25 Aralık 2023 Pazartesi

TC'nin Yüzyıllık Tarihinde İşçi Sınıfı ve Mücadelesi

 Örneğin İleri Maden-İş'in örgütlendiği ve grev yaptığı bir iş yerinde, işyeri sahibi; “İleri Maden-İş ile toplu sözleşme yapmak TİKKO ile anlaşma yapmaktır”,

 “TİKKO ile anlaşma yapmaktansa DİSK ne isterse imzamı atarım” demiştir. Yine İleri Maden İş'in çıkardığı dergi bir nevi parti yayın organı yayınlanmış, içerik açısından parti yayınlarıyla sendika yayını arasında bir fark bulunmuyordu.

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/tcnin-yuzyillik-tarihinde-isci-sinifi-ve-mucadelesi

Bu örneklerinde gösterdiği gibi teorik olarak eleştirilen ve karşı çıkılan Anarko sendikalist anlayışlar, pratikte öne plana çıkmıştır.

TC'nin Yüzyıllık Tarihinde İşçi Sınıfı ve Mücadelesi

  Giriş:TC'nin Yüzyıllık Tarihinde İşçi Sınıfı ve Mücadelesi

İşçi sınıfının tarihi kapitalist sistemin gelişmesinden ve burjuvaziden ayrı ele alınamaz. Burjuvazinin ortaya çıktığı yerde işçi sınıfı da vardır. Ve bir çelişmenin iki yanı olan işçi sınıfı ve burjuvazi, birlikte var olurlar. Bu iki zıt kutup hem birbiriyle mücadele ederler ve hem de biri olmadan diğeri olmaz. Bu iki toplumsal sınıfı yaratan kapitalist sistem olmuştur.

 

 

 

Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu'nun devamı olarak ele alındığında, işçi sınıfının gelişimi ve mücadelesi de oradan başlamıştır. Kapitalizmin bütün dünyada gelişmeye başlamasına koşut olarak, Osmanlı'da bundan geç de olsa kısmen bundan nasibini almış ve kapitalizm burada da ağır aksak gelişerek, işçi sınıfının doğuşuna ve mücadelesine zemin hazırlamıştır.

 

 

 

Burada Osmanlıdaki işçi sınıfı tarihine derinlemesine girmeyeceğiz, ancak, kısa da olsa TC önceli işçi sınıfı tarihine değinmek gerekir. Çünkü TC, her ne kadar Osmanlının yıkıntıları üzerinden doğmuşsa da işçi sınıfının bir geçmişi vardır ve bu geçmiş onu daha sonraki süreçlere hazırlamıştır.

 

 

 

1- Osmanlı'dan TC 'ye İşçi Sınıfı

 

Burjuvazi, daha işçi eylemleri ortaya çıkmadan işçi direnişlerine karşı, polisiye önlemlerin yanında yasal önlemlerde almaya başlamışlardır. Daha 1845 yılında Polis Nizamnamesinde “işini terk eden işçilere işçi cemiyetlerine” karşı sert önlemlerin alınması yasallaştırılmıştı. Çünkü bu dönemde de işçiler ile patronlar arasında işçi ücretleri ve iş saatleri ilgili tartışmalar çıkmış ve işçiler patronların düşük ücret uygulamalarına ve 12 saatten fazla çalıştırmalarına karşı tepki göstermeye başlamışlardı.

 

 

 

Özellikle İngiltere'deki işçilerin mücadelesi kısıtlı oranda da olsa kapitalizmin girdiği ülkelerde kendini gösteriyordu. Kapitalizm sadece kendi götürmüyor, gittiği yerlere işçilerin sınıfsal çıkarları için mücadele deneyimlerini de götürüyordu.

 

İşçi sınıfının olduğu yerde onun sınıf düşüncelerinin en yüksek düzeyde dile getirmemesi söz konusu olamaz. Osmanlı aydınları tarafından Marks'ın görüşleri ve birçok eseri parça parça çevrilip Osmanlı topraklarına sokulmuştu.

 

 

 

Osmanlı'da, -tarihi tartışmalı olsa da-, ilk işçi örgütlenmesi olarak 1871 yılında kurulan “Ameleperver Cemiyeti” kabul edilir. Aynı yıllarda Beykoz Kundura Fabrikası’nda 300 işçinin gazetelerde ücretlerini düzenli alamadığının bildirileri yer almıştır ve yine aynı yıllarda Paris Komünü'ne katılan Osmanlı aydınların varlığı bilinir. Gotha Programı'nın sosyalizm etkileri açıktan dile getirilir ve çevirisi yapılır.1

 

Özellikle yabancı şirketler (Kumpanya) de çalışan işçiler, ücretlerin azlığı, zamanında ödenmemesi, iş saatlerinin uzunluğu nedeniyle birçok defa direniş yapmışlardır.

 

Osmanlı da en önemli ve ilk saptanan örgütlü grev, 1872 yılında, 600 işçinin Babıali'ye yürümeleridir. Ücretlerin azlığı nedeniyle iş yerini terk edip yürüyüşe geçen işçiler sadrazama birer dilekçe vermişlerdir. 600 işçinin büyük bölümünün Müslüman olmayanlardan oluşmasına karşın ilk ortak işçi grevi olması nedeniyle Osmanlı tarihindeki yerini almıştır.

 

 

 

İşçi grev ve direnişleri sendikal örgütlenme açısından işçi örgütlerini de ortaya çıkarmıştır. Bunlardan bir diğeri de işçilerin gizli olarak kurdukları “Osmanlı Amele Cemiyeti”dir.1

 

 

 

Bu yıllarda fabrikalarda çalışan kadın ve çocuk işçilerin çokluğu da dikkat çekmektedir. Örneğin 1897 yılında İstanbul'da Kibrit Fabrikası’nda çalışan 201 işçinin 121'i kadın ve genç kadındı. Bakırköy Bez Fabrikası’nda çalışan 1.000 işçinin yarısı çocuk işçiydi.2

 

 

 

Osmanlı'da fabrikalar ve çoğu işletmeler genelde emperyalist ülkelere ait şirketlerdi. Osmanlı Amele Cemiyeti üyelerinin tutuklanması ve sonunda cemiyetin dağılması üzerine işçiler boş durmamış ve peşinden Osmanlı Terakki Sanayi Cemiyeti’ni kurmuşlardır. Aynı şekilde Şark Demiryolları ve Anadolu Demiryolları işçileri ayrı ayrı sendikalaşma çabalarına girişmişlerdir.

 

Gazete çalışanları ve diğer basın emekçileri ise Mürettibîni Osmaniye Cemiyeti kurmuşlar ve 1908'den sonra işçilerin uluslararası işçiler ile birleşme ve dayanışma çabaları daha fazla öne çıkmıştır.

 

 

 

Kapitalizmin gelişmesi ve işçi sınıfının mücadele alanlarına çıkması, Osmanlı'da burjuva devriminin koşullarını da hazırlamıştı. Özellikle Rusya’daki 1905 Devrimi, Osmanlı'yı da ciddi oranda etkilemiştir. 1908 Jön Türk hareketi bu koşullar üzerinde doğmuştur. 1908 Jön Türk hareketinin arkasından grevler daha da yaygınlaşmış, bir ay içinde 30 grev yapılmıştır.3 Aydın Demiryolu İşçileri, Anadolu-Bağdat demiryolu işçileri, bu demir yollarını işleten yabancı şirketlere karşı aktif direnişlere geçmişlerdir. İşçilerin artan direnişlerine koşut olarak sendikalaşma ve örgütlenme çabaları ve girişimleri de doğru orantılı bir şekilde artmıştır.

 

 

 

1908'de sosyalist ve ilerici partilerin kurulması (bunlar kısa süre içinde yasaklanmasına karşın) yaygınlaşmıştır.  Özellikle 1912 yılından itibaren işçilerin sendikalaşma, esnafın cemiyet ve sandık kurma çabaları daha da artmış ve çeşitlenmiştir. Örneğin, Cibali Tekel Fabrikası’nda çalışanlar, terzi, şemsiyeci, döşemeci, mücellit, değirmenci, bira fabrikası işçileri ve eczacılar arasında sendika, sandık ve cemiyet gibi örgütlenmeler artmıştır.

 

 

 

Bu dönemde işçilerin, işverene karşı talepleri, o günün koşullarında oldukça ileri düzeydedir. Tazminat hakkı, aile sağlık sigortası, ücretlerin makul düzeyde artırılması, işten çıkarılmaların önlenmesi, gece çalışanlara iki kat gündelik ödenmesi, ikramiye verilmesi vb. gibi.

 

 

 

1908'de Jön Türkler kısmen işçilerin bazı haklarını ve sendikalaşmaları kabul etmelerine karşın, iktidarlarını sağlamlaştırmanın peşinden, kısa süre içinde bu hakları gasp etmeye ve işçiler üzerindeki baskılarını artırmaya başlamışlardır.

 

 

 

2- 1923-1945 Arası İşçi Hakları ve Sınıfın Mücadelesi

 

I. Emperyalist Savaş sonrası Osmanlı'nın yenilmesi ve dağılmasıyla birlikte diğer emperyalist güçlerce işgal edilmesi, özellikle de sanayi kenti İstanbul'un işgali sonrası, işçi sınıfı ve diğer küçük burjuva ve millici kesimler içinde örgütlenmeler artmıştır.

 

 

 

İşgale karşı çıkan burjuva kesim Rumeli ve Anadolu Müdafa-i Hukuk Cemiyet'leri gibi örgütlemeler yaparken, sosyalist ve ilerici güçler ise “İstanbul'da İşçi Sosyalist Fıkrası” gibi partiler kuruyordu.

 

 

 

Bununla birlikte işçi örgütlenmeleri de 1919'dan itibaren hızla artmıştır. İşte bunlardan bazıları: Anadolu Şimendifer Amelesi Cemiyeti, Kasımpaşa Seyrisefain Amelesi Cemiyeti, Tramvay Şirketi Amelesi Cemiyeti'yle beraber işçi derneği kuruluyor ve ayrıca Beynelmilel İşçi İttihadına bağlı Beynelmilel Deniz İşçileri İttihadı, Beynelmilel Marangoz İşçileri İttihadı, Beynelmilel Bina İşçileri İttihadı vb. birçok sendikal ve işçi dernekleri kuruluyor.

 

 

 

Bu denli yoğun işçi derneklerinin ve sendikaların kurulması ve aynı şekilde sosyalist ve ilerici partilerin varlığı, 1917 Sovyet Devrimi'nden ayrı düşünülemez. Bolşeviklerin önderliğindeki Sovyet Devrimi, bütün dünya işçi sınıfı ve halklarına büyük bir moral verdiği gibi, yanı başındaki Türkiye işçi ve emekçileri de büyük bir moral vermiş, cesaretlendirmiş ve yol göstermiştir.

 

 

 

Osmanlı'nın dağılmasının arkasından harekete geçen Türk burjuva kesimleri de (ki bunlar Türk ticaret burjuvazisinin ve toprak ağalarının temsilcileriydi), ülkede kurulan işçi sınıfı temsilcisi partilere ve işçi örgütlenmelerine karşı harekete geçmiş ve bunları bastırmak için yoğun bir çaba harcamıştır. Bu amaçla örneğin kurucuları arasında başta M. Kemal ve diğer ileri gelenlerin üye olduğu, 18 Ekim 1920'de bir sahte Komünist Fırkası dahi kurmuşlardır. Oysa bu partinin amacı, Sovyet Devrimi'nin ülke içindeki etkisini kırmak, işçi sınıfı ve ilerici kesimlerin gerçek sosyalist ve komünist partileri safında örgütlenmelerini önlemek amaçlıydı. Ve esas olarak da Mustafa Suphi önderliğinde kurulan ve 3. Komünist Enternasyonal üyesi olan Türkiye Komünist Partisi'ni boşa çıkarmak amaçlıydı.

 

 

 

Konumuz bu süreçte işçi örgütlenmeleri ve mücadeleleri olduğu için bu konulara fazla girmeyeceğiz. Ancak, işçi örgütlenmeleri ile sosyalist örgütlenmeler birbiriyle bağlantılıdır. Yer yer bu bağlantılara da gerektiği kadar değineceğiz.

 

 

 

1923 Ekim'de TC'nin kuruluşunun ilanından sonra kısmi demokratik haklar varlığını koruyordu. Ancak Türk egemen sınıfları işçi direniş ve grevlerinden ve işçi örgütlenmelerinden rahatsızlıklarını her fırsatta dile getiriyorlardı.

 

Bu dönem içerisinde de pek çok işçi örgütlenmeleri kuruldu. Örneğin 1924 yılında İstanbul'da kurulu olan işçi cemiyet ve dernekleri: Haliç Şirketi Amelesi Cemiyeti, Şark Şimendiferleri Müstahdemin Teavün Cemiyeti, Silâhtarağa Elektrik Fabrikası İşçileri Cemiyeti, İstanbul Umum Deniz ve Madenkömürü Tahmil ve Tahliye İşçileri Cemiyeti, Dersaadet ve Biladıselase İnşaat, Tarik Irgat ve Rençper Amele Cemiyeti, Tütün Fabrikası Amele İttihat Cemiyeti, İstanbul Tramvay Amelesi Cemiyeti, Mürettipler Cemiyeti, Anadolu Bağdat Şimendiferciler Cemiyeti.

 

 

 

İzmir'de kurulan cemiyetler: Aydın Demiryolları İşçiler ve Memurlar Birliği, Mülteci ve Muhacirin Amele Cemiyeti, Tütün Amele Cemiyeti, Şimendifer Fabrikası Amele Birliği, Tramvay İşçiler Cemiyeti, Liman Vapur ve Kömür Amele Cemiyeti, Mavuna Amele Cemiyeti, Liman Rıhtım İthalât ve İhracat Amele Cemiyeti, Müstakil Liman Vapur Amele Teavün Cemiyeti, İnşaat ve Madenî Mevad Amele Teavün Cemiyeti.  Edirne'de; Türkiye İşçiler Birliği, Şark Şimendiferler Müstahdemin Teavün Cemiyeti. Adana'da; Amele Teali Cemiyeti. Konya'da; İşçiler Derneği. Bursa'da; Yaprak Tütün Amelesi Cemiyeti. Eskişehir'de; Anadolu Bağdat Şimendiferciler Cemiyeti.4

 

 

 

4 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükun Kanunu (TSK) ile bütün işçi örgütlenmelerine, sendikalara ve tüm sosyalist ve ilerici partilerin örgütlenmesine son veriliyor.

 

Türk egemen sınıfları belli bir tarihe kadar Bolşevik Devrimi korkusuyla TC'ni şekillendirmişlerdir. Bu tarihi 1990'lara kadar uzatabiliriz. Ancak, 1920-1960'lar arası bu korku daha fazlaydı. Celal Bayar'ın, “bu kış komünizm gelecek” sayıklamaları ile can vermesi, 1920'lerde onun üzerinde kalan bir komünizm heyulasından başkası değildi.

 

 

 

Daha 1920'lerin başında Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi, 1923'ten itibaren de “imtiyazsız, sınıfsız bir milletiz” argümanlarının öne çıkarılması, işçi sınıfı önderliğinde demokratik bir devrimin Türkiye'de gerçekleşmesini önlemek için ileri sürülen ideolojik temel argümanlardı.

 

 

 

Başta M. Kemal olmak üzere dönemin ileri gelen burjuva siyasetçileri, “sınıf eksenli” değil, “millet eksenli” “tek milletiz” demenin yanında, özellikle “beynelminel cereyanlara kapılmanın felaket olacağını” dillendirerek topluma komünizm korkusu salmayı, siyasi taktiklerinin birinci argümanı haline getirmişlerdir.

 

 

 

CHP'nin 1938 yılındaki kongresinde Başbakan Recep Peker şöyle diyor: “... komünizm cereyanlılarının 1919 senesinden itibaren memleketimizde de bazı muhit ve zümreler arasında yer tutmaya başladığı görülmektedir. ... kanuni yollardan istifade ederek muhtemel namlar altında fakat komünist bir gaye ile Amele Cemiyetleri kuruluyor ve ayrıca gizli hücreler tesis edilerek şümullü ve teşkilatlı bir hareket yaratılmak isteniyordu. Komünist propagandaları pek mahsus bir hal almıştı. Cumhuriyet zabıtasının lazım gelen kanuni ve idari tedbirleri alarak bu cereyanları tamamıyla önledi. Üçüncü Enternasyonalle irtibat temin etmeğe çalışan bazı ele başları tespit ve tevkif ederek adaletin pençesine verdi. Memleketimizde günden güne inkişaf eden sanayi hayatlarımızın icapları olarak yer yer taksüf etmekte bulunan amele kitleleri arasına bu muzır ve fesatçı unsurların girmemesi için icap eden bütün tedbirler alınmış bulunmaktadır.”5

 

 

 

Tek parti yönetimli TC tarihini özetleyen; işçi sınıfına ve onun örgütlenmesine, dünya görüşlerine Türk burjuvazisinin yaklaşımıdır. Cumhuriyetin erken tarihinde, Türk burjuvazisinin işçi sınıfına ve onun öz örgütlerine yönelik yaklaşımı, Türk egemen sınıflar tarafından esas alınarak günümüze kadar korunmaya çalışılmıştır.

 

TC'nin ilk yıllarında sanayinin genel ekonomi içindeki payı çok az olmasına karşın yıllar geçtikçe artmaya başlamıştır. Sanayinin GSMH içindeki payı, 1927'de %12 olarak gerçekleşirken, 1933’te 14,5; 1934'te ise % 15.5 olarak gerçekleşmiştir.6 Sanayinin gelişmesi aynı zamanda işçi sınıfının gelişmesi olduğu için, burjuvaziyi komünizm korkusu, daha doğrusu işçi sınıfının mücadelesi korkusu da aynı oranda artmıştır. R. Peker ve diğer siyasilerin sık sık “komünizm” den, “beynelmilel nifak örgütlenmelerinden” söz etmeleri bundandır.

 

 

 

Burjuvazi, işçi sınıfı ve onun mücadele hedefi açısından korkularında da haksız değillerdi. Bu nedenle de en sert şekilde, daha baştan işçi sınıfının öncü örgütlerinin gelişmesini bastırmışlar ve devamlı olarak işçilerin örgütlenmesini çıkardıkları yasalarla ve doğrudan devlet şiddetiyle önlemeye çalışmışlardır. Buna karşın, üretim ilişkilerinden kaynaklanan nesnel temel çelişmeler, zorla yok etmenin yolu olmadığı için,1923 yılında kuruluşu ilan edilen TC devleti'nin daha ilk yıllarında -sayı olarak çok az olmasına karşın-, işçi grevleri ve direnişleri, o günün koşullarına göre yüksek sayılacak düzeyde olmuştur.

 

 

 

İnceleme konumuz olmamakla birlikte Osmanlı döneminde ilk grev 1863 yılında Zonguldak Maden işletmelerinde olmuştur. Bu bağlamda maden işçileri bu toprakların ilk grev yapan işçi öncüleri olarak anılmayı hak ediyorlar. Maden işçileri, TC döneminde de önemli grevlere imzaları atmış bir işçi kitlesidir. Kapitalizmin evrensel oluşu, işçi sınıfına da evrensel bir karakter vermiştir. Osmanlı döneminde Rumeli bölgesinde 1830-1908 arası işçilerin makinelere saldırısını görmekteyiz. İşçi sınıfı kapitalizmin erken geliştiği ülkelerdeki sınıf kardeşlerinin eylemlerini aynı şekilde Osmanlı ve peşinden Türkiye'de gerçekleştirmişlerdir. “Makinelere savaş açmakla” direnişe başlayan işçiler, savaşlarının hedefine sonunda esas düşmanı, sermaye sınıfını yerleştirmiş, kendi sınıf deneyimlerinden öğrenmişlerdir.

 

 

 

TC kurulduğunda kapitalist işletmelerin büyük bir bölümü yabancı (emperyalist) şirketlerdi. 1923 yılında İngiliz şirketinin işlettiği İzmir-Aydın demiryolunda çalışan 1500 işçi, işçi ücretlerinin artırımı için grev yapmışlardır. Aynı şekilde Fransız şirketinin işlettiği Zonguldak-Ereğli Kömür Havzası'ndaki demiryolu işçileri, asgari ücret uygulaması, günlük 8 saatlik mesai, yabancı işçilerin çalıştırılmaması gibi taleplerinin kabul edilmemesi nedeniyle Ağustos 1923'te direnişe geçerek üretimi durdurmuşlardır. 1923 Kasım ayında, Şark Şimendifer işçileri ücretlerinin düşürülmesine tepki olarak greve gitmişler ve daha sonra işverenin geri adım atmasıyla on gün süren grev sona ermiştir.

 

 

 

Türkiye'de cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra gerçekleşen grevlerin sayısı fazladır. Tramvay Kumpanya'sının Beşiktaş Deposu'nda çalışan işçiler, arkadaşlarının haksız yere işten atılması üzerine 1924 yılının 1 Temmuz’unda iş bırakmışlar ve hükümet direnişi bastırmak için jandarma ile işçilere saldırmış, çok sayıda işçi yararlanırken, 27 işçi de tutuklanmıştır.

 

 

 

1927 yılında Fransız tekeline ait Adana-Nusaybin Demiryolu yapımında çalışan işçiler, ücretlerinin artırılması istemiyle greve gitmişler ve bu grev tam 13 gün sürmüştür. İşçiler, devletin grevi kırmak için trenle başka yerlerden getirdiği işçileri grev yerine sokmamak için tren yollarına yatarak engel olmuşlardır. Kemalist hükümet, grevi kırmak için askerleri işçilerin üzerine salmış, askerlerin ateş açmasıyla birçok işçi yaralanmış, buna rağmen işçi direnişi kırılamamış ve demiryolu yapımında sorumlu Fransız tekeli işçilerin ücret artırımını sonunda kabul etmiştir.6

 

1923-1930 arasında toplam 67 grev gerçekleşmiştir. Sırasıyla, 1923 yılında 18, 1924’te 11, 1925’te 10, 1926'da 3, 1927-1928-1929'da 7'şer ve 1930'da 4 grev gerçekleşmiştir.7

 

 

 

Burada dikkat çeken, Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu'na (TSK) rağmen gerçekleşen grevlerdir. Her türlü işçi örgütlenmesinin yasaklandığı bir ortam da işçiler, tüm baskıları göze alarak ve göğüsleyerek grev yapmışlardır. İşçilerin ileri sürdükleri taleplerden biri olan 8 saatlik mesai uygulaması ise SSCB'de çoktan uygulanmaya başlanmıştı. Kemalistlerin yoğun baskı ve yasaklamalarına karşı bu grevlerin yapılması ve sürdürülmesi, Rus Devrimi'nin bütün dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına verdiği moral üstünlüğünden ve onun siyasi ve ideolojik rüzgarından ayrı ele alınamaz. Türkiye'deki kapitalist gelişmeye göre oldukça yüksek sayılabilecek bir sayıda işçi grevlerinin yapılmasının, Kemalist iktidara komünizm korkusu salmasında önemli bir payı vardır.

 

 

 

TC'nin ilk yıllarında işçi sayısı konusunda değişik rakamlar olsa da 1927 yılında yapılan sanayi sayımına göre yaklaşık 13,5 milyon nüfuslu Türkiye'de 256.855 sanayi işçisi vardı. Bu da toplam iş gücünün oluşturan işçilerin ancak %5,5'u kadardı. Bu işçilerin de % 46'sı en az dört kişi çalıştıran küçük işletmelere aitti. Sanayi işçilerinin, yaklaşık 110 bini tarım sanayinde, 48 bini de dokuma sanayinde istihdam ediliyordu.8  

 

Erişçi'nin aktarımına göre; “1927 de yalnız 4 kişiden fazla işçi çalıştıran sınai müesseselerde 147.712 işçi sayılıyordu. Bu miktarın 37.640'ı kadın, 22.941'i 14 yaşından küçük çocuklardı.” Özellikle çalıştırılan çocuk işçilerin sayısı (sanayide çalıştırılanların yaklaşık % 7'si çocuk) oldukça fazladır. Özetle; “derisi senin kemiği benim” denilerek; Kemalist tek partili faşist rejimin sermayeye hediyesidir bu çocuklar!

 

 

 

Aynı kaynağın verdiği bilgilere göre, İstanbul ve İzmir Türkiye nüfusunun %10'una sahip iken, çalışan nüfusun ise %20'e sahipti. Daha sonraki yıllarda da bu iki kent, işçi nüfusu ve genel nüfus yoğunluğu ve elbette sanayinin merkezileştiği alanlar olarak da öne çıkmışlardır. Ancak, 1980'lerden itibaren kısmen bu değişim göstermiş ve işçi yoğunluğu başka kentlerde yayılmıştır. Kentlerdeki nüfus yoğunluğu, o kentlerde kapitalist gelişmenin yoğunluğu ile at başı gitmiştir. Sanayinin geliştiği kentler, adeta bir vantuz gibi köy nüfusunu da çeken bir özelliğe sahip olmuşlardır.

 

İşçilerin milli gelirden aldığı payla işverenlerin aldığı pay arasında büyük bir uçurum vardı. Bu uçurum genelde hep korunmuştur. Örneğin, “1932-1939 döneminde sinai karın Gayri Safi Milli Gelir’deki payı yüzde 3.4’ten yüzde 6.2’ye çıkarken, ücretlerin toplam ürün değeri içindeki payı değişmemiştir; bu pay belli rakamlar arasında oynamakla birlikte 1932’de yüzde 8.87 ve 1939’da yüzde 8.56 dolayındaydı ki bu da sanayinin ortalama reel ücretlerinde nispeten gerilemeye işaret etmektedir.”9

 

 

 

Vasıflı işçiler ve bürokrasi de çalışan devlet memurlarının o günün koşullarına göre ücretlerinin “iyi” durumda olması, işçi hareketini bölen etkenlerden birisi olarak söylenebilir. Nüfusun ezici çoğunluğunun köylü olması, şehirde gelişen sanayide işçi bulma sıkıntısı da çekiliyordu. Ancak, en yoksul kesim köylülüktü. 1931 yılında faal işgücünün % 1.2'sini oluşturan memurlar, ulusal gelirin % 7'si gibi bir pay alıyorlardı.10 Memurların ve çoğunluğu memur statüsünde çalışan vasıflı işçilerin o günün koşullarında “iyi” ücret alması, Kemalist düzenin de onlar tarafından sahiplenilmesini getirdi.

 

 

 

1923-1945 arası işçi ücretleri, genel ortalamanın altındaydı. Burjuvazi, aşırı sermaye birikimi için işçi ücretlerini düşük tutmaya özel bir önem vermiştir. Özellikle 2. emperyalist savaş süreci içinde de işçiler yer yer zorla çalıştırılmıştır. Özellikle kömür havyalarında çalışan işçiler çalışmaya mecburi kılınmıştır. 2. emperyalist savaş koşullarında çalışma yaşamı ve ücretler her açıdan kötüleşmiş ve devlet, işçi ve emekçilerin ekonomik-demokratik haklarını adeta tırpanlamıştır. Bu nedenle de halk arasında; dönemin devlet Başkanı İsmet İnönü’ye ithafen, “geldi İsmet kesildi kısmet” sloganı yaygınlaşmıştır.

 

 

 

3- 1945-1960 Arası İşçi Hareketleri ve Köyden Kente Göçlerin Hızlanması

 

2. Emperyalist paylaşım savaşının sonunda Hitler faşizmi ve müttefiklerinin yenilmesiyle, Türk egemen sınıfları da saf değiştirerek ABD emperyalizmin yanında yer aldı. ABD'nin dayatması sonucu “çok partili demokrasi”ye geçen TC egemenleri, bazı kısmi burjuva demokratik haklar üzerindeki yasakları kaldırarak “demokrasiye” geçtiklerini ilan ettiler.

 

 

 

Bu süre içinde onu aşkın burjuva partisi kurulurken, bazı sosyalist ve ilerici partilerinde kurulmasına izin verdiler. Haziran 1946 yılında çıkarılan “Cemiyetler Kanunu” ile, sınıf esasına dayalı örgütlenmelere üzerindeki yasaklar kısa bir süreliğine kaldırıldı ve bir yıl sonra 1947 yılında “demokrasi” sadece ve sadece egemen sınıflar için geçerli oldu, sosyalist ve ilerici partiler yasaklandı, bazı sendikalar kapatılırken, yöneticileri hakkında da hapis cezaları istendi.

 

 

 

ABD'nin istediği “iki partili demokrasi” idi. CHP yıpranmış ve CHP içinde yer alıp Demokrat Parti (DP)'yi kuran burjuva siyasetçilere gün doğmuştu. DP'nin parti programı CHP'nin programından farklı olmamasına karşın, 1950'de büyük bir oy patlamasıyla iktidar olmuştur. Birçok ilerici ve kendine “sosyalist” diyen aydınlarda bu partinin “özgürlük” vaadine inanmışlardı. Oysa DP'de komprador burjuvazi ve toprak ağalarının temsilcisi bir partiydi.

 

 

 

1946 yılında çıkarılan sendikalar kanunu, hükümetin denetiminde sendikaların faaliyetini, siyasi faaliyet göstermemek kaydıyla serbest bırakıyordu. Bu nedenle de o süreçte 73 sendika kuruldu ve bunların toplam üye sayısı yaklaşık 52 bindi.10

 

CHP grev hakkına karşı çıkarken, muhalefet partisi DP grev hakkını savunuyordu. DP iktidara geldikten sonra bu sözünü unutarak sendikaların grev yapma hakkı üzerindeki yasağını kaldırmadı.

 

 

 

Sendikalar, toplu iş sözleşmelerinin olmamasını, grevlerin ve siyasi faaliyetlerin yasaklanmasını protesto etmelerine karşın, yasa CHP ve DP onayıyla mecliste olduğu gibi kabul edildi. Ve bunun üzerine birçok sendika yasaklandı ve kapatıldı. Kurucuları hakkında hapis istemiyle soruşturmalar açıldı. Kısacası, bir yıllık “özgürlük”, burjuvazi ve toprak ağaları temsilcisi siyasilere ağır gelmişti. Emperyalist ABD güdümlü “demokrasi” de bundan daha ileri olamazdı.

 

1946 yılında, 400’den fazla insan hakkında “komünizm propagandası” yapmaktan dava açılıp hapse atılmıştı. ABD'nin anti-komünizm karşıtı faaliyetleri Türkiye'de de üst boyutta ilerliyordu.

 

 

 

1946 yılında getirilen kısmi demokratik hakların sonucu Mayıs 1946 yılında, sosyalizm ile fazla ilgisi olmayan reformist ve küçük burjuva ulusalcı eğilimli Türkiye Sosyalist Partisi kuruldu. Ancak ömrü bir yıl sürdü ve kapatıldı. Bu partinin çıkardığı Gerçek ve Gün adlı yayın organlarının yazarları arasında, Aziz Nesin, Sabahattin Ali ve Rıfat Ilgaz gibi ilerici yazarlarda vardı.

 

 

 

1946 Haziran'ında Şefik Hüsnü önderliğinde, TKP'nin legal partisi olan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi kuruldu. Bu partinin programında ülkede sosyalist devrime geçilmesi için koşulların hazırlanması vardı. Bu parti, kısa süre içinde işçilerin yoğun olduğu illerde örgütlendi. Ancak, bu partinin de ömrü kısa oldu. Daha 6 ayı bile doldurmadan, Aralık 1946 tarihinde kapatıldı. Yöneticileri ağır hapis cezalarına çarptırıldı. O süreçte kurulan bütün burjuva partileri sosyalist isimli bu iki partinin kapatılmasını istemişler ve desteklemişlerdir.

 

 

 

Türk egemen sınıfları işçi sınıfı ve onun en asgari demokratik ekonomik örgütü olan sendikalar üzerindeki baskılarını sürdürmelerine karşın, Türk-İş'in 31 Temmuz 1952 tarihinde kurulmasını önleyememiştir. Türk-İş'in ilk tüzüğünde “işçi sınıfı” kavramı yer almıştı. Ancak aynı sendika, sendika yöneticilerinin herhangi bir siyasi partiye üye olamayacaklarını da tüzüğüne koymuştu.11

 

 

 

14 Mayıs 1950'de iktidara gelen DP döneminde de işçi haklarını düzenleyen yasa esas olarak 1936 İş kanunu ve 1947 Sendikalar Kanunu yıllarında kanunlaştırılan yasalar -bazı değişiklikler yapılsa da- temel alınmıştır. Türk egemen sınıfları arasında sömürüden pay alma konusunda ciddi iktidar savaşımları olsa da onlar her zaman baş düşmanları olan işçi sınıfına karşı birleşmişler ve işçi haklarını mümkün olduğunca en alt seviyede tutmaya ve işçi hareketlerinin gelişmesini önlemeye çalışmışlardır.

 

1950'ler aynı zamanda toplumda işçileşme sürecinin arttığı bir dönemdir. 1955 nüfus sayımına göre 1,6 milyon olan ücretliler, 1960’ta 2.5 milyona, yani % 13.3 olan toplam faal nüfus içindeki payları % 18.7'e çıkmıştır. Bu değişim, on yıl içinde işçi sınıfının nicel ve nitelik olarak ciddi bir gelişme göstergesi olarak okunmalıdır. Aynı kaynağın verilerine göre; 1945-1950 arası köyden kente göç edenlerin sayısı 214.000 iken, 1950-1955 arasında 904.000'e çıkmıştır. Ve yapılan bir işçi anketine göre, katılımcıların % 81.4'ü İstanbul dışında doğduklarını, % 62'sinin imalat sanayinde çalıştıklarını bildirmişlerdir.12

 

 

 

Ücretli işçiliğin artması, kapitalizmin gelişmesine bağlı iken, köylerden kentlere akan yoksul ve mülksüzleştirilmiş köylülüğü bütünüyle istihdam etmeye, -kapitalizmin bu gelişmişliği- yetmiyordu. Büyük ölçüde emperyalist tekellerin kontrolünde, kapitalizmin yeni geliştiği bütün ülkelerde de genelde böyle bir gelişim seyri olmuştur. Bir tarafta yoğun işsizlik var iken bir yanda ise ücretli işçi sayısında artış olmuştur. İşsizliğin yoğun olması sermaye birikiminin adeta itici gücü olmuştur.

 

 

 

1950'lerin sonuna doğru kitle hareketlerinde bir gelişme yaşanmıştır.

 

İşçi sınıfı daha doğduğu andan itibaren, sınıfsal yapısı gereği sermaye kesimiyle karşı karşıya gelmiştir. Haklarını almak için devamlı bir mücadele içinde olmuş ve giderek sınıf deneyimi kazanmış, örgütlenme ve mücadele biçimlerini geliştirmiştir. Bu onu kendisi için bir sınıf haline getirerek içinden sınıf bilinçli işçi önderleri çıkarmıştır.

 

 

 

4- İşçi Sınıfının Kendi Tarihine Sahip Çıkması

 

Çeşitli ulus, milliyet ve inançlardan Türkiye işçi sınıfı 31 Aralık 1961'de Saraçhane Mitingi ile 40 yıllık baskılara karşı ayağa kalkarken, 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi ile kendi tarihine sahip çıkıyordu. Saraçhane Mitingi olmasaydı 15-16 Haziran belki de gerçekleşemezdi. Ama, bu iki dönem de egemenlere karşı işçi sınıfının birikmiş sınıf öfkesinin açığa vurması; burjuvaziye meydan okuması ve sınıfın kendi tarihi açısından önem kazanıyordu.

 

 

 

Saraçhane Mitingi işçi sınıfının nicel birikimiyse, 15-16 Haziran direnişi bir nitel sıçramaydı. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, 1971 devrimci militan hareketini ve TKP-ML gibi MLM bir partinin doğuşuna da temel kaynaklık yaptı. Bu tarihten sonra Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) canlandı, ideolojik olarak şekillendi ve politik olarak yetkinleşti. İşçi sınıfının şanlı 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi olmasaydı, revizyonist TKP'nin çember içine aldığı işçi sınıfının devrimci ufkunun önündeki engeller kaldırılamaz ve 50 yıllık pasifizm ve revizyonizm yıkılamazdı.

 

15-16 Haziran'ı, salt işçilerin tankların üzerine çıkarak sermayenin barikatlarını yıkması olarak okumak yetersiz ve eksik bir tanımlamayla sonuçlanır. Esas olarak işçi sınıfı kendi sınıf ideolojisinin; ayağa dikilmesini, üzerindeki pasifist ve revizyonist küllerin atılmasını ve sınıf çizgisinin berraklaştırmasını sağlamış, onun yolunu açmıştır.

 

 

 

15-16 Haziran'ı Kaypakkaya şöyle değerlendiriyor: “İşçi sınıfımızın kendiliğinden gelme mücadelesi 15-16 Haziran’da doruğuna ulaştı. İşçiler bütün burjuva ve küçük burjuva kliklerini tepeleyip geçtiler. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi ve arkasından gelen sıkıyönetim, bazı kadroların bilincinde önemli sıçramalar yarattı. Bu arkadaşlar, işçi hareketinden ve onu izleyen zor mücadele günlerinden önemli dersler çıkardılar.

 

 

 

İşçi hareketi, birinci olarak, devrimin şiddete dayanacağını, bunun zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu gösterdi. Aybar-Aren oportünizmine ve bütün pasifist, parlamentarist görüşlere ağır bir darbe indirdi.

 

 

 

İkinci olarak, işçi hareketi, burjuva devlet teorilerine ağır bir darbe indirdi. Halkın kurtuluşunu egemen sınıfların ordusundan beklemenin ne derece ahmakça bir hayal olduğunu gözler önüne serdi. Çünkü işçi direnişi tanklarla, süngülerle, sıkıyönetimle bastırılmıştı. Süngülerin gölgesine sığınan patronlar, sıkıyönetim makamlarıyla birlikte yüzlerce işçiyi işten atmışlardı. Yüzlerce devrimci işçi ve aydın, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. Bütün bunlar M. Belli’nin, D. Avcıoğlu’nun ve H. Kıvılcımlı’nın cuntacı hayallerinin ve anti-Marksist-Leninist devlet ve ordu tahlillerinin saçmalığını ortaya çıkardı.

 

 

 

Üçüncüsü, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, gerçek kahramanın kitleler olduğunu bir kere daha gösterdi. Ve bir avuç seçkin aydın grubuna dayanarak devrim yapmayı hayal eden bireyci küçük-burjuva akımlarına ağır bir darbe indirdi.”13

 

Ve 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, devrimin yolu ve karakterinin ne olacağını ortaya koymuş ve işçi sınıfı öncülüğünde demokratik devrime giden güzergahı netleştirmişti. Sorun, bu direnişi MLM düşünce doğrultusunda doğru analiz ederek diyalektik materyalist yöntemi esas almak ve işçi sınıfının devrimci sınıf hareketinin yönelimini doğru okunması gerekirdi. Bunu Kaypakkaya yoldaş tahlil ederek ortaya koydu.

 

 

 

O dönemde TDH'ne subjektivizmin hakim olduğu, işçi sınıfının sınıf devrimciliğini tam olarak kavrayamadığı rahatlıkla söylenebilir. 1972 Nisan'ın da kurulan proletarya partisi TKP/ML'nin ise, yeni olması, genç ve deneyimsiz bir parti olması, partinin kurucu önderi Kaypakkaya'nın yukarıya aldığımız 3 şıkta belirtiği konular üzerine daha fazla yoğunlaşmasına ve geliştirememesinde o'nun esir alınması ve katledilmesi vb. etkili olmuştur.

 

 

 

5- Askeri Darbeler ve İşçi Sınıfı

 

İşçi sınıfının mücadelesinin geliştiği, devrimciler ve komünistlerle birleştiği süreçlerde, Türk egemen sınıfları askeri darbeleri gündeme sokmuşlardır. 1960 askeri darbesi esas olarak egemen sınıf kliklerinin arasındaki keskin çatışmanın sonucu olsa da 1957'lerden itibaren halk hareketlerinin gelişiminden bağımsız olmadığı görülmelidir.

 

 

 

12 Mart 1971 Askeri Muhtırası ve on yıl sonra gelen 12 Eylül 1980 faşist askeri darbeleri, Türkiye'de işçi sınıfı hareketinin gelişmesiyle doğrudan ilişkilidir. Birincisinin adı her ne kadar “muhtıra” olsa da esas olarak askeri bir darbeydi.  Ve 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi ve peşinden gelişen işçi ve öğrenci ve militan devrimci hareketin bastırılması ve kitleler üzerinde kontrolünü kaybetmiş egemen sınıfların yeniden kontrolü sağlamak amaçlı yapılan bir darbedir. Özellikle, başta sanayi burjuvazi olmak üzere Türk egemen sınıfları, “düzenin sağlanması” için “askeri muhtıra”yı yeterli görmüştü.

 

 

 

1973'ten sonra içerde ve uluslararası alandaki gelişmeler, 1974 emperyalist sistemin iktisadi yapısının tıkanması ve “Petrol krizi” olarak anılan yeni bir ekonomik ve finans krizin ortaya çıkmasıyla ezilen dünya halklarının ve işçi sınıfının mücadelesinde de gelişmeler oldu. Emperyalist burjuvazi yeni bir sermaye birikim modeli olan daha saldırgan neoliberal ekonomi politikaları devreye sokmaya başladı. Bu, özelleştirmelerin yayınlaştırılması, bütün sınırların (ve ulusal korumacı gümrük duvarlarının) emperyalist sermaye için açılması, uluslararası üretimin yaygınlaştırılması ve emperyalizme bağımlı ülkelerde “kemer sıkma” politikasının en üst seviyede uygulanması, neoliberal ekonomik politikaların önüne “engel çıkaran” ülkelerde askeri darbelerle, sermayenin önünün açılması hızlı bir şekilde yaşama geçirildi.

 

 

 

Türk egemen sınıfları bu politikayı ancak 12 Eylül 1980 Askeri faşist cunta ile yürürlüğe sokabildi. Çünkü 1973-1980 arası Türkiye'de işçi sınıfı tarihinin en yaygın ve kitlesel mücadele süreci olarak geçmişti.

 

 

 

1975-12 Eylül 1980'e kadar işçi sınıfı hareketinin yanı sıra TDH içinde en iyi yıllarıydı denebilir. İşçi sınıfı hareketi ekonomik grevlerin ötesinde yaygın olarak siyasal grevlere ve fabrika işgallerine de baş vurmaktaydı. Öte yandan sendikalaşma ve diğer emekçilerin kitlesel örgütlenmelerinde ciddi bir gelişme vardı. Örgütlenmeyen kesim yok gibiydi. Aynı şekilde burjuvazide işçi sınıfı ve TDH karşı faşist örgütlenmeleri güçlendirmeye çalışıyordu.

 

 

 

Aşağıda bu yıllar içinde resmi olarak sendika ve bu sendikalara üye olan işçi sayısına dair bir tablo aktarılmıştır.

 

 

 

Tablo 1: Sendika ve Sendika üye Sayısı (1975-1980)

 

 

 

Yıl

 

Sendika Sayısı

 

Sendika Üye Sayısı

 

1976

 

800

 

3,269,356

 

1977

 

863

 

3,807,577

 

1978

 

912

 

3,897,290

 

1979

 

750

 

5,464,792

 

1980

 

733

 

5,721,074

 

 

 

Bu tabloda da görüldüğü gibi, işçilerin sendikalaşma oranı oldukça yüksekti. Özellikle 1979 ve 1980 arasında 5 milyondan fazla işçi sendikalıydı. Sendika hakkı olmayan memur, öğretmen polis örgütlenmeleri de vardı. TÖB-DER en ilerici ve devrimci öğretmenlerin örgütüydü ve 200 binden fazla üyesi vardı. İlerici ve demokrat polislerin kurduğu Pol-Der'in ise 18 binden fazla üyesi vardı.

 

 

 

Kısaca toplumun önemli bir kısmı örgütlenmişti. İşçisiyle, köylüsüyle, memuruyla, küçük esnafıyla örgütlü ilerici ve devrimci örgütler içinde örgütlenmiş bir toplum vardı ve bu durum sermayeyi oldukça ürkütmüştü. Aşağıdaki tablo, burjuvazinin işçi sınıfı hareketinden neden korktuğunu ve askeri cuntaya neden başvurduğunu net olarak anlatıyor.

 

 

 

Tablo 2: Grev Sayısı, Greve Katılan İşçi Sayısı ve Grevde Kaybolan İşgünü Sayısı (1975-1980)14

 

 

 

Yıllar

 

Grev Sayısı

 

Greve Katılan

 

İşçi Sayısı

 

Kaybolan İşgünü

 

Sayısı

 

1975

 

90

 

25398

 

1,102,682

 

1976

 

105

 

32899

 

1,768,201

 

1977

 

167

 

52889

 

5,778,205

 

1978

 

175

 

27208

 

1,598,905

 

1979

 

190

 

39901

 

12,2017,347

 

1980

 

227

 

46216

 

5,408,618

 

 

 

Türk egemen sınıfları, 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Cunta yönetimini bu tabloyu ortadan kaldırmak ve onların “güleceği”, işçi sınıfı ve emekçilerin “ağlayacağı” bir tabloyla değiştirmek için göreve getirdi ve bunu önemli ölçüde de başardı. 12 Eylül 1980, burjuvazinin işçi sınıfına devrimci harekete sınıfın öncüsüne karşı saldırısıydı.

 

Elbette, sonucun böyle olmasında, TDH önemli yanlışları ve zaafları ve özellikle de proletarya partisinin süreci doğru okuyamaması, sınıfla bağını daha sıkı bir şekilde kuramaması ve bu yönde mücadele ve örgütlenme biçimlerini geliştirememesinin de payını görmek gerekir.

 

 

 

6- 1989 Bahar Eylemleri'nden Gezi'ye İşçi Sınıfının Mücadelesi

 

12 Eylül 1980 işçi sınıfı ve onun komünist ve devrimci örgütlerine yönelik burjuvazinin topyekün saldırısıyla geriye çekilen sınıf, ancak 1986 yılında kendini toparlayan işçi sınıfı 1989 Bahar Eylemleri ile güçlü bir cevap verebildi. İlk büyük grev 18 Kasım 1986 yılında NETAŞ (Northern Elektrik Malzemeleri Anonim Şirketi) Fabrikası’nda başladı.15

 

 

 

Fabrika; Kanadalı Northern şirketi ile PTT ortak yatırımı olan, telefon santralleri ve malzemeleri üreten, İstanbul Ümraniye’de 1969 yılından bu yana faaliyette bulunan bir fabrikadır. Toplu iş sözleşme anlaşmasının yapılamaması üzerine 3150 işçinin çalıştığı fabrikadaki grev tam 93 gün sürdü ve kazanımla sonuçlandı. Netaş, işçileri 1975 yılında da işçi sınıfının direnişçilerindendir. O geleneğini hep sürdürdü. Netaş işçilerinin grev boyunca söyledikleri şarkı: “aşk olsun da Netaş (işçileri) sana aşk olsun, iki kaşın arasına taş koydun” oldu. İşçiler, 12 Eylül faşist yasalarını çiğneyip geçti. Örneğin, yasa, “grev yerinde sadece en fazla 4 işçi grev sözcülüğü yapar” demesine karşın, yüzden fazla işçi bu görevi toplu olarak yerine getirmiştir. DİSK'e bağlı Maden-İş'in örgütlü olduğu iş yerinde grev başarıyla sonuçlandı. Bu grev, 1989 Bahar Eylemleri'nin öncüsü olmuştur. Ve Netaş grevinin başarısından sonra, tüm yasaklara rağmen grev ve direnişler yükselmeye başladı ve bu yükseliş dalgası 1989 Baharı'nda adeta grev patlaması yapacaktı.

 

 

 

Faşist cuntanın etkisinin zayıflaması ve işçi sınıfı içinde biriken öfke 1989 Mart’ından itibaren dışla vurdu. Özellikle kamu işyerlerinde çalışan işçiler, ücretlerin düşük olmasına ve gasp edilen diğer haklarının geri alınması için adeta ayağa kalktı ve yaygın bir grev ve direniş dalgası ülkeye yayıldı.

 

 

 

7 Mart-18 Mayıs 1989 arası yüzbinlerce işçinin katıldığı 224 grev oldu. Türk-İş gibi devlet sendikasının daha fazla örgütlü olduğu kamu işyerlerindeki direnişler artmış ve sarı sendika ağaları istemeye istemeye işçilerin direnişlerine boyun eğmişti. Çünkü yapılmak istenen toplu sözleşme yaklaşık 600 bin işçiyi kapsıyordu.

 

Bu yıllar içinde işçi sınıfının durumu ve mücadelesine dair işçi sınıfı üzerine araştırmalarıyla bilinen Aziz Çelik'ten bir aktarım: “Türk-İş’e bağlı 26 sendikanın oluşturduğu Koordinasyon Kurulu’yla üç kamu işveren sendikası arasında sürdürülen toplu sözleşme görüşmelerinde ilerleme sağlanamamasını protesto eden 600 bin civarında kamu işçisi 1989’un bahar aylarında üç ay boyunca etkili eylemler yaptı.”

 

 

 

Ve, alıntı uzun olsa da, A. Çelik'ten aktarmaya devam edelim: “1990’lı yıllar Türkiye işçi mücadeleleri tarihinde gerek katılan işçi sayısı ve gerekse grevde geçen işgünü açısından en yoğun grevlerin yaşandığı dönemdir. 1987, 1988 ve 1989’da yıllık ortalama 30 bin işçinin katıldığı grevlere 1990 ve 1991 yıllarında ortalama 160 binin üzerinde işçi katıldı. 1995 yılında ise greve katılan işçi sayısı 200 bine yaklaştı. 1995 yılı Türkiye tarihinde en çok işçinin greve çıktığı yıldır. Bu sayı 1960 ve 1970’lerin ortalamalarının çok çok üzerindedir. Bu grevler hem kamu hem de özel sektörde yaşandı. 1990 ve 1991 grevlerinin ezici çoğunluğu özel sektörde yaşanırken 1995’teki yoğun grevler kamu sektöründe yaşandı.

 

 

 

1990-1995 arası greve katılan işçi sayısı 605 bin civarına ulaştı. Grevde geçen iş günü sayısı ise 14 milyonu aştı. 1984-2013 arasındaki 30 yılda greve katılan işçi sayısının toplamının 809 bin ve grevde geçen iş günü sayısının 25 milyon gün olduğu düşünülecek olursa 1990-1995 arası grevlerin yoğunluğu çok daha iyi anlaşılabilir.  Son 30 yılın grevci işçilerinin yüzde 75’i 1990-1995 arasındaki 5 yılda greve katıldı.”16

 

 

 

1990'lı yıllara damgasını vuran işçi direnişlerinden biri de yaklaşık 60 bin madenciyi kapsayan Zonguldak Maden İşçilerinin grevi, Ankara yürüyüşü oldu. Grev 30 Kasım 1990 başladı ve sendika ağalarının ihaneti sonucu 6 Şubat 1991 yılında bitirildi.

 

Zonguldak Madenci direnişinin arifesinde birçok direniş ve grevler oldu. Türk-İş ilk defa 3 Ocak 1991 tarihinde işi durdurma kararı aldı. Bu eyleme 200 binden fazla işçi katıldı. İşçi sınıfı Türk-İş'i zorluyordu.

 

 

 

2000'li yıllara girildiğinde, bütün dünyada emperyalist sermayenin işçi sınıfına azgınca saldırısı karşısında, başta ABD olmak üzere bütün ülkelerde işçi ve emekçiler ayağa kalkmış ve direnişler gerçekleştirmişlerdi. Uluslararası emperyalist sermaye, kapitalizmin krizini bütünüyle işçi sınıfına yıkması karşısında halklar ayağa kalktı. Başta Kuzey Afrika ülke halklarının isyanları olmak üzere, Türkiye (Gezi), Mısır ve en son 2019 yılında tam 40 ülkede, doğrudan siyasal iktidarı hedef alan ayaklanma ve isyanlar, kitlelerin kapitalist sermayenin saldırısı karşısında susmadığını, eğer MLM bir önderlik olursa bu isyanların başarı kazanabileceğini gösterdi.

 

 

 

Bu yıllar içinde diğer önemli bir işçi eylemi ise 78 gün süren Tekel işçilerinin Ankara'da Türk-İş'in önüne çadır kurup direnişe geçmeleridir. TEKEL işçi eylemi, 15 Aralık 2009 tarihinde Türk-İş'e bağlı Tekgıda-İş Sendikası'na kayıtlı TEKEL işçileri tarafından Ankara'da başlatılan ve 4 Şubat 2010 tarihinde 1980 sonrasının en büyük toplu iş bırakma eylemiyle tüm Türkiye'ye yayılan işçi eylemidir. Bu eyleme katılan bir işçinin ; “buraya gelmeden önce 5 vakit namaz kılarken, şimdi 5 vakit komünizmi öğreniyoruz” sözü direnişin işçi sınıfına kendi sınıf bilincini de öğrettiğini göstermesi açısından önemliydi.

 

 

 

Ankara Tekel eylemi Gezi'yi hazırladı. Burjuvazinin azgınca işçi sınıfının tüm kazanımlarını parça parça gasp etmesi, var olan burjuva demokratik kırıntıları da yok etmesini, Gezi'yi (Haziran Ayaklanması) ortaya çıkaran sınıfsal sorunlar olarak ele alabiliriz. Haziran Ayaklanması, ekonomik nedenlerle değil, politik nedenlerle ve doğudan politik özgürlüklerin gasp edilmesi üzerine ortaya çıkmıştır. Temel istemde politik özgürlükler üzerindeki yasakların kaldırılması olmuştur.

 

 

 

Haziran Ayaklanması’nın sınıfsal niteliğini, işçi ve emekçiler dışında aramak anlamsız ve aynı zamanda sorunu çarpıtmaktır. Bu eyleme başından beri katılanlar işçi ve emekçilerdir. Bunun yanında şehir küçük burjuvazisi de güçlü bir şekilde eylemde yer almışlardır. Öğrenci gençliğin de yer alması, eylemin işçi ve emekçi eylemi olduğunu yadsımaz. Onlar da emekçi sınıfın içinde yer almaktadır. Ayrıca, kısmen laik orta sınıf da bu eylem içinde yer almıştır. Daha genel bir ifadeyle, mavi yakalı ve beyaz yakalı işçilerin güçlü bir şekilde katıldığı bir ayaklanma olmuştur. Özellikle büyük şehirlerin işçi semtlerinde direnişe katılımların kitleselliği bu savı doğrulamaktadır. İstanbul gibi büyük bir şehrin Gazi, 1 Mayıs Mahallesi, Sarıgazi, Kartal, Maltepe ve daha sayısız işçi semtlerindeki direnişler, işçi sınıfının katılımının büyüklüğü açısından özel bir yere sahiptirler.

 

 

 

Toplumsal hareketin devrimci dinamiği hiç kuşkusuz işçi sınıfıdır. İşçiler, hareketin içinde güçlü bir şekilde yer almalarına karşın, sınıfın örgütsüzlüğü ve sınıf bilincinden yoksunluğu, örgütlü bir şekilde, bu hareket içinde öne çıkmasını önleyen etmenlerin başında gelmiştir. Ancak, örgütlü gücünü kullanamamasının nedeni ise, sarı sendikaların onların önünde engel olmasındandır. Bu da işçiler içinde örgütlü ve etkin bir sınıf partisinin olmadığının göstergesi oluyor.

 

 

 

Bu ayaklanma öncesi, yıllardır Kürt Ulusal Hareketi’nin ayağa kaldırdığı, politize ettiği Kürt işçileri, yoksul köylüleri ve emekçileri vardı. Bu ayaklanma sırasında, ulusal hareket için oynadıkları rolü oynayamamışlardır. Bunun ilk nedeni, Türk işçi ve emekçileri üzerindeki sosyal şovenizmin etkisinin olmasıdır. Devletin milliyetçi-ırkçı politikasının geniş bir kesim üzerinde hala etkisini sürdürmesi, Kürt ulusal hareketine karşı uzak durmalarında önemli bir etken oldu. Ve bu ayaklanmanın öncesi devlet ile Kürt ulusal hareketi arasındaki “çözüm süreci”nin varlığı, Kürt ulusal hareketinin bu eylemde direkt yer almasının önünü de kesti.

 

 

 

Kendiliğinden halk ayaklanması içinde yer alan ve çatışmaların önünde yürüyen gençliğin, salt öğrenci gençlik olduğunu söylemek de yanıltıcı ve doğru bir belirleme değildir. Her toplumsal halk hareketinde, hareketin ileri mevzilerinde yürüyen ve çatışan işçi ve öğrenci gençlik olur. Haziran Ayaklanması’nın ileri mevzilerinde yer alanlarda bunlar olmuştur. Bu durum, genç insanların, başta sınıfsal konumları olmak üzere, dinamikliğiyle de yakından ilgilidir. Ayrıca, bunlar işçi ve emekçi sınıfından ayrı değil, onunla iç içe ve onun bir parçasıdır. Bazı “sol” liberallerin, işçi sınıfının devrimci dinamiğini yadsımak için ayrı bir gençlik “sınıfı” yaratmaları, bilinçli bir çarpıtma ve yanıltma çabasıdır.

 

 

 

Taksim Gezi Parkı’nda başlayan ve dalga dalga bütün Türkiye’yi kapsayan Haziran Ayaklanması ile birlikte Türkiye’de devrimci durum doruğuna çıktı. Ondan önce devrimci durumda yok denebilecek kadar çok az bir gelişme vardı. Ancak, bir kıvılcımla beraber, kitlelerin ayaklanması, bir devrim durumu ortaya çıkardı. Fakat, ayaklanmanın kendiliğinden olması, kitlelerin örgütsüzlüğü ve kendine devrimci diyen örgütlenmelerin ayaklanan kitleler içinde etkinliklerinin oldukça cılız olması, bu devrimci durumu bir devrime çevirmeye yetmedi. Hatta, eğer örgütlü bir kitle ayaklanması olsaydı, talepler daha ileri ve net olacağı gibi, taleplerin alınması ve kabul ettirilmesi daha kolay olabilirdi. Burjuvazi iyice köşeye sıkıştırılırdı. Elbette, her devrimci durum bir devrime yol açmayabilir. Bu ayaklanma özelinde de, öncesi ve sırasındaki öznel ve nesnel durumlar, bir devrim durumunu doğuracak koşullardan uzaktı.

 

 

 

Gezi, proleter öncünün önderliğinden yoksundu. Kitle hareketlerinin başarısı öncünün kitlelerle birleşmesi ve onlara önderlik etmesiyle olasıdır. Komünist önderlikten yoksun işçi sınıfı ve emekçi hareketleri bazen başarı kazansa da bu geçicidir. Bu da gösteriyor ki, komünist önderliğin işçi sınıfı içinde inşası ve geliştirilmesi, kitleler ile içiçe olması, kitlelerin güvenini kazanarak onları doğru politik hedeflere yönlendirmesini esas görevimiz haline getirmeliyiz.

 

Devrim için devrimin dinamiği ve öznesi işçi sınıfıdır. Bundan başka esas özne ve kitle temeli aramak, var olan gerçeklere gözleri kapayarak kitlelerden uzaklaşmak anlamına gelir. Acil görev işçi sınıfı ve kitleler içinde Bolşevik bir örgütlenme ve proletarya partisini burada inşa etmek olmalıdır. Gezi'den çıkarılması gereken temel öğreti budur.

 

 

 

7- İşçi Sınıfı İçinde Çalışma Tarzımız ve Öğrettikleri

 

1975'lerden itibaren proletarya partisi şehirlerde işçi sınıfı içinde örgütlendi. Proletarya Partisi’nin önderliğinde İleri Maden -İş ve Tüm Maden-İş (2015 yılında bu adla bir sendika daha kurulmuştur ve sözünü ettiğimiz sendikayla bir ilişkisi yoktur), Bank-Sen gibi sendikalar vardı ve Kadıköy Otosan'da işçiler içinde proletarya partisinin güçlü bir örgütlenmesi vardı. Örneğin, Otosan'da DİSK'e bağlı Maden-İş örgütlüydü. Maden-İş'in Kadıköy Şubesi seçimlerini, sınıf sendikacılığını savunan aday bir oyla kaybetti. Maden-İş ise bütünüyle revizyonist TKP’nin denetimi altındaydı ve yönetiminde TKP Merkez Komitesi üyeleri vardı.

 

 

 

Ancak, bu dönemin sendikal çalışma ve anlayışının sol olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu dönemde sendikalar, işçi sınıfının ekonomik-demokratik bir örgütlenmesi değil, adeta bir parti gibi ele alınmış ve programlarında ve yayınladıkları bildirilerde, komünist partisinin kullanabileceği hedefler savunulmuştur.

 

 

 

Örneğin İleri Maden-İş'in örgütlendiği ve grev yaptığı bir iş yerinde, işyeri sahibi; “İleri Maden-İş ile toplu sözleşme yapmak TİKKO ile anlaşma yapmaktır”, “TİKKO ile anlaşma yapmaktansa DİSK ne isterse imzamı atarım” demiştir. Yine İleri Maden İş'in çıkardığı dergi bir nevi parti yayın organı yayınlanmış, içerik açısından parti yayınlarıyla sendika yayını arasında bir fark bulunmuyordu.

 

 

 

Bu örneklerinde gösterdiği gibi teorik olarak eleştirilen ve karşı çıkılan Anarko sendikalist anlayışlar, pratikte öne plana çıkmıştır. Bu tür sol anlayışlar genelde diğer devrimci örgütlenmelerde de vardı. Devrimci durumun var olduğu bir koşulda genelde sol anlayışlar öne geçer. Ne var ki, proletarya önderliğinde devrim yapmak isteyen işçi sınıfının öncü partisi, sol ve sağ anlayışlara prim vermeden uzun vadeli mücadeleyi dikkate alarak, illegal ve legal çalışma ve örgütlenmenin diyalektik bağlarını doğru kurmalıdır. Sendikal çalışma ve sendikal örgütlenmeyle parti örgütlenme ve çalışmasını birbirine karıştırmamalıdır.

 

Bu nedenle işçi sınıfı içinde uzun süreli, sabırlı ve daha geniş işçi kitlelerini kapsayıcı bir örgütlenme yaratılamadığı gibi, sendikaların yasaklandığı bir süreçte kalıcı örgütlenmeler yapılamadı.

 

 

 

Kapitalistlerin, kendi sınıfsal çıkarları gereği, elbette illegal devrimci bir örgüt olan TİKKO ile değil reformist DİSK'le anlaşma yapmak istemesi kadar doğal bir şey yoktur. Ancak, yine de bu objektif durum sendikal çalışma tarzı ile parti çalışmasını aynılaştırılmasını haklı çıkarmaz.

 

 

 

Bu dönemde proleter hareket açısından teorik olarak kırsal alandaki mücadele esas alınsa da, işçi sınıfı içindeki çalışma ön plana çıkmıştı. Bunu varolan nesnellik zorlamıştı. Başka türlü de olamazdı. Çünkü, şehirlerde işçi sınıfının mücadelesi toplumsal gelişmelere ve sınıflar arası mücadeleye damgasını vuruyordu. Köylülük her geçen gün hızla erirken aynı oranda işçi sınıfı nicel olarak da gelişiyordu.

 

 

 

12 Eylül 1980 öncesi Otasan'daki örgütlenmenin yanı sıra daha birçok fabrikalarda küçümsenmeyecek örgütlenmeler yapılmıştı. İzmit ve İzmir'de de aynı şekilde fabrikalarda işçi örgütlenmeleri yapılmıştı ve işçi sınıfı proletarya partisini tanıyordu. Burada hemen anımsatalım 1975 yılında İstanbul Pendik'te kurulu ELKA fabrikasındaki grevi proletarya partisi örgütlemişti.17 Elka'da kazanılan birçok işçi daha sonra proletarya partisi saflarında aktif olarak mücadeleye katılmıştır.

 

 

 

Yine bu dönemde proleter hareketin Bursa'da Otomobil fabrikalarında yeni yeni ilişki kurduğunu ve özellikle Bursa Orhangazi ilçesinde kurulu Asil Çelik Fabrikası’nda çok etkin bir çalışmasının ve örgütlenmesinin bulunduğunu hatırlatmak gerekir. Yine, bu dönemde Bursa Merinos Fabrikasında doğrudan proletarya partisine bağlı parti komiteleri kurulmuştu.

 

 

 

Ne var ki, proleter hareketin işçi sınıfı içindeki örgütlenmenin uzun vadeli ele alınmaması sınıf içi çalışmasına ve sınıfla daha sıkı ve derinlemesine bağ kurulmasına engel oluyordu.

 

Bu nedenle proleter hareketin İleri Maden-İş, Tüm maden-İş, Bank-Sen ve daha başka sendikalardaki çalışmaları ve özellikle Otosan, Petkim, Tüpraş gibi yerlerdeki örgütlenme ve çalışmalar tam olarak değerlendirilemedi.

 

 

 

Proleter hareketin yönelimi işçi sınıfını örgütleme ve onun üzerinden partiyi inşa etme anlayışı daha ileri ve üst boyuta taşınamadığı için, Askeri Cunta gelir gelmez bütün örgütlenme ve çalışmaları durma noktasına geldi, ağır bir yenilgi alındı.

 

Somut koşulların somut analizi MLM olmanın temel öğretisidir. Bu yapılmadan proletaryanın öncüsü, öncülük görevini asla yerine getiremez. Bu bilinçle hareket edildiğinde işçi sınıfı içinde güçlü örgütlemeler yaratabilir, proletarya partisi işçi sınıfı ve kitleler ile buluşturabilir.

 

 

 

Kaynaklar

 

1 Lütfi Erişçi, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, sf. 4, pdf

 

2 Dimitır Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi Kısa Tarihi (1908-1965) sf. 32, Belge     Yayınları, 1990

 

3 Aktaran L. Erişçi, age, Devleti Osmaniyenin 1313 senesine mahsus istatistik umumisi, İstanbul                      1316

 

4 Dimıtri Şişmanov, age, sf.39

 

5 L. Erişçi, age

 

6 Yüksel Akkaya, Türkiye'de İşçi sınıfı ve Sendikacılık Kısa Özet-1, Praksis (5) 2002, sf. 131-176

 

7 Der. DONALD QUATAERT - ERİK JAN ZURCHER „Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine işçiler

 

                1 8 3 9 -1 9 5 0“ sf. 159, İletişim Yayınları

 

 

 

8 Dimitri Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi kısa Tarihi (1908-1965), sf. 130

 

9 Meltem Tekerek, Cumhuriyet Halk Partisi İktidarında İşçiler (1923-1938), Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları       Dergisi, XX/40 (2020-Bahar ss. 175-199.

 

 

 

10 Yüksel Akkaya, Türkiye'de İşçi sınıfı ve Sendikacılık Kısa Özet-1, Praksis (5) 2002, sf. 131-176

 

 

 

11 Akataran, L. Erişçi, age, sf. 20,  Sanayi İstatistikleri. İstanbul 1927.

 

 

 

12 Der. DONALD QUATAERT - ERİK JAN ZURCHER „Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler

 

            1 8 3 9 -1 9 5 0“ sf. 159, İletişim Yayınları

 

 

 

13  Yıldırım Koç, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi Osmanlı'dan 2010'a, sf. 131, epos Yayınları, 2010

 

 

 

14 Dimitri Şişmanov; Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi Kısa Tarihi (1908-1965), sf. 152, Belge             Yayınları

 

 

 

15 Y. Koç, age, sf. 169

 

 

 

16 Hazırlayan Mete Kaan Kaynar, Türkiye'nin 1950'li Yılları, sf. 71, İletişim Yayınları

 

 

 

17 İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, sf. 277-278, Umut Yayımcılık

 

 

 

18 Yusuf Köse, Tarihin Önünde Yürümek, sf.41, El Yayınları

 

 

 

19 Netaş, (Northern Elektrik Malzemeleri Fabrikası) Kanadalı Northern Tewkeli ile PTT'nin 1969              yılımnda İstanbul Ümraniye'de kuruluydu. Şimdi Tuzla'da. Şirketin %15'i TSK Güçlendirme             Vakfı'na ait.

 

20 https://m.bianet.org/bianet/emek/161305-isci-sinifinin-ayaga-kalktigi-yillar

 

21 https://blog.milliyet.com.tr/elka-grevi---ibretlik--/Blog/?BlogNo=281328


Türk Devletinin Kuruluşundan Günümüze Ulus ve Azınlıklara Uyguladığı Baskı


 

 Ülkemizde var olan ve yaşanan ulusal ve azınlıklar sorunun temelinde gerçekleşmemiş olan demokratik halk devrimi yatmaktadır. Demokratik halk devrimi gerçekleşmeden temel hak ve özgürlükler sorunun önemli parçası olan ulus ve azınlıklar sorunu asla çözüme kavuşamaz.

 

Ulus-devlet inşa süreci ve öncesinde bugünkü Türkiye topraklarında ulus olarak var olan, yaşayan Türk, Kürt, Ermeni ve Rumlardan oluşan dört ulus vardı. Ermeni ve Rum ulusu kitlesel sürgün ve soykırımla “hal olurken” geride kalan hala çözülemeyen Kürt ulusal sorunu ise “terör ve güvenlik sorunu” olarak ele alınıp katliam, sürgün ve inkarla çözülmeye çalışılmaktadır.

 

Ulus-devlet yaratma süreci tamamen Türk ulusunun ve egemen sınıf olan Türk Müslüman komprador burjuvazinin çıkar ve kazanımlarına göre kurulmuş, örgütlenip, şekillenmiştir. Bu gerçeklik günümüze dek devam etmektedir. Kapitalist-emperyalist dünya kendisine bağımlı ve bağlı işbirlikçi-komprador bürokrat burjuva ve toprak ağaları sınıfı ve onun egemen olduğu bir ulus devlet yaratmalıydı. Bu tercihlerini ne Ermeni-Rum burjuvazisinden ne de Kürt feodal-ağa ve beylerinden yana kullandılar. Osmanlı devlet geleneğini en iyi şekilde temsil eden ve yönetme erkini yüzyıllarca elinde bulundurarak sürdüren, uluslaşma sürecine öncelikle giren Türk ulusunun egemenleri, efendilerinin teveccühünü alarak bir ulus devlet kurdular. Geride kalan ve çözülemeyen sorunları ise Türk egemen aklı, çıkar ve hesaplarıyla çözmeye çalıştılar.

 

Bugün ülkemizde Türk ulusu da dahil olmak üzere hiçbir ulus ve azınlık gerçek anlamda özgür değildir. Ulusal ve azınlıklar sorunu gerçek anlamda çözülmüş ve sonuçlanmış değildir. “Türklük Sözleşmesi”ne göre yaratılan ve kurulan Türk-ulus devleti tartışmasız bir şekilde Türk ulusunun egemenliği üzerinde kurulmuştur. Vatanı, bayrağı, dili, dini tek olmak zorundadır. Türk olmayanların dışında herkes “Türklük Sözleşmesi”ne göre terbiye edilip eğitilmeli ve hizaya getirilmelidir. Kabul etmeyen, karşı çıkan herkes “terörle mücadele” kapsamında ele alınıp şiddetle, inkarla, asimilasyonla, azgın ırkçı saldırılarla “halledilmeliydiler.” Geleneksel Türk devlet aklı ve mantığı bu temeller üzerine inşa edilmiştir.

 

100 yıllık T.C. tarihinde ne demokrasi ne de buna bağlı olarak ulusal ve azınlıklar sorunu çözülmüştür. Ülkemizde demokratikleşme sorunu bütünüyle köklü ve radikal bir şekilde mevcut sömürü egemen sınıfların alt edilmesine, yerine bütün ulus ve azınlıkların, inançların temsilcilerinden oluşacak devrimci bir yönetimin gelmesine bağlıdır.

 

Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini büyütmek, geliştirmek sınıf mücadelesi ve bilinci açısından önemlidir. Sağlam bir sınıf bilinci kazanılmalı ve hak alma mücadelesi temel sorumluluk haline getirilmelidir. Sağlam ve güçlü mevziler elde edip, demokratik halk devriminin yolunu açıp, geliştirmek hak ve özgürlükler mücadelesini büyütmek önemli bir yerde durmaktadır. Ve oldukça değerlidir. Ancak unutmamak gerekir ki tüm hak, adalet ve özgürlükler mücadelesi, gerçek anlamda demokratik halk devrimiyle sonuçlanmadıkça kazanılacak ve elde edilecek hiçbir kazanımın, güvence altında kalması beklenmemelidir.

 

Bugün emek ve temel hak ve özgürlükler mücadelesiyle, sömürü ve zulümden kurtulma savaşımı her zamandan daha fazla iç içe geçmiş ve bütünleşmiştir. İşçi sınıfının ve emekçilerin her türlü sömürü ve baskıdan kurtulma mücadelesiyle ulusların, azınlıkların ve farklı inanç ve cinsiyetlerin mücadelesi her zamandan daha fazla iç içe geçip ortaklaşmıştır. Birinin mücadelesi diğerinin mücadelesine ve başarısına bağlıdır.

 

 

 

Ulus nedir, azınlıklar nedir?

 

Ulus, bir ırk, bir araya tesadüfen toplanmış istikrarsız insan topluluğu değildir. Ulus, kapitalizmin şafağında ortaya çıkan dil, toprak, iktisadi yaşam ve kültür birliğinin olduğu, ortak ruhi şekillenmenin yaratıldığı istikrarlı bir topluluktur. Ulus, kapitalizmin yükselme ve gelişme sürecinde ortaya çıktı.

 

“Batı”da feodalizmin tasfiyesi, ortak bir pazar bütünlüğü yaratılma sürecinde, ulusal baskıların olmadığı, bağımsız ulus devletler kurulurken, Doğu’da uluslaşma ve ulus-devlet kurma süreci oldukça sancılı ve baskıcı gelişmiştir. Ekonomik-politik-kültürel alanda gelişip güç kazanan burjuvazi ve sahip olduğu ulus, süreç içinde uluslaşma sürecini tamamlayarak diğer zayıf ve geri ulusları kendi devlet çatısı altında toplayarak ulusal baskının temelini teşkil eden çok uluslu devletler oluşturmuşlardır.

 

Türkiye’de çok uluslu bir devlettir. Uluslaşma sürecini ve ulus devlet kurma koşul ve olanaklarını emperyalist kapitalist ülkelerin destek, onay ve rızasını alarak gerçekleştirmiştir. Bugün Türkiye’de Kürt ulusuna ve azınlıklara yönelik baskı uygulayan Türk egemen sınıfları, diğer ulus ve azınlıkların özgürce gelişiminin önündeki en büyük engeldir. Ezen ulus egemenleri olan Türk komprador burjuva ve toprak ağaları sınıfı ezilen bağımlı ulus olan Kürtlerin hakkından gelebilmek için her yolu denemektedir. Kürtlerin dilini, kültürünü yasaklayıp köleleştirmektedir. Bunun yetmediği durumlarda soykırım ve katliamlara girişmekte, kitlesel sürgünlere uğratmaktadır. Türk devletinin tarihi sayısız soykırım, katliam, sürgün ve inkara tanıktır. 

 

Ülkemizde ulusal sorunun çözümü, ulusal baskıya karşı mücadele, aynı zamanda emperyalizme karşı mücadele sorununun bir parçası haline gelmiştir. Ezilen ulusun ezen ulusa karşı mücadelesi demokratik bir muhteva taşır. Ezilen Kürt ulusunun öncülerinin ezen sömüren Türk komprador burjuvazisine karşı savaşımında; sınıf bilinçli proleterler, her zaman ve her durumda herkesten daha kararlı olarak bu ulusal özgürlük savaşımını, “özgürce ayrılma hakkı”nı kayıtsız şartsız tanımalı ve savunmalıdır.  Çünkü biz Lenin yoldaşın belirttiği gibi “zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız.” Onun devrimci perspektifini kuşanmak, belirttiği yolda yürümek gibi yüksek sorumluluğumuz ve devrimci görevlerimiz vardır.

 

 

 

Azınlık nedir, kime denir?

 

Azınlık ne demektir? Ulus olma niteliğini kazanamamış ya da kaybetmiş olan topluluklara denir. Nüfus olarak çoğunluk değil azınlık durumunda olan halklara denir. Türkiye’de Ermeniler-Rumlar-Süryaniler-Ezidiler ulus olma niteliğini kaybetmiş, nüfus olarak azınlık durumuna düşmüşlerdir.

 

Sınıf bilinçli proleterler ulusal ve azınlıklar sorununa nüfus temelli bir bakış açısıyla bakmayı reddederler. Soruna azınlık ve çoğunluk meselesi olarak değil temel hak ve özgürlüklere sahip olup olmamak temelinde bakarlar.

 

Türkiye’de Türkler-Kürtler nüfus olarak çoğunluktadır. Bu ulusların temel hak ve özgürlükleri neyse diğer milliyetlerden emekçilerin de aynı hak ve özgürlüklere sahip olmalarını savunmak doğru ve devrimci olan tutumdur. Sorun özgürlükler ve haklar sorunudur. Bunlara sahip olup olamama sorunudur.

 

Sınıf bilinçli proleter, burjuva ve küçük burjuvaların baktığı yerden soruna yaklaşıp, bakmazlar. Özgürlük ve haklar sorunlarına ilişkin sınıfsal temelde bakar ve çözüm aramaya çalışırlar.

 

Bugün sınıf bilinçli proleterler tüm ulus ve azınlıklar için “Tam hak eşitliği ve Tam özgürlük” ilkesini savunurlar. Kırıntı halinde ya da parçalı değil “Tam Hak Eşitliği’’ ilkesini esas alır.

 

 

 

Özgürce Ayrılma Hakkı

 

Sınıf bilinçli proleterler, ezilen bağımlı ulusların hak ve özgürlüklerini kendi ellerine almaları için özgürce ayrılma ve kaderlerini belirleme haklarının yegâne formülasyonu olan “Özgürce Ayrılma Hakkı”nı savunur.

 

Halen kanayan bir yara olan Kürt ulusal sorunu Türkiye'nin başlıca sorunlarından biri olarak varlığını sürdürmektedir. Kürtler, 1923 Lozan Anlaşması’yla birlikte temel hakları ellerinden zorla alınarak ülkeleri ise dört parçaya bölünmüştür.

 

Toprakları işgal ve soykırımla ilhak edilen, pazarları gasp edilen, dilleri yasaklanıp kültürleri zincire vurulan, ulusal kimliklerini ifade etme hakkına bile sahip olmayan, inkâr ve imha silahıyla köleleştirilmek istenen, asimilasyonun her türlü sinsi uygulamasına maruz kalan Kürtlerin ulusal sorununun çözümü, demokratik halk devriminin gerçekleşmesine bağlıdır. Bunun dışında sunulan tüm çözüm öneri ve tercihleri köleliğin başka bir biçimde devam etmesi demektir.

 

19. yüzyıl sonlarında 20. yüzyıl başlarında ulus gerçekliğine kavuşan Kürtler; 29 Ekim 1923’te tüm hakları ellerinden alınıp gasp edilerek, ulusal baskı altına alınmıştır. “Türklük Sözleşmesi”ni esas alan Türk komprador burjuvazi ve toprak ağaları sınıfı günümüz koşullarında Kürtlere yönelik en ağır baskı ve şiddeti yaşatmaktadır. TC’nin kuruluş tarihinden itibaren Kürtler sistematik olarak kitlesel katliamlara zoraki tehcirlere kültürel soykırımlar maruz kaldı. İnkar ve imhadan kurtulamadı.

 

Dünyada birkaç sayılı ulusun dışında çözülmeyen ulusal sorun kalmamıştır. Kürt ulusu Türkiye ve Ortadoğu’nun çözülmeyen, kangren haline gelmiş ciddi toplumsal sorunudur.

 

Emperyalizm ve proleter devrim çağından önce burjuvazinin ilerici rol oynadığı süreçte Avrupa başta olmak üzere bir dizi ülkede burjuvazi yanına aldığı sınıf ve kesimlerle birlikte devrimler gerçekleştirerek, feodal sistemi tasfiye etmiştir. Her ülkenin gerçekliğine uygun olarak ulusal sorunlar çözüme kavuşturularak ulus-devletler inşa edilmiştir. Bu önemli tarihsel gelişim adımları 1789-1871 sürecinde burjuvazinin önderliğinde atılmıştır. Ancak ilerleyen süreçte burjuvazi ilerici rolünü bir kenara bırakarak, statükocu-gerici karakterini alarak gelişim ve değişimin önünde durmuştur. Gerek tekelci karakteri öncesi gerek tekelleştiği süreçte burjuvazi diğer kıtalara açılarak henüz kapitalizmin gelişim süreçlerini tamamlamamış ülkelere girerek, bu ülkeleri sömürgeleştirmiş süreç içinde yeni tipte sömürgecilikle kendilerine bağımlı ve bağlı hale getirerek yarı-sömürge haline getirmiştir.

 

Emperyalist niteliğe bürünen uluslararası kapitalizm rekabetçi süreçte meta ihracı yaparken yeni süreçle birlikte sermaye ihracını artırıp büyüterek kendilerine bağımlı, işbirlikçi komprador burjuva ve toprak ağaları sınıfları yaratmıştır. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde doğal ekonomileri yıkıma uğratıp feodalizmi çözülme sürecine sokarak komprador nitelikte bağımlı bir kapitalizm geliştirmiştir. Bu süreç günümüze kadar acılı ve sancılı bir şekilde sürmektedir.

 

Ülke, Osmanlı’nın son sürecinde daha fazla uluslararası kapitalizme bağımlı hale geldi. Ancak ne Osmanlı sürecinde ne de Lozan Anlaşması’yla birlikte yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’yle birlikte Türk ulusunun dışında var olan ve yaşayan ulus ve azınlıkların sorunu çözülmeden kalmıştır. Demokratik devrimini gerçekleştiremeyen Türk komprador burjuva toprak ağaları sınıfı, tekçi hegemonyacı ve yayılmacı devlet anlayışıyla birlikte çok uluslu heterojen toplumu tek uluslu homojen topluma dönüştürmeyi hedef aldı.

 

“Tek devlet, tek millet, tek dil, tek vatan” doktrinini esas alan Türk komprador burjuvazisi ve toprak ağaları; Ermenileri, Rumları, Süryanileri, Ezidileri soykırıma uğratıp kitlesel tehcirle azınlık durumuna düşürmüşlerdir. T.C. devleti, birkaç ulusun imha ve yok edilmesini gerçekleştiren soykırımcı devlet unvanına sahip oldu. İlke kez Ermeni Soykırımı ile jenosit kavramı T.C. devlet aklı ve eliyle dünya lügatine sokuldu.  Soykırımdan sağ kalan Ermeni-Rum-Süryani halklar zorla asimilasyonla Türkleştirilmeye ve İslamlaştırılmaya çalışılmaktadır.

 

Ezilen bağımlı ulusların kendi kaderlerini, kendilerinin özgürce tayin etme hakkı vardır. Bu hakkın Lenin yoldaşın belirttiği gibi “Çoğu kez yanlış yorumlara yol açan kendi kaderini tayin yerine gayet tam bir kavram koyuyorum. Özgürce ayrılma hakkı” olarak görülüp anlaşılması gerekir. Hiçbir şart ve koşula bağlı olmayan bu hak, temel özgürlük hakkıdır. Bu hakkın nasıl ve hangi biçimde kullanılacağı kararı ezilen bağımlı uluslara aittir. Ezen ulusun sınıf bilinçli proleterlerinin bu hakkın hangi şekilde nasıl kullanılacağına dair alınacak karara müdahale etme hakkı yoktur.

 

Günümüz Türkiye'sinde özgürce ayrılma hakkından bahsedildiğinde ezilen bağımlı ulus durumunda olan Kürt ulusundan bahsedilmektedir. Kürt ulusunun en temel demokratik hakkını özgürce kullanmasından, ayrı bir devlet kurma hakkından bahsediliyor demektir.

 

Kürt ulusunun varlığı hiçbir tartışmaya yer vermeyecek kadar gerçektir. Ancak Kürt ulusunun varlığını ve özgürce ayrılma hakkını tanımakla sınırlı bir sorumluluk taşınamaz. Kürt ulusuna yönelik her türlü baskı ve saldırıya karşı tavır alınmalıdır. Kürt ulusuna yönelik her türlü zulüm ve şiddet karşısında en ilerde durmak, direnmek ve savaşmak vazgeçilmez temel devrimci görevlerdendir.

 

Kürdistan’ın ilhak ve işgali, Kürt ulusunun imha ve inkârı karşısında ciddiyetle durmayan, en önde mücadele etmeyen, Kürtlerin özgürce ayrılma hakkını içtenlikle savunmayan, bırakalım devrimci olmayı tutarlı bir demokrat bile olamaz. Bugün Kemalizm ideolojisine, Türk ırkçılığına karşı tutarlı ve kararlı bir duruş sergilenmeden, aktif bir mücadele yürütülmeden, ne Kürt ulusuna yönelik imha ve inkâr saldırılarına karşı durulabilir ne de Kürt ulusunun özgürce ayrılma hakkının kabulü savunulabilir.

 

Bugün mücadele edilmesi gereken milliyetçilik Mustafa Kemal milliyetçiliğidir. Egemen ulusun egemen sınıflarının daimi ve vazgeçilmez ideolojisi Kemalizm’dir. Bu ideolojiye karşı tutarlı ve kararlı mücadele edilmeden egemen sınıflara karşı mücadele verilemez, demokratik halk devrimi gerçekleştirilemez. Bu hak tutarlı bir şekilde savunulup, Türkiye halkına mal edilme mücadelesi verilmezse, Kürt ulusundan proleterlerin, emekçilerin aynı çatı altında ortak düşmana karşı mücadele vermesi beklenemez ve gerçekleşemez. İki farklı ulus ve azınlıklardan oluşacak ortak mücadele fikri ve eylemi gerçek anlamda oluşturulacak ve yaratılacak güven üzerinde olur. Güvenin çimentosu özgürce ayrılma hakkının samimi ve tutarlı bir şekilde savunulması ve içtenlikle uygulanması için büyük çabanın ortaya konmasıdır.

 

 

 

Tekçiliğin merkezi, Türkiye Cumhuriyeti devleti

 

“Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleket sizindir. Türklerindir. Bu ülke, tarihte Türk’tü bugün de Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır... Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakları yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.’’ (M. Kemal)

 

“Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.’’ (İsmet İnönü)

 

Türkiye Cumhuriyeti çok uluslu bir devlettir. Türkler egemen ulustur. Günümüzde egemen Türk ulusunun dışında Kürt ulusu yaşamaktadır. Çoğunluk Araplar ve Suriyeli göçmenler olmak üzere Çerkez, Arnavut, Boşnak, Roman, Gürcü, Laz, Pomak milliyetinden topluluklar yaşamaktadır. Ermeni, Rum, Süryani nüfusu oldukça azalmakla birlikte varlıklarını sürdürmektedirler.

 

Türkiye’de etnik kökeni ne olursa olsun herkes Türk kabul edilmektedir. Anayasa’nın 3. Maddesi gereği “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Resmi dili Türkçedir.” Bu madde anayasanın değişmeyen, değiştirilmesi yönünde teklif dahi sunulamayan maddelerinden biridir. Farklı ulusal etnik inanç kimliğinin olmasının hiçbir anlamı ve önemi yoktur. TC sınırları içinde yaşayan herkes Türk olarak görülüp kabul edilmektedir. İtiraz ve reddetmek asla kabul edilemez. Yaşanması durumunda bölücü damgasıyla damgalanır, terörist yaftasıyla sorgulanır ve en ağır şekilde cezalandırılır. Hem yasal, hukuksal ve yargısal olarak Türklüğün esas alındığı, her şeyin “Türklük Sözleşmesi”ne göre düzenlendiği ve şekillendiği Türkiye’de, devletin yapılanması ve hukuk sisteminin işletilmesi, ırkçılık ve tekçilik üzerine kurulmuştur.

 

Türkçü ırkçı TC’nin kuruluşundan itibaren Ermenilere, Rumlara, Kürtlere karşı sistematik ve planlı bir şekilde katliam gerçekleştirilmiştir. 24 Eylül 1925 tarihli “Şark Islahat Planı’’ adlı kararname Kürtlere uygulanacak tedbirleri içeriyordu. Bu tedbirler Türkleştirme politikasının bütünlüklü ve planlı bir yönelimi olarak belirlendi. Türkleştirme imha ve inkâr politikası bir devlet politikası olarak ele alınıp uygulandı. Türkiye bir halklar hapishanesi ve mezarlıklarıdır. T.C. devleti Kürdistan’ı işgal ve ilhak ettiği gibi tüm ulusal haklarını da baskı ve zulümle gasp etmiştir.

 

T.C. devleti, kuruluş aşaması ve sonrasında faşist Kemalist ideolojiyle örgütlendiği gibi İslamiyet’i de bir devlet dini olarak kabul edip benimsemiştir. İslamiyet bir devlet dini olarak kabul görüldüğü gibi bu dinin korunması, yayılması ve pratikleştirilmesi sorununu bir devlet sorunu ve görevi olarak kabul etmiştir. Her ne kadar “laik bir cumhuriyet” olarak kendini göstermeye çalışsa da T.C. devleti, tekçilik üzerine kurulu “tek vatan, tek bayrak, tek dil ve tek din’’ ilkeleri, ırkçı Turancı İslami faşist bir devlet gerçekliğini göstermektedir.

 

Türkiye’de Türk ve İslam olmayanların mutlu ve huzurlu yaşama, hatta çoğunlukla sadece yaşama hakkı da yoktur. Bu yüzden ulusal ve azınlıklar sorununun çözümü, demokratik hakların elde edilmesi tamamen TC devlet yapısının ve temellerinin köklü değişimiyle mümkündür. Bu da bir demokratik halk devrim sorunudur.

 

 

 

Kürt ulusu

 

Kürtler, 1923 yılında Lozan Anlaşması’yla dört parçaya bölündü. Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüşlüğü günümüze dek devam etmektedir. Sömürge bir ülke olmaktan kurtulup yarı-sömürge statüsünü kabul etmeyi esas alan Türk Müslüman komprador burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfı, İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle anlaşarak, onların destek ve onayını alarak ulus devletin tek ve yegâne sahibi oldular.

 

Bir dizi vaat ve söyleme karşın Lozan Anlaşması’yla Kürtler varoluş haklarını kaybettiği gibi topraklarının da bölünmesiyle ağır bir imha ve inkâr politikasına maruz kaldılar. Dört parçaya bölünen Kürtler yaşadıkları her parçada ciddi imha ve inkâr politikalarına maruz kaldılar. Boyunlarına ve dillerine bağlanan asimilasyon zinciriyle Türkleştirilmeye çalışıldılar.

 

 

 

Koçgiri İsyanı

 

T.C. tarihi bir anlamıyla Kürt katliamlarıyla doludur. Kürtlerin ilk büyük katliamı Koçgiri İsyanı’nı bastırmak ve kana boğmakla başladı. Şubat 1921’de gerçekleşen isyan, Sivas’ın doğusunda bulunan Koçgiri aşiretlerinin Kürt-Alevi halkının isyanıdır. Sivas-Erzincan’la sınırlı kalan isyan Türk ordusu tarafından katliamla bastırılmıştır.

 

Bu süreçte M. Kemal bir yandan Kürt aşiretlerinin önde gelenlerini kandırıp, kurulacak hükümette yer almalarını sağlamak için ikna çabalarına girerken diğer yandan esas amacını uygulamak için zaman kazanmaya çalışmaktır. Kürtleri hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakarak katliam ve tehcire uğratmak için elinden gelen tüm kötülükleri Kürt Alevi halkına karşı uygulamıştır.

 

 

 

Şeyh Sait İsyanı

 

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Kürtlere verdikleri sözleri tutmadı. Kürtlerin varlığını ve özgürlüklerini yok sayarak görevine başladı. İmha ve inkâr saldırılarını eksik etmedi. Kürtlerin direniş mayası, yeni kurulan T.C. devletinin zulmü üzerinde yaratıldı.

 

Palu doğumlu olan, dini eğitimini Erzurum-Hınıs’ta tamamlayan Şeyh Said, Nakşibendi tarikatının en saygın dini öncüsüydü. Toplum içinde büyük bir otoritesi ve saygınlığı vardı. Hazırlıksız patlak veren isyanın gerisinde Kürt Azadi Cemiyeti’nin çabaları gözden kaçırılamaz. Gizli örgütlenen cemiyet her biri beşer kişiden olmak üzere çalışmalar yürütüyordu. Cemiyetin başkanı Türk ordusunda görevli, rütbesi Albay olan Cibranlı Xalid Bey idi. Şeyh Said, cemiyet üyelerinin kendisiyle yaptıkları görüşme sonunda Kürt ayaklanmasını örgütlemeyi kabul eder. Gizli çalışma yürüten cemiyet üyelerinin faaliyeti kısa sürede bazı aşiret liderleri tarafından Ankara Hükümetine haberdar edilir.

 

Azadi cemiyetinin öncüsü olan Cibranlı Xalid Bey ve Yusuf Ziya yakalanarak askeri mahkemede yargılanır. Cemiyetin öncülük görevini Şeyh Said alır. Gerçekleştirilecek ayaklanmanın başlangıç tarihi 21 Mart 1925 (Newroz) öngörülür. 

 

Ağırlıklı olarak Kürt-Zaza aşiretlerin destek verdiği ve hazırlıksız patlak veren isyan kısa sürede Palu-Genç-Kiğı-Dicle (Piran)-Lice-Hani-Çermik-Maden-Ergani başta olmak geniş bir alana yayılır. Halkın ve aşiretlerin bir kısmının kendiliğinden katıldığı bu isyan kısa sürede 20 binlik bir askeri güce kavuşur.

 

Başına bin altın lira konulan Şeyh Said, en yakınlarından biri olan Cibranlı Kasım’ın ihaneti sonucu Genç Ovası’nda askeri kuvvetlerce etrafı sarılır. Kendisiyle birlikte isyanın diğer önderleri ise Murat Çayı üzerindeki köprüde yakalanır.

 

29 Haziran 1925’te 47 arkadaşıyla birlikte İstiklal Mahkemesi’nde idama çarptırılan Şey Said ertesi gün Diyarbakır Dağ Kapı Meydanı’nda idam edilir. Son sözü “Kendimi milletimin yolunda feda ettiğime hiçbir şekilde pişman değilim ilerde torunlarımız bizden dolayı düşman önünde bizden utanç duymamaları yeterlidir. Mahşerde hesaplaşacağız’’ olur.

 

Dersim mebusu Hasan Hayri, M. Kemal’in yanında olur. Şeyh Said Ayaklanması sırasında Dersim halkına sakin ve soğukkanlı olmaları için mektuplar gönderir. Şey Said Ayaklanması’nın katliamcı devlet tarafından kırılmasından sonra M. Kemal’in özel emriyle Hasan Hayri, kardeşinin oğluyla birlikte tutuklanır. 

 

Hasan Hayri, “Mustafa Kemal’in talimatıyla Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediğini belirten telgrafı Lozan konferansına çekiyordum’’ der. Buna rağmen idam edilir. 

 

Ayaklanma başlar başlamaz TC, Kürdistan’ın on dört il ve ilçesinde sıkıyönetim ilan eder. Hükümete geniş yetkiler vererek Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılır. Dönemin Başbakanı olan İsmet İnönü’nün önerisiyle İstiklal Mahkemeleri kurulur.

 

Kürt sorununun “çözümü”yle ilgili önlerine üç temel görev koyan General Kemalettin Sami Paşa: Birinci olarak; ayaklanmaya karşı acımasız ve kanlı bir bastırma gereklidir. İkinci olarak; Ayaklanmaya katılsın ya da katılmasın bütün Kürtler silahsızlandırılacak. Üçüncü olarak; Kürtler ülkenin diğer yörelerine çoğunluk oluşturmayacak şekilde dağıtılacak. Türkler ise Kürtlerin yörelerine yerleştirilecek, planını devreye sokar.

 

İş başındaki Kemalist Hükümet bu üç imha ve yok etme planını uygulamaya koyuldu. Bu politika günümüze dek geçerliliğini korumaktadır.

 

 

 

Ararat (Ağrı) İsyanı

 

1925 -1930 yılları arasında Ararat Dağı civarı ile İran topraklarının bir kısmında meydana gelen Kürt ayaklanması 25 Eylül 1930’da Türk ordusunun gerçekleştirdiği katliamla bastırıldı.

 

Ararat İsyanı’na Ermeniler ve Süryaniler de katılır. Ermeni Taşnak örgütünün Ararat İsyanı’nın örgütlenmesinde ve finanse edilmesinde büyük desteği oldu. İsyan, 16 Mayıs 1926’da Biroye Heske Teli’nin öncülüğünde başladı. Modern bir siyasi örgütlenmenin öncülüğünde yürütülmüş ilk büyük ayaklanmadır. İsyanın başında Kürt ulusunun birliğine dayanan bağımsız bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan Xoybun (Hoybun) örgütü bulunmaktaydı. Örgütün başkanı Emir Celadet Bedirxan’dır. Taşnak örgütü, Xoybun’la ittifaka geçer.

 

Xoybun, Kürdistan’ı işgalcilerden kurtarıp ulusal bir Kürt devleti kurmayı programına alır. Silaha siyaset kumanda eder. Bu ayaklanmada ağa, şeyh, eşraf ve beyler geri planda kalırken eğitimli-donanımlı sivil, asker ve aydınlar örgütün başında yer alır. Ve yine ilk defa askeri hiyerarşiye göre örgütlenmeye gidilir. Üniformalı bir Kürt ordusu kurulur. Savaşçılar askeri eğitim alır.

 

Askerlerin şapkalarının önünde Büyük Masis, Küçük Masis dağlarının kabartma resimleri taşıyan metalden arma bulunur. Üniforma ve armaları Ermeni ustalar yapar. İhsan Nuri Paşa Kürt ordusunun Genelkurmay Başkanı olur. Ermeni Taşnak örgütünün öncülerinden Baron Vahan askeri konularda danışmanlık yapar. Ararat (Ağrı) Savaş Konseyi isimli sivil örgüt, bir parlamento niteliği görüyordu. Ararat Savaş Konseyi hakimiyetinin olduğu bölgelere vali, kaymakam, nahiye müdürü atıyordu. Ağrı’da kurulan mahkemede yargılama faaliyeti yürütülüyordu.

 

Kürtler, bu isyanla birlikte ilk kez gerilla tarzında savaşır. Savaş olmadığı dönemde askerler köylerine dönüp üretime katılıyordu. Halk ile askerler iç içe yaşıyordu. İsyana kadınların katılımı etkindi.

 

1926-27 yıllarında yaşanan çatışmalarda sonuç alamayan devlet af çıkararak direnişi kırmak istedi. Çıkarılan genel affa Xoybun örgütü çok sert yanıt verir. Ulusal nitelikli direniş örgütü devleti fazlasıyla tedirgin ediyordu. İsyanın yaygınlaşması durumunda ülkenin bölünme korkusu artıyordu. 28 Aralık 1929 tarihli bakanlar kurulu toplantısına M. Kemal başkanlık eder. Dönemin Genelkurmay Başkanı olan Mareşal Fevzi Çakmak katıldığı bu toplantıda Kürtlere yönelik genel bir saldırı kararı alınır.

 

Kürdistan’ın dört parçasına hakim olan devletlerin (İran-Irak-Suriye) güçlerinin verdiği destekle 60 bin askerle geçilen saldırıda 80 keşif ve bombardıman uçağı harekete geçer. 2 Temmuz 1930’da büyük saldırı başlatılır. Binlerce Kürt katledilir. Bölgedeki bütün köyler yakılır. 15 bin kadar Kürt Zilan deresine doldurulur ve acımasızca katledilir.       

 

Büyük katliam sonrası TC devletinin ideolojik saldırıları başlar. “Türk eli büyüktür. Ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür. Ve her yanı aydınlatan Türk’ün yüzüdür’’ denir. M. Kemal’in bu sözleri ulus-devlet inşasının temel ilkesi olur. Cumhuriyet’in Türk kimliğinden hareketle “Tek Millet-Tek Devlet-Tek Dil-Tek Bayrak’’ olarak savunulan tekçilik anlayışı farklı ulus milliyet ve inançlara yaşam hakkının olmadığının ve asla olamayacağının açık bir göstergesidir.

 

 

 

Zilan Katliamı

 

Van’ın Erciş ilçesine bağlı Zilan Deresi’nde 13 Temmuz 1930’da 44 köy yakıldı.  Binlerce Kürt, Kemalist Cumhuriyet’in soykırımcı ordusu tarafından katledildi. Ararat (Ağrı) Ayaklanması sonrasında Zilan deresine sığınan on binlerce Kürt, soykırımcı Türk ordusunun general ve askerleri tarafında vahşi bir şekilde katledildi. Hamile kadınların karınları deşildi. Binlerce insan birbirlerine bağlanarak toplu şekilde katledildi. Toplam 15 bine yakın Kürt yaşamını yitirdi.

 

 

 

Dersim Tertelesi

 

Irkçı ideolojiyle homojen bir Türkiye ulus-devlet yaratma amacıyla 25 Haziran 1927’de kanun çıkarılır. Bu kanuna göre Umumi Müfettişliklerin geniş yönetsel askeri ve yargısal yetkileri olacaktır. 25 Aralık 1935’te çıkarılan kanunla Dersim ismi değiştirilip Tunceli yapılır. Kürdistan'ın 8 ilinde Elazığ merkezli 4. Genel Valilik kurulur. Valiliğin başına Korgeneral Abdullah Alpdoğan atanır.

 

Bir “çıban başı” olarak tanımlanan ve mutlak suretle koparılması gereken bir yara olarak görülen Dersim’de başlatılan askeri operasyonlar sonucu on binlerce insan katledildi. Kadın çocuk yaşlı demeden insanlar yakıldı. On binlercesi de sürgün edilerek asimilasyona ve özlerinden kopartılıp yok olmaya doğru gönderildi.

 

Devletin temel paradigması olan ulus-devlet inşasını güçlendirmek, cumhuriyetin merkezi otoritesini bölgede tesis etmek, fiili özerkliğe ve olası bir uyanışa müdahale etmek için on binlerce suçsuz günahsız insan en barbar yöntemlerle katledildi.

 

Dersim piri Seyid Rıza ve arkadaşları Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda idam edilir. İdam edilmeden önce tarihe geçecek şu sözleri söyler; “Sizin yalanlarınızla baş edemedim bu bana dert oldu. Ben de size boyun eğmedim bu da size dert olsun.’’

 

Kendilerini korumak öz kimlikleriyle özgürce yaşamak isteyen Kızılbaş-Alevi Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri soykırım ve şiddetle gasp edilir. İstem ve talepleri bastırılır. Sözüm ona bölgeyi eşkıyadan temizlemek, Dersim’i yola getirmek için tüm Dersim halkını hedef alan bir imha ve tehcir gerçekleştirilir. Bütün gerçekleşen soykırımlarda olduğu gibi devlet ağzıyla ileri sürülen gerekçelerin hepsinin birer yalan olduğu açıktır.

 

Dersim soykırımı kanayan bir yara olarak günümüze dek sürüyor. Yasaklı ülkenin yasaklı Dersim’i, aradan onlarca yıl geçse de unutulmadan anılmaya devam ediyor.

 

 

 

Lozan Antlaşması devam ediyor!

 

Lozan Antlaşması, kapitalist-emperyalist devletlerin onay verip varlığını kabul ettiği Türk ulus devletinin inşa temelidir. Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun atıldığı anlaşmadır. Bu antlaşmaya göre Rumlar ve Ermeniler-Yahudiler azınlık olarak kabul edilirken Asuriler ve Süryaniler azınlık haklarından bile yararlanamamışlardır.

 

Bu antlaşmaya göre Kürtler yok sayılmış ve varlıkları görmezlikten gelinmiştir. Kürtlerin bugün yaşadıkları temel sorunları Lozan’la birlikte daha ağır hale gelmiştir. Kemalistler, Kürtlerin temsilcisi olarak Lozan görüşmelerine çağrılmalarına şiddetle karşı çıkmıştır. Lozan görüşmelerine katılan dönemin başbakanı, Türk delegasyonun başı İsmet İnönü; “Biz aynı zamanda Kürtleri de temsil ediyoruz. Kürtlerle Türkler kardeştir. Kürtlerle Türkler arasında ayrım yoktur” diyerek bir yandan Kürtlerin temel haklarını gasp etmiş bir yandan da sinsi bir şekilde sahtekarlıkla görüşmeye katılan devletleri kandırmaya çalışmıştır.

 

Lozan’da yapılan görüşmelerde en ciddi sorun olarak Kürtlerin varlığının yok sayılması ve Kürdistan’ın inkarı görülmektedir. Kürtlerin doğrudan temsil edilmemeleri, emperyalistlerin Türk ulus-devletin kurulması yönünde kararlarına baktığımızda, bu güçlerin tercihlerinin kimlerden yana verdiklerini öğrenmek açısından kayda değerdir. Lozan görüşmelerinde Kürtlerin temsilcisinin olmaması, Türk delegasyonu içinde yer alan Diyarbekir Mebusu Zülfü Tigrel’in konuşma sırası kendisine geldiğinde “hastalanmış” olması vb. “Osmanlı’da Oyun Bitmez” belirlenmesinin tipik bir örneğidir. Kürtlerin göstermelik bir temsilcisine bile tahammül edilmemesi, Lozan Antlaşması’nın Kürtler açısından ne kadar meşru ve adil olduğunu gösterir.  

 

Usta siyasetçi, kurnaz diplomat İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un Türklerin yalanlarına “kanmış” olması ayrı bir konudur. Türkiye'den Lozan’a Kürtlerin ağzından “Biz Kürtler, Türklerden ayrılmıyoruz” telgraflarının gönderilmesini de Osmanlı oyunlarının bir başka örneği olarak okumak gerekir. Ki bu telgrafların çekilmesi de doğrudan Ankara Hükümeti tarafından örgütlenmiştir.

 

Lozan Antlaşması yerine yeni bir antlaşma yapılmadığı sürece bu antlaşmanın hüküm ve kararları devam etmektedir. Türkiye dışında antlaşmayı imzalayan sekiz ülke vardır. İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Belçika, Portekiz gibi sömürgeci kapitalist-emperyalist devletler başta olmak üzere Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Sırp-Hırvat-Sloven cumhuriyet temsilcileri de konferansta hazır bulunmuştur.

 

Bu antlaşma çok açık bir şekilde Kürtlerin ulus olarak yok sayılması, Kürdistan’ın inkar edilmesidir. İradelerinin tanınmamasıdır. Dil ve kültürlerinin yasaklanmasıdır. Kürt isminin bile geçmemesi antlaşmanın niteliğini anlamak açısından önemlidir.

 

Lozan, savaş ve inkarla sürdürülen, 100 yıldır sonlanmayan soykırımcı katliam ve inkarın sürdürülme kararına verilen onaydır. Lozan, emperyalist kapitalist ülkelerin ve imhacı Türk devletinin gerçek yüzüdür. Yüz yıldır değişen ve farklılaşan sadece zamandır. Irkçı milliyetçi Kemalist ideoloji, soykırımcı devlet politikasının, Kürtlerin boynuna astığı kölelik zincirleri daha da ağırlaşarak devam etmektedir.

 

Lozan Antlaşması 100. yılını tamamlamasına karşın geçerliliğini sürdürmektedir. Lozan, belli bir süreyle sınırlanan bir antlaşma değildir. Antlaşmayı imzalayan devletler imzalarını geri çekmediği sürece mevcut dünya konjonktürü değişmediği, yeni bir düzenleme ve yapılanma gerçekleşmedikçe bu türden antlaşmaların, üzerinden on yüz yıl geçse dahi kendiliğinden sonlanacak bir antlaşma olmadığını anlamak görmek gerekir.

 

Lozan Antlaşması’nda azınlıkların haklarının korunmasıyla ilgili maddelerin uygulanmadığı görülmektedir. Antlaşmaya imza atan devletler bugüne kadar Türkiye’nin anlaşmaya aykırı uygulamalarını görmezlikten gelmişlerdir. Çünkü çağımızda ve günümüzde yapılan uluslararası antlaşma ve sözleşmelerde egemen yönetici sınıfların ve kesimlerin çıkarlarının savunulması esas alınır. Her madde sömürücü egemen sınıfların çıkarlarının korunması ve sahiplenilmesine göre düzenlenir. Ve yürürlüğe sokulur.

 

Lozan Antlaşması, Kürt ulusunun temel hak ve özgürlüklerinin gaspı ve yok edilmesi olarak değerlendirilmelidir. Kürtlerin ülkesi parçalanmış, iradesi kırılmak istenmiş, sözü yok sayılmış, kültürel haklarından mahrum bırakılmıştır. İnkar ve imha politikası, her dönem sürecin özgünlüğüne göre biçim ve şekil alarak yoğunluğu azalıp çoğalarak eksilmeden sürmüş ve sürmeye devam etmektedir. Ortadoğu coğrafyasının kadim halklarından biri olan Kürtler, tarihsel toprakları üzerinde ana dilini bile konuşma hakkına sahip olmadan, baskı ve her türlü şiddetle köleleştirilmeye, yok edilmeye çalışılmaktadır.

 

Sınırlı ve etki gücü dar bir alan olan, kısmi sonuç almaktan öte hiçbir ağırlığı olmayan diplomatik ve uluslararası alanda mücadele yürütüp hesap sorulabilir. Diplomatik mücadele ve bu yönde yürütülen çabaların, dünya kapitalist sisteminin gerçek yüzünü açığa çıkarmak açısından belli önemi vardır. Ancak gerçek hesaplar demokratik halk devrimiyle sorulur. Bu hesap, ezilen dünya halklarının uyanışı ve birlikte ortak mücadele etmeleriyle sorulur. Hak ve özgürlükler büyük bedelleri ödemeyi göze almadan elde edilemez. Kazanılamaz.

 

 

 

Yüzyıllık tarihte değişen sadece zamandır

 

Yüz yıl önce Lozan Antlaşması sonrası emperyalist güçlerin destek ve onayıyla bölgedeki sadık müttefikleri olan Ankara Hükümeti, 1925 yılında Kürt ulusal hareketini kanla bastırdı. Binlerce köy yakılıp yıkıldı. Yaklaşık 800 kişi İstiklal Mahkemeleri’nde “vatan haini” olarak yargılandı ve idama mahkum edildi. Binlerce Kürt sorgusuz sualsiz infaz edildi. İstiklal mahkemeleri ve Takrir-i Sükûn kanunlarıyla Kürtler karanlığa mahkum edilip dilleri zincirlenmek istendi.

 

1925 Şeyh Sait ve 47 arkadaşının idam edilmesiyle birlikte Kemalist diktatörlük ırkçı şoven politikalarına daha sistemli bir şekilde devam etti. Kemalistler, “Cumhuriyet’in asli unsuru Türk halkıdır’’ denerek farklı ulustan insanlara nasıl baktığını, ne yapacağını açıkça göstermiş oldu. M. Kemal sadece Kürt muhaliflerini imha ve baskıyla susturmadı. Kendisine rakip olabilecek, ilerde muhalif olarak karşısına çıkacakları da tasfiye ederek, “tek adam rejimi” kurmuş oldu.

 

Resmi ideoloji tarafından sahte tarih yazımına başlandı. Her şeyin Türklerle başladığı, bütün dillerin Türkçe’den türediğini yazacak kadar akıl tutulması yaşadılar. Irkçılık ve şovenizm şaha kalkmıştı. “Milli mücadele”, “Türk ulusal kurtuluş savaşı’’ olarak adlandırılarak yedi düvele karşı sahte kahramanlık türküsü söylemeye başladılar. Oysa “milli” denilen bu mücadelede, sınırlı bir Türk-Yunan savaşının dışında bir güçle karşılaşılmamıştır. Anlatılan ve yazılan tarihin önemli bir bölümü sahte bir tarih yazımı olarak faşist diktatörlüğün utanç sayfalarında yer almıştır.

 

Bir yandan Ermeni ve Rum-Süryani soykırımı gerçekleştirilirken diğer yandan Kürdistan’da Cumhuriyet tarihi boyunca “Umumi Müfettişlikler”, “askeri yönetimler”, “Örfi idareler”, “sıkıyönetim ve olağanüstü haller” dışında Kemalistler Türkiye'yi yönetememişlerdir. Baskı ve zulmün her türlüsü, devlet şiddetinin her rengi uygulanmış ve halen günümüze dek uygulanmaya devam etmektedir.

 

 

 

Çözüm yolu

 

Milliyeti, inancı ve kimliği ne olursa olsun işçiler emekçiler ve tüm ezilenler soykırımcı faşist Türk devletine ve onun ırkçı şoven ideolojisi olan Kemalizm’e karşı ortak bir sınıf savaşımı içinde yer alıp, mücadelelerini ortak yürütmek zorundadır.

 

Demokratik halk devrimi her türlü zulmü, ayrımcılığı, adaletsizliği ortadan kaldıracak; demokratikleşme ve her alanda özgürleşmenin yolunu açıp temel hak ve özgürlükleri güvence altına alacaktır. Gönüllü birlik, öncelikle zoraki birliğin parçalanmasıyla gerçekleşir.

 

Hiçbir ulusa ve dile imtiyaz ve ayrıcalık tanınmayacaktır. Hiçbir ulusa ve azınlığa haksızlık yapılmayacak ve sınırlama getirilmeyecektir. Sömürü ve zulümden kurtulma mücadelesi her alanda özgürlüğü sağlayarak, tüm milliyetlerin nasıl hangi şekilde yaşayacaklarına dair yaşama kararını kendileri verecektir. Faşist diktatörlük yıkılıp demokratikleşmenin tüm yolları açılmadan özgürlük somut bir hakka dönüşemez.

 

Özgürce ayrılma hakkı temel bir haktır. Her türlü zulme imtiyaz ve ayrıcalığa son. Bütün uluslara ve dillere tam hak eşitliği. Zorunlu dil ve inanca hayır.

 

Başka bir özgürlük ve kurtuluş yolu yok, eğer o yol proletarya önderliğinde gerçekleşecek bir devrimle gelişmiyorsa...

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/turk-devletinin-kurulusundan-gunumuze-ulus-ve-azinliklara-uyguladigi-baski

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)