokrat Parti de muhalif komprador klik CHP de faşisttir. Mesele bu şekilde konulduğunda; 27 Mayıs darbesi de faşist askeri darbe olmuş oluyor.

 

Ancak Kaypakkaya 27 Mayıs sonrasını, Türkiye burjuva demokrasisinin üç kısa döneminden biri olarak değerlendiriyor. Dolayısıyla muhalif faşist kliğin iktidardaki burjuva kliğe yaptığı askeri darbe burjuva demokratik bir ortam yaratmış oluyor. Kaypakkaya bu durumu da faşist askeri kliğin orta sınıf reformizmiyle uzlaşması iddiasıyla açıklıyor.

 

Faşist askeri diktatörlük, tekelci burjuvazinin açık terörist diktatoryası olması nedeniyle orta burjuva reformculuğuyla uzlaşamaz. Yani uzlaşma koşulları olsaydı zaten, burjuva iktidarın en radikal ifadesi olan faşist diktatörlük seçenek hâline gelmezdi.

 

Ancak sürekli faşizm kavrayışının yol açtığı tek çelişik durum bundan ibaret değildir.

Örneğin; 27 Mayıs ile 12 Mart darbeleri denkleştirildiğinde, 12 Mart askeri cuntasının ilk işinin 1961 anayasasını budamak olması da açıklanamaz hâle geliyor.

27 Mayıs darbesi, muhalif komprador burjuva klikle orta sınıf reformculuğun uzlaşmasının bir ürünüydü.

 

 Bu nedenle geçici bir burjuva demokrasisine yol açtı. Keza, aynı nedenle, bir süre sonra komprador burjuvazinin çıkarlarına zarar verdiği ortaya çıktığı için 12 Mart faşist darbesi tezgâhlandı ve orta sınıf reformculuğunun damgasını taşıyan anayasa tasfiye edildi.

27 Mayıs darbesinde; komprador ve orta burjuvazinin bütün kliklerini ortaklaştıran ve Kemalist iktidardan da miras kalan gerici nitelik, 27 Mayıs sonrasında Kürt ulusuna karşı alınan tutumdur.

 

Darbeden hemen sonra siyasi tutukluların tümünü serbest bırakarak bir iyi niyet gösterisinde bulundular. Buna karşılık Menderes hükümetinin Kürtçülük komplosuyla tutukladığı 49 Kürt öğrenci ve aydınları tahliye edilmedi. Milli Birlik Komitesi’nin yaptığı ilk icraatlardan biri, Kürtçülük yaptıkları iddiasıyla 550 Kürt ağa ve aydınını hiçbir gerekçe göstermeden ve mahkeme kararı olmadan Sivas’ta bir kampta enterne etmek oldu. (31)

***

Faşizm en nihayetinde; tekelci burjuva sınıfın ihtiyaçlarını karşılamak için başvurulan en olağanüstü ve radikal siyasal tercihtir. Kemalizm’in iktidarı aldıktan sonraki gelişmesi esas olarak köylülere, işçilere ve toprak devrimi olasılığına karşı yöneldiği için kuruluş kodları itibariyle anti-demokratik, anti-komünist ve ezilen milliyetler meselesinde inkarcı bir karakterde şekillendi.

 

Bu üç kurucu iç siyaset ilkesi, aynı zamanda Kemalizm’in yarı-faşist ideolojik kodlarıdır. Bu üç faşist ideolojik kod, Türk burjuva siyaset geleneğinin hiçbir zaman vazgeçmediği ve ideolojik sürekliliğinin de kendini bugün de en belirgin şekilde hissettirdiği reflekslerdir.

 

Bütün Türk komprador burjuva tarihine açık ve sürekli faşizm teşhisi koymak, çelişkiler yumağı olan gerçeğin de doğru kavranamamasına yol açıyor.

Gerçeğin bir yönünü doğru kavrarken, diğer yönünün yadsınması devrimci kavrayışı sakatlayan bir yöntem sorunu yaratıyor. Sınıf mücadelesinden doğan nesnel olanakları doğru kavramamızı engelliyor.

 

Hiçbir şey sabit değildir, sabit olan gerçeğin tali biçimidir. Asıl olan değişimdir. Değişim ise çelişmelerin, farklılıkların zorunlu ifadesidir.

Bu nedenle Türk burjuva siyasetin bütün kliklerinden kopmak ve Türk burjuva devletine karşı uzlaşmaz bir teori inşa etmek çok olumlu bir devrimci çabadır. Ancak bu ne kadar olumluysa Türk burjuva siyasasının ideolojik-sınıfsal var oluşunu ve gelişimini toptancı bir yöntemle açıklamaya çalışmak ve bütün süreçleri tek bir sabite indirgemek de o kadar olumsuzdur.

 

Türk burjuva siyaseti her ne kadar yarı-faşist ya da örtülü faşist bir karaktere sahip olsa da, hem egemen sınıfların ihtiyaçları hem de toplumsal çelişmelerin eşitsiz gelişmesi nedeniyle, kendi içinde önemli siyasal kırılmalar ve kopuşlar yaşamaktadır.

Türk burjuva siyaseti; Kemalist iktidardan AKP-MHP rejimine, Kemalizm’den Türk-İslamcılığa uzanan süreçte ciddi siyasal kopuşlar yaşamasının yanında, muazzam da bir ideolojik sürekliliğe sahiptir. Aralarında önemli siyasal krizler olsa da; Kürt ulusuna yönelik kayyum siyasetinde, grev yasaklarıyla ve anti-komünist terör uygulamalarıyla; Kemalist iktidarla başlayan faşist ideolojik-siyasal refleksler AKP-MHP rejimi ile güncelliğini korumaktadır.

Güncel olarak Türk burjuva siyasetine yön vermeyi sürdüren Kemalizm’in, karşı-devrimci ve gerici sınıfsal-ideolojik karakterinin saptanması bu açıdan yakıcı bir meseledir. Hem güncel mücadele hem de tarihin doğru okunması açısından, Kemalizm’le hesaplaşmak hâlâ proleter devrimci bir görevdir.

Bunun yanında geçmişin devrimci-komünist kopuşunu sahiplenmek kadar, o kopuşun aksayan taraflarıyla ve hatalı yönleriyle hesaplaşmak da proleter devrimci siyaset için ufuk açıcı olacaktır.

Son tahlilde; Kemalizm belli nitelikleriyle; güncel olarak ulusçuluk perspektifiyle ve bunun doğrudan sonucu olan homojenleştirilmiş toplumsal kurgusuyla, hem egemen burjuva kliğin hem de muhalif burjuva kliklerin ideolojik referansı olmaya devam etmektedir.

Özellikle 2016 sonrası değişen burjuva siyasal denklem, İslamcı burjuva kliğin İslamcılıkla barışık bir Kemalizm çizgisine girmesini sağlamıştır. Kemalizm’in ulusçu perspektifi kendini egemen burjuva klikte Kürt ulusal sorununa yaklaşımda belirgin olarak gösteriyor. Bunun yanında aynı ulusçuluk perspektifi muhalif burjuva kliklerinde ise göçmen sorunu üzerinden karşımıza çıkıyor.

 

Kemalizm’in “kaynaşmış, sınıfsız” ve homojen ulus perspektifi dün olduğu gibi bugün de sınıf mücadelesini engelleyen bir rol oynuyor. Başta işçi sınıfı olmak üzere, bütün halk sınıfları ulusçuluk yaklaşımı üzerinden gericileştiriliyor.

 

Kemalizm’in dar ve burjuva laiklik yaklaşımı, Türk-İslamcı yeni ideoloji karşısında yenilgiye uğrasa da, muhalif burjuva klikler tarafından, yaşam tarzı meselesine sıkıştırılarak manipüle ediliyor. Bu manipülasyon egemen burjuva kliklere tepki duyan halk sınıflarını kapitalist düzen içine hapsediyor ve devrimci-proleter bir siyasal çıkışın gelişmesini engelliyor.

Devrimci-komünist hareketin yarım asırdır gerileyen ve durağan hâli karşısında, Kemalizm’in ulusçu-faşizan perspektifini güncel kılan evrensel ve nesnel gelişme ise dünya genelinde yükselen ulusçu-otoriter ve faşist rejimlerin yükselişe geçmesidir.

M. Kemal, İnönü, Celal Bayar, Recep Peker, Mahmut Esat Bozkurt ve Şükrü Saraçoğlu bugün yaşamıyor ama ellerinde büyüttükleri Türk komprador burjuvazisi ve Türk burjuva devleti yaşıyor. Kürtleri inkâr siyaseti devam ediyor. Gece yarısı kanun hükmünde kararnameleriyle grevler yasaklanıyor. 1 Mayıs’ta komünistler tevkifata uğruyor.

Mutlaklaştırmadan, hakikat ilişkilerini yadsımadan ama düşman sınıfın kurucu ideolojisi olduğunu da akıldan hiç çıkarmadan…

 

keremyildirimni@gmail.com

 

Kaynakça

1.     Mao Zedong, Seçme Eserler-III, Kaynak Yayınları, sy. 92, 2. Basım, İstanbul, 1992.

2.     Eski ve Yeni Faşizm, Yaşar Ayaşlı, Yordam Kitap, sy. 94, 1. Basım, İstanbul, 2023.

3.     Faşizm ve Diktatörlük, Nıcos Poulantzas, Ç: A. İnsel, İletişim Yayınları, sy.117, 1. Basım, İstanbul, 2004.

4.     Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Dimitrov, Ç: S. Çılızoğlu-A. Özer, Ekim Yayınları, sy. 134, 7. Basım, Ankara, 1989.

5.     Faşizm ve Diktatörlük, Nıcos Poulantzas, Ç: A. İnsel, İletişim Yayınları, sy.27, 1. Basım, İstanbul, 2004.

6.     Eski ve Yeni Faşizm, Yaşar Ayaşlı, Yordam Kitap, sy. 60, 1. Basım, İstanbul, 2023.

7.     Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Dimitrov, Ç: S. Çılızoğlu-A. Özer, Ekim Yayınları, sy. 223, 7. Basım, Ankara, 1989.

8.     Komintern, TKP ve Kürt İsyanları; Erden Akbulut-Erol Ülker, Yordam Kitap, sy.164, 1. Basım, 2022, İstanbul.

9.     Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 268, 1. Baskı, Ankara, 2003.

10.  Türkiye’de Faşist Alman Propagandası, Johannes Glasneck, Ç: A. Gelen, Onur Yayınları, sy.210, 1. Basım, Ankara.

11.  Age, sy. 22

12.  Age, sy. 70.

13.  Age, sy. 140.

14.  Age, sy. 160.

15.  Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 243, 1. Baskı, Ankara, 2003.

16.  Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim Yayınları, sy.97, 1. Baskı, 2023, İstanbul.

17.  Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Tevfik Çavdar, İmge Kitabevi, sy. 238, 1. Baskı, Ankara, 2003.

18.  Age, sy. 242

19.  Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Dimitrov, Ç: S. Çılızoğlu-A. Özer, Ekim Yayınları, sy. 138, 7. Basım, Ankara, 1989.

20.  Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim Yayınları, sy.139, 1. Baskı, 2023, İstanbul.

21.  Age, sy. 177.

22.  Age, sy. 189.

23.  Age, sy. 190.

24.  Türkiye Proletaryası, A. Şnurov, Ç: G. Bozkaya, Yar Yayınları, sy. 16, 4. Basım, 2020, İstanbul.

25.  Komintern’in Kemalizm tahlili ve Tarihsel TKP’nin hiçleşmesi – https://gazetepatika22.com/kominternin-kemalizm-tahlili-ve-tarihsel-tkpnin-hiclesmesi-148786.html

26.  Türkiye Proletaryası, A. Şnurov, Ç: G. Bozkaya, Yar Yayınları, sy. 17, 4. Basım, 2020, İstanbul.

27.  İbrahim Kaypakkaya-Bütün Yazıları, Umut Yayımcılık, sy.366, İstanbul, 2018.

28.  Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Dimitrov, Ç: S. Çılızoğlu-A. Özer, Ekim Yayınları, sy. 136, 7. Basım, Ankara, 1989.

29.  Kemalizm Tahlili Denemesi-1: Türk Komprador Burjuva Siyasetinin İnşası – https://gazetepatika22.com/kemalizm-tahlili-denemesi-1-turk-komprador-burjuva-siyasetinin-insasi-153817.html

30.  İbrahim Kaypakkaya-Bütün Yazıları, Umut Yayımcılık, sy.400, İstanbul, 2018.

31.  27 Mayıs ve Kürtler https://bianet.org/yazi/27-mayis-ve-kurtler-122210

 

 

DİSİPLİN ANLAYIŞIMIZA ELEŞTİREL BİR BAKIŞ - 1_ Halil Gündoğan


Aslında bu konuyu yıllar önce kaleme aldığım “Dersim Dağlarında” ve “Mao Zedung Değerlendirmeleri” isimli kitaplarımda, yaşanan somut örnekler üzerinden irdeleyip, kendimce, genel yaklaşımın ne olması gerektiğini, özlü bir perspektif olarak ortaya koymuştum. Ancak ne var ki bu kitaplarda ki tüm diğer konular olduğu gibi, bu konu da ‘meşru muhatapları’ olması gereken kişi ve yapılarca; ‘üç maymun’ seçeneğiyle karşılanmaya devam ediyor.

Normalde ne beklenir? Mevcut görüş ve ele alışlara getirilen köklü ve esaslı eleştiriler es geçilmeyip, tam aksine ideolojik siyasi mücadele adına, canlı-geliştirici tartışmalar vesilesi yapılarak; daha doğruya ulaşmak hedeflenir.

Ama maalesef ‘meşru muhataplar’ bunun yerine es geçmeyi, sorunları çözmeyi değil, üstünü külleyerek geçiştirmeyi tercih ediyorlar.

Galiba bu, yeni dönem ve jenerasyonunun ‘iki çizgi mücadelesi’ne kazandırdığı yeni ve farklı bir boyut olsa gerek.

Fakat besbelli ki bu, kesinlikle çürütücü bir tarz olduğundan; biz ‘eski’ tarzda ısrar edecek ve muhataplarımızı buna uygun davranmaya zorlamaya devam edeceğiz.

İşte bu anlayışla; parti ve sınıf saflarında geliştirici-dönüştürücü bir ideolojik-siyasi mücadele açısından ‘olmazsa olmaz’ olan iki çizgi mücadelesinin özgün dinamiklerinden biri olan “disiplin anlayışı” sorununu tekrardan gündeme getirmek istedim.

Konuyu, “Dersim Dağlarında” kitabımda, yaşanan iki farklı olay somutunda ele alıp sorgulamıştım. Buraya oradan aktarma yapacağım. Ancak biraz uzunca bir yazı olduğundan, iki bölüm şeklinde sunacağım sizlere.

“Dersim Dağlarında”PDF_E-Kitap.TIKLA_İndir

https://drive.google.com/file/d/1g-6loNdhjoyS1hqKIff3s1yla_D1MowL/view

 

I.Bölüm:

 

Bir Parti organı toplantısında, Ali Haydar’ın yine böylesi manyakça buyruğuyla, Nuray’a üst aranması dayatılır. Tabii Nuray buna şiddetle itiraz eder ve üstünü aramalarına izin vermez. Bunun üzerine, Ali Haydar başta olmak üzere, birkaç kişi üzerine çullanıp, fiilen hırpalarlar… Ve o Parti organı resmiyeti ortamında, Ali Haydar Nuray’a şu sözleri sarf eder / sarf edebilir: 

Sen fazla ileri gidiyorsun. Çok dik başlılık yapıyorsun. Bu iyi değil, ayağını denk al! Almazsan, seni ve Zeynel’ini tüp deposuna kapatırım. Bugüne kadar sen onun altına yatıyordun, orda onu alta seni üste yatırır, öyle bağlarız birbirinize”!

 

Evet, ‘çirkefliğin dibi’ diyebileceğimiz bu kadarını dahi yapabildi. Ve burada tabii aslında daha da vahimi, Ahmet yoldaş ile birlikte andığım o az sayıdaki yoldaş dışında, diğer Partililerin hiçbirinden çıt çıkmamasıdır!Ahmetgilin yaptığı ise, sadece şiddetle protesto edip, eleştirmekten ibaret! “Bu sapkın, aşağılık zatın sorumluluğunda sürecek olan organ toplantı ve çalışmalarına katılmayacağız!” diyemiyor, böylesi fiili bir tavrı olsun dahi, geliştirmiyorlar.

Hele o kadın üyelere ne demeli? Hiç olmazsa, hemcinsleri Nuray üzerinden kadına yapılan bu aşağılanmaya tepki koymaları beklenirken, ama maalesef bunu olsun yapmıyorlar. 

Yapamıyorlar” demek gerekir aslında; doğrusu bu! Çünkü ‘disiplin anlayışımız’ adına empoze edilen “kör disiplin” anlayışıyla, ‘komünist bireyler’ olarak addettiğimiz insanlarımızın beyin ve iradelerini, doğrudan kendi ‘eğitim’ marifetimizle, kötürümleştirmişiz. Bilinç ve vicdanlarıyla yanlış olduğunu bilseler de orada ona karşı çıkmanın, Parti yararına olmayacağına inandırmışız. Susmaları, tepkilerini dışa vurmamaları, aslında önemli oranda da bundan ötürüdür.

Maalesef ki onları bu duruma düşüren şey, onlara bellettiğimiz, “kör disiplin anlayışı”na kolaycacık evriliveren değer yargılarımızdır. Genelleyerek diyoruz ki: “Yanlış da bulsan, eleştiri hakkını saklı tutarak, üstün kararlarına uyacaksın”, “ast üste tabidir”, “ast, üstün kararlarına uymak ve onları uygulamak zorundadır” vs. vs. 

 

Fakat bunu yaparken; bütün bunların, mutlak şeyler olmayıp, koşullu şeyler olduğunu öğretmeyi es geçiyor, bu kısmı eksik bırakıyoruz. Demiyoruz ki; sınıf mücadelesinin en çetin haliyle sürdüğü Parti içinde, disiplin ve hukuk gibi şeyler sınıf mücadelesi üstünde ve dışında, “kutsal” ve “mutlak” şeyler değillerdir. Dolayısıyla da “mutlak” disiplin anlayışının yol açtığı; “her koşulda ve her ne olursa olsun üstün kararlarına uyacaksın!” şeklindeki bir genel disiplin kural ve anlayışı, sınıf mücadelesinin doğasına aykırıdır.

 

Sınıf mücadelesi koşullarında proletaryanın disiplini, koşullu olmak zorundadır. Hiçbir üst organ (ya da kişi) kararı, en başta ML ilkelere, Partinin genel iradesinin ifadesi olan kongre kararlarına, Partinin genelprogram ve ilkelerine ve genel işleyiş ve tüzük kurullarına, bunları aşan, hiçe sayan veya boşa çıkaran bir öz ve biçim serbestisine sahip olamaz! 

Üstün kararları, her şeyden önce, bütün bunlardan meşruiyet koşulu almak zorundadır. Bu meşruiyeti almayan hiçbir üst organ (veya kişi) kararı meşru olamaz! Meşru olmayan hiçbir kararın da bağlayıcılığı olamaz! 

Bir komünist her şeyden önce; genel ilkelerimizi, genel teorimizi, genel programımızı, kongre kararlarımızı, genel işleyiş ve tüzük normlarımızı baz alır. Üstün kararlarını, bunların kantarına vurarak, meşru olup olmadığını ölçer. Meşru olmayan kararlara uyma değil, uymamak gerektiği bilinci ve sorumluluğuyla hareket eder. 

Üst organlar (veya kişiler) veya yönetim erkini elinde bulunduranlar, asla sınırsız bir yönetim gücüne sahip olamazlar. Sınırsız bir güç ve kudretin sahibi gibi, astığım astık, kestiğim kestik tutum ve yaklaşımlar içinde olamazlar. Bilmeli ve idrakinde olmalılar ki yetki ve yönetme gücünü ML ilkelerimizden, kongre kararlarımızdan, Parti program ve ilkelerimizden, genel işleyiş normlarımızdan ve tüzük kurallarımızdan almayan hiçbir karar ve buyruğun bağlayıcılığı olmayacaktır. 

Üst organ (veya kişiler) bilmeli ve idrakinde olmalılar ki karar ve buyrukları, ancak ki bu meşruiyet sınırları içinde olma koşuluyla bağlayıcı olabilir… 

İşte böyle olması gerektiğinden ötürü; üst organ (veya kişilerin) görüş ve kararlarına karşı körlemesine bir itaat içinde değil, meşruiyetini sorgulayıcı bir tutum içinde olmak gerekiyor; Proletaryanın disiplin anlayışı budur, dememişiz, üste karşı bu meşru zeminde durup, sorgulayıcı olmaları gerektiği bilinciyle eğitmemişiz onları. Böylesi bir karşı koyma kültürüyle donatmamışız insanlarımızı. 

Haliyle de bu bilinç ve kültürün olmadığı yerde; “üstün kararları bağlayıcıdır”, “yanlış da bulsan, eleştiri hakkın saklı olmak kaydıyla uygulamak zorundasın”, “ast üste tabidir” vb. vb. gibi genel ve mutlak hüküm karakterli argümanlar ile şekillendirilen beyinlerden, boyun eğme tutumu dışında başka bir duruş ve tutum beklemek, herhalde ki gerçekçi olmaz, değil mi?

 

Gerçekçi olmayacağı için de orada bu alık-saçmalıkları “disiplin” adına sineye çeken sıradan Parti üye ve aday üyelerine söyleyebileceğimiz pek fazla bir sözümüz de olamıyor. 

Ancak, sınıf mücadelesinin tüm şiddetiyle Parti saflarında da süreceğinin bilincine sahip diğer bir kısım yoldaş için aynı toleranslı yaklaşımı gösterme, pek de isabetli olmayacaktır. Hele ki adamların ne yapmaya çalıştıklarını ve niyetlerinin açık bir şekilde Parti yönetimini ele geçirmek olduğunu, “baharda defterinizi düreceğiz” lafının tamamen bunun bir ifadesi olduğunu, dilim döndüğünce anlatmama ve onların aleni tüzük ihlalleri karşısında, kendilerinin, tüzüğün sağlamış olduğu meşruiyet zeminini cesaretlice kullanarak, dayatılan anti  demokratik ve gayrı meşru karar ve uygulamalarıreddetme, onlara uymama tutumu takınmalarını salık vermeme rağmen, güçlü durup, bütün bunlara karşı bayrak açıp, Parti organında cepheden mücadele etmelerini, diğer Parti üyelerini ve savaşçı yapıyı bunlara karşı koymaya çağırmalarını vs. vs. önermeme ve bütün bunları defalarca kez anlatmama rağmen, ancak ne var ki o yoldaşlar içinde belirleyici pozisyona sahip Ahmet yoldaşı, ifrit olduğum şu tutumundan vazgeçirmem mümkün olamadı (tabii mümkündür ki yeterince ikna edici veya ısrarcı da olmamış olabilirim): 

 

Ama yoldaş böyle yaparsak, zaten bahane arayıp duran adamların eline koz vermiş oluruz. İlişkileri koparıp bizi tecrit ederler. Oysa şu yaptıklarıyla Parti hukuku karşısında suçlu durumundalar. Sabırlı davranıp, üst organlar nezdinde bunların hesabını sorabiliriz. Şu an onların eline, ilişkileri koparıcı ve bölünme yaratıcı fırsatlar vermeyelim”.

 

Belki başka koşullarda, farklı güç dengeleri ve dinamiklerinin söz konusu olduğu bazı hallerde böyle davranmak akıllıca olabilirdi. Ancak ne var ki bu yaklaşım kesinlikle o sürecin gereksinimini duyduğu yaklaşım değildi. Bu yaklaşım, tipik olarak, edilgenliği dayatan ve daha daönemlisi geriye dönüp, hesap sorup, telafi etmenin koşullarının olmayacağının güçlü emarelerinin söz konusu olduğu, yani adamların zaten koparıcı ve bölücü olmayı göze alarak, hatta bir bakıma bunu teşvik de ederek, aleni bir tasfiye ve ele geçirme fiili içinde bulundukları bir gerçeklik içinde; karşı tarafa olabildiğince hareket serbestisi tanıyan bariz, “ortacı”/“merkezci” bir tutumdu. (…) 

 

Yaşanagelenler, şunu ta o günlerden kafamda netleştirmişti: Baş- ta Parti tüzüğü olmak üzere, “mutlak/kör disiplin” sonucuna vardıran mevcuttaki disiplin anlayışımızın, Parti içi sınıf mücadelesinin doğasına ve diyalektiğinin özüne uygun olacak şekilde yeniden formüle edilmesi kaçınılmazdır.

Örgüt-birey, yöneten-yönetilen, üst-ast ilişki diyalektiği, mutlak ve körlemesine itaat etme sonucunu doğuran döngüden çıkarılmak zorundadır.

 

 Çünkü bu döngü sınıf mücadelesinin doğasına uygun olma- yan, sınıf mücadelesinin dinamiklerini içten kötürümleştiren, “disiplin” kılıcıyla onları edilgenleştiren, kayıtsızlaştıran, bunu kanıksatıp ‘olağanlaştıran’; diğer bir kısmına ise alabildiğine serbesti tanıyan, adeta astığım astık, kestiğim kestik tutumlar içine girmelerine olanak tanıyan, keyfi ve bir nevi totaliter yönetim tarzlarının ortayaçıkmasını kolaylaştıran bir karakter taşımaktadır.

 

Parti ve devlet iktidarını ele geçirenlerin sonsuz ve ama özellikle de keyfi yönetim gücü edinmesinin önüne geçebilmek, ancak ki gerçek iktidar gücü ve yetkisinin tabanın ve kitlelerin elinde olmasıyla ve bunun sıkı denetim ve sınırlama mekanizmalarının oluşturulup işlevli kalınarak güvenceye alınmasıyla mümkün olabilecektir. 

Tarihin tecrübeleriyle biliyoruz ki dizginleri, hizmetinde olduklarının eline sıkı sıkıya verilmeyen “halkın hizmetkârı” azınlık yönetici zümre, “yönetici konum” da olmanın doğal, kendiliğinden döngüsü içinde, çok da kolay bir şekilde, hem de sandığımızdan da çok daha kolay bir şekilde, hizmetinde olduklarının “efendisi” haline gelmeleri önlenemeyecektir. 

 

Ve proletarya, kendi öncü örgütü içinde bir kez iktidarı yitirmeye başladı mıydı da devrim kervanının, emin adımlarla nihai hedefine doğru yol alması asla mümkün olamayacaktır. Devrim kervanının yola devam edebilmesi ancak ki devrimin öncü kurmay heyetinin tekrardan kazanılmasıyla, yani Parti iktidarının tekrardan komünistlerin eline geçmesiyle mümkün olabilecektir. Bunun için belki de tıpkı BPKD gibi, üst yapısal devrimler gerekecektir. Yani proletarya, kendi öncü kurmayı Partide yitirdiği iktidarını, şu veya bu şekilde ve ama elbette ki meşru zeminde kalarak, yeniden ele geçirmek zorundadır.

BPKD gibi muazzam bir mirası sahiplenen ve bunu proletarya diktatörlüğü sistemi altında sınıf mücadelesinin sürdürülmesinde ML teoriye yapılmış önemli teorik bir katkı olarak değerlendirenlerin kendi somutlarında sınıf mücadelesini böylesine mutlak kör itaat sonucunu doğuran bir disiplinin iç işleyişinin tutsağı yapmaları, kabul edilemez, ironik bir açmazdır. 

Her biri sınıf mücadelesinin doğrudan öznesi olması gereken komünist Parti üyelerinin böyle çok kolay ve oldukça yaygın ve yoğun bir şekilde “ben bilmez merkez bilir” yabancılaşması içinde hareket eder hale gelmeleri ve böylesine “ortacı”/“merkezci” bir oportünizme düşmeleri aslında tesadüfi ve bir ‘kişisel tercih’ meselesi değildir. Bunlar, daha ziyade, bir sürecin ortaya çıkardığı, şekillendirdiği sonuçlar olsa gerek.

 

Velhasıl o kış boyunca orada, Kontra Nihat’ın rezil bir piyonu durumuna düşmüş olan Ali Haydar, atını dilediğince koşturup durdu. Parti organı bileşenlerinin çoğunluğu, maalesef ki dönen dolapların, kurulan tuzakların ve kotarılmaya çalışılan darbenin ayırdında değillerdi. Bunlar, maalesef ki bildik o lanet malum; 

 

Ben bilmez merkez bilir, onlar ne derse o olur. ‘Emir demiri keser’ vari bir tevekkül içindeydiler.

 

Üst organ üyesi olan ve bu sıfatıyla da o kesitte partiyi temsil ettiği için, sorgusuz sualsiz inanıp güvendikleri “önder”lerinin dediklerini, adeta kutsal bir görevi yerine getirircesine bir itaatle, kabulleniyor ve gereğini de yerine getiriyorlardı. Öyle ki adeta, kazanılmış “hazır kıtalar” olarak rol oynuyorlardı. Ali Haydar da ‘sürü’ modundaki bu “çoğunluk”un kendisine kazandırdığı ‘demokrasi’ kisveli gücü, bizi sindirmenin bir aracı olarak kullanmakta ölçü tanımıyordu. “Dersim Dağlarında”PDF_E-Kitap.TIKLA_İndir

https://drive.google.com/file/d/1g-6loNdhjoyS1hqKIff3s1yla_D1MowL/view

 

 

Elektromanyetik_ Silahlar ve HAARP_____Bahar AŞCI


           

Tek bir insanın, burnunu bile kanatmadan tüm elektronik sistemleri devre dışı bırakarak, savaş kazandıracak elektromanyetik silahlar çok yakında adından sıkça bahsettirecek saldırı teknolojileri arasında yerini alacak. Yeni nesil savaş diye başladığımız serimizin bu üçüncü sayısında yer vereceğimiz elektromanyetik silahlar özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra silah ve uzay sanayinin ilgi alanı içine girmiştir.

Peki nedir bu elektro[1]manyetik silahlar ve nasıl doğmuştur?

İmha endüstrisinde ‘E-Bomb’ (elektronik bomba) olarak anılan bu silah radyo dalgalarını kullanarak hedef aldığı bölgedeki tüm elektronik sistemleri devre dışı bırakan ve ilk olarak Nicola Tesla1 tarafından düşünülmüş fakat yapımı gerçekleştirilememiş yeni nesil bir silahtır. Tesla’nın çalışmaları ölümünden sonra incelenmeye devam etmiş ve sistemi çalışılabilir hale getiren herşey 1962 yılında başlamıştır.

 O yıllarda atmosferin 30 km üstünde nükleer bomba denemesi yapan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), patlamanın neden olduğu gamma ışımasının 1200 km uzaklıktaki radyo istasyonlarını kullanılmaz hale getirdiğini fark edince çalışmalarının yönünü nükleer silahlardan bu alana çevirmiştir.

İstasyonlar 1 saniyeden daha az bir süre devre dışı kalsa da burada önemli olan, hiçbir insanın bundan zarar görmemiş olmasıydı. İnsan hayatının giderek önem kazandığı 21. yüzyılda devletler ordular için asker bulmakta zorlanırken, insansız teknolojiler ilginin artmasına sebep oldu.

Atom bombası ve nükleer bomba gibi bombaların kitlesel zararları, o dönemde, dikkatleri daha masum gibi görünen elektromanyetik dalgalara yoğunlaştırdı.

 

Hâl böyle olunca ABD’nin New Mexico eyaletindeki Kirtland Hava Üssü’nde konuyla ilgili pek çok çalışma baş[1]ladı. Zaman içinde de bu çalışmalar tüm dünyaya yayıldı ve ABD dışında Avrupa Norveç’te, Rusya ise Ukrayna ve Tacikistan’da benzer çalışmaları yapmaya devam etti. Ancak bunlardan en çok dikkat çekeni ve kamuoyunun tepkisine sebep olanı HAARP’tır

 (High Frequency Active Auroral Research Program – Yüksek Frekanslı Aktif Atmosfer Programı).

HAARP Nedir?

 Dünyanın en büyük ve en güçlü radyotransmiterlerinden (iletici) birini imal etme projesidir. Proje, Amerikan Hava ve Deniz Kuvvetleri tarafından ortaklaşa finanse edilmekte olup, 30 milyon dolarlık programı Alaska Üniversitesi yürütmektedir.

1993 yılında başlayan çalışmalar Alaska’da, Gakona Askeri Üssü yakınlarında gerçekleşmektedir. Resmi amacı iyonosferde araştırma yapmak olan projenin gerçekleşmesinde Amerikan şirketi rol oynamaktadır.

Dünyanın en büyük petrol şirketlerinden biri olan ARCO Power Technologies Incorporated (AP-TI)7 , pro[1]jenin inşaasına başlayan müteahhit şirkettir. Ardından, Haziran 1994’te ARCO, patentleri ve ikinci safha inşaa kontratlarını E-Systems’e satmıştır. E-Systems de genellikle istihbarat servislerine iş yapan, dünyadaki en büyük müteahhit şirketlerden biridir. Başta CIA olmak üzere savunma istihbarat örgütlerine iş yapmaktadır. Proje devam ederken E-Systems hisseleride yine dünyadaki önemli savunma müteahhitlerinden biri olan Raytheon tarafından satın alındı.

1994’te Raytheon, Fortune Dergisi ilk 500 listesinde 42. sıradaydı. Böylelikle projenin omurgası Raytheon oldu.

Amerikalı yetkililere göre projenin amacı; • Atmosferdeki termonükleer araçların elek[1]tromanyetik vuruşlarını değiştirmek, • Denizaltılarla haberleşmeyi kolaylaştırmak, • Radar sistemlerini geliştirmek, • Geniş bir alanda, Amerikan ordusu dışında tüm haberleşmeyi durdurmak,

 • Toprağın altını çok derinlere kadar incelemek, • Geniş alanlarda petrol, doğalgaz ve yeraltı kaynağı tespit etmek, • Hava saldırılarını havada etkisiz hale getirmektir. Ancak projenin karşıtlarından olan Prof. Dr. Gordon J.F. Mac Donald’a10 göre, elektromanyetik teknoloji daha fazlasını da yapabilir.

• İklimleri değiştirebilir, • Kutuplardaki buzulları eritebilir ya da yerinden oynatabilir, • Ozon tabakası ile oynayabilir, • Depremlere sebep olabilir, • Tsunamileri kontrol edebilir, • İnsan beynini kontrol altına alabilir, • Termonükleer patlamalara sebep olabilir.

Bu kaygıları ortadan kaldırmak içinse Amerikan Hava Kuvvetleri, iklim kontrolü amaçlayan “Spacecast 2020”11 projesi ile ilgili olarak “Çevreyi değiştirme teknikleri ile bir başka ülkeyi yok etmek ya da zarara uğratmak yasaktır” açıklamasını yapmıştır.

Özünde HAARP gizli bir proje değildir ve Pentagon, HAARP’ın varlığını inkar etmemektedir. Projenin internet sitesinde her türlü gelişme yayınlanıyor olsa da tepkiler, bir antinükleer aktivist olan Dennis Specht’in Nexus adlı dergiye HAARP konulu bir makale yazmasıyla başlamıştır. Specht’in ardından Dr. Nick Begich ve Jeane Manning de en kapsamlı araştırmayı yapıp çalışmalarını Angels Don’t Play This HAARP – Ad[1]vencis in Tesla Technology adlı kitapta sunmuşlardır.

Begich ve Manning tarafından yapılan araştırmalar, HAARP projesinin derinliklerine ışık tutmuştur.

Amerikan Hava Kuvvetleri dökümanlarında, insanın zihinsel eylemlerini manipule ederek değiştirme çabası içinde olan bir sistem geliştirildiğinin ortaya çıkması araştırmaların sonuçlarından biriydi.

 Bu teknolojiden de en çok Carter’ın eski ulusal güvenlik danışmanı olan Zbigniew Brzezinski ve Johnson’ın bilimsel danışmanı ve aynı zamanda UCLA’da Jeofizik profesörü olan J.F.Mac Donald bahsetmektedir.

Devamı var…

 2.Elektromanyetik Silahların Gelişimi

Elektromanyetik Silahların Gelişimi ABD uzayla, 2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ciddi bir biçimde ilgilenmeye başlamıştır. Bu derin ilginin nedeni, roket teknolojisinin başlangıcının -nükleer teknolojinin de eşliğiyle- bu dönemde ortaya çıkmasıdır. İlk çalışmalar sonucunda gürültü bombaları ve rehberli füzeler ortaya çıkmıştır.


Roket ve nükleer silah teknolojisi aynı zamanda, 1945-1963 yıları arasında gelişmiştir. Bu süre zarfında yeryüzünün üstünde ve altında şiddetli nükleer testler tecrübe edilip,14 iyonosfer ve stratosfer üzerine yapılan çalışmalar sonucu atmosferin bir parçası olan ve evrenden solar ve galaktik rüzgarlarla gelen protonlar, elektronlar ve alfa parçacıkları gibi yüklü parçacıkları tutarak dünyayı koruyan “Van Allen Belts15” (Van Allen Kemerleri) bulunmuştur.

Bu kemerler ABD’nin ilk uydu operasyonu -Explorer I- sırasında 1958’de keşfedilmiştir. Ağustos-Eylül 1958 arasında ABD, “Argus Projesi16” adı altında 3 nükleer bomba ve 2 de hidrojen bombası deneyi yapmıştır.

Bu projenin amacının, yüksek irtifadaki nükleer patlamaların elektromanyetik titreşim (EMP) nedeniyle radyo iletimlerine ve radar operasyonlarına etkisine değer biçmek, jeomanyetik alanlar ve onun içindeki yüklü parçacıkları daha iyi anlamak olduğu söylenmiştir.

 20 Ağustos 1961’de Amerikan ordusu iyonosferde bir “telekomünikasyon kalkanı” yaratmayı planlamıştır. Bu kalkan 3000 km yükseklikte kurulacaktı. Kalkanın iyonosferde kurulma sebebi manyetik fırtınaların ve güneş ışınlarının telekomünikasyona zarar verme ihtimaliydi.

 9 Temmuz 1962’de Pentagon “Project Starfish” (Starfish Projesi) adı altında iyonosferle ilgili bir dizi yeni deney yapmaya girişti. Bu deneyler alt Van Allen kemerine zarar verdiği için durduruldu.

1968’de “Solar Power Satellite Project (SPS- Solar Güç Uydusu Projesi) ile güneş enerjisiyle çalışan ve her biri, bir ada büyüklüğünde olan uydular üzerine çalışıldı.

1975’de fırlatılan “Saturn V Rocket” (Saturn 5 Roketi Projesi) atmosferde yandı. Bu yanma iyonosferde büyük bir delik açtı.18 1978’de SPS Projesi üzerine yeniden çalışılmaya başlandı.

 Bu dönemde antibalistik füzeler için uydu ışın silahları üzerine çalışıldı. Yüksek enerjili lazer ışınlarının bir “termal silah” olarak düşman füzelerini yok etmek için en uygun araç olduğu ileri sürüldü.

SPS aynı zamanda psikolojik ve insansız bir silahı da ifade etmekteydi. Lazer ışınları güç bataryaları bir SPS uydusundan diğer uydulara veya platformlara yayılabilecekti. SPS’in dünyanın herhangi bir yerindeki askeri operasyonda ihtiyaç olunan enerjiyi iletme kapasitesinden bahsedilmektedir.

Bunların dışında, gözetim ve erken uyarı sistemlerinde gelişmeler, düşman ordularının yayınını bozma ve iyonosferde fiziksel değişiklikler yaratma yeteneğine sahiptir.

1970’lerin sonlarında Pentagon, düşmana ait nükleer çevrede iletişimin radyo ve televizyon teknolojisinde kullanılan geleneksel yöntemlerle gerçekleştirilemediğini farketti.

1982’de bir komuta kontrol elektronik alt sistemi geliştirildi.

“Ground Wave Emergency Net-work (GWEN)” (Toprak Dalgası Acil Şebekesi ) denilen bu sistemle roketler monitörden izlenip kontrol edilebiliyordu.

 

Mart’13 • Sayı: 51 21. YÜZYIL [55]

‘E-Bomb’, radyo dalgalarını kullanarak hedef aldığı bölgedeki tüm elektronik sistemleri devre dışı bırakan yeni nesil bir silahtır.

………………………………

1981 yılında “Orbit Maneuvering System” (OMS)19 (Yörünge Manevra Sistemi) ile uzay mekikleri için SPS uzay platformları inşaası planlandı. NASA’nın ürettiği uzay mekiğinin iyonosfere enjekte ettiği gazların iyonosfere etkisi üzerine çalışıldı.

Deneyler sonucunda ABD iyonosferik delikler açabildiğini gördü.

1985 yılında yeni mekik deneyleri yapılmaya başlandı.

1980’lerde ABD yılda 500-600 civarinda roket fırlatıyordu. Bu sayı 1989’da zirveye (1500 adet) ulaştı. Bütün bu deneylerin atmosfere ciddi etkileri oldu.

1986’da, Çernobil faciasından hemen önce, ABD Mighty Oaks (Güçlü Meşeler) olarak bilinen Nevada’daki test bölgesinde hidrojen bombası deneyleri yapıyordu. Bu deneyler X ışınları ve parçacık ışını silahlarının geliştirilmesi programının bir parçasıydı.

 ABD 1991’de Körfez Savaşı sıra[1]sında elektromanyetik titreşim silahları (EMP) olarak adlandırılan silahlarını test etti.

 1993 yılında başlatılan HAARP projesi işte tüm bu deneylerin devamı ve Star Wars20 programının bir parçası durumundadır.

 

HAARP, Geri Dönüşü Olmayan Bir Yolculuğun Son Basamağı mı?

1970 yılının başlarında Z. Brzezinski, yavaş yavaş ortaya çıkacak, teknoloji bağımlı “daha kontrol edilebilir ve daha yönetilebilir bir toplum”u öngörmüştü. Bu topluma, oy kullananları etki altında bırakacak bir elit grup tarafından hükmedilecekti. Bu elit, halkın davranışlarını etkilemek ve toplumu yakın gözetim ve kontrol altında tutmak için son modern teknikleri kullanarak politik amaçlarına ulaşmada tereddüt etmeyecekti.

 Begich’e göre Brzezinski’nin tahminleri doğru çıktı. Bugün, söz konusu elit için birkaç yeni araç ortaya çıkmıştır. Araçları kullanma izni için politikalar zaten hazırdı.

 Ortadaki sorun ise şuydu:

Amerikan halkı nasıl yavaş yavaş kontrol edilebilir tekno topluma dönüşecek? Brzezinski, kitleleri ikna edebilmek için kademe taşları arasında, devam eden sosyal krizleri ve kitle medyasının kullanımını umut ediyordu. Aydınlar projeye karşı çıkarken Amerikan Kongresi’ne ait kayıtlar, iyonosfere gönderilen sinyallerle dünyaya nüfuz etmek için, HAARP’ın kullanımıyla meşgul olmaktaydı.

 

Bu sinyaller gezegenin içinden kilometrelerce derine bakarak, yeraltı askeri gereçlerinin, minerallerin ve tünellerin yerini bulmak için kullanılacaktı. Senato 1996’da sadece bu yeteneği geliştirmek için 15 milyon dolar ödenek ayırdı. Aydınların karşı olmasının sebebi ise sistemi çalıştıracak radyo dalgaları için gerekli olan frekansın, insanın zihinsel fonksiyonlarının tahribi için en çok zikredilen frekans dizisinin içinde olmasıydı. Ayrıca çalışma sadece insanlar için değil, hayvanlar için de zararlı olacaktı.

Balıkların ve vahşi hayvanların (ki kendi rotalarını bulmak için rahatsız edilmemiş enerji alanı üzerinde ilerlemeleri gerekmektedir) göç modelleri üzerinde pek derin etki etmesi muhtemeldi. Başta Dr. Nick Begich ve Jeane Manning’in araştırmaları olmak üzere tüm araştırmacıların çalışmaları, HAARP’ın pek de masum bir girişim olmadığının işaretlerini vermektedir.

Dünya ülkelerinin neredeyse yüzde 80’i küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda mücadele sağlamaya yönelik bir anlaşma olan Kyoto Protokolü’nü imzalarken ABD bu anlaşmayı onaylamamıştır.

Bu görüşlere göre HAARP tamamlandığı zaman ABD’nin elindeki muhtemel kabiliyetler şunlar olacaktır:

 - Atmosferi manipüle etmek,

 - Askeri ve güçlü bir silaha sahip olmak,

- Geniş kitlelerin düşüncelerinin ve ruhsal durumlarının kontrol edilmesini sağlamak,

 - Kendi komünikasyon sistemini geliştirip, istenilen ülkelerin sistemlerini çökertmek.

 ABD’nin bilimi, teknolojiyi ve bilim insanları nasıl kullana geldigi düşünülürse ve ortaya konan deliller göz önünde tutulursa yapılmak istenenlerin bunlar olmadığını söylemek çok da zor değil.

“Ard arda yapılan denemeler, bir taraftan yer istasyonları diğer taraftan uydu ve roket teknolojisi ile yapılan çalışmalar, 1991’de askeri maksatlar için kullanılabilir hale gelmiş miydi? ABD yüksek ve düşük frekans yaymak suretiyle kullanılan bu sistemi Irak’a karşı kullandı mı?”

gibi soruların cevapları kısmen yetkili çevreler tarafından verilmiş olmakla birlikte, olayın kapsamı konusunda tam bir açıklık mevcut değildir. Savunma konularında yayın yapan Defence News dergisi

13-19 Nisan 1992 tarihli sayısında elektron ışın jeneratörü Hermes II’nin Çöl Fırtınası harekâtında kullanıldığını yazdı. Dergiye göre, Hermes II ile gönderilen X ve gamma ışınları ile nükleer bomba patladığında ortaya çıkan ışık etkisi taklit edildi. Amerikan savunma çevreleri, bu cihazın atom bombasını taklit ederek Irak tarafını korkutmak ve psikolojik üstünlük sağlamak amacıyla kullanıldığını açıkladılar. 

İyonosferle alakalı projelerle ulaşılan pek çok imkan, doğuracağı korkunç sonuçlar sebebiyle kamuo[1]yuna açıklanabilir özellik taşımamaktadır. Bu sebeple kamuoyunda infial uyandırmayacağı tahmin edilen; “atom bombasının ışık etkisini taklit” gibi masum sayılabilecek bir hususun kamuoyuna açıklanması diğer güçlerin kullanılmadığı anlamına gelmemektedir. 

Tam tersine belki benzeri bir kısım olayları perdelemek için dikkatleri başka yöne çekmeye de yarayabilir. Irak Haberleşmesi Durdu; Amerikan Haberleşmesi Çalıştı İyonosfer üzerindeki çalışmaların, belli bir bölgedeki bütün haberleşmeyi durdurma, ama sadece Amerikan haberleşmesini sağlama imkanı verdiğini yazının başında belirtmiştik. Körfez Savaşı’nın özellikle kara harekâtının yapıldığı son döneminde, Irak haberleşmesinin tamamen durduğu ve ileri hatlarla cephe gerisi arasında hiçbir iletişim kurulamadığı biliniyor.

Amerikan haberleşmesi ise eksiksiz çalışmaya devam etti.

O sırada HAARP projesi henüz başlatılmamıştı ama Amerika’nın iyonosfer üzerinde benzeri çalışmaları mevcuttu. HAARP ve Rusya Rus Savunma Bakan Yardımcısı Orgeneral Vladimir Popovkin, Rusya’nın, uydu sistemleri kullanılarak düzenlenebilecek saldırılara karşı bir “anti-uydu” silahı geliştirdiğini açıkladı.

 Bu açıklama mevcut silahlanma yarışına dayanak olarak gösterilebilir. Popovkin’in yaptığı açıklamada, benzer silahların ABD tarafından da geliştirilmeye çalışıldığını ve denendiğini, Rusların bu silahının da ABD’nin yaptığı çalışmalara cevap olarak değerlendirilmesi gerektiğinde açıkladı.

Bu konu ile iligili bir hatırlatma yapmak gerekirse, Türkiye yakın zamanda Suriye’den kalkan sivil uçağı bir savunma sisteminin parçasını taşıdığı istihbaratını değerlendirmek üzere Ankara Esenboğa Havalimanı’na zorunlu olarak indirmişti. Bu uçakta Rusya’nın HAARP’ı olan SURA projesi27 için bir parça taşındığı akıllara gelebilir ama askeri makamlar tarafından herhangi bir açıklama yapılmadı.

Uçağın indirilmesinden yaklaşık 1 ay sonra, uçakta SA-6 GAINFUL olarak bilinen hava savunma sisteminin parçaları olduğu bilgisi basına yansıdı. Bu parçalar da Suriye envanterinde bulunan 36D6 TIN SHIELD ile P[1]35/37 BAR LOCK tipi radarların da içinde bulunduğu bir savunma sistemine dahildir.

İstihbarat ABD’ye aitti ve bu olaydan önce Suriye hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle bir jetimiz düşürülmüştü. Aslında önemli bir konu olmakla bir[1]likte her gündem gibi o olay da tarihteki yerini aldı.

HAARP’ın uçak düşürme kabiliyetinin SURA’da da olduğunu varsayarsak ve bu sistemin Suriye’de konuşlanmış olabileceğini düşünürsek, uçağımızın elektromanyetik bir silah tarafından vurulmuş ve neticesinde düşmüş olabileceği çıkarımına ulaşılabilir.

 

Bu konuda derinlemesine analiz yapmadığımız için şimdilik bu olayı bir senaryo gibi düşünebiliriz. Bu durumda kısaca SURA’dan da bahsetmek gerekir.

 Aslında ilk atmosfer araştırmaları merkezi Rusya’da Novgorod’da bulunan SURA’dır.

 Bu tesis ilk HAARP tesisi olarak 1980’den önce çalışmaya başlamıştır. 1946’da ABD iklim değişikliklerine sebebiyet verebilecek çalışmalar yapma düşüncesi içindeyken, Rusya da zaman içinde bu fikri geliştirmiş ve tesisi açmıştır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra proje finansman sıkıntısı çekmeye başlayıp durdurulmuştur.

2006’da tesisi tekrar çalıştırmaya başlayan Rusya, 2009’da da ABD’dekine benzer çalışmalar yapmaya başladıklarını resmen açıklamıştır.Böylece silahlanma yarışında varolduklarını bir kez daha kanıtlamış oldular. Sonuç Malum, Soğuk Savaş’tan sonra dünya tek kutuplu hale gelmişti. Ancak geçen yıllar ve dünya ülkelerinin teknolojik gelişmeleri ısrarlı takipleri sonucu insanlığın lehine olması gereken gelişmeler istemesek de aleyhine olmuştur. Yazıya HAARP çalışmasının bizlere en önemli armağanlarından biri olan ECHELON sistemini de yazarak son vereceğiz.

ECHELON; Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda, İngiltere ve ABD tarafından imzalanan UKUSA Anlaşması’na dayalı, istihbarat sinyalleri toplama ve analiz ağı işletimidir.

 Peki ne yapar bu sistem?

Tüm e-postalarımızı, sanal sohbetlerimizi, faks, teleks ve telefon haberleşmelerimizi izler. Atmosfer çalışmaları için kurulan radarlar nihayetinde mahremiyetimize el atmış ve yazışmalarımız, sohbetlerimiz devletlerin dinleme ağına takılır olmuştur.

Sistem nasıl çalışıyor?

Malum devletler, kendileri için risk oluşturabilecek ya da takip edilmesi gerekli diye düşündükleri görüşmeler ve yazışmalar için anahtar kelimeler belirlemişlerdir. Bu kelimeleri, sisteme tanımlanan sıklıkta, aynı görüşme içinde kullandığınızda takip edilmeye başlarsınız ve görüşmeleriniz yazılı bir liste şeklinde bu istihbaratı talep eden ilgili birimlere iletilir.

Biz bu sistem içinde miyiz? Maalesef evet.

O zaman listedeki kelimeleri de sizinle paylaşıp yazıyı sonlandıralım.

ABD, Amerika, psikolojik harp, batı, toplumla ilişkiler, harekat, Washington, askıya al, iptal, büyükelçi, savaş, başbakan, harp, muharebe, bölgesel çatışma, Milli Güvenlik Kurulu, PKK, etnik, radikal İslam, devlet, aşırı sol, derin devlet, seferberlik, gizli, meclis, alarm, TBMM, Genkur, çok gizli, kozmik, genelkurmay başkanı, milli, TSK, karşı, C4, Mossad, Jitem, KGB, içişleri, İsrail, dışişleri, Yahudi, Milli İstihbarat Teşkilatı, Musevi, cum[1]hurbaşkanı, MİT, ajan, eleman, personel, sui[1]kast, komplo, kaza süsü, teşkilat, Bush, Ladin, Kadek, bomba, Apo, Öcalan, Tayyip, Zapsu, vur, ölüm, öldür, Ermeni, Rum, patrik ve kon[1]solos30 kelimelerini görüşmelerinizde sıkça kul[1]lanıyorsanız özel görüşmeleriniz resmi makamlarda olabilir

KAYNAKLAR

* Dr., 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Başkan Yardımcısı, baharasci@gmail.com

1 Margaret Cheney, Tesla: Man out of Time, Prentice-Hall, Inc., Englewood Cliffs, NJ, 1981.

2 Margaret Cheney, Robert Uth, Tesla: Master of Lightning, Barnes & Noble Books, New York, 1999.

3 “Electromagnetic weapons” , The Economists, 15 Ekim 2011.

 4 http://www.kirtland.af.mil/afrl_rd/index.asp.

 5 http://www.haarp.alaska.edu/haarp/gen.html.

6 Atmosferin elektromanyetik dalgaları yansıtacak miktarda iyonların ve serbest elektronların bulunduğu 70 km ile 500 km’lik kısmıdır.

………..7 Gary Smith, ARCO, Eastlund and the Roots of HAARP, Earth Island Journal, Fall 94. 8 Patrick Bailey, Nancy Worthington, “History and Applications Of Haarp Technologies: The High Frequency Active Auroral Research Program”, Intersociety Energy Conversion Engineering Conference, The 32nd IECEC, July 27 - August 1, 1997. 9 Peter Schwartz, Doug Randall, “An Abrupt Climate Change Scenario and Its Implications for United States National Security”, October 2003. 10 MacDonald, “Climatic Consequences of Increased Carbon Dioxide in the Atmosphere”, David A. Berkowitz, Arthur M. Squires (Eds.) Power Generation and Environmental Change, Cambridge: MIT Press, 1971, ss 246-262. 11 Jay W. Kelley, “SPACECAST 2020 Final Report”, Vol.1, Defence Technical Information Center, June 1992. 12 http://www.haarp.alaska.edu, projenin internet sitesinin adresidir. 13 Dennis Specht, “HAARP: Vandalism In The Sky”, Nexus Magazine, Vol.3, No.1, 1995.

…………..14 Nick Begich, Jeane Manning, Angels Don‘t Play This Haarp: Advances in Tesla Technology, 1997, s.6. 15 http://spacemath.gsfc.nasa.gov. 16 Rosalie Bertell, Haarp Projesinin Arkaplanı, Eartpulse Press, 1999. 17 http://www.projectargus.eu/ . 18 Bertell, a.g.e.

…………19 http://science.ksc.nasa.gov/shuttle/technology/sts-newsref/sts-oms.html. 20 Bob Fitrakis, Rods from Gods: The Insanity of Star Wars, Free Press, 24 June 2004. 21 Bertell, a.g.e. 22 Zbigniew Brzezinski, Between Two Ages: America’s Role in the Technetronic Era, New York: Viking Press, 1970. 23 Begich, Manning , a.g.e. s.52

………….24 Michel Chossudovsky, “The Ultimate Weapon of Mass Destruction: “Owning the Weather” for Military Use”, www.globalresearch.ca, 27 September 2004. 25 Michel Chossudovsky, Washington’s New World Order Weapons Have the Ability to Trigger Climate Change, University of Ottawa Third World Resurgence, January 2001. 26 Simon Singh, The code book: the evolution of secrecy from Mary Queen of Scots to quantum cryptography, Doubleday & Co., New York, 1999

………..27 Yulia Mamina, “Russia Accused Of Artificially Generating Freak Hurricanes Over America”, http://rense.com/general69/rssdds.htm . 28 A.g.e. 29 http://www.haberciniz.biz/rusya-anti-uydu-silahi-gelistiriyor-601203h.htm . 30 Ali Kuzu, MİT, Mossad, CIA, Gladio Dünyanın En Büyük İstihbarat Servisleri, Bilge Karınca, 2007, s.46

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)