Kürt ulusal sorunu, yaşadığımız coğrafyanın
politik-pratiğinde de özel bir alanı temsil etmektedir. Burada kastımız,
çelişkiler üstü bir çelişki vb. icat etmek değil, doğrudan güncel politikadaki
ağırlığına, egemenlerin sistematik saldırılarının yoğunluğuna ve genel
demokrasi mücadelesi cephesinden kapladığı kilit role işaret etmektir.
Yaşadığımız coğrafyanın sosyo-ekonomik ve siyasal
gerçekliğini tüm içerik ve biçimlerde etkileyen Kürt ulusalsorunu, Türkiye
Devrimci Hareketi’nin (TDH) aktüel pratiğinin en çetrefilli alanını
oluşturmaktadır. Devrimci ve komünistlerin, parçası olduğumuz coğrafyada tarih
sahnesine çıktığı andan itibaren stratejik tespitlerde azımsanmayacak bir hacmi
kaplayan bu sorun; pratik konumlanışın aldığı tüm biçimlerde yeterli sonuçların
üretilemediği bir sınav olarak karşımızda durmaktadır. Bu temelde derinlikli
bir tartışmaya girmeden önce belirtmek gerekir ki, geniş anlamda TDH’nin tüm
kesimleri, sorun karşısında onu örgütleyen ve çözüm perspektifi sunan pratik
konumlanışın gerisinde kalmakta, ulusal sorunda Marksist yaklaşım konusunda
içine düşülen sağ (ya da şoven) pratikten teorik ve politik anlamda
kopamamaktadır.
Ulusal sorun özgülünde TDH açısından olguların somut
incelenmesi şeklindeki Marksist yöntem kaldırıldığı rafta ve toz altındadır.
Yazı özgülünde tartışmak istediğimiz konu tam da bu gerçekliğin teorik zemini, Ulusların Kendi Kaderlerini
Tayin Hakkı (UKKTH) genel teorisi karşısında TDH’nin nasıl konumlandığı ve son
süreçte TDH’nin gündemine giren Halkların Birleşik Devrim Hareketi (HBDH)
örgütlenmesi üzerinedir.
Yazı boyunca bu
temelde Marksizm’in ulusal sorunlar karşısındaki yaklaşım biçimini, UKKTH
şeklinde formüle edilen genel ilkenin pratikte ne gibi karşılıklara geldiğini
ve bu genel ilke ve tespitlerin (her genellemede olduğu gibi) güncel
politikanın alanında yaşadığı farklılaşma ile nasıl TDH’nin bütününe yayılan
şoven pratiğin kılıfı haline getirildiğini irdeleyeceğiz. Yine yazı özgülünde
Marksist ustaların ulusal soruna nasıl yaklaştığını görmeye çalışacak ve ülkemizde
süren Kürt ulusal mücadelesinin yarattığı mücadele birikim ve sonuçlarının
açığa çıkarttığı dinamikleri incelemeye çalışarak, ulusal sorunda Marksist
yaklaşımın hangi parametreler üzerinden kurulabileceğini ve günceldeki HBDH
örgütlenmesinin hem UKKTH ilkesi karşısındaki devrimci görevler açısından hem
de cephe ve ittifaklar stratejisi itibari ile hangi eksene oturduğunu
irdelemeye çalışacağız.
“Ekonomist” Marksizm: Şovenizmin koltuk değneği... Ulusal
sorun noktasında tartışmaya ve HBDH’nin üzerine oturduğu ekseni irdelemeye
geçmeden evvel konuya TDH’nin güncel pratiğine ve buna ruh veren teorik ve
politik kavrayışına dair bir değerlendirme ile başlayalım. Yaşadığımız
coğrafyada Kürt ulusalsorununun neredeyse 200 yıla yakın bir geçmişi
bulunmasına rağmen TDH içerisinde ilk nitelikli teorik tespitlerin 1970’li
yıllarda İbrahim Kaypakkaya’ya ait olduğu bilinmektedir. Hikmet Kıvılcımlı da
teorik yalpalamalariçerisinde -özellikle 1930’lu yıllardaKürt sorununa
değinmiştir ancak bu tezlerin tutarlı bir hattan uzak oluşu, ele alış itibari
ile devrimci bir stratejide bu sorunun nasıl konumlanacağını analiz etmeyişi ve
daha ileriki dönemlerde Kıvılcımlı’nın sosyal-şoven saflara iştirakinden ötürü
Marksist anlamda ulusalsorun ile ilgilenen ilk örnek İbrahim Kaypakkaya’dır ve
Kaypakkaya’nın mücadele içerisinde bulunduğu sosyo-politik koşullara göre ileri
tespitleri, aradan geçen 40 küsur yıla rağmen olduğu yerde kalmakta ve güncelle
geliştirilememektedir.
Bu temelde TDH’nin
ulusal sorun özgülündeki savunu ve pratiklerine baktığımızda, birkaç farklı
söylem ve politik çizgi olduğunu, ancak bunların bütünsel anlamda şoven
konumlanışın çeperini aşamadığını görüyoruz. Bu çizgilerin söylem bazında
taşıdıkları farklılığa rağmen soruna dair bilimsel incelemeler, saha araştırmaları,
tarih araştırmaları gibi enformasyondan ve bunların Marksist bilimle sınanması
sürecinden yoksunluğu bahse konu, şovenizmde konumlanışın kaynağına işaret
ediyor. Bahse konu çizgilerin esas itibari ile tek bir ayrıştırıcı etmen
üzerinden geliştiğini söylemek, tartışmanın bu aşamasında yeterli olacaktır. Bu
ayrıştırıcı Partizan/43 etmen, Kürdistan’ın
statüsüne dair tespitin bölgeye dair sömürge mi olduğu yoksa sadece siyasi
ilhak şeklindeki tanımın yeterli mi olduğu şeklindeki farklılık olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Bu bölümde, bu
çizgileri kısa değiniler şeklinde de olsa irdeleyecek, yazının ilerleyen
bölümlerinde ise bu tespit ve değerlendirme farkının ne şekilde geliştirilerek
bütünlüklü bir ulusalsorun tespitine ve stratejisine dönüştürülmesi gerektiğini
inceleyeceğiz. Tartışmaya Kürdistan’ın siyasal statüsünü sömürge şeklinde
tespit eden TDH öznelerini irdeleyerek başlayalım. Bu çizgi sahipleri pratik
alanda birkaç farklışekilde faal bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Ulusal Harekete
yönelik olarak, bölgenin tek gücü ve dinamiği gibi algılayan, doğallığında
bölgedeki devrimci süreci ona „havale“ eden ve kendi payını (yorum farkına göre
değişken şekilde) ya bölgede hiç bulunmayarak „dış destekçilik“ ya da bölgede
sadece Ulusal Hareketin politikalarına eklemlenmeyi esas alarak „içten
destekçilik“ şeklinde tezahür etmektedir.
Bu açık bir ilan olmamakla birlikte sosyal pratikten okunan
budur. Bu çizgi güncel pratikte Kürt ulusal sorununda diğer sosyalist
hareketlere göre daha ileri durmakla birlikte pratik alanda bu kulvarındakiler
o bölgede iş yapmayı, çalışma yürütmeyi „dostun bahçesine girmek“ şeklinde
görerek diğer kulvardakiler ise bölgedeki faaliyetinisadece ulusal harekete ve
onun sürecine katılım sağlamak şeklinde algılayıp komünist çizgiyi ve bölgenin
sınıfsal çelişkilerinin geleceğini örgütlemediği için kötürüm kalmaktadır. Aynı
çizginin düştüğü bir diğer handikap da ulusal sorun ve ulusal hareket
özgülündeki tanımları ve ulusal sorunda komünistlerin görevlerine dair
çıkarımlarıdır.
Bu temelde çizgisahiplerince
ulusal hareketlerin burjuva muhtevası görülmemekte, tarihsel gelişimin herhangi
bir aşamasında alabileceği biçimler, devrimcilerin böylesi bir durum karşısında
görevleri ile bölgenin güncelde var olan ve ulusalsorundaki gelişime göre biçim
alan sınıfsal çelişkileri pratikte gözardı edilmektedir. Bu çizgi sahipleri,
Kürdistan özgülünde ulusal baskının hedefi konusunda ezilen ulusun burjuvazisi
ile ezilen ulusun işçi ve emekçilerini aynılaştırmakta, doğallığında da ulusal
mücadelenin süreç ve biçimlere göre değişken şekilde öne çıkabilen burjuva
muhtevaya karşı kendi durdukları pozisyondan savunmasız kalmaktadır.
Ek olarak bu çizginin Rojava devrimine yönelik katılımı da
“enternasyonal dayanışma” çerçevesinde değerlendirmesi ise, kavramsal olarak
dışsal bir katılım içeriği taşımakta ve bu dışsallık çizginin ufkunun
sınırlarını belirlemektedir. TDH’nin ulusal soruna yönelik ele alışı
açısından bir diğer çizgi de, açıktan Türk egemen şovenizminin esiri olarak
ulusal sorunda üretilebilecek bir çözümü sadece Türkiye’deki sosyalist bir
devrime bağlı gören ve böylesi bir devrim olmadan ulusal sorunda “kesin(!)“
çözümün mümkün olamayacağından dem vuran “sol” söylemdir. Kürdistan’ın
siyasalstatüsüne dairilhak tespitini yeterli bulanlar esas itibari ile bu
kulvardadır.
Bu söylemin dogmatik temeldeki Marksizm’e ve UKKTH ilkesine
yönelik kavrayışı genel geçer söylemlerin ötesine taşmamakta, ulusal sorunda
demokratik haklar ve talepler için yürütülen mücadelenin açığa çıkarttığı
devrimci sonuçlar yeterli oranda görülememektedir. Bu yaklaşıma dair Lenin
Gelişen ‘’Emperyalist Ekonomizm’’ Eğilimi Üzerine adlı makalesinde “Şimdi yeni
bir ekonomizm doğuyor. Onun mantığı da benzer biçimde, iki sıçrayış üzerine
kuruludur: ‘Sağa doğru’ — biz ‘kendi kaderini tayin hakkına’ karşıyız (yani
ezilen halkların kurtuluşuna, toprak ilhaklarıyla savaşıma karşıyız — bu henüz
tam olarak düşünülmüş ya da açıkça belirtilmiş değildir). ‘Sola doğru’ —
biz,sosyalist devrimle ‘çatıştığı’ için, asgari programa karşıyız (yani reformlar
ve demokrasi için savaşım verilmesine karşıyız)” (Lenin, Ulusal ve Sömürgesel
Ulusal Sorun Üzerine, s. 396, İnter Yayınları) demektedir. Bu yaklaşımın
sosyal-şovenizmle hasbihal hali, Lenin’in üstteki tespitiyle “Sola doğru
ekonomizm” olarak adlandırdığı çizgi bahsettiğimiz yaklaşım açısından aynen
geçerlidir. Bu şekildeki yaklaşımı açıktan politikalaştıran TDH özneleri
açısından ise güncelde düşülen aralık ulusal hareketle ve bölgede ulusal
mücadele etrafına kitlenmiş milyonlarla derin bir mesafe olmakta, bu da bahse
konu özneleri güncelde sosyal şovenizmin yedeğine düşürmektedir. Bunun en somut
örneği olarak son süreçteki Rojava devrimine yaklaşım verilebilir.
Ezilen ulusun haklı
talebi karşısında kimi TDH öznelerinin Suriye gibi bir faşist devleti, on yıllarca
ezilen halklara baskı ve asimilasyon yürütmüş bir sömürü aygıtını
desteklediğini utançla görmekteyiz. Rojava devrimi konusunda olumlu tutum alan
bu kulvar öznelerinin ise son süreçteki Cizre, Nusaybin gibi direnişler
karşısında aynı tutumu sergilememiş olması, son kertede bölgedeki kitlelerin
sistemle çelişki yaşama şekline karşı tutumlarındaki handikapı göstermiştir.
Yine aynı çizgisahiplerinin Kürdistan’da ulusal baskının hedefi ve çelişkinin
yönü itibari ile ulusal baskının hedefini ayrıştırmakta, ezilen ulus
milliyetçiliğiPartizan/45 nin demokratik muhtevasını doğru tahlil etmeyerek
“ezilen ulusun halkı”nın çıkarları temasıyla ulusal baskı karşısında net konum
alamamaktadır. Kuşkusuz ki, bu denli açık bir kategorize tanım, konuyu bir
derece daha özele indirerek tartıştığımızda aykırısonuçlar çıkartılabilir.
Ancak,son kertede hiçbir „özel“ tanımın bu çerçeveden çok da uzaklaşamayacağını
ve üstte verdiğimiz çerçevenin tartışmayı belirli bir eksene oturtmak adına
yeterli olduğunu ifade edebiliriz.
Bu negatif tabloyu, yine son tahlilde ideolojik ve politik
yetersizlikle ve yine teorik kavrayıştaki problemle tanımlayabiliriz. Kürdistan
özgülünde, üstteki tespitlerden de okunacağı şekliyle, bahsettiğimiz ideolojik
hatanın temelini, Kürdistan’ın siyasal statüsüne dair tespitlere ruh veren
ekonomizm (ilerleyen bölümlerde bu tespiti açacağız) oluşturmaktadır. TDH’nin
bu konudaki ekonomizmi, bölgeye dair siyasal statüyü tespit ederken tek
yanlışekilde bölgenin sosyo-ekonomik ilişkilerine odaklanmasında ve politik
tespitlerin tarihsel incelemeler/bölgesel dinamikler gibi güncel referanslardan
değil Marksizm’e en dogmatik şekilde yaklaşarak elde edilen teorik sabitlerle
üretilmesinden oluşmaktadır. Bahsettiğimiz ikinci kısım, yani konu özgülündeki
Marksist kavrayış sorunu esas itibari ile birincisinin, yani bölgeye dair
tespitlerin tek başına sosyo-ekonomik yapı tanımlamaları ile yapılmaya
çalışılmasının da kaynağının teşkil etmektedir.
Bu temelde TDH öznelerinin bütünlüklü anlamda Marksizm’den
doğru şekilde beslenmediğini, ulusal sorun konusunda Marksist ustaların
yaklaşımlarını diyalektik bir biçimde incelemediğini, tüm bu yaklaşımları kendi
koşulları içerisinde ve yine tarihsel gelişmenin rotasına göre değişen/evrilen
karakterini doğru şekilde tahlil etmediğini, bunun yerine ise dogmatik
ezberleri, kendi koşulları içerisinde anlamı olan sözleri
değişmezilkelerşeklinde kavrayarak pratiği dogmatizme teslim ettiğini açıkça
ifade edebiliriz. Diyalektik, Dönüşüm ve Marks’tan Mao’ya Ulusal Sorun Konuyu
Kürdistan özgülünde UKKTH çerçevesindeki devrimci görevlerin nasıl ifa
edileceği ve günceldeki HBDH örgütlenmesi karşısındaki konumun nasıl olması
gerektiğine bağlamadan evvel, bahsettiğimiz dogmatizmi deşifre etmek ve TDH’nin
geneline sirayet eden ekonomizmi gün yüzüne çıkartmak adına sorunun Marksist
ustalarda nasıl konulduğuna bakmak ve UKKTH’na yönelik politik çıkarımların
dayanağı olan ulusal sorun tanımlarını irdelemek yerinde olacaktır. Derdimiz,
özellikle TDH bileşenlerinin Kürt ulusalsorunu çerçevesindeki dogmatik ve
ekonomist yaklaşımla hesaplaşmaktır.
Bu nedenle de, yazının
bu bölümü boyunca tercihimiz, UKKTH çerçevesindeki Marksist doğruları
tekrarlamak yerine, özellikle Marksizm’in ustalarının soruna ne bağlamda ve
hangi yöntemle yaklaştığını irdelemek, Marksist ustalar içerisindeki yaklaşım
farklarının nasıl Marksist bilimin gelişim rotası içerisinde anlam kazandığı
göstermek ve Kürt ulusal sorununa dair net ve tutarlı bir tespitin olanaklarını
aramak şeklinde olacaktır. 666 Marksizm, dünyayı anlamanın ve dönüştürmenin
bilimi olarak, sosyal pratiğin imbiğinden süzülür. Marks’ın Feuerbach üzerine
tezlerinden 11.si olan „Filozoflar dünyayı anlamakla yetindiler, aslolan
değiştirmektir“ sözü bahsettiğimiz pratik karakteri vurguladığı kadar,
Marksizm’in sosyal pratiğin rotasına ve toplumsal gelişmenin durumuna göre
değişik biçimler alabileceğine de işaret eder.
Bu somut gerçeklik, Marksizm’e dair tüm kategorilerde
geçerlidir. Marksizm’e bu niteliği katan diyalektik yöntem ile ilgili olarak
Engels’in „diyalektik felsefe karşısında kesin, mutlak, kutsal hiçbir şey
varlığını sürdürmez; bu felsefe herşeyin dayanıksızlığını, ve herşeydeki
dayanıksızlığı gösterir, ve onun karşısında, kesintisiz olmak ve yok olmak
sürecinden, daha aşağıdakinden daha yukarıdakine sonsuz çıkış sürecinden başka
hiçbir şey yürürlükte kalamaz, o kendisi de bu sürecin düşünen beyindeki
yansısından başka birşey değildir. Şurası da doğrudur ki, onun bir de tutucu
yani vardır, o, bilginin ve toplumun gelişmesinin belli aşamalarının kendi
çağlarına ve kendi koşullarına göre meşruluğunu kabul eder; ama daha ileri
gitmez. Bu görüş tarzının tutuculuğu görelidir, onun devrimci niteliği ise
mutlaktır — zaten hüküm sürmesine izin verdiği tek mutlak olan da budur.“
(Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Eriş Yayınları, s. 15)
sözleri, bahsettiğimiz dönüşebilme yetisi noktasında açıklayıcıdır.
Tarihsel ve toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasına
tekabül eden uluslaşma süreci ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan ulusal
sorunlar konusuna yönelik de Marksizm’e dair somut gerçeklik, tam da bu
diyalektik yöntemin kattığı karakter ile tanımlanabilir. Marksizm’in kurucu
önderleri Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao’nun ulusal sorunlar karşısındaki
konumlanışları da bu diyalektik karakter ışığında açıklanabilir ve Marksizm’in
genel gerçekleri ile tutarlılık bağı kurulabilir. Marks-Engels ve Ulusal Sorun
Bilimsel sosyalizmin kurucu ustaları Marks ve Engels’te ulusal sorun, net
çizgiPartizan/47 lerle belirlenmiş bir teorik alan olarak ele alınmamakla beraber,
bu iki usta, parçası oldukları dönem itibari ile verili tarihsel-toplumsal
koşullarda kavranması gereken bir konu olarak bu sorunla uğraşmışlardır. Marks
ve Engels’in konu özgülündeki üretimi ve değerlendirmeleri, ulusal taleplerin
Avrupa proletaryasının genel çıkarları karşısındaki konumlanışı ile
ölçümlenerek ve desteklenebilirliği yine proletaryanın genel çıkarlarına hizmet
edip etmediği ile belirlenmektedir.
Özellikle Marks’ın bu konu çerçevesindeki üretimi, belirli
gündemlere dair politik yazılar olmakta, geniş teorik incelemeler ise Marks’ın
yazınında bulunmamaktadır. Bu yazın çerçevesinde Marks ve Engels’in yaklaşımını
değerlendirecek olursak, onların ulusalsorun konusundaki yaklaşımında dönemsel
bazı değişikliklerin olduğunu ve günümüzden bakıldığında ise daha ekonomik
indirgemeciliğe kapı aralayan bir yaklaşımı barındırdığı görülecektir. Ancak,
burada Marks’ın konu özgülündeki yazılarına dair bazı çevrelerce yapılan bu
ekonomik indirgemecilik tespiti, bütünlüklü bir politik hatayı değil, Marks’ın
yaşadığı ve üretimde bulunduğu siyasal ve toplumsal koşulların
çerçevelendirdiği bir toplumsal gerçekliği temsil etmektedir. Şöyle ki,
Marks’ın konu özgülündeki yazını büyük oranda belli başlı gelişmeleri
içermekte, İrlanda sorunu, Güney Slavlar sorunu, Polonya sorunu, Cezayir sorunu
vb. gelişmeler üzerinden üretilmektedir. Marks ve Engels’in toplumsal
mücadeleye katılım sağladığı koşullar, burjuva sömürü biçimlerinin emperyalizm
aşamasına ulaşmadığı, burjuva ulus devletlerin ve modern ulusinşasının toplumsal
gelişim adına pozitif etkiler doğurduğu koşullardır. Marks ve Engels parçası
bulundukları koşulların içerisinde üretmişler,sosyal pratiğin beklenen
sonuçları doğurmadığı koşullarda ise diyalektik gelişim içerisinde fikirlerini
dönüştürmüşlerdir. İrlanda sorunu üzerinden sürdürdükleri tartışma buna
örnektir.
Genel hatları ile Marks ve Engels’in ekonomik indirgemecilik
eleştirisine kapı aralayan tespiti tarihsel uluslar ve tarihsel olmayan uluslar
formülasyonu ile ilintilidir. Bu formülasyon, esasitibari ile modern
ulustanımının ve ulus-devletler olgusunun kapitalizmi geliştirici ve burjuvazi
ile proletarya arasındakisınıf mücadelesini keskinleştirici özelliğine dayanır.
Bu temelde Marks ve Engels Polonya ve İrlanda’nın bağımsız devlet kurma hakkını
hararetle savunurken aynı şeyi Çekler, Slavlar, Meksikalılar vb. için
savunmamıştır. Marks ve Engels’in bu yaklaşımını özetlemek adına Ephraim
Nimni’nin “Marks ve Engels’in çalışmalarında ‘milliyetler’ kendi devletlerini
kurarak (PoPartizan/48 lonya, İrlanda) ‘ulus’ haline gelecektir ya da ulusal
bir devleti kurma yeteneğine sahip olmayan, ‘tarihsel canlılığı’ bulunmayan
ulusal topluluklar, ‘tarihsiz halklar’ (geschichtslosen Völker) olarak
kalacaktır.
Marks ve Engelsiçin aslında bu ‘tarihsel olmayan milliyetler’
kapitalist üretim tarzına uyum sağlama yeteneğini göstermemeleri yüzünden içsel
olarak gericidir. Bunun nedeni bu toplulukların yıkımdan kurtulmalarını
önlemenin tek garantisinin eski düzenin korunması oluşudur, dolayısıyla yok
olmaktan kurtulmak için gerici olmak zorundadırlar” (Ephraim Nimni, Marks,
Engels ve Ulusal Sorun, Dünya Solu Dergisi, s. 40, sayı: 7, 1991) sözleri
tariflenen çerçeveyi özetler niteliktedir. Özellikle Engels’de belirginleşen bu
ifade ve yaklaşımın politik bir hatayı temsil etmemesi ise, bahse konu tanımın
esas itibari ile dönemin verili toplumsal koşulları ile ilintili ve politik bir
gelişmenin karşısındaki konumlanışla alakalı oluşundandır. Örneğin Engels,
Slavlarla (özelde Çeklerle) ilgili değerlendirmeyi 1848 devrimcisüreci karşısındaki
pozisyonları ve aldıkları politik tutumla ilgili olarak yapmıştır. 1848
devrimcisürecinde uluslaşma sürecini görece tamamlayan uluslar(konu özgülünde
Slavlar) pratik konumlanışlarını, (Almanya ve Fransa’dakinin proletaryanın
aksine) Çarlık monarşisinden yana belirlemişler, gelişebilecek bir Avrupa
Devrimi ihtimaline karşı monarşiden yana tutum almışlardır. Bu durum
onları,sürecin tarihselliği itibari ile gerici kamplara itmiş ve ulusal
taleplerini genel anlamda Avrupa proletaryasının çıkarlarının karşısına
konumlandırmıştır. Bu temelde ise tarih karşısında gerici bir rol
üstlenmişlerdir.
Yine Bedeviler, Meksika Savaşı vb akla gelebilecek
değerlendirmelerin özü ise ulus devletlerin ve modern uluslaşmanın kapitalizmi
geliştirici rolü ve proleter sınıf hareketi için açığa çıkarttığı koşulların,
yine tarihin gelişimine sundukları alanın olumlamasıdır. Gelgelelim, Marks ve
Engels’in yazını, genel olarak bu hatta ilerlemekle beraber, bunun da statik ve
katı bir içerikte durduğu savunulamaz. Örneğin Marks, erken dönemlerinde
İrlanda’nın İngiltere’den ayrılamayacağını ve İrlanda proletaryasının
kurtuluşunun İngiliz proletaryasının eylemine bağılı olduğunu düşünürken daha
ilerleyen yıllarda ise “Uzun yıllar İrlanda sorunu üzerine çalıştıktan sonra, o
sonuca vardım ki, İngiliz egemen sınıflarına kesin darbe (ve bu, tüm dünyadaki
işçi hareketleri için de belirleyici olacaktır) İngiltere’de değil yalnızca
İrlanda’da vurulabilir. (…)İngiltere, sermayenin metropolü, şimdiye dek dünya
pazarını yöneten güç, günümüzde işçi devrimi açısından en önemli ülkedir;
dahası, bu devrimin maddi koşullarının belirli bir Partizan/49
Partizan/50 olgunluk derecesine ulaştığı tek ülkedir. Dolayısıyla,
Uluslararası Emekçiler Derneği, her şeyden önce İngiltere’deki toplumsal
devrimi çabuklaştırmayı amaçlar. Çabuklaştırmanın tek aracı da İrlanda’yı
bağımsız yapmaktır.
Öyleyse Enternasyonal’in ödevi İngiltere ile İrlanda
arasındaki çatışmayı her yerde öne çıkartmak ve her yerde, açıkça İrlanda’dan
yana olmaktır. Londra’daki Merkez Konseyin özel görevi İngilizişçisınıfında,
İrlanda ulusal kurtuluşunun, onlar için sosyal adalet ve insancıl duygular
sorunu olmadığı ama kendi toplumsal kurtuluşlarının ilk koşulu olduğu bilincini
yaratmaktır.
” (Marks’tan Sigfried Meyer ve August Vogt’a mektup, 9 Nisan
1870, Marks-Engels Seçme Yazışmalar Cilt 2, Sol Yayınları, s. 15) demektedir.
Burada göstermeye çalıştığımız şey,sadece bir fikirsel
değişim ya da sosyal hareketin karşısında bir teorik dönüşüm değil aynı zamanda
Lenin’de daha da belirginleşen bir çizginin, “Her iki ülke proletaryasının
yüksek çıkarları için” UKKTH’nı tanımak şeklinde kavramsallaşan Marksist
ilkenin de temellerine işaret etmektir. Lenin ve Ulusal Sorun Bir bütün
Marksist gelenek açısından bakıldığı zaman ulusal sorun ve UKKTH meselesindeki
en ileri noktayı, teorinin zirvesini yoldaş Lenin temsil etmektedir. Bu
gerçeklik, onun hem 2. Enternasyonal önderlerinin 1. Emperyalist Paylaşım
Savaşı sürecindeki şovenist tutumlarına yönelik yürüttüğü ideolojik
mücadeledeki üretiminden hem de yaşadığımız sürecin evrensel gerçekliği olan,
kapitalist sömürü biçiminin ulaştığı emperyalizm aşamasına ve onun koşullarına
yönelik çözümlemesinden ileri gelmektedir.
Lenin, UKKTH genel
ilkesi karşısındaki konumlanışı ve bu genel ilkeyi ele alış şekline girişmeden
evvel, Marks ve Engels’in ulusalsorun özgülündeki tutumu ile arasındaki
“farklılaşma” ile ilgili belirli noktaların altını çizmekte fayda var. Zira bu
“farklılaşma”ya işaret etmek aynı zamanda özdeşlik noktalarını göstermek ve
Lenin’in Marksist tutumunu tarifleyerek teorik alanda yarattığı gelişimi
belirginleştirmek açısından da işlevli olacaktır. Bu temelde Horace B. Davis’in
“Lenin, Marx ve Engels’in 1848’de oynadıkları gerici rol nedeniyle Çeklerin
mahkum edilmeleri gerektiği şeklindeki yargılarını onayladı, ancak genelde
Güney Slavları ve daha sonraki dönemde Çekler hakkında olumsuz yargılara
varmaktan kaçındı. (...) Lenin, ne Engels’in Cezayir konusunda aldığı ilk
tavrın ne de Engels ve Marx’ın 1847 Meksika Savaşı sırasında aldıkları tavrın
savunmasını yaptı. Birincisini hiçbir zaman tartışmadı; Partizan/51 ikincisi
ile ilgili olarak, Marx ve Engels için söyleyebildiği en iyi şey, görüşlerini
değiştirmiş oldukları idi” (Horace B. Davis, İşçi Hareketi Marksizm ve Ulusal
Sorun, Çev.: Yavuz Alogan, İstanbul 1994, Belge Yayınları, s.197) sözlerini bu
farklılaşmanın görüngülerini sunmak açısından anlamlı örnekler olarak
gösterebiliriz. Bahse konu farklılaşma, esas itibari ile diyalektiğin genel
yasaları ile anlaşılabilir ve öz itibari ile odaklanılan şeyin, işçi sınıfının
yüksek çıkarları ve sınıf devrimi olduğu, bu anlamda işlev kazandıkları alanın
aynı olduğu görülebilir.
Lenin, Marks ve
Engels’in verili tarihsel koşullardaki tespitleri ile ilgili olarak, “Marx’ın,
bazı halkların (örneğin 1848’de Çeklerin) ulusal hareketlerine karşı çıkmış
olmasının, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının Marksist açıdan tanınması
gerektiği iddiasını çürüttüğü sık sık ilerisürülmektedir (örneğin son
zamanlarda Alman şovenisti Lensch...). Fakat bu yanlıştır, çünkü 1848’de
ulusları «gerici» ve demokratik devrimci olarak birbirinden ayırmak için tarihi
ve siyasi nedenler vardı.
Marx gericilere karşı çıkarken ve demokratik ulusların
yanında yer alırken haklı idi. Ulusların kaderlerini tayin hakkı, demokrasinin istemlerinden
biridir ve elbette ki onun genel çıkarlarına, demokrasinin genel çıkarlarına
bağlı olmalıdır. 1848’de ve izleyen yıllarda da demokrasinin genel çıkarları
her şeyden önce Çarlığa karşı mücadeleden ibaretti.” (Lenin, Sosyalist Devrim
ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı –Tezler, UKKTH içinde, s. 150 dipnot)
şeklindeki görüşleri, esasitibari ile Lenin’in olguları kendi dönemleri itibari
ile kavrayan ve ondan dersler çıkartan yöntemine delalet ve aynı zamanda,
Lenin’in öncülleri Marks ve Engels’in Ulusal Sorun karşısındaki konumlanışları
ile kurduğu ilişkiyi görmek açısından da somut bir örnektir. Bu bakımdan,
Lenin’in görüşlerinin Marks ve Engels ile var olan “farklılaşma”sının özitibari
ile, Lenin’in içerisinde bulunduğu koşullar ve emperyalizm olgusu ile ilintili
olduğunu ifade etmemiz gerekmektedir. Göstermek istediğimiz şey, Lenin’in diğer
Marksist ustalara göre ileriliğinin kaynağında, onlardan yöntem olarak kopması
değil, onlarla başkaca koşulların içerisinden üretimde bulunmasıdır ve bu olgu
diyalektik anlamda maddenin bilinçle, olguların olaylarla kurduğu ilişki
bakımından da doğrudur.
Lenin’in (öncülleri Marks ve Engels’e göre) ulusal sorun
karşısındaki konumlanışını değerlendirirken, ekonomik tahlilin belirleyici bir
temel olduğunu, ancak bu tahlil temelinde başkaca politik saiklerin daha fazla
devreye girdiğinin altı çizilmelidir. Burada kastımız, kapitalizmin serbest
rekabetsürecini aşarak emperyalist sömürünün pazar ilişkilerine getirdiği boyut
ile bu temelde ulusal kurtuluş hareketlerinin bu emperyalistzincir içerisinde,
büyük kapitalist devletleri zayıflatıcı rolünün perçinlenmesidir. Yine,
emperyalist ülkelerdeki proletarya ile sömürge ülkelerdeki proletaryanın
arasına giren şovenizm zehrinin, nasıl enternasyonal proletarya hareketini
parçaladığını Lenin, özellikle 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde
görmüştür.
Lenin’in ulusal sorun
karşısındaki konumlanışını ve UKKTH ilkesini ele alışını birbirleri ile
temelden ilişkili iki başlık üzerinden irdelemek yerinde olacaktır. Bunlar,
Lenin’in emperyalizm çözümlemesi temelinde soruna nasıl yaklaştığı ile yine bu
çözümleme ile temelden ilişkili olarak 2. Enternasyonal önderlerinin 1.
Emperyalist Paylaşım Savaşı karşısındaki tutumları ile yürüttüğü ideolojik
mücadeledir. Lenin, öncülleri Marks ve Engels’ten farklı olarak başkaca
koşulların, kapitalist pazarların, kapitalizmin gelişim doğasında bulunan şekli
ile, merkezileştiği, dünyanın evrensel bir pazar haline geldiği emperyalizm
koşullarının içerisinden üretimde bulunmuştur.
Emperyalizm koşullarında artık söz konusu olan, demokrasiden
ya da gericilikten yana olan uluslar değil, emperyalist büyük devletler ve
onların sömürü politikalarına karşı takınılacak tutumdur. Bu temelde
Lenin,sömürge ülkelerdeki ulusal hareketlerin,sömüren ülkeyi gerilettiğini,
emperyalist halkaya zarar verdiğini ve bunun hem sömüren ülkelerdeki proleterler
için avantajlı koşullar yarattığını hem de emperyalizm koşullarında sömürülen
ülkelerin proletaryası ile sömüren ülkenin proletaryası arasındaki düşmanlığı
gerilettiğini, yani proletarya enternasyonalizmine hizmet ettiğin ortaya koyar.
Ancak Lenin bu noktada UKKTH’nı ise mutlak bir ilke olarak el almamıştır. O,
tıpkı öncülleri Marks ve Engels gibi,soruna işçisınıfının devrimci çıkarları
temelinde yaklaşmış, “Ulusların kaderlerini tayin hakkı dahil, demokrasinin
çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar, dünya demokratik hareketinin
(bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır.
Bazı somut durumlarda, parçanın, bütünü ile çelişkiye
düşmesi mümkündür; o zaman parça atılır. Bir ülkedeki cumhuriyetçi hareket bir
başka ülkenin entrikalarının aleti olabilir ve bu işe kilise, mali çevreler ya
da kralcılar katılabilir; biz o zaman, bu somut hareketi desteklememekle
görevliyiz ama bu bahane ile uluslararası sosyal-demokrasinin programından
cumhuriyet sloganını silmek gülünç olur” sözlerinin de gösterdiğişekli ile,
ulusların kendi kaderlerini tayini ile bu hakkın tanınması arasındaki teorik
ayrımı ve buna hangi temelde yaklaşılması gerektiğini de ifade etmiştir.
Partizan/52
Lenin’in ulusalsorun
çerçevesindeki üretimini,sadece bu çerçeve içerisinde açıklamak ise Lenin’i
eksik bırakmak anlamına gelecektir. Lenin’in üstte bahsettiğimiz soyut tahlili,
esas itibari ile onun 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı boyunca aldığı tutum ve 2.
Enternasyonal önderlerinin bu savaş karşısındaki oportünizmi ile yürüttüğü
mücadelede somutlanmaktadır. Burada, özellikle 2. Enternasyonal kapsamındaki
teorik tartışmalara ve tarihsel anlatısına bütünlüklü birşekilde girmeyeceğiz,
ancak Lenin’in bahse konu ideolojik mücadelelerdeki tutumunu aktarmak adına belirli
başlıklar altındaki değerlendirmelerini aktarmakla yetineceğiz.
Lenin’in bazı teorik meseleler karşısındaki görüşleri 2.
Enternasyonal önderlerinin 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı karşısındaki, parçası
oldukları ülkelerden yana tutum alan pozisyonları, hakeza benzer dönemlere
takabül eden Rosa Lüxemburg’un Polonya’nın bağımsızlığı sorunu karşısındaki
tutumu ile Otto Bauer ve Karl Renner’in kültürel-ulusal özerklik fikri bu
kapsamda tartışılması gereken ve UKKTH’nın Leninist anlamda uygulanmasını reddeden
politik fikirler olarak sayılabilir. Kısaca değinmek gerekirse, 2.
Enternasyonal önderlerinin savaş karşısındaki yaklaşımının özünü ekonomizm
teşkil etmektedir.
Emperyalist ülkelerin dünya pazarını paylaşımı esasına
dayanan savaşta 2. Enternasyonal büyük oranda proletaryayı kendi ülkelerinden
yana tavır almaya çağırmış, bunu ise kendi kaderini tayin etme şeklinde
yorumlamıştır (Örn: Kautsky). Bu yaklaşım özü itibari ile savaşın emperyalist
sömürü karakterini görmemekte, her ülke proleterlerinin, kendi ülkelerinin
emperyal hedeflerine karşı konumlanışını ve keza sömürge ülkelerdeki direnişin
egemen sınıflarısarsarak devrime olanak tanıyan karakterini hasır altı
etmektedir. Rosa Lüxemburg’un Polonya’nın bağımsızlığı ile ilgili fikirleri de
yine benzeri bir temele dayanmaktadır. Lüxemburg, Polonya’nın bağımsızlığını
gereksiz bulmakta ve Polonya’nın Rusya ile kaynaşmış-bütünleşmiş halini
ilerisürerek kendi hedeflerinin “Rusya içinde özerklik” olması gerektiğini ve
Rusya’nın bütünündeki devrim için çabalamaları gerektiğini iddia etmekteydi. Bu
fikrin temel hatası, Lüxemburg’un “Polonya’nın ekonomik olarak Rusya’ya
bağlılığı ve politik olarak Rusya’dan bağımsız olamayacağı fikri” de yine
benzeri bir ekonomist içeriği taşımaktadır. Hakeza Lüxemburg, ulusal hareketlerin
(Polonya özgülünde) Çarlığa karşı taşıdığı devrimci potansiyeli kavrayamadığı
gibi, ulusal kurtuluşun sadece küçük-burjuvazinin değil proletarya da dahil bir
bütün yığınların talebi Partizan53 olduğunu ve
UKKTH’nın tanınmasının ezen ve ezilen ülke proleterlerinin tek dayanışma silahı
olduğunu da kavramadı.
Buna ek olarak Lenin,
onun yöntemini, belirli bir özgül durumu genelleştirme çabası olarak niteleyip
bu yöntemin sadece Polonya’ya değil ezilen bütün küçük uluslara da bağımsızlık
hakkı tanımaması noktasında eleştirmişti. Otto Bauer ve Karl Renner’in
kültürel-ulusal özerklik fikri ise, Avusturya Marksistlerinin kabul ettiği
içeriği ile UKKTH’nı yani ezilen bağımlı ulusların ayrılma hakkının yerine
onlarısınırların ve bölgelerin işlevsizleştiği bir belirsiz aralıkta kültürel
ve ulus temelinde özerk olabilecekleri (ancak bağımsız devletleşmeye alan
açmayan tarzda) bir politik tutumu öngörüyordu. Bu yaklaşım özü itibari ile
Avusturya-Macaristan Devletinin dağılmamasını bir parametre aldığı gibi, her
ulusun kendi iç vergilendirme sistemini kurması, okullaşması, kültürel gelişim
kanallarını açması gibi kısıtlı taleplerle bir ehlileştirme yöntemini
savunuyordu.
Rusya’daki yankısını Yahudi BUND ile bulan ve bu anlamda
Lenin’in ciddi eleştirilerini yönelttiği bu yaklaşım, bir yanı ile Ulusal
hareketlerin ilerici rolünü küçülterek, onların UKKTH temelindeki mücadelesinin
emperyalizmin surlarına açabileceği gediği görmezken, diğer yandan ise ezilen
uluslar açısından milliyetçiliği körükleyen bir içerik taşıyordu. Lenin bu
yaklaşımı bu temelde reddederken, hem UKKTH’nın pozitif karakterine işaret
etmekte, diğer yandan ise proletaryanın enternasyonalist görevi olan ezilen
bağımlı ulusların ilerici hareketlerini destekleme görevinin yerine
milliyetçiliği geçirdiği için bu yaklaşımı mahkûm etmekteydi. Ancak burada,
belirtilmeden geçilmemesi gereken bir mesele de kavramsal benzerliğinden ötürü
özerklik fikrinin bölgesel özerklik ya da federasyon vb. şekiller ile
karıştırılmaması gerekliliğidir. Zira Lenin, “ulusal kültürel özerklik” fikrini
eleştirirken, federasyon, bölgesel özerklik vb. yöntemleri ise olumlamakta,
kabul edilebilir seçenekler olarak görmektedir. Bu konuda Lenin’in yazını
çeşitli dönemlerde farklılaşmakta- politik sürecin seyrine göre değişebilmektedir.
Şöyle ki, Lenin, örneğin federasyon meselesinde S.G Şahumyan’a 23 Kasım (6
Aralık) 1913 tarihli mektubunda “Biz ilke olarak federasyona karşıyız;
federasyon ekonomik birliğizayıflatır, yekpare bir devlet için uygunsuz bir
tiptir”
(Lenin, Ulusal Ve Sömürgesel Ulusal
Sorun Üzerine, İnter Yay., s. 117)
derken, ilerleyen
dönemlerinde ise federasyon olgusunu şarta bağlı bir mesele olarak ele alıp,
“Ama ayrı ayrı uluslar tek bir devlet içinde birleşebildikleri sürece (abç),
Marksistler, hiçbir zaman ne federatif ilPartizan/54 keyi, ne de
merkeziyetsizliğisavunmayacaklardır. Merkezi bir büyük devlet, ortaçağa özgü
parçalanıştan, geleceğin bütün dünyanın sosyalist birliğine götüren büyük bir
tarihsel ilerlemeyi ifade eder, ve (kapitalizme çözülmez bağlarla bağlı) böyle
bir devletten geçen yoldan başka sosyalizme giden yol yoktur. Ama
merkeziyetçiliği savunurken, bizim, ancak demokratik merkeziyetçiliği
savunduğumuzu unutmak bağışlanmaz bir yanılgı olur. Bu bakımdan genel olarak
küçük-burjuva zihniyeti ve özel olarak da (müteveffa Dragomanov dahil)
küçükburjuva milliyetçizihniyeti,sorunu, o ölçüde karışık hale getirmiştir ki,
dolaşan yumağı çözmek için birazzaman yitirmemiz gerekecektir.
Ekonomileri, yaşayış biçimleri, ulusal bileşimleri vb.
bakımından özellikleri olan bölgelerin özerkliğini sağlayan yerel yönetimde
özerkliği reddetmek şöyle dursun, demokratik merkeziyetçilik, tersine, bunu
gerektirir.” (Lenin, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s. 46)
demektedir. Yani, Lenin’in mesele özgülündeki temel yaklaşımı, gereksiz bir
bölünmenin karşısında durmayı, proleterlerin arasına ulusal çitler örmeyi
reddetmekle birlikte, eğer koşullar bunu bir çözüm (geçici de olsa) olarak
dayattığı ve uluslar aynı sınırlar altında başkaca bir biçimde tutulamadığı
ölçüde kabul edilebilir görmektedir. Benzeri bir yaklaşımı Marks da İrlanda
sorunu ile ilgili sergilemiştir. 1917’ye doğru ise federasyon üzerine Lenin’in
ve Bolşevik Partisinin görüşleri bir miktar daha değişime uğramış, somut
tarihsel koşulların etkisi ve ulusları bir arada tutma yollarının karmaşıklığı
gibi gerekçelerden hareketle Lenin 1. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresindeki
açıklamasında “Rusya özgür cumhuriyetlerin birliği olsun” (Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine -dipnot: 55, İnter
Yay., s. 633) demiştir.
Bu tarihten sonra ise SSCB, devlet yapısı olarak
federasyonu, Sovyet Cumhuriyetlerinin birliğinin biçimi olarak görmüştür. Son
olarak altını çizmek istediğimiz ulusal-bölgesel özerklik meselesi ise Lenin’in
yazınında olumlanmakta, ulusal-bölgesel özerklik kapitalizmi ve demokrasiyi
geliştirici unsurlar olarak görülmektedir. Lenin’in Rosa Lüksenburg’a yönelik
eleştirileri içerisinde kullandığı “Ekonomi ya da yaşayış tarzı alanında az da
olsa özellikleri olan, özel bir ulusal bileşimi bulunan vb. her bölge için
böyle bir özerklik tanımayan gerçekten modern bir devlet düşünülemeyeceği
besbellidir. Kapitalizmin gelişmesi için gerekli merkeziyetçilik ilkesi böyle
bir (yerel ya da bölgesel) özerklikle çelişmez; tersine, ancak bunun sayesinde
bürokratik olmayan, demokratik bir biçimde işleyebilir.
Aynı zamanda,
sermayePartizan/55 nin yoğunlaşmasını, üretici güçlerin gelişmesini
burjuvazinin ve proletaryanın bütün devlet ölçüsünde gruplaşmasını
kolaylaştıran böyle bir özerklik olmadan kapitalizmin geniş ölçüde, özgür ve
hızlı gelişmesi olanaksız olurdu ya da hiç değilse son derece zorlaşırdı.
Çünkü,salt yerel (bölgesel, ulusal vb.)sorunlarda bürokratik müdahale, genel
olarak iktisadi ve siyasal gelişmeye en büyük engellerden biri olduğu gibi, özel
olarak da en önemli sorunlarda, temel sorunlarda merkeziyetçiliğin önünde duran
engellerden biridir.”
(Lenin, Ulusların Kendi Kaderlerini
Tayin Hakkı, Sol yay., s. 48) sözleri bahse konu tutumu özetler
niteliktedir. Stalin ve Ulusal Sorun Büyük bir Marksist olarak Stalin’in Ulusal
Sorun özgülündeki üretimi ise, genel hatları ile doğru olmakla birlikte Lenin
ile kıyaslandığında yeterli teorik açıklığı ve esnekliği barındırmamaktadır.
Kuşkusuzşekilde Stalin, Lenin’in genel teorisine bağlı ve UKKTH ilkesinin
savunucusudur, ancak, burada kastettiğimiz yönü, bu ilkenin savunulması ile
değil genel olarak ulus, ulusal sorun vb. içerikleri kavramsallaştırma şekli
ile ilintilidir.
Stalin, ulus meselesine yaklaşırken, genel bir kategorize
tanım ile ele almaktadır. “Ulus, tarihi olarak oluşmuş, dil, toprak, iktisadi
yaşantı birliği, ve kültür birliğinde ifadesini bulan ruhi şekillenme birliği
temelinde oluşmuş istikrarlı bir insan topluluğudur” (Stalin, Marksizm ve
Ulusal Sorun makalesi) şeklinde formüle edilen bu yaklaşım, katı ve dogmatik
bir karakteristik taşımaktadır. Bu yaklaşımdan ötürüdür ki, Stalin, Gürcüleri
19. yüzyılın ikinci yarısına kadar ulussaymamakta, herhangi bir ulusal
bileşimin ulus niteliği edinebilmesi için bu kriterleri tam ve eksiksiz barındırması
gerektiğini ifade etmektedir. Aynı makalesinde Stalin, Yahudilerin bir ulus
olmadığını ifade ederken kullandığı “Hayır. Sosyal-Demokrasi, ulusal programını
böyle kâğıttan ‘uluslar’ için inşa etmez.
O sadece, davranan, hareket eden ve bu nedenle de başkalarını
kendini hesaba katmaya zorlayan gerçek ulusları göz önünde tutabilir.” (Stalin,
Marksizm ve Ulusal Sorun makalesi)sözleri, özü itibari ile, emperyalizm öncesi
döneme ait Engels’in “tarihsel uluslar, tarihsel olmayan uluslar” şeklinde
formüle ettiği yaklaşımdan esinlenmekte, emperyalizm koşullarında ulusal
hareketlerin kazandığı misyonunu ise küçültmektedir. Bu anlamda da Stalin’in
ulusal sorun özgülündeki yaklaşımı açısından görece bir ekonomist esintiden
bahsetmek mümkündür. Şöyle ki, ulusal sorunPartizan/56 ları “özü itibari ile
köylü sorunu” olarak nitelendiren Stalin, ulusal sorunları feodalizmden
kapitalizme geçiş döneminin problemleri olarak kavramakta, egemen ulusların
proleterleri ile ezilen ulusların proleterleri arasına giren şovenizm zehrinin
etkilerini ise yeterli oranda parametre almamaktadır. Stalin’in
kavramsallaştırdığı “üstten milliyetçilik” ve “alttan milliyetçilik”
kavramlarını ele alışı bu tutumu açısından bir emare iken, tarihin bugünkü
aşamasından ulusal sorunların kapitalist ülkelerde dahi hala sürüyor olması bu
noktadaki eksikliği göstermektedir.
Bu anlamda Stalin’in yazınında enternasyonalizme yönelik
vurgu ciddi bir hacim kaplarken, Lenin’de bulunan ezilen ulusların
milliyetçiliği ile ezen ulusların milliyetçiliği arasındaki ayrım, Stalin’de
görece daha siliktir. Stalin’in ulusalsorun noktasındaki yaklaşımına yönelik
aktardığımız kısmın temel kaygısı Stalin’in devrimci kişiliğini küçültmek
değil, gerçeği çıplak ortaya koymaktır. Bilinmektedir ki, Sovyetler’in 70 küsur
yıllık ayakta durma sürecinde büyük hizmetleri olan Stalin, büyük bir
Marksisttir, ancak bu, onun her biçim ve içerikte söylediği sözü, her koşulda
genel ilkeler haline getirmemektedir. Stalin’in ezilen ulus milliyetçiliğine
yönelik eleştirel tutumu, esasitibari ile sosyalizm altında bir arada yaşama
kaygısını taşımakta, devrimden sonrasına yönelik bir kaygı gütmektedir.
Tartışmaya açık bir mesele olmakla birlikte bu yaklaşım, anda ülkemizdeki
ulusal sorun ile komünistler ilişkisini karşılamamaktadır.
Gel gelelim, Stalin’in ulusal sorun çerçevesindeki yaklaşımı
ve sömürgeler sorunu üzerinden yaptığı çerçevelendirme genel mahiyette doğru,
ayrıca, emperyalizm aşamasında ulusal sorunların burjuvazinin içkin meselesi
olmaktan çıkarak emperyalizme karşı mücadelenin birsorunu olduğu yönlü
yaklaşımı da genel anlamda olumludur. Ancak burada aktardığımıziçerik,
esasitibari ile soruna yaklaşım ve bu yaklaşımda temel referansımız olan
Lenin’in yöntemini öne çıkartma niyeti taşımaktadır. Bu nedenledir ki
aktardığımız kısım, esas itibari ile Lenin’in yaklaşımı ile oluşan farklılık
üzerinedir. Mao ve Ulusal Sorun Büyük Çin Devriminin önderi Mao Zedung
açısından ise ulusal sorun, bütünlüklü bir teorik üretim alanı değildir. Zira,
Çin özgülünde devrim başkaca koşullar ve dinamikler üzerinden yürürken, ulusal
sorun bütünlüklü bir problem olarak bulunmamaktadır.
Ancak Mao yoldaşı burada anma şeklimiz, onun hem bir bütün
Marksizm’e yönelik yöntemsel katılımının bu temelde de yeni bir Partizan/57 boyut getirdiği hem de Çin Devrimi’nin
esas itibari ile yarı-sömürge bir ülkede tecelli etmesiyle anti-emperyalist ve
sömürgecilik karşıtı bir karakter taşıması çerçevesinde olacaktır. Öncelikle
belirtmemiz gerekmektedir ki, Mao’nun devrimine önderlik ettiği Çin, ezilen ve
bağımlı bir ülkedir, dolayısıyla da Çin Devrimi, anti-emperyalist bir karakter
taşımaktadır. Bu karakterden ötürüdür ki, Çin Devrimi aynı zamanda
sömürgeciliğe karşı yürütülen birsavaştır. Bu nedenledir ki, Çin Devrimi’nden
ve Mao Zedung’dan bahsederken bir yandan da bahsettiğimiz şey, proletaryanın
önderlik ettiği bir ulusal kurtuluş hareketidir.
Bu gerçeklik, Stalin’in de tespit ettiğişekliyle,
ulusalsorunun proletarya önderliğinde çözüldüğü, burjuvazinin ilericilik
barutunun tükendiği bir tarihsel aşamada burjuva demokratik görevlerin (başkaca
görevlerle birlikte) ulusal sorun çerçevesinde proletaryanın önderlik ettiği
bir ve Engels’in tanımı ile “proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi” olan
demokratik cumhuriyetle çözüldüğü ilk örnektir. Mao’nun proletarya önderliğinde
yürüttüğü politik hareket ve halk savaşı, aynızamanda ulusal dinamiklere de
yaslanmakta, Japon işgaline karşı Çin proletaryası önderliğinde yürüttüğü
harekette özellikle sınıfsal dinamiklerin yanısıra ulusal dinamikler de savaşa
katılım sağlamaktadır. Bu anlamıyla Mao’nun proletarya önderliğindeki
hareketlerin ulusalsorun karşısındaki konumu itibari ile, yeni bir perspektifi,
ittifaklar stratejisini ve cephe anlayışını barındırdığını belirtmemiz
gerekmektedir.
(Özellikle
bu kısma yazının ilerleyen bölümlerinde, HBDH’ın cephe ve ittifaklar politikası
çerçevesinde değerlendirilmesi ile ilgili olarak yeniden döneceğiz)
Bu nedenledir ki, muzaffer Çin Devrimi, dünyadaki birçok
ezilen ulusa ilham olmuş, dönem itibari ile ÇKP’nin ve Mao’nun Dünya Devrimi
arzusu, Halk Savaşı çizgisinin açtığı yolda, birçok ulusal direnişle aktif
işbirliği kurmasına alan açmıştır. Bu temelde belirtmeden geçilemeyecek olgu,
Çin’in sınıfsal koşulları itibari ile başkaca dinamikleri barındırması
gerçeğidir ki, bu sadece rantlantısal bir birleştiricilik değil bir bütün
yarı-feodal yarı-sömürge koşullarda devrimin hangi temel güçlere dayanması
gerektiğinin genel teorisidir.
Mao Zedung’un yine ulusal sorunlar çerçevesi ile
ilişkilendirilebilecek bir diğer karakteristik özelliği ise, onun doğrudan
Marksizm’i kavrayışı ve Marksist yöntemine dairdir. Mao’nun genel teorisi,
sınıflar mücadelesinde geri dönüşlerin yaşandığı, sosyalizm altında sınıf
mücadelesinin sürdüğü koşullar altında şekillenmiştir. Bu gerçeklik,sınıflar
mücadelesinin sadece bir ekonomik inşa ve dönüşüm meselesinin de ötesinde bir
toplumsal yaşamın, kültür ve kimliğin dönüşümünü içerdiğinin daha güçlü
vurgulandığı pratik mücadele alanına işaret etmektedir. Ünlü Pekin-Moskova
tartışmalarında geçtiği şekli ile Mao, ekonomik inşayı ve üretim biçimlerindeki
dönüşümü tek başına yeterli bulmamakta, Çin pratiğine yansıdığışekli ile
toplumsal yaşamın dönüşümüne, eski kültürün yıkılmasına, “kızıl olunmasına”
(kızıl-uzman politikası, bun politikaya göre Mao, Sovyetler’deki ekonomik inşayı
esas alan yaklaşımı eleştiriyor ve sosyalizmin inşasısürecini bir kızıllaşma
süreci olarak ele alıyordu) esaslı bir pratik olarak yönelmektedir.
BPKD (Büyük Proleter Kültür Devrimi) süreci de, bir bütün bu
eski ile mücadele ve sınıf mücadelesinisosyalizm altında sürdürme pratiğidir.
Bu çerçevenin ve bir bütün Mao pratiğinin ulusal sorunlarla
ilişkilendirilebilecek yönü, esas itibari ile Mao’nun yeni ve dönüşüm dinamiği
taşıyan her güce toplumsal dönüşümde pay biçmesi ve sınıf mücadelesini ezilen
tüm kesimleri yıkıcı bir dinamik olarak kavrayan ideolojik formasyonudur.
Bu anlamıyla Mao’nun dogmatizmin aksine, bilginin pratik ile
üretildiği ve pratik ile sınandığı bir yaklaşım belirlediğini, kültür-kimlik
vb. kategorileri politik saikler olarak önemsediğini, bu anlamda da ulus
olmaktan kaynaklı açığa çıkan sorunları da, sadece toplumsal gelişimin belirli
bir aşamasına tekabül eden sorunlar olarak değil doğrudan komünistlerin
örgütleyip pratiğe kanalize edebilecekleri sorunlar olarak kavramaya alan açtığını
da ifade edebiliriz.
Kürt Ulusal Sorunu
çerçevesinde UKKTH genel teorisi ne biçimde kavranmalıdır? Konuyu yeniden
günceldeki Kürt Ulusal Sorununa bağlamak ve temelde bu sorun çerçevesinde
örgütlenen bir cephe örgütlenmesi olarak HBDH örgütlenmesi karşısındaki
Marksist tutumu irdelemeye geçmek adına, üst bölümde yaptığımız MLM ustaların
ulusal sorun karşısındaki konumlanışına dair aktarımdan belirlisonuçlar
çıkartarak, UKKTH’nin Kürt Ulusal Hareketi karşısında ne biçimde ele alınması
gerektiğini ve Marksizm’in bu sorun çerçevesinde ürettiği teorinin hangi
yönlerinin öne çıkartılması gerektiğini tartışmaya geçebiliriz.
* UKKTH, esasitibariyle “siyasal kaderini belirleme hakkı”
yani ayrılma hakkı olarak kavranmalıdır. Ancak bu hak tanımı esas itibari ile
proletaryanın pozisyonuna ve genel ajitasyonuna ait bir olgudur. Lenin’in
birçok yazınında da yer aldığı üzere UKKTH, her biçimde ve her koşulda
ayrılmanın savunulması demek değildir. Aksine, Lenin, Marks ve Engels’e de atıf
yaparak belirttiğişekliyle uluPartizan/59 sal sorunlar “her olayın ayrı ayrı
değerlendirilip kararlaştırılacağı” tipte meselelerdir. Doğallığında
Marksistler, ayrılma hakkı ile ayrılma olayının gerçekleşmesini ayrıştırır ve
ikincisini koşullara göre desteklerler. Bu çerçevede yaşadığımız coğrafyanın
temel meselelerinden olan Kürt Ulusal Sorununu ve bunun etkin öznelerinin
siyasal savunuları hangi boyutlarda desteklenebilirlik taşımaktadırsorusu, TDH
açısından yeterli oranda cevaplanmamış, yazınsal üretim bazında takınılan
ikircikli tutum, pratik alana ise bölgedeki etkisizlik olarak yansımıştır.
Ek olarak TDH öznelerinin büyük çoğunlukla UKKTH
değerlendirmeleri “devrimden sonra”sına yönelik tahayyüllerdir. Ancak,
karşılıklı güçler dengesi gözetildiğinde açık olan şudur ki, Kürt Ulusal
Hareketi’nin gelecek tahayyülü Türkiye’deki bir devrimi bekleyemeyecek
boyutlara ulaşmıştır. Bu anlamda bahse konu belirlemelerin artık “devrimden
sonra”sının çeperinden çıkıp andaki gerçekliğe ait tespitlerin yapılması
gerekmektedir. Buna ek olarak TDH’nin bu çerçevedeki yazını genel anlamda
proletaryanın ulusal hareket karşısındaki konumunu tartışmak ve UKKTH ilkesinin
genel savunusunu yapmak temelinde olmaktadır. Ancak bu sorun özgülündeki pratik
görevler ve konumlanış yeterli açıklıkta tartışılmamakta, ulusalsorunun bir
sorun olarak ne temelde örgütleneceği ve bir dinamik olarak sınıf mücadelesinin
neresinde durduğu sorusu boşluklar barındırmaktadır.
Açıkça belirtmek
gerekir ki, Kürt Ulusal Hareketi karşısında konumlanış sadece “UKKTH’nı
desteklemek” çerçevesinde sınırlandırılamaz. Muhtemel bir ayrılma pratiği,
federasyon ya da özerklik vb. şekilde çerçevelendirilen herhangi bir çözümün,
Kürt halkının ve bir bütün yaşadığımız coğrafyadaki emekçi sınıfların
çıkarlarının nerede olduğu tayin edilmeli, bu çerçevede yürüyen politikanın
devrim stratejisine hizmeti içeriklendirilmeli ve aktif bir tutum alınarak
pratik görevlerin ifa edilmesi gerekmektedir. * Kürt Ulusal Sorunu çerçevesinde
TDH’nin aşması gereken ilk halka, sorunu ortaya koyuş şeklidir. Doğallığında
tartışmaya ve soruna dair tutum irdelemeye ilk olarak buradan başlamak
gerekmektedir. Bu noktada öncelikle sorunu genel bir Kürdistan sorunu olarak
ortaya koymak ve bu genel sorun özgülünde Türkiye’deki ulusal sorunu irdelemek,
esas itibariyle Marksist ustaların yaklaşımına en uygun tutum olacaktır. Zira
TDH özneleri pratikte bu sorunun sadece bir parçasındaki gelişmelerle yüzyüze
kalmış olsa da, sorun ve soruna müdahil olan hareketler esas olarak sorunun bütünü
ile muhataptır.
Çelişkinin Türkiye parçasındaki hiçbir gelişme sorunun diğer
parçalarındaki gelişmeden azade olmadığı gibi, Kürt ulusunun tutumu ve pratiğe
dahiliyeti de bu biçimde gelişmektedir. Bu yaklaşım önemli bir başlık olarak
ikili bir karakter taşımaktadır. Bir yandan sorunu kendi gerçekliği ve
dinamikleri içerisinden inceleme, çelişkinin karakterini tahlil etme ve gelişim
yönünü görme olanağı yaratacak, diğer yandan onun karşısından objektif bir
konumlanışa ve doğru bir pratik hatta da kapı aralayacaktır. Bu noktada somut
bir örnek olarak Rojava Devrimi verilebilir.
Kürdistan’ın Türkiye topraklarındaki kısmından Rojava’ya
geçen on binlerce insan bulunmaktadır ve bu gerçeklik, sadece insan gücü
anlamındaki pratik bir katılıma değil aynı zamanda her parçadaki mücadelenin
ortak bir kader arayışına, doğallığında yekpare bir mücadeleye ait olduğuna da
işaret etmektedir. Sonuç itibariyle, Kürt hareketinin bugün savunusu, Lenin’in
de olumladığı ulusal-bölgesel özerklik fikrine yakınsaktır. Bu biçimsel olarak
her parçada ayrı bir çözümü dayatmış olsa da, toplamda buna yönelen mücadele
yekpare bir mücadeledir.
Kürt Ulusal
Hareketi’nin on yıllardır süren mücadelesi gelinen aşamada Kürt ulusu için
ortak bir geleceği vazgeçilmez kılmış, kitlelerin politik refleksi Kürdistan’ın
dört parçasını da görecek bir aşamaya ulaşmıştır. Bu hali ile Amed’deki bir
Kürt için Kobanê’den, Colamerg’deki bir Kürt için Erbil’den bağımsız bir
gelecek tahayyülü bulunmamaktadır. TDH açısından ise devrimci tahayyülün
sınırları, bu gerçekliği görmeli, Kürt ulusu içerisinde yürüyecek politik
çalışma bu içeriği de kazanmalıdır. Doğallığında ulusal çelişkinin -verili
zaman aralığında- ön plana çıkmış olması, kitlelerin politik reflekslerini
belirleyen ve siyasal bilinçlerini teşkil eden çelişki haline geliyor oluşu bu
gerçekliği dünden daha fazla gündeme almayı bir ihtiyaç haline getirmektedir.
Bahse konu
birleştirici etki, bütünde Kürdistan’ı görerek bir Kürt sorunu politikası
yapmayı elzem kılmaktadır. * Ulusal Sorunda TDH açısından bir diğer
tartışılması gereken içerik,soruna dair tespitlerdeki ekonomizmdir. Bu
çerçevedeki ekonomizm, esas itibari ile bölgeye dair tespitlerin tek başına
sosyo-ekonomik yapı ile tanımlanması ile görünür olsa da, Kürt Ulusal
Hareketi’nin talepleri üzerinden “asgari program” eleştirisi yaparak soldan bir
tezahürle de karşımıza çıkmakta ve bölgedeki sorunu Türkiye’deki bir devrime
bağlı gören, bunun dışındakiseçeneklere ise uzak durmak bir yana mahkum eden
bir pratik konumlanışa kapı aralamaktadır.
Partizan/61 Konu özgülünde
Marksist kavrayış ise (özellikle Lenin’de belirginleşen biçimi ile) temelde
tanımı ve yöntemi başkaca kriterler üzerinden konumlandırmaktadır. Lenin’in de
onayladığı şekli ile Mart 1915 tarihli Bern Konferansı kararları ulusal
hareketlere dair bir genel tanım yapar, bu tanım temelde “ulusal bir kitle
hareketisüreci, mutlakiyete ve feodalizme karşı mücadele ve ulusal baskıyı
bertaraf etme süreci” kriterlerinin “gerçekten” Ulusal Savaşları temsil
ettiğini (dönem itibari ile 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı ve bu savaş
karşısında 2. Enternasyonal oportünistlerinin “anavatan savunması” şiarıyla
teslimiyetini eleştirmek için “gerçekten” ifadesi kullanılmıştır) ve bu savaşların
pozitif anlamını belirtir. Peki bu “pozitif anlam” tanımını nasıl anlamamız
gerekmektedir? Lenin’in bu çerçevedeki pozisyonu, öz itibariyle ulusal
hareketleri sadece, emperyalistsistemde gedikler açan,sömürülen ülkede
kapitalizmin gelişim olanaklarını ve burjuvazi-proletarya arasındaki çelişkinin
keskinleşme zeminini açığa çıkartan ya da sömürücü-ezen devletlerdeki sınıf
mücadelesini keskinleştirerek proletaryanın “sömürme” durumu karşısındaki
pozisyonunu tartışan bir içerikle sınırlandırılamaz.
O ulusalsorunlar karşısındaki Marksist tutumu, ayrılma
hakkında özgür olan ulusların ancak birleşme ve dayanışma kurabileceği ve ezen
ulus işçi hareketinin ancak ayrılma hakkını savunarak ezilen ulustaki kuşku,
düşmanlık ve şovenizmi giderip uluslararası dayanışma kurabileceği bir
enternasyonalist tutumla tanımladı. Buna ek olarak ise Lenin, ulusalsorunları
ve UKKTH ilkesini, genel demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak kavramakta
ve hatta P. Kiyevski ile olan polemiğinde şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Çünkü biz kendi kaderini tayinin sadece politikayla ilgili
olduğuna ve dolayısıyla iktisadi gerçekleştirilemezlik sorununu ortaya atmanın
dahi yanlış olduğuna dikkat çekmiştik.”
(Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal
Sorun Üzerine, s. 430)
Bu çerçevede Kürt Ulusal Sorunu özgülündeki değerlendirmeler
açısından da, hareketin gelişiminin Lenin’in bahsettiği “pozitif anlam” ön
plana çıkartılarak bir yaklaşımın belirlenmesi elzemdir. Lenin’in yaklaşımı,
ulusal sorunu dışsal bir olgu olarak gören ve bunun karşısında bir pozisyon
belirleyen/ayrılma talebi karşısında koşullara göre tutum alan bir yaklaşım
değil, aksine ulusalsorunu devrim sorununun bir parçası gören ve ezen ülke
proleterlerine ve devrimcilerine görevler biçen bir pozisyona işaret
etmektedir. Bu anlamda yaşadığımız coğrafyada da TDH özneleri açısından
yapılacak bir değerlendirmenin sadece somut ayrılma talebi ya da bu talebin
türevleri karşısındaki pozisyon ile tanımlanması kabul edilemez.
TDH’ın pozisyonunun geliştirilmesi gereken alan da
burasıdır. Zira, UKKTH içeriği ile tartışılan “ezen ulus milliyetçiliğine karşı
mücadele edilmesi” ve “ezilen ulus milliyetçiliğin demokratik muhtevasının
desteklenmesi” gibi içerikler doğrudan doğruya bir pratik görevler ve aktif
konumlanış meselesidir. Hele de yaşadığımız coğrafya gibi ulusal baskının
devletin kurucu dinamiklerinden birisi olduğu bir coğrafyada bu alan çok daha
önemli bir müdahale alanı olmalı, yürürlükte bulunan sömürü düzenine karşı
mücadelenin başat alanlarından birisi olarak görülmelidir. * Kürt ulusal sorunu,
yaşadığımız coğrafyanın politik-pratiğinde de özel bir alanı temsil etmektedir.
Burada kastımız, çelişkiler üstü bir çelişki vb. icat etmek
değil, doğrudan güncel politikadaki ağırlığına, egemenlerin sistematik
saldırılarının yoğunluğuna ve genel demokrasi mücadelesi cephesinden kapladığı
kilit role işaret etmektir. Yaşadığımız coğrafyanın kurucu ideolojisi olarak
faşizm,sömürü düzeninin teminatını en katı şekli ile otoriter, saldırgan ve
açık baskıcı bir devlet mekanizması biçiminde yürütür. Böylesi bir coğrafyada
genel demokrasi mücadelesi, egemenler açısından ciddi bir çözülme alanını ifade
etmekte, demokratik talepler üzerinden yürüyecek mücadele sistemi geriletmenin
temel platformlarından birisini temsil etmektedir.
Lenin, bu zemin açısından “Kapitalizme karşı devrimci
savaşımı, bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu (militia),
resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi,
ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, vb. gibi isteklerle ilgili devrimci
bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz. Kapitalizm var oldukça bu istekler
–hepsi– yalnızca bir istisna olarak elde edilebilir. Üstelik tam olarak değil,
çarpıtılmış olarak.” (Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol
Yay.,s. 230-231) biçiminde tanım yapmakta, tariflediği demokratik talepler için
mücadele zeminini ise “Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle
devrilebilir; demokratik dönüşümlerle, en «ideal» demokratik dönüşümlerle bile
devrilemez.
Ne var ki, demokrasi
savaşımı okulunda okumamış bir proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine
sahip de değildir.” (Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü
ve Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay., s. 23) sözleri ile olumlamakta ve
bunun sınıf mücadelesinin bir görüngüsü ve pratikte sürdüğü bir zemin olarak
kavramaktadır. Yaşadığımız coğrafya gerçekliğinde ulusal çelişkinin kapsamı da
bu anlamda genel demokrasi mücadelesini merkezden belirlemektedir. Türkiye’nin
bir devPartizan/63 let inşası olarak üstüne oturduğu Ermeni Soykırımı ve
bölgedeki Kürt katliamları, faşizmin can damarlarına yönelen politik
kanallardır. Bu anlamıyla Kürt ulusal sorunu ile coğrafyamızdaki genel
demokrasi mücadelesi kopmaz bağlarla bağlı meselelerdir.
Kurucu ideoloji
olarak Kemalizm’in güncelde geçirdiği revizyon da bu meseledeki özünü
değiştirmemiştir. Buna ek olarak belirtmekte fayda var ki, ulusalsorun
dışındaki toplumsal çelişkiler de devlet tarafından sürekli olarak bir ezen
ulus şovenizmi ile karşılanmakta, “terör” kavramı üzerinden üretilen heyula tüm
bir toplumsal baskının aracı olmaktadır. Bu anlamıyla da ulusalsorun özgülünde
yürütülecek politik faaliyetin, güncel politikanın alanında demokratik talepler
uğruna yürütülecek çalışmanın merkezinde durduğu gerçekliğini kabul etmemiz
gerekmektedir.
UKKTH’nın, ezilen ulustan emekçilerin karşılıklı güven ve
enternasyonal birliğinin tek geçerli zemin olarak bu zemin, genel demokrasi
mücadelesi açısından faşizmin yaşadığımız coğrafyada da kırılma alanıdır. *
Bahsettiğimiz şekliyle ulusal sorunda özel bir yönelim ihtiyacı, geçmişten
günümüze TDH’ın yeterli oranda gündemine maalesef ki girememiştir. Bölgede
ulusal sorunun kilit rolü, özellikle Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesi ile
devletin bu alana yöneliminin ulusal çelişkiyi kitlelerde bilince çıkma biçimi,
kastettiğimiz özel yönelim ihtiyacının gerekçeleridir. Son süreçte TDH
açısından da bu alanda belirli bir gelişmenin olduğunu belirtmekte fayda
vardır.
Özellikle Kürt Ulusal Hareketinin legal alan çalışmaları ve
son süreçteki HDK-HDP pratiklerinin bu alanda ön açıcı bir zemin sunduğunu
görmek gerekmektedir. Gel gelelim, ulaşılan halka, sorunun ağırlığı ile eşdeğer
değildir. Nusaybin, Cizre gibi direnişlerde ya da son süreçteki birçok
saldırıda yeterli refleksler üretilememiş, bölgedeki süreğen devlet yaklaşımına
karşı ise geçmişten beri yeterli karşı-tutum alınamamıştır. Bu gerçeklik tek
başına güç dengeleri ile açıklanamaz bir pratik-konumlanışa delalettir. Esas
itibari ile bölgede örgütlenmenin zayıflığı, tek başına ne güç dengelerinin
sonucu ne de bölgede kitlesel şekilde örgütlenen Kürt Ulusal Hareketinin etki
alanına sirayet etmenin zorluğu ile ilintilidir.
Problem esasta kitlelerin güncelde öne çıkan çelişkileri ile
hasbihal olmadaki zayıflık ve bu çelişkileri devrim stratejisine
konumlandırmadaki problemli anlayışta aranmalıdır. Bölgede ulusal çelişkinin
kapsamı ile güncel politikadaki ağırlığı özel bir yönelimi gerekli kılan,
kitlelerin yaşadığı çelişkilersınıf mücadelesine kanalize edilPartizan/64 mesi
ve Marksizm’in bir üst-ideoloji olarak inşa edilmesini gerektiren bir mahiyete
kavuşmuştur. Bu anlamda bölgeye yönelik ulusal çelişkiyi temel alan özgül bir
yönelim, Kürt Ulusal Hareketinin 40 küsur yıllık mücadelesinin 4 parçada
yarattığı ortak şekilleniş görülerek ona uygun bir örgütsel konumlanışın inşası
olmadan bölgede faal bir örgütlenme kurmak mümkün olmayacaktır. Özellikle bu
temelde bir bakış açısı UKKTH’nın yarattığı demokratik görevlerin ifası
açısından aktif bir tutum için tek geçerli zemin olmaktadır.
Gel gelelim dünya devrimci deneyimlerinde de, özellikle
güncelde Hindistan ve Filipinler’deki Maoistlerin ezilen ulusal toplulukların
çelişkilerini örgütlemek adına sergiledikleri özel yaklaşım, KP’ler
içerisindeki ulusal topluluklara tanıdıkları temsiliyet hakkı vb. özel
yönelimler, teorimizi ve pratiğimizi zenginleştirmek adına önemli kaynaklardır.
* Ulusal sorun temelinde çeşitli meselelere değindikten sonra, üzerine söz
söylemeden geçilemeyecek bir diğer mesele de Kürdistan’ın siyasalstatüsü
olgusudur.
Bu temelde TDH’ın genel görünümü, Kürdistan gerçekliğinde
pratiği temelden belirleyen bu tespitin yeterli enformasyon ile
üretilmemesidir. Olguya somut yaklaşma yoluyla sonuca ulaşmak, kendi ilişkileri
ve gelişim seyri içerisinde incelemek yönlü Marksist yöntemin yerini bu temelde
dogmatizmin aldığını meseleye yaklaşımdaki katılıktan okumak mümkündür. Bu
yazının konusu ve kapsamı itibari ile burada birsiyasalstatü tespiti
yapmayacağız, ancak bu temeldeki yaklaşımın çeşitli biçimlerine dair belirli
gerçeklerin altını çizmekte fayda var. Bu temelde daha önce de bahsettiğimiz
şekli ile tespitlerin ekonomizme yaslanmış hali, teorik temeli de dogmatik ve
eklektik bir ele alışa havale etmiştir. Devrim koşullarında ve yahut devrimin
öngünlerinde Lenin’in ve Stalin’in sarf ettiği sözler, güncele uygunmuşçasına temel
alınmakta, kimi somut değerlendirmeler, kendi bağlamlarından kopartılmaktadır.
Bu yaklaşım
Kürdistan’ın siyasal statüsü tespiti için de geçerlidir. Bu temelde dikkat
çekici bir başlık olarak (ki güncelde de bu yaklaşım yaygındır) UKKTH’nı bir
devrim sonrası meselesi olarak ele almak, daha doğrusu, bu hakkı devrimcilerin
devrimden sonrasına dair tanıdıkları bir hak olarak kavramak gösterilebilir.
Kürdistan özgülünde ise bu ele alışa,süren mücadelenin dört parçadaki
birleştirici misyonunu es geçmek ve başkaca ülkelere bölünmüşlüğü başkaca
gelişim rotasına mecbur olmak yönlü tek yanlı okumak eklenmektedir.
Bu Partizan/65 temelde dikkat
çekici bir tespit olarak “yarı-sömürgenin sömürgesi olmaz” tespiti
tartışılmalıdır. Zira, bu tespit emperyalizmin genel eğilimi olarak
yarı-sömürgelerin sömürü paylaşımını kendi lehlerine bozamayacağı tespitine
dayanmaktadır. Gelgelelim bu tanım, ziyadesi ile istisna barındırmaktadır da.
Örneğin Portekiz, kolonyal dönemden kalma sömürgelere sahip bir devlet olarak
İngiltere’nin yarı-sömürgesi haline gelmiştir.
Konu özgülünde Lenin ise şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Portekiz,siyasal bağımsızlığının yanında mali ve diplomatik bağlılığın biraz
farklı bir örneğini vermektedir. Bağımsız ve egemen bir devlettir Portekiz, ama
aslında, 200 yıldır, İspanya Veraset Savaşı’ndan (1701-1714) bu yana İngiliz
himayesi altındadır. İngiltere hasımları olan Fransa ve İspanya’ya karşı
savaşımında, kendi durumunu kuvvetlendirmek için Portekiz’i ve sahip olduğu
sömürgeleri savunmuştur. Buna karşılık ticari üstünlükler, Portekiz’e ve
Portekiz sömürgelerine meta ve özellikle sermaye ihracı konusunda ayrıcalıklar,
Portekiz limanlarından ve adalarından telgraf şebekesinden yararlanma hakları
vb. elde etmiştir.
Böylesi ilişkilere büyük devletlerle küçük devletlerarasında
her zaman rastlanmıştır. Ama kapitalist emperyalizm döneminde bunların genel
bir sistem haline geldiği “dünyanın paylaşılmasını” örgütleyen ilişkiler
bütünün tamamlayıcı bir parçası olduğu görülüyor. Dünya mali sermaye işlemleri
zincirinin halkalarını meydana getiriyor” (Lenin’den
aktaran Proleter Doğrultu dergisi Mayıs-Haziran 1995) demektedir. Yine
Lenin bunun, yani küçük devletlerin (yarı sömürge devletlerin) büyük devletler
arası çelişkiler arasında bunun mümkün olabileceğinden bahsetmektedir. Burada
derdimiz, Kürdistan’ın siyasalstatüsüne yönelik tespitte bulunmak, Türkiye’nin
sömürgesi olduğunu vs. iddia etmek değildir. Bu başlı başına bir inceleme
konusudur ki, yazının kapsam ve içeriği bu yönde değildir. Kastımız,
esasitibari ile teoriye dogmatik yaklaşılmasının, eklektik tarzda yapılacak
okumanın teoriyi pratik karşısında kötürüm ettiğini göstermektedir.
Gel gelelim, sosyal
hayat ve pratik teorinin sınanma alanlarıdır, doğallığında böylesi bir tartışma
teorinin zemininde irdelenmeden evvel olgunun kendisini çok yönlü
değerlendirmek gerekmektedir. UKKTH temelinde bir ittifak yönelimi olarak HBDH
Buraya kadar aktardıklarımız temelinde kısaca bir değerlendirme yapacak olursak
HBDH, esas itibariyle birbiri ile bağlantılı iki anlamda da,
hem UKKTH çerçevesindeki devrimci sorumluluklar hem de devrimci bir ittifak
politikası anlamında da genel olarak olumlu bir mahiyettedir. UKKTH’nin içerik
olarak bir tutum değil bir pratik görevler sorunu olduğunu defalarca belirttik.
Peki bu görevlerin ifası, andaki politik güç ilişkileri içerisinde ne biçimde
ve hangi dinamikler ile mümkün olacaktır sorusu şu an karşımızda durmaktadır.
Bu soruya
verilebilecek her cevap, hem sorunun günceldeki ağırlığını hem de kitlelerin
andaki bilinç düzeyi ile kitlelerin pratiğinin hangi yöne aktığını hesaba
katması gerekmektedir. Bu anlamda belirtmekte fayda olan gerçeklik, ulusal
sorun gibi sorunlarda, sorunun çözümü itibariyle her duruma uyan kalıpların
mümkün olmadığı ve her sürecin başlı başına değerlendirilmesi gerektiğidir.
Bugün ulusalsorun açısından taş üstünde taş bırakılmadan,
katliamlarla yürüyen bir devletsaldırısı vardır. PKK bunun karşısında kendi
örgütlülüğü ile durmakta, direniş destanları yazmaktadır. Rojava Devrimi,
savaşlar içerisinde varlığını korumaya çalışmaktadır.
Türkiye, İran, Suriye, IŞİD ve KDP’nin saldırıları
Rojava’daki federatif oluşumun varlığının her an tehdit altında olmasını
getirmektedir. Türkiye’nin batısında ise kitleler yanıbaşındaki katliamı genel
olarak Türk devletinin ideolojisi içinden okumakta ve onaylamaktadır.
Bunu tersine çevirebilecek,şovenist dalgayı kırabilecek
etkin bir özne ve çalışma görülmemektedir. Kürt ulusunun gündelik hayatını
belirleyen bu gerçeklik ışığında bugün HBDH ile TDH’nin gündemine dayatılan
mesele, ezilen ulusun haklı mücadelesinin, siyasal kaderini yazma sürecinin
öznesi olmaya davettir. Bu anlamıyla HBDH, yaşadığımız coğrafyada devrim
iddiasının somut kanallarından birisi olan Ulusal çelişki üzerinde durmakta, bu
temelde devrimci görevlere pratik alan açmaktadır. UKKTH ilkesi, ezen ulus
proletaryası ile ezilen ulus proletaryasının enternasyonal birliğinin
teminatıdır.
Bu birleşmenin koşulu
olarak Lenin, ezen ulusun proleterlerinin ezilen ulusun ayrılma hakkından yana
saf tutması gerektiğini salık verir. Yaşadığımız coğrafyada da devrim iddiası
bir gerçek olacaksa, öncelikle ulusal çelişkinin ayrıştırıcı rolünü daraltmak
adına bu çelişkinin siyasal ağırlığı göğüslenmelidir. Bu da ancak soruna dair
özel bir yönelimle mümkündür.
Lenin, özellikle beyaz Rus milliyetçiliğine karşı durarak
UKKTH karşısındaki şovenist yaklaşımları eleştirirken, bu sorunu proletaryanın
öncülüğünde belirli Partizan/67 bir çözüme kavuşturmuştur. Gelgelelim, ulusal
sorun coğrafyamızda başkaca dinamiklerin öncülüğünde, bir ulusal hareketin
etrafında ilerlemektedir. Kitlelerin sosyal bilinci ise bu temelde
şekillenmektedir. Bu hali ile HBDH örgütlenmesi, devrimci ve komünistlere
soruna müdahale alanı açmakta,süren pratiğe dahiliyeti ve bu pratik alanında
politika üretme olanaklarını sunmaktadır. Bu hali ile HBDH’ye dahiliyet
konusundaki ikircikli tutum, pratikte kitlelerin dinamizminin dışında kalmak
anlamına gelmektedir. Bu noktada Mao’nun şu sözlerini hatırlatmakta fayda var:
“Komünistler yığınların çoğunluğundan hiçbir zaman kopmamalı, çoğunluğun haline
aldırmadan sadece ileri bir azınlığın başında maceracı bir şekilde
ilerlememelidirler; ileri unsurlarla geniş yığınlar arasındaki sıkı
bağlarkurmaya dikkat etmelidirler.
Çoğunluğu düşünmek işte bu demektir.
” (Mao, Başkan Mao’dan Seçme Sözler,
Umut Yayımcılık, s. 153)
UKKTH, Lenin’in
belirttiği şekliyle emperyalizm koşullarında genel demokrasi mücadelesinin
temellerinden birisidir. Yani, yaşadığımız coğrafya gibi devrimin ilk aşamasının
Demokratik Devrim karakteri taşıdığı bir coğrafyada bu sorun, devrimin temel
meselelerinden birisini teşkil etmektedir. Kabul edelim ya da etmeyelim, andaki
gerçeklik içerisinde Kürt ulusunun politik pratiği ve enerjisi ulusal çelişki
ekseninde yürümektedir. Bu çelişkinin kapsam ve içeriği gözönüne alındığında,
bu çelişkiyi örgütlemekten uzak kalmak, kitlelerden uzak kalmak demektir.
Bunu açıkça kimsenin savunmadığını biliyoruz. Sorun, bunu
savunup savunmamak değil, bu çelişkiye, onun iç ilişkileri ve yönü itibari ile
nasıl yaklaşıldığı ile ilintilidir. UKKTH’nı savunmanın turnusolu da buradadır.
Gelinen aşamada 40 yıllık bir mücadele ile (ki tarihsel sürece bakıldığında bu
temelde onlarca isyan görmek, politik harekete rastlamak mümkündür) Kürt ulusu dört
parçada birden ortak bir tahayyülle mücadele vermektedir.
Bu bir bütün aynı
örgütün siyasal önderliğinde olmasa da mücadele yönü ortaktır. Bu anlamda
ulusal çelişkinin başat rolü, yaşadığımız coğrafyada da kimi özel görevleri
devrimcilerin önüne koymaktadır. HBDH’nin, tek başına bu özel görevlerin bir
bütün ifası anlamına gelmediği aşikardır. Gel gelelim, politik öznelerin andaki
güç dengeleri içerisinde Kürt Ulusal Sorunu’nda böylesi bir ittifak içerisinde
olması, UKKTH ilkesinden doğan görevler bakımından olumlu bir girizgah görevi
görmektedir.
Buradan başlayarak, ulusal çelişkinin çözümüne yönelik
kapsamlı adımların atılması, bu alanın devrimci ve komünistlerce örgütlenmesi
açısından önemli bir durak olduğu görülmelidir. Partizan/68 Burada HBDH’a dair
bir yaklaşım belirlenecekse, onun ittifak karakteri de tartışılması
gerekmektedir. Güncel politikadan okunan şekliyle faşizmin yaşadığımız
coğrafyadakisaldırılarına karşı cevap da çok boyutlu ve topyekün olmak
zorundadır. Kendi başına süreci göğüsleyip devrim güçleri lehine çevirebilecek
bir güç şu an için bulunmamaktadır. Ezilenlerin güçlerini birleştirip ortak
düşmana karşı yönlendirmeleri dışındaki “çözüm”ler güçlerin yalıtılmasına ve
hatta her birinin teker teker etkisizleştirilmesine neden olacaktır.
Bu süreç içinde
komünistlerin ve devrimcilerin etkili olması, inisiyatifli davranması, etkili
bir özne olması yanisürece önderlik yapabilmesi, ancak ve ancak siyasi ve
pratik olarak doğru tahliller yapması, gerçeğe vakıf olması, ortaya çıkan tüm
olanakları kullanması ile mümkündür. Bunları yapabilmek; mevcut koşulların
sınırlılığına kapılmamak, dar bir içeriğe sahip bir siyaset izlememek, “soyut
ve genel” ilkelerden çıkılarak, ilkeler ışığında somutun-hayatın getirdiklerini
görebilmek yeteneğine sahip olup-olmamakla ilgilidir. Oluşturulan bu birliği
programı, amaçları ve bu amaçlara ulaşmada başta silahlı mücadele olmak üzere
çeşitli mücadele biçimlerini benimsemesi boyutuyla sahiplenilebilecek
demokratik ve pratiksel anlamda devrimci bir niteliktedir. Bu birliğin bahsi
geçen amaçların sadece bir kısmını gerçekleştirebilmesi bile Demokratik Halk
Devriminin önünü açacaktır.
Bilinir ki; hiçbir “eylem ve güçbirliğinde” ve daha ileri
bir birlik olan birleşik cephe oluşumunda dahi programatik birlik aranmaz. Dimitrov
birleşik cephe için “emekçi halkın çıkarına genel,somut ve anti-kapitalist bir
platformun kurulmasının ve bu platformun işler hale getirilmesi için ortak
mücadele yapılmasının kabul edilmesidir.
” (Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekin Yayınları, s. 12)
ifadelerini kullanmaktadır. Programatik farklılıklar içinse o dönem hem kendi
partisi içinden hem de farklı çevrelerce Faşizme Karşı Birleşik Cephe için
getirilen eleştirilere şu cevabı verir: “Bulgaristan’daki bugünkü partilerin
programları ve aralarındaki diğer ayrılıklar bu önemli görevin uygulanması için
engel teşkil eder mi? Bu partilersadece, örneğin sosyalizasyon ve kamu
mülkiyeti veya gelecekte halkın kendisini yönetme biçiminde ayrılıklar ve
kavgalar var diye emekçi halkın kapitalist azınlığın faşizmi tarafından
ezilmesine, hem manen hem maddeten aşağılanmasına ya da gözlerini kâr hırsı
bürümüş kapitalistlerle onların destekleyicileri ve ideologları uğruna ana
yurdun anarşi içine düşerek, yabancısaldırganların kölesi durumuna düşmesine
izin verecekler mi?” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe s. 17) Partizan/69
Farklı programlara, amaç ve ilkelere sahip örgütlerin biraraya gelmesi
durumunda temel mesele asgari müşterekte birleşebilmektir.
HBDH’nin “temel amaç ve ilkeler,siyasi amaçlar” kısmında
programatik görüşlerimizle uymayan bazı ifadelerin olduğu doğrudur. Fakat bu
ifadelere rağmen demokratik ve ilerici muhtevası “faşizme ve her türden
gericiliğe karşı olması”, “emperyalist ve işbirlikçi tekelci kapitalist baskı
ve sömürüye karşı olması”, “Kürt ulusunun iradesinin koşulsuz kabul edilmesi”,
“kadın özgürlüğünün ve eşitliğinin esas alınması” gibi çoğaltılabilecek çok
sayıda siyasi amacı, sahiplenilmesi gereken amaçlardır. Bunun dışında, kimi
itirazlara da söz konusu olan “demokratik Ortadoğu devrimi” kavramı, “özgürce
ayrılma hakkı” ifadesinin olmayışı (ki, bazı anlayışlar buna “özgürce ayrılma
hakkının reddi” demişlerdir ki, bu ifade gerçeğin abartılı ele alınışıdır.
“Kürt ulusunun
iradesinin koşulsuz kabul edilmesi” tanımının gözardı edilmesidir.) Dimitrov’un
ve Mao’nun ayrıntılı incelenmesi durumunda bunlar ayrılma gerekçeleri olamaz.
Mao, “Rusya ile ittifak, komünist parti ile işbirliği ve köylülere-işçilere
yardım” olarak adlandırdığı 3 büyük siyasetin savunulmasını Guomintang’la II.
Birleşik Cephe için yeterli görmüştür. Dimitrov’un anlayışını ise (emekçi
halkın çıkarına genel, somut ve anti-kapitalist bir platformun kurulması)
yukarıda belirtmiştik. Önümüzdeki örnekler ister “eylem ve güç birliği” ister
“birleşik cephe” olsun komünistlerin programının, amaçlarının olduğu gibi
benimsenmesinin aranmasının tarihi bir hata olduğunu göstermektedir.
Hemen şunu
belirteyim; HBDH “eylem ve güç birliği” midir? Evet öyledir. Ama mevcut oluşum
çeşitlizorlamalarla birleşik cephe tanımlamasına da uygun hale getirilebilir.
Ancak öyle dahi olsa bazı dönemler düşmanın saldırısı ve ezilenlerin
konumlanışı nedeniyle bunların arasında kocaman farklar olmaz. Bununla birlikte
HBDH’yi olumlamayan anlayışların “bileşik cephedir” demesi ve “birleşik cephe
anlayışına uygun olmadığını” belirtmeleri nedeniyle birleşik cephe örnekleri
üzerinden gitmekte fayda var. Birleşik cephenin nasıl bir şekil alacağına,
kapsamına, ne zaman ihtiyaç haline geleceğine dair ne Dimitrov’da ne de Mao’da
ne de III. Enternasyonal tartışmalarında “evrensel”, tüm zamanlara içkin bir
tanımlamayı bulamayız. Tam aksi ifade ve uyarılara ise sıkça rastlamak
mümkündür. Faşizme Karşı Birleşik Cephe kitabında “Proleter cephe mi”
“anti-faşist Halk Cephesi” mi tartışmalarına Dimitrov’un verdiği cevap öğreticidir.
O dönem Polonya’da
halk cephesinin proleter cepheden önce kurulduğuna dikkat çekerek Dimitrov
“Yoldaşlar, Partizan/70 görülüyor ki, proleter cephesi ve Halk Cephesisorununun
ele alınmasında bütün durumlara, bütün ülkelere ve bütün halklara uygun genel
çözümler olmaz. Bu konuda evrensellik, bütün ülkelere tek ve aynı reçetenin
uygulanması cahillik demektir.” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe,s. 229)
der ve şöyle devam eder: “Hayat, her kalıptan daha karmaşıktır. Örneğin
proletarya iktidarının kurulması yolunda birleşik cephe hükümetinin kaçınılmaz
bir aşama olduğunu düşünmek yanlış olacaktır.” (Faşizme
Karşı Birleşik Cephe, s. 234)
MLM olmanın en önemli
avantajı devrimci mücadele verilen ülkelerin özgünlüklerini yakalamada ve
gelişen durumlara ayak uydurmada yani politikada esnek olabilmeyi
sağlamasıdır.Mao’nun ÇKP içindeki mücadelesi hep Sovyet devrimini birşablon
olarak Çin’e uygulamak isteyenlere karşı olduğundan dogmatikliğe, politikada
katılığa karşı yazılarında sayısız örnek bulmak mümkündür. Fakat Mao’nun iyi
öğrencileri olduğumuzu söylemek çok zor. Gelinen aşamada savaş ve savaş
yasalarında, somut mevcut durumun güç dengeleri ve ihtiyaçları gerçeğe uygun
şekilde yorumlamaktan ziyade, belli kalıplara göre yorumlanıyor.
Mao’nun “Savaş nasıl
incelenir?” makalesi (cilt 1) bu süreçte
tekrar tekrar okunmalıdır. Ama şu vurguları yine de konu akışı içinde yapmak
gerekiyor. “Farklısavaşların farklı yasalarının bu savaşların farklı koşulları,
yanizaman, yer ve nitelik farklılıkları tarafından belirlendiğini görmüş
bulunuyoruz. Zaman açısından, hem savaş hem de savaş yasaları gelişme
halindedir. Her tarihi dönemin kendine özgü nitelikleri vardır. Ve bu nedenle
her tarihi dönemin savaş yasaları da kendine özgü nitelikler taşırlar ve başka
bir dönemde mekanik bir biçimde uygulanamazlar.... Farklı tarihi dönemlerde
nitelik bakımından farklı yerlerde farklı milletler tarafından yapılan
savaşları incelerken dikkatimizi, her birinin özellikleri ve gelişmesi üzerine
toplamalı ve savaşsorununa mekanik bir yaklaşıma karşı çıkmalıyız.
” (Mao, Seçme Eserler, Cilt 1, c.
260)
O halde yaşadığımız
coğrafyada ister “eylem ve güç birliği” ister “birleşik cephe” olsun ilk önce
üzerinde anlaşmamız gereken savaşın nitelikleri ve güç dengeleri dikkate
alındığında böyle bir yapının gerekip/gerekmediği, içinde olup olmamak ve nasıl
ilişkilenmek gerektiğinin saptanmasıdır. Yani “önemli ya da belirleyici
olan(ı), genel ya da soyut düşüncelere göre değil, somut koşullara göre
belirle(meliyiz)”.
(Mao, Seçme Eserler, c.1, s. 264)
Tekrar etmek pahasına belirtelim, Komünist önderler birleşik
cephe için de koşulları dikkate almaktan bahsetmişlerdir. Temel mesele
“bağımsızlığını koruma ve inisiyatifli (Mao)” davranmadır. (Birleşik Cephe’de
de önderlik meselesini aşağıda ele alacağız) Birleşik cephenin kurulma dönemi
içinde “stratejik denge” koşulu Mao’da yoktur. Dimitrov, “Politik ve toplumsal
meselelerin çözümü son tahlilde gerçek ihtiyaçlara ve o anda çatışan politik
güçlerin gerçek kuvvet dengesine bağlıdır.” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik
Cephe, s. 18) demektedir. Şu anki politik güçlerin durumu, sistemin-devletin
karşısında olan ve ona karşı mücadele eden tüm güçlerin biraraya getirilmesini
zorunlu kılmaktadır. Sorun aslında yeterince açıktır. Kürtler tarihsel birsavaş
verirken yanlarında olmak gerektiğini belirtiyorsak, Kürt ulusal sorunu
KP’lerin de sorunudur diyorsak o zaman bize düşen “topyekûn mücadeleyi” nasıl
vereceğimiz üzerine yoğunlaşmak, bunun gerçekleşmesi için uğraşmak, “öncülük”
etmektir.
Bilinir ki; “kendimizi ‘öncü’, ileri olarak adlandırmak
yetmez, öyle davranmalıyız ki bütün öteki birlikler bizim başta yürüdüğümüzü
anlasınlar ve bunu kabul etmek zorunda kalsınlar.” (Lenin,
Ne Yapmalı, s. 88) Yani doğru zaman ve doğru yerde doğru politikayı
yaşama geçirmede en önde yürüdüğümüzde gücümüzden, niceliksel durumumuzdan
bağımsız olarak öncü ismini hak ettiğimizi göstermiş oluruz. Kitlelerin gözü,
kulağı ve yüreği bize yönelmiş olur. Fakat Mao’nun defalarca pratik siyaset
için vurguladığı gibi “güçler doğru analiz” edilmezse bunu yapamayız.
“Strateji, devrimin ana güçleri ve bu güçleri yedekleriyle uğraşır...
Taktik stratejinin bir
parçasıdır,stratejiye bağlıdır.” (Stalin, Leninizmin ilkeleri, s. 69, 1992)
Güçlerin her aşamada
doğru tahlili ve buna uygun savaşım örgüt biçimlerinisaptayabilmek için temel
meseledir. Sonsuz uzunluktaki zincirin ana halkasını yakalayabilme ustalığıdır.
Peki bunlar olmazsa ne olur? “... kapalı kapıcılığı yıkmak yolunda kararlı
adımlar atamayız, milyonlarca halkı ve devrime yakınlık duyabilecek bütün
orduları baş hedefimize ... vurabilmek amacıyla örgütleyip, seferber etmede
birleşik cepheyi bir araç olarak kullanamayız ve taktik silahı önümüzde duran
baş hedefe vurmak bizim için kullanamaz, bunu yerine silahlarımızı çeşitli
hedeflere doğrulturuz... Bu aslında, düşmana yardım etmek, devrimi dizginlemek,
tecrit etmek ve darboğaza sokmak ve devrimin gerilemesine hatta yenilmesine yol
açmak demektir.” (Mao, Seçme Eserler, cilt 1, s. 241)
“Politik ve toplumsal” meselede “gerçek ihtiyaçları” “gerçek kuvvet dengesini”
dikkate almadan, her eylem ve güç birliğinde veya birleşik cephede de
olabilecek olan program farklılıklarını öne çıkarmak, sürecin yüklediği
görevlerden uzak durmaktan başka bir şey değildir.
Bu son cümle yine de Mao’nun “devrimin gerilemesi, hatta
yenilmesi” belirlemesinden zayıf kalmaktadır.
Doğru olan, HBDH’de
yer almaktır. Ama pasif bir alışla değil. HBDH’ne zayıf bir güç olarak
katılmak, stratejik denge aşamasına gelmeden içinde yer almak yanlış mıdır?
Bunu değişmez bir formül olarak ele almanın, hayatın karmaşıklığını, akışını,
değişimini yok saymak olduğunu ifade etmek gerekiyor öncelikle. Ama biz cevabı
yine Mao’dan verelim. ÇKP I. Birleşik Cepheye girdiği zaman zayıftır, savaş
stratejik denge aşamasında değildir.
Fakat ÇKP, Birleşik Cepheyi güçlenmenin bir aracı olarak
kullanmayı bilir. “Partimiz üç ya da dört yıllık bir dönem, yani (ÇKP’nin
kurulduğu) 1921’den (Goumintang’ın I. Milli Kongresini toplandığı) 1924’e kadar
kendisinin doğrudan doğruya savaş hazırlıklarına ve silahlı kuvvetlerin
örgütlenmesine girmesinin önemini kavrayamadı ve 1924-1927 döneminde ve hatta
daha sonraları bu meseleyi yeterince anlayamadı; bununla birlikte 1924’ten
sonra Vampao Askeri Akademisinin faaliyetlerine katılmaya başladığı andan itibaren
yeni bir döneme girdi ve askeri meselelerin önemini görmeye başladı. Guandung
eyaletindekisavaşlarda Goumintang’a yardım etmek ve Kuzey Seferine katılmakla
parti bazı silahlı kuvvetlerin önderliğini kazandı.
Ondan sonra devrimin
başarısızlığa uğramasından acı bir ders çıkaran parti, Nançang ayaklanmasını
örgütledi, Güz Hasadı ayaklanmasını ve Kanton ayaklanmasını örgütledi, Kızıl
Ordu’nun kurulduğu yeni döneme girdi.” (Mao, Yeni Demokratik Devrim, Umut
Yayımcılık, sf: 13-14) Mao, I. Birleşik Cephe’de devrimin yenilgi nedenini
cephenin dağılmasını vs. komünist partisinin zayıflığına bağlamamakta ve
“Devrimin 1927’de başarısızlığa uğramasının başlıca nedeni, o sıralar komünist
partisinde egemen olan oportünist çizgi nedeniyle kendi saflarımızı yani işçi
ve köylü hareketiyle komünist partisinin önderliğindeki silahlı kuvvetleri
genişletmek için çaba gösterilmemesi, bunun yerine sadece geçici bir müttefik,
Goumintang’a bel bağlamasıydı.
” (Mao, Seçme Eserler cilt 1, s.
244) demektedir.
Mao’ya göre birleşik cephede temel siyaset şu şekildedir:
“bağımsızlık ve inisiyatifsiyasetidir, hem birlik hem bağımsızlık siyasetidir.” (Mao, Seçme Eserler Cilt 2, s. 223) Mao için
birleşik cephede inisiyatif meselesi ise “kendi partimizi ve ordumuzu
sağlamlaştırmak ve genişletmek aynı zamanda dost partilerin ve orduların
sağlamlaşmasına ve gelişmesine yardımcı olmaktır.
(Mao, Seçme Eserler, cilt 2, s. 220)
şeklinde yer almaktadır. İnisiyatif birleşik cephe dışında kendi ideolojisini,
programını korumaktır. İdeolojik mücadele kesintisiz sürdürülürken ortaya çıkan
pratik tüm fırsatları parti ve orduyu güçlendirmek için atak ve yaratıcı bir
tarzda kullanmaktır.
Partizan/73
Çin’de I. Cephe örneğinde bağımsızlık ve inisiyatifin
korunmasında sorunlar yaşanmasına rağmen, kızıl ordunun kurulması için önemli
bir işlev görmüştür. II. Birleşik Cephe çalışmalarında ise tüm bunlar deneyim
olarak ele alınmıştır. Birleşik cephede önderlik meselesinin de ayrıntılı ele
alınması gerekmektedir. Yukarda Lenin’den yaptığımız alıntıda da görüldüğü gibi
öncü olmak, bütün süreçlerde ezilenlerin en önünde yürüyebilme başarısını
göstermekle mümkündür.
Mao bu konuyu da ayrıntılı açar: “Proletarya, partisi
aracılığıyla ülkedeki bütün devrimci sınıflara siyasi bakımdan nasıl önderlik
eder?
Birincisi; tarihi gelişme
sürecine uygun temelsiyasi sloganları öne sürer ve bu siyasi sloganları
gerçekleştirmek amacıyla her gelişme aşaması ve olaylardaki her önemli dönemeç
için eylem sloganları ortaya atar. Örneğin ‘Japonya’ya karşı birleşik cephe’ ve
‘birleşik demokratik cumhuriyet’ temel sloganlarını önü sürdük, ama aynı
zamanda ‘iç savaşa son verelim’, ‘demokrasi için mücadele edelim’, ‘silahlı
direnişi sürdürelim’ gibi bütün milletin hep birlikte harekete geçmesi için
somut hedefler gösteren sloganlar da öne sürdük. Böyle somut hedefler olmazsa,
siyasi önderlik söz konusu olamaz.
İkincisi; bütün ülke somut
hedefler uğruna harekete geçtiği zaman proletarya ve özellikle onun öncüsü
komünist partisi, bu hedeflere ulaşmada gösterdiği sınırsız coşkunluk ve
bağlılık ile örnek olmalıdır. Japonya’ya karşı milli birleşik cephenin ve
demokratik cumhuriyetin bütün görevlerini yerine getirme mücadelesinde
komünistler, en uzak görüşlü, en fedakar, en kararlı, durumu değerlendirmede en
az önyargılı olmalı, kitlelerin çoğunluğuna dayanmalı ve onların desteğini
kazanmalıdır.
Üçüncüsü; komünist partisi müttefikleriyle doğru
ilişkiler kurmalı ve onlarla ittifakını geliştirip sağlamlaştırmalıdır: bir
yandan da belirlediği siyasi hedeflerden asla vazgeçmeme ilkesine bağlı
kalmalıdır.
Dördüncüsü; komünist
partisinin saflarını genişletmeli ve partinin ideolojik birliğini ve sıkı
disiplinini korumalıdır. Komünist partisi bütün bunları yaparak bütün Çin’deki
halk kitlelerine siyasi önderlik görevini yerine getirebilir. Bunlar siyasi
önderliğimizi güvence altına almanın ve devrimi, müttefiklerimizin
yalpalamaları yüzünden sekteye uğramadan nihai zafere ulaşmasını sağlamanın
temelidir.
” (Mao, Seçme Eserler, Cilt1, s.
378-379)
İçinden geçilen süreç
faşizmin saldırıları, Kürt ulusunun direnişi “eylem ve güç birliği” yapılmasını
koşullamaktadır. HBDH, askeri ve politik açıdan inisiyatifli olduğumuz ve
Mao’nun tanımladığı “siyasi önderliğin” altını doldurabildiğimiz oranda
devrimci bir gelişim sağlayacaktır. Oluşan koşullar içerisinde, var olan
potansiyeli, fırsatları görmeli ve daha fazla zaman kaybetmeden bu fırsatı
kullanmanın pratik adımlarını atmalıyız. Buna ek olarak HBDH, bir ittifak
olarak Kürt Ulusal Hareketiyle ilişkiler açısından sürekli vurgulanan “birlikte
mücadele” şiarını pratikte somutlamanın koşullarını ilk defa bu kadar
olgunlaştığı bir alan olarak karşımızdadır.
Bu gerçekliği, tıpkı
Çin’de I. Cephe döneminde olduğu gibi ulusal hareketin kitle potansiyeli ile
birleştirerek devrimci ve komünist güçlerin gelişimi adına önemsememiz
gerekmektedir.
Kaynakça:
Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, İnter Yayınları
Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Eriş Yayınları Ephraim
Nimni, Marks, Engels ve Ulusal Sorun, Dünya Solu Dergisi sayı:7 Marks-Engels
Seçme Yazışmalar Cilt 2, Sol Yayınları İşçi Hareketi Marksizm ve Ulusal Sorun,
Belge Yayınları Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları Marksizm
ve Ulusal Sorun makalesi (Stalin) Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları,
Sol Yayınları Marksizm’in Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol
Yayınları Proleter Doğrultu Dergisi, Mayıs-Haziran 1995 Başkan Mao’dan Seçme
Sözler, Umut Yayımcılık Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekin Yayınları Mao, Seçme
Eserler, Cilt 1, Cilt 2, Kaynak Yayınları Ne Yapmalı?, Sol Yayınları Leninizmin
İlkeleri, Sol Yayınları Yeni Demokratik Devrim, Umut Yayımcılık