9 Ekim 2024 Çarşamba

MARKSİZM’DE ULUSAL SORUN VE HBDH ÜZERİNE___X TARTIŞMA X

Kürt ulusal sorunu, yaşadığımız coğrafyanın politik-pratiğinde de özel bir alanı temsil etmektedir. Burada kastımız, çelişkiler üstü bir çelişki vb. icat etmek değil, doğrudan güncel politikadaki ağırlığına, egemenlerin sistematik saldırılarının yoğunluğuna ve genel demokrasi mücadelesi cephesinden kapladığı kilit role işaret etmektir.

Yaşadığımız coğrafyanın sosyo-ekonomik ve siyasal gerçekliğini tüm içerik ve biçimlerde etkileyen Kürt ulusalsorunu, Türkiye Devrimci Hareketi’nin (TDH) aktüel pratiğinin en çetrefilli alanını oluşturmaktadır. Devrimci ve komünistlerin, parçası olduğumuz coğrafyada tarih sahnesine çıktığı andan itibaren stratejik tespitlerde azımsanmayacak bir hacmi kaplayan bu sorun; pratik konumlanışın aldığı tüm biçimlerde yeterli sonuçların üretilemediği bir sınav olarak karşımızda durmaktadır. Bu temelde derinlikli bir tartışmaya girmeden önce belirtmek gerekir ki, geniş anlamda TDH’nin tüm kesimleri, sorun karşısında onu örgütleyen ve çözüm perspektifi sunan pratik konumlanışın gerisinde kalmakta, ulusal sorunda Marksist yaklaşım konusunda içine düşülen sağ (ya da şoven) pratikten teorik ve politik anlamda kopamamaktadır.

Ulusal sorun özgülünde TDH açısından olguların somut incelenmesi şeklindeki Marksist yöntem kaldırıldığı rafta ve toz altındadır. Yazı özgülünde tartışmak istediğimiz konu tam da bu gerçekliğin teorik zemini, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı (UKKTH) genel teorisi karşısında TDH’nin nasıl konumlandığı ve son süreçte TDH’nin gündemine giren Halkların Birleşik Devrim Hareketi (HBDH) örgütlenmesi üzerinedir.

 Yazı boyunca bu temelde Marksizm’in ulusal sorunlar karşısındaki yaklaşım biçimini, UKKTH şeklinde formüle edilen genel ilkenin pratikte ne gibi karşılıklara geldiğini ve bu genel ilke ve tespitlerin (her genellemede olduğu gibi) güncel politikanın alanında yaşadığı farklılaşma ile nasıl TDH’nin bütününe yayılan şoven pratiğin kılıfı haline getirildiğini irdeleyeceğiz. Yine yazı özgülünde Marksist ustaların ulusal soruna nasıl yaklaştığını görmeye çalışacak ve ülkemizde süren Kürt ulusal mücadelesinin yarattığı mücadele birikim ve sonuçlarının açığa çıkarttığı dinamikleri incelemeye çalışarak, ulusal sorunda Marksist yaklaşımın hangi parametreler üzerinden kurulabileceğini ve günceldeki HBDH örgütlenmesinin hem UKKTH ilkesi karşısındaki devrimci görevler açısından hem de cephe ve ittifaklar stratejisi itibari ile hangi eksene oturduğunu irdelemeye çalışacağız.

“Ekonomist” Marksizm: Şovenizmin koltuk değneği... Ulusal sorun noktasında tartışmaya ve HBDH’nin üzerine oturduğu ekseni irdelemeye geçmeden evvel konuya TDH’nin güncel pratiğine ve buna ruh veren teorik ve politik kavrayışına dair bir değerlendirme ile başlayalım. Yaşadığımız coğrafyada Kürt ulusalsorununun neredeyse 200 yıla yakın bir geçmişi bulunmasına rağmen TDH içerisinde ilk nitelikli teorik tespitlerin 1970’li yıllarda İbrahim Kaypakkaya’ya ait olduğu bilinmektedir. Hikmet Kıvılcımlı da teorik yalpalamalariçerisinde -özellikle 1930’lu yıllardaKürt sorununa değinmiştir ancak bu tezlerin tutarlı bir hattan uzak oluşu, ele alış itibari ile devrimci bir stratejide bu sorunun nasıl konumlanacağını analiz etmeyişi ve daha ileriki dönemlerde Kıvılcımlı’nın sosyal-şoven saflara iştirakinden ötürü Marksist anlamda ulusalsorun ile ilgilenen ilk örnek İbrahim Kaypakkaya’dır ve Kaypakkaya’nın mücadele içerisinde bulunduğu sosyo-politik koşullara göre ileri tespitleri, aradan geçen 40 küsur yıla rağmen olduğu yerde kalmakta ve güncelle geliştirilememektedir.

 Bu temelde TDH’nin ulusal sorun özgülündeki savunu ve pratiklerine baktığımızda, birkaç farklı söylem ve politik çizgi olduğunu, ancak bunların bütünsel anlamda şoven konumlanışın çeperini aşamadığını görüyoruz. Bu çizgilerin söylem bazında taşıdıkları farklılığa rağmen soruna dair bilimsel incelemeler, saha araştırmaları, tarih araştırmaları gibi enformasyondan ve bunların Marksist bilimle sınanması sürecinden yoksunluğu bahse konu, şovenizmde konumlanışın kaynağına işaret ediyor. Bahse konu çizgilerin esas itibari ile tek bir ayrıştırıcı etmen üzerinden geliştiğini söylemek, tartışmanın bu aşamasında yeterli olacaktır. Bu ayrıştırıcı Partizan/43 etmen, Kürdistan’ın statüsüne dair tespitin bölgeye dair sömürge mi olduğu yoksa sadece siyasi ilhak şeklindeki tanımın yeterli mi olduğu şeklindeki farklılık olarak karşımıza çıkmaktadır.

 Bu bölümde, bu çizgileri kısa değiniler şeklinde de olsa irdeleyecek, yazının ilerleyen bölümlerinde ise bu tespit ve değerlendirme farkının ne şekilde geliştirilerek bütünlüklü bir ulusalsorun tespitine ve stratejisine dönüştürülmesi gerektiğini inceleyeceğiz. Tartışmaya Kürdistan’ın siyasal statüsünü sömürge şeklinde tespit eden TDH öznelerini irdeleyerek başlayalım. Bu çizgi sahipleri pratik alanda birkaç farklışekilde faal bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Ulusal Harekete yönelik olarak, bölgenin tek gücü ve dinamiği gibi algılayan, doğallığında bölgedeki devrimci süreci ona „havale“ eden ve kendi payını (yorum farkına göre değişken şekilde) ya bölgede hiç bulunmayarak „dış destekçilik“ ya da bölgede sadece Ulusal Hareketin politikalarına eklemlenmeyi esas alarak „içten destekçilik“ şeklinde tezahür etmektedir.

Bu açık bir ilan olmamakla birlikte sosyal pratikten okunan budur. Bu çizgi güncel pratikte Kürt ulusal sorununda diğer sosyalist hareketlere göre daha ileri durmakla birlikte pratik alanda bu kulvarındakiler o bölgede iş yapmayı, çalışma yürütmeyi „dostun bahçesine girmek“ şeklinde görerek diğer kulvardakiler ise bölgedeki faaliyetinisadece ulusal harekete ve onun sürecine katılım sağlamak şeklinde algılayıp komünist çizgiyi ve bölgenin sınıfsal çelişkilerinin geleceğini örgütlemediği için kötürüm kalmaktadır. Aynı çizginin düştüğü bir diğer handikap da ulusal sorun ve ulusal hareket özgülündeki tanımları ve ulusal sorunda komünistlerin görevlerine dair çıkarımlarıdır.

 Bu temelde çizgisahiplerince ulusal hareketlerin burjuva muhtevası görülmemekte, tarihsel gelişimin herhangi bir aşamasında alabileceği biçimler, devrimcilerin böylesi bir durum karşısında görevleri ile bölgenin güncelde var olan ve ulusalsorundaki gelişime göre biçim alan sınıfsal çelişkileri pratikte gözardı edilmektedir. Bu çizgi sahipleri, Kürdistan özgülünde ulusal baskının hedefi konusunda ezilen ulusun burjuvazisi ile ezilen ulusun işçi ve emekçilerini aynılaştırmakta, doğallığında da ulusal mücadelenin süreç ve biçimlere göre değişken şekilde öne çıkabilen burjuva muhtevaya karşı kendi durdukları pozisyondan savunmasız kalmaktadır.

Ek olarak bu çizginin Rojava devrimine yönelik katılımı da “enternasyonal dayanışma” çerçevesinde değerlendirmesi ise, kavramsal olarak dışsal bir katılım içeriği taşımakta ve bu dışsallık çizginin ufkunun sınırlarını belirlemektedir.   TDH’nin ulusal soruna yönelik ele alışı açısından bir diğer çizgi de, açıktan Türk egemen şovenizminin esiri olarak ulusal sorunda üretilebilecek bir çözümü sadece Türkiye’deki sosyalist bir devrime bağlı gören ve böylesi bir devrim olmadan ulusal sorunda “kesin(!)“ çözümün mümkün olamayacağından dem vuran “sol” söylemdir. Kürdistan’ın siyasalstatüsüne dairilhak tespitini yeterli bulanlar esas itibari ile bu kulvardadır.

Bu söylemin dogmatik temeldeki Marksizm’e ve UKKTH ilkesine yönelik kavrayışı genel geçer söylemlerin ötesine taşmamakta, ulusal sorunda demokratik haklar ve talepler için yürütülen mücadelenin açığa çıkarttığı devrimci sonuçlar yeterli oranda görülememektedir. Bu yaklaşıma dair Lenin Gelişen ‘’Emperyalist Ekonomizm’’ Eğilimi Üzerine adlı makalesinde “Şimdi yeni bir ekonomizm doğuyor. Onun mantığı da benzer biçimde, iki sıçrayış üzerine kuruludur: ‘Sağa doğru’ — biz ‘kendi kaderini tayin hakkına’ karşıyız (yani ezilen halkların kurtuluşuna, toprak ilhaklarıyla savaşıma karşıyız — bu henüz tam olarak düşünülmüş ya da açıkça belirtilmiş değildir). ‘Sola doğru’ — biz,sosyalist devrimle ‘çatıştığı’ için, asgari programa karşıyız (yani reformlar ve demokrasi için savaşım verilmesine karşıyız)” (Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, s. 396, İnter Yayınları) demektedir. Bu yaklaşımın sosyal-şovenizmle hasbihal hali, Lenin’in üstteki tespitiyle “Sola doğru ekonomizm” olarak adlandırdığı çizgi bahsettiğimiz yaklaşım açısından aynen geçerlidir. Bu şekildeki yaklaşımı açıktan politikalaştıran TDH özneleri açısından ise güncelde düşülen aralık ulusal hareketle ve bölgede ulusal mücadele etrafına kitlenmiş milyonlarla derin bir mesafe olmakta, bu da bahse konu özneleri güncelde sosyal şovenizmin yedeğine düşürmektedir. Bunun en somut örneği olarak son süreçteki Rojava devrimine yaklaşım verilebilir.

 Ezilen ulusun haklı talebi karşısında kimi TDH öznelerinin Suriye gibi bir faşist devleti, on yıllarca ezilen halklara baskı ve asimilasyon yürütmüş bir sömürü aygıtını desteklediğini utançla görmekteyiz. Rojava devrimi konusunda olumlu tutum alan bu kulvar öznelerinin ise son süreçteki Cizre, Nusaybin gibi direnişler karşısında aynı tutumu sergilememiş olması, son kertede bölgedeki kitlelerin sistemle çelişki yaşama şekline karşı tutumlarındaki handikapı göstermiştir. Yine aynı çizgisahiplerinin Kürdistan’da ulusal baskının hedefi ve çelişkinin yönü itibari ile ulusal baskının hedefini ayrıştırmakta, ezilen ulus milliyetçiliğiPartizan/45 nin demokratik muhtevasını doğru tahlil etmeyerek “ezilen ulusun halkı”nın çıkarları temasıyla ulusal baskı karşısında net konum alamamaktadır. Kuşkusuz ki, bu denli açık bir kategorize tanım, konuyu bir derece daha özele indirerek tartıştığımızda aykırısonuçlar çıkartılabilir. Ancak,son kertede hiçbir „özel“ tanımın bu çerçeveden çok da uzaklaşamayacağını ve üstte verdiğimiz çerçevenin tartışmayı belirli bir eksene oturtmak adına yeterli olduğunu ifade edebiliriz.

Bu negatif tabloyu, yine son tahlilde ideolojik ve politik yetersizlikle ve yine teorik kavrayıştaki problemle tanımlayabiliriz. Kürdistan özgülünde, üstteki tespitlerden de okunacağı şekliyle, bahsettiğimiz ideolojik hatanın temelini, Kürdistan’ın siyasal statüsüne dair tespitlere ruh veren ekonomizm (ilerleyen bölümlerde bu tespiti açacağız) oluşturmaktadır. TDH’nin bu konudaki ekonomizmi, bölgeye dair siyasal statüyü tespit ederken tek yanlışekilde bölgenin sosyo-ekonomik ilişkilerine odaklanmasında ve politik tespitlerin tarihsel incelemeler/bölgesel dinamikler gibi güncel referanslardan değil Marksizm’e en dogmatik şekilde yaklaşarak elde edilen teorik sabitlerle üretilmesinden oluşmaktadır. Bahsettiğimiz ikinci kısım, yani konu özgülündeki Marksist kavrayış sorunu esas itibari ile birincisinin, yani bölgeye dair tespitlerin tek başına sosyo-ekonomik yapı tanımlamaları ile yapılmaya çalışılmasının da kaynağının teşkil etmektedir.

Bu temelde TDH öznelerinin bütünlüklü anlamda Marksizm’den doğru şekilde beslenmediğini, ulusal sorun konusunda Marksist ustaların yaklaşımlarını diyalektik bir biçimde incelemediğini, tüm bu yaklaşımları kendi koşulları içerisinde ve yine tarihsel gelişmenin rotasına göre değişen/evrilen karakterini doğru şekilde tahlil etmediğini, bunun yerine ise dogmatik ezberleri, kendi koşulları içerisinde anlamı olan sözleri değişmezilkelerşeklinde kavrayarak pratiği dogmatizme teslim ettiğini açıkça ifade edebiliriz. Diyalektik, Dönüşüm ve Marks’tan Mao’ya Ulusal Sorun Konuyu Kürdistan özgülünde UKKTH çerçevesindeki devrimci görevlerin nasıl ifa edileceği ve günceldeki HBDH örgütlenmesi karşısındaki konumun nasıl olması gerektiğine bağlamadan evvel, bahsettiğimiz dogmatizmi deşifre etmek ve TDH’nin geneline sirayet eden ekonomizmi gün yüzüne çıkartmak adına sorunun Marksist ustalarda nasıl konulduğuna bakmak ve UKKTH’na yönelik politik çıkarımların dayanağı olan ulusal sorun tanımlarını irdelemek yerinde olacaktır. Derdimiz, özellikle TDH bileşenlerinin Kürt ulusalsorunu çerçevesindeki dogmatik ve ekonomist yaklaşımla hesaplaşmaktır.

 Bu nedenle de, yazının bu bölümü boyunca tercihimiz, UKKTH çerçevesindeki Marksist doğruları tekrarlamak yerine, özellikle Marksizm’in ustalarının soruna ne bağlamda ve hangi yöntemle yaklaştığını irdelemek, Marksist ustalar içerisindeki yaklaşım farklarının nasıl Marksist bilimin gelişim rotası içerisinde anlam kazandığı göstermek ve Kürt ulusal sorununa dair net ve tutarlı bir tespitin olanaklarını aramak şeklinde olacaktır. 666 Marksizm, dünyayı anlamanın ve dönüştürmenin bilimi olarak, sosyal pratiğin imbiğinden süzülür. Marks’ın Feuerbach üzerine tezlerinden 11.si olan „Filozoflar dünyayı anlamakla yetindiler, aslolan değiştirmektir“ sözü bahsettiğimiz pratik karakteri vurguladığı kadar, Marksizm’in sosyal pratiğin rotasına ve toplumsal gelişmenin durumuna göre değişik biçimler alabileceğine de işaret eder.

Bu somut gerçeklik, Marksizm’e dair tüm kategorilerde geçerlidir. Marksizm’e bu niteliği katan diyalektik yöntem ile ilgili olarak Engels’in „diyalektik felsefe karşısında kesin, mutlak, kutsal hiçbir şey varlığını sürdürmez; bu felsefe herşeyin dayanıksızlığını, ve herşeydeki dayanıksızlığı gösterir, ve onun karşısında, kesintisiz olmak ve yok olmak sürecinden, daha aşağıdakinden daha yukarıdakine sonsuz çıkış sürecinden başka hiçbir şey yürürlükte kalamaz, o kendisi de bu sürecin düşünen beyindeki yansısından başka birşey değildir. Şurası da doğrudur ki, onun bir de tutucu yani vardır, o, bilginin ve toplumun gelişmesinin belli aşamalarının kendi çağlarına ve kendi koşullarına göre meşruluğunu kabul eder; ama daha ileri gitmez. Bu görüş tarzının tutuculuğu görelidir, onun devrimci niteliği ise mutlaktır — zaten hüküm sürmesine izin verdiği tek mutlak olan da budur.“ (Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Eriş Yayınları, s. 15) sözleri, bahsettiğimiz dönüşebilme yetisi noktasında açıklayıcıdır.

Tarihsel ve toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasına tekabül eden uluslaşma süreci ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan ulusal sorunlar konusuna yönelik de Marksizm’e dair somut gerçeklik, tam da bu diyalektik yöntemin kattığı karakter ile tanımlanabilir. Marksizm’in kurucu önderleri Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao’nun ulusal sorunlar karşısındaki konumlanışları da bu diyalektik karakter ışığında açıklanabilir ve Marksizm’in genel gerçekleri ile tutarlılık bağı kurulabilir. Marks-Engels ve Ulusal Sorun Bilimsel sosyalizmin kurucu ustaları Marks ve Engels’te ulusal sorun, net çizgiPartizan/47 lerle belirlenmiş bir teorik alan olarak ele alınmamakla beraber, bu iki usta, parçası oldukları dönem itibari ile verili tarihsel-toplumsal koşullarda kavranması gereken bir konu olarak bu sorunla uğraşmışlardır. Marks ve Engels’in konu özgülündeki üretimi ve değerlendirmeleri, ulusal taleplerin Avrupa proletaryasının genel çıkarları karşısındaki konumlanışı ile ölçümlenerek ve desteklenebilirliği yine proletaryanın genel çıkarlarına hizmet edip etmediği ile belirlenmektedir.

Özellikle Marks’ın bu konu çerçevesindeki üretimi, belirli gündemlere dair politik yazılar olmakta, geniş teorik incelemeler ise Marks’ın yazınında bulunmamaktadır. Bu yazın çerçevesinde Marks ve Engels’in yaklaşımını değerlendirecek olursak, onların ulusalsorun konusundaki yaklaşımında dönemsel bazı değişikliklerin olduğunu ve günümüzden bakıldığında ise daha ekonomik indirgemeciliğe kapı aralayan bir yaklaşımı barındırdığı görülecektir. Ancak, burada Marks’ın konu özgülündeki yazılarına dair bazı çevrelerce yapılan bu ekonomik indirgemecilik tespiti, bütünlüklü bir politik hatayı değil, Marks’ın yaşadığı ve üretimde bulunduğu siyasal ve toplumsal koşulların çerçevelendirdiği bir toplumsal gerçekliği temsil etmektedir. Şöyle ki, Marks’ın konu özgülündeki yazını büyük oranda belli başlı gelişmeleri içermekte, İrlanda sorunu, Güney Slavlar sorunu, Polonya sorunu, Cezayir sorunu vb. gelişmeler üzerinden üretilmektedir. Marks ve Engels’in toplumsal mücadeleye katılım sağladığı koşullar, burjuva sömürü biçimlerinin emperyalizm aşamasına ulaşmadığı, burjuva ulus devletlerin ve modern ulusinşasının toplumsal gelişim adına pozitif etkiler doğurduğu koşullardır. Marks ve Engels parçası bulundukları koşulların içerisinde üretmişler,sosyal pratiğin beklenen sonuçları doğurmadığı koşullarda ise diyalektik gelişim içerisinde fikirlerini dönüştürmüşlerdir. İrlanda sorunu üzerinden sürdürdükleri tartışma buna örnektir.

Genel hatları ile Marks ve Engels’in ekonomik indirgemecilik eleştirisine kapı aralayan tespiti tarihsel uluslar ve tarihsel olmayan uluslar formülasyonu ile ilintilidir. Bu formülasyon, esasitibari ile modern ulustanımının ve ulus-devletler olgusunun kapitalizmi geliştirici ve burjuvazi ile proletarya arasındakisınıf mücadelesini keskinleştirici özelliğine dayanır. Bu temelde Marks ve Engels Polonya ve İrlanda’nın bağımsız devlet kurma hakkını hararetle savunurken aynı şeyi Çekler, Slavlar, Meksikalılar vb. için savunmamıştır. Marks ve Engels’in bu yaklaşımını özetlemek adına Ephraim Nimni’nin “Marks ve Engels’in çalışmalarında ‘milliyetler’ kendi devletlerini kurarak (PoPartizan/48 lonya, İrlanda) ‘ulus’ haline gelecektir ya da ulusal bir devleti kurma yeteneğine sahip olmayan, ‘tarihsel canlılığı’ bulunmayan ulusal topluluklar, ‘tarihsiz halklar’ (geschichtslosen Völker) olarak kalacaktır.

Marks ve Engelsiçin aslında bu ‘tarihsel olmayan milliyetler’ kapitalist üretim tarzına uyum sağlama yeteneğini göstermemeleri yüzünden içsel olarak gericidir. Bunun nedeni bu toplulukların yıkımdan kurtulmalarını önlemenin tek garantisinin eski düzenin korunması oluşudur, dolayısıyla yok olmaktan kurtulmak için gerici olmak zorundadırlar” (Ephraim Nimni, Marks, Engels ve Ulusal Sorun, Dünya Solu Dergisi, s. 40, sayı: 7, 1991) sözleri tariflenen çerçeveyi özetler niteliktedir. Özellikle Engels’de belirginleşen bu ifade ve yaklaşımın politik bir hatayı temsil etmemesi ise, bahse konu tanımın esas itibari ile dönemin verili toplumsal koşulları ile ilintili ve politik bir gelişmenin karşısındaki konumlanışla alakalı oluşundandır. Örneğin Engels, Slavlarla (özelde Çeklerle) ilgili değerlendirmeyi 1848 devrimcisüreci karşısındaki pozisyonları ve aldıkları politik tutumla ilgili olarak yapmıştır. 1848 devrimcisürecinde uluslaşma sürecini görece tamamlayan uluslar(konu özgülünde Slavlar) pratik konumlanışlarını, (Almanya ve Fransa’dakinin proletaryanın aksine) Çarlık monarşisinden yana belirlemişler, gelişebilecek bir Avrupa Devrimi ihtimaline karşı monarşiden yana tutum almışlardır. Bu durum onları,sürecin tarihselliği itibari ile gerici kamplara itmiş ve ulusal taleplerini genel anlamda Avrupa proletaryasının çıkarlarının karşısına konumlandırmıştır. Bu temelde ise tarih karşısında gerici bir rol üstlenmişlerdir.

Yine Bedeviler, Meksika Savaşı vb akla gelebilecek değerlendirmelerin özü ise ulus devletlerin ve modern uluslaşmanın kapitalizmi geliştirici rolü ve proleter sınıf hareketi için açığa çıkarttığı koşulların, yine tarihin gelişimine sundukları alanın olumlamasıdır. Gelgelelim, Marks ve Engels’in yazını, genel olarak bu hatta ilerlemekle beraber, bunun da statik ve katı bir içerikte durduğu savunulamaz. Örneğin Marks, erken dönemlerinde İrlanda’nın İngiltere’den ayrılamayacağını ve İrlanda proletaryasının kurtuluşunun İngiliz proletaryasının eylemine bağılı olduğunu düşünürken daha ilerleyen yıllarda ise “Uzun yıllar İrlanda sorunu üzerine çalıştıktan sonra, o sonuca vardım ki, İngiliz egemen sınıflarına kesin darbe (ve bu, tüm dünyadaki işçi hareketleri için de belirleyici olacaktır) İngiltere’de değil yalnızca İrlanda’da vurulabilir. (…)İngiltere, sermayenin metropolü, şimdiye dek dünya pazarını yöneten güç, günümüzde işçi devrimi açısından en önemli ülkedir; dahası, bu devrimin maddi koşullarının belirli bir Partizan/49 Partizan/50 olgunluk derecesine ulaştığı tek ülkedir. Dolayısıyla, Uluslararası Emekçiler Derneği, her şeyden önce İngiltere’deki toplumsal devrimi çabuklaştırmayı amaçlar. Çabuklaştırmanın tek aracı da İrlanda’yı bağımsız yapmaktır.

Öyleyse Enternasyonal’in ödevi İngiltere ile İrlanda arasındaki çatışmayı her yerde öne çıkartmak ve her yerde, açıkça İrlanda’dan yana olmaktır. Londra’daki Merkez Konseyin özel görevi İngilizişçisınıfında, İrlanda ulusal kurtuluşunun, onlar için sosyal adalet ve insancıl duygular sorunu olmadığı ama kendi toplumsal kurtuluşlarının ilk koşulu olduğu bilincini yaratmaktır.

” (Marks’tan Sigfried Meyer ve August Vogt’a mektup, 9 Nisan 1870, Marks-Engels Seçme Yazışmalar Cilt 2, Sol Yayınları, s. 15) demektedir.

Burada göstermeye çalıştığımız şey,sadece bir fikirsel değişim ya da sosyal hareketin karşısında bir teorik dönüşüm değil aynı zamanda Lenin’de daha da belirginleşen bir çizginin, “Her iki ülke proletaryasının yüksek çıkarları için” UKKTH’nı tanımak şeklinde kavramsallaşan Marksist ilkenin de temellerine işaret etmektir. Lenin ve Ulusal Sorun Bir bütün Marksist gelenek açısından bakıldığı zaman ulusal sorun ve UKKTH meselesindeki en ileri noktayı, teorinin zirvesini yoldaş Lenin temsil etmektedir. Bu gerçeklik, onun hem 2. Enternasyonal önderlerinin 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecindeki şovenist tutumlarına yönelik yürüttüğü ideolojik mücadeledeki üretiminden hem de yaşadığımız sürecin evrensel gerçekliği olan, kapitalist sömürü biçiminin ulaştığı emperyalizm aşamasına ve onun koşullarına yönelik çözümlemesinden ileri gelmektedir.

 Lenin, UKKTH genel ilkesi karşısındaki konumlanışı ve bu genel ilkeyi ele alış şekline girişmeden evvel, Marks ve Engels’in ulusalsorun özgülündeki tutumu ile arasındaki “farklılaşma” ile ilgili belirli noktaların altını çizmekte fayda var. Zira bu “farklılaşma”ya işaret etmek aynı zamanda özdeşlik noktalarını göstermek ve Lenin’in Marksist tutumunu tarifleyerek teorik alanda yarattığı gelişimi belirginleştirmek açısından da işlevli olacaktır. Bu temelde Horace B. Davis’in “Lenin, Marx ve Engels’in 1848’de oynadıkları gerici rol nedeniyle Çeklerin mahkum edilmeleri gerektiği şeklindeki yargılarını onayladı, ancak genelde Güney Slavları ve daha sonraki dönemde Çekler hakkında olumsuz yargılara varmaktan kaçındı. (...) Lenin, ne Engels’in Cezayir konusunda aldığı ilk tavrın ne de Engels ve Marx’ın 1847 Meksika Savaşı sırasında aldıkları tavrın savunmasını yaptı. Birincisini hiçbir zaman tartışmadı; Partizan/51 ikincisi ile ilgili olarak, Marx ve Engels için söyleyebildiği en iyi şey, görüşlerini değiştirmiş oldukları idi” (Horace B. Davis, İşçi Hareketi Marksizm ve Ulusal Sorun, Çev.: Yavuz Alogan, İstanbul 1994, Belge Yayınları, s.197) sözlerini bu farklılaşmanın görüngülerini sunmak açısından anlamlı örnekler olarak gösterebiliriz. Bahse konu farklılaşma, esas itibari ile diyalektiğin genel yasaları ile anlaşılabilir ve öz itibari ile odaklanılan şeyin, işçi sınıfının yüksek çıkarları ve sınıf devrimi olduğu, bu anlamda işlev kazandıkları alanın aynı olduğu görülebilir.

 Lenin, Marks ve Engels’in verili tarihsel koşullardaki tespitleri ile ilgili olarak, “Marx’ın, bazı halkların (örneğin 1848’de Çeklerin) ulusal hareketlerine karşı çıkmış olmasının, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının Marksist açıdan tanınması gerektiği iddiasını çürüttüğü sık sık ilerisürülmektedir (örneğin son zamanlarda Alman şovenisti Lensch...). Fakat bu yanlıştır, çünkü 1848’de ulusları «gerici» ve demokratik devrimci olarak birbirinden ayırmak için tarihi ve siyasi nedenler vardı.

Marx gericilere karşı çıkarken ve demokratik ulusların yanında yer alırken haklı idi. Ulusların kaderlerini tayin hakkı, demokrasinin istemlerinden biridir ve elbette ki onun genel çıkarlarına, demokrasinin genel çıkarlarına bağlı olmalıdır. 1848’de ve izleyen yıllarda da demokrasinin genel çıkarları her şeyden önce Çarlığa karşı mücadeleden ibaretti.” (Lenin, Sosyalist Devrim ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı –Tezler, UKKTH içinde, s. 150 dipnot) şeklindeki görüşleri, esasitibari ile Lenin’in olguları kendi dönemleri itibari ile kavrayan ve ondan dersler çıkartan yöntemine delalet ve aynı zamanda, Lenin’in öncülleri Marks ve Engels’in Ulusal Sorun karşısındaki konumlanışları ile kurduğu ilişkiyi görmek açısından da somut bir örnektir. Bu bakımdan, Lenin’in görüşlerinin Marks ve Engels ile var olan “farklılaşma”sının özitibari ile, Lenin’in içerisinde bulunduğu koşullar ve emperyalizm olgusu ile ilintili olduğunu ifade etmemiz gerekmektedir. Göstermek istediğimiz şey, Lenin’in diğer Marksist ustalara göre ileriliğinin kaynağında, onlardan yöntem olarak kopması değil, onlarla başkaca koşulların içerisinden üretimde bulunmasıdır ve bu olgu diyalektik anlamda maddenin bilinçle, olguların olaylarla kurduğu ilişki bakımından da doğrudur.

Lenin’in (öncülleri Marks ve Engels’e göre) ulusal sorun karşısındaki konumlanışını değerlendirirken, ekonomik tahlilin belirleyici bir temel olduğunu, ancak bu tahlil temelinde başkaca politik saiklerin daha fazla devreye girdiğinin altı çizilmelidir. Burada kastımız, kapitalizmin serbest rekabetsürecini aşarak emperyalist sömürünün pazar ilişkilerine getirdiği boyut ile bu temelde ulusal kurtuluş hareketlerinin bu emperyalistzincir içerisinde, büyük kapitalist devletleri zayıflatıcı rolünün perçinlenmesidir. Yine, emperyalist ülkelerdeki proletarya ile sömürge ülkelerdeki proletaryanın arasına giren şovenizm zehrinin, nasıl enternasyonal proletarya hareketini parçaladığını Lenin, özellikle 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde görmüştür.

 Lenin’in ulusal sorun karşısındaki konumlanışını ve UKKTH ilkesini ele alışını birbirleri ile temelden ilişkili iki başlık üzerinden irdelemek yerinde olacaktır. Bunlar, Lenin’in emperyalizm çözümlemesi temelinde soruna nasıl yaklaştığı ile yine bu çözümleme ile temelden ilişkili olarak 2. Enternasyonal önderlerinin 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı karşısındaki tutumları ile yürüttüğü ideolojik mücadeledir. Lenin, öncülleri Marks ve Engels’ten farklı olarak başkaca koşulların, kapitalist pazarların, kapitalizmin gelişim doğasında bulunan şekli ile, merkezileştiği, dünyanın evrensel bir pazar haline geldiği emperyalizm koşullarının içerisinden üretimde bulunmuştur.

Emperyalizm koşullarında artık söz konusu olan, demokrasiden ya da gericilikten yana olan uluslar değil, emperyalist büyük devletler ve onların sömürü politikalarına karşı takınılacak tutumdur. Bu temelde Lenin,sömürge ülkelerdeki ulusal hareketlerin,sömüren ülkeyi gerilettiğini, emperyalist halkaya zarar verdiğini ve bunun hem sömüren ülkelerdeki proleterler için avantajlı koşullar yarattığını hem de emperyalizm koşullarında sömürülen ülkelerin proletaryası ile sömüren ülkenin proletaryası arasındaki düşmanlığı gerilettiğini, yani proletarya enternasyonalizmine hizmet ettiğin ortaya koyar. Ancak Lenin bu noktada UKKTH’nı ise mutlak bir ilke olarak el almamıştır. O, tıpkı öncülleri Marks ve Engels gibi,soruna işçisınıfının devrimci çıkarları temelinde yaklaşmış, “Ulusların kaderlerini tayin hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar, dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır.

Bazı somut durumlarda, parçanın, bütünü ile çelişkiye düşmesi mümkündür; o zaman parça atılır. Bir ülkedeki cumhuriyetçi hareket bir başka ülkenin entrikalarının aleti olabilir ve bu işe kilise, mali çevreler ya da kralcılar katılabilir; biz o zaman, bu somut hareketi desteklememekle görevliyiz ama bu bahane ile uluslararası sosyal-demokrasinin programından cumhuriyet sloganını silmek gülünç olur” sözlerinin de gösterdiğişekli ile, ulusların kendi kaderlerini tayini ile bu hakkın tanınması arasındaki teorik ayrımı ve buna hangi temelde yaklaşılması gerektiğini de ifade etmiştir.

Partizan/52

 Lenin’in ulusalsorun çerçevesindeki üretimini,sadece bu çerçeve içerisinde açıklamak ise Lenin’i eksik bırakmak anlamına gelecektir. Lenin’in üstte bahsettiğimiz soyut tahlili, esas itibari ile onun 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı boyunca aldığı tutum ve 2. Enternasyonal önderlerinin bu savaş karşısındaki oportünizmi ile yürüttüğü mücadelede somutlanmaktadır. Burada, özellikle 2. Enternasyonal kapsamındaki teorik tartışmalara ve tarihsel anlatısına bütünlüklü birşekilde girmeyeceğiz, ancak Lenin’in bahse konu ideolojik mücadelelerdeki tutumunu aktarmak adına belirli başlıklar altındaki değerlendirmelerini aktarmakla yetineceğiz.

Lenin’in bazı teorik meseleler karşısındaki görüşleri 2. Enternasyonal önderlerinin 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı karşısındaki, parçası oldukları ülkelerden yana tutum alan pozisyonları, hakeza benzer dönemlere takabül eden Rosa Lüxemburg’un Polonya’nın bağımsızlığı sorunu karşısındaki tutumu ile Otto Bauer ve Karl Renner’in kültürel-ulusal özerklik fikri bu kapsamda tartışılması gereken ve UKKTH’nın Leninist anlamda uygulanmasını reddeden politik fikirler olarak sayılabilir. Kısaca değinmek gerekirse, 2. Enternasyonal önderlerinin savaş karşısındaki yaklaşımının özünü ekonomizm teşkil etmektedir.

Emperyalist ülkelerin dünya pazarını paylaşımı esasına dayanan savaşta 2. Enternasyonal büyük oranda proletaryayı kendi ülkelerinden yana tavır almaya çağırmış, bunu ise kendi kaderini tayin etme şeklinde yorumlamıştır (Örn: Kautsky). Bu yaklaşım özü itibari ile savaşın emperyalist sömürü karakterini görmemekte, her ülke proleterlerinin, kendi ülkelerinin emperyal hedeflerine karşı konumlanışını ve keza sömürge ülkelerdeki direnişin egemen sınıflarısarsarak devrime olanak tanıyan karakterini hasır altı etmektedir. Rosa Lüxemburg’un Polonya’nın bağımsızlığı ile ilgili fikirleri de yine benzeri bir temele dayanmaktadır. Lüxemburg, Polonya’nın bağımsızlığını gereksiz bulmakta ve Polonya’nın Rusya ile kaynaşmış-bütünleşmiş halini ilerisürerek kendi hedeflerinin “Rusya içinde özerklik” olması gerektiğini ve Rusya’nın bütünündeki devrim için çabalamaları gerektiğini iddia etmekteydi. Bu fikrin temel hatası, Lüxemburg’un “Polonya’nın ekonomik olarak Rusya’ya bağlılığı ve politik olarak Rusya’dan bağımsız olamayacağı fikri” de yine benzeri bir ekonomist içeriği taşımaktadır. Hakeza Lüxemburg, ulusal hareketlerin (Polonya özgülünde) Çarlığa karşı taşıdığı devrimci potansiyeli kavrayamadığı gibi, ulusal kurtuluşun sadece küçük-burjuvazinin değil proletarya da dahil bir bütün yığınların talebi Partizan53 olduğunu ve UKKTH’nın tanınmasının ezen ve ezilen ülke proleterlerinin tek dayanışma silahı olduğunu da kavramadı.

 Buna ek olarak Lenin, onun yöntemini, belirli bir özgül durumu genelleştirme çabası olarak niteleyip bu yöntemin sadece Polonya’ya değil ezilen bütün küçük uluslara da bağımsızlık hakkı tanımaması noktasında eleştirmişti. Otto Bauer ve Karl Renner’in kültürel-ulusal özerklik fikri ise, Avusturya Marksistlerinin kabul ettiği içeriği ile UKKTH’nı yani ezilen bağımlı ulusların ayrılma hakkının yerine onlarısınırların ve bölgelerin işlevsizleştiği bir belirsiz aralıkta kültürel ve ulus temelinde özerk olabilecekleri (ancak bağımsız devletleşmeye alan açmayan tarzda) bir politik tutumu öngörüyordu. Bu yaklaşım özü itibari ile Avusturya-Macaristan Devletinin dağılmamasını bir parametre aldığı gibi, her ulusun kendi iç vergilendirme sistemini kurması, okullaşması, kültürel gelişim kanallarını açması gibi kısıtlı taleplerle bir ehlileştirme yöntemini savunuyordu.

Rusya’daki yankısını Yahudi BUND ile bulan ve bu anlamda Lenin’in ciddi eleştirilerini yönelttiği bu yaklaşım, bir yanı ile Ulusal hareketlerin ilerici rolünü küçülterek, onların UKKTH temelindeki mücadelesinin emperyalizmin surlarına açabileceği gediği görmezken, diğer yandan ise ezilen uluslar açısından milliyetçiliği körükleyen bir içerik taşıyordu. Lenin bu yaklaşımı bu temelde reddederken, hem UKKTH’nın pozitif karakterine işaret etmekte, diğer yandan ise proletaryanın enternasyonalist görevi olan ezilen bağımlı ulusların ilerici hareketlerini destekleme görevinin yerine milliyetçiliği geçirdiği için bu yaklaşımı mahkûm etmekteydi. Ancak burada, belirtilmeden geçilmemesi gereken bir mesele de kavramsal benzerliğinden ötürü özerklik fikrinin bölgesel özerklik ya da federasyon vb. şekiller ile karıştırılmaması gerekliliğidir. Zira Lenin, “ulusal kültürel özerklik” fikrini eleştirirken, federasyon, bölgesel özerklik vb. yöntemleri ise olumlamakta, kabul edilebilir seçenekler olarak görmektedir. Bu konuda Lenin’in yazını çeşitli dönemlerde farklılaşmakta- politik sürecin seyrine göre değişebilmektedir. Şöyle ki, Lenin, örneğin federasyon meselesinde S.G Şahumyan’a 23 Kasım (6 Aralık) 1913 tarihli mektubunda “Biz ilke olarak federasyona karşıyız; federasyon ekonomik birliğizayıflatır, yekpare bir devlet için uygunsuz bir tiptir”

(Lenin, Ulusal Ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, İnter Yay., s. 117)

 derken, ilerleyen dönemlerinde ise federasyon olgusunu şarta bağlı bir mesele olarak ele alıp, “Ama ayrı ayrı uluslar tek bir devlet içinde birleşebildikleri sürece (abç), Marksistler, hiçbir zaman ne federatif ilPartizan/54 keyi, ne de merkeziyetsizliğisavunmayacaklardır. Merkezi bir büyük devlet, ortaçağa özgü parçalanıştan, geleceğin bütün dünyanın sosyalist birliğine götüren büyük bir tarihsel ilerlemeyi ifade eder, ve (kapitalizme çözülmez bağlarla bağlı) böyle bir devletten geçen yoldan başka sosyalizme giden yol yoktur. Ama merkeziyetçiliği savunurken, bizim, ancak demokratik merkeziyetçiliği savunduğumuzu unutmak bağışlanmaz bir yanılgı olur. Bu bakımdan genel olarak küçük-burjuva zihniyeti ve özel olarak da (müteveffa Dragomanov dahil) küçükburjuva milliyetçizihniyeti,sorunu, o ölçüde karışık hale getirmiştir ki, dolaşan yumağı çözmek için birazzaman yitirmemiz gerekecektir.

Ekonomileri, yaşayış biçimleri, ulusal bileşimleri vb. bakımından özellikleri olan bölgelerin özerkliğini sağlayan yerel yönetimde özerkliği reddetmek şöyle dursun, demokratik merkeziyetçilik, tersine, bunu gerektirir.” (Lenin, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s. 46) demektedir. Yani, Lenin’in mesele özgülündeki temel yaklaşımı, gereksiz bir bölünmenin karşısında durmayı, proleterlerin arasına ulusal çitler örmeyi reddetmekle birlikte, eğer koşullar bunu bir çözüm (geçici de olsa) olarak dayattığı ve uluslar aynı sınırlar altında başkaca bir biçimde tutulamadığı ölçüde kabul edilebilir görmektedir. Benzeri bir yaklaşımı Marks da İrlanda sorunu ile ilgili sergilemiştir. 1917’ye doğru ise federasyon üzerine Lenin’in ve Bolşevik Partisinin görüşleri bir miktar daha değişime uğramış, somut tarihsel koşulların etkisi ve ulusları bir arada tutma yollarının karmaşıklığı gibi gerekçelerden hareketle Lenin 1. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresindeki açıklamasında “Rusya özgür cumhuriyetlerin birliği olsun” (Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine -dipnot: 55, İnter Yay., s. 633) demiştir.

Bu tarihten sonra ise SSCB, devlet yapısı olarak federasyonu, Sovyet Cumhuriyetlerinin birliğinin biçimi olarak görmüştür. Son olarak altını çizmek istediğimiz ulusal-bölgesel özerklik meselesi ise Lenin’in yazınında olumlanmakta, ulusal-bölgesel özerklik kapitalizmi ve demokrasiyi geliştirici unsurlar olarak görülmektedir. Lenin’in Rosa Lüksenburg’a yönelik eleştirileri içerisinde kullandığı “Ekonomi ya da yaşayış tarzı alanında az da olsa özellikleri olan, özel bir ulusal bileşimi bulunan vb. her bölge için böyle bir özerklik tanımayan gerçekten modern bir devlet düşünülemeyeceği besbellidir. Kapitalizmin gelişmesi için gerekli merkeziyetçilik ilkesi böyle bir (yerel ya da bölgesel) özerklikle çelişmez; tersine, ancak bunun sayesinde bürokratik olmayan, demokratik bir biçimde işleyebilir.

 Aynı zamanda, sermayePartizan/55 nin yoğunlaşmasını, üretici güçlerin gelişmesini burjuvazinin ve proletaryanın bütün devlet ölçüsünde gruplaşmasını kolaylaştıran böyle bir özerklik olmadan kapitalizmin geniş ölçüde, özgür ve hızlı gelişmesi olanaksız olurdu ya da hiç değilse son derece zorlaşırdı. Çünkü,salt yerel (bölgesel, ulusal vb.)sorunlarda bürokratik müdahale, genel olarak iktisadi ve siyasal gelişmeye en büyük engellerden biri olduğu gibi, özel olarak da en önemli sorunlarda, temel sorunlarda merkeziyetçiliğin önünde duran engellerden biridir.”

(Lenin, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol yay., s. 48) sözleri bahse konu tutumu özetler niteliktedir. Stalin ve Ulusal Sorun Büyük bir Marksist olarak Stalin’in Ulusal Sorun özgülündeki üretimi ise, genel hatları ile doğru olmakla birlikte Lenin ile kıyaslandığında yeterli teorik açıklığı ve esnekliği barındırmamaktadır. Kuşkusuzşekilde Stalin, Lenin’in genel teorisine bağlı ve UKKTH ilkesinin savunucusudur, ancak, burada kastettiğimiz yönü, bu ilkenin savunulması ile değil genel olarak ulus, ulusal sorun vb. içerikleri kavramsallaştırma şekli ile ilintilidir.

Stalin, ulus meselesine yaklaşırken, genel bir kategorize tanım ile ele almaktadır. “Ulus, tarihi olarak oluşmuş, dil, toprak, iktisadi yaşantı birliği, ve kültür birliğinde ifadesini bulan ruhi şekillenme birliği temelinde oluşmuş istikrarlı bir insan topluluğudur” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun makalesi) şeklinde formüle edilen bu yaklaşım, katı ve dogmatik bir karakteristik taşımaktadır. Bu yaklaşımdan ötürüdür ki, Stalin, Gürcüleri 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar ulussaymamakta, herhangi bir ulusal bileşimin ulus niteliği edinebilmesi için bu kriterleri tam ve eksiksiz barındırması gerektiğini ifade etmektedir. Aynı makalesinde Stalin, Yahudilerin bir ulus olmadığını ifade ederken kullandığı “Hayır. Sosyal-Demokrasi, ulusal programını böyle kâğıttan ‘uluslar’ için inşa etmez.

 

O sadece, davranan, hareket eden ve bu nedenle de başkalarını kendini hesaba katmaya zorlayan gerçek ulusları göz önünde tutabilir.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun makalesi)sözleri, özü itibari ile, emperyalizm öncesi döneme ait Engels’in “tarihsel uluslar, tarihsel olmayan uluslar” şeklinde formüle ettiği yaklaşımdan esinlenmekte, emperyalizm koşullarında ulusal hareketlerin kazandığı misyonunu ise küçültmektedir. Bu anlamda da Stalin’in ulusal sorun özgülündeki yaklaşımı açısından görece bir ekonomist esintiden bahsetmek mümkündür. Şöyle ki, ulusal sorunPartizan/56 ları “özü itibari ile köylü sorunu” olarak nitelendiren Stalin, ulusal sorunları feodalizmden kapitalizme geçiş döneminin problemleri olarak kavramakta, egemen ulusların proleterleri ile ezilen ulusların proleterleri arasına giren şovenizm zehrinin etkilerini ise yeterli oranda parametre almamaktadır. Stalin’in kavramsallaştırdığı “üstten milliyetçilik” ve “alttan milliyetçilik” kavramlarını ele alışı bu tutumu açısından bir emare iken, tarihin bugünkü aşamasından ulusal sorunların kapitalist ülkelerde dahi hala sürüyor olması bu noktadaki eksikliği göstermektedir.

Bu anlamda Stalin’in yazınında enternasyonalizme yönelik vurgu ciddi bir hacim kaplarken, Lenin’de bulunan ezilen ulusların milliyetçiliği ile ezen ulusların milliyetçiliği arasındaki ayrım, Stalin’de görece daha siliktir. Stalin’in ulusalsorun noktasındaki yaklaşımına yönelik aktardığımız kısmın temel kaygısı Stalin’in devrimci kişiliğini küçültmek değil, gerçeği çıplak ortaya koymaktır. Bilinmektedir ki, Sovyetler’in 70 küsur yıllık ayakta durma sürecinde büyük hizmetleri olan Stalin, büyük bir Marksisttir, ancak bu, onun her biçim ve içerikte söylediği sözü, her koşulda genel ilkeler haline getirmemektedir. Stalin’in ezilen ulus milliyetçiliğine yönelik eleştirel tutumu, esasitibari ile sosyalizm altında bir arada yaşama kaygısını taşımakta, devrimden sonrasına yönelik bir kaygı gütmektedir. Tartışmaya açık bir mesele olmakla birlikte bu yaklaşım, anda ülkemizdeki ulusal sorun ile komünistler ilişkisini karşılamamaktadır.

Gel gelelim, Stalin’in ulusal sorun çerçevesindeki yaklaşımı ve sömürgeler sorunu üzerinden yaptığı çerçevelendirme genel mahiyette doğru, ayrıca, emperyalizm aşamasında ulusal sorunların burjuvazinin içkin meselesi olmaktan çıkarak emperyalizme karşı mücadelenin birsorunu olduğu yönlü yaklaşımı da genel anlamda olumludur. Ancak burada aktardığımıziçerik, esasitibari ile soruna yaklaşım ve bu yaklaşımda temel referansımız olan Lenin’in yöntemini öne çıkartma niyeti taşımaktadır. Bu nedenledir ki aktardığımız kısım, esas itibari ile Lenin’in yaklaşımı ile oluşan farklılık üzerinedir. Mao ve Ulusal Sorun Büyük Çin Devriminin önderi Mao Zedung açısından ise ulusal sorun, bütünlüklü bir teorik üretim alanı değildir. Zira, Çin özgülünde devrim başkaca koşullar ve dinamikler üzerinden yürürken, ulusal sorun bütünlüklü bir problem olarak bulunmamaktadır.

Ancak Mao yoldaşı burada anma şeklimiz, onun hem bir bütün Marksizm’e yönelik yöntemsel katılımının bu temelde de yeni bir Partizan/57 boyut getirdiği hem de Çin Devrimi’nin esas itibari ile yarı-sömürge bir ülkede tecelli etmesiyle anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı bir karakter taşıması çerçevesinde olacaktır. Öncelikle belirtmemiz gerekmektedir ki, Mao’nun devrimine önderlik ettiği Çin, ezilen ve bağımlı bir ülkedir, dolayısıyla da Çin Devrimi, anti-emperyalist bir karakter taşımaktadır. Bu karakterden ötürüdür ki, Çin Devrimi aynı zamanda sömürgeciliğe karşı yürütülen birsavaştır. Bu nedenledir ki, Çin Devrimi’nden ve Mao Zedung’dan bahsederken bir yandan da bahsettiğimiz şey, proletaryanın önderlik ettiği bir ulusal kurtuluş hareketidir.

Bu gerçeklik, Stalin’in de tespit ettiğişekliyle, ulusalsorunun proletarya önderliğinde çözüldüğü, burjuvazinin ilericilik barutunun tükendiği bir tarihsel aşamada burjuva demokratik görevlerin (başkaca görevlerle birlikte) ulusal sorun çerçevesinde proletaryanın önderlik ettiği bir ve Engels’in tanımı ile “proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi” olan demokratik cumhuriyetle çözüldüğü ilk örnektir. Mao’nun proletarya önderliğinde yürüttüğü politik hareket ve halk savaşı, aynızamanda ulusal dinamiklere de yaslanmakta, Japon işgaline karşı Çin proletaryası önderliğinde yürüttüğü harekette özellikle sınıfsal dinamiklerin yanısıra ulusal dinamikler de savaşa katılım sağlamaktadır. Bu anlamıyla Mao’nun proletarya önderliğindeki hareketlerin ulusalsorun karşısındaki konumu itibari ile, yeni bir perspektifi, ittifaklar stratejisini ve cephe anlayışını barındırdığını belirtmemiz gerekmektedir.

(Özellikle bu kısma yazının ilerleyen bölümlerinde, HBDH’ın cephe ve ittifaklar politikası çerçevesinde değerlendirilmesi ile ilgili olarak yeniden döneceğiz)

Bu nedenledir ki, muzaffer Çin Devrimi, dünyadaki birçok ezilen ulusa ilham olmuş, dönem itibari ile ÇKP’nin ve Mao’nun Dünya Devrimi arzusu, Halk Savaşı çizgisinin açtığı yolda, birçok ulusal direnişle aktif işbirliği kurmasına alan açmıştır. Bu temelde belirtmeden geçilemeyecek olgu, Çin’in sınıfsal koşulları itibari ile başkaca dinamikleri barındırması gerçeğidir ki, bu sadece rantlantısal bir birleştiricilik değil bir bütün yarı-feodal yarı-sömürge koşullarda devrimin hangi temel güçlere dayanması gerektiğinin genel teorisidir.

Mao Zedung’un yine ulusal sorunlar çerçevesi ile ilişkilendirilebilecek bir diğer karakteristik özelliği ise, onun doğrudan Marksizm’i kavrayışı ve Marksist yöntemine dairdir. Mao’nun genel teorisi, sınıflar mücadelesinde geri dönüşlerin yaşandığı, sosyalizm altında sınıf mücadelesinin sürdüğü koşullar altında şekillenmiştir. Bu gerçeklik,sınıflar mücadelesinin sadece bir ekonomik   inşa ve dönüşüm meselesinin de ötesinde bir toplumsal yaşamın, kültür ve kimliğin dönüşümünü içerdiğinin daha güçlü vurgulandığı pratik mücadele alanına işaret etmektedir. Ünlü Pekin-Moskova tartışmalarında geçtiği şekli ile Mao, ekonomik inşayı ve üretim biçimlerindeki dönüşümü tek başına yeterli bulmamakta, Çin pratiğine yansıdığışekli ile toplumsal yaşamın dönüşümüne, eski kültürün yıkılmasına, “kızıl olunmasına” (kızıl-uzman politikası, bun politikaya göre Mao, Sovyetler’deki ekonomik inşayı esas alan yaklaşımı eleştiriyor ve sosyalizmin inşasısürecini bir kızıllaşma süreci olarak ele alıyordu) esaslı bir pratik olarak yönelmektedir.

BPKD (Büyük Proleter Kültür Devrimi) süreci de, bir bütün bu eski ile mücadele ve sınıf mücadelesinisosyalizm altında sürdürme pratiğidir. Bu çerçevenin ve bir bütün Mao pratiğinin ulusal sorunlarla ilişkilendirilebilecek yönü, esas itibari ile Mao’nun yeni ve dönüşüm dinamiği taşıyan her güce toplumsal dönüşümde pay biçmesi ve sınıf mücadelesini ezilen tüm kesimleri yıkıcı bir dinamik olarak kavrayan ideolojik formasyonudur.

Bu anlamıyla Mao’nun dogmatizmin aksine, bilginin pratik ile üretildiği ve pratik ile sınandığı bir yaklaşım belirlediğini, kültür-kimlik vb. kategorileri politik saikler olarak önemsediğini, bu anlamda da ulus olmaktan kaynaklı açığa çıkan sorunları da, sadece toplumsal gelişimin belirli bir aşamasına tekabül eden sorunlar olarak değil doğrudan komünistlerin örgütleyip pratiğe kanalize edebilecekleri sorunlar olarak kavramaya alan açtığını da ifade edebiliriz.

 Kürt Ulusal Sorunu çerçevesinde UKKTH genel teorisi ne biçimde kavranmalıdır? Konuyu yeniden günceldeki Kürt Ulusal Sorununa bağlamak ve temelde bu sorun çerçevesinde örgütlenen bir cephe örgütlenmesi olarak HBDH örgütlenmesi karşısındaki Marksist tutumu irdelemeye geçmek adına, üst bölümde yaptığımız MLM ustaların ulusal sorun karşısındaki konumlanışına dair aktarımdan belirlisonuçlar çıkartarak, UKKTH’nin Kürt Ulusal Hareketi karşısında ne biçimde ele alınması gerektiğini ve Marksizm’in bu sorun çerçevesinde ürettiği teorinin hangi yönlerinin öne çıkartılması gerektiğini tartışmaya geçebiliriz.

* UKKTH, esasitibariyle “siyasal kaderini belirleme hakkı” yani ayrılma hakkı olarak kavranmalıdır. Ancak bu hak tanımı esas itibari ile proletaryanın pozisyonuna ve genel ajitasyonuna ait bir olgudur. Lenin’in birçok yazınında da yer aldığı üzere UKKTH, her biçimde ve her koşulda ayrılmanın savunulması demek değildir. Aksine, Lenin, Marks ve Engels’e de atıf yaparak belirttiğişekliyle uluPartizan/59 sal sorunlar “her olayın ayrı ayrı değerlendirilip kararlaştırılacağı” tipte meselelerdir. Doğallığında Marksistler, ayrılma hakkı ile ayrılma olayının gerçekleşmesini ayrıştırır ve ikincisini koşullara göre desteklerler. Bu çerçevede yaşadığımız coğrafyanın temel meselelerinden olan Kürt Ulusal Sorununu ve bunun etkin öznelerinin siyasal savunuları hangi boyutlarda desteklenebilirlik taşımaktadırsorusu, TDH açısından yeterli oranda cevaplanmamış, yazınsal üretim bazında takınılan ikircikli tutum, pratik alana ise bölgedeki etkisizlik olarak yansımıştır.

Ek olarak TDH öznelerinin büyük çoğunlukla UKKTH değerlendirmeleri “devrimden sonra”sına yönelik tahayyüllerdir. Ancak, karşılıklı güçler dengesi gözetildiğinde açık olan şudur ki, Kürt Ulusal Hareketi’nin gelecek tahayyülü Türkiye’deki bir devrimi bekleyemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Bu anlamda bahse konu belirlemelerin artık “devrimden sonra”sının çeperinden çıkıp andaki gerçekliğe ait tespitlerin yapılması gerekmektedir. Buna ek olarak TDH’nin bu çerçevedeki yazını genel anlamda proletaryanın ulusal hareket karşısındaki konumunu tartışmak ve UKKTH ilkesinin genel savunusunu yapmak temelinde olmaktadır. Ancak bu sorun özgülündeki pratik görevler ve konumlanış yeterli açıklıkta tartışılmamakta, ulusalsorunun bir sorun olarak ne temelde örgütleneceği ve bir dinamik olarak sınıf mücadelesinin neresinde durduğu sorusu boşluklar barındırmaktadır.

 Açıkça belirtmek gerekir ki, Kürt Ulusal Hareketi karşısında konumlanış sadece “UKKTH’nı desteklemek” çerçevesinde sınırlandırılamaz. Muhtemel bir ayrılma pratiği, federasyon ya da özerklik vb. şekilde çerçevelendirilen herhangi bir çözümün, Kürt halkının ve bir bütün yaşadığımız coğrafyadaki emekçi sınıfların çıkarlarının nerede olduğu tayin edilmeli, bu çerçevede yürüyen politikanın devrim stratejisine hizmeti içeriklendirilmeli ve aktif bir tutum alınarak pratik görevlerin ifa edilmesi gerekmektedir. * Kürt Ulusal Sorunu çerçevesinde TDH’nin aşması gereken ilk halka, sorunu ortaya koyuş şeklidir. Doğallığında tartışmaya ve soruna dair tutum irdelemeye ilk olarak buradan başlamak gerekmektedir. Bu noktada öncelikle sorunu genel bir Kürdistan sorunu olarak ortaya koymak ve bu genel sorun özgülünde Türkiye’deki ulusal sorunu irdelemek, esas itibariyle Marksist ustaların yaklaşımına en uygun tutum olacaktır. Zira TDH özneleri pratikte bu sorunun sadece bir parçasındaki gelişmelerle yüzyüze kalmış olsa da, sorun ve soruna müdahil olan hareketler esas olarak sorunun bütünü ile muhataptır.

Çelişkinin Türkiye parçasındaki hiçbir gelişme sorunun diğer parçalarındaki gelişmeden azade olmadığı gibi, Kürt ulusunun tutumu ve pratiğe dahiliyeti de bu biçimde gelişmektedir. Bu yaklaşım önemli bir başlık olarak ikili bir karakter taşımaktadır. Bir yandan sorunu kendi gerçekliği ve dinamikleri içerisinden inceleme, çelişkinin karakterini tahlil etme ve gelişim yönünü görme olanağı yaratacak, diğer yandan onun karşısından objektif bir konumlanışa ve doğru bir pratik hatta da kapı aralayacaktır. Bu noktada somut bir örnek olarak Rojava Devrimi verilebilir.

Kürdistan’ın Türkiye topraklarındaki kısmından Rojava’ya geçen on binlerce insan bulunmaktadır ve bu gerçeklik, sadece insan gücü anlamındaki pratik bir katılıma değil aynı zamanda her parçadaki mücadelenin ortak bir kader arayışına, doğallığında yekpare bir mücadeleye ait olduğuna da işaret etmektedir. Sonuç itibariyle, Kürt hareketinin bugün savunusu, Lenin’in de olumladığı ulusal-bölgesel özerklik fikrine yakınsaktır. Bu biçimsel olarak her parçada ayrı bir çözümü dayatmış olsa da, toplamda buna yönelen mücadele yekpare bir mücadeledir.

 Kürt Ulusal Hareketi’nin on yıllardır süren mücadelesi gelinen aşamada Kürt ulusu için ortak bir geleceği vazgeçilmez kılmış, kitlelerin politik refleksi Kürdistan’ın dört parçasını da görecek bir aşamaya ulaşmıştır. Bu hali ile Amed’deki bir Kürt için Kobanê’den, Colamerg’deki bir Kürt için Erbil’den bağımsız bir gelecek tahayyülü bulunmamaktadır. TDH açısından ise devrimci tahayyülün sınırları, bu gerçekliği görmeli, Kürt ulusu içerisinde yürüyecek politik çalışma bu içeriği de kazanmalıdır. Doğallığında ulusal çelişkinin -verili zaman aralığında- ön plana çıkmış olması, kitlelerin politik reflekslerini belirleyen ve siyasal bilinçlerini teşkil eden çelişki haline geliyor oluşu bu gerçekliği dünden daha fazla gündeme almayı bir ihtiyaç haline getirmektedir.

 Bahse konu birleştirici etki, bütünde Kürdistan’ı görerek bir Kürt sorunu politikası yapmayı elzem kılmaktadır. * Ulusal Sorunda TDH açısından bir diğer tartışılması gereken içerik,soruna dair tespitlerdeki ekonomizmdir. Bu çerçevedeki ekonomizm, esas itibari ile bölgeye dair tespitlerin tek başına sosyo-ekonomik yapı ile tanımlanması ile görünür olsa da, Kürt Ulusal Hareketi’nin talepleri üzerinden “asgari program” eleştirisi yaparak soldan bir tezahürle de karşımıza çıkmakta ve bölgedeki sorunu Türkiye’deki bir devrime bağlı gören, bunun dışındakiseçeneklere ise uzak durmak bir yana mahkum eden bir pratik konumlanışa kapı aralamaktadır.

Partizan/61 Konu özgülünde Marksist kavrayış ise (özellikle Lenin’de belirginleşen biçimi ile) temelde tanımı ve yöntemi başkaca kriterler üzerinden konumlandırmaktadır. Lenin’in de onayladığı şekli ile Mart 1915 tarihli Bern Konferansı kararları ulusal hareketlere dair bir genel tanım yapar, bu tanım temelde “ulusal bir kitle hareketisüreci, mutlakiyete ve feodalizme karşı mücadele ve ulusal baskıyı bertaraf etme süreci” kriterlerinin “gerçekten” Ulusal Savaşları temsil ettiğini (dönem itibari ile 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı ve bu savaş karşısında 2. Enternasyonal oportünistlerinin “anavatan savunması” şiarıyla teslimiyetini eleştirmek için “gerçekten” ifadesi kullanılmıştır) ve bu savaşların pozitif anlamını belirtir. Peki bu “pozitif anlam” tanımını nasıl anlamamız gerekmektedir? Lenin’in bu çerçevedeki pozisyonu, öz itibariyle ulusal hareketleri sadece, emperyalistsistemde gedikler açan,sömürülen ülkede kapitalizmin gelişim olanaklarını ve burjuvazi-proletarya arasındaki çelişkinin keskinleşme zeminini açığa çıkartan ya da sömürücü-ezen devletlerdeki sınıf mücadelesini keskinleştirerek proletaryanın “sömürme” durumu karşısındaki pozisyonunu tartışan bir içerikle sınırlandırılamaz.

O ulusalsorunlar karşısındaki Marksist tutumu, ayrılma hakkında özgür olan ulusların ancak birleşme ve dayanışma kurabileceği ve ezen ulus işçi hareketinin ancak ayrılma hakkını savunarak ezilen ulustaki kuşku, düşmanlık ve şovenizmi giderip uluslararası dayanışma kurabileceği bir enternasyonalist tutumla tanımladı. Buna ek olarak ise Lenin, ulusalsorunları ve UKKTH ilkesini, genel demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak kavramakta ve hatta P. Kiyevski ile olan polemiğinde şu ifadeleri kullanmaktadır:

“Çünkü biz kendi kaderini tayinin sadece politikayla ilgili olduğuna ve dolayısıyla iktisadi gerçekleştirilemezlik sorununu ortaya atmanın dahi yanlış olduğuna dikkat çekmiştik.”

(Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, s. 430)

Bu çerçevede Kürt Ulusal Sorunu özgülündeki değerlendirmeler açısından da, hareketin gelişiminin Lenin’in bahsettiği “pozitif anlam” ön plana çıkartılarak bir yaklaşımın belirlenmesi elzemdir. Lenin’in yaklaşımı, ulusal sorunu dışsal bir olgu olarak gören ve bunun karşısında bir pozisyon belirleyen/ayrılma talebi karşısında koşullara göre tutum alan bir yaklaşım değil, aksine ulusalsorunu devrim sorununun bir parçası gören ve ezen ülke proleterlerine ve devrimcilerine görevler biçen bir pozisyona işaret etmektedir. Bu anlamda yaşadığımız coğrafyada da TDH özneleri açısından yapılacak bir değerlendirmenin sadece somut ayrılma talebi ya da bu talebin türevleri karşısındaki pozisyon ile tanımlanması kabul edilemez.

TDH’ın pozisyonunun geliştirilmesi gereken alan da burasıdır. Zira, UKKTH içeriği ile tartışılan “ezen ulus milliyetçiliğine karşı mücadele edilmesi” ve “ezilen ulus milliyetçiliğin demokratik muhtevasının desteklenmesi” gibi içerikler doğrudan doğruya bir pratik görevler ve aktif konumlanış meselesidir. Hele de yaşadığımız coğrafya gibi ulusal baskının devletin kurucu dinamiklerinden birisi olduğu bir coğrafyada bu alan çok daha önemli bir müdahale alanı olmalı, yürürlükte bulunan sömürü düzenine karşı mücadelenin başat alanlarından birisi olarak görülmelidir. * Kürt ulusal sorunu, yaşadığımız coğrafyanın politik-pratiğinde de özel bir alanı temsil etmektedir.

Burada kastımız, çelişkiler üstü bir çelişki vb. icat etmek değil, doğrudan güncel politikadaki ağırlığına, egemenlerin sistematik saldırılarının yoğunluğuna ve genel demokrasi mücadelesi cephesinden kapladığı kilit role işaret etmektir. Yaşadığımız coğrafyanın kurucu ideolojisi olarak faşizm,sömürü düzeninin teminatını en katı şekli ile otoriter, saldırgan ve açık baskıcı bir devlet mekanizması biçiminde yürütür. Böylesi bir coğrafyada genel demokrasi mücadelesi, egemenler açısından ciddi bir çözülme alanını ifade etmekte, demokratik talepler üzerinden yürüyecek mücadele sistemi geriletmenin temel platformlarından birisini temsil etmektedir.

Lenin, bu zemin açısından “Kapitalizme karşı devrimci savaşımı, bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu (militia), resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz. Kapitalizm var oldukça bu istekler –hepsi– yalnızca bir istisna olarak elde edilebilir. Üstelik tam olarak değil, çarpıtılmış olarak.” (Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yay.,s. 230-231) biçiminde tanım yapmakta, tariflediği demokratik talepler için mücadele zeminini ise “Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle devrilebilir; demokratik dönüşümlerle, en «ideal» demokratik dönüşümlerle bile devrilemez.

 Ne var ki, demokrasi savaşımı okulunda okumamış bir proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip de değildir.” (Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay., s. 23) sözleri ile olumlamakta ve bunun sınıf mücadelesinin bir görüngüsü ve pratikte sürdüğü bir zemin olarak kavramaktadır. Yaşadığımız coğrafya gerçekliğinde ulusal çelişkinin kapsamı da bu anlamda genel demokrasi mücadelesini merkezden belirlemektedir. Türkiye’nin bir devPartizan/63 let inşası olarak üstüne oturduğu Ermeni Soykırımı ve bölgedeki Kürt katliamları, faşizmin can damarlarına yönelen politik kanallardır. Bu anlamıyla Kürt ulusal sorunu ile coğrafyamızdaki genel demokrasi mücadelesi kopmaz bağlarla bağlı meselelerdir.

 Kurucu ideoloji olarak Kemalizm’in güncelde geçirdiği revizyon da bu meseledeki özünü değiştirmemiştir. Buna ek olarak belirtmekte fayda var ki, ulusalsorun dışındaki toplumsal çelişkiler de devlet tarafından sürekli olarak bir ezen ulus şovenizmi ile karşılanmakta, “terör” kavramı üzerinden üretilen heyula tüm bir toplumsal baskının aracı olmaktadır. Bu anlamıyla da ulusalsorun özgülünde yürütülecek politik faaliyetin, güncel politikanın alanında demokratik talepler uğruna yürütülecek çalışmanın merkezinde durduğu gerçekliğini kabul etmemiz gerekmektedir.

UKKTH’nın, ezilen ulustan emekçilerin karşılıklı güven ve enternasyonal birliğinin tek geçerli zemin olarak bu zemin, genel demokrasi mücadelesi açısından faşizmin yaşadığımız coğrafyada da kırılma alanıdır. * Bahsettiğimiz şekliyle ulusal sorunda özel bir yönelim ihtiyacı, geçmişten günümüze TDH’ın yeterli oranda gündemine maalesef ki girememiştir. Bölgede ulusal sorunun kilit rolü, özellikle Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesi ile devletin bu alana yöneliminin ulusal çelişkiyi kitlelerde bilince çıkma biçimi, kastettiğimiz özel yönelim ihtiyacının gerekçeleridir. Son süreçte TDH açısından da bu alanda belirli bir gelişmenin olduğunu belirtmekte fayda vardır.

Özellikle Kürt Ulusal Hareketinin legal alan çalışmaları ve son süreçteki HDK-HDP pratiklerinin bu alanda ön açıcı bir zemin sunduğunu görmek gerekmektedir. Gel gelelim, ulaşılan halka, sorunun ağırlığı ile eşdeğer değildir. Nusaybin, Cizre gibi direnişlerde ya da son süreçteki birçok saldırıda yeterli refleksler üretilememiş, bölgedeki süreğen devlet yaklaşımına karşı ise geçmişten beri yeterli karşı-tutum alınamamıştır. Bu gerçeklik tek başına güç dengeleri ile açıklanamaz bir pratik-konumlanışa delalettir. Esas itibari ile bölgede örgütlenmenin zayıflığı, tek başına ne güç dengelerinin sonucu ne de bölgede kitlesel şekilde örgütlenen Kürt Ulusal Hareketinin etki alanına sirayet etmenin zorluğu ile ilintilidir.

Problem esasta kitlelerin güncelde öne çıkan çelişkileri ile hasbihal olmadaki zayıflık ve bu çelişkileri devrim stratejisine konumlandırmadaki problemli anlayışta aranmalıdır. Bölgede ulusal çelişkinin kapsamı ile güncel politikadaki ağırlığı özel bir yönelimi gerekli kılan, kitlelerin yaşadığı çelişkilersınıf mücadelesine kanalize edilPartizan/64 mesi ve Marksizm’in bir üst-ideoloji olarak inşa edilmesini gerektiren bir mahiyete kavuşmuştur. Bu anlamda bölgeye yönelik ulusal çelişkiyi temel alan özgül bir yönelim, Kürt Ulusal Hareketinin 40 küsur yıllık mücadelesinin 4 parçada yarattığı ortak şekilleniş görülerek ona uygun bir örgütsel konumlanışın inşası olmadan bölgede faal bir örgütlenme kurmak mümkün olmayacaktır. Özellikle bu temelde bir bakış açısı UKKTH’nın yarattığı demokratik görevlerin ifası açısından aktif bir tutum için tek geçerli zemin olmaktadır.

Gel gelelim dünya devrimci deneyimlerinde de, özellikle güncelde Hindistan ve Filipinler’deki Maoistlerin ezilen ulusal toplulukların çelişkilerini örgütlemek adına sergiledikleri özel yaklaşım, KP’ler içerisindeki ulusal topluluklara tanıdıkları temsiliyet hakkı vb. özel yönelimler, teorimizi ve pratiğimizi zenginleştirmek adına önemli kaynaklardır. * Ulusal sorun temelinde çeşitli meselelere değindikten sonra, üzerine söz söylemeden geçilemeyecek bir diğer mesele de Kürdistan’ın siyasalstatüsü olgusudur.

Bu temelde TDH’ın genel görünümü, Kürdistan gerçekliğinde pratiği temelden belirleyen bu tespitin yeterli enformasyon ile üretilmemesidir. Olguya somut yaklaşma yoluyla sonuca ulaşmak, kendi ilişkileri ve gelişim seyri içerisinde incelemek yönlü Marksist yöntemin yerini bu temelde dogmatizmin aldığını meseleye yaklaşımdaki katılıktan okumak mümkündür. Bu yazının konusu ve kapsamı itibari ile burada birsiyasalstatü tespiti yapmayacağız, ancak bu temeldeki yaklaşımın çeşitli biçimlerine dair belirli gerçeklerin altını çizmekte fayda var. Bu temelde daha önce de bahsettiğimiz şekli ile tespitlerin ekonomizme yaslanmış hali, teorik temeli de dogmatik ve eklektik bir ele alışa havale etmiştir. Devrim koşullarında ve yahut devrimin öngünlerinde Lenin’in ve Stalin’in sarf ettiği sözler, güncele uygunmuşçasına temel alınmakta, kimi somut değerlendirmeler, kendi bağlamlarından kopartılmaktadır.

 Bu yaklaşım Kürdistan’ın siyasal statüsü tespiti için de geçerlidir. Bu temelde dikkat çekici bir başlık olarak (ki güncelde de bu yaklaşım yaygındır) UKKTH’nı bir devrim sonrası meselesi olarak ele almak, daha doğrusu, bu hakkı devrimcilerin devrimden sonrasına dair tanıdıkları bir hak olarak kavramak gösterilebilir. Kürdistan özgülünde ise bu ele alışa,süren mücadelenin dört parçadaki birleştirici misyonunu es geçmek ve başkaca ülkelere bölünmüşlüğü başkaca gelişim rotasına mecbur olmak yönlü tek yanlı okumak eklenmektedir.

Bu Partizan/65 temelde dikkat çekici bir tespit olarak “yarı-sömürgenin sömürgesi olmaz” tespiti tartışılmalıdır. Zira, bu tespit emperyalizmin genel eğilimi olarak yarı-sömürgelerin sömürü paylaşımını kendi lehlerine bozamayacağı tespitine dayanmaktadır. Gelgelelim bu tanım, ziyadesi ile istisna barındırmaktadır da. Örneğin Portekiz, kolonyal dönemden kalma sömürgelere sahip bir devlet olarak İngiltere’nin yarı-sömürgesi haline gelmiştir.

Konu özgülünde Lenin ise şu ifadeleri kullanmaktadır: “Portekiz,siyasal bağımsızlığının yanında mali ve diplomatik bağlılığın biraz farklı bir örneğini vermektedir. Bağımsız ve egemen bir devlettir Portekiz, ama aslında, 200 yıldır, İspanya Veraset Savaşı’ndan (1701-1714) bu yana İngiliz himayesi altındadır. İngiltere hasımları olan Fransa ve İspanya’ya karşı savaşımında, kendi durumunu kuvvetlendirmek için Portekiz’i ve sahip olduğu sömürgeleri savunmuştur. Buna karşılık ticari üstünlükler, Portekiz’e ve Portekiz sömürgelerine meta ve özellikle sermaye ihracı konusunda ayrıcalıklar, Portekiz limanlarından ve adalarından telgraf şebekesinden yararlanma hakları vb. elde etmiştir.

Böylesi ilişkilere büyük devletlerle küçük devletlerarasında her zaman rastlanmıştır. Ama kapitalist emperyalizm döneminde bunların genel bir sistem haline geldiği “dünyanın paylaşılmasını” örgütleyen ilişkiler bütünün tamamlayıcı bir parçası olduğu görülüyor. Dünya mali sermaye işlemleri zincirinin halkalarını meydana getiriyor” (Lenin’den aktaran Proleter Doğrultu dergisi Mayıs-Haziran 1995) demektedir. Yine Lenin bunun, yani küçük devletlerin (yarı sömürge devletlerin) büyük devletler arası çelişkiler arasında bunun mümkün olabileceğinden bahsetmektedir. Burada derdimiz, Kürdistan’ın siyasalstatüsüne yönelik tespitte bulunmak, Türkiye’nin sömürgesi olduğunu vs. iddia etmek değildir. Bu başlı başına bir inceleme konusudur ki, yazının kapsam ve içeriği bu yönde değildir. Kastımız, esasitibari ile teoriye dogmatik yaklaşılmasının, eklektik tarzda yapılacak okumanın teoriyi pratik karşısında kötürüm ettiğini göstermektedir.

Gel gelelim, sosyal hayat ve pratik teorinin sınanma alanlarıdır, doğallığında böylesi bir tartışma teorinin zemininde irdelenmeden evvel olgunun kendisini çok yönlü değerlendirmek gerekmektedir. UKKTH temelinde bir ittifak yönelimi olarak HBDH Buraya kadar aktardıklarımız temelinde kısaca bir değerlendirme yapacak olursak

HBDH, esas itibariyle birbiri ile bağlantılı iki anlamda da, hem UKKTH çerçevesindeki devrimci sorumluluklar hem de devrimci bir ittifak politikası anlamında da genel olarak olumlu bir mahiyettedir. UKKTH’nin içerik olarak bir tutum değil bir pratik görevler sorunu olduğunu defalarca belirttik. Peki bu görevlerin ifası, andaki politik güç ilişkileri içerisinde ne biçimde ve hangi dinamikler ile mümkün olacaktır sorusu şu an karşımızda durmaktadır.

 Bu soruya verilebilecek her cevap, hem sorunun günceldeki ağırlığını hem de kitlelerin andaki bilinç düzeyi ile kitlelerin pratiğinin hangi yöne aktığını hesaba katması gerekmektedir. Bu anlamda belirtmekte fayda olan gerçeklik, ulusal sorun gibi sorunlarda, sorunun çözümü itibariyle her duruma uyan kalıpların mümkün olmadığı ve her sürecin başlı başına değerlendirilmesi gerektiğidir.

Bugün ulusalsorun açısından taş üstünde taş bırakılmadan, katliamlarla yürüyen bir devletsaldırısı vardır. PKK bunun karşısında kendi örgütlülüğü ile durmakta, direniş destanları yazmaktadır. Rojava Devrimi, savaşlar içerisinde varlığını korumaya çalışmaktadır.

Türkiye, İran, Suriye, IŞİD ve KDP’nin saldırıları Rojava’daki federatif oluşumun varlığının her an tehdit altında olmasını getirmektedir. Türkiye’nin batısında ise kitleler yanıbaşındaki katliamı genel olarak Türk devletinin ideolojisi içinden okumakta ve onaylamaktadır.

Bunu tersine çevirebilecek,şovenist dalgayı kırabilecek etkin bir özne ve çalışma görülmemektedir. Kürt ulusunun gündelik hayatını belirleyen bu gerçeklik ışığında bugün HBDH ile TDH’nin gündemine dayatılan mesele, ezilen ulusun haklı mücadelesinin, siyasal kaderini yazma sürecinin öznesi olmaya davettir. Bu anlamıyla HBDH, yaşadığımız coğrafyada devrim iddiasının somut kanallarından birisi olan Ulusal çelişki üzerinde durmakta, bu temelde devrimci görevlere pratik alan açmaktadır. UKKTH ilkesi, ezen ulus proletaryası ile ezilen ulus proletaryasının enternasyonal birliğinin teminatıdır.

 Bu birleşmenin koşulu olarak Lenin, ezen ulusun proleterlerinin ezilen ulusun ayrılma hakkından yana saf tutması gerektiğini salık verir. Yaşadığımız coğrafyada da devrim iddiası bir gerçek olacaksa, öncelikle ulusal çelişkinin ayrıştırıcı rolünü daraltmak adına bu çelişkinin siyasal ağırlığı göğüslenmelidir. Bu da ancak soruna dair özel bir yönelimle mümkündür.

Lenin, özellikle beyaz Rus milliyetçiliğine karşı durarak UKKTH karşısındaki şovenist yaklaşımları eleştirirken, bu sorunu proletaryanın öncülüğünde belirli Partizan/67 bir çözüme kavuşturmuştur. Gelgelelim, ulusal sorun coğrafyamızda başkaca dinamiklerin öncülüğünde, bir ulusal hareketin etrafında ilerlemektedir. Kitlelerin sosyal bilinci ise bu temelde şekillenmektedir. Bu hali ile HBDH örgütlenmesi, devrimci ve komünistlere soruna müdahale alanı açmakta,süren pratiğe dahiliyeti ve bu pratik alanında politika üretme olanaklarını sunmaktadır. Bu hali ile HBDH’ye dahiliyet konusundaki ikircikli tutum, pratikte kitlelerin dinamizminin dışında kalmak anlamına gelmektedir. Bu noktada Mao’nun şu sözlerini hatırlatmakta fayda var: “Komünistler yığınların çoğunluğundan hiçbir zaman kopmamalı, çoğunluğun haline aldırmadan sadece ileri bir azınlığın başında maceracı bir şekilde ilerlememelidirler; ileri unsurlarla geniş yığınlar arasındaki sıkı bağlarkurmaya dikkat etmelidirler.

Çoğunluğu düşünmek işte bu demektir.

” (Mao, Başkan Mao’dan Seçme Sözler, Umut Yayımcılık, s. 153)

 UKKTH, Lenin’in belirttiği şekliyle emperyalizm koşullarında genel demokrasi mücadelesinin temellerinden birisidir. Yani, yaşadığımız coğrafya gibi devrimin ilk aşamasının Demokratik Devrim karakteri taşıdığı bir coğrafyada bu sorun, devrimin temel meselelerinden birisini teşkil etmektedir. Kabul edelim ya da etmeyelim, andaki gerçeklik içerisinde Kürt ulusunun politik pratiği ve enerjisi ulusal çelişki ekseninde yürümektedir. Bu çelişkinin kapsam ve içeriği gözönüne alındığında, bu çelişkiyi örgütlemekten uzak kalmak, kitlelerden uzak kalmak demektir.

Bunu açıkça kimsenin savunmadığını biliyoruz. Sorun, bunu savunup savunmamak değil, bu çelişkiye, onun iç ilişkileri ve yönü itibari ile nasıl yaklaşıldığı ile ilintilidir. UKKTH’nı savunmanın turnusolu da buradadır. Gelinen aşamada 40 yıllık bir mücadele ile (ki tarihsel sürece bakıldığında bu temelde onlarca isyan görmek, politik harekete rastlamak mümkündür) Kürt ulusu dört parçada birden ortak bir tahayyülle mücadele vermektedir.

 Bu bir bütün aynı örgütün siyasal önderliğinde olmasa da mücadele yönü ortaktır. Bu anlamda ulusal çelişkinin başat rolü, yaşadığımız coğrafyada da kimi özel görevleri devrimcilerin önüne koymaktadır. HBDH’nin, tek başına bu özel görevlerin bir bütün ifası anlamına gelmediği aşikardır. Gel gelelim, politik öznelerin andaki güç dengeleri içerisinde Kürt Ulusal Sorunu’nda böylesi bir ittifak içerisinde olması, UKKTH ilkesinden doğan görevler bakımından olumlu bir girizgah görevi görmektedir.

Buradan başlayarak, ulusal çelişkinin çözümüne yönelik kapsamlı adımların atılması, bu alanın devrimci ve komünistlerce örgütlenmesi açısından önemli bir durak olduğu görülmelidir. Partizan/68 Burada HBDH’a dair bir yaklaşım belirlenecekse, onun ittifak karakteri de tartışılması gerekmektedir. Güncel politikadan okunan şekliyle faşizmin yaşadığımız coğrafyadakisaldırılarına karşı cevap da çok boyutlu ve topyekün olmak zorundadır. Kendi başına süreci göğüsleyip devrim güçleri lehine çevirebilecek bir güç şu an için bulunmamaktadır. Ezilenlerin güçlerini birleştirip ortak düşmana karşı yönlendirmeleri dışındaki “çözüm”ler güçlerin yalıtılmasına ve hatta her birinin teker teker etkisizleştirilmesine neden olacaktır.

 Bu süreç içinde komünistlerin ve devrimcilerin etkili olması, inisiyatifli davranması, etkili bir özne olması yanisürece önderlik yapabilmesi, ancak ve ancak siyasi ve pratik olarak doğru tahliller yapması, gerçeğe vakıf olması, ortaya çıkan tüm olanakları kullanması ile mümkündür. Bunları yapabilmek; mevcut koşulların sınırlılığına kapılmamak, dar bir içeriğe sahip bir siyaset izlememek, “soyut ve genel” ilkelerden çıkılarak, ilkeler ışığında somutun-hayatın getirdiklerini görebilmek yeteneğine sahip olup-olmamakla ilgilidir. Oluşturulan bu birliği programı, amaçları ve bu amaçlara ulaşmada başta silahlı mücadele olmak üzere çeşitli mücadele biçimlerini benimsemesi boyutuyla sahiplenilebilecek demokratik ve pratiksel anlamda devrimci bir niteliktedir. Bu birliğin bahsi geçen amaçların sadece bir kısmını gerçekleştirebilmesi bile Demokratik Halk Devriminin önünü açacaktır.

Bilinir ki; hiçbir “eylem ve güçbirliğinde” ve daha ileri bir birlik olan birleşik cephe oluşumunda dahi programatik birlik aranmaz. Dimitrov birleşik cephe için “emekçi halkın çıkarına genel,somut ve anti-kapitalist bir platformun kurulmasının ve bu platformun işler hale getirilmesi için ortak mücadele yapılmasının kabul edilmesidir.

” (Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekin Yayınları, s. 12) ifadelerini kullanmaktadır. Programatik farklılıklar içinse o dönem hem kendi partisi içinden hem de farklı çevrelerce Faşizme Karşı Birleşik Cephe için getirilen eleştirilere şu cevabı verir: “Bulgaristan’daki bugünkü partilerin programları ve aralarındaki diğer ayrılıklar bu önemli görevin uygulanması için engel teşkil eder mi? Bu partilersadece, örneğin sosyalizasyon ve kamu mülkiyeti veya gelecekte halkın kendisini yönetme biçiminde ayrılıklar ve kavgalar var diye emekçi halkın kapitalist azınlığın faşizmi tarafından ezilmesine, hem manen hem maddeten aşağılanmasına ya da gözlerini kâr hırsı bürümüş kapitalistlerle onların destekleyicileri ve ideologları uğruna ana yurdun anarşi içine düşerek, yabancısaldırganların kölesi durumuna düşmesine izin verecekler mi?” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe s. 17) Partizan/69 Farklı programlara, amaç ve ilkelere sahip örgütlerin biraraya gelmesi durumunda temel mesele asgari müşterekte birleşebilmektir.

HBDH’nin “temel amaç ve ilkeler,siyasi amaçlar” kısmında programatik görüşlerimizle uymayan bazı ifadelerin olduğu doğrudur. Fakat bu ifadelere rağmen demokratik ve ilerici muhtevası “faşizme ve her türden gericiliğe karşı olması”, “emperyalist ve işbirlikçi tekelci kapitalist baskı ve sömürüye karşı olması”, “Kürt ulusunun iradesinin koşulsuz kabul edilmesi”, “kadın özgürlüğünün ve eşitliğinin esas alınması” gibi çoğaltılabilecek çok sayıda siyasi amacı, sahiplenilmesi gereken amaçlardır. Bunun dışında, kimi itirazlara da söz konusu olan “demokratik Ortadoğu devrimi” kavramı, “özgürce ayrılma hakkı” ifadesinin olmayışı (ki, bazı anlayışlar buna “özgürce ayrılma hakkının reddi” demişlerdir ki, bu ifade gerçeğin abartılı ele alınışıdır.

 “Kürt ulusunun iradesinin koşulsuz kabul edilmesi” tanımının gözardı edilmesidir.) Dimitrov’un ve Mao’nun ayrıntılı incelenmesi durumunda bunlar ayrılma gerekçeleri olamaz. Mao, “Rusya ile ittifak, komünist parti ile işbirliği ve köylülere-işçilere yardım” olarak adlandırdığı 3 büyük siyasetin savunulmasını Guomintang’la II. Birleşik Cephe için yeterli görmüştür. Dimitrov’un anlayışını ise (emekçi halkın çıkarına genel, somut ve anti-kapitalist bir platformun kurulması) yukarıda belirtmiştik. Önümüzdeki örnekler ister “eylem ve güç birliği” ister “birleşik cephe” olsun komünistlerin programının, amaçlarının olduğu gibi benimsenmesinin aranmasının tarihi bir hata olduğunu göstermektedir.

 Hemen şunu belirteyim; HBDH “eylem ve güç birliği” midir? Evet öyledir. Ama mevcut oluşum çeşitlizorlamalarla birleşik cephe tanımlamasına da uygun hale getirilebilir. Ancak öyle dahi olsa bazı dönemler düşmanın saldırısı ve ezilenlerin konumlanışı nedeniyle bunların arasında kocaman farklar olmaz. Bununla birlikte HBDH’yi olumlamayan anlayışların “bileşik cephedir” demesi ve “birleşik cephe anlayışına uygun olmadığını” belirtmeleri nedeniyle birleşik cephe örnekleri üzerinden gitmekte fayda var. Birleşik cephenin nasıl bir şekil alacağına, kapsamına, ne zaman ihtiyaç haline geleceğine dair ne Dimitrov’da ne de Mao’da ne de III. Enternasyonal tartışmalarında “evrensel”, tüm zamanlara içkin bir tanımlamayı bulamayız. Tam aksi ifade ve uyarılara ise sıkça rastlamak mümkündür. Faşizme Karşı Birleşik Cephe kitabında “Proleter cephe mi” “anti-faşist Halk Cephesi” mi tartışmalarına Dimitrov’un verdiği cevap öğreticidir.

 O dönem Polonya’da halk cephesinin proleter cepheden önce kurulduğuna dikkat çekerek Dimitrov “Yoldaşlar, Partizan/70 görülüyor ki, proleter cephesi ve Halk Cephesisorununun ele alınmasında bütün durumlara, bütün ülkelere ve bütün halklara uygun genel çözümler olmaz. Bu konuda evrensellik, bütün ülkelere tek ve aynı reçetenin uygulanması cahillik demektir.” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe,s. 229) der ve şöyle devam eder: “Hayat, her kalıptan daha karmaşıktır. Örneğin proletarya iktidarının kurulması yolunda birleşik cephe hükümetinin kaçınılmaz bir aşama olduğunu düşünmek yanlış olacaktır.” (Faşizme Karşı Birleşik Cephe, s. 234)

 

 MLM olmanın en önemli avantajı devrimci mücadele verilen ülkelerin özgünlüklerini yakalamada ve gelişen durumlara ayak uydurmada yani politikada esnek olabilmeyi sağlamasıdır.Mao’nun ÇKP içindeki mücadelesi hep Sovyet devrimini birşablon olarak Çin’e uygulamak isteyenlere karşı olduğundan dogmatikliğe, politikada katılığa karşı yazılarında sayısız örnek bulmak mümkündür. Fakat Mao’nun iyi öğrencileri olduğumuzu söylemek çok zor. Gelinen aşamada savaş ve savaş yasalarında, somut mevcut durumun güç dengeleri ve ihtiyaçları gerçeğe uygun şekilde yorumlamaktan ziyade, belli kalıplara göre yorumlanıyor.

Mao’nun “Savaş nasıl incelenir?” makalesi (cilt 1) bu süreçte tekrar tekrar okunmalıdır. Ama şu vurguları yine de konu akışı içinde yapmak gerekiyor. “Farklısavaşların farklı yasalarının bu savaşların farklı koşulları, yanizaman, yer ve nitelik farklılıkları tarafından belirlendiğini görmüş bulunuyoruz. Zaman açısından, hem savaş hem de savaş yasaları gelişme halindedir. Her tarihi dönemin kendine özgü nitelikleri vardır. Ve bu nedenle her tarihi dönemin savaş yasaları da kendine özgü nitelikler taşırlar ve başka bir dönemde mekanik bir biçimde uygulanamazlar.... Farklı tarihi dönemlerde nitelik bakımından farklı yerlerde farklı milletler tarafından yapılan savaşları incelerken dikkatimizi, her birinin özellikleri ve gelişmesi üzerine toplamalı ve savaşsorununa mekanik bir yaklaşıma karşı çıkmalıyız.

” (Mao, Seçme Eserler, Cilt 1, c. 260)

 O halde yaşadığımız coğrafyada ister “eylem ve güç birliği” ister “birleşik cephe” olsun ilk önce üzerinde anlaşmamız gereken savaşın nitelikleri ve güç dengeleri dikkate alındığında böyle bir yapının gerekip/gerekmediği, içinde olup olmamak ve nasıl ilişkilenmek gerektiğinin saptanmasıdır. Yani “önemli ya da belirleyici olan(ı), genel ya da soyut düşüncelere göre değil, somut koşullara göre belirle(meliyiz)”.

(Mao, Seçme Eserler, c.1, s. 264)

Tekrar etmek pahasına belirtelim, Komünist önderler birleşik cephe için de koşulları dikkate almaktan bahsetmişlerdir. Temel mesele “bağımsızlığını koruma ve inisiyatifli (Mao)” davranmadır. (Birleşik Cephe’de de önderlik meselesini aşağıda ele alacağız) Birleşik cephenin kurulma dönemi içinde “stratejik denge” koşulu Mao’da yoktur. Dimitrov, “Politik ve toplumsal meselelerin çözümü son tahlilde gerçek ihtiyaçlara ve o anda çatışan politik güçlerin gerçek kuvvet dengesine bağlıdır.” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, s. 18) demektedir. Şu anki politik güçlerin durumu, sistemin-devletin karşısında olan ve ona karşı mücadele eden tüm güçlerin biraraya getirilmesini zorunlu kılmaktadır. Sorun aslında yeterince açıktır. Kürtler tarihsel birsavaş verirken yanlarında olmak gerektiğini belirtiyorsak, Kürt ulusal sorunu KP’lerin de sorunudur diyorsak o zaman bize düşen “topyekûn mücadeleyi” nasıl vereceğimiz üzerine yoğunlaşmak, bunun gerçekleşmesi için uğraşmak, “öncülük” etmektir.

Bilinir ki; “kendimizi ‘öncü’, ileri olarak adlandırmak yetmez, öyle davranmalıyız ki bütün öteki birlikler bizim başta yürüdüğümüzü anlasınlar ve bunu kabul etmek zorunda kalsınlar.” (Lenin, Ne Yapmalı, s. 88) Yani doğru zaman ve doğru yerde doğru politikayı yaşama geçirmede en önde yürüdüğümüzde gücümüzden, niceliksel durumumuzdan bağımsız olarak öncü ismini hak ettiğimizi göstermiş oluruz. Kitlelerin gözü, kulağı ve yüreği bize yönelmiş olur. Fakat Mao’nun defalarca pratik siyaset için vurguladığı gibi “güçler doğru analiz” edilmezse bunu yapamayız. “Strateji, devrimin ana güçleri ve bu güçleri yedekleriyle uğraşır...

Taktik stratejinin bir parçasıdır,stratejiye bağlıdır.” (Stalin, Leninizmin ilkeleri, s. 69, 1992)

 Güçlerin her aşamada doğru tahlili ve buna uygun savaşım örgüt biçimlerinisaptayabilmek için temel meseledir. Sonsuz uzunluktaki zincirin ana halkasını yakalayabilme ustalığıdır. Peki bunlar olmazsa ne olur? “... kapalı kapıcılığı yıkmak yolunda kararlı adımlar atamayız, milyonlarca halkı ve devrime yakınlık duyabilecek bütün orduları baş hedefimize ... vurabilmek amacıyla örgütleyip, seferber etmede birleşik cepheyi bir araç olarak kullanamayız ve taktik silahı önümüzde duran baş hedefe vurmak bizim için kullanamaz, bunu yerine silahlarımızı çeşitli hedeflere doğrulturuz... Bu aslında, düşmana yardım etmek, devrimi dizginlemek, tecrit etmek ve darboğaza sokmak ve devrimin gerilemesine hatta yenilmesine yol açmak demektir.” (Mao, Seçme Eserler, cilt 1, s. 241) “Politik ve toplumsal” meselede “gerçek ihtiyaçları” “gerçek kuvvet dengesini” dikkate almadan, her eylem ve güç birliğinde veya birleşik cephede de olabilecek olan program farklılıklarını öne çıkarmak, sürecin yüklediği görevlerden uzak durmaktan başka bir şey değildir.

Bu son cümle yine de Mao’nun “devrimin gerilemesi, hatta yenilmesi” belirlemesinden zayıf kalmaktadır.

Doğru olan, HBDH’de yer almaktır. Ama pasif bir alışla değil. HBDH’ne zayıf bir güç olarak katılmak, stratejik denge aşamasına gelmeden içinde yer almak yanlış mıdır? Bunu değişmez bir formül olarak ele almanın, hayatın karmaşıklığını, akışını, değişimini yok saymak olduğunu ifade etmek gerekiyor öncelikle. Ama biz cevabı yine Mao’dan verelim. ÇKP I. Birleşik Cepheye girdiği zaman zayıftır, savaş stratejik denge aşamasında değildir.

Fakat ÇKP, Birleşik Cepheyi güçlenmenin bir aracı olarak kullanmayı bilir. “Partimiz üç ya da dört yıllık bir dönem, yani (ÇKP’nin kurulduğu) 1921’den (Goumintang’ın I. Milli Kongresini toplandığı) 1924’e kadar kendisinin doğrudan doğruya savaş hazırlıklarına ve silahlı kuvvetlerin örgütlenmesine girmesinin önemini kavrayamadı ve 1924-1927 döneminde ve hatta daha sonraları bu meseleyi yeterince anlayamadı; bununla birlikte 1924’ten sonra Vampao Askeri Akademisinin faaliyetlerine katılmaya başladığı andan itibaren yeni bir döneme girdi ve askeri meselelerin önemini görmeye başladı. Guandung eyaletindekisavaşlarda Goumintang’a yardım etmek ve Kuzey Seferine katılmakla parti bazı silahlı kuvvetlerin önderliğini kazandı.

 Ondan sonra devrimin başarısızlığa uğramasından acı bir ders çıkaran parti, Nançang ayaklanmasını örgütledi, Güz Hasadı ayaklanmasını ve Kanton ayaklanmasını örgütledi, Kızıl Ordu’nun kurulduğu yeni döneme girdi.” (Mao, Yeni Demokratik Devrim, Umut Yayımcılık, sf: 13-14) Mao, I. Birleşik Cephe’de devrimin yenilgi nedenini cephenin dağılmasını vs. komünist partisinin zayıflığına bağlamamakta ve “Devrimin 1927’de başarısızlığa uğramasının başlıca nedeni, o sıralar komünist partisinde egemen olan oportünist çizgi nedeniyle kendi saflarımızı yani işçi ve köylü hareketiyle komünist partisinin önderliğindeki silahlı kuvvetleri genişletmek için çaba gösterilmemesi, bunun yerine sadece geçici bir müttefik, Goumintang’a bel bağlamasıydı.

” (Mao, Seçme Eserler cilt 1, s. 244) demektedir.

Mao’ya göre birleşik cephede temel siyaset şu şekildedir: “bağımsızlık ve inisiyatifsiyasetidir, hem birlik hem bağımsızlık siyasetidir.” (Mao, Seçme Eserler Cilt 2, s. 223) Mao için birleşik cephede inisiyatif meselesi ise “kendi partimizi ve ordumuzu sağlamlaştırmak ve genişletmek aynı zamanda dost partilerin ve orduların sağlamlaşmasına ve gelişmesine yardımcı olmaktır.

(Mao, Seçme Eserler, cilt 2, s. 220) şeklinde yer almaktadır. İnisiyatif birleşik cephe dışında kendi ideolojisini, programını korumaktır. İdeolojik mücadele kesintisiz sürdürülürken ortaya çıkan pratik tüm fırsatları parti ve orduyu güçlendirmek için atak ve yaratıcı bir tarzda kullanmaktır.

Partizan/73

Çin’de I. Cephe örneğinde bağımsızlık ve inisiyatifin korunmasında sorunlar yaşanmasına rağmen, kızıl ordunun kurulması için önemli bir işlev görmüştür. II. Birleşik Cephe çalışmalarında ise tüm bunlar deneyim olarak ele alınmıştır. Birleşik cephede önderlik meselesinin de ayrıntılı ele alınması gerekmektedir. Yukarda Lenin’den yaptığımız alıntıda da görüldüğü gibi öncü olmak, bütün süreçlerde ezilenlerin en önünde yürüyebilme başarısını göstermekle mümkündür.

Mao bu konuyu da ayrıntılı açar: “Proletarya, partisi aracılığıyla ülkedeki bütün devrimci sınıflara siyasi bakımdan nasıl önderlik eder?

Birincisi; tarihi gelişme sürecine uygun temelsiyasi sloganları öne sürer ve bu siyasi sloganları gerçekleştirmek amacıyla her gelişme aşaması ve olaylardaki her önemli dönemeç için eylem sloganları ortaya atar. Örneğin ‘Japonya’ya karşı birleşik cephe’ ve ‘birleşik demokratik cumhuriyet’ temel sloganlarını önü sürdük, ama aynı zamanda ‘iç savaşa son verelim’, ‘demokrasi için mücadele edelim’, ‘silahlı direnişi sürdürelim’ gibi bütün milletin hep birlikte harekete geçmesi için somut hedefler gösteren sloganlar da öne sürdük. Böyle somut hedefler olmazsa, siyasi önderlik söz konusu olamaz.

İkincisi; bütün ülke somut hedefler uğruna harekete geçtiği zaman proletarya ve özellikle onun öncüsü komünist partisi, bu hedeflere ulaşmada gösterdiği sınırsız coşkunluk ve bağlılık ile örnek olmalıdır. Japonya’ya karşı milli birleşik cephenin ve demokratik cumhuriyetin bütün görevlerini yerine getirme mücadelesinde komünistler, en uzak görüşlü, en fedakar, en kararlı, durumu değerlendirmede en az önyargılı olmalı, kitlelerin çoğunluğuna dayanmalı ve onların desteğini kazanmalıdır.

 Üçüncüsü; komünist partisi müttefikleriyle doğru ilişkiler kurmalı ve onlarla ittifakını geliştirip sağlamlaştırmalıdır: bir yandan da belirlediği siyasi hedeflerden asla vazgeçmeme ilkesine bağlı kalmalıdır.

Dördüncüsü; komünist partisinin saflarını genişletmeli ve partinin ideolojik birliğini ve sıkı disiplinini korumalıdır. Komünist partisi bütün bunları yaparak bütün Çin’deki halk kitlelerine siyasi önderlik görevini yerine getirebilir. Bunlar siyasi önderliğimizi güvence altına almanın ve devrimi, müttefiklerimizin yalpalamaları yüzünden sekteye uğramadan nihai zafere ulaşmasını sağlamanın temelidir.

” (Mao, Seçme Eserler, Cilt1, s. 378-379)

 İçinden geçilen süreç faşizmin saldırıları, Kürt ulusunun direnişi “eylem ve güç birliği” yapılmasını koşullamaktadır. HBDH, askeri ve politik açıdan inisiyatifli olduğumuz ve Mao’nun tanımladığı “siyasi önderliğin” altını doldurabildiğimiz oranda devrimci bir gelişim sağlayacaktır. Oluşan koşullar içerisinde, var olan potansiyeli, fırsatları görmeli ve daha fazla zaman kaybetmeden bu fırsatı kullanmanın pratik adımlarını atmalıyız. Buna ek olarak HBDH, bir ittifak olarak Kürt Ulusal Hareketiyle ilişkiler açısından sürekli vurgulanan “birlikte mücadele” şiarını pratikte somutlamanın koşullarını ilk defa bu kadar olgunlaştığı bir alan olarak karşımızdadır.

 Bu gerçekliği, tıpkı Çin’de I. Cephe döneminde olduğu gibi ulusal hareketin kitle potansiyeli ile birleştirerek devrimci ve komünist güçlerin gelişimi adına önemsememiz gerekmektedir.

Kaynakça:

Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, İnter Yayınları Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Eriş Yayınları Ephraim Nimni, Marks, Engels ve Ulusal Sorun, Dünya Solu Dergisi sayı:7 Marks-Engels Seçme Yazışmalar Cilt 2, Sol Yayınları İşçi Hareketi Marksizm ve Ulusal Sorun, Belge Yayınları Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları Marksizm ve Ulusal Sorun makalesi (Stalin) Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları Marksizm’in Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol Yayınları Proleter Doğrultu Dergisi, Mayıs-Haziran 1995 Başkan Mao’dan Seçme Sözler, Umut Yayımcılık Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekin Yayınları Mao, Seçme Eserler, Cilt 1, Cilt 2, Kaynak Yayınları Ne Yapmalı?, Sol Yayınları Leninizmin İlkeleri, Sol Yayınları Yeni Demokratik Devrim, Umut Yayımcılık 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)