https://partizanarsiv8.net/wp-content/uploads/2018/03/partizan_sayi_81.pdf
sf: 14-214
Halkın desteğini arkasına almış klasik anlamda bir halk
devrimi olmadığı gibi yine sadece burjuva sınıfların önderlik ettiği bir devrim
de değildi. Netice itibariyle “burjuva devrim” olarak nitelendirilmesi bu
gerçeği değiştirmez. Halk muhalefeti ve eylemsel yönelimi de vardı, üst tabaka
sınıflardan kesimlerin iktidar tutkusu da...
Yine Lenin, “Türkiye’de Jön Türklerin yönettiği, ordunun
devrimci hareketi zafere ulaştı. Ne var ki Türkiye’nin II. Nikolası, ünlü Türk
anayasasını yeniden tesis etme sözüyle şimdilik paçasını kurtardığı için bu
zafer sadece yarım bir zaferdir ya da sadece bir zafer kırıntısıdır
”
(Ulusal Sorun Ulusal Kurtuluş Savaşları, sy: 38, Lenin)
değerlendirmesini
yaparken “devrim”in abartılmaması gerektiğine de işaret ediyordu. Lenin,
İTC’nin ağırlıklı olarak Türk aydınlarından ve subaylarından oluştuğuna ve
bunların asıl amaçlarının aslında oluşmakta olan “Türk” kapitalizminin
çıkarlarını korumak olduğuna ayrıca vurgu yapar.
Bununla da yetinmez, II. Meşrutiyet’in niteliği ve bunun
emperyalistlerce nasıl algılandığı konusunda da şu tespitlerde bulunur.
“Olabildiği kadar büyük bir lokma ‘ısırmak’ ve topraklarıyla
sömürgelerini genişletmek için sabırsızlanan kapitalist devletler arasındaki
rekabet ve onun yanı sıra, Avrupa tarafından ‘korunan’ ya da ona bağımlı
uluslar arasında görülen bağımsız demokratik harekete karşı duyulan korku, tüm
Avrupa siyasetinin iki ana öğesini oluşturuyor.
Jön Türkler, ılımlılıklarından ve çizmeden yukarı
çıkmayışlarından ötürü övünüyorlar; Türk devrimi övülüyor çünkü zayıftır, çünkü
Türk devrimi halk yığınlarını gerçekten bağımsızlığa itmiyor, çünkü Osmanlı
imparatorluğu içerisinde baş gösteren proletarya savaşımına düşmandır.
Ama aynı zamanda
Türkiye’nin yağmalanması sürüyor. Jön Türkler, topraklarının yağmalanması
olasılığına kapıyı açık tuttukları için övülüyorlar. Bir yandan Jön Türkleri
övüyorlar, bir yandan da açık amacı Türkiye’yi paylaşmak olan bir siyaset
sürdürüyorlar.” (a.g.e., sy: 38, Lenin)
Sanırız 1908’in niteliğini anlamak açısından bu
değerlendirmeler ve tespitler ilk elden yeterlidir.
Şu genel doğruyu kesinlikle savsaklamamak gerekir; süreçlere
damgasını vuran ideolojik-siyasal fikirlerin, anlayışların, eylemlerin
şekillendiği somut maddi dinamikler, maddi üretimler, ilişkiler ve hepsiyle iç
içe geçerek ete-kemiğe bürünen bilincin oluşmasını sağlayan itici unsurlar
belirleyicidir.
Yani İTC’yi ve her türlü tasarımlarını, projelerini
şekillendiren düşüncelerin oluşumunu şüphesiz ki yarı-feodal yapısal
karakteriyle bunalımlarını aşmaya çalışan Osmanlı’daki sancılı değişim
süreçlerinin yarattığı bütünlüklü atmosferde aramak gerekir.
23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet ilan edildi ama sorunların
nedeni olarak ileri sürülen devletsel mekanizma ve onun yapısal gerçekliği
olduğu gibi duruyordu. İktidarı şekillendiren geleneksel kadrolar
yerlerindeydi. Osmanlı idari yapısında vaat edilen sözler dışında henüz değişim
bağlamında kayda değer bir şeyler söz konusu değildi. Asıl mücadele tepeden
yeni yeni ateşlenecekti. Her ne kadar Osmanlı’nın dört bir yanında “hürriyet”,
“eşitlik” sloganlarıyla kutlamalar, sevinç gösterileri, eğlenceler düzenlense
de yığınların özlemlerinden uzak bir iktidar kavgası yaşanmak üzereydi.
Tam da
bu noktada İTC’nin ideolojik görünümünü ifadelendiren ve ta- rihe
“ittihatçılık” olarak geçen militarist, komitacı, darbeci yaklaşımlarının
1906’dan sonra ana çizgilerini oluşturduğunu belirtmek gerekir.
1908’e gelinen süreci yaratanlar esasta devlet
bürokrasisinin belirli katmanları, kent kökenli eşraflar, orta düzeyde
ticaretle uğraşan burjuva kesimler, tüccarlar, subaylar, askerler, aydınlar
vs.lerdi.
Bu sınıflar kendi çıkarlarına denk düşen özgürlükleri esas
alıyorlardı. Genel konjonktürde hakim olan ve itici bir güce dönüşen
kapitalizmin (emperyalizmin) önünü açmak ve ona entegre olmak esas yönelimdi.
Tabii ki kendi çıkarlarını da öncelleyerek 1908’i
şekillendiren düşünceler oldukça çeşitliydi. Dolayısıyla çok değişik amaçlar,
hedefler vardı. Muhalefet yelpazesinin hem çok geniş oluşu hem farklı
nedenlerle sürece katılması ve kendi niteliğini yansıtması ve hem de bütün bu
fikirsel ve eylemsel zenginliği tek bir potada toplayacak inisiyatifin
örgütlenemeyişi 1908’in mevcut karmaşık niteliğiyle tarihte yerini almasına
neden oldu. Hürriyet algısı her sınıf ya da düşünce açısından 1908’de mevcut
sonuca göre yeniden tanımlanmak zorundaydı.
1908’in gerçekleşmesinde belirleyici ve yönlendirici rol
oynayan İTC ideolojisi ve “devrim” diye öngördüğü politikaları esasta 1902
kongresinde netleşmişti. Kongrede farklı fikir grupları oluşsa da hâkim düşünce
Avrupa destekli askeri bir darbeyle ve bütün kesimleri (Müslüman olmayanları)
de kapsayacak bir ittifakla iktidarı ele alma yönündeydi.
Bu görüş, diğer
kesimlerce rağbet görmese de ileriki dönemde hâkimiyetini koruyacaktı. İTC her
ne kadar kitle içerisinde “hürriyet”, “eşitlik” sloganları atsa da, parlamenter
düzene dair propaganda yapsa da asıl amacının Abdülhamid’i tahttan indirmek
olduğunu gizlemiyordu. Meşrutiyet ilan edildi ama geleneksel yapı hala iş
başındaydı. Bu da iktidarda olanlarla iktidarı eline geçirmek isteyenler arasındaki
çelişki ve çatışmanın hala sonuçlanmadığını gösteriyordu.
Zaman işliyordu. 1908 Aralık ayında seçimler yapıldı ve
Meclis açıldı. Bu geniş kesimlerce olumlu karşılanan gelişmeydi. Ama seçim
sistemi geniş kesimlerin iradesinin yansıyacağı bir meclisin oluşmasına hizmet
etmiyordu.
25 yaşından küçükler,
kadınlar, vergisini ödememiş olanlar (yani işçiler, köylüler, yoksul tüm
kesimler) oy kullanma hakkına sahip değillerdi.
İşte 1908’in getirdiği “burjuva
demokrasisi” böyle bir şeydi. Seç ime katılanlar, İTC’nin
sınıfsal-sosyal dayanaklarıydı esasta. Kitleler henüz bu tablonun gerçek
renklerini görebilecek düzeyde değildi. Fakat Meşrutiyet’in bayramlık esintisi
devam ediyordu.
1908 her ne kadar görece olumlu bir hava yaratsa da sömürü
devam ediyor, ezilenlerin ezilmelerine neden olan sistemin fiili uygulamaları
kesintisiz sürüyordu. Birçok yerde grevler, gösteriler oluşan olumlu havayla
hız kazanıyordu. Kitlelere 1908’in somut kazanımı henüz yansımamıştı. Mücadele
1908 öncesinin dinamiklerine dayanarak devam ediyordu.
1908’in görece olumlu atmosferi kısa ömürlü oldu. Osmanlı’da
yaratılmak istenen yapılanma, iktidar mücadelesinin çatışmalı arenasına
çıkılmadan mümkün değildi. Osmanlı’nın, emperyalist-kapitalist güçlerin de
onayladığı projelere göre yeniden biçimlendirilmesi; bunu gerçekleştirecek
olanla buna direnecek güçler arasındaki çatışmanın sonucuna bağlıydı. İşte bu
zeminde 1909’da yaşanan ve resmi tarihçilerin “irtica”, “gericilik” olarak
tanımladıkları ve her dönem dört elle sarıldıkları ideolojik argüman, “31 Mart
Olayı” önem kazanıyor.
b-13 Nisan 1909 (31 Mart Olayı);
Ordunun Müdahalesi Ve İktidarlaşma Adımı-burdan devam
Meşrutiyet’in ilanıyla kaynayan sular durulmadı. Siyasi
iktidar mücadelesi yeni duruma göre kendine alanlar açıyor ve yeni araçlarla,
söylemlerle bu alanlar üzerinde siyasi gücünü kullanarak uygun mevziler
oluşturuyordu. Halen, hakim sınıflar cephesinde güçler tam olarak ölçülüp
biçilmemişti. Egemen sınıflar, iktidar emelleri için fırsatlar arıyor,
fırsatlar yaratmaya çalışıyordu. Yani kimlerin hükmedeceği ve iktidar gücüne
ulaşacağı sınanarak netleşecekti.
Her ne kadar İTC ilk seçimleri kazanarak hükümeti kurmuş
olsa da, henüz tam olarak iktidar olamamıştı. 1908 öncesinin idari yapısı da ve
bu yapının başındakiler de yerlerini koruyorlardı. İTC’nin avantajı, önceki ya-
pının Meşrutiyet’le yeniden düzenlenmesi konusunun geniş kesimlerce kabul
gören, istenen ve beklenen bir niteliğe ulaşmasıydı. Bunun için de ilk pratik
yönelimi, her egemen sınıfın iktidarlaşmak için yaptığı gibi kendinden
öncekileri bir şekilde tasfiye ederek önünü açmaktı.
Bu amaçla İTC, ilk olarak ordu içerisinde İttihatçı
olmayanları ordudan attı. Mektepli-alaylı elemesine giderek alaylıları tasfiye
etti. Çünkü ittihatçılık en çok ordu içerisinde taban ve kadro bulmuştu.
Bunların neredeyse tamamı askeri eğitim kurumlarında yetişmişti. Osmanlı’nın
hem en güçlü hem de tersinden en zayıf noktası ordu kurumu idi. Eğer ordu
eksenli bir iktidarlaşma seviyesine ulaşılırsa bu durum egemen sınıfların
iktidarlaşmasına hem güç hem de süreklilik kazandıracaktı.
Burada bir parantez açarak belirtmek gerekirse; İTC, 22 Ekim
1908’de aldığı bir kararla orduya bağlılığını ilan ediyor ve herhangi bir
irticai hareket olduğunda orduyla işbirliğine gideceğini belirtiyordu.
İTC’nin ordu içerisinde tasfiyeye yönelmesi aynı zamanda
ordu içinde huzursuzluğa neden oldu. Mektepli-alaylı kutuplaşması görece
serbestlik kazanan basının da dâhil olmasıyla siyasi tartışmaların malzemesine
dö- nüşerek büyüdü. Tartışmalar meşrutiyetçilerle, onları ve politikalarını be-
nimseyenler kutuplaşması etrafında yürüyordu.
İktidar mücadelesi her geçen gün keskinleşirken, zemin de
toza dumana bürünüyordu. Her türlü provokasyona, tahrike müsait bir ortam
doğmuştu. İşlenen cinayetler sürdürülen tartışmalara derinlik veriyordu. Bir
nevi “kimin eli kimin cebinde”vari kafa karıştırıcı ve ön yargıları pekiştirici
gelişmeler sıklık kazanmıştı.
İTC’nin kural tanımaz tutumu, iktidarlaşma hırsıyla gelen ve
tepki gören uygulamalarının kendi karşıtını doğurması; medrese öğrencilerinin
de or- duya dahil edilmesi yönünde karar alınması ve bunun tepkiye neden
olması; “din elden gidiyor” şeklinde toplumun da hassas olduğu konuda yaygın
söylemlerle güvensizlik yaratılması ve oluşan tepkinin de İTC’ye, Meşrutiyet’e
yönlendirilmesi; şeriat düzeninin kaldırılacağı yönünde endi- şesi olanların mevcut
düzen yanlısı düşüncelerinin yeniden güç kazanması,
2. Abdülhamid ve çevresinin yaşanan gelişmeleri,
kaybettiklerini yeniden ele geçirme imkanı olarak görüp harekete geçmesi;
emperyalist devletlerin de kendileri için hangi iktidar grubunun faydalı olacağının
hesabına uygun biçimde konum almaları ve İngiltere, Fransa, Rusya’nın, Osmanlı
üzerinde etkisi her geçen gün artan Alman yanlısı kesimlerin zayıflamasını
istemesi ve buna karşın Almanya’nın İTC’yi destekleme tutumunun iyice
olgunlaşması gibi dış etkilerin de sürece müdahil oldukları düşünülerek 1909
olaylarının bütünlüklü bir değerlendirmesi yapılmalıdır.
İşte bu zeminde ordudan atılmış askerlerin, medrese
öğrencilerinin, din adamlarının, padişah yanlısı bürokratların ve eşrafın,
zincirleme olaylarla destek verdikleri isyan başladı. 2. Abdülhamid, durumu
kendi açısından iyi değerlendirerek Meşrutiyet’le yitirilenleri geri almanın
hesabını yaptı.
İsyancılarla uzlaşma zemini sağlayarak asıl tepkinin İTC’ye,
meşru- tiyete ve uygulamalara yönelmesini sağladı. İTC kadroları ülkeyi terk
etti, vekiller gizlendi, İTC şubeleri basıldı. İTC’nin atadığı kimi bürokratlar
görevlerinden alındı...
Bu ayaklanmanın resmi tarihçiler tarafından öğretildiği gibi
“gerici ve şeriat yanlısı” ilan edilmesi resmi ideolojinin kurgusu ve
çarpıtmasıdır. İTC de Meşrutiyet de, 1909’da isyan edenlerin ileri sürdükleri
taleplerin ötesinde daha ileri bir noktada değillerdi. İTC kadroları ya da esas
aldıkları ideolojik-politik söylemleri din olgusuna farklı yaklaştıklarını
gösterecek
özellikler içermiyordu. Kaldı ki Osmanlı’nın Saltanat ve
Hilafet gibi iki asli kurumca idare edildiği gerçeği ve bu yapının işlevsel
yanları göz önüne alındığında “din ve şeriat” vurgulu istemler pek de yeni ve
yabancı değildir. Zaten İTC’nin Müslüman-Türkçü ideolojisi içerisinde dini
yorumlama ya da tasarladıkları sistemin din ile ilişkisinde daha gelişkin bir
kavrayışa sahip olmadıkları bilinmektedir.
Neticede 31 Mart Olayları iktidarın el değiştirmesine kadar
vardı. Zaten siyasal çatışmanın temelinde yatan da bu amaçtı. İttihatçılar
gelişmeleri de- ğerlendirerek isyana karşı özellikle Rumeli’deki kitle
gösterileriyle karşı protestoları organize ettiler. İsyanın meşrutiyete karşı
gerçekleştiğini propaganda ederek askeri müdahaleyle tekrar iktidarı ele geçirme
seçe- neğine yoğunlaştılar.
Selanik’te oluşturulan “Hareket Ordusu” ile isyana müdahale
edildi ve isyan bastırılarak İTC yeniden iktidara geldi. Abdülhamid tahttan
indirildi, isyancılardan öne çıkanlar idam edildi, tutuklamalar, sürgünler,
sıkıyönetim ilanlarıyla İTC pozisyonunu aldı.
TC tarihinde Kemalizm’le özdeşleşen “gericilik-laiklik”
kutuplaşması ve laiklik temelinde düzenin savunuculuğu adına yapılanlara
meşruiyet verilerek ileri sürülen ideolojik söylemler, esasta İTC’nin 1909’a
müdahalesiyle temellendirildi.
Artık ordu, 1909 müdahalesiyle iktidardaydı. Ordu,
Meşrutiyet’in koruyucusu ve yaşatıcısı rolünü almıştı. İTC ile ordunun iç
içeliği, şekillenen devlet düzeninin ve iktidar niteliğinin nasıl olduğuna dair
fikirlere de ışık tuttuğunu unutmamak gerekir.
1909 süreci, iktidar mücadelesinde belirli bir güce sahip
çevrelerin darbelerle iktidarı ele geçirebilmenin pratik yansımalarını
gösterdi. Şüphesiz ki İTC’nin darbeci, komplocu, militarist ruhu da farklı
söylemlerle gizlenmiş perdenin arkasında daha fazla duramadı ve iktidar
hırsının adımlarıyla açığa çıktı. 1909 sonrası izlenen politikalar İTC’ye yön
veren düşüncelerin anlaşılması açısından önemlidir.
Tabii kısaca da olsa “Hareket Ordusu”na değinmekte fayda
vardır.
Selanik’teki ordular ağırlıklı olarak İttihatçı düşüncelere
göre yetişmişti. Ordunun müdahale etmesi fikri olgunlaşınca “Hareket Ordusu”
ismiyle (ki bu ismi M. Kemal’in kendisinin verdiğini övgüyle anlattığı bilinir)
oluşturulan karma orduyla müdahale edilecekti.
Ordu, 9 maddelik bir bildiriyi 19 Nisan 1909’da (isyandan 6
gün sonra) yayımlayarak amaçlarını duyuruyordu. Bildiriyi kaleme alan ise M.
Kemal’di. Bildirinin içeriğinde Meşrutiyet’e vurgular yapılır, Meşrutiyet’e
karşı gelişen olayların bastırılacağı ve sorumluların cezalandırılacağı
belirtilir.
Bildiride dikkat
çeken noktalardan birisi ise 31 Mart’a neden olanların meşrutiyeti yıkmak ve
şer’i kanunların ve anayasanın ayaklar altına alınmak istendiğinin dile
getirilmesidir. Yani şeriat isteyenleri hedef alan karşı bir düşünce söz konusu
değildir. Bunu, resmi tarihin sonradan kurgulanarak dönemin ihtiyacına göre
dizilirken yapılan çarpıtmalar açısından önemsemek gerekir.
M. Kemal, hiç de o
günün siyasal söylemlerinden daha ileri bir noktada değildir. Aksine onun bir
parçasıdır. Her ne kadar İTC çevresince 31 Mart olayları
“gerici” olarak adlandırılsa da bu, esasta Meşrutiyet’in koruyuculuğunu
üstlenmek için ileri atılmış ve kendi müdahale yöntemlerine, biçimlerine,
araçlarına ve onların gerekliliğine meşruiyet sağlama manevrasından ibaretti.
Resmi
tarihte “Hareket Ordusu”nun ismi ve amacı M. Kemal’le anlatılır ve anılır.
“Hareket Orduları Komutanı” olarak methiyeler dizilir. Ama ne M. Kemal’in İTC
üyeliğine ne İTC’nin ideolojisinin, politikasının savunucusu olduğuna ne de
bildiride geçen “şer’i kanunların” ortadan kaldırılacağına dair kaygıyı onun da
taşıdığına değinilir.
Resmi tarih, 31 Mart Olayı’nı “gericilik” sınırlarına
hapseder. M. Kemal’i ise dönemin siyasi-ideolojik atmosferinden yalıtarak
“ilerici, laik” orduların komutanı olarak sunar. İdealist tarih anlayışı
elbette öznelci olur ama Kemalist ideolojinin şekillendirdiği idealist resmi
tarih anlayışı ise tarihin bütün unsurlarını alabildiğine keyfi bir şekilde
kurgulayarak inanılmaz bir öznelcilikle tarihi, topyekûn kendi karanlığına
gömer ve anlaşılmaz hale getirir. Böylece kurgulananlar, gerçek diye öğretilir
ve Kemalist ideoloji süreklilik kazanmaya devam eder.
c-İTC’nin
İktidar Dönemi ve Uygulamaları (1909-1918)
İttihatçılar, 31 Mart olaylarını bastırdıkları andan
itibaren baskıcı uygulamalara girişerek sıkıyönetim ilan ettiler, yasakları art
arda devreye soktular. Kişisel özgürlüklere sınırlamalar getiren, toplantı ve
gösterileri imkânsız- laştıran, bir süredir serbest bırakılan basın ve yayın
alanını suskunluğa mahkûm eden yasaklamalar, çıkartılan kanunlarla yürürlüğe
konuldu. Sınırlı sayıda bulunan muhalif partilere ise rahat verilmedi. Sürece
İçişleri Bakanlığı’na getirilen Mehmet Talat’ın icraatları rengini veriyordu.
Partiler kapatılıyor, “uygunsuz” yayın yapan gazeteler susturuluyor ve kimin
yaptığı “belli olmayan” cinayetler işleniyordu. Kanun-i Esasi’nin yürürlükte
olmasına rağmen hukuki birçok kaidenin uygulanmaması ve kararların iktidarın
amaçlarına hizmet eder yönde verilmesi dikkate değerdir. İttihatçılık zihniyeti
kendi usulünce iktidarlaşma yolunu açıyordu.
Aslında bu dönem, İTC iktidarının bir dikta rejimi olarak
nasıl şekillendiğinin somut verilerini sunar. Hürriyet, eşitlik, kardeşlik,
adalet, hak-hukuk, demokrasi gibi temel kavramlarla uzaktan-yakından
ilgilerinin olmadığı anlaşılır.
Öyle ki sadece 1911-13 aralığında, parlamentonun varlığına
rağmen hiçbir şekilde yasa tanımayan tepeden inmeci, komplocu ve darbeci
uygulamalarla nelerin yapıldığını incelemek bile sürecin gerçek özünün doğru
bir şekilde görülüp kavranmasına yetecektir. Hasımlarını ne pahasına olursa
olsun tasfiye etmede her yolun mubah olduğu anlayışını benimseyen bir İTC
şekillenmekteydi.
Örneğin,
1912’de yapılan ve “sopalı seçimler” olarak tarih sayfalarında yerini alan
olaylar önemlidir.
1912 seçimlerine itirazlar büyüktü. Aylar içerisinde
hükümetler düşürülüyor, yenileri devreye sokuluyordu. İttihatçılar güç
yitirdikçe seçimler, parlamento meşru olmayan müdahaleleri için bir araç olarak
ileri sürülüyordu. Diktatörlük kendine alan bulamayınca askeri yöntemlerle
devreye girerek uygun ortamı hazırlıyordu.
Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu, toprak kaybetmeye de devam
ediyordu. Bulgaristan yitirilmişti. Devamında Trablusgarp kaybedilmiş ve büyük
bir hevesle girilen Balkan Savaşlarında ise hezimet yaşanmıştı. İttihatçıların
katılaşmasını besleyecek ortamın daha fazla olgunlaşması demekti bunlar.
1912’de başlarında İsmail Enver’in bulunduğu İttihatçılar,
meşhur “Bab- ı Ali” baskınını yaparak Türkçülük nidaları eşliğinde
kaybettikleri iktidarı geri alıyorlardı. Bu kararı alanların arasında İsmail
Enver, Mehmet Talat, Cemal Paşa, Ziya Gökalp, Fethi Okyar, Dr. Nazım, Kara
Kemal... gibi ittihatçılardan kilit isimlerin yer alması ise manidardır.
İTC içerisinde sivil kadroların etkinliği zamanla zayıflamıştı.
Artık daha fazla militarist bir niteliğe doğru evrilmişti. İttihatçılar,
geleceğe dair tasarılarını orduya dayatma çerçevesinde şekillendiriyor, daha
açık ve net bir tutumla baskıcı siyaseti, çizgisi haline getiriyordu. Zaten
1913-14’lere gelindiğinde, 4-5 yıl öncesinde desteğini aldığı birçok sosyal
kesimin desteğini yitirmişti.
Buna rağmen yine de hem kentlerde hem de kırsal alanda
kendine yeni sınıfsal dayanaklar bulmaktan da geri durmadı. Şehirlerde
Müslüman-Türk burjuvazisiyle olan bağlarını, kırlarda ise toprak ağaları ve
eşrafla olan ilişkilerini güçlendirdi. Tek başına iktidar olabilmenin
koşullarını her türden baskıya başvurarak yaratmışlardı. Zaten “Üçlü Trimvu”
denilen Enver, Talat ve Cemal gibi ırkçı, Turancı ideolojinin pratikçileri,
İTC’nin tepesine yerleşmişlerdi.
Böylece, Emperyalist Paylaşım Savaşının eşiğine gelinirken
İTC “hürriyet” kavramını, yapılan anıtlarda yaşatabilecek kadar
kavrayabildiğini ve ancak o kadarına gücünün yettiğini göstermişti. Tek parti
diktatörlüğüyle kurulan bir rejimden daha fazlasını beklemek de doğru olmazdı.
“Abide-i Hürriyet Anıtı” yeterliydi amaçlanan “hürriyeti” ifade etmeye.
Kendinden
olmayanı hain ve düşman ilan ederek katlini reva gören ittihatçı ideoloji için
artık Türkçülük ve Türk ulusuna dayalı bir ulus devlet kurma arzusu öncelikli
amaç haline gelmişti.
İttihatçıların hedefleri hakkında İsmail Beşikçi’nin
ifadeleri genel çerçevenin anlaşılması için önemlidir:
“İttihat ve Terakki Fırkası’nın çok önemli bir hedefi vardı.
Ekonomiyi millileştirmek, Osmanlı vatanını Türk olmayan unsurlardan temizlemek,
Türk’e dayalı, Türk diline dayalı yeni bir devlet ve millet yaratmak, İttihat
ve Terakki Fırkası’nın önemli bir hedefiydi. Rum’u, Ermeni’yi kovmak,
nüfuslarını çürütmek, fabrika, atölye, ev, bağ, bahçe, tarla, zeytinlik,
mandıra, dükkân gibi taşınmaz mallarına el koymak, Rumların, Ermenilerin
zenginliklerini yağmalamak, bu zenginliklerin Türk eşrafın denetimine ve
mülkiyetine geçmesini sağlamak, ekonomiyi millileştirmek anlamına geliyordu.
İttihat ve
Terakki’nin 6 Ağustos 1910’da, Selanik’te gerçekleştirilen kongresinde, bu
hedef açık bir şekilde ortaya kondu... İttihatçılar bu hedeflere varmak için
planlar, projeler yapmaya başladılar. Rumların ve Ermenilerin elindeki birikim
bu projeler, planlar yapılırken her daim göz önünde tutuldu.
1912 Balkan yenilgisi, İttihatçılardaki bu düşüncenin, bu
niyetin daha belirgin bir şekilde ortaya dökülmesine neden oldu. Bu planların,
projelerin gizli yapıldığı, kapalı kapılar ardında tartışıldığı açıktır. Bu kongrede,
Ermenilere, Rumlara, Kürtlere ve Alevilere ilişkin bazı kararlar alındı.
Bu gizli kararları şu
şekilde özetlemek mümkündür. Karadeniz havalisinde yaşayan Rumlar-Pontuslar,
Ege’de Orta Anadolu’da, İstanbul’da yaşayan Rumlar sürgün edilmelidir. İstanbul’da,
Doğu’da yaşayan Ermenilerin nüfusu çürütülmelidir. Kürtlerin Türklüğe,
Alevilerin Müslümanlığa asimile edilmeleri sağlanmalıdır... Böylece bu
halkların geleceği, yirminci yüzyılın başlarında, 1910’larda, İttihat ve
Terakki tarafından belirlenmiş oldu...
Bu sadece düşünülmüş, kağıt üzerinde kalmış bir program
değildir. Yaşama geçirilmiş bir programdır. İttihatçılardan sonra Kemalistler
de bu programı sürdürmek için yoğun bir çaba içerisinde olmuşlardır.
”
(Resmi İdeoloji Söz- lüğü, sy: 309-310-311, Özgür Üniversite Yay)
Yukarıdaki alıntı gerçekten de İTC’nin hem iktidarlaşma
amaçlarını ve hem de iktidardayken yapmayı düşündüklerini özetle ortaya koyan
bir değerlendirmedir.
Burada şu noktaya değinmekte fayda vardır; Osmanlı
İmparatorluğu toprak yitirdikçe kapitalizmle at başı yürüyen uluslaşma
sürecinin sancılarını çok ağır yaşadı. Değişen şartları ve dinamikleri doğru
değerlendiremedi. Emperyalizmin ihracı olarak da olsa kapitalizm gerçeğinin
yeni düşüncelere, yapılanmalara giden yolu geri dönülmez biçimde açtığını ve
ulusal uyanışlarla geleneksel, statükocu düşüncelerin ve yapılanmaların büyük
sarsıntılar geçireceğini gerektiği ölçülerde göremedi.
Toprak yitirme telaşı
ve geleneksel imparatorluk düşüncesi her şeyin önündeydi. Osmanlılık, İslamcılık
gibi düşünceler, süreç kendini dayattıkça ileri sürüldü. Lakin akan suyun yönü
ve gücü farklıydı. Yani farklı ve aynı zamanda gücü zayıflamış olan suları
yutuyordu. O yüzden bu ideolojik kalıplar Osmanlı’nın derdine çare olamıyordu,
olamazdı da.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetici kesimleri, 1. Paylaşım
Savaşı’nın eşiğine gelinmesine rağmen halen yitirilen toprakların yeniden ele
geçirilmesi ve yine eskiden olduğu gibi Osmanlı’yı kıtalara uzanan sınırlarına
kavuşturmanın hayalini kuruyorlardı.
Halbuki emperyalist devletler yeni yeni paylaşım
planlarını dağılmaya uygun Osmanlı gibi çok kimlikli, çok dinli imparatorluklar
üzerine yapıyordu. Bu emperyalizmin doğasında vardı. Her yeni ulus devlet,
kapitalizm için paha biçilmez bir pazardır. Zayıf ekonomilerinin bağımlılık
ilişkilerine gebeliği açıktır. Yarı-sömürge ilişkilerle hem ekonomik hem de
siyasi alanda egemenlik kurabilmek daha kolaydır. Süreç bu çerçevede hızla
ilerliyordu.
Osmanlı’nın, bir ulus temelinde devletsel varlığını
oluşturamadan yaşayamayacağı görülür hale gelmişti. Burada özgün denebilecek
nokta; bir devletleri olmasına rağmen, devletin dayanacağı tek bir ulus
olgusunun olmamasıydı. Yani tez elden bir ulus yaratılmalıydı. Böylece devletin
de bir ulusu olacaktı. Belki ulusal devletlerin genel şekillenişlerine
bakıldığında aykırı görülebilir.
Ama Osmanlı’nın geldiği noktada böylesine bir görünüm vardı.
Bu, Türk kökenli bir ulusal kimliğinin olmadığı anlamına gelmiyordu. Aksine
başından beri etnik bir kimlik olarak varlığı söz konusudur. Buradaki farklılık
var olan devletin kendini Türk ulusuna ve diline dayalı olarak hâkim bir
kimliğe bürünerek ayakta kalabilmesini sağlayabilme noktasındadır.
Bu noktaya gelinmesi tamamen Osmanlı İmparatorluğu’nun
yapısal gerçekliğine ve emperyalist-kapitalist dünyanın kaçınılmaz
müdahalesiyle oluşan etkilere bağlıdır. Bir ulus inşa edilebilirse devletsel
varlık kapitalist dünyanın içinde ayakta kalabilirdi.
Geç de olsa İTC
ideologları bu gerçeği keşfetmişlerdi. Bunun yolu ise İTC’nin hedefleri olarak
ifade edilenlere ulaşılmasından geçiyordu. Türkçülük fikri öteden beri
milliyetçi ideolojiyle şekillenmiş olan orduda hâkimdi. İTC’nin Ziya Gökalp,
Dr. Nazım, Mehmet Talat ve Dr. Bahattin Şakir gibi ideologları durmadan
çalışıyorlardı.
Bir
kıyım projesini hayata geçirme konusunda dahi tereddütleri yoktu. Ne ilginçtir
ki Ziya
Gökalp Kürt asıllıdır, Dr. Nazım Rum, Dr.
Bahattin ise Arnavut’tur.
Bunları
Türkçülükle şekillenen milliyetçi ideoloji de kesmeyecek, ırkçı, kafatasçı ve
Türk olmayanların her ne şekilde olursa olsun yok edilmesini düşünecek kadar
katı bir ideoloji tatmin edebilecekti.
Zaten Türk ulusal bilincinin şekillenmesi için bir süredir
çalışmalar yapılıyordu. 1910 yılında Türk Derneği, 1911’de Türk Yurdu Cemiyeti
kuruluyor ve Türk Yurdu Dergisi yayınına başlıyor, 1912 yılında ise Türk
Ocakları kuruluyordu. Bu, Kemalist dönemde de faaliyetlerini sürdürdü.
Kemalistlerce kapatılana kadar. Aynı yıllarda bir kısım yazar da Türkçülüğün
yayılması için çalışma yapıyordu.
Z. Gökalp zaten
İTC’nin genel merkez üyesiydi ve yazarlığıyla da etkindi.
Türk ulusuna dayalı devlet kurma hedefi için en önemli
eksiklik şüphesiz ki iktisadi alanda yaşanıyordu. Güçlü bir ekonomiye sahip
Türk burjuvazisi olmadan devletin geleceği düşünülemezdi. Osmanlı ekonomisinin
iki temel dinamiği sanayi ve ticaret neredeyse tamamen Türk ve Müslüman olmayan
kesimlerin elindeydi. Osmanlı’nın zenginleri, mülk sahipleri bunlardı. Ekonomik
alan mutlak suretle Türkleştirilmeliydi.
Yani mevcut sermaye ya da sermaye dinamikleri zaman
yitirilmeden el değiştirerek Türkleştirilmeliydi. “Türkleştirme”; nüfusun göç
ettirilmesi, sürgünler, kıyımlar yoluyla, Osmanlı toprakları arındırılarak
sağlanacaktı. Böylece Ermenilerden, Rumlardan kalan her şey Türklere
dağıtılarak amaçlanan burjuva sınıflar yaratılacaktı. Ekonominin
“millileştirilmesi” ancak bu şekilde mümkündü.
“Milli İktisat” söyleminin teorisyenlerinden ve
pratikçilerinden olan ve aynı zamanda İTC’nin gizli örgütlenmesinin kilit adamı
Kara Kemal; “Avrupa’da hükümetler ya işçiye ya da burjuva tabakalarına
dayandılar. Güç anlarında güvenecekleri toplumsal desteğe sahiptiler.
Biz hangi sınıfa
dayanacağız...
Böyle güçlü bir sınıf Türkiye’de var mı?
Bulunmadığına göre
biz neden yaratmayalım” (Resmi Tarih Tartışmaları-2, sy: 90) derken eksikliğin
ne olduğunu doğru tespit ediliyordu.
Yine İTC kadrolarından ve Cumhuriyet’in önemli kişilerinden
Fethi Okyar anılarında Talat’la olan diyaloglarını aktarırken Müslüman
olmayanların varlığına dair endişelerine karşı; “Bu intikamı Talat’a söylediğim
zaman içini çekti:
‘Onları Türklüğe
bağlamanın zamanı da fırsatları da heder olmuş. Şimdi hepsi kendi ırk, din,
milliyet ve cinsi için didiniyor, bunu da bizlerin sırtında yapıyor. Biliyorum
amma elden ne gelir? Sabredeceğiz ve hakikati görerek kendimize geleceğiz. Dur
hele bakalım. Şu köprüleri geçelim. Bizden önce onlar bizi terk edecek’”(Üç
Devirde Bir Adam, sy: 28, F. Okyar) şeklinde yanıt alır. Bu yanıt İTC’nin bütün
bileşenlerinin atmayı düşündükleri adımı ifade ediyordu.
İttihat ve Terakki’nin “Milli İktisat” politikası tamamen
içe dönüktür. Emperyalist-kapitalist sermayeye karşı bir politika değildir. Başından beri İTC içerisinde
belirli kesim, İngiliz yanlısı ve diğer bir kesim de Alman yanlısı tutum içinde
olmuştur. Bunların emperyalizme ya da yabancı sermayeye karşıtlığı
hiçbir zaman olmadı. “Milli İktisat”ın amacı ekonomide ağırlığı bulunan
Müslüman olmayanların tasfiye edilmesidir. Bu konuda kimi verilere bakarak
tablonun daha iyi görülmesi sağlanabilir.
T. Çavdar; “İthalat ve ihracat ticaretinde Türkler sayı
olarak % 4 civarındadır... Komisyoculukta bu oran % 3’ün altındadır. Liman
işçileri tamamen Türk olmayanların elindedir...
Esham ve Kambiyo Borsası’nda alıcı ve simsarların % 95’i Türk
olmayan unsurlardandır.
Sadece ‘İtibarı Milli’ ve ‘Adapazarı İslam ve Ticaret
Bankası’ iki küçük banka Türk özel sermayesi ile kurulmuştur. Toptancı
tüccarların (iç ticaretle iştigal eden) % 15’i Türk’tür. Bu oran perakendeci
tüccarlarda % 25’e çıkmaktadır. Bütün bu oranlar Türklerin ticaret burjuvazisi
içerisinde %5 ile % 10 arasında bir yere sahip olduğunu göstermektedir”
(Milli
Mücadelenin Ekonomik Kökenleri, sy: 128, T. Çavdar) diye kısa bir tablo
sunar.
Bu tabloyu ters yüz etmekle sınırlı kalmayı düşünmeyen
İttihatçılar, daha Balkan Savaşları sırasında Rumları yerinden yurdundan etmeye
başlamışlardı. Ondan önce 1909’un kargaşasını bahane ederek 14-16 Nisan 1909’da
fuzuli bahanelere sarılarak Adana’da 17 bin Ermeni’nin ölümüyle sonuçlanan
katliama imza atarak, mal ve mülklere yörenin ağaları, eşrafları el koymuştu.
Bu konuyla paralelliği olduğu için kısa da olsa
İttihatçıların gizli ve çekirdek yapılanması olan“Teşkilat-ı Mahsusa”ya (Özel
Örgüt) değinmek yerinde olur.
İttihatçıların hedeflerine ulaşabilmeleri için böylesine bir
örgütlenmeye ihtiyaç duymaları olağandır. Dünya görüşleriyle pratikleri ne
kadar uyumluysa Teşkilat-ı Mahsusa’nın varlığıyla İTC de o oranda birbirlerini
tamamlayan iki yapıdır.
Ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmese de 1911-1913
aralığında kurulduğuna dair genel bir kanı bulunmaktadır. 30 bin kişilik bir
kadroya sahip olduğu, ülkenin birçok yerinde örgütlendiği, yerelde valilerden,
kaymakamlara, eşraftan toprak ağasına kadar birçok kesimden insanların dâhil
olduğu gizli bir yapılanmadır. İTC’nin fedaileri olarak tanımlanırlar. Her
türden cinayeti işlemeye, suikastı düzenlemeye, yağma ve talan yapmaya, adam kaldırmaya,
yakmaya-yıkmaya kadar nerede hangisine gerek duyulursa derhal yerine getirmeyi
amaç edinmiş kişilerden oluşur.
İttihatçılar
hedeflerine ulaşmak için önlerinde engel olarak kimleri ya da neleri tespit
etmişlerse ve bunun kaldırılması ya da yok edilmesi gerektiğine karar
verilmişse, Teşkilat- ı Mahsusa derhal eyleme geçer. İlk tatbikatlarını daha
Balkan Savaşı yıllarında yaparlar. Yüz binlerce Rum, yerlerinden yurtlarından
çıkartılarak sürülür. Karadeniz’de, Anadolu’nun birçok yerinde benzer
uygulamalar vardır. Nitekim Ermeni soykırımında en büyük pay bu teşkilatındır.
Teşkilat-ı Mahsusa bünyesinde hapishanelerde tutuklu bulunan
binlerce mahkumun bulunması da manidardır. Özel izinle çıkartılıp ilgili
bölgedeki örgüte teslim edilen mahkumlar gerekli askeri eğitimden sonra pratiğe
sürülür. Bunların çoğu hırsızlıktan, yağmadan, adam öldürmeden mahkum olmuş
insanlardır.
Tarihçi Ayşe Hür, bu örgütün “İç güvenliği sağlamak,
devletin varlığı için hayati önemi olduğu düşünülen Türkçe konuşan azınlığın
fazla toprak kaybetmesini engellemek şeklinde amaçları olduğunu belirtir.”
(Resmi Tarih Tartışmaları-3, sy: 70, Özgür Üniversite
Yayınları)
Darbeci anlayışlarla iktidar yolunu döşeyen ve militarist
özelliğini her dönem bileyen İttihatçılar, Teşkilat-ı Mahsusa ile elde
edeceklerini, geleceklerinin teminatı olarak görüyorlardı. Haksız da
sayılmazlardı, çünkü aynı kadrolar Cumhuriyetin kurucuları olarak tarih
sayfalarına geçeceklerdi.
İttihat ve Terakki ile Kemalist iktidarlaşma arasındaki
organik bağı, en açık biçimde izlenen politikala- rın ve bunları uygulayan
kadroların birbirlerini tamamlar nitelikteki sürekliliğinde görmek mümkündür.
“Teşkilat-ı
Mahsusa’ya yönelik öyle isimler aldılar ki, bunlar daha sonra milli mücadele
zamanında Anadolu’daki yerlerini alacaklardı. İçlerinde mebus ve ordu
komutanları görülecekti.”
(Devlet Kavgası-İttihat ve Terakki, sy: 251, Tayfun Sorgun)
İttihatçılar, bu uygulamaları büyük bir pişkinlikle “fetih
hareketi” ya da “milli bir hareket” olarak ifade etmekten de kaçınmıyordu. Türk
olmayan unsurlardan kurtulmak için hedef olarak belirlenen düzeye ulaşabilme
konusunda tüm İttihatçılar büyük bir gayretle çalışıyordu. Asıl mesele nüfus
olarak daha büyük bir yoğunluğa sahip olan Ermenilerdi.
Sıra onlara da gelecekti. İttihat ve Terakki’nin kadrosu
olup da Kemalist iktidarlaşma sürecinin de demirbaşı olan kadroların sayısından
çok, aynı kadroların bütün karanlık geçmişlerine rağmen Cumhuriyet’in
kurucuları olarak tarihsel devinimi şekillendirdiklerini söylemek en
doğrusudur.
Bu kadroların hepsi Teşkilat-ı Mahsusa üyeleridir. Ermeni
soykırımında rol aldıkları gerekçesiyle tutuklanıp Malta’ya sürülürler.
Türkleştirme amaçlı belirlenen politikaların uygulayıcısıdırlar.
Yani Osmanlı’da
yaşanan etnik temizliği bizzat gerçekleştirenlerdir.
Sait Çetinoğlu, özellikle İttihatçı kadroların nasıl
zincirleme bir devamlılık ve süreklilik içerisinde İttihat ve Terakki’den
Cumhuriyet dönemine uzandığını somut verilerle ortaya koyuyor. 31 Mart’a
müdahale için Selanik’ten yola çıkan “Hareket Ordusu” kadrolarının aynı şekilde
Ermeni soykırımında yer
aldıkları için tutuklanan ve Malta’ya sürülen kadrolar
olması ve sürgün kadrolarının da aynı şekilde “milli mücadelenin” ve
cumhuriyetin kadroları olarak yeniden rol üstlenmeleri sıradan bir tesadüf
olarak nitelendirilmese gerek.
Yeniden İttihat ve Terakki’nin hedeflediği politikalara
dönecek olursak, esas yönelim de öncelikle etnik temizlikteydi. Sürecin bütün
projeleri bu amaca odaklamıştı. Trakya’da, Ege’de, Karadeniz’de Rumlar
katledilmiş, sürülmüş ve malları yağmalanmıştı. Her bölgenin İttihatçı güçleri
etnik temizliğin sorumlusuydu. İdareciler, askeri yöneticiler, yerel eşraf, nam
salmış çeteciler vs. ki bunların hepsi bir şekilde İttihatçı örgütlenmelerle
doğrudan ilişkilidir.
El konulan mallar, yerel İttihatçıların kurduğu
komisyonlarca düşük fiyatlarla eşrafa, toprak ağalarına, asker-sivil
idarecilere peşkeş çekiliyordu. İttihatçılardan nemalanan bu kesimler aynı
şekilde ittihatçılığın yeni sosyal dayanaklarını oluşturuyordu. Zaten amaç Türk
ve Müslüman zengin yaratmaktı.
Neticede 1. Paylaşım Savaşı süreciyle birlikte Meclis
tartışmalarına yansıdığına göre 1.500.000 Rum’un Osmanlı topraklarından
sürüldüğü ve bu rakamın içerisinde ne kadarının bu süreçte katledildiği ise
bilinmiyor.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın katil unsurlarından Topal Osman’ın
başını çektiği olaylarda bir iddiaya göre Karadeniz’de 700 bin olan Rum’dan
sadece 350 bininin Yunanistan’a dönebildiği ve 350 bininin ise öldürüldüğü ya
da meçhule gittiği anlatılır. Sadece bu tablo bile yaşananların boyutunu
görmeye yeter sanırız.
İttihatçı emellere kurban edilen Ermenilere ise tarihte
benzerine az rastlanır uygulamalarla tarifsiz bir bedel ödetildi. İttihat ve
Terakki’nin merkezi kararı gereğince Ermeniler nüfus olarak, kendilerinin
tabiriyle, “çürütülecekti.” Bunun için alınan karar, bir hükümet politikası
şeklinde uygulanmalı, ilgili bölgelere, idarecilere iletilmeliydi. “Tehcir”
olarak yansıtılan ve kırım olarak ilgililerince anlaşılan karar, tez zamanda
ilgi görüyor, hükümet politikası olarak ele alındığından ve tüm yönetim
birimlerine tebliğ edildiğinden resmiyet kazanıyordu.
Zaten bir süreden beri plan dâhilinde ciddi bir ön çalışma
yapılmıştı. Bölgelerde etnik ve dini nüfus üzerinde araştırmalar yapılır, hangi
etnik kimliğe mensup, dini inancı nedir, nüfus yoğunluğunun durumu, dilleri,
eğitim düzeyleri, sahip oldukları mallar, mülkler (ev, işyeri, dükkân,
gayri-menkuller vs.) üzerinde geniş kayıtlar tutuluyordu.
Bu bilgiler çerçevesinde nerelere öncelik verileceğine,
nerelere yoğunlaşılacağına ve nasıl bir yol izleneceğine dair haritalar
oluşturuluyor, böylece, nüfusun yerleştirilmesi adı altında Tehcir’le başlayıp
ve soykırım olarak pratikleşen sürecin zemini ve hazırlıkları tamamlanmış
oluyordu.
24 Nisan 1915’te çıkartılan kararname gereğince Ermenilerin
önde gelen liderleri, öncüleri, aydınları tutuklanır. Kurmuş oldukları örgüt ve
der- nekler kapatılır. 27 Mayıs 1915’te ise “Geçici Tehcir Yasası” çıkartılır.
Bu yasa maddelerinde Ermeni sözcüğü geçmez ama Teşkilat-ı Mahsusa’nın ilgili
bütün üyelerinden İttihat ve Terakki’nin idari bütün birimlerdeki elemanlarına
kadar herkes tehcir edileceklerin Ermeniler olduğunu bilirler. Ve soykırımın
planlaması, hazırlıkları, örgütlenmesi ve pratik süreci her yönüyle
oluşturulmuş olur.
İttihatçılar bütün güçleriyle savaş ortamını da bir fırsat
gibi değerlendirerek mevcut topraklarda en büyük gayri-Müslim nüfusa sahip
Ermenileri yok etmeye koyuldular.
1.500.000 Ermeni kısa bir sürede katliamlarla, ölümcül
sürgünle yok edildi. “Türkleştirme”, Türk ulusuna dayalı devletleşme, “Milli
İktisat” yaratma gibi hedeflere ulaşabilmenin yolu İttihatçı zihniyete göre
böylesine uygulamalardan geçiyordu.
Aynı yıl Hıristiyan topluluklardan Keldaniler, Süryaniler
(Asurlular) ve Katolik Ermeniler Diyarbakır, Cizre, Mardin, Nusaybin yöresinde
katliamdan geçirilir.
Osmanlı’nın
desteğini arkasına alan Kürt çeteleri ve Çerkezler bu katliamların
mimarlarıdır.
Bazı tarihçilerin
araştırmalarına göre 1890-1925 yılları arasında yukarıda adı geçen Hıristiyan
topluluklardan 450 bin kişi katledilir.
İttihatçılar her ne pahasına olursa olsun amaçlarına ulaşmak
için bütün yolları ve yöntemleri kaygısızca benimsediklerinden çıkabilecek her
sonuçtan bir şekilde yararlanacaklarının hesabını-kitabını yapmışlardı. Ortaya
çıkan tablonun korkunç görünümü şüphesiz ki onlar için “muhteşem bir planlama”,
“muazzam bir uygulama” ve “tarihsel bir başarı” şeklinde yankı buluyordu.
Rum, Ermeni, Asuri gibi gayri Müslim topluluklardan kurtulma
amacına ulaşmış sayılırlardı İttihatçılar. Geriye kalan nüfus kendileri için
tehlike değildi artık. Zamanla onlar da halledilecekti nasılsa.
1915’lerde Osmanlı nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan gayri
Müslim nüfusun 1927’ye gelindiğinde yüzde 2,6’ya düşmesi İttihatçıların
hedeflerinin ve öngörülerinin gerçekleştiğinin de göstergesidir.
Tabii bu süreçte aynı şekilde nüfus düzenlemesi de yapıldı.
Her yerleşim biriminde gayri Müslim nüfus mevcut nüfusun yüzde 5-10’u arasında
olacaktı. Boşalan yerlere muhacirler yerleştirilecek, ele geçirilen malmülkten
bunlara pay verilecekti.
Azınlıkta kalan topluluklar bir şekilde asimile edilecekti.
Direnirlerse icaplarına bakılacaktı. Her şey bu denli basit ve düzdü
İttihatçılar için.
İttihatçıların uygulamaları sonucu büyük bir servet, aleni
biçimde el değiştirmişti. Sermayenin “millileştirilmesi” diğer bir ifadeyle
“Türkleştirilmesi” gerçekleşmişti.
Enval-i Metruke (Terk Edilmiş Mülkler) üzerine yasalar,
kararlar çıkartan İttihatçılar bu mülkleri, yaratmak istedikleri Türk- Müslüman
zenginleri için uygun gördükleri kesimlere dağıttılar.
Komisyonlar kurarak
her türlü servet kaynağını ucuz fiyatla sattılar. Zenginliğine zenginlik katan
idareciler, toprak ağaları, yerel eşraf, çeteciler büyük bir şevkle Türkçülük
naraları eşliğinde bayram ettiler. Ekonomik zenginliğin katliamla, kırımla
gelmesi bu kesimleri ideolojik olarak daha da bağnazlaştırdı. Devletçi, Türkçü
bir sosyal tabanın da temelleri atılmış oldu. İttihatçılar, sırtlarını
yaslayacakları dayanakları sağlamlaştırmışlardı.
İttihatçılar “Milli İktisat” projesi temelinde en önemli
planı gerçekten de hayata geçirmeyi başarmışlardır. Kendi ırkına mensup burjuva
sınıflar yaratma yani sermaye oluşumunu gerçekleştirme adına girişilen etnik
temizlik ve mülklere el koyma işini halletmişlerdi.
“19. yüzyılın ve başlamakta olan 20. yüzyılın başka hiçbir
devleti hükümranlık alanındaki etnik haritanın hesaplı bir şekilde
değiştirilmesi için bu kadar yoğun sistematik şiddet kullanmamıştı.
Hiçbir devlet
‘ulusal’ olarak nitelendirmesinden dolayı, üzerinde hak ettiği topraklarda
yaşayan koca bir halkın fiziksel ve kültürel varlığını yok etmek için tüm
modern güç aygıtlarını -ordu, telgraf, demiryolu, basın- seferber edecek kadar
ileri gitmemişti” (Iskalanmış Barış-Doğu Vilayetlerinde Misyonerlik, Etnik
Kimlik ve Devlet (1839-1938) sy: 713, H. Lucas Keiser) diye yaşananları
özetliyor Hans-Lucas Kieser.
Yine bir başka yazar Ahmet Refik “Milli İktisat” adına
yapılanlara ilişkin; “Hususiyle Milli Ticaret, adeta milli bir cinayetti. Bu
cinayete iştirak için nazırlar, defterdarlar, valiler ve mutasarraflar
memuriyetlerinden istifa edi- yorlar, el birliğiyle bedbaht halkı öldürmeye
çalışıyorlardı. Fakat bu cinayette en ziyade iştiraki olanlar, hedefle meşgul
mebuslardı. İttihad’in tacir ve muhtekir milletin en muhakkir sınıfını temsil
ediyorlardı.
İttihadın cinayetlerini tasdik için bu zatların ağızlarına
Topal İsmail Hakkı çuvallarla şeker atıyor, Talat deste deste imtiyaz beratları
tıkıyordu”(Türkiye Ekonomisinin Tarihi, sy: 38, T. Çavdar/Akt. Res. Tar. Tar-2,
sy: 99) derken, kırımda yer alan kesimlerin kimler olduğunu işaret ederek net
bir fikrin oluşmasını sağlıyor.
Düne kadar yağmayı-talanı işgal ettikleri topraklarda
yaparak zenginlik arayan Osmanlı, artık kendi topraklarında talanla, yağmayla
“zenginlik” yaratmaya girişmişti. Dün fetih, işgal adına başkalarına savaş
açıyordu, 20. yüzyılın başında ise kendi topraklarındakileri türlü bahanelerle
düşman ilan ederek ortadan kaldırmanın savaşını yapıyordu. Gelenek, bir şekilde
yaşatılıyordu.
İttihat ve Terakki’nin hedeflerinin esas temeli, iktisadi
amaçların çerçevesine göre şekillenmişti. Belirleyici nokta “Milli İktisat”ın
her ne pahasına olursa olsun oluşturulmasıydı. Diğer bütün politikalar “Milli
İktisat”ın yaratılmasına paralellik arz edecek biçimde somutlanmıştı. Bu yüzden
İttihat ve Terakki’nin bu yönü önemlidir.
Tabii
buradaki “milli”lik vurgusu yanlış anlaşılmamalıdır. İttihatçıların “milli”den
anladıkları gayri-Müslim ve Türk olmayan Osmanlı’daki etnik/dini kimlikler
karşısında konumlanma ve onlardan arınmadır. Yani anti-emperyalist bir içeriğe
sahip değildir.
Aksine, İttihatçılar başından beri emperyalist-kapitalist
sistemin politikalarına sadık kalmış ve onlar için geniş imkanların
sağlanmasına canla başla çalışmışlardır. Tıpkı kendilerinden önce Abdülhamid’in
yaptığı gibi.
İttihat ve Terakki’nin “Milli İktisat” adına Türk ve
Müslüman olmayan topluluklara karşı uygulamış olduğu zalimce tutumun arkasında
emperyalist güçler vardı. Alman emperyalizmiyle içli-dışlı hareket eden İttihatçılar
kendi örgüt bünyesinden gizli olarak aldığı birçok katliam, kıyım, sürgün
kararını Alman generalleriyle alıyordu.
1911’lerde Ege’de başlatılan Rum nüfusunu göç ettirme
projesinin mimarı İttihatçılar kadar Almanlardır. Keza Ermeni soykırımının
böylesine “usta”ca bir planlama ve uygulama ile gerçekleştirilmesi tek başına
İttihatçıların altından kalkabilecekleri iş değildi. Almanların bir şekilde
içinde olduğunu dönemin Ermeni çevreleri açıktan dillendirmişlerdir.
İttihatçıların amaçları, politikaları, söylemleri Avrupalı
kapitalist güçler tarafından övgüye değer bulunuyordu. Çünkü kendilerine her
türlü imkanı sunan ve kendilerine bağlı hareket eden bir iktidar olarak
görüyorlardı İttihatçılar. Ne de olsa kapitalizmin ihtiyaç duyduğu pazara kapılarını
sonuna kadar açan bir ülke vardı karşılarında.
Sözgelimi Almanlar, başından beri Rum ve Ermeni uyruklu
burjuvazinin Osmanlı ekonomisindeki dinamik rolünden rahatsızdılar. Bunların
ekonomik gücü Alman yayılmacılığının kanallarını tıkıyordu. Esasta İngiliz ve
Fransız kapitalizmiyle ilişki içerisinde olmaları ise Almanların huzursuzluğunu
daha da büyütüyordu. Zaten İttihatçı kadroların Alman yönetim sisteminden,
ekonomik formasyonundan ve uygulama sahasındaki hem disiplininden hem de pratik
sonuçlarından azami düzeyde etkilendiğini ve iştahlarını kabarttığını bilen Almanlar,
Türkçülük ideolojisini “milli iktisat” projesiyle eşgüdümlü olarak
İttihatçılara empoze ediyordu. Rumların ilk elden göçertilmesi boşuna değildir.
Hatta Alman generali Sanders’in İzmir limanına inmesiyle
Rumların, cellatlarını görmüşçesine endişeye kapıldıklarına dair anlatılanlar
vardır. Bu da Almanya’nın yapmak istediklerinin birçok kesimce bilindiğini ve
kaygı verici düşüncelerin oluşmasına neden olduğunu göstermektedir.
Dido Sotiruyu’dan şu ifadeler:
“Beyin
Alman’dı, Türk’se kol, biri tasarlıyor öteki yapıyordu...
Çok geçmeden İzmir’e bir Alman şefi geldi. Prusya
üniformaları içinde fatih edalı kupkuru bir adamdı bu, Liman Von Sanders’ti
adı. İzmir Metropoliti Krizistomo bu adam için ‘Adını andığınız her seferinde
gargara yapıp ağzınızı temizleyiniz...’ demişti. Bu uğursuzluk gibi çökmüştü
Küçük Asya’nın üzerine... Harpten çok önce bir Alman ‘uzmanları’ akını
başlamıştı. Tüccar, asker, polis, arkeolog, sosyolog, iktisatçı, doktor, rahip,
öğretmen kisvesi altında durumu incelemeye, bizim aslımızı, geçmişimizi ve
halimizi, istidat ve servetlerimizi öğrenmeye geliyorlardı. Hepsi de aynı
ürkütücü sonuca vardılar:
Biz şeytan zekalı Rumlarla Ermeniler burada
fazlaydık”(Benden Selam Söyleyin Anadolu’ya, sy: 64-65, Dido Sotiriyu/Res. Tar.
Tar.-2, sy:103) çok daha açık biçimde durumu anlatabilmektedir.
Gerek Rumların sürülmesinde gerekse de Ermenilerin soykırıma
uğratılmasında emperyalist güçler İttihatçılara ya destek olmuşlardır ya da “tarafsızlık”
adına sessizliğe bürünmüşlerdir. Amerikalılar uzun vadede çıkar hesapları
yaparak, İngilizler ise Osmanlı’nın Almanya’ya yakınlaşmasından rahatsızlık
duyduklarından Osmanlı’yı hepten kaybetmemek ve tamamen Almanların kucağına
atmamak için, Fransızlar ise daha sonra Osmanlı üzerinde baskı oluşturmanın bir
fırsatı olarak gördüğü için süreci izliyorlardı.
Öyle ki Ermeni nüfusunun batılı ülkelere sürülmesini doğru
bulmakla ye- tinmeyip teşvik edenler dahi vardı. ABD’li diplomatlar,
misyonerler ucuz işgücü olarak Ermeni nüfusunun üzerinde hesaplar yapıyorlardı.
Emperyalist devletlerin paylaşım savaşının içinde olması, kutuplaşmaların
yaşanması ve henüz savaşın başında olunduğundan nasıl bir düzenin ya da
dengenin şekilleneceğinin belirsiz oluşu İttihatçılar için tarihsel fırsatın
olgunlaşması demekti. Nitekim öyle de oldu. Çünkü olayların yaşandığı dönemde
kimse yaşananları kınamaya dahi yeltenmemişti.
Biraz da “milli iktisat” politikasının diğer ayağına
değinerek İttihatçıların millilik vurgusuna açıklık getirmek yerinde olacaktır.
İttihatçıların iktisadi politikalarından dönemin Maliye
Nazırı Cavit Bey sorumluydu. Bu kişi, Batılı kapitalizme her açıdan entegre
olabilmek için liberal tutumların gerekliliğinde ısrarlıydı. Öyle ki Düyun-u
Umumiye’ye övgüler düzmekten dahi çekinmezdi.
Çünkü bağımlılık
ilişkilerini diğer bir deyimle kapitalizm adına Osmanlı’nın her geçen gün daha
fazla sömürüye maruz kalarak yarı-sömürge durumunun derinleşmesini yanlış
görmüyordu. Osmanlı ekonomisini neredeyse hepten kontrol altına almış olan
Düyun-u Umumiye memurlarının Osmanlı Bankası’nın hazırladığı reçeteleri gözü
kapalı onaylayan birisiydi Cavit Bey.
Tabii sürecin politikaları sadece bir kişiyle izah edilemez.
Elbette ki bütün bunlar İttihat ve Terakki’nin ortak görüşleri ve
beklentileriydi.
Bu dönemin öne çıkan en önemli adımı 1913 yılında çıkartılan
“Teşvik- i Sanayi Kanunu”dur. Bu kanunun içeriğine ve bununla amaçlananlara
dik- kat etmek gerekir. Çünkü 1927’ye kadar yürürlükte kalır. Yani Kemalist
iktidarlaşma sürecinde de uygulanır.
İttihatçılar “Türk kapitalizmi”ni oluşturmak için bu kararı
alırlar. Kanun gereğince kimi kesimlere geniş imtiyazlar tanınır. Bunlar,
Türk-Müslüman girişimcilerdir şüphesiz ki. Devlet, olanaklar sunarak ticarette
ve sanayide Türk burjuvaların etkinliğinin artmasını ve payının büyümesini
amaçlar. Gayri Müslimlerin tasfiyesinin diğer bir ayağı da budur.
Kanuna göre işletmeler için gerekli olan arazinin 5 dönüme
kadarı parasız olarak verilecek; işletme için gerekli üretim araçları vergiden
muaf tutulacak; gerekli teçhizatlar ve mallar yurt içinde üretilene kadar
gümrük vergisinden muaf tutulacak; malların ilgili yerlere taşınması için imkan
sağlanacak vs.
Bu kanunla İttihatçılar kendilerine bağlı burjuva sınıf
oluşturmak istiyordu. Daha doğrusu İttihatçıların devlet aygıtını kendi sermaye
birikimlerini sağlamak için etkili biçimde kullanmalarıdır söz konusu olan. Ama
bunlar her açıdan emperyalist pazar ilişkilerinin birer uzantısydı. Bağımsız ve
ifade edildiği gibi saf milli bir karakterli olmayacaktı, olamazdı. Basit bir
ifadeyle komprador burjuva sınıfların palazlanması demektir bu.
“Eğer Türkler kendi içlerinde Avrupa sermayesinden istifade
ederek bir sermayedar burjuva sınıfı çıkarmayacak olursa, yalnız asker, memur
ve köylüden güç alan Osmanlı-Türk topluluğu çağdaş bir devlete dönüşemezdi.
Osmanlı devletini ancak Türk burjuvazinin doğuşu kurtarabilirdi” diyordu
Z. Toprak. (Türkiye’de Milli İktisat, sy: 33, Zafer
Toprak/Akt. Res. Tar. Tartışmaları-2, sy: 96)
Emperyalist sermayeden bağımsız bir burjuva- zinin
olamayacağını bilsin ya da bilmesin ama bağımlı bir burjuvazinin varlığına
dayanmaksızın var olunamayacağı görülüyordu.
Savaş yıllarında bu yönelim devam etti. Hem “yerli” burjuva
sınıf yaratılacak hem de ulusal bilinç yani Türkçülük ideolojisi kendine güçlü
bir ekonomik temel oluşturacaktı. İttihatçılar bu çerçevede karar almaya ve düzenlemeler
yapmaya devam ettiler. Ticari alanda devlet destekli ayrıcalıklara, savaşın
karmaşık ortamında doğan vurgunculuk da eklenince büyük kâr elde eden Müslüman
Türk tacirleri ortaya çıktı.
Bunlar ağırlıklı olarak Alman kapitalistleriyle
ilişkiliydiler. Zaten Alman emperyalizminin ekonomik etkisi savaş yıllarında
bile artıyordu. Ekonomik-siyasi-askeri açıdan Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın
nüfuzu altına girmişti. Bu etki, savaşın sonuna kadar sürecekti. İttihatçıların
istediği de buydu.
İttihatçı gelenek, koşullara uygun yeni söylem ve
içeriklerle kendini yaşatabilme alanı buluyordu.
N. Hovhannisyan’ın ifade ettiği gibi; “Zamanla Osmanlı İmparatorluğu’nda
Türklerden, Kürtlerden ve Çerkezlerden oluşan ve cinayet ve kıyımlardan
olgunlaşmış bir zümre doğdu.
Bu onlar için bir tür
uzmanlık, bir yaşam biçimi, yasadışı zengin olmanın en kolay yoluydu. Aynı
zamanda, Osmanlı devlet hiyerarşisinde belli bir makam edinmenin bir
yoluydu.”(Ermeni Soykırımı, sy: 75, N. Hovhannisyan)
İttihatçılar iktidarda kaldıkları süre boyunca “milli
iktisat” projelerine bağlı hareket ettiler. Bütün gayrı meşru yollara
başvurularak Müslüman- Türk unsura dayalı belirli bir ekonomik güç
oluşturdular.
Zaten 1908’e kadar Türk-Müslüman unsurun ticaretteki %
3’lük payının savaş sonunda % 38’e çıkması, durumu izah ediyordu.
Tabii İttihatçılar sadece Teşvik-i Sanayi Kanunu ile
yetinmemişlerdir. Bu süreci, Türk ve Müslüman unsura dayalı ulus devleti
şekillendirme olarak görüyorlardı. O yüzden eğitimden, sosyal yaşama birçok
alanda reformlara giriştiler. Bankacılık alanında önemli değişiklikler yapıldı.
Birçok banka bu süreçte kuruldu. Savaş ortamından faydalanarak, her ne kadar
müttefiki Almanya tepki gösterse de kapitülasyonlar kaldırıldı, Türkçe resmi dil ilan edildi,
mahkemelerin tümü, oluşturulan Adalet Bakanlığı’na bağlandı, yerli malı haftası
ilan edildi.
Tabii
sendikalaşmayı ve grevi yasaklayan kanunları da yürürlüğe koymayı unutmadılar. Yabancı
şirketlere Türk personeli bulundurma yükümlülüğü getirildi, şirketlere tüm
yazışmalarında Türkçeyi kullanmaları zorunlu kılındı, Kur’an Türkçe’ye çevrildi, boşanma işleri
kadıdan alınıp yargıca verildi, yerleşim yerlerinin isimleri Türkçeleştirildi
ve daha niceleri....
Kısaca söylemek gerekirse; İttihat ve Terakki tek başına
iktidara hükmeder konuma geldikten sonra amaçladıklarına ulaşma konusunda
ısrarcı oldu. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullarında bile hedeflerine
ulaşmak için uğraştı. Zaten bu savaşa giriş nedenleri de bahsi geçen amaçları
destekler nitelikteydi. Türkçü, Turancı ideolojinin çöküşe giden Osmanlı’yı
hayal âlemine kapılarak yeniden eski genişliğine ve gücüne kavuşturma arzusu
gerçekçi olmasa da itici bir etkiye sahipti.
Hâlbuki
emperyalistler, yıllar ön- cesinden gizli toplantılarla Osmanlı’nın nasıl
paylaşılacağının olası hesapla- rını yapmışlardı. Buna rağmen Almanya’nın
yanında belirli kazanımlar elde etmek için savaşa girmiş bir Osmanlı vardı.
Panturanizm gibi Türk ırkçılığına dayanan bir ideolojiyle Kafkaslardan Orta
Asya’ya kadar uzanan topraklarda imparatorluk düşlüyordu İttihatçılar. Hatta
Enver’i, Talat’ı, Cemal’i orduları nerelere yönlendireceklerine dair
birbirleriyle yarışıyorlardı.
İttihatçılar kimi noktalarda amaçlarına ulaşsalar da
emperyalist-kapitalist dünyanın öğütücü çarkından kurtulamadılar. “Milli
İktisat”la yol alınsa da bu yol emperyalist sermayeyle döşeliydi. Dolayısıyla
Osmanlı’nın sömürgeleşmesine giden süreç hiçbir şekilde İttihatçıların
hayallerine yanıt verecek potansiyele sahip değildi. Her ne kadar önemli oranda
komprador Türk burjuvazisi yaratılmış olsa da; toprak ağaları, eşraflar gelişip
güçlense ve iktisadi güç sahibi bir sosyal dayanak oluşturulsa da İttihatçı
iktidar dönemi, çözülmeye mahkumdu. Ne kurulan bankalar ve şirketler ne de
Alman
emperyalizminin
“koruyuculuğu”, Osmanlı’nın yıkılışını durdurabildi.
Osmanlı devleti, 19. yüzyılda geniş coğrafyası ve geri
kalmış sosyal ekonomik yapısıyla gelişen Batı kapitalizmi için önemli bir pazar
niteliğindeydi. Geniş pazarın sağlayacağı imkanları uzun vadeli hesaplayan
emperyalistler, Osmanlı’yla tüm ilişkilerini buna göre düzenlemişlerdi.
Osmanlı pazarındaki
payını artırmak her emperyalist gücün öncelikli politikasıydı. Osmanlı yönetimi
ise özellikle 19. yüzyılın başından itibaren emperyalist güç dengelerine
oynayan bir dış politikayla kendince manevra alanını geniş tutmayı ve köklü
sorunlarını bu zemine yayarak çözebilmeyi esas aldı. Yani dengelere oynadı.
Batı kapitalizminin giderek artan gücü ve etkisi, Osmanlı’nın da
emperyalistlerle çıkar ortaklığı çerçevesinde içe dönük yoğun bir yağma, sömürü
politikası gütmesini getirdi. Zaten “batılılaşma” söyleminin pratik karşılığı
emperyalistlerin sömürüye dayalı politikalarına yerine göre tam biat, yerine
göre uyum çerçevesinde düzenlemeler adı altında yanıt olmaktı.
Her ne kadar Osmanlı,
dengelere oynayarak yolunu düzleştirmeye çalışsa da, emperyalist güçlerin
attığı ağlar sürekli sıkılaşıyordu ve Osmanlı, bu ağların sıkışıklığı içinde
sömürgeleşmeye giden yola mecbur bırakılıyordu.
Burada, tamamen iradesiz tam bir teslimiyetten söz etmek de
gerçekçi olmaz. Osmanlı, yıkılışına kadar bir şekilde emperyalist güç
dengelerini kullanarak fırsatlar yaratmaya da çalıştı. II. Abdülhamid bu
siyasetin en belirgin karakteridir. İngilizlerle içli dışlıyken Almanlarla
ilişkilenerek bu seçenekten faydalanma hesaplarını sıkı tutması gibi.
Emperyalistler, Osmanlı’yı bağımlılaşan ekonomi üzerinden zorlasalar da
Osmanlı, bölgesel politikalarda kendi potansiyeline göre kararlar alarak
ağırlığını koyabilmek için duruma göre sırtını bir başka emperyalist güce
dayamıştır.
En belirgin yansımaları maden bölgelerinin işletilmesinde,
demiryollarının inşasında, limanların ya- pımında ya da işletilmesinde veya
ticari imkanların kullanılmasında verilen imtiyazlar konusunda görülür. Bu
politika, Osmanlı’dan sonra kurulan TC’nin de belirli yönleriyle benimseyip
tercih ettiği politikadır.
I. Emperyalist
Paylaşım Savaşı’nın eşiğinde güç dengeleri değişmişti. Osmanlı, ekonomik,
siyasi ve askeri açıdan Alman emperyalizminin güdümüne girmişti. İttihatçı
Enver, Talat ve Cemal, her yönüyle dümenin başındaydı.
Turancılık ideali belirginleşmiş ve kendisine yeni alanlar
arıyordu. Almanların da desteklediği bu yayılmacı ideoloji aynı zamanda Alman
emperyalizminin çıkarlarıyla örtüşüyordu. Kafkaslar’da, Orta Asya’da kendine
bir kapı açmak ve İngiliz etkisini zayıflatmak istiyordu Almanya. Bu nedenle
Turancılık hayalini bulunmaz bir nimet olarak görüyorlardı.
Öte yandan her ne kadar Osmanlı üzerinde halen önemli oranda
ekonomik bir güce sahip olsa da İngilizler, artık Rusya ile hareket ediyordu.
Klasik dengeler bozulmuştu. İngiliz-Rus ittifakı ve Fransa’nın da dahil
olmasıyla Osmanlı, Almanya’yla yeni bir denge peşine düştü. Ama umduğunu bulamadı.
İngilizler, Arapları milliyetçi emeller doğrultusunda destekleyerek Osmanlı’ya
ilk darbeyi vurdu.
I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla
Osmanlı her cephede yenildi ve parçalanmanın kaçınılmaz sonucunu yaşadı.
Zaten, 16 Mayıs 1916’da İngiltere ve Fransa dışişleri
bakanlarının isimleriyle anılan ve Rusya’nın da dahil olduğu “Sykes-Picot”
gizli anlaşmasıyla emperyalistler hem Osmanlı’yı hem de Ortadoğu’yu nasıl
paylaşacaklarını netleştirmişti. Gizli anlaşmanın İtalya’ya yansıtılmasıyla
İtalya da ortak olmuştu. Her emperyalist güce verilecek topraklar yani fiili
nüfuz alanları harita üzerinde kararlaştırılmıştı. Savaşın seyri tam da bu
anlaşmanın öngördüğüne yakın biçimde ilerlemiş ve İngiltere ile Fransa’nın
beklediği gibi sonuçlanmıştı.
30 Ekim
1918 tarihli Mondros Mütarekesi ile paylaşıma, bölüşüme resmiyet verilerek
savaş sona erdirildi.
Sınırlar, haritalar
buna paralel yeniden şekillendirilecekti. Savaşla bozulan dengeler artık yerini
yeni güç odaklarına bırakıyordu. Yani konjonktürel duruma uygun güçler dengesi
şekilleniyordu. Mondros sonrası İttihat ve Terakki hükümeti kendini feshetti.
İttihatçıların tepe adamları Enver, Talat, Cemal ülkeyi terk
ettiler. Emperyalistler de savaşın ganimeti olarak Osmanlı’dan geriye kalanlara
el koymaya giriştiler.
Bu sürecin en önemli gelişmesi şüphesiz ki
Rusya’daki Ekim Devrimi’dir.
Ekim Devrimi’yle Rusya bambaşka bir pozisyon almıştı. Kendi
pozisyonunu yenilemekle kalmamış, hem emperyalistleri sarstı hem de ezilen tüm
halklara tarihsel bir seçenek sunarak dünyalarını alt üst etmişti. Asıl güçlü
dalga Bolşevik Devrimi’yle gelmişti. Bu dalga esas olarak
emperyalist-kapitalist sistemi ve uygulamalarını sarstı, emperyalizmin
ekonomik, siyasi, askeri, ideolojik bütün güç unsurlarına darbe vurdu. Korkulan
olmuştu, artık yeni bir toplumsal yapı doğuyordu. Burjuva sınıfların
iktidarlarını alaşağı edebilecek bir güç vardı. Yani devrimlerin fitili
ateşlenmişti ve ezilen halkların umudu her zamankinden daha büyüktü artık.
30 Ekim 1918’le birlikte İttihat ve Terakki de
kaybetmişti. Her ne kadar Enver, Talat, Cemal kaçsa da askeri sivil esas
kadro ülkenin dört bir yanına yayılmış vaziyette fırsat bekliyordu. İktidarı
görüntüde kaybetmişlerdi ama halen bütün güçleriyle her an hazır bekliyorlardı.
Sonraki gelişmelerin kilit noktalarında yine İttihatçı kadrolar yer alacaktı.
Özetle
İttihat ve Terakki’ye dair kısa bir değerlendirme yapmak gerekirse;
* İttihat ve
Terakki Cemiyeti, üst tabakadan asker-sivil kesimlerce kurulan ve Türk-Müslüman
unsura dayalı homojen bir ulus ve ulus devlet yaratma amacını esas alan
milliyetçi-şovenist bir ideolojiye sahiptir.
* İttihat ve
Terakki’nin sınıfsal ve sosyal dayanaklarını Osmanlı bürokrasisinin çeşitli
katmanlarından asker-sivil kişiler, Türk-Müslüman kimliğe sahip üst ve orta
katmanlardan kompradorlaşan burjuva kesimler, toprak ağaları, yerelde güç ve
konum sahibi eşraflar oluşturmaktadır. İTC esasta bunların temsilcisi ve
iktidar odağıdır.
* İttihat ve
Terakki, zora dayalı, baskıcı, komplocu, darbeci yöntemleri harmanlayarak
tepeden inmeci bir tarzda iktidarlaştı. Siyasi arenada hiçbir muhalefetin
yaşamasına tahammül edemediler ve açıktan cinayetlere başvurarak bütün muhalif
sesleri susturdu.
* İttihat ve
Terakki, ordu merkezli bir yapılanma olduğundan, ordu gücüyle ve orduyla
birlikte iktidarlaştığından hiçbir zaman gerçek manada sivil-parlamenter bir
yönetim anlayışına ve uygulamasına sahip olmadı.
* İttihat ve
Terakki, iktidarlaştığı andan itibaren, meşrutiyet talebine destek veren
kesimlerin büyük bir bölümüne karşı amansız baskı uyguladı. İşçilerin sendika
ve grev hakkını yasakladı, köylüleri toprak ağalarının eşrafın ve tefecinin
insafsızlığına terk etti, ağır vergilerle sömürüyü sürdürdü. Türk- Müslüman
olmayan halka yönelik ise tarihin en büyük zulmünü uyguladı.
* Türk-Müslüman
ulus ve ulus devleti yaratma adına benimsenen “milli iktisat” projesiyle Türk
ve Müslüman olmayan halkı baskıyla tehcire zorlayarak mallarının, mülklerinin
yağmalanması ve zenginliğin Türk-Müslüman kesimlere geçmesini sağladılar.
1.500.000 Ermeni’yi sistematik
bir soykırımla ortadan kaldırdılar. Yüz binlerce Rum, Süryani ve Asuri
yaşadıkları topraklardan sürdüler, katlettiler. Bütün bunlar İttihat ve
Terakki’nin ırkçı, şovenist ve en baskıcı özelliklerini ifade etmektedir.
* Günümüz
tabiriyle İttihat ve Terakki rejimi, ideolojisiyle, politikalarıyla,
uygulamalarıyla faşist diktatörlüktür.
* İttihat
ve Terakki; başından beri emperyalist güçlerle işbirliği içindeydi ve bu
işbirliğini emperyalistlere tanınan imtiyazlarla yağmanın, sömürünün
derinleşmesi temelinde güçlendirdi. Emperyalistlerin politikalarına uygun
olarak imkanlar hazırladı ve sömürüye, yağmaya ortak oldu.
* “Turancılık”
ideolojisine dayanarak Osmanlı’nın kaybettiği toprakları geri alma hayaliyle
emperyalist paylaşım savaşında taraf olarak yer aldı. Yüz binlerce kayıpla
halklara ağır bir bedel ödetti, kendileri de savaş ortamında büyük kırımlara
girişti.
* İttihat ve
Terakki izlediği politikalarla bütün halkların düşmanı olduğunu göstermekle
kalmadı, Osmanlı’nın dağılıp parçalanmasıyla kendi ik- tidarına da son verdi.
Ama bir sonraki sürecin şekillenmesinde temellerini atarak Kemalist hareketin
doğuşunu sağlayan ortamı hazırladı.
* İttihat ve
Terakki, kendisinden sonraki siyasal ortamın ana damarı olarak belirleyici bir
rol oynadı. Türkiye’nin siyasi tarihinin ideolojik, politik, sosyal, kültürel,
psikolojik unsurlarının eşiklerini oluşturmakla kalmadı, tasarlanan ulus
devletin temelini şekillendirerek, inşasına giden sürecin önünü açtı.
* İttihat ve
Terakki, Türkiye siyasal tarihine en büyük miras olarak, düzenin nasıl bir
rejimle yönetileceği konusunda bir milat ya da vazgeçilmez bir referans olarak
kabul gören veya kabul ettirilen, ordunun iktidar gücü olarak sürece dahil olmasının
ve bunun da “parlamenter rejim”, “demokrasi”, “meşrutiyet” vs. gibi burjuva
yönetim tarzları içerisinde meşruluk kazanmasını sağladı.
* İttihat ve
Terakki, ordu ve partinin bütünselliğiyle gerçekleştirilen bir darbe sonucu
iktidara gelirken orduyu, “gericiliğe” karşı çıkan ve meşrutiyetin koruyucusu,
kollayıcısı ve hatta güvencesi şeklinde “ilerici” diye öne sürerek, Kemalist
iktidarın da referans noktalarını kesin olarak belirlemiş oldu.
Konuyu İ. Kaypakkaya’nın şu
değerlendirmeleriyle noktalayalım:
“Türk burjuvazisinin önce İttihat ve Terakki Cemiyeti
etrafında toplandığını, bu sınıfın subaylar ve asilzadelerle birlikte 1908 Jön
Türk devrimine önderlik ettiğini biliyoruz.
İttihat ve Terakki
Cemiyeti iktidar makamına oturduktan sonra, dünya şartlarının ve Türkiye’nin
tasfiye edilemeyen yarı-sömürge yapısının zorlanmasıyla İttihat ve
Terakkiciler, Alman emperyalizmiyle işbirliğine giriştiler. Bir yandan
burjuvazinin bir kanadı hızla büyüdü, palazlandı, Türk büyük burjuvazisini
oluşturdu; öte yandan Abdülhamid zamanından beri mevcut olan genellikle azınlık
milliyetlere mensup komprador burjuvazi varlığını devam ettiriyordu.
İttihat ve Terakki
Partisi, birincilerin menfaatini temsil ediyordu. İttihat ve Terakki Partisi,
Alman emperyalizminin sadık uşağı, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin de azılı
düşmanı olup çıktı.
Türk burjuvazisinin büyüyen ve kompradorlaşan kanadı (yani
Türk komprador büyük burjuvazisi) Birinci Dünya Savaşı yıllarında, istibdat
şartlarında, savaş araç gereçleri alım satımı, vagon tekeli, zorunlu ihtiyaç
maddeleri üzerinde yapılan vurgunlar vb. yoluyla muazzam zenginleşti.
Büyük servetler, sermayeler edindi. Bunlar Alman
emperyalizminin kesin iflası ve bu sebeple kendi egemenliklerinin de tehlikeye
düşmesi karşısında, itilaf emperyalizmine kuyruk sallamaya, onunla yakınlaşmaya
ve bu yolda gerekli tedbirleri almaya giriştiler.”
Devamında Kaypakkaya İTC ile
Kemalist rejim arasındaki paralellik konusunda da şu tespitleri yapar;
“İttihat ve Terakki döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet
döneminde de Kurtuluş Savaşına katılan orta-burjuvazinin bir kesimi, ele
geçirdiği devlet gücünü, zenginleşmek için bir kaldıraç gibi kullanarak, devlet
tekellerini yaratıp bunları kendi hizmetine koşarak, emperyalizmle işbirliğine
girişerek, yüksek memuriyetleri de hizmete sokarak, devlet bankalarından
aldıkları kredilerle, rüşvetlerle, vurgunlarla şişerek, Türkiye’yi terk eden ve
katledilen Ermeni ve Rum kapitalistlerinin mallarına, mülklerine el koyarak
iyice zenginleştiler, milli karakterdeki orta burjuvazinin diğer kesimlerinden
koptular.
Bu farklılaşma ve kopma giderek daha belirgin hale geldi.
İttihat ve Terakkici komprador Türk büyük burjuvazisinin bir kesimi ile bu yeni
komprador Türk büyük burjuvazisi: Kemalist iktidar içindeki hakim unsurlar işte
bunlardır! Türk burjuvazisinin bu yüksek tabakasının çıkarları, Avrupa
kapitalistleri ile ayırt edilemeyecek derecede karışmış ve bunlar Avrupalı
emperyalistlerle kesin bir tarzda işbirliğine girişmişlerdir.
” ( Seçme Yazılar, sy: 190-198-199,
İbrahim Kaypakkaya)
İttihat ve Terakki ile Kemalist ideolojinin,
politikalarının, hareketin ve iktidarın benzerliklerinden çok, devamlılığından,
sürekliliğinden ve tamamlayıcılığından söz etmenin daha gerçekçi ve doğru bir
tutum olduğu gün gibi açıktır. Bu yüzden Kemalist hareket ve iktidarlaşma
süreci değerlendirilirken bu noktanın göz önünde tutulması yararlı olacaktır.
bitti.... https://partizanarsiv8.net/wp-content/uploads/2018/03/partizan_sayi_81.pdf
sf: 14-214