belirlediği yerde kapitalizmin egemenliğinden söz
edilemez. "Tefeci sermaye, sermayenin üretim tarzının henüz bulunmadığı
bir sermayeye özgü bir sömürü yöntemi kullanmaktadır. (abç) Bu durum, kendisini
burjuva ekonomisi 'çerisinde geri kalmış sanayi koşullarında ya da modern
üretim tarzına geçişe direnen sanayi kollarında yinelenmektedir.- (12)
Bütün bunlar, bu tür sömürü
biçimlerinin, aynı zamanda sermaye yetersizliği, para faizlerinin yüksekliği,
kısacası üretken olmayan bir asalaklığa elveren bir ekonomik-toplumsal
durumunda kanıtıdır. Üretim koşullarının devrimci'eştirilmesi için gerekli
birikim sağlanamamakta, küçük üreticilerin üretim araçları sermayeye, emeğin
kendisi metaemeğe dönüşememekte,herkes para aramakta, ancak çok azını
bulabilmekte.
Çünkü, birikimlerin büyük bir bölümü yerli tefeciler,
rantiyeciler, asalak hizmet sektörleri -devlet bürokrasisi ve en başta da
tefeci emperyalist sermaye tarafından yutulmaktadır.
Bu nedenle bütün ulusal üretim sektörleride,
yeniden-üretim güçlükle sürdürülebilmekte; felce uğrayan kırsal üretim, yeniden
-üretim bakımından her geçen yıl daha da büyük güçlüğe düşmekte, büyük emek
kitlesi emek pazarına sürüldüğü halde istihdam edilememekte, büyük işsiz
kitlesi ortaya çıkmakta ve bu emekçiler yurtdışnda iş bulabilmek için büyük
maceralara atılmakta, S.Arabistan, Libya vb. yerlerde içler acısı serüvenlere
katlanmaktadırlar.
Yurtdışındaki işçi kitlesinin neredeyse ulusal
ücretli-emek kitlesinin yarısına ulaşması, bunun çarpıcı göstergesidir. Özal
hükümetlerinin bolca "kredi itibarından söz etmesi, emperyalistlerden borç
para alma yeteneğinden övünerek oy avcılığına çıkması bundandır. Böylece, en
başta emperyalist tefecilik olmak üzere para-ticareti ve faiz gelirleri cazip
bir ekonomik yatırım biçimi olmaktadır.
Herkes üretken yatırım yapmak yerine kupon kesmeyi,
faizcilik ve tefecilik yapmayı tercih ediyor. Üretken-sermaye yatırımları -ülke
baştan başa bakir durumda olduğu halde yeterli ilgiyi uyandırmıyor, çünkü
emperyalist mallar karşısında bu çok riskli bir girişimciliktir.
Bu yüzden sermaye, bizzat iş adamlarının deyimiyle
"üretken-yatırım alanlarından kaçıyor!’’
Dolayısıyla, ticaret ve tefecilik kazançları karşısında
ancak güldürebilen sanayi teşvik prim ve kolaylıkları bir işe yaramıyor,
tersine, bunlar, yine üretim-dışı alanlardaki vurgunlara istismar ediliyor.
Yani demek oluyor ki, ülke ekonomisinin yarı-feodal yapısal özelliğinden
dolayı, rantiye kârları, sanayi kârlarının sınırlarını tartışmasız biçimde
belirliyor.
Marks'ın, bir
yüzyıl önce gözlediği bu durum için vardığı hüküm şudur:
"Artı-emeğin üreticiden doğrudan doğruya ve zorla
biçimsel boyunduruğu altına girmediği bazı ara biçimlere (abç), ... bu gibi
biçimlerde sermaye henüz emek sürecini doğrudan denetim altına almış
değildir.(abç)
El zanaatları ile tarımı eski geleneksel biçimi ile sürdüren
bağımsız üreticilerin yanıbaşında, bunların üzerinde asalak gibi beslenen
tefeci ya da tüccar sermayesi vardır. Bir toplumda bu tür sömürünün egemen
oluşu halinde, kapitalist üretim tarzına burada yer olmaz. .(abç)
Marksizm hayellerle
değil,gerçeklerle ilgilenir.Çünkü o, bilimle tam uygunluk içinde hareket
eder. Bilimin nesnesi
gerçektir.
En çok "ilerici"
hayaller kurabilenler Wilerici" kimseler olabilseydi, M.Yılmazer"i de
bu "en ilericiler arasında sayabilirdik,ama Marksist asla.
Türkiye’de sosyalist olmayı,
Türkiye'nin kapitalist olduğunu söyleyip söylememeye bağlayan biri nasıl
Marksist olabilir. Bu aynı zamanda Marksizmin sadece kapitalist bir topluma
uygulanabileceğini varsayan, ya da sadec ekapitalist toplumda devrimcilik ile
bilimin geçerli olabileceğini sanan bir düşüncedir.
Böyle bir kafa ne işçi
sınıfının, ne de diğer emekçilerin dostu olamaz. Marks, 1861 Amerikan devrimini
açıkça övdü ve deşteklediğini, bizzat burjuva liderine kutlama mesajları
göndererek belirtti.
Lenin, Meksika köylü hareketini sempatiyle
destekledi ve önderi Zapata ile sürekli yazıştı.
Marks ve Lenin, bu
hareketlere işçi sınıfının önderlik etmesini elbette çok isterdi.
Ancak toplumsal koşullar ve
işçi sınıfının durumu buna elvermiyordu. İşçi sınıfı hareketi, ABD'de bile
ancak 15/20 yıl sonra iddialı hale gelebildi. İşçi sınıfının böyle büyük
toplumsal devrimler karşısında oturup durması korkunç bir şeydir.
Sorun, "daralan üretim
tarzı" ve "dağılan sınıf" açısından bakıp bakmama sorunu değil,
sorun şudur: bu burjuva demokratik devrim sürecinde işçi sınıfının devrime
öncülük etmesi ya da onu burjuvaziye veya kendi haline bırakmasıdır.
Yoksa işçi sınıfı için
romantik sözler ederek ona dost olunamayacağı gibi, yarı-feodal toplum
çelişkileri ve temel gücü yerine, kapitalist üretim tarzının çelişki ve temel
gücünü koymakla da sosyalist olunmaz.
Gerek tek tek ülkelerin
toplumsal durumu ve çelişkilerin ve gerekse uluslararası durum ve çelişkilerin
yerine kendi ütoğyalarını, Marksist
bilim yerine kendi revizyonizmlerini koyanların "reel
sosyalizmi" nerelere getirdiğini işte görüyoruz.
Bu teorinin ülkemizdeki birçok
eklentisinden birisini savunan M.Yılmazer, l.Kaypakkaya'ya "köylü
devrimcisi", "sosyalizm düşmanı" diyeceğine kendi sefil haline
bakmalı.
Çünkü, bugün dünyanın çeşitli
yerlerinde anti-emperyalist, anti-feodal mücadele yürüten gerçekten burjuva ve
köylü devrimcileri bile ondan bin defa daha devrimci konumdalar.
Marks şöyle diyor:
"İçerebildiği bütün üretici güçleri gelişmeden
önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yerine ve daha yüksek üretim
ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek
açmadan asla gelip yerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne,
ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her
zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çö
züme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut oluduğu ya
da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. (abç)
Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı, antik çağ,
feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal ekonomik şekillenmenin
ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilir." (14)
Görüldüğü gibi,
Marksizm dışı sınıfına dalkavukça laflar eden bir edebiyat akımı değildir.
Objektif bir toplumun iç çelişkileri ve devrimci devrinimlerinin yerine M.
Yılmazer ve diğer "sosyalist"lerimizin kafalarındaki çelişkileri
koyarak atlayamayız; böyle ebem kuşağında ip atlama yeteneği ile sosyalist
olunmaz.
Yılmazer'in
temsil ettiği çizginin bilinen bir sürü yanlışını burda sıralamak gerekmez,
sadece şunu söylemeliyiz ki, bütün bunlar kendi dünya görüşlerinin genel
sistematiğine tamamen uygundur.
Çünkü, idealizm her
şeyi tersten görme ve gösterme özelliğine sahiptir.
örneğin, "kurtuluş savaşı, ... aynı zamanda
Osmanlılıktan burjuva düzenine geçiş" (!) olduğuna göre, bu noktada
sınıflar konumunda bir altüstlük" olmalı diyor, yani devrim olmalı demek istiyor.
Elbette gerçek hiç de öyle değil, Feodalizmden kapitalizme
geçiş, "Osmanlılıktan’’ cumhuriyete geçiş şeklinde anlamak, sultanın
yerine cumhurbaşkanı, vezirlerin yerine bakanlar, Meclis-i Mebusan'nın yerine
TBMM'nin geçmesine
bakarak kapitalizme geçildiğini sanmak, tam da idealist bakış açısı ve burjuva
tarih görüşüdür. Oysa gerçek şudur ki; çağımızda üretim tarzında hiç bir
değişiklik olmaksızın, birçok krallık, şahlık ve sultanlık
"cumhuriyet" adıyla değiştirilmektedir.
Özellikle
büyük toplumsal hareketlere gebe ülkelerde bunu tercih ediyorlar, çünkü
emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarına daha uygundur. Halka karşı ilkel
üretim koşulları ve emperyalist sömürüyü gizlemek için, "modern"lik
izlenimi veren "cumhuriyet" teriminoloji ve biçimlerini
kullanıyorlar.
O yüzden, İ.Kaypakkaya, günde birkaç
tanesi yuvarlanan bu taçları' kim alıp başha koymak ister derken tamamen
haklıdır. Gerçekten eğer, "krallık" ya da "Cumhuriyet adlarına
bakarak karar vermek doğru olsa,
350 yıllık İngiliz ve neredeyse yüzyıllık Japon kapitalizmine
"feodalizm" demek gerekir;
çünkü
bunların adları hala "kralılk’’ ve "imparatorluk"tur. Bilindiği
gibi burjva tarihçileri, sorunun daha çok hukuki ve siyasi biçimleriyle
ilgilenirler.Onlar için, toplumsal üretim, yeniden-üretim faaliyetleri
sırasındaki insanlararası ilişkilerin toplumsal hareket ve ilerlemedeki rolü
pek önemli değil; önemli olan siyasi, hukuki ilişkilerdir; bunlar da genellikle
"büyük adamlar" ekseninde te
zahür
etmektedir, vs...
Bu yüzden idealist burjuva tarih görüşü
için sözgelişi, herhangi bir ülkenin sosyalist sayılması için, adının
"sosyalist" olması ve bir de "sosyalist anayasalarının bulunması
yeterlidir. Ama emekçiler bu bürokratik burjuva diktatörlüklerine,
"hırsızlar bizi kandırdınız", "iktidarın içeriğinden bizi
tamamen boşaltarak kendi diktatörlüğünüze dünüştürdünüz" deyip bu
"sosyalist"lerin üzerine yürüyüp de yeryerinden oynayınca, bu kez işi
çılgınlıkla, emekçilerin aklını kaçırmakla açıklamaya kalkışırlar; bunlar kendilerinin
sömürüleceği burjuva düzeni istiyor...
Sanki öteki sömüren burjuva düzeni
değilmiş gibi, biraz demokrasi istemelerine çılgınlık deyiveriyorlar. Tıpkı
bunun gibi, toplumsal tabanında hiçbir değişiklik olmaksızın,
"Osmanlılıktan" cumhuriyete geçiş, feodalizmden "burjuva
düzenine geçiş sayıyorlar. Halbuki gerçekte olan şey; sömürgeliciğin tasfiye
edilmesi, yarı-sömürge statüsünün (eski bazı aşırı kapitülasyonlar azaltılarak)
sürdürülmesi ve Türk komprador burjuvalarının, asker ve bürokrat burjuvazinin
ve toprak ağaları ile din adamlarının egemenliğinin "cumhuriyet" adı
altında yeni baştan düzenlenmesidir.
Genel olarak düşünüldüğünde, Marks'ın
esas olarâk yaptığı şey, volantirist (iradeci) görüşleri,tarihsel materyalizme
dayanarak yerle bir etmek olmuştur. Ama bu, ölülerin yeniden dirilmesi
dileğiyle mezarlarını sabah-akşam ziyaret edip huşu içinde tanrıya
yalvaranların artık hiç bulunmadığı anlamına gelmez.
Tersine, insanların bilgisizliğinin
"uyanık" politikaların nesnel dayanağı haline geldiği her yerde
bunların kürsüleri inanılmaz bir hızla dolar ve çoğalır! Ama harekete kalkışan
yığınların aldatılması fazla uzun sürmez.
Bu gürüttü hengamesinin alt edilmesi
için diyalektik tarihsel materyalizmin bir tek kürsüsü bile yetebiliyor; tarih
buna tanıktır. Oysa sayıların ondalık kesirlere bölünmesi, toplamım ve
niteliğini asla değiştirmez.
GERİ TOPLUMSAL KOŞULLAR NEDEN GİZLENİYOR?
Gerçek, şeylerin sürekli gelişim ve
değişimi nedeniyle daima göreli bir özellik taşımakla birlikte bir çok algılama
biçimi vardır.
Çeşitli sınıflara mensup süjelerinin
bu algılama biçimleri tandansal değişiklikler, farklılıklar ve benzerlikler,
dikkatlice incelendiğinde, herbirinin sınıfsal davranış çizgisini, istek ve
eğilimini açığa vurduğu açıkça görülür. Büyük toplumsal hareketlerin iç devinim
düzeninde, gerçeklerin algılanma biçimlerindeki, benzerlikten-ayrıllğa doğru
kademe kademe ilerleyen bu farklılıklar, devrimle-karşı devrim arasındaki ara
basamak ve uzaklıkları da belirliyor.
O yüzden bu algılama biçimlerine
"basit şeyler" "basit insan yanılgısı" deyip geçmiyoruz,
önemsiyoruz. Özal, Türk komprador ve uluslararası mali sermayenin bu tescilli
adamı, neden, durmadan "biz artık kalkınıyoruz, ülkemiz artık sanayi
ülkesidir, ihracatımızın % 75'i sanayi ürünleridir" diyor? Hergün, her
yerde niye ısrarla bunu vurguluyor?
Özal, oyuncaklarını heyacanına kendini
kaptırmış bir çocuk değildir; belli bir sınıfsal çıkarı temsil ediyor (bu işi
ne kadar şakasız yaptığını da MESS Başkanlığı döneminden biliyoruz) ve
dikkatimizi biryerlerden başka yerlere çekmek, bir şeyleri gizlemek istiyor...
Ülkenin
ekonomik,toplumsal durumunu inceleyen herkes hemen şunu farkeder:
Türkiye'de
bugüne kadar ne tarım ne de sanayi sayımı ciddi biçimde yapılmamıştır. Oysa bu ne kadar kolay bir iştir! Düzenlenen istatistiklerin çoğu
güvenilmez, yetersiz istatistiklerdir. Örneğin, "Başba
kanlık Devlet İstatistikleri
Enstitüsü"nün "Tarımsal Yapı ve
Üretim" adlı düzenli çıkan yıllık
yayınının "Açıklama" bölümündeki şu sözlere bakın:
"Bu rakamlar objektif metodlara
dayanan bilgiler değildir. Tarım teknisyenlerinin kendi bölgeleri hakkındaki
izlenimlerine dayanan bilgiler niteliğindedir." Bir de, bu
"teknisyenler" Özal gibi pireyi deve yapan kimselerse, varın bilgilerin
güvenilirliğini siz düşünün!
Dünya üstünde süren sınıf mücadelesi,
sınıfların ekonomik çıkarlarını savunma mücadelesi, muazzam çapta propaganda
ile elele yürüyor. Kapitalist dünya "demokrasi insanca
yaşama ve ilerleme" konularında
akılalmaz bir sahtekârlıkla, karmaşık dev iletişim imkanlarını kullanarak
insanları aptallaştıran propagandalar yürütüyor. Şimdi, eski sosyalist
ülkelerde iktidarı ele geçiren bürokrat burjuvazinin yarattığı durumu fırsat
bilerek, sosyalizmin ütopya olduğunu, ekonomik ilerleme sağlayamadığını,
demokrasi ve insanca yaşama konusundaki iddialarının boş çıktığını; buna karşı
lık kapitalizmin iyi olduğunun
ispatlandığı safsatasına da-
yanan bir propaganda yürütüyor.
Neden?
Çünkü insanlar bu propagandaların
dayandığı güzel şeyleri istiyor. Sosya
lizmin insan yaşamında uyandırdığı
canlılık, ilerleme, in
sancıl değişiklikler ve
yaygınlaştırılan toplumsal gönenç, emperyalist gerici dünyayı tepeden tırnağa
sorgulayan sarsıntılara uğrattı.
Batı Avrupa'dan yüzyıldan fazla geri
olan Rusya, devrimden sonra çok kısa bir zamanda onları geride bıraktı. Çin ve
diğer yarı-sömürge halklar, devrimden önce açlıktan kırılırken, kısacık bir
zamanda görülmemiş hızda bir ilerleme kaydettiler ve modern uluslar haline
geldiler.
Oysa emperyalizmin güdümündeki
Hindistan,
Türkiye, İran vd.leri nerdeyse yerinde
sayıyorlar. Öyleyse dünya insanlığının gözünü açan bu tehlikeli, tahrik edici
pı
rıltıyı yoketmek gerekir. Zoru
denediler olmadı, ışık her tarafa yayılmaya başladı; içerde vurmayı
denediler,sonunda başardılar. İktidarı ele geçiren, güzelliğin kalleş
katilleri, artık, "sosyalizm insancıl ve ilerletici değil"
safsatasını sözde
kanıtlamaya koyuldular.
Sosyalizmin her bakımdan muazzam üstünlüğü karşısında ölüm telaşına
düşen emperyalist gerici dünya, böylece, "sosyalizm" (!) adına
kendilerinin kötü bir kopyası olan sosyalizm yıkıcılarının toplumsal düzeniyle
kendilerini kıyaslayarak, yeniden sözde "üstünlük”
propagandasına giriştiler. Demek ki,
emperyalizm ile yerel gerici sınıf sömürüsünün tipik bir uzlaşmasını temsil
eden ve alttan alta gerici ne varsa hızla onları
örgütleyen Özal kliğinin, gerçeği, geri toplumsal koşulları gizlemesi çok
önemlidir! Engels'in dediği gibi, sınıfsal gerçeklere dayanmayan hiç bir dini,
hukuki, kültürel, politik olay yoktur.
Arlık niye bu kadar geriyiz?
Biz de diğer halklar gibi yaşamak istiyoruz!
Sizin alaturka düzeninizden bıktık! Toplu iğne ve kemer tokasını bile ithal
etmek ne biçim saçmalıktır!" diye homurdanan halka, Özal şu mesajı vermek
istiyor: Evet, biraz geriyiz, ama ilerliyoruz. Sosyalizime daha çok
ilerleyemeyiz ki! Sabırlı olun, bakın itibarımız çok, Batı devletleri bize
yardım ediyor. Allahan izniyle çok yakında onlara ulaşacağız. Solculara
inanmayın ki istediğimizi yapalım...
Ülkenin bütün maddesel zenginliklerini
emperyalist talana sonuna kadar açan, onun güven ve şefkat dolu kollarına
kendini bırakan bu "Anadolu’’ , kendi çıkarlarını daha iyi hangi sözlerle
savunabilirler, sayın Yılmazer? Siz, sömürge olgusunu abartmayalım derken
onların korkusuyla tamı tamına çakışıyorsunuz!
Evet, Türkiye'de ‘’kör gözlere
batasıca" bir gerçek var, ama böyle farklı sınıflar tarafından farklı
söyleniyor işte.
Mesele bir ‘’kör’’ lük meselesimidir acaba? Sanmıyoruz…mesele, düzenle
‘’güçlü hesaplaşmalar’’a girişmeyi göze alamayan M.Yılmazer gibi küçük
burjuvalarımız umudu düzenin santim santim ilerlemesine bağlamış durumda‼
Olanı değil, olmasını istedikleri şeyi anlatıyorlar….düzen santim santim
ilerlerken, kendilerinide ezince, arada bir kentlerde protesto eder, öfkelerini
yatıştırılar olur biter…Devrim gibi tehlikelı bir maceraya ne gerek var.
Sorun feodalizmi yeterinden fazla abartmak ya da kapitalizmi olduğundan geri gösterme
sorunu değil, hakim üretim biçimini saptama sorunudur..Çünkü bu, toplumsal
devrimin nasıl yapılacağının anahtarını, çelişkilerini veriyor.Kapitalizmin
hakkını yemek şöyle dursun, belki de gelişmesini sizden daha iyi görüyoruz.
Bir kez, sizin tanımladığınız kapitalizmde, kapitalizmin gerçek öncül
ve katagorilerini kullanarak kapitalist olmayan ‘’ kapitalizmi ’’ çıkarırsak,
elimize tutuşdurduğumuz kanıtlardan geriye çok az şeyiniz kalır.Çünkü elinize
farkında olmadan farklı şeyler almışsınız.
Yarı – feodal üretim
tarzı, ‘’ katıksız feodalizm’’ değildir; Mao’ nun dediği gibi, ‘’ feodalizmle
kapitalizmin binlerce özelliğinin iç içe geçtiği ‘’ bir üretim biçimi, bir
geçiş toplum biçimidir.
Öte yandan, yarı-feodal terimi, eskinin
egemenliğine dayanan yeni ile hem bir çatışma, hem bir uzlaşmayı da ifade
ediyor.Bir yanda üretken-sermaye, bir yanda asalak-sermaye ( tefeci, ticaret ),
bir yanda artı-değer üretimi, diğer yanda faiz ve rantiye gelirleri; bir yanda
ücretli-emek, öte yanda küçük meta üreticileri ve başka biçimlerde bulunan
feodal emek, bir yanda kapitalist rekabet, yanıbaşında feodal mülkiyet tekeli,
devletin üretim üzerindeki yasak ve sınırlamaları; bir yanda kredi sistemi,
onun yanında bunu katlıyan faizleriyle tefecilik…
Bir yanda dinsel eğitim ve kurumlar, öte yanda
laik burjuva eğitimi vs.vs….
(Bütün bu içiçe geçişlerde, feodalizmin ekonomik
öğelerinin hala hakim durumda olduğu üzerinde ilerde duracağız.)
Marks’ ın bizzat ‘’ yarı-feodal ’’ terimini
kullanarak da (15) yaptığı yarı-feodal ekonomik yapı çözümlemeleri de Mao’
nunki ile aynıdır. Keza hem Marks’ın hem Engels’ in 14. ,15. yüzyıl
İngiltere’si için yaptığı tahliller gözönünde bulundurulduğunda ve Engels’in
14. Yüzyıl İngiliz krallığı için ‘’burjuva krallığı’’ demesini de hatırlarsak,
yarı-feodal toplumsal yapının özelliklerini daha iyi anlarız.
Çünkü 14. – 15. Yüzyıldan 17. Yüzyıla kadar süren
İngiltere’deki bu tipik ’’geçiş ekonomisini ’’
hala feodalizmin egemenliği (( yeniden eskiyle
uzlaşması sadece eski karşısında güçsüzlüğünden ileri gelebilir))…Ve zaten
burjuva devriminin 1640’ da yapıldığını biliyoruz.
Aynı şekilde Engels’in 19. Yüzyıl Almanya’sının
ekonomik ve sosyal durumuyla kıyaslandığında gene aynı şeyi, ‘’ feodalizm ile
kapitalizmin binlerce özelliğinin içiçe geçtiği’’ bir ekonomik-toplumsal yapı
görüyoruz.Lenin’in ‘’ Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’’ yapıtı dikkatlice
incelendiğinde, gene aynı öncülerin, aynı içerikle kullanıldığını görüyoruz.
Tek bir dünya görüşüne dayandığı için, değişk
zamanda ve değişik yerlerde bu kadar büyük bir mantıksal iç uyumlulukla bütün
büyük Marksistlerin çakışması elbette anlamaya değerdir.
Ancak anlayabilmek için öncelikle mekanik ‘’yüzde"
hesabını ve yüzeysel "bağdaşmazlık" kafasını bir tarafa bırakmak
gerekir.
Bu
mekanik düşünme tarzı, yarı-feodalizm konusunda kendisini şöyle gösteriyor:
Öncelikle feodalizmle kapitalizmin belli
özellikte ve belli koşul
lar altında onaya çıkan uzlaşmasında, bu
uzlaşmanın karmaşık yapısı karşısında şaşırarak hakim yönü görmemek.
İkinci
olarak, dolayısıyla sorunu yüzdeler kafasıyla açıklamaya çalışmak.
Üçüncüsü
ve en önemlisi, bir üretim tarzını belirlemede temel, emeğin nesnel varolma
koşullarından hareket etmek yerine, siyasi ve hukuki yanına takılıp kalmak.
Elbette, bu düşünme
yöntemiyle, kapitalizmin feodalizmle belli bir ilişki ve çelişkisine dayanan
yarı-feodal toplumu anlamak olanaklı değildir.
Çeşitli yarı-feodal iktisadi yapıları
incelediğimiz zaman, herbirinde kapitalist gelişme düzeyi farklı farklı olmakla
birlikte,temel ortak özellik olarak hepsinde emek kitlesinin çoğunluğu hala
doğrudan sermayenin boyunduruğuna girmemiş emekten oluştuğunu saptarız.
Ataerkil üretim koşullarında
çalışan bu milyonlarca emekçinin çelişmesinin "emek-sermaye çelişmesi
olduğunu ileri sürmek, ne sermayenin ne de kapitalist emeğin ne demek olduğunu
ve dolayısıyla feodalizmin ne demek olduğunu bilmemektir.
Köylüler; tefeciler, tüccarlar ve hatta
sanayici kapitalistler tarafından sömürülüyor olmakla birIikte, bu emeğin
kapitalizmin boyunduruğu altındaki kapitalist-emek olduğunu göstermez.
Yarı-feodal geri üretim koşutlarına sahip ülkelerde, "emekçi, kapitalist
tarafından sömürülüyor olmakla birlikte, emeğin henüz resmen sermayenin
boyunduruğu altına girmediği ülkelerdir." (16)
Yılmazer, emeğin toplumsal koşullarının incelenmesi,
hakim üretim biçiminin belirlenmesi ve buna dayanan baş çelişme ve temel güç
saptamalarıyla, "en devrimci’’ sınıfın saptanması ve tercihini bilinçli
olarak birbirine karıştırarak demagoji yapmaktadır. Öte yanda, irademize bağlı
olmayan bir toplumsal devrim aşamasını, emeğin toplumsal koşullarının değişmesi,
sosyalist üretim koşullarının olgunlaşması için kaçınılmaz bir aşamanın, bizim
nihai amacımız ve isteğimiz olduğunu ileri sürmek, ‘’kapitalizmle sınırlı’’ bir
devrim istediğimizi iddia etmekte aynı şekilde bir sahtekarlıktır.
Günümüzde, ülkemizin sömürücü
sınıfları, neredeyse kapitalist sömürüyü normal karşıladıkları için esas olarak
ki şeyi gizlemeye çalışmaktadırlar: Bunlardan biri, emperyalist sömürüdür; bu ‘’karşılıklı
yardım’' (!) oluyor ve ülke ekoromisinin ‘kalkındırılmasına' (!) kullanılıyor;
ikincisi, feodal ilişkilere dayalı
sömürüdür; bunu da, Türkiye'nin artık 'gelişen ükeler arasına girdiğini' iddia
ederek gizliyorlar.
Özal sıksık, Türkiye'nin dışsatımının 3/4'nün sanayi ürünlerinden
oluştuğunu, artık bir tarım ülkesi olmadığımızı, Demirel ve diğerlerinin aksi
teşhirlerine karşı ateşli ateşli savunuyor. Fakat hemen arkasından patlayan
dışsatım skandalları, bu "ihracatların büyük ölçüde sahte olduğu,daha çok
tüccarları ve çeşitli yeni vurguncuların ve rantiyecilerin, "vergi
iadesi" ve başka kolaylıklar adı altında devlet tarafından desteklenmesine
dayanan düzenlemeler olduğu açığa çıkıyor. (1) Böylece, türedi uyanık kompradorların
sayısı, emperyalist şirketlerle metres hayatına başlayan yeni afiştelerin
sayısı artıyor; yerel çaptaki müzmin asalaklar, böylece bu asalaklığını
uluslararası boyutlarla birleştirerek kompradorlaşıyorlar.
Yarı-feodal
üretim tarzında, Marks'ın deyimiyle geri üretim koşulları, yalnız rantiye
sınıflarının yaygınlığı, geniş küçük-köylü üretimi, ticaret ve tefeci
sermayenin ağırlık taşıması ile kendisini göstermiyor, ayrıca
bölgelerarası, hatta aynı ilde iktisadi eşitsizlikler ve farklılıklar anlamına
da gelmiyor.
Bu yüzden doğal üretim koşullarının ara gözenekleri geniş çapta
tefeci ve ticaret sömürüsünün yaşamasına ve sığınmasına olanak tanımakta, bu
gevşek, serüvene elverişli, verimde vs.de hala modernsermaye ve
teknolojinin eşitleştirici ve
dolayısıyla sabit-sermaye ağırlıklı üretim yerine doğal etkenlerin belirlediği
bir durumla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla bu durum, aynı zamanda yaygın
"girişim kârlarına ve "farklılık rantları"na da önkoşul
olmaktadır. (2)
Sansasyonel zenginlik haberleri, türedi zenginlik vs.ninde,
güvensizlik, istikrarsızlık ve serüvenci ekonominin de nedeni budur. Bütün
bunlar kapitalist gelişmeye doğru orantılı olarak ortadan kalkacaklardır.
Dolayısıyla oranların
ters yöndeki büyüklüğü, kapitalist olmayan üretim koşullarının büyüklüğünün de
göstergesidir. Ne var ki, yarı-feodal üretim
tarzıyla hakimiyeti, komprador, tüccar ve tefeciler ile her türlü
serüvenci vurguncunun varlık koşulu olduğu, bu tür sömürüyü yalnız olanaklı
değil, aynı zamanda kârlı da kıldığı için bu ilişkileri yeniden-üretme, koruma
ve sürdürme eğilimindedirler.
Bu aynı elverişlilik
emperyalist sömürünün de önkoşuludur. İşte bütün bu gerici öğelerin asalak
iktisadi temel üzerinde buluşmalarını anlayamadık mı, feodalizmin gücünü
anlayamayız!
KAPİTALİZMİN HER ŞEYE RAĞMEN
GELİŞMESİ, ÖNÜNDEKİ GERİCİ ENGELLERİN OLUMLU VE
'YENİLEYİCİ'LİĞİNİN KANITI DEĞİL,
ONLARIN SİYASI BİR DEVRİMLE TASFİYESİNİN KAÇINILMAZLIĞININ KANITI OLABİLİR.
Türkiye'de uzun yıllar gençlik ve aydın hareketi;
bunların anti-emperyalist/yurtseverlik ve anti-feodal/demokratiklik içeriğine
dayanan sloganları hep ağırlıktaydı. Yüzyılımızın son çeyreğinde, işçi
sınıfının ağırlığı giderek arttı ve devrimci hareketin önderliğine de yansımaya
başladı.
Bundan dolayı feodalizmin artık tasfiye olduğu,
kapitalizmin hakim hale geldiği sonucuna varmak, yarı-sömürge,
yarı-feodal ülkelerdeki devrimci hareketin gelişme sürecini anlamamaktır.
Bu kaçınılmaz
biçimde, işçi sınıfını ekonomizme ve basit sınıf bencilliği ile sınırlamaya götürmektedir;
ve gerçekte olan da budur. Oysa gerçek şudur ki, işçi sınıfı giderek hareketin
önderliğini aydınlardan ve demokratik-burjuva akımlardan alıyor, aynı devrim
(demokratik devrim) sürecini kendi devrim programı ile birleştirerek sürdürmeye
yekiniyor. Bu kaçınılmaz bir durumdur.
Bütün yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkelerde aynı
gelişmeyi görüyoruz. Çin'de Demokratik-burjuva önderlik 1927'de esas olarak
miyadını doldurdu ve önderlik proletaryaya geçti, ancak devrimin karakteii hiç
değişmedi ve 1949 Ekim'inde onu ba şarıya ulaştırarak sosyalist devrim sürecini
başlattı.
Proletarya, sınıflararası ilişkiler alanından dikkatini
kaçırdığı an, diğer emekçileri kurtarma görevini savsakladığı an, kendisi de
kölelikten asla kurtulamaz. Bugün ücret sistemine karşı mücadeleye her işçi
katılabilir, ama anti-emperyalist ve anti-feodal mücadeleye ancak bilinçli
işçiler katılmaktadır. Eski üretim tarzına karşı mücadele, demokrasi ve
özgürlük için mücadele, bağımsızlık için mücadele verince işçilerin "köylü
devrimcisi olacağı, kendisini burjuva demokratizmi ile sınırlayacağı, sosyalist
olamayacağı, hatta "sosyalizm düşmanı" olacağı safsatasını, sadece
işçi sınıfını tanımayan M.Yılmazer gibi küçük burjuvalar düşünebilir.
Kentlerdeki mücadelenin salt
"finans-kapitale karşı" olduğu sanısı da boş bir ahmaklıktır.
Gençlik ve diğer çeşitli meslek grupları ve sosyal tabakaların anti-emperyalist
ve demokratik mücadeleleri bir yana, işçi sınıfının da bu yanlarını içermeyen,
aynı yarı-feodal toplumsal tabana dayanan devlet otoritesiyle başı derde
girmeyen tek bir hareketi yoktur.
Çünkü, ülkemizde
her toplumsal ilerici hareketi koşullayan budur:
Emperyalist
baskı, feodal gericilik ve faşizm!
Böylece kentli emekçilerin sağlam ortak bir mücadele
zemini doğmaktadır: anti-emperyalist, anti-feodal, anti-faşist mücadele...
Emekçi sınıflardan hiç biri bu mücadeleye katılmadan kendi basit sınıf
çıkarlarını da koruyamaz: İşçi sınıfı, bu harekete öncülük edebildiği oranda,
hareketin özüne damgasını vurur ve devrimi kesintiye uğratmadan sosyalizme doğru
ilerletebilir.
Devrimci hareket milyonlarca sessiz, suskun, ufalanmış,
dağınık köylü kitlelerine yayılmadıkça, "kentlerdeki güçlü
hesaplaşmalar"ı papagan gibi tekrarlayarak, M.Yılmazer vari kötü teoriler
lehine bundan sevinç duymak tam bir aymazlıktır.
Devrimci hareketin kentlerde sıkışıp kalması,
"köylü devrimcisi" olmamak için, köylülerin gizli gücünü uyandırmaya
çabalamaması, hareketin sadece başarısızlığını kanıtlar. Demokratik devrimin
temel gücü olan bu geniş köylü kitlesi "kent sosyalistliği" adına
kendi haline bırakılması, yalnızca muazzam devrimc bir güçten yararlanmamakla
bırakmıyor, aynı zamanda onu ilkel üretim koşulları içinde mistik, kaderci, ve
ataerkil gerici kültür biçimleri içinde bırakarak gerici sınıfların onu
istismar ederek gerici otoritelerinin dayanağı haline de terk etmiş oluyor.
İşçi sınıfına böyle başarılı (!) bir strateji öneren
sözde 'sosyalist' poltikacılar, kuşkusuz, köylülerin gizli gücünün farkında
olarak onları en iyi kandırmayı beceren Demirel, Erbakan, Türkeş gibileri en
başta alkışlarlar. Ve bunlar, büyük köylü kitlelerinin desteği ile
iktidarlarını sürdürürkan, bizim bu 'sosyalist'lerimiz de 'sosyalist' hayalleri
ile kentlerin kuytu köşelerinde bit ayıklamakla iştigal ederler.
Yılmazer'in baş çelişmeyi ele alış biçimi yalnız,
ekonomik anlayışını açığa vurmakla kalmıyor, feodalizm konusundaki……….
Çeşitli
gayri meşru yollarla elde edilen gelirlerin aklanması ve yine aynı
karakterdeki, sözgelişi İ.Şahı ve Marcos gibileri tarafından kaçırılan gizli
hazinelerin çeşitli aracılarla faizle kullandırılması ve para tranzaksiyonları,
hayali ihracatın nedenleri ve kaynağı için M.N.Ülgen'in "ÖZALIZMİN
ÇIKMAZINI AŞMAK İÇİN’’ kitabına bakınız.
‘’Girişim
kârı’’ ve Diferansiyel rant" kapitalizmin hakim üretim oluduğu yerlerde de
uzun süre devam eder. Ancak yarı-feodal üretim tarzının eşitsiz gelişme
koşulları ve kapitalist ilk girişim olanaklarının sonsuz boyutları, bunların ne
kadar yaygın olacağını açıklar.
Devami var-------------------------