26 Mayıs 2023 Cuma

İbrahim Kaypakkaya Tarafından İpliği Pazara Çıkarılan Can Çekiştikçe Tabulaştırılan Resmi İdeoloji: KEMALİZM_3

          https://partizanarsiv8.net/wp-content/uploads/2018/03/partizan_sayi_81.pdf

   sf: 14-214

Halkın desteğini arkasına almış klasik anlamda bir halk devrimi olmadığı gibi yine sadece burjuva sınıfların önderlik ettiği bir devrim de değildi. Netice itibariyle “burjuva devrim” olarak nitelendirilmesi bu gerçeği değiştirmez. Halk muhalefeti ve eylemsel yönelimi de vardı, üst tabaka sınıflardan kesimlerin iktidar tutkusu da...

Yine Lenin, “Türkiye’de Jön Türklerin yönettiği, ordunun devrimci hareketi zafere ulaştı. Ne var ki Türkiye’nin II. Nikolası, ünlü Türk anayasasını yeniden tesis etme sözüyle şimdilik paçasını kurtardığı için bu zafer sadece yarım bir zaferdir ya da sadece bir zafer kırıntısıdır

” (Ulusal Sorun Ulusal Kurtuluş Savaşları, sy: 38, Lenin)

 değerlendirmesini yaparken “devrim”in abartılmaması gerektiğine de işaret ediyordu. Lenin, İTC’nin ağırlıklı olarak Türk aydınlarından ve subaylarından oluştuğuna ve bunların asıl amaçlarının aslında oluşmakta olan “Türk” kapitalizminin çıkarlarını korumak olduğuna ayrıca vurgu yapar.

Bununla da yetinmez, II. Meşrutiyet’in niteliği ve bunun emperyalistlerce nasıl algılandığı konusunda da şu tespitlerde bulunur.

“Olabildiği kadar büyük bir lokma ‘ısırmak’ ve topraklarıyla sömürgelerini genişletmek için sabırsızlanan kapitalist devletler arasındaki rekabet ve onun yanı sıra, Avrupa tarafından ‘korunan’ ya da ona bağımlı uluslar arasında görülen bağımsız demokratik harekete karşı duyulan korku, tüm Avrupa siyasetinin iki ana öğesini oluşturuyor.

Jön Türkler, ılımlılıklarından ve çizmeden yukarı çıkmayışlarından ötürü övünüyorlar; Türk devrimi övülüyor çünkü zayıftır, çünkü Türk devrimi halk yığınlarını gerçekten bağımsızlığa itmiyor, çünkü Osmanlı imparatorluğu içerisinde baş gösteren proletarya savaşımına düşmandır.

 Ama aynı zamanda Türkiye’nin yağmalanması sürüyor. Jön Türkler, topraklarının yağmalanması olasılığına kapıyı açık tuttukları için övülüyorlar. Bir yandan Jön Türkleri övüyorlar, bir yandan da açık amacı Türkiye’yi paylaşmak olan bir siyaset sürdürüyorlar.” (a.g.e., sy: 38, Lenin)

Sanırız 1908’in niteliğini anlamak açısından bu değerlendirmeler ve tespitler ilk elden yeterlidir.

Şu genel doğruyu kesinlikle savsaklamamak gerekir; süreçlere damgasını vuran ideolojik-siyasal fikirlerin, anlayışların, eylemlerin şekillendiği somut maddi dinamikler, maddi üretimler, ilişkiler ve hepsiyle iç içe geçerek ete-kemiğe bürünen bilincin oluşmasını sağlayan itici unsurlar belirleyicidir.

Yani İTC’yi ve her türlü tasarımlarını, projelerini şekillendiren düşüncelerin oluşumunu şüphesiz ki yarı-feodal yapısal karakteriyle bunalımlarını aşmaya çalışan Osmanlı’daki sancılı değişim süreçlerinin yarattığı bütünlüklü atmosferde aramak gerekir.

23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet ilan edildi ama sorunların nedeni olarak ileri sürülen devletsel mekanizma ve onun yapısal gerçekliği olduğu gibi duruyordu. İktidarı şekillendiren geleneksel kadrolar yerlerindeydi. Osmanlı idari yapısında vaat edilen sözler dışında henüz değişim bağlamında kayda değer bir şeyler söz konusu değildi. Asıl mücadele tepeden yeni yeni ateşlenecekti. Her ne kadar Osmanlı’nın dört bir yanında “hürriyet”, “eşitlik” sloganlarıyla kutlamalar, sevinç gösterileri, eğlenceler düzenlense de yığınların özlemlerinden uzak bir iktidar kavgası yaşanmak üzereydi.

Tam da bu noktada İTC’nin ideolojik görünümünü ifadelendiren ve ta- rihe “ittihatçılık” olarak geçen militarist, komitacı, darbeci yaklaşımlarının 1906’dan sonra ana çizgilerini oluşturduğunu belirtmek gerekir.

1908’e gelinen süreci yaratanlar esasta devlet bürokrasisinin belirli katmanları, kent kökenli eşraflar, orta düzeyde ticaretle uğraşan burjuva kesimler, tüccarlar, subaylar, askerler, aydınlar vs.lerdi.

Bu sınıflar kendi çıkarlarına denk düşen özgürlükleri esas alıyorlardı. Genel konjonktürde hakim olan ve itici bir güce dönüşen kapitalizmin (emperyalizmin) önünü açmak ve ona entegre olmak esas yönelimdi.

Tabii ki kendi çıkarlarını da öncelleyerek 1908’i şekillendiren düşünceler oldukça çeşitliydi. Dolayısıyla çok değişik amaçlar, hedefler vardı. Muhalefet yelpazesinin hem çok geniş oluşu hem farklı nedenlerle sürece katılması ve kendi niteliğini yansıtması ve hem de bütün bu fikirsel ve eylemsel zenginliği tek bir potada toplayacak inisiyatifin örgütlenemeyişi 1908’in mevcut karmaşık niteliğiyle tarihte yerini almasına neden oldu. Hürriyet algısı her sınıf ya da düşünce açısından 1908’de mevcut sonuca göre yeniden tanımlanmak zorundaydı.

1908’in gerçekleşmesinde belirleyici ve yönlendirici rol oynayan İTC ideolojisi ve “devrim” diye öngördüğü politikaları esasta 1902 kongresinde netleşmişti. Kongrede farklı fikir grupları oluşsa da hâkim düşünce Avrupa destekli askeri bir darbeyle ve bütün kesimleri (Müslüman olmayanları) de kapsayacak bir ittifakla iktidarı ele alma yönündeydi.

 Bu görüş, diğer kesimlerce rağbet görmese de ileriki dönemde hâkimiyetini koruyacaktı. İTC her ne kadar kitle içerisinde “hürriyet”, “eşitlik” sloganları atsa da, parlamenter düzene dair propaganda yapsa da asıl amacının Abdülhamid’i tahttan indirmek olduğunu gizlemiyordu. Meşrutiyet ilan edildi ama geleneksel yapı hala iş başındaydı. Bu da iktidarda olanlarla iktidarı eline geçirmek isteyenler arasındaki çelişki ve çatışmanın hala sonuçlanmadığını gösteriyordu.

Zaman işliyordu. 1908 Aralık ayında seçimler yapıldı ve Meclis açıldı. Bu geniş kesimlerce olumlu karşılanan gelişmeydi. Ama seçim sistemi geniş kesimlerin iradesinin yansıyacağı bir meclisin oluşmasına hizmet etmiyordu.

 25 yaşından küçükler, kadınlar, vergisini ödememiş olanlar (yani işçiler, köylüler, yoksul tüm kesimler) oy kullanma hakkına sahip değillerdi.

 İşte 1908’in getirdiği “burjuva demokrasisi” böyle bir şeydi. Seç ime katılanlar, İTC’nin sınıfsal-sosyal dayanaklarıydı esasta. Kitleler henüz bu tablonun gerçek renklerini görebilecek düzeyde değildi. Fakat Meşrutiyet’in bayramlık esintisi devam ediyordu.

1908 her ne kadar görece olumlu bir hava yaratsa da sömürü devam ediyor, ezilenlerin ezilmelerine neden olan sistemin fiili uygulamaları kesintisiz sürüyordu. Birçok yerde grevler, gösteriler oluşan olumlu havayla hız kazanıyordu. Kitlelere 1908’in somut kazanımı henüz yansımamıştı. Mücadele 1908 öncesinin dinamiklerine dayanarak devam ediyordu.

1908’in görece olumlu atmosferi kısa ömürlü oldu. Osmanlı’da yaratılmak istenen yapılanma, iktidar mücadelesinin çatışmalı arenasına çıkılmadan mümkün değildi. Osmanlı’nın, emperyalist-kapitalist güçlerin de onayladığı projelere göre yeniden biçimlendirilmesi; bunu gerçekleştirecek olanla buna direnecek güçler arasındaki çatışmanın sonucuna bağlıydı. İşte bu zeminde 1909’da yaşanan ve resmi tarihçilerin “irtica”, “gericilik” olarak tanımladıkları ve her dönem dört elle sarıldıkları ideolojik argüman, “31 Mart Olayı” önem kazanıyor.

 

b-13 Nisan 1909 (31 Mart Olayı); Ordunun Müdahalesi Ve İktidarlaşma Adımı-burdan devam

 

Meşrutiyet’in ilanıyla kaynayan sular durulmadı. Siyasi iktidar mücadelesi yeni duruma göre kendine alanlar açıyor ve yeni araçlarla, söylemlerle bu alanlar üzerinde siyasi gücünü kullanarak uygun mevziler oluşturuyordu. Halen, hakim sınıflar cephesinde güçler tam olarak ölçülüp biçilmemişti. Egemen sınıflar, iktidar emelleri için fırsatlar arıyor, fırsatlar yaratmaya çalışıyordu. Yani kimlerin hükmedeceği ve iktidar gücüne ulaşacağı sınanarak netleşecekti.

Her ne kadar İTC ilk seçimleri kazanarak hükümeti kurmuş olsa da, henüz tam olarak iktidar olamamıştı. 1908 öncesinin idari yapısı da ve bu yapının başındakiler de yerlerini koruyorlardı. İTC’nin avantajı, önceki ya- pının Meşrutiyet’le yeniden düzenlenmesi konusunun geniş kesimlerce kabul gören, istenen ve beklenen bir niteliğe ulaşmasıydı. Bunun için de ilk pratik yönelimi, her egemen sınıfın iktidarlaşmak için yaptığı gibi kendinden öncekileri bir şekilde tasfiye ederek önünü açmaktı.

Bu amaçla İTC, ilk olarak ordu içerisinde İttihatçı olmayanları ordudan attı. Mektepli-alaylı elemesine giderek alaylıları tasfiye etti. Çünkü ittihatçılık en çok ordu içerisinde taban ve kadro bulmuştu. Bunların neredeyse tamamı askeri eğitim kurumlarında yetişmişti. Osmanlı’nın hem en güçlü hem de tersinden en zayıf noktası ordu kurumu idi. Eğer ordu eksenli bir iktidarlaşma seviyesine ulaşılırsa bu durum egemen sınıfların iktidarlaşmasına hem güç hem de süreklilik kazandıracaktı.

Burada bir parantez açarak belirtmek gerekirse; İTC, 22 Ekim 1908’de aldığı bir kararla orduya bağlılığını ilan ediyor ve herhangi bir irticai hareket olduğunda orduyla işbirliğine gideceğini belirtiyordu.

 

İTC’nin ordu içerisinde tasfiyeye yönelmesi aynı zamanda ordu içinde huzursuzluğa neden oldu. Mektepli-alaylı kutuplaşması görece serbestlik kazanan basının da dâhil olmasıyla siyasi tartışmaların malzemesine dö- nüşerek büyüdü. Tartışmalar meşrutiyetçilerle, onları ve politikalarını be- nimseyenler kutuplaşması etrafında yürüyordu.

İktidar mücadelesi her geçen gün keskinleşirken, zemin de toza dumana bürünüyordu. Her türlü provokasyona, tahrike müsait bir ortam doğmuştu. İşlenen cinayetler sürdürülen tartışmalara derinlik veriyordu. Bir nevi “kimin eli kimin cebinde”vari kafa karıştırıcı ve ön yargıları pekiştirici gelişmeler sıklık kazanmıştı.

İTC’nin kural tanımaz tutumu, iktidarlaşma hırsıyla gelen ve tepki gören uygulamalarının kendi karşıtını doğurması; medrese öğrencilerinin de or- duya dahil edilmesi yönünde karar alınması ve bunun tepkiye neden olması; “din elden gidiyor” şeklinde toplumun da hassas olduğu konuda yaygın söylemlerle güvensizlik yaratılması ve oluşan tepkinin de İTC’ye, Meşrutiyet’e yönlendirilmesi; şeriat düzeninin kaldırılacağı yönünde endi- şesi olanların mevcut düzen yanlısı düşüncelerinin yeniden güç kazanması,

2. Abdülhamid ve çevresinin yaşanan gelişmeleri, kaybettiklerini yeniden ele geçirme imkanı olarak görüp harekete geçmesi; emperyalist devletlerin de kendileri için hangi iktidar grubunun faydalı olacağının hesabına uygun biçimde konum almaları ve İngiltere, Fransa, Rusya’nın, Osmanlı üzerinde etkisi her geçen gün artan Alman yanlısı kesimlerin zayıflamasını istemesi ve buna karşın Almanya’nın İTC’yi destekleme tutumunun iyice olgunlaşması gibi dış etkilerin de sürece müdahil oldukları düşünülerek 1909 olaylarının bütünlüklü bir değerlendirmesi yapılmalıdır.

İşte bu zeminde ordudan atılmış askerlerin, medrese öğrencilerinin, din adamlarının, padişah yanlısı bürokratların ve eşrafın, zincirleme olaylarla destek verdikleri isyan başladı. 2. Abdülhamid, durumu kendi açısından iyi değerlendirerek Meşrutiyet’le yitirilenleri geri almanın hesabını yaptı.

İsyancılarla uzlaşma zemini sağlayarak asıl tepkinin İTC’ye, meşru- tiyete ve uygulamalara yönelmesini sağladı. İTC kadroları ülkeyi terk etti, vekiller gizlendi, İTC şubeleri basıldı. İTC’nin atadığı kimi bürokratlar görevlerinden alındı...

Bu ayaklanmanın resmi tarihçiler tarafından öğretildiği gibi “gerici ve şeriat yanlısı” ilan edilmesi resmi ideolojinin kurgusu ve çarpıtmasıdır. İTC de Meşrutiyet de, 1909’da isyan edenlerin ileri sürdükleri taleplerin ötesinde daha ileri bir noktada değillerdi. İTC kadroları ya da esas aldıkları ideolojik-politik söylemleri din olgusuna farklı yaklaştıklarını gösterecek

 

özellikler içermiyordu. Kaldı ki Osmanlı’nın Saltanat ve Hilafet gibi iki asli kurumca idare edildiği gerçeği ve bu yapının işlevsel yanları göz önüne alındığında “din ve şeriat” vurgulu istemler pek de yeni ve yabancı değildir. Zaten İTC’nin Müslüman-Türkçü ideolojisi içerisinde dini yorumlama ya da tasarladıkları sistemin din ile ilişkisinde daha gelişkin bir kavrayışa sahip olmadıkları bilinmektedir.

Neticede 31 Mart Olayları iktidarın el değiştirmesine kadar vardı. Zaten siyasal çatışmanın temelinde yatan da bu amaçtı. İttihatçılar gelişmeleri de- ğerlendirerek isyana karşı özellikle Rumeli’deki kitle gösterileriyle karşı protestoları organize ettiler. İsyanın meşrutiyete karşı gerçekleştiğini propaganda ederek askeri müdahaleyle tekrar iktidarı ele geçirme seçe- neğine yoğunlaştılar.

Selanik’te oluşturulan “Hareket Ordusu” ile isyana müdahale edildi ve isyan bastırılarak İTC yeniden iktidara geldi. Abdülhamid tahttan indirildi, isyancılardan öne çıkanlar idam edildi, tutuklamalar, sürgünler, sıkıyönetim ilanlarıyla İTC pozisyonunu aldı.

TC tarihinde Kemalizm’le özdeşleşen “gericilik-laiklik” kutuplaşması ve laiklik temelinde düzenin savunuculuğu adına yapılanlara meşruiyet verilerek ileri sürülen ideolojik söylemler, esasta İTC’nin 1909’a müdahalesiyle temellendirildi.

 

Artık ordu, 1909 müdahalesiyle iktidardaydı. Ordu, Meşrutiyet’in koruyucusu ve yaşatıcısı rolünü almıştı. İTC ile ordunun iç içeliği, şekillenen devlet düzeninin ve iktidar niteliğinin nasıl olduğuna dair fikirlere de ışık tuttuğunu unutmamak gerekir.

1909 süreci, iktidar mücadelesinde belirli bir güce sahip çevrelerin darbelerle iktidarı ele geçirebilmenin pratik yansımalarını gösterdi. Şüphesiz ki İTC’nin darbeci, komplocu, militarist ruhu da farklı söylemlerle gizlenmiş perdenin arkasında daha fazla duramadı ve iktidar hırsının adımlarıyla açığa çıktı. 1909 sonrası izlenen politikalar İTC’ye yön veren düşüncelerin anlaşılması açısından önemlidir.

Tabii kısaca da olsa “Hareket Ordusu”na değinmekte fayda vardır.

 

Selanik’teki ordular ağırlıklı olarak İttihatçı düşüncelere göre yetişmişti. Ordunun müdahale etmesi fikri olgunlaşınca “Hareket Ordusu” ismiyle (ki bu ismi M. Kemal’in kendisinin verdiğini övgüyle anlattığı bilinir) oluşturulan karma orduyla müdahale edilecekti.

Ordu, 9 maddelik bir bildiriyi 19 Nisan 1909’da (isyandan 6 gün sonra) yayımlayarak amaçlarını duyuruyordu. Bildiriyi kaleme alan ise M. Kemal’di. Bildirinin içeriğinde Meşrutiyet’e vurgular yapılır, Meşrutiyet’e karşı gelişen olayların bastırılacağı ve sorumluların cezalandırılacağı belirtilir.

 Bildiride dikkat çeken noktalardan birisi ise 31 Mart’a neden olanların meşrutiyeti yıkmak ve şer’i kanunların ve anayasanın ayaklar altına alınmak istendiğinin dile getirilmesidir. Yani şeriat isteyenleri hedef alan karşı bir düşünce söz konusu değildir. Bunu, resmi tarihin sonradan kurgulanarak dönemin ihtiyacına göre dizilirken yapılan çarpıtmalar açısından önemsemek gerekir.

 

 M. Kemal, hiç de o günün siyasal söylemlerinden daha ileri bir noktada değildir. Aksine onun bir

parçasıdır. Her ne kadar İTC çevresince 31 Mart olayları “gerici” olarak adlandırılsa da bu, esasta Meşrutiyet’in koruyuculuğunu üstlenmek için ileri atılmış ve kendi müdahale yöntemlerine, biçimlerine, araçlarına ve onların gerekliliğine meşruiyet sağlama manevrasından ibaretti.

Resmi tarihte “Hareket Ordusu”nun ismi ve amacı M. Kemal’le anlatılır ve anılır. “Hareket Orduları Komutanı” olarak methiyeler dizilir. Ama ne M. Kemal’in İTC üyeliğine ne İTC’nin ideolojisinin, politikasının savunucusu olduğuna ne de bildiride geçen “şer’i kanunların” ortadan kaldırılacağına dair kaygıyı onun da taşıdığına değinilir.

 

Resmi tarih, 31 Mart Olayı’nı “gericilik” sınırlarına hapseder. M. Kemal’i ise dönemin siyasi-ideolojik atmosferinden yalıtarak “ilerici, laik” orduların komutanı olarak sunar. İdealist tarih anlayışı elbette öznelci olur ama Kemalist ideolojinin şekillendirdiği idealist resmi tarih anlayışı ise tarihin bütün unsurlarını alabildiğine keyfi bir şekilde kurgulayarak inanılmaz bir öznelcilikle tarihi, topyekûn kendi karanlığına gömer ve anlaşılmaz hale getirir. Böylece kurgulananlar, gerçek diye öğretilir ve Kemalist ideoloji süreklilik kazanmaya devam eder.

c-İTC’nin İktidar Dönemi ve Uygulamaları (1909-1918)

İttihatçılar, 31 Mart olaylarını bastırdıkları andan itibaren baskıcı uygulamalara girişerek sıkıyönetim ilan ettiler, yasakları art arda devreye soktular. Kişisel özgürlüklere sınırlamalar getiren, toplantı ve gösterileri imkânsız- laştıran, bir süredir serbest bırakılan basın ve yayın alanını suskunluğa mahkûm eden yasaklamalar, çıkartılan kanunlarla yürürlüğe konuldu. Sınırlı sayıda bulunan muhalif partilere ise rahat verilmedi. Sürece İçişleri Bakanlığı’na getirilen Mehmet Talat’ın icraatları rengini veriyordu. Partiler kapatılıyor, “uygunsuz” yayın yapan gazeteler susturuluyor ve kimin yaptığı “belli olmayan” cinayetler işleniyordu. Kanun-i Esasi’nin yürürlükte olmasına rağmen hukuki birçok kaidenin uygulanmaması ve kararların iktidarın amaçlarına hizmet eder yönde verilmesi dikkate değerdir. İttihatçılık zihniyeti kendi usulünce iktidarlaşma yolunu açıyordu.

Aslında bu dönem, İTC iktidarının bir dikta rejimi olarak nasıl şekillendiğinin somut verilerini sunar. Hürriyet, eşitlik, kardeşlik, adalet, hak-hukuk, demokrasi gibi temel kavramlarla uzaktan-yakından ilgilerinin olmadığı anlaşılır.

Öyle ki sadece 1911-13 aralığında, parlamentonun varlığına rağmen hiçbir şekilde yasa tanımayan tepeden inmeci, komplocu ve darbeci uygulamalarla nelerin yapıldığını incelemek bile sürecin gerçek özünün doğru bir şekilde görülüp kavranmasına yetecektir. Hasımlarını ne pahasına olursa olsun tasfiye etmede her yolun mubah olduğu anlayışını benimseyen bir İTC şekillenmekteydi.

Örneğin, 1912’de yapılan ve “sopalı seçimler” olarak tarih sayfalarında yerini alan olaylar önemlidir.

1912 seçimlerine itirazlar büyüktü. Aylar içerisinde hükümetler düşürülüyor, yenileri devreye sokuluyordu. İttihatçılar güç yitirdikçe seçimler, parlamento meşru olmayan müdahaleleri için bir araç olarak ileri sürülüyordu. Diktatörlük kendine alan bulamayınca askeri yöntemlerle devreye girerek uygun ortamı hazırlıyordu.

Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu, toprak kaybetmeye de devam ediyordu. Bulgaristan yitirilmişti. Devamında Trablusgarp kaybedilmiş ve büyük bir hevesle girilen Balkan Savaşlarında ise hezimet yaşanmıştı. İttihatçıların katılaşmasını besleyecek ortamın daha fazla olgunlaşması demekti bunlar.

1912’de başlarında İsmail Enver’in bulunduğu İttihatçılar, meşhur “Bab- ı Ali” baskınını yaparak Türkçülük nidaları eşliğinde kaybettikleri iktidarı geri alıyorlardı. Bu kararı alanların arasında İsmail Enver, Mehmet Talat, Cemal Paşa, Ziya Gökalp, Fethi Okyar, Dr. Nazım, Kara Kemal... gibi ittihatçılardan kilit isimlerin yer alması ise manidardır.

İTC içerisinde sivil kadroların etkinliği zamanla zayıflamıştı. Artık daha fazla militarist bir niteliğe doğru evrilmişti. İttihatçılar, geleceğe dair tasarılarını orduya dayatma çerçevesinde şekillendiriyor, daha açık ve net bir tutumla baskıcı siyaseti, çizgisi haline getiriyordu. Zaten 1913-14’lere gelindiğinde, 4-5 yıl öncesinde desteğini aldığı birçok sosyal kesimin desteğini yitirmişti.

 

Buna rağmen yine de hem kentlerde hem de kırsal alanda kendine yeni sınıfsal dayanaklar bulmaktan da geri durmadı. Şehirlerde Müslüman-Türk burjuvazisiyle olan bağlarını, kırlarda ise toprak ağaları ve eşrafla olan ilişkilerini güçlendirdi. Tek başına iktidar olabilmenin koşullarını her türden baskıya başvurarak yaratmışlardı. Zaten “Üçlü Trimvu” denilen Enver, Talat ve Cemal gibi ırkçı, Turancı ideolojinin pratikçileri, İTC’nin tepesine yerleşmişlerdi.

Böylece, Emperyalist Paylaşım Savaşının eşiğine gelinirken İTC “hürriyet” kavramını, yapılan anıtlarda yaşatabilecek kadar kavrayabildiğini ve ancak o kadarına gücünün yettiğini göstermişti. Tek parti diktatörlüğüyle kurulan bir rejimden daha fazlasını beklemek de doğru olmazdı. “Abide-i Hürriyet Anıtı” yeterliydi amaçlanan “hürriyeti” ifade etmeye.

Kendinden olmayanı hain ve düşman ilan ederek katlini reva gören ittihatçı ideoloji için artık Türkçülük ve Türk ulusuna dayalı bir ulus devlet kurma arzusu öncelikli amaç haline gelmişti.

İttihatçıların hedefleri hakkında İsmail Beşikçi’nin ifadeleri genel çerçevenin anlaşılması için önemlidir:

“İttihat ve Terakki Fırkası’nın çok önemli bir hedefi vardı. Ekonomiyi millileştirmek, Osmanlı vatanını Türk olmayan unsurlardan temizlemek, Türk’e dayalı, Türk diline dayalı yeni bir devlet ve millet yaratmak, İttihat ve Terakki Fırkası’nın önemli bir hedefiydi. Rum’u, Ermeni’yi kovmak, nüfuslarını çürütmek, fabrika, atölye, ev, bağ, bahçe, tarla, zeytinlik, mandıra, dükkân gibi taşınmaz mallarına el koymak, Rumların, Ermenilerin zenginliklerini yağmalamak, bu zenginliklerin Türk eşrafın denetimine ve mülkiyetine geçmesini sağlamak, ekonomiyi millileştirmek anlamına geliyordu.

 

 İttihat ve Terakki’nin 6 Ağustos 1910’da, Selanik’te gerçekleştirilen kongresinde, bu hedef açık bir şekilde ortaya kondu... İttihatçılar bu hedeflere varmak için planlar, projeler yapmaya başladılar. Rumların ve Ermenilerin elindeki birikim bu projeler, planlar yapılırken her daim göz önünde tutuldu.

1912 Balkan yenilgisi, İttihatçılardaki bu düşüncenin, bu niyetin daha belirgin bir şekilde ortaya dökülmesine neden oldu. Bu planların, projelerin gizli yapıldığı, kapalı kapılar ardında tartışıldığı açıktır. Bu kongrede, Ermenilere, Rumlara, Kürtlere ve Alevilere ilişkin bazı kararlar alındı.

 Bu gizli kararları şu şekilde özetlemek mümkündür. Karadeniz havalisinde yaşayan Rumlar-Pontuslar, Ege’de Orta Anadolu’da, İstanbul’da yaşayan Rumlar sürgün edilmelidir. İstanbul’da, Doğu’da yaşayan Ermenilerin nüfusu çürütülmelidir. Kürtlerin Türklüğe, Alevilerin Müslümanlığa asimile edilmeleri sağlanmalıdır... Böylece bu halkların geleceği, yirminci yüzyılın başlarında, 1910’larda, İttihat ve Terakki tarafından belirlenmiş oldu...

Bu sadece düşünülmüş, kağıt üzerinde kalmış bir program değildir. Yaşama geçirilmiş bir programdır. İttihatçılardan sonra Kemalistler de bu programı sürdürmek için yoğun bir çaba içerisinde olmuşlardır.

” (Resmi İdeoloji Söz- lüğü, sy: 309-310-311, Özgür Üniversite Yay)

Yukarıdaki alıntı gerçekten de İTC’nin hem iktidarlaşma amaçlarını ve hem de iktidardayken yapmayı düşündüklerini özetle ortaya koyan bir değerlendirmedir.

Burada şu noktaya değinmekte fayda vardır; Osmanlı İmparatorluğu toprak yitirdikçe kapitalizmle at başı yürüyen uluslaşma sürecinin sancılarını çok ağır yaşadı. Değişen şartları ve dinamikleri doğru değerlendiremedi. Emperyalizmin ihracı olarak da olsa kapitalizm gerçeğinin yeni düşüncelere, yapılanmalara giden yolu geri dönülmez biçimde açtığını ve ulusal uyanışlarla geleneksel, statükocu düşüncelerin ve yapılanmaların büyük sarsıntılar geçireceğini gerektiği ölçülerde göremedi.

 

 Toprak yitirme telaşı ve geleneksel imparatorluk düşüncesi her şeyin önündeydi. Osmanlılık, İslamcılık gibi düşünceler, süreç kendini dayattıkça ileri sürüldü. Lakin akan suyun yönü ve gücü farklıydı. Yani farklı ve aynı zamanda gücü zayıflamış olan suları yutuyordu. O yüzden bu ideolojik kalıplar Osmanlı’nın derdine çare olamıyordu, olamazdı da.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetici kesimleri, 1. Paylaşım Savaşı’nın eşiğine gelinmesine rağmen halen yitirilen toprakların yeniden ele geçirilmesi ve yine eskiden olduğu gibi Osmanlı’yı kıtalara uzanan sınırlarına kavuşturmanın hayalini kuruyorlardı.

 

Halbuki emperyalist devletler yeni yeni paylaşım planlarını dağılmaya uygun Osmanlı gibi çok kimlikli, çok dinli imparatorluklar üzerine yapıyordu. Bu emperyalizmin doğasında vardı. Her yeni ulus devlet, kapitalizm için paha biçilmez bir pazardır. Zayıf ekonomilerinin bağımlılık ilişkilerine gebeliği açıktır. Yarı-sömürge ilişkilerle hem ekonomik hem de siyasi alanda egemenlik kurabilmek daha kolaydır. Süreç bu çerçevede hızla ilerliyordu.

 

 

Osmanlı’nın, bir ulus temelinde devletsel varlığını oluşturamadan yaşayamayacağı görülür hale gelmişti. Burada özgün denebilecek nokta; bir devletleri olmasına rağmen, devletin dayanacağı tek bir ulus olgusunun olmamasıydı. Yani tez elden bir ulus yaratılmalıydı. Böylece devletin de bir ulusu olacaktı. Belki ulusal devletlerin genel şekillenişlerine bakıldığında aykırı görülebilir.

 

Ama Osmanlı’nın geldiği noktada böylesine bir görünüm vardı. Bu, Türk kökenli bir ulusal kimliğinin olmadığı anlamına gelmiyordu. Aksine başından beri etnik bir kimlik olarak varlığı söz konusudur. Buradaki farklılık var olan devletin kendini Türk ulusuna ve diline dayalı olarak hâkim bir kimliğe bürünerek ayakta kalabilmesini sağlayabilme noktasındadır.

Bu noktaya gelinmesi tamamen Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısal gerçekliğine ve emperyalist-kapitalist dünyanın kaçınılmaz müdahalesiyle oluşan etkilere bağlıdır. Bir ulus inşa edilebilirse devletsel varlık kapitalist dünyanın içinde ayakta kalabilirdi.

 Geç de olsa İTC ideologları bu gerçeği keşfetmişlerdi. Bunun yolu ise İTC’nin hedefleri olarak ifade edilenlere ulaşılmasından geçiyordu. Türkçülük fikri öteden beri milliyetçi ideolojiyle şekillenmiş olan orduda hâkimdi. İTC’nin Ziya Gökalp, Dr. Nazım, Mehmet Talat ve Dr. Bahattin Şakir gibi ideologları durmadan çalışıyorlardı.

 

Bir kıyım projesini hayata geçirme konusunda dahi tereddütleri yoktu. Ne ilginçtir ki Ziya Gökalp Kürt asıllıdır, Dr. Nazım Rum, Dr. Bahattin ise Arnavut’tur.

Bunları Türkçülükle şekillenen milliyetçi ideoloji de kesmeyecek, ırkçı, kafatasçı ve Türk olmayanların her ne şekilde olursa olsun yok edilmesini düşünecek kadar katı bir ideoloji tatmin edebilecekti.

Zaten Türk ulusal bilincinin şekillenmesi için bir süredir çalışmalar yapılıyordu. 1910 yılında Türk Derneği, 1911’de Türk Yurdu Cemiyeti kuruluyor ve Türk Yurdu Dergisi yayınına başlıyor, 1912 yılında ise Türk Ocakları kuruluyordu. Bu, Kemalist dönemde de faaliyetlerini sürdürdü. Kemalistlerce kapatılana kadar. Aynı yıllarda bir kısım yazar da Türkçülüğün yayılması için çalışma yapıyordu.

 Z. Gökalp zaten İTC’nin genel merkez üyesiydi ve yazarlığıyla da etkindi.

Türk ulusuna dayalı devlet kurma hedefi için en önemli eksiklik şüphesiz ki iktisadi alanda yaşanıyordu. Güçlü bir ekonomiye sahip Türk burjuvazisi olmadan devletin geleceği düşünülemezdi. Osmanlı ekonomisinin iki temel dinamiği sanayi ve ticaret neredeyse tamamen Türk ve Müslüman olmayan kesimlerin elindeydi. Osmanlı’nın zenginleri, mülk sahipleri bunlardı. Ekonomik alan mutlak suretle Türkleştirilmeliydi.

Yani mevcut sermaye ya da sermaye dinamikleri zaman yitirilmeden el değiştirerek Türkleştirilmeliydi. “Türkleştirme”; nüfusun göç ettirilmesi, sürgünler, kıyımlar yoluyla, Osmanlı toprakları arındırılarak sağlanacaktı. Böylece Ermenilerden, Rumlardan kalan her şey Türklere dağıtılarak amaçlanan burjuva sınıflar yaratılacaktı. Ekonominin “millileştirilmesi” ancak bu şekilde mümkündü.

“Milli İktisat” söyleminin teorisyenlerinden ve pratikçilerinden olan ve aynı zamanda İTC’nin gizli örgütlenmesinin kilit adamı Kara Kemal; “Avrupa’da hükümetler ya işçiye ya da burjuva tabakalarına dayandılar. Güç anlarında güvenecekleri toplumsal desteğe sahiptiler.

 Biz hangi sınıfa dayanacağız...

Böyle güçlü bir sınıf Türkiye’de var mı?

 Bulunmadığına göre biz neden yaratmayalım” (Resmi Tarih Tartışmaları-2, sy: 90) derken eksikliğin ne olduğunu doğru tespit ediliyordu.

Yine İTC kadrolarından ve Cumhuriyet’in önemli kişilerinden Fethi Okyar anılarında Talat’la olan diyaloglarını aktarırken Müslüman olmayanların varlığına dair endişelerine karşı; “Bu intikamı Talat’a söylediğim zaman içini çekti:

 ‘Onları Türklüğe bağlamanın zamanı da fırsatları da heder olmuş. Şimdi hepsi kendi ırk, din, milliyet ve cinsi için didiniyor, bunu da bizlerin sırtında yapıyor. Biliyorum amma elden ne gelir? Sabredeceğiz ve hakikati görerek kendimize geleceğiz. Dur hele bakalım. Şu köprüleri geçelim. Bizden önce onlar bizi terk edecek’”(Üç Devirde Bir Adam, sy: 28, F. Okyar) şeklinde yanıt alır. Bu yanıt İTC’nin bütün bileşenlerinin atmayı düşündükleri adımı ifade ediyordu.

İttihat ve Terakki’nin “Milli İktisat” politikası tamamen içe dönüktür. Emperyalist-kapitalist sermayeye karşı bir politika değildir. Başından beri İTC içerisinde belirli kesim, İngiliz yanlısı ve diğer bir kesim de Alman yanlısı tutum içinde olmuştur. Bunların emperyalizme ya da yabancı sermayeye karşıtlığı hiçbir zaman olmadı. “Milli İktisat”ın amacı ekonomide ağırlığı bulunan Müslüman olmayanların tasfiye edilmesidir. Bu konuda kimi verilere bakarak tablonun daha iyi görülmesi sağlanabilir.

T. Çavdar; “İthalat ve ihracat ticaretinde Türkler sayı olarak % 4 civarındadır... Komisyoculukta bu oran % 3’ün altındadır. Liman işçileri tamamen Türk olmayanların elindedir...

Esham ve Kambiyo Borsası’nda alıcı ve simsarların % 95’i Türk olmayan unsurlardandır.

Sadece ‘İtibarı Milli’ ve ‘Adapazarı İslam ve Ticaret Bankası’ iki küçük banka Türk özel sermayesi ile kurulmuştur. Toptancı tüccarların (iç ticaretle iştigal eden) % 15’i Türk’tür. Bu oran perakendeci tüccarlarda % 25’e çıkmaktadır. Bütün bu oranlar Türklerin ticaret burjuvazisi içerisinde %5 ile % 10 arasında bir yere sahip olduğunu göstermektedir”

(Milli Mücadelenin Ekonomik Kökenleri, sy: 128, T. Çavdar) diye kısa bir tablo sunar.

Bu tabloyu ters yüz etmekle sınırlı kalmayı düşünmeyen İttihatçılar, daha Balkan Savaşları sırasında Rumları yerinden yurdundan etmeye başlamışlardı. Ondan önce 1909’un kargaşasını bahane ederek 14-16 Nisan 1909’da fuzuli bahanelere sarılarak Adana’da 17 bin Ermeni’nin ölümüyle sonuçlanan katliama imza atarak, mal ve mülklere yörenin ağaları, eşrafları el koymuştu.

Bu konuyla paralelliği olduğu için kısa da olsa İttihatçıların gizli ve çekirdek yapılanması olan“Teşkilat-ı Mahsusa”ya (Özel Örgüt) değinmek yerinde olur.

İttihatçıların hedeflerine ulaşabilmeleri için böylesine bir örgütlenmeye ihtiyaç duymaları olağandır. Dünya görüşleriyle pratikleri ne kadar uyumluysa Teşkilat-ı Mahsusa’nın varlığıyla İTC de o oranda birbirlerini tamamlayan iki yapıdır.

Ne zaman kurulduğu tam olarak bilinmese de 1911-1913 aralığında kurulduğuna dair genel bir kanı bulunmaktadır. 30 bin kişilik bir kadroya sahip olduğu, ülkenin birçok yerinde örgütlendiği, yerelde valilerden, kaymakamlara, eşraftan toprak ağasına kadar birçok kesimden insanların dâhil olduğu gizli bir yapılanmadır. İTC’nin fedaileri olarak tanımlanırlar. Her türden cinayeti işlemeye, suikastı düzenlemeye, yağma ve talan yapmaya, adam kaldırmaya, yakmaya-yıkmaya kadar nerede hangisine gerek duyulursa derhal yerine getirmeyi amaç edinmiş kişilerden oluşur.

 

 İttihatçılar hedeflerine ulaşmak için önlerinde engel olarak kimleri ya da neleri tespit etmişlerse ve bunun kaldırılması ya da yok edilmesi gerektiğine karar verilmişse, Teşkilat- ı Mahsusa derhal eyleme geçer. İlk tatbikatlarını daha Balkan Savaşı yıllarında yaparlar. Yüz binlerce Rum, yerlerinden yurtlarından çıkartılarak sürülür. Karadeniz’de, Anadolu’nun birçok yerinde benzer uygulamalar vardır. Nitekim Ermeni soykırımında en büyük pay bu teşkilatındır.

Teşkilat-ı Mahsusa bünyesinde hapishanelerde tutuklu bulunan binlerce mahkumun bulunması da manidardır. Özel izinle çıkartılıp ilgili bölgedeki örgüte teslim edilen mahkumlar gerekli askeri eğitimden sonra pratiğe sürülür. Bunların çoğu hırsızlıktan, yağmadan, adam öldürmeden mahkum olmuş insanlardır.

 

Tarihçi Ayşe Hür, bu örgütün “İç güvenliği sağlamak, devletin varlığı için hayati önemi olduğu düşünülen Türkçe konuşan azınlığın fazla toprak kaybetmesini engellemek şeklinde amaçları olduğunu belirtir.”

(Resmi Tarih Tartışmaları-3, sy: 70, Özgür Üniversite Yayınları)

Darbeci anlayışlarla iktidar yolunu döşeyen ve militarist özelliğini her dönem bileyen İttihatçılar, Teşkilat-ı Mahsusa ile elde edeceklerini, geleceklerinin teminatı olarak görüyorlardı. Haksız da sayılmazlardı, çünkü aynı kadrolar Cumhuriyetin kurucuları olarak tarih sayfalarına geçeceklerdi.

İttihat ve Terakki ile Kemalist iktidarlaşma arasındaki organik bağı, en açık biçimde izlenen politikala- rın ve bunları uygulayan kadroların birbirlerini tamamlar nitelikteki sürekliliğinde görmek mümkündür.

 “Teşkilat-ı Mahsusa’ya yönelik öyle isimler aldılar ki, bunlar daha sonra milli mücadele zamanında Anadolu’daki yerlerini alacaklardı. İçlerinde mebus ve ordu komutanları görülecekti.”

(Devlet Kavgası-İttihat ve Terakki, sy: 251, Tayfun Sorgun)

İttihatçılar, bu uygulamaları büyük bir pişkinlikle “fetih hareketi” ya da “milli bir hareket” olarak ifade etmekten de kaçınmıyordu. Türk olmayan unsurlardan kurtulmak için hedef olarak belirlenen düzeye ulaşabilme konusunda tüm İttihatçılar büyük bir gayretle çalışıyordu. Asıl mesele nüfus olarak daha büyük bir yoğunluğa sahip olan Ermenilerdi.

Sıra onlara da gelecekti. İttihat ve Terakki’nin kadrosu olup da Kemalist iktidarlaşma sürecinin de demirbaşı olan kadroların sayısından çok, aynı kadroların bütün karanlık geçmişlerine rağmen Cumhuriyet’in kurucuları olarak tarihsel devinimi şekillendirdiklerini söylemek en doğrusudur.

Bu kadroların hepsi Teşkilat-ı Mahsusa üyeleridir. Ermeni soykırımında rol aldıkları gerekçesiyle tutuklanıp Malta’ya sürülürler. Türkleştirme amaçlı belirlenen politikaların uygulayıcısıdırlar.

 Yani Osmanlı’da yaşanan etnik temizliği bizzat gerçekleştirenlerdir.

Sait Çetinoğlu, özellikle İttihatçı kadroların nasıl zincirleme bir devamlılık ve süreklilik içerisinde İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet dönemine uzandığını somut verilerle ortaya koyuyor. 31 Mart’a müdahale için Selanik’ten yola çıkan “Hareket Ordusu” kadrolarının aynı şekilde Ermeni soykırımında yer

aldıkları için tutuklanan ve Malta’ya sürülen kadrolar olması ve sürgün kadrolarının da aynı şekilde “milli mücadelenin” ve cumhuriyetin kadroları olarak yeniden rol üstlenmeleri sıradan bir tesadüf olarak nitelendirilmese gerek.

Yeniden İttihat ve Terakki’nin hedeflediği politikalara dönecek olursak, esas yönelim de öncelikle etnik temizlikteydi. Sürecin bütün projeleri bu amaca odaklamıştı. Trakya’da, Ege’de, Karadeniz’de Rumlar katledilmiş, sürülmüş ve malları yağmalanmıştı. Her bölgenin İttihatçı güçleri etnik temizliğin sorumlusuydu. İdareciler, askeri yöneticiler, yerel eşraf, nam salmış çeteciler vs. ki bunların hepsi bir şekilde İttihatçı örgütlenmelerle doğrudan ilişkilidir.

El konulan mallar, yerel İttihatçıların kurduğu komisyonlarca düşük fiyatlarla eşrafa, toprak ağalarına, asker-sivil idarecilere peşkeş çekiliyordu. İttihatçılardan nemalanan bu kesimler aynı şekilde ittihatçılığın yeni sosyal dayanaklarını oluşturuyordu. Zaten amaç Türk ve Müslüman zengin yaratmaktı.

Neticede 1. Paylaşım Savaşı süreciyle birlikte Meclis tartışmalarına yansıdığına göre 1.500.000 Rum’un Osmanlı topraklarından sürüldüğü ve bu rakamın içerisinde ne kadarının bu süreçte katledildiği ise bilinmiyor.

Teşkilat-ı Mahsusa’nın katil unsurlarından Topal Osman’ın başını çektiği olaylarda bir iddiaya göre Karadeniz’de 700 bin olan Rum’dan sadece 350 bininin Yunanistan’a dönebildiği ve 350 bininin ise öldürüldüğü ya da meçhule gittiği anlatılır. Sadece bu tablo bile yaşananların boyutunu görmeye yeter sanırız.

İttihatçı emellere kurban edilen Ermenilere ise tarihte benzerine az rastlanır uygulamalarla tarifsiz bir bedel ödetildi. İttihat ve Terakki’nin merkezi kararı gereğince Ermeniler nüfus olarak, kendilerinin tabiriyle, “çürütülecekti.” Bunun için alınan karar, bir hükümet politikası şeklinde uygulanmalı, ilgili bölgelere, idarecilere iletilmeliydi. “Tehcir” olarak yansıtılan ve kırım olarak ilgililerince anlaşılan karar, tez zamanda ilgi görüyor, hükümet politikası olarak ele alındığından ve tüm yönetim birimlerine tebliğ edildiğinden resmiyet kazanıyordu.

Zaten bir süreden beri plan dâhilinde ciddi bir ön çalışma yapılmıştı. Bölgelerde etnik ve dini nüfus üzerinde araştırmalar yapılır, hangi etnik kimliğe mensup, dini inancı nedir, nüfus yoğunluğunun durumu, dilleri, eğitim düzeyleri, sahip oldukları mallar, mülkler (ev, işyeri, dükkân, gayri-menkuller vs.) üzerinde geniş kayıtlar tutuluyordu.

Bu bilgiler çerçevesinde nerelere öncelik verileceğine, nerelere yoğunlaşılacağına ve nasıl bir yol izleneceğine dair haritalar oluşturuluyor, böylece, nüfusun yerleştirilmesi adı altında Tehcir’le başlayıp ve soykırım olarak pratikleşen sürecin zemini ve hazırlıkları tamamlanmış oluyordu.

24 Nisan 1915’te çıkartılan kararname gereğince Ermenilerin önde gelen liderleri, öncüleri, aydınları tutuklanır. Kurmuş oldukları örgüt ve der- nekler kapatılır. 27 Mayıs 1915’te ise “Geçici Tehcir Yasası” çıkartılır. Bu yasa maddelerinde Ermeni sözcüğü geçmez ama Teşkilat-ı Mahsusa’nın ilgili bütün üyelerinden İttihat ve Terakki’nin idari bütün birimlerdeki elemanlarına kadar herkes tehcir edileceklerin Ermeniler olduğunu bilirler. Ve soykırımın planlaması, hazırlıkları, örgütlenmesi ve pratik süreci her yönüyle oluşturulmuş olur.

İttihatçılar bütün güçleriyle savaş ortamını da bir fırsat gibi değerlendirerek mevcut topraklarda en büyük gayri-Müslim nüfusa sahip Ermenileri yok etmeye koyuldular.

1.500.000 Ermeni kısa bir sürede katliamlarla, ölümcül sürgünle yok edildi. “Türkleştirme”, Türk ulusuna dayalı devletleşme, “Milli İktisat” yaratma gibi hedeflere ulaşabilmenin yolu İttihatçı zihniyete göre böylesine uygulamalardan geçiyordu.

Aynı yıl Hıristiyan topluluklardan Keldaniler, Süryaniler (Asurlular) ve Katolik Ermeniler Diyarbakır, Cizre, Mardin, Nusaybin yöresinde katliamdan geçirilir.

Osmanlı’nın desteğini arkasına alan Kürt çeteleri ve Çerkezler bu katliamların mimarlarıdır.

Bazı tarihçilerin araştırmalarına göre 1890-1925 yılları arasında yukarıda adı geçen Hıristiyan topluluklardan 450 bin kişi katledilir.

İttihatçılar her ne pahasına olursa olsun amaçlarına ulaşmak için bütün yolları ve yöntemleri kaygısızca benimsediklerinden çıkabilecek her sonuçtan bir şekilde yararlanacaklarının hesabını-kitabını yapmışlardı. Ortaya çıkan tablonun korkunç görünümü şüphesiz ki onlar için “muhteşem bir planlama”, “muazzam bir uygulama” ve “tarihsel bir başarı” şeklinde yankı buluyordu.

Rum, Ermeni, Asuri gibi gayri Müslim topluluklardan kurtulma amacına ulaşmış sayılırlardı İttihatçılar. Geriye kalan nüfus kendileri için tehlike değildi artık. Zamanla onlar da halledilecekti nasılsa.

1915’lerde Osmanlı nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan gayri Müslim nüfusun 1927’ye gelindiğinde yüzde 2,6’ya düşmesi İttihatçıların hedeflerinin ve öngörülerinin gerçekleştiğinin de göstergesidir.

Tabii bu süreçte aynı şekilde nüfus düzenlemesi de yapıldı. Her yerleşim biriminde gayri Müslim nüfus mevcut nüfusun yüzde 5-10’u arasında olacaktı. Boşalan yerlere muhacirler yerleştirilecek, ele geçirilen malmülkten bunlara pay verilecekti.

Azınlıkta kalan topluluklar bir şekilde asimile edilecekti. Direnirlerse icaplarına bakılacaktı. Her şey bu denli basit ve düzdü İttihatçılar için.

İttihatçıların uygulamaları sonucu büyük bir servet, aleni biçimde el değiştirmişti. Sermayenin “millileştirilmesi” diğer bir ifadeyle “Türkleştirilmesi” gerçekleşmişti.

Enval-i Metruke (Terk Edilmiş Mülkler) üzerine yasalar, kararlar çıkartan İttihatçılar bu mülkleri, yaratmak istedikleri Türk- Müslüman zenginleri için uygun gördükleri kesimlere dağıttılar.

 Komisyonlar kurarak her türlü servet kaynağını ucuz fiyatla sattılar. Zenginliğine zenginlik katan idareciler, toprak ağaları, yerel eşraf, çeteciler büyük bir şevkle Türkçülük naraları eşliğinde bayram ettiler. Ekonomik zenginliğin katliamla, kırımla gelmesi bu kesimleri ideolojik olarak daha da bağnazlaştırdı. Devletçi, Türkçü bir sosyal tabanın da temelleri atılmış oldu. İttihatçılar, sırtlarını yaslayacakları dayanakları sağlamlaştırmışlardı.

İttihatçılar “Milli İktisat” projesi temelinde en önemli planı gerçekten de hayata geçirmeyi başarmışlardır. Kendi ırkına mensup burjuva sınıflar yaratma yani sermaye oluşumunu gerçekleştirme adına girişilen etnik temizlik ve mülklere el koyma işini halletmişlerdi.

“19. yüzyılın ve başlamakta olan 20. yüzyılın başka hiçbir devleti hükümranlık alanındaki etnik haritanın hesaplı bir şekilde değiştirilmesi için bu kadar yoğun sistematik şiddet kullanmamıştı.

 Hiçbir devlet ‘ulusal’ olarak nitelendirmesinden dolayı, üzerinde hak ettiği topraklarda yaşayan koca bir halkın fiziksel ve kültürel varlığını yok etmek için tüm modern güç aygıtlarını -ordu, telgraf, demiryolu, basın- seferber edecek kadar ileri gitmemişti” (Iskalanmış Barış-Doğu Vilayetlerinde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet (1839-1938) sy: 713, H. Lucas Keiser) diye yaşananları özetliyor Hans-Lucas Kieser.

 

Yine bir başka yazar Ahmet Refik “Milli İktisat” adına yapılanlara ilişkin; “Hususiyle Milli Ticaret, adeta milli bir cinayetti. Bu cinayete iştirak için nazırlar, defterdarlar, valiler ve mutasarraflar memuriyetlerinden istifa edi- yorlar, el birliğiyle bedbaht halkı öldürmeye çalışıyorlardı. Fakat bu cinayette en ziyade iştiraki olanlar, hedefle meşgul mebuslardı. İttihad’in tacir ve muhtekir milletin en muhakkir sınıfını temsil ediyorlardı.

İttihadın cinayetlerini tasdik için bu zatların ağızlarına Topal İsmail Hakkı çuvallarla şeker atıyor, Talat deste deste imtiyaz beratları tıkıyordu”(Türkiye Ekonomisinin Tarihi, sy: 38, T. Çavdar/Akt. Res. Tar. Tar-2, sy: 99) derken, kırımda yer alan kesimlerin kimler olduğunu işaret ederek net bir fikrin oluşmasını sağlıyor.

Düne kadar yağmayı-talanı işgal ettikleri topraklarda yaparak zenginlik arayan Osmanlı, artık kendi topraklarında talanla, yağmayla “zenginlik” yaratmaya girişmişti. Dün fetih, işgal adına başkalarına savaş açıyordu, 20. yüzyılın başında ise kendi topraklarındakileri türlü bahanelerle düşman ilan ederek ortadan kaldırmanın savaşını yapıyordu. Gelenek, bir şekilde yaşatılıyordu.

İttihat ve Terakki’nin hedeflerinin esas temeli, iktisadi amaçların çerçevesine göre şekillenmişti. Belirleyici nokta “Milli İktisat”ın her ne pahasına olursa olsun oluşturulmasıydı. Diğer bütün politikalar “Milli İktisat”ın yaratılmasına paralellik arz edecek biçimde somutlanmıştı. Bu yüzden İttihat ve Terakki’nin bu yönü önemlidir.

Tabii buradaki “milli”lik vurgusu yanlış anlaşılmamalıdır. İttihatçıların “milli”den anladıkları gayri-Müslim ve Türk olmayan Osmanlı’daki etnik/dini kimlikler karşısında konumlanma ve onlardan arınmadır. Yani anti-emperyalist bir içeriğe sahip değildir.

Aksine, İttihatçılar başından beri emperyalist-kapitalist sistemin politikalarına sadık kalmış ve onlar için geniş imkanların sağlanmasına canla başla çalışmışlardır. Tıpkı kendilerinden önce Abdülhamid’in yaptığı gibi.

İttihat ve Terakki’nin “Milli İktisat” adına Türk ve Müslüman olmayan topluluklara karşı uygulamış olduğu zalimce tutumun arkasında emperyalist güçler vardı. Alman emperyalizmiyle içli-dışlı hareket eden İttihatçılar kendi örgüt bünyesinden gizli olarak aldığı birçok katliam, kıyım, sürgün kararını Alman generalleriyle alıyordu.

1911’lerde Ege’de başlatılan Rum nüfusunu göç ettirme projesinin mimarı İttihatçılar kadar Almanlardır. Keza Ermeni soykırımının böylesine “usta”ca bir planlama ve uygulama ile gerçekleştirilmesi tek başına İttihatçıların altından kalkabilecekleri iş değildi. Almanların bir şekilde içinde olduğunu dönemin Ermeni çevreleri açıktan dillendirmişlerdir.

İttihatçıların amaçları, politikaları, söylemleri Avrupalı kapitalist güçler tarafından övgüye değer bulunuyordu. Çünkü kendilerine her türlü imkanı sunan ve kendilerine bağlı hareket eden bir iktidar olarak görüyorlardı İttihatçılar. Ne de olsa kapitalizmin ihtiyaç duyduğu pazara kapılarını sonuna kadar açan bir ülke vardı karşılarında.

Sözgelimi Almanlar, başından beri Rum ve Ermeni uyruklu burjuvazinin Osmanlı ekonomisindeki dinamik rolünden rahatsızdılar. Bunların ekonomik gücü Alman yayılmacılığının kanallarını tıkıyordu. Esasta İngiliz ve Fransız kapitalizmiyle ilişki içerisinde olmaları ise Almanların huzursuzluğunu daha da büyütüyordu. Zaten İttihatçı kadroların Alman yönetim sisteminden, ekonomik formasyonundan ve uygulama sahasındaki hem disiplininden hem de pratik sonuçlarından azami düzeyde etkilendiğini ve iştahlarını kabarttığını bilen Almanlar, Türkçülük ideolojisini “milli iktisat” projesiyle eşgüdümlü olarak İttihatçılara empoze ediyordu. Rumların ilk elden göçertilmesi boşuna değildir.

Hatta Alman generali Sanders’in İzmir limanına inmesiyle Rumların, cellatlarını görmüşçesine endişeye kapıldıklarına dair anlatılanlar vardır. Bu da Almanya’nın yapmak istediklerinin birçok kesimce bilindiğini ve kaygı verici düşüncelerin oluşmasına neden olduğunu göstermektedir.

Dido Sotiruyu’dan şu ifadeler:

“Beyin Alman’dı, Türk’se kol, biri tasarlıyor öteki yapıyordu...

Çok geçmeden İzmir’e bir Alman şefi geldi. Prusya üniformaları içinde fatih edalı kupkuru bir adamdı bu, Liman Von Sanders’ti adı. İzmir Metropoliti Krizistomo bu adam için ‘Adını andığınız her seferinde gargara yapıp ağzınızı temizleyiniz...’ demişti. Bu uğursuzluk gibi çökmüştü Küçük Asya’nın üzerine... Harpten çok önce bir Alman ‘uzmanları’ akını başlamıştı. Tüccar, asker, polis, arkeolog, sosyolog, iktisatçı, doktor, rahip, öğretmen kisvesi altında durumu incelemeye, bizim aslımızı, geçmişimizi ve halimizi, istidat ve servetlerimizi öğrenmeye geliyorlardı. Hepsi de aynı ürkütücü sonuca vardılar:

Biz şeytan zekalı Rumlarla Ermeniler burada fazlaydık”(Benden Selam Söyleyin Anadolu’ya, sy: 64-65, Dido Sotiriyu/Res. Tar. Tar.-2, sy:103) çok daha açık biçimde durumu anlatabilmektedir.

 

Gerek Rumların sürülmesinde gerekse de Ermenilerin soykırıma uğratılmasında emperyalist güçler İttihatçılara ya destek olmuşlardır ya da “tarafsızlık” adına sessizliğe bürünmüşlerdir. Amerikalılar uzun vadede çıkar hesapları yaparak, İngilizler ise Osmanlı’nın Almanya’ya yakınlaşmasından rahatsızlık duyduklarından Osmanlı’yı hepten kaybetmemek ve tamamen Almanların kucağına atmamak için, Fransızlar ise daha sonra Osmanlı üzerinde baskı oluşturmanın bir fırsatı olarak gördüğü için süreci izliyorlardı.

 

Öyle ki Ermeni nüfusunun batılı ülkelere sürülmesini doğru bulmakla ye- tinmeyip teşvik edenler dahi vardı. ABD’li diplomatlar, misyonerler ucuz işgücü olarak Ermeni nüfusunun üzerinde hesaplar yapıyorlardı. Emperyalist devletlerin paylaşım savaşının içinde olması, kutuplaşmaların yaşanması ve henüz savaşın başında olunduğundan nasıl bir düzenin ya da dengenin şekilleneceğinin belirsiz oluşu İttihatçılar için tarihsel fırsatın olgunlaşması demekti. Nitekim öyle de oldu. Çünkü olayların yaşandığı dönemde kimse yaşananları kınamaya dahi yeltenmemişti.

Biraz da “milli iktisat” politikasının diğer ayağına değinerek İttihatçıların millilik vurgusuna açıklık getirmek yerinde olacaktır.

İttihatçıların iktisadi politikalarından dönemin Maliye Nazırı Cavit Bey sorumluydu. Bu kişi, Batılı kapitalizme her açıdan entegre olabilmek için liberal tutumların gerekliliğinde ısrarlıydı. Öyle ki Düyun-u Umumiye’ye övgüler düzmekten dahi çekinmezdi.

 Çünkü bağımlılık ilişkilerini diğer bir deyimle kapitalizm adına Osmanlı’nın her geçen gün daha fazla sömürüye maruz kalarak yarı-sömürge durumunun derinleşmesini yanlış görmüyordu. Osmanlı ekonomisini neredeyse hepten kontrol altına almış olan Düyun-u Umumiye memurlarının Osmanlı Bankası’nın hazırladığı reçeteleri gözü kapalı onaylayan birisiydi Cavit Bey.

Tabii sürecin politikaları sadece bir kişiyle izah edilemez. Elbette ki bütün bunlar İttihat ve Terakki’nin ortak görüşleri ve beklentileriydi.

Bu dönemin öne çıkan en önemli adımı 1913 yılında çıkartılan “Teşvik- i Sanayi Kanunu”dur. Bu kanunun içeriğine ve bununla amaçlananlara dik- kat etmek gerekir. Çünkü 1927’ye kadar yürürlükte kalır. Yani Kemalist iktidarlaşma sürecinde de uygulanır.

İttihatçılar “Türk kapitalizmi”ni oluşturmak için bu kararı alırlar. Kanun gereğince kimi kesimlere geniş imtiyazlar tanınır. Bunlar, Türk-Müslüman girişimcilerdir şüphesiz ki. Devlet, olanaklar sunarak ticarette ve sanayide Türk burjuvaların etkinliğinin artmasını ve payının büyümesini amaçlar. Gayri Müslimlerin tasfiyesinin diğer bir ayağı da budur.

Kanuna göre işletmeler için gerekli olan arazinin 5 dönüme kadarı parasız olarak verilecek; işletme için gerekli üretim araçları vergiden muaf tutulacak; gerekli teçhizatlar ve mallar yurt içinde üretilene kadar gümrük vergisinden muaf tutulacak; malların ilgili yerlere taşınması için imkan sağlanacak vs.

Bu kanunla İttihatçılar kendilerine bağlı burjuva sınıf oluşturmak istiyordu. Daha doğrusu İttihatçıların devlet aygıtını kendi sermaye birikimlerini sağlamak için etkili biçimde kullanmalarıdır söz konusu olan. Ama bunlar her açıdan emperyalist pazar ilişkilerinin birer uzantısydı. Bağımsız ve ifade edildiği gibi saf milli bir karakterli olmayacaktı, olamazdı. Basit bir ifadeyle komprador burjuva sınıfların palazlanması demektir bu.

“Eğer Türkler kendi içlerinde Avrupa sermayesinden istifade ederek bir sermayedar burjuva sınıfı çıkarmayacak olursa, yalnız asker, memur ve köylüden güç alan Osmanlı-Türk topluluğu çağdaş bir devlete dönüşemezdi. Osmanlı devletini ancak Türk burjuvazinin doğuşu kurtarabilirdi” diyordu

Z. Toprak. (Türkiye’de Milli İktisat, sy: 33, Zafer Toprak/Akt. Res. Tar. Tartışmaları-2, sy: 96)

Emperyalist sermayeden bağımsız bir burjuva- zinin olamayacağını bilsin ya da bilmesin ama bağımlı bir burjuvazinin varlığına dayanmaksızın var olunamayacağı görülüyordu.

Savaş yıllarında bu yönelim devam etti. Hem “yerli” burjuva sınıf yaratılacak hem de ulusal bilinç yani Türkçülük ideolojisi kendine güçlü bir ekonomik temel oluşturacaktı. İttihatçılar bu çerçevede karar almaya ve düzenlemeler yapmaya devam ettiler. Ticari alanda devlet destekli ayrıcalıklara, savaşın karmaşık ortamında doğan vurgunculuk da eklenince büyük kâr elde eden Müslüman Türk tacirleri ortaya çıktı.

 

Bunlar ağırlıklı olarak Alman kapitalistleriyle ilişkiliydiler. Zaten Alman emperyalizminin ekonomik etkisi savaş yıllarında bile artıyordu. Ekonomik-siyasi-askeri açıdan Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın nüfuzu altına girmişti. Bu etki, savaşın sonuna kadar sürecekti. İttihatçıların istediği de buydu.

İttihatçı gelenek, koşullara uygun yeni söylem ve içeriklerle kendini yaşatabilme alanı buluyordu.

N. Hovhannisyan’ın ifade ettiği gibi; “Zamanla Osmanlı İmparatorluğu’nda Türklerden, Kürtlerden ve Çerkezlerden oluşan ve cinayet ve kıyımlardan olgunlaşmış bir zümre doğdu.

 Bu onlar için bir tür uzmanlık, bir yaşam biçimi, yasadışı zengin olmanın en kolay yoluydu. Aynı zamanda, Osmanlı devlet hiyerarşisinde belli bir makam edinmenin bir yoluydu.”(Ermeni Soykırımı, sy: 75, N. Hovhannisyan)

İttihatçılar iktidarda kaldıkları süre boyunca “milli iktisat” projelerine bağlı hareket ettiler. Bütün gayrı meşru yollara başvurularak Müslüman- Türk unsura dayalı belirli bir ekonomik güç oluşturdular.

Zaten 1908’e kadar Türk-Müslüman unsurun ticaretteki % 3’lük payının savaş sonunda % 38’e çıkması, durumu izah ediyordu.

Tabii İttihatçılar sadece Teşvik-i Sanayi Kanunu ile yetinmemişlerdir. Bu süreci, Türk ve Müslüman unsura dayalı ulus devleti şekillendirme olarak görüyorlardı. O yüzden eğitimden, sosyal yaşama birçok alanda reformlara giriştiler. Bankacılık alanında önemli değişiklikler yapıldı. Birçok banka bu süreçte kuruldu. Savaş ortamından faydalanarak, her ne kadar müttefiki Almanya tepki gösterse de kapitülasyonlar kaldırıldı, Türkçe resmi dil ilan edildi, mahkemelerin tümü, oluşturulan Adalet Bakanlığı’na bağlandı, yerli malı haftası ilan edildi.

 Tabii sendikalaşmayı ve grevi yasaklayan kanunları da yürürlüğe koymayı unutmadılar. Yabancı şirketlere Türk personeli bulundurma yükümlülüğü getirildi, şirketlere tüm yazışmalarında Türkçeyi kullanmaları zorunlu kılındı, Kur’an Türkçe’ye çevrildi, boşanma işleri kadıdan alınıp yargıca verildi, yerleşim yerlerinin isimleri Türkçeleştirildi ve daha niceleri....

Kısaca söylemek gerekirse; İttihat ve Terakki tek başına iktidara hükmeder konuma geldikten sonra amaçladıklarına ulaşma konusunda ısrarcı oldu. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullarında bile hedeflerine ulaşmak için uğraştı. Zaten bu savaşa giriş nedenleri de bahsi geçen amaçları destekler nitelikteydi. Türkçü, Turancı ideolojinin çöküşe giden Osmanlı’yı hayal âlemine kapılarak yeniden eski genişliğine ve gücüne kavuşturma arzusu gerçekçi olmasa da itici bir etkiye sahipti.

 

 Hâlbuki emperyalistler, yıllar ön- cesinden gizli toplantılarla Osmanlı’nın nasıl paylaşılacağının olası hesapla- rını yapmışlardı. Buna rağmen Almanya’nın yanında belirli kazanımlar elde etmek için savaşa girmiş bir Osmanlı vardı. Panturanizm gibi Türk ırkçılığına dayanan bir ideolojiyle Kafkaslardan Orta Asya’ya kadar uzanan topraklarda imparatorluk düşlüyordu İttihatçılar. Hatta Enver’i, Talat’ı, Cemal’i orduları nerelere yönlendireceklerine dair birbirleriyle yarışıyorlardı.

İttihatçılar kimi noktalarda amaçlarına ulaşsalar da emperyalist-kapitalist dünyanın öğütücü çarkından kurtulamadılar. “Milli İktisat”la yol alınsa da bu yol emperyalist sermayeyle döşeliydi. Dolayısıyla Osmanlı’nın sömürgeleşmesine giden süreç hiçbir şekilde İttihatçıların hayallerine yanıt verecek potansiyele sahip değildi. Her ne kadar önemli oranda komprador Türk burjuvazisi yaratılmış olsa da; toprak ağaları, eşraflar gelişip güçlense ve iktisadi güç sahibi bir sosyal dayanak oluşturulsa da İttihatçı iktidar dönemi, çözülmeye mahkumdu. Ne kurulan bankalar ve şirketler ne de Alman

 emperyalizminin “koruyuculuğu”, Osmanlı’nın yıkılışını durdurabildi.

Osmanlı devleti, 19. yüzyılda geniş coğrafyası ve geri kalmış sosyal ekonomik yapısıyla gelişen Batı kapitalizmi için önemli bir pazar niteliğindeydi. Geniş pazarın sağlayacağı imkanları uzun vadeli hesaplayan emperyalistler, Osmanlı’yla tüm ilişkilerini buna göre düzenlemişlerdi.

 Osmanlı pazarındaki payını artırmak her emperyalist gücün öncelikli politikasıydı. Osmanlı yönetimi ise özellikle 19. yüzyılın başından itibaren emperyalist güç dengelerine oynayan bir dış politikayla kendince manevra alanını geniş tutmayı ve köklü sorunlarını bu zemine yayarak çözebilmeyi esas aldı. Yani dengelere oynadı. Batı kapitalizminin giderek artan gücü ve etkisi, Osmanlı’nın da emperyalistlerle çıkar ortaklığı çerçevesinde içe dönük yoğun bir yağma, sömürü politikası gütmesini getirdi. Zaten “batılılaşma” söyleminin pratik karşılığı emperyalistlerin sömürüye dayalı politikalarına yerine göre tam biat, yerine göre uyum çerçevesinde düzenlemeler adı altında yanıt olmaktı.

 Her ne kadar Osmanlı, dengelere oynayarak yolunu düzleştirmeye çalışsa da, emperyalist güçlerin attığı ağlar sürekli sıkılaşıyordu ve Osmanlı, bu ağların sıkışıklığı içinde sömürgeleşmeye giden yola mecbur bırakılıyordu.

Burada, tamamen iradesiz tam bir teslimiyetten söz etmek de gerçekçi olmaz. Osmanlı, yıkılışına kadar bir şekilde emperyalist güç dengelerini kullanarak fırsatlar yaratmaya da çalıştı. II. Abdülhamid bu siyasetin en belirgin karakteridir. İngilizlerle içli dışlıyken Almanlarla ilişkilenerek bu seçenekten faydalanma hesaplarını sıkı tutması gibi. Emperyalistler, Osmanlı’yı bağımlılaşan ekonomi üzerinden zorlasalar da Osmanlı, bölgesel politikalarda kendi potansiyeline göre kararlar alarak ağırlığını koyabilmek için duruma göre sırtını bir başka emperyalist güce dayamıştır.

En belirgin yansımaları maden bölgelerinin işletilmesinde, demiryollarının inşasında, limanların ya- pımında ya da işletilmesinde veya ticari imkanların kullanılmasında verilen imtiyazlar konusunda görülür. Bu politika, Osmanlı’dan sonra kurulan TC’nin de belirli yönleriyle benimseyip tercih ettiği politikadır.

I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın eşiğinde güç dengeleri değişmişti. Osmanlı, ekonomik, siyasi ve askeri açıdan Alman emperyalizminin güdümüne girmişti. İttihatçı Enver, Talat ve Cemal, her yönüyle dümenin başındaydı.

Turancılık ideali belirginleşmiş ve kendisine yeni alanlar arıyordu. Almanların da desteklediği bu yayılmacı ideoloji aynı zamanda Alman emperyalizminin çıkarlarıyla örtüşüyordu. Kafkaslar’da, Orta Asya’da kendine bir kapı açmak ve İngiliz etkisini zayıflatmak istiyordu Almanya. Bu nedenle Turancılık hayalini bulunmaz bir nimet olarak görüyorlardı.

Öte yandan her ne kadar Osmanlı üzerinde halen önemli oranda ekonomik bir güce sahip olsa da İngilizler, artık Rusya ile hareket ediyordu. Klasik dengeler bozulmuştu. İngiliz-Rus ittifakı ve Fransa’nın da dahil olmasıyla Osmanlı, Almanya’yla yeni bir denge peşine düştü. Ama umduğunu bulamadı. İngilizler, Arapları milliyetçi emeller doğrultusunda destekleyerek Osmanlı’ya ilk darbeyi vurdu.

I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla Osmanlı her cephede yenildi ve parçalanmanın kaçınılmaz sonucunu yaşadı.

Zaten, 16 Mayıs 1916’da İngiltere ve Fransa dışişleri bakanlarının isimleriyle anılan ve Rusya’nın da dahil olduğu “Sykes-Picot” gizli anlaşmasıyla emperyalistler hem Osmanlı’yı hem de Ortadoğu’yu nasıl paylaşacaklarını netleştirmişti. Gizli anlaşmanın İtalya’ya yansıtılmasıyla İtalya da ortak olmuştu. Her emperyalist güce verilecek topraklar yani fiili nüfuz alanları harita üzerinde kararlaştırılmıştı. Savaşın seyri tam da bu anlaşmanın öngördüğüne yakın biçimde ilerlemiş ve İngiltere ile Fransa’nın beklediği gibi sonuçlanmıştı.

30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi ile paylaşıma, bölüşüme resmiyet verilerek savaş sona erdirildi.

 Sınırlar, haritalar buna paralel yeniden şekillendirilecekti. Savaşla bozulan dengeler artık yerini yeni güç odaklarına bırakıyordu. Yani konjonktürel duruma uygun güçler dengesi şekilleniyordu. Mondros sonrası İttihat ve Terakki hükümeti kendini feshetti.

İttihatçıların tepe adamları Enver, Talat, Cemal ülkeyi terk ettiler. Emperyalistler de savaşın ganimeti olarak Osmanlı’dan geriye kalanlara el koymaya giriştiler.

Bu sürecin en önemli gelişmesi şüphesiz ki Rusya’daki Ekim Devrimi’dir.

 

Ekim Devrimi’yle Rusya bambaşka bir pozisyon almıştı. Kendi pozisyonunu yenilemekle kalmamış, hem emperyalistleri sarstı hem de ezilen tüm halklara tarihsel bir seçenek sunarak dünyalarını alt üst etmişti. Asıl güçlü dalga Bolşevik Devrimi’yle gelmişti. Bu dalga esas olarak emperyalist-kapitalist sistemi ve uygulamalarını sarstı, emperyalizmin ekonomik, siyasi, askeri, ideolojik bütün güç unsurlarına darbe vurdu. Korkulan olmuştu, artık yeni bir toplumsal yapı doğuyordu. Burjuva sınıfların iktidarlarını alaşağı edebilecek bir güç vardı. Yani devrimlerin fitili ateşlenmişti ve ezilen halkların umudu her zamankinden daha büyüktü artık.

30 Ekim 1918’le birlikte İttihat ve Terakki de kaybetmişti. Her ne kadar Enver, Talat, Cemal kaçsa da askeri sivil esas kadro ülkenin dört bir yanına yayılmış vaziyette fırsat bekliyordu. İktidarı görüntüde kaybetmişlerdi ama halen bütün güçleriyle her an hazır bekliyorlardı. Sonraki gelişmelerin kilit noktalarında yine İttihatçı kadrolar yer alacaktı.

Özetle İttihat ve Terakki’ye dair kısa bir değerlendirme yapmak gerekirse;

*           İttihat ve Terakki Cemiyeti, üst tabakadan asker-sivil kesimlerce kurulan ve Türk-Müslüman unsura dayalı homojen bir ulus ve ulus devlet yaratma amacını esas alan milliyetçi-şovenist bir ideolojiye sahiptir.

*           İttihat ve Terakki’nin sınıfsal ve sosyal dayanaklarını Osmanlı bürokrasisinin çeşitli katmanlarından asker-sivil kişiler, Türk-Müslüman kimliğe sahip üst ve orta katmanlardan kompradorlaşan burjuva kesimler, toprak ağaları, yerelde güç ve konum sahibi eşraflar oluşturmaktadır. İTC esasta bunların temsilcisi ve iktidar odağıdır.

*           İttihat ve Terakki, zora dayalı, baskıcı, komplocu, darbeci yöntemleri harmanlayarak tepeden inmeci bir tarzda iktidarlaştı. Siyasi arenada hiçbir muhalefetin yaşamasına tahammül edemediler ve açıktan cinayetlere başvurarak bütün muhalif sesleri susturdu.

*           İttihat ve Terakki, ordu merkezli bir yapılanma olduğundan, ordu gücüyle ve orduyla birlikte iktidarlaştığından hiçbir zaman gerçek manada sivil-parlamenter bir yönetim anlayışına ve uygulamasına sahip olmadı.

*           İttihat ve Terakki, iktidarlaştığı andan itibaren, meşrutiyet talebine destek veren kesimlerin büyük bir bölümüne karşı amansız baskı uyguladı. İşçilerin sendika ve grev hakkını yasakladı, köylüleri toprak ağalarının eşrafın ve tefecinin insafsızlığına terk etti, ağır vergilerle sömürüyü sürdürdü. Türk- Müslüman olmayan halka yönelik ise tarihin en büyük zulmünü uyguladı.

*           Türk-Müslüman ulus ve ulus devleti yaratma adına benimsenen “milli iktisat” projesiyle Türk ve Müslüman olmayan halkı baskıyla tehcire zorlayarak mallarının, mülklerinin yağmalanması ve zenginliğin Türk-Müslüman kesimlere geçmesini sağladılar.

 1.500.000 Ermeni’yi sistematik bir soykırımla ortadan kaldırdılar. Yüz binlerce Rum, Süryani ve Asuri yaşadıkları topraklardan sürdüler, katlettiler. Bütün bunlar İttihat ve Terakki’nin ırkçı, şovenist ve en baskıcı özelliklerini ifade etmektedir.

*           Günümüz tabiriyle İttihat ve Terakki rejimi, ideolojisiyle, politikalarıyla, uygulamalarıyla faşist diktatörlüktür.

*           İttihat ve Terakki; başından beri emperyalist güçlerle işbirliği içindeydi ve bu işbirliğini emperyalistlere tanınan imtiyazlarla yağmanın, sömürünün derinleşmesi temelinde güçlendirdi. Emperyalistlerin politikalarına uygun olarak imkanlar hazırladı ve sömürüye, yağmaya ortak oldu.

*           “Turancılık” ideolojisine dayanarak Osmanlı’nın kaybettiği toprakları geri alma hayaliyle emperyalist paylaşım savaşında taraf olarak yer aldı. Yüz binlerce kayıpla halklara ağır bir bedel ödetti, kendileri de savaş ortamında büyük kırımlara girişti.

*           İttihat ve Terakki izlediği politikalarla bütün halkların düşmanı olduğunu göstermekle kalmadı, Osmanlı’nın dağılıp parçalanmasıyla kendi ik- tidarına da son verdi. Ama bir sonraki sürecin şekillenmesinde temellerini atarak Kemalist hareketin doğuşunu sağlayan ortamı hazırladı.

*           İttihat ve Terakki, kendisinden sonraki siyasal ortamın ana damarı olarak belirleyici bir rol oynadı. Türkiye’nin siyasi tarihinin ideolojik, politik, sosyal, kültürel, psikolojik unsurlarının eşiklerini oluşturmakla kalmadı, tasarlanan ulus devletin temelini şekillendirerek, inşasına giden sürecin önünü açtı.

*           İttihat ve Terakki, Türkiye siyasal tarihine en büyük miras olarak, düzenin nasıl bir rejimle yönetileceği konusunda bir milat ya da vazgeçilmez bir referans olarak kabul gören veya kabul ettirilen, ordunun iktidar gücü olarak sürece dahil olmasının ve bunun da “parlamenter rejim”, “demokrasi”, “meşrutiyet” vs. gibi burjuva yönetim tarzları içerisinde meşruluk kazanmasını sağladı.

*           İttihat ve Terakki, ordu ve partinin bütünselliğiyle gerçekleştirilen bir darbe sonucu iktidara gelirken orduyu, “gericiliğe” karşı çıkan ve meşrutiyetin koruyucusu, kollayıcısı ve hatta güvencesi şeklinde “ilerici” diye öne sürerek, Kemalist iktidarın da referans noktalarını kesin olarak belirlemiş oldu.

Konuyu İ. Kaypakkaya’nın şu değerlendirmeleriyle noktalayalım:

“Türk burjuvazisinin önce İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafında toplandığını, bu sınıfın subaylar ve asilzadelerle birlikte 1908 Jön Türk devrimine önderlik ettiğini biliyoruz.

 İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidar makamına oturduktan sonra, dünya şartlarının ve Türkiye’nin tasfiye edilemeyen yarı-sömürge yapısının zorlanmasıyla İttihat ve Terakkiciler, Alman emperyalizmiyle işbirliğine giriştiler. Bir yandan burjuvazinin bir kanadı hızla büyüdü, palazlandı, Türk büyük burjuvazisini oluşturdu; öte yandan Abdülhamid zamanından beri mevcut olan genellikle azınlık milliyetlere mensup komprador burjuvazi varlığını devam ettiriyordu.

 İttihat ve Terakki Partisi, birincilerin menfaatini temsil ediyordu. İttihat ve Terakki Partisi, Alman emperyalizminin sadık uşağı, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin de azılı düşmanı olup çıktı.

Türk burjuvazisinin büyüyen ve kompradorlaşan kanadı (yani Türk komprador büyük burjuvazisi) Birinci Dünya Savaşı yıllarında, istibdat şartlarında, savaş araç gereçleri alım satımı, vagon tekeli, zorunlu ihtiyaç maddeleri üzerinde yapılan vurgunlar vb. yoluyla muazzam zenginleşti.

Büyük servetler, sermayeler edindi. Bunlar Alman emperyalizminin kesin iflası ve bu sebeple kendi egemenliklerinin de tehlikeye düşmesi karşısında, itilaf emperyalizmine kuyruk sallamaya, onunla yakınlaşmaya ve bu yolda gerekli tedbirleri almaya giriştiler.”

Devamında Kaypakkaya İTC ile Kemalist rejim arasındaki paralellik konusunda da şu tespitleri yapar;

“İttihat ve Terakki döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de Kurtuluş Savaşına katılan orta-burjuvazinin bir kesimi, ele geçirdiği devlet gücünü, zenginleşmek için bir kaldıraç gibi kullanarak, devlet tekellerini yaratıp bunları kendi hizmetine koşarak, emperyalizmle işbirliğine girişerek, yüksek memuriyetleri de hizmete sokarak, devlet bankalarından aldıkları kredilerle, rüşvetlerle, vurgunlarla şişerek, Türkiye’yi terk eden ve katledilen Ermeni ve Rum kapitalistlerinin mallarına, mülklerine el koyarak iyice zenginleştiler, milli karakterdeki orta burjuvazinin diğer kesimlerinden koptular.

Bu farklılaşma ve kopma giderek daha belirgin hale geldi. İttihat ve Terakkici komprador Türk büyük burjuvazisinin bir kesimi ile bu yeni komprador Türk büyük burjuvazisi: Kemalist iktidar içindeki hakim unsurlar işte bunlardır! Türk burjuvazisinin bu yüksek tabakasının çıkarları, Avrupa kapitalistleri ile ayırt edilemeyecek derecede karışmış ve bunlar Avrupalı emperyalistlerle kesin bir tarzda işbirliğine girişmişlerdir.

” ( Seçme Yazılar, sy: 190-198-199, İbrahim Kaypakkaya)

İttihat ve Terakki ile Kemalist ideolojinin, politikalarının, hareketin ve iktidarın benzerliklerinden çok, devamlılığından, sürekliliğinden ve tamamlayıcılığından söz etmenin daha gerçekçi ve doğru bir tutum olduğu gün gibi açıktır. Bu yüzden Kemalist hareket ve iktidarlaşma süreci değerlendirilirken bu noktanın göz önünde tutulması yararlı olacaktır.

bitti....          https://partizanarsiv8.net/wp-content/uploads/2018/03/partizan_sayi_81.pdf


                                                                  sf: 14-214

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)