II.Bölüm:
Laz Nihat’ın başında
bulunduğu ekip, öylesine şuursuzca bir gözü kapalılıkla kontraya tabi hareket
etmekteydi ki düşünün, düşman operasyonlarının sürmekte olduğu bir arazide,
başta ben olmak üzere, kendilerinden yana tavır almayacaklarına kanaat
getirdikleri bir grup gerillayı silahsızlandırarak, öylece araziye terk etmeyi
bile göze alabildiler…
Neyse ki köylülerin de
yardımıyla, kısa sürede yoldaşlar gelip bizi buldu da silahsız savunmasız
durumumuz uzun sürmedi. Yoldaşlarla bu koşullardaki buluşmamız, tabiatıyla, çok farklı oldu. Çok çok farklı bir duygu yoğunluğuydu yaşanan… İsyan
yoldaş, bizimle buluşmaya gelen grubun en
önündeydi. Koşuştururcasına bir tempoyla geliyordu. Belliydi ki çok acelesi
vardı. Babasını ve diğer
yoldaşları bir an önce kucaklamak ve güvene
almak istiyordu.
Sıkıca kucaklaştık: “Duyduğumuzda
öyle çok korktuk ki yoldaş.
İnanılır gibi değil; sizi göz göre göre düşmanayem yapmak istemişler. Bu nasıl bir devrimciliktir Zeynel yoldaş?”
diyordu bir taraftan da.
Evet, ortada izahata muhtaç ve gerçekten de insanın insanlığını ve devrimciliğini sorgulatan bir
pratik sergilemişlerdi.
Partiyi bölüp parçaladıysanız ve de insanlar bir şekilde saf tutmak durumundaysa; bu, en
nihayetinde ideolojik-siyasi boyutlu
bir sorundur, değil mi? Kim, ne
adına Partiyi bölmüştüyse, bölmüştü; ancak, MK üyesi
de olan Lenko, Cem ve Pala
İsmail biliyorlardı ki ta 1. OPK’dan beri Zeynel, sıkı bir
markajla, tecritte tutuluyor ve Parti
içi gelişmeler kendisinden özenle saklandığı gibi; şu ‘bölünme’ kapsamında olup
bitenlerde de herhangi bir rolü bulunmamakta…
Öte yandan,
silahsızlandırılıp ortalığa öylece terk edilen diğer yedi gerillanın durumu ise, apayrı bir gerçeklik. Haydi
diyelim Zeynel’den umudunuz yok ve o, sizin karşı cephede
gördüklerinizin bir kadrosudur, peki ya diğerleri? Partiyi, şayet ideolojik-siyasi nedenlerle
böldüyseniz ve kendinizin
doğruluğuna ve haklılığına, öbür tarafın ise
oportünist-revizyonistliğine inanıyorsanız, vardığınız hüküm buysa; peki bu durumda insan nasıl olur da bu yedi
gerillayı, hiç olmazsa kazanma çabası
içinde olmaz? Yani hiç
olmazsa bu insanlara gelişmeler özetlenir ve kendilerinden yana tavır belirlemeleri istenir,
değil mi? Normal olan,
doğru olan davranış budur her haldeki.
Ama amacı tamamen
farklı olanların, bu ‘normal’ ve ‘doğru’nun
gereğince davranmayacakları da açık değil midir? Nitekim yapmadılar böyle bir şey. Bizim, en azından
devrimci veya halktan insanlar, dost güçler, halk saflarında insanlar olma gerçekliğimizi dahi yok sayarak; karşı-devrimci
bir tutum ve yaklaşımla, bizi silahsızlandırıp,
operasyon bölgesinde öylece savunmasız bırakıverdiler.
Haydi bir anlığına,
silahları, “Parti malı” diye aldıklarını varsayalım,
peki bu insanları öyle savunmasız, orta yerde bırakmak da neyin nesi oluyordu? Mesela
niye korumaları altında götürüp arkadaşlarının bulunduğu alana veya daha
güvenli yerlere bırakmıyorlardı?
Bu değerli kadrolara,
yılların devrimcisi arkadaşlara bu kadarını dahi yaptırmayan olgu neydi acaba? Halka ve devrimcilere karşı sorumluluk
duymanın, komünistler için ilkesel bir sorun olduğunu
bilmiyor olabilir miydi bu arkadaşlar? Haydi diyelim Laz Nihat kontra olduğu,
Ali Haydar ve diğer
bir-iki unsur, şuursuzlaşmış
piyonlar olduklarından ötürü bu
ilkeyi bile bile çiğniyor olsunlar; peki diğerlerinin aklı-yüreği ve sorumluluk bilincine, ilkelere
bağlılıklarına ne olmuştu?
“Disiplin gereği,
emir demiri keser” mi diyeceksiniz? Hayır, böylesi düz bir mantık ve koşulsuz, ‘mutlak disiplin
anlayışı’ olamaz, olmamalı da. Şayet “emir-demir” denklemindeki “demir”, bir ilkeyse ve şayet “emir”, meşruluğunu ilkelerden, genel strateji ve prensiplerimizden almıyorsa; o emir o demiri kesemez, kesmemelidir de!
İlkesel ve ilkelere göre meşru olanı buydu. Ama
ne yazık ki kendisine komünist diyen bu kadrolar, bu bilinç ve sorumluluktan fersah-fersah
uzaktaydılar.
Başımızda bulunan
Lenko, Cem ve Pala İsmail’e bu gerçeği anlatıp,
sorumlu davranmalarını istememe
rağmen; “Bu karar MK kararı;
maalesef yapabileceğimiz bir şey yok” diyebildiler tereddütsüzce.
Yani lafın özü şu ki bu yedi gerillaya, bu yedi devrimci insana, halktan bu
yedi insana karşı takınılan bu tutumun kendisi bile, yapılanın,
yapılmaya çalışılanın aslında tam olarak ne olduğunu ve neye ve kime hizmet
ettiğini gözler önüne seren çok çok önemli bir “ayrıntı”
idi.
Ve o sürecin yaşanan bu olguları somutunda bir kez daha acı bir şekilde görmüş
olduk ki aslında; “MK kararı,
bizi aşar, yapabileceğimiz bir şey yok” diyen Lenko, Cem ve Pala İsmail’i çok da fazla ayıplayıp kınamanın pek bir anlam ve gereği yoktu. Çünkü buradaki “kötülük”
ve “ihanet” her ne kadar da onlar üzerinden icra olunuyorduysa da aslında bu “kötülük”
ve “ihanet” o üç yiğit devrimcinin doğrudan kendi eseri
değildi. Buradaki bu
kötülük; o insanları, kötüyü,
“disiplin” adına yapmaya koşullayan, “örgüt disiplini” adınaonlara bunu yapmalarını “disiplin ilkesi” olarak
belletip buyuran anlayış ve bu
anlayışın oluşturduğu kültürel değerler toplamının bir şaheseriydi.
Evet, aslında o
insanlara bu (ve daha benzeri bir yığın) kusuru yaptıran, onları böyle
davranmaya koşullayan ana unsur, öğretilen, öğretile gelen ve tabulaştırılan “örgüt
disiplini” anlayışımızdaki “kör”, “mutlak” ve “koşulsuz”
disiplin olarak vücut bulan, kusurlu disiplin anlayışıydı.
Hiçbir koşula
bağlamaksızın, kayıtsız-koşulsuz bir şekilde; “eleştiri hakkı saklı olmak üzere, kişiler ve alt
organlar, üst organ ve kademelerin karar ve talimatlarını yerine getirmekle yükümlüdür” şeklinde özetlenebilecek bir
anlayışla insanlarınızı eğitir ve bunu bir “disiplin ilkesi”
olarak bellemelerini sağlarsanız; işte bu durumda o insanlara, saklı olan eleştiri haklarını daha sonra kullanmak dışında hiçbir se- çenek
bırakmamış, insanlarınızı, tipik
birer; “ben bilmez merkez bilir” diyen, bilinçli davranış yetisi esasen
elinden alınmış olan “robot insan”a çevirmiş olursunuz.
Burada mantıksal kurgu
şöyle şekillenir: Aslolan, kendini bağlı hissettiğin örgütünün çıkarlarının
gözetilmesidir. Örgüt çıkarlarının gözetilmesi, örgüt disiplini gereğince
davranma iradesinin gösterilme- sine ve buyrukların koşulsuzca, eksiksiz bir
şekilde yerine getirilme- sine bağlıdır.
Görüleceği gibi, bu “disiplin
anlayışı” mantığı, koşulsuz itaati ve gereğini eksiksiz bir şekilde yerine
getirmeyi öngörür. Eleştiri hakkının, sonra kullanılmak üzere saklı olması,
aslında bazı hallerde pek işlevsel bir karakter taşımaz. İstenmeyen kötü ve
ölümcül hataların önüne geçme iradesinin ortaya çıkmasına hizmet etmez. Sadece
her şey olup bittikten sonra, “benzeri şeylerin bir daha olmaması”
babında, dolaylı bir işlevi söz konusu olabiliyor ancak ki.
Aslında olması gereken
bu değil, şudur: Kişi ve alt organlar, üst organ ve kademe karar ve talimatları
karşısında işlevsel bir iradeye ve bunu kullanma hakkına sahip kılınmalıdırlar.
Kişi ve alt organlar, üst- ten gelen karar ve talimatları önce genel
ilkelerimiz kantarına, sonra örgütün kongre (veya konferans) gibi genel irade
kararlarına ve sonra da tüzük ve genel işleyiş normlarımız kantarına vurmalı,
bunlara uygunlukları üzerinden sorgulamalı ve karar ve talimatların yegâne
meşruiyetini burada aramalıdırlar. Bu meşruiyeti olmayan kararlara uyma değil,
uymama yükümlülüklerinin bulunduğu bilinciyle hareket etmeyi “örgüt
disiplini” olarak bellemelidirler.
Evet, insanlar bu
anlayış ve perspektifle yetiştirilmedikçe ve bu kültürel şekilleniş
yerleştirilmedikçe, istediğimiz kadar “bizim disiplin anlayışımız burjuva
disiplin anlayışından şöyle farklıdır, böyle güzeldir” deyip duralım, nihayetinde
ortaya, uygulamamayı “disiplinsizlik” addedip cezalandıran, “uygulama
seçeneği” dışında başka hiç- bir seçenek bırakmayan “kör” ve “mutlak
itaat” i öngören bir disiplin anlayışı ve pratiği çıkacaktır.
Ve neticede, “araç”
olarak addettiğimiz şeyler, kaçınılmaz bir şe- kilde, araç olmaktan çıkıp,
kendi başlarına gözetilmesi gereken esaslı amaçlara dönüşeceklerdir. Bu,
niyetlerden bağımsız, olgunun kendiliğinden doğuracağı ve de vardıracağı bir
sonuçtur.
Her şey, bağlı bulunulan grubun, şefin, partinin, devletin vb.nin o esnada ihtiyacını duyduğu şeyler üzerinden değer bulmaya başlar. İnsanlar, bilinçlerde yer edinen bu “kutsal”lık ve “meşruiyet” normlarınca davranmayı, amaca ve davaya en iyi hizmet olarak algılıyor olacağından; haliyle, ideolojik-teorik ilkelerimizin, genel anlayış normlarımızın ve iç işleyiş hukukunun çiğnenmiş olduğunu akıllarına dahi getiremeyebileceklerdir.
Getirseler bile, “üstün kararını uygulama
zorunluluğu”ndan ötürü, buna itiraz etme ve karşı durma meşruiyetine
kavuşturulmamış olduklarından; işlevli bir şeye dönüştürme iradesi
gösteremeyeceklerdir. Dolayısıyla da yürürlükte olan resmiyete göre, “Parti
disiplini”ne karşı meşruiyeti bulunmayan “doğru”ları hayata geçirme,
yanlışların önüne geçme gücü gösterme gerçeklikleri de söz konusu
olamayacaktır.
Açıktır ki gerek
Lenko ve Cem olsun gerekse
Pala İsmail olsun, bu arkadaşların her biri, biz sekizdevrimcinin düşmana yem olacak şekilde arazide öylece terk
edilmemizi buyuran kararı doğru
bulmuyor ve bunun ilkesel
bir yanlış olacağı konusunda nettiler. Bunu nerden biliyorum, çünkü itirazlarım karşısında
çaresiz ve mahcuptular.
Ama ne var ki yapabildikleri de bunun ötesine varamıyordu.
“Bu karar ilkelerimize
uygun değildir. Hiç kimsenin böyle bir karar alma yetkisi ve bunu
uygulatma hakkı olamaz.
İlkelerden meşruiyet almayan bu gayri-meşru kararı uygulamayız” diye itirazda
bulunmamışlardı. Üst karar vermiş, onlara da uygulamak düşerdi, mesele bu kadar
basit ve açıktı bu anlayış ve mantıkla şekillenenlere göre…
Evet, aynen
böyleydi, çünkü onlara,
ilkesel yanlışa ve meşru
olmayan karar ve talimatlara karşı, işlevli karşı çıkma ve ısrarla “doğru”yu
hayata geçirme anlayışıyla davranma meşruiyeti, bir disiplin olarak sunulmamış
olduğundan, çaresiz bir şekilde, anlayış olarak meşru olmayan ama “Parti
disiplini”nce verili anda ‘dokunulmazlık’ kazanmış olan yanlışı hayata
geçirmek zorunda kalıyorlardı.
Elbette üst organ ve
kademelerin kararları bağlayıcıdır, elbette talimatlara uyulacaktır ve elbette
bu bir disiplin ilkesidir. Bunlarsız örgüt ve örgütlü yaşam olmaz; ama bu karar
ve talimatlar yukarıda dile getirdiğimiz unsurlar üzerinden meşruiyete sahip
olmaları koşuluyla! Bu koşul aynı zamanda, üst organ ve kademelerin keyfiyetçiliğinin
de panzehiri olacak bir koşuldur. Ve bu koşul aynı zamanda, kolektif iradenin
yerini ve önceliğini güvenceye alabilecek bir koşul özelliğindedir de.
“Disiplin”
anlayışımızı, işte bu şekildeki koşullu diyalektiği üzerinden tanımlayıp, hukuksal meşruiyetine
dekavuşturup hâkim kılmadıkça; bir nevi, geleceğin “yeni tipte
insan” prototipi de sayılan örgütlü insanlarımız bu bilinç ve sorumlulukla
da donatılmadıkça, her şeyin geleceği ve güvencesi,
kaçınılmaz olarak Parti ‘iktidarı’nın (yani Parti önderliğinin) veya herhangi
bir ‘üst organ’ veya yetkili kişilerin keyfiyetine
tabi hale gelmiş olur. Ve birer “araç” olarak
addedilen şeyler, niyetlerden
bağımsız olarak, işte böylesine dizginsiz bir kudretle ve de kendiliğinden bir evrilişle “amaç”ın
önüne geçer ve onun
üzerinde belirleyici bir konum edinir.
Kişisel düşüncelerinde
bizi kuşkusuz ki halk saflarında ve nihayetinde
dost devrimci güçler olarak görüp değerlendirebilecek yetkinlikte olan bu üç
değerli devrimci kadro, ancak ne var ki “üst organ kararı” adı altında,
ilkesel bazda bir suça ortak olmak
dışında, başka hiçbir hukuksal meşruiyet dayanağına sahip değildi.
İlkelerin tartışılmaz meşruiyetini
baz alarak, dayatılan ilkesel yanlışa uymama “disiplinsizliğini”
gösterme bilinç ve sorumluluğuyla
donatılmadıkları için de ortaya, haliyle böylesi çaresiz ve mahcup hallere düşmüş insan
gerçeklikleri çıkar. Aslında ele alınıp
sorgulandığında görülecektir ki bu ‘gerçeklik’te, öznenin nesneye
yabancılaşmasının güçlü emareleri mayalanmaktadır.
“Bu nasıl iştir Zeynel
yoldaş?” diyen İsyan’a, o
esnada neyi nasıl izah edebilirdim ki?
“Çok da şaşırmamak lazım yoldaş. Oluyor bu tür anormallikler işte. Diyoruz ya ‘sınıf mücadelesi aslında en şiddetli biçimiyle Parti içinde yaşanır’ diye.
Bu, laf olsun beri gelsin diye söylenmiş, öylesine, boş bir laf değil ki. Saflarımızda da ‘yanlış’ ile ‘doğru’ kıyasıya bir mücadele içindedir. Bu özgülde yaşananları, ‘yanlışın’ geçici zaferi sayacaksın. Bir muharebeyi yitirmiş olmak, savaşı yitirmiş olmak anlamına gelmez.
Bu her şeyin sonu değildir yani. Doğrunun hâkimiyetini sağlamak ve yanlışı
bertaraf etmek için mücadeleyi daha bir kararlılıkla sürdürmek gerekiyor.
‘Doğru’nun iktidarı ve yurdu olması gereken parti saflarında, ‘yanlış’ nasıl
oluyor da bunca kolayca at oynatabiliyor ve muharebeler kazanma başarısı
gösterebiliyor? Üzerinde asıl durulması gereken mevzu budur İsyan yoldaş” demekle yetindim.