Ülkemizde var olan ve yaşanan ulusal ve azınlıklar sorunun temelinde gerçekleşmemiş olan demokratik halk devrimi yatmaktadır. Demokratik halk devrimi gerçekleşmeden temel hak ve özgürlükler sorunun önemli parçası olan ulus ve azınlıklar sorunu asla çözüme kavuşamaz.
Ulus-devlet inşa süreci ve öncesinde bugünkü Türkiye
topraklarında ulus olarak var olan, yaşayan Türk, Kürt, Ermeni ve Rumlardan
oluşan dört ulus vardı. Ermeni ve Rum ulusu kitlesel sürgün ve soykırımla “hal
olurken” geride kalan hala çözülemeyen Kürt ulusal sorunu ise “terör ve
güvenlik sorunu” olarak ele alınıp katliam, sürgün ve inkarla çözülmeye
çalışılmaktadır.
Ulus-devlet yaratma süreci tamamen Türk ulusunun ve egemen
sınıf olan Türk Müslüman komprador burjuvazinin çıkar ve kazanımlarına göre
kurulmuş, örgütlenip, şekillenmiştir. Bu gerçeklik günümüze dek devam
etmektedir. Kapitalist-emperyalist dünya kendisine bağımlı ve bağlı
işbirlikçi-komprador bürokrat burjuva ve toprak ağaları sınıfı ve onun egemen
olduğu bir ulus devlet yaratmalıydı. Bu tercihlerini ne Ermeni-Rum
burjuvazisinden ne de Kürt feodal-ağa ve beylerinden yana kullandılar. Osmanlı
devlet geleneğini en iyi şekilde temsil eden ve yönetme erkini yüzyıllarca
elinde bulundurarak sürdüren, uluslaşma sürecine öncelikle giren Türk ulusunun
egemenleri, efendilerinin teveccühünü alarak bir ulus devlet kurdular. Geride
kalan ve çözülemeyen sorunları ise Türk egemen aklı, çıkar ve hesaplarıyla
çözmeye çalıştılar.
Bugün ülkemizde Türk ulusu da dahil olmak üzere hiçbir ulus
ve azınlık gerçek anlamda özgür değildir. Ulusal ve azınlıklar sorunu gerçek
anlamda çözülmüş ve sonuçlanmış değildir. “Türklük Sözleşmesi”ne göre yaratılan
ve kurulan Türk-ulus devleti tartışmasız bir şekilde Türk ulusunun egemenliği
üzerinde kurulmuştur. Vatanı, bayrağı, dili, dini tek olmak zorundadır. Türk
olmayanların dışında herkes “Türklük Sözleşmesi”ne göre terbiye edilip
eğitilmeli ve hizaya getirilmelidir. Kabul etmeyen, karşı çıkan herkes “terörle
mücadele” kapsamında ele alınıp şiddetle, inkarla, asimilasyonla, azgın ırkçı
saldırılarla “halledilmeliydiler.” Geleneksel Türk devlet aklı ve mantığı bu
temeller üzerine inşa edilmiştir.
100 yıllık T.C. tarihinde ne demokrasi ne de buna bağlı
olarak ulusal ve azınlıklar sorunu çözülmüştür. Ülkemizde demokratikleşme
sorunu bütünüyle köklü ve radikal bir şekilde mevcut sömürü egemen sınıfların
alt edilmesine, yerine bütün ulus ve azınlıkların, inançların temsilcilerinden
oluşacak devrimci bir yönetimin gelmesine bağlıdır.
Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini büyütmek,
geliştirmek sınıf mücadelesi ve bilinci açısından önemlidir. Sağlam bir sınıf
bilinci kazanılmalı ve hak alma mücadelesi temel sorumluluk haline
getirilmelidir. Sağlam ve güçlü mevziler elde edip, demokratik halk devriminin
yolunu açıp, geliştirmek hak ve özgürlükler mücadelesini büyütmek önemli bir
yerde durmaktadır. Ve oldukça değerlidir. Ancak unutmamak gerekir ki tüm hak,
adalet ve özgürlükler mücadelesi, gerçek anlamda demokratik halk devrimiyle sonuçlanmadıkça
kazanılacak ve elde edilecek hiçbir kazanımın, güvence altında kalması
beklenmemelidir.
Bugün emek ve temel hak ve özgürlükler mücadelesiyle, sömürü
ve zulümden kurtulma savaşımı her zamandan daha fazla iç içe geçmiş ve
bütünleşmiştir. İşçi sınıfının ve emekçilerin her türlü sömürü ve baskıdan
kurtulma mücadelesiyle ulusların, azınlıkların ve farklı inanç ve cinsiyetlerin
mücadelesi her zamandan daha fazla iç içe geçip ortaklaşmıştır. Birinin
mücadelesi diğerinin mücadelesine ve başarısına bağlıdır.
Ulus nedir, azınlıklar nedir?
Ulus, bir ırk, bir araya tesadüfen toplanmış istikrarsız
insan topluluğu değildir. Ulus, kapitalizmin şafağında ortaya çıkan dil,
toprak, iktisadi yaşam ve kültür birliğinin olduğu, ortak ruhi şekillenmenin
yaratıldığı istikrarlı bir topluluktur. Ulus, kapitalizmin yükselme ve gelişme
sürecinde ortaya çıktı.
“Batı”da feodalizmin tasfiyesi, ortak bir pazar bütünlüğü
yaratılma sürecinde, ulusal baskıların olmadığı, bağımsız ulus devletler
kurulurken, Doğu’da uluslaşma ve ulus-devlet kurma süreci oldukça sancılı ve
baskıcı gelişmiştir. Ekonomik-politik-kültürel alanda gelişip güç kazanan
burjuvazi ve sahip olduğu ulus, süreç içinde uluslaşma sürecini tamamlayarak
diğer zayıf ve geri ulusları kendi devlet çatısı altında toplayarak ulusal
baskının temelini teşkil eden çok uluslu devletler oluşturmuşlardır.
Türkiye’de çok uluslu bir devlettir. Uluslaşma sürecini ve
ulus devlet kurma koşul ve olanaklarını emperyalist kapitalist ülkelerin
destek, onay ve rızasını alarak gerçekleştirmiştir. Bugün Türkiye’de Kürt
ulusuna ve azınlıklara yönelik baskı uygulayan Türk egemen sınıfları, diğer
ulus ve azınlıkların özgürce gelişiminin önündeki en büyük engeldir. Ezen ulus
egemenleri olan Türk komprador burjuva ve toprak ağaları sınıfı ezilen bağımlı
ulus olan Kürtlerin hakkından gelebilmek için her yolu denemektedir. Kürtlerin
dilini, kültürünü yasaklayıp köleleştirmektedir. Bunun yetmediği durumlarda
soykırım ve katliamlara girişmekte, kitlesel sürgünlere uğratmaktadır. Türk
devletinin tarihi sayısız soykırım, katliam, sürgün ve inkara tanıktır.
Ülkemizde ulusal sorunun çözümü, ulusal baskıya karşı
mücadele, aynı zamanda emperyalizme karşı mücadele sorununun bir parçası haline
gelmiştir. Ezilen ulusun ezen ulusa karşı mücadelesi demokratik bir muhteva
taşır. Ezilen Kürt ulusunun öncülerinin ezen sömüren Türk komprador
burjuvazisine karşı savaşımında; sınıf bilinçli proleterler, her zaman ve her
durumda herkesten daha kararlı olarak bu ulusal özgürlük savaşımını, “özgürce
ayrılma hakkı”nı kayıtsız şartsız tanımalı ve savunmalıdır. Çünkü biz Lenin yoldaşın belirttiği gibi
“zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız.” Onun devrimci perspektifini
kuşanmak, belirttiği yolda yürümek gibi yüksek sorumluluğumuz ve devrimci
görevlerimiz vardır.
Azınlık nedir, kime denir?
Azınlık ne demektir? Ulus olma niteliğini kazanamamış ya da
kaybetmiş olan topluluklara denir. Nüfus olarak çoğunluk değil azınlık
durumunda olan halklara denir. Türkiye’de Ermeniler-Rumlar-Süryaniler-Ezidiler
ulus olma niteliğini kaybetmiş, nüfus olarak azınlık durumuna düşmüşlerdir.
Sınıf bilinçli proleterler ulusal ve azınlıklar sorununa
nüfus temelli bir bakış açısıyla bakmayı reddederler. Soruna azınlık ve
çoğunluk meselesi olarak değil temel hak ve özgürlüklere sahip olup olmamak
temelinde bakarlar.
Türkiye’de Türkler-Kürtler nüfus olarak çoğunluktadır. Bu
ulusların temel hak ve özgürlükleri neyse diğer milliyetlerden emekçilerin de
aynı hak ve özgürlüklere sahip olmalarını savunmak doğru ve devrimci olan
tutumdur. Sorun özgürlükler ve haklar sorunudur. Bunlara sahip olup olamama
sorunudur.
Sınıf bilinçli proleter, burjuva ve küçük burjuvaların
baktığı yerden soruna yaklaşıp, bakmazlar. Özgürlük ve haklar sorunlarına
ilişkin sınıfsal temelde bakar ve çözüm aramaya çalışırlar.
Bugün sınıf bilinçli proleterler tüm ulus ve azınlıklar için
“Tam hak eşitliği ve Tam özgürlük” ilkesini savunurlar. Kırıntı halinde ya da
parçalı değil “Tam Hak Eşitliği’’ ilkesini esas alır.
Özgürce Ayrılma Hakkı
Sınıf bilinçli proleterler, ezilen bağımlı ulusların hak ve
özgürlüklerini kendi ellerine almaları için özgürce ayrılma ve kaderlerini
belirleme haklarının yegâne formülasyonu olan “Özgürce Ayrılma Hakkı”nı
savunur.
Halen kanayan bir yara olan Kürt ulusal sorunu Türkiye'nin
başlıca sorunlarından biri olarak varlığını sürdürmektedir. Kürtler, 1923 Lozan
Anlaşması’yla birlikte temel hakları ellerinden zorla alınarak ülkeleri ise
dört parçaya bölünmüştür.
Toprakları işgal ve soykırımla ilhak edilen, pazarları gasp
edilen, dilleri yasaklanıp kültürleri zincire vurulan, ulusal kimliklerini
ifade etme hakkına bile sahip olmayan, inkâr ve imha silahıyla köleleştirilmek
istenen, asimilasyonun her türlü sinsi uygulamasına maruz kalan Kürtlerin
ulusal sorununun çözümü, demokratik halk devriminin gerçekleşmesine bağlıdır.
Bunun dışında sunulan tüm çözüm öneri ve tercihleri köleliğin başka bir biçimde
devam etmesi demektir.
19. yüzyıl sonlarında 20. yüzyıl başlarında ulus
gerçekliğine kavuşan Kürtler; 29 Ekim 1923’te tüm hakları ellerinden alınıp
gasp edilerek, ulusal baskı altına alınmıştır. “Türklük Sözleşmesi”ni esas alan
Türk komprador burjuvazi ve toprak ağaları sınıfı günümüz koşullarında Kürtlere
yönelik en ağır baskı ve şiddeti yaşatmaktadır. TC’nin kuruluş tarihinden
itibaren Kürtler sistematik olarak kitlesel katliamlara zoraki tehcirlere
kültürel soykırımlar maruz kaldı. İnkar ve imhadan kurtulamadı.
Dünyada birkaç sayılı ulusun dışında çözülmeyen ulusal sorun
kalmamıştır. Kürt ulusu Türkiye ve Ortadoğu’nun çözülmeyen, kangren haline
gelmiş ciddi toplumsal sorunudur.
Emperyalizm ve proleter devrim çağından önce burjuvazinin
ilerici rol oynadığı süreçte Avrupa başta olmak üzere bir dizi ülkede burjuvazi
yanına aldığı sınıf ve kesimlerle birlikte devrimler gerçekleştirerek, feodal
sistemi tasfiye etmiştir. Her ülkenin gerçekliğine uygun olarak ulusal sorunlar
çözüme kavuşturularak ulus-devletler inşa edilmiştir. Bu önemli tarihsel
gelişim adımları 1789-1871 sürecinde burjuvazinin önderliğinde atılmıştır.
Ancak ilerleyen süreçte burjuvazi ilerici rolünü bir kenara bırakarak,
statükocu-gerici karakterini alarak gelişim ve değişimin önünde durmuştur.
Gerek tekelci karakteri öncesi gerek tekelleştiği süreçte burjuvazi diğer
kıtalara açılarak henüz kapitalizmin gelişim süreçlerini tamamlamamış ülkelere
girerek, bu ülkeleri sömürgeleştirmiş süreç içinde yeni tipte sömürgecilikle
kendilerine bağımlı ve bağlı hale getirerek yarı-sömürge haline getirmiştir.
Emperyalist niteliğe bürünen uluslararası kapitalizm
rekabetçi süreçte meta ihracı yaparken yeni süreçle birlikte sermaye ihracını
artırıp büyüterek kendilerine bağımlı, işbirlikçi komprador burjuva ve toprak
ağaları sınıfları yaratmıştır. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde doğal
ekonomileri yıkıma uğratıp feodalizmi çözülme sürecine sokarak komprador
nitelikte bağımlı bir kapitalizm geliştirmiştir. Bu süreç günümüze kadar acılı
ve sancılı bir şekilde sürmektedir.
Ülke, Osmanlı’nın son sürecinde daha fazla uluslararası
kapitalizme bağımlı hale geldi. Ancak ne Osmanlı sürecinde ne de Lozan
Anlaşması’yla birlikte yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’yle birlikte Türk
ulusunun dışında var olan ve yaşayan ulus ve azınlıkların sorunu çözülmeden
kalmıştır. Demokratik devrimini gerçekleştiremeyen Türk komprador burjuva
toprak ağaları sınıfı, tekçi hegemonyacı ve yayılmacı devlet anlayışıyla
birlikte çok uluslu heterojen toplumu tek uluslu homojen topluma dönüştürmeyi
hedef aldı.
“Tek devlet, tek millet, tek dil, tek vatan” doktrinini esas
alan Türk komprador burjuvazisi ve toprak ağaları; Ermenileri, Rumları,
Süryanileri, Ezidileri soykırıma uğratıp kitlesel tehcirle azınlık durumuna
düşürmüşlerdir. T.C. devleti, birkaç ulusun imha ve yok edilmesini
gerçekleştiren soykırımcı devlet unvanına sahip oldu. İlke kez Ermeni Soykırımı
ile jenosit kavramı T.C. devlet aklı ve eliyle dünya lügatine sokuldu. Soykırımdan sağ kalan Ermeni-Rum-Süryani halklar
zorla asimilasyonla Türkleştirilmeye ve İslamlaştırılmaya çalışılmaktadır.
Ezilen bağımlı ulusların kendi kaderlerini, kendilerinin
özgürce tayin etme hakkı vardır. Bu hakkın Lenin yoldaşın belirttiği gibi “Çoğu
kez yanlış yorumlara yol açan kendi kaderini tayin yerine gayet tam bir kavram
koyuyorum. Özgürce ayrılma hakkı” olarak görülüp anlaşılması gerekir. Hiçbir
şart ve koşula bağlı olmayan bu hak, temel özgürlük hakkıdır. Bu hakkın nasıl
ve hangi biçimde kullanılacağı kararı ezilen bağımlı uluslara aittir. Ezen
ulusun sınıf bilinçli proleterlerinin bu hakkın hangi şekilde nasıl
kullanılacağına dair alınacak karara müdahale etme hakkı yoktur.
Günümüz Türkiye'sinde özgürce ayrılma hakkından
bahsedildiğinde ezilen bağımlı ulus durumunda olan Kürt ulusundan
bahsedilmektedir. Kürt ulusunun en temel demokratik hakkını özgürce
kullanmasından, ayrı bir devlet kurma hakkından bahsediliyor demektir.
Kürt ulusunun varlığı hiçbir tartışmaya yer vermeyecek kadar
gerçektir. Ancak Kürt ulusunun varlığını ve özgürce ayrılma hakkını tanımakla
sınırlı bir sorumluluk taşınamaz. Kürt ulusuna yönelik her türlü baskı ve
saldırıya karşı tavır alınmalıdır. Kürt ulusuna yönelik her türlü zulüm ve
şiddet karşısında en ilerde durmak, direnmek ve savaşmak vazgeçilmez temel
devrimci görevlerdendir.
Kürdistan’ın ilhak ve işgali, Kürt ulusunun imha ve inkârı
karşısında ciddiyetle durmayan, en önde mücadele etmeyen, Kürtlerin özgürce
ayrılma hakkını içtenlikle savunmayan, bırakalım devrimci olmayı tutarlı bir
demokrat bile olamaz. Bugün Kemalizm ideolojisine, Türk ırkçılığına karşı
tutarlı ve kararlı bir duruş sergilenmeden, aktif bir mücadele yürütülmeden, ne
Kürt ulusuna yönelik imha ve inkâr saldırılarına karşı durulabilir ne de Kürt
ulusunun özgürce ayrılma hakkının kabulü savunulabilir.
Bugün mücadele edilmesi gereken milliyetçilik Mustafa Kemal
milliyetçiliğidir. Egemen ulusun egemen sınıflarının daimi ve vazgeçilmez
ideolojisi Kemalizm’dir. Bu ideolojiye karşı tutarlı ve kararlı mücadele
edilmeden egemen sınıflara karşı mücadele verilemez, demokratik halk devrimi
gerçekleştirilemez. Bu hak tutarlı bir şekilde savunulup, Türkiye halkına mal
edilme mücadelesi verilmezse, Kürt ulusundan proleterlerin, emekçilerin aynı
çatı altında ortak düşmana karşı mücadele vermesi beklenemez ve gerçekleşemez.
İki farklı ulus ve azınlıklardan oluşacak ortak mücadele fikri ve eylemi gerçek
anlamda oluşturulacak ve yaratılacak güven üzerinde olur. Güvenin çimentosu
özgürce ayrılma hakkının samimi ve tutarlı bir şekilde savunulması ve
içtenlikle uygulanması için büyük çabanın ortaya konmasıdır.
Tekçiliğin merkezi, Türkiye Cumhuriyeti devleti
“Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleket
sizindir. Türklerindir. Bu ülke, tarihte Türk’tü bugün de Türk’tür ve sonsuza
dek Türk olarak yaşayacaktır... Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakları
yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.’’ (M. Kemal)
“Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep
etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.’’ (İsmet
İnönü)
Türkiye Cumhuriyeti çok uluslu bir devlettir. Türkler egemen
ulustur. Günümüzde egemen Türk ulusunun dışında Kürt ulusu yaşamaktadır.
Çoğunluk Araplar ve Suriyeli göçmenler olmak üzere Çerkez, Arnavut, Boşnak,
Roman, Gürcü, Laz, Pomak milliyetinden topluluklar yaşamaktadır. Ermeni, Rum,
Süryani nüfusu oldukça azalmakla birlikte varlıklarını sürdürmektedirler.
Türkiye’de etnik kökeni ne olursa olsun herkes Türk kabul
edilmektedir. Anayasa’nın 3. Maddesi gereği “Türkiye devleti, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bir bütündür. Resmi dili Türkçedir.” Bu madde anayasanın
değişmeyen, değiştirilmesi yönünde teklif dahi sunulamayan maddelerinden
biridir. Farklı ulusal etnik inanç kimliğinin olmasının hiçbir anlamı ve önemi
yoktur. TC sınırları içinde yaşayan herkes Türk olarak görülüp kabul
edilmektedir. İtiraz ve reddetmek asla kabul edilemez. Yaşanması durumunda
bölücü damgasıyla damgalanır, terörist yaftasıyla sorgulanır ve en ağır şekilde
cezalandırılır. Hem yasal, hukuksal ve yargısal olarak Türklüğün esas alındığı,
her şeyin “Türklük Sözleşmesi”ne göre düzenlendiği ve şekillendiği Türkiye’de,
devletin yapılanması ve hukuk sisteminin işletilmesi, ırkçılık ve tekçilik
üzerine kurulmuştur.
Türkçü ırkçı TC’nin kuruluşundan itibaren Ermenilere,
Rumlara, Kürtlere karşı sistematik ve planlı bir şekilde katliam
gerçekleştirilmiştir. 24 Eylül 1925 tarihli “Şark Islahat Planı’’ adlı
kararname Kürtlere uygulanacak tedbirleri içeriyordu. Bu tedbirler Türkleştirme
politikasının bütünlüklü ve planlı bir yönelimi olarak belirlendi. Türkleştirme
imha ve inkâr politikası bir devlet politikası olarak ele alınıp uygulandı.
Türkiye bir halklar hapishanesi ve mezarlıklarıdır. T.C. devleti Kürdistan’ı
işgal ve ilhak ettiği gibi tüm ulusal haklarını da baskı ve zulümle gasp
etmiştir.
T.C. devleti, kuruluş aşaması ve sonrasında faşist Kemalist
ideolojiyle örgütlendiği gibi İslamiyet’i de bir devlet dini olarak kabul edip
benimsemiştir. İslamiyet bir devlet dini olarak kabul görüldüğü gibi bu dinin
korunması, yayılması ve pratikleştirilmesi sorununu bir devlet sorunu ve görevi
olarak kabul etmiştir. Her ne kadar “laik bir cumhuriyet” olarak kendini
göstermeye çalışsa da T.C. devleti, tekçilik üzerine kurulu “tek vatan, tek
bayrak, tek dil ve tek din’’ ilkeleri, ırkçı Turancı İslami faşist bir devlet
gerçekliğini göstermektedir.
Türkiye’de Türk ve İslam olmayanların mutlu ve huzurlu
yaşama, hatta çoğunlukla sadece yaşama hakkı da yoktur. Bu yüzden ulusal ve
azınlıklar sorununun çözümü, demokratik hakların elde edilmesi tamamen TC
devlet yapısının ve temellerinin köklü değişimiyle mümkündür. Bu da bir
demokratik halk devrim sorunudur.
Kürt ulusu
Kürtler, 1923 yılında Lozan Anlaşması’yla dört parçaya
bölündü. Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüşlüğü günümüze dek devam etmektedir.
Sömürge bir ülke olmaktan kurtulup yarı-sömürge statüsünü kabul etmeyi esas
alan Türk Müslüman komprador burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfı, İngiliz ve
Fransız emperyalistleriyle anlaşarak, onların destek ve onayını alarak ulus
devletin tek ve yegâne sahibi oldular.
Bir dizi vaat ve söyleme karşın Lozan Anlaşması’yla Kürtler
varoluş haklarını kaybettiği gibi topraklarının da bölünmesiyle ağır bir imha
ve inkâr politikasına maruz kaldılar. Dört parçaya bölünen Kürtler yaşadıkları
her parçada ciddi imha ve inkâr politikalarına maruz kaldılar. Boyunlarına ve
dillerine bağlanan asimilasyon zinciriyle Türkleştirilmeye çalışıldılar.
Koçgiri İsyanı
T.C. tarihi bir anlamıyla Kürt katliamlarıyla doludur.
Kürtlerin ilk büyük katliamı Koçgiri İsyanı’nı bastırmak ve kana boğmakla
başladı. Şubat 1921’de gerçekleşen isyan, Sivas’ın doğusunda bulunan Koçgiri
aşiretlerinin Kürt-Alevi halkının isyanıdır. Sivas-Erzincan’la sınırlı kalan
isyan Türk ordusu tarafından katliamla bastırılmıştır.
Bu süreçte M. Kemal bir yandan Kürt aşiretlerinin önde
gelenlerini kandırıp, kurulacak hükümette yer almalarını sağlamak için ikna
çabalarına girerken diğer yandan esas amacını uygulamak için zaman kazanmaya
çalışmaktır. Kürtleri hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakarak katliam ve
tehcire uğratmak için elinden gelen tüm kötülükleri Kürt Alevi halkına karşı
uygulamıştır.
Şeyh Sait İsyanı
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Kürtlere verdikleri
sözleri tutmadı. Kürtlerin varlığını ve özgürlüklerini yok sayarak görevine
başladı. İmha ve inkâr saldırılarını eksik etmedi. Kürtlerin direniş mayası,
yeni kurulan T.C. devletinin zulmü üzerinde yaratıldı.
Palu doğumlu olan, dini eğitimini Erzurum-Hınıs’ta
tamamlayan Şeyh Said, Nakşibendi tarikatının en saygın dini öncüsüydü. Toplum
içinde büyük bir otoritesi ve saygınlığı vardı. Hazırlıksız patlak veren
isyanın gerisinde Kürt Azadi Cemiyeti’nin çabaları gözden kaçırılamaz. Gizli
örgütlenen cemiyet her biri beşer kişiden olmak üzere çalışmalar yürütüyordu.
Cemiyetin başkanı Türk ordusunda görevli, rütbesi Albay olan Cibranlı Xalid Bey
idi. Şeyh Said, cemiyet üyelerinin kendisiyle yaptıkları görüşme sonunda Kürt
ayaklanmasını örgütlemeyi kabul eder. Gizli çalışma yürüten cemiyet üyelerinin
faaliyeti kısa sürede bazı aşiret liderleri tarafından Ankara Hükümetine
haberdar edilir.
Azadi cemiyetinin öncüsü olan Cibranlı Xalid Bey ve Yusuf
Ziya yakalanarak askeri mahkemede yargılanır. Cemiyetin öncülük görevini Şeyh
Said alır. Gerçekleştirilecek ayaklanmanın başlangıç tarihi 21 Mart 1925
(Newroz) öngörülür.
Ağırlıklı olarak Kürt-Zaza aşiretlerin destek verdiği ve
hazırlıksız patlak veren isyan kısa sürede Palu-Genç-Kiğı-Dicle
(Piran)-Lice-Hani-Çermik-Maden-Ergani başta olmak geniş bir alana yayılır.
Halkın ve aşiretlerin bir kısmının kendiliğinden katıldığı bu isyan kısa sürede
20 binlik bir askeri güce kavuşur.
Başına bin altın lira konulan Şeyh Said, en yakınlarından
biri olan Cibranlı Kasım’ın ihaneti sonucu Genç Ovası’nda askeri kuvvetlerce
etrafı sarılır. Kendisiyle birlikte isyanın diğer önderleri ise Murat Çayı
üzerindeki köprüde yakalanır.
29 Haziran 1925’te 47 arkadaşıyla birlikte İstiklal
Mahkemesi’nde idama çarptırılan Şey Said ertesi gün Diyarbakır Dağ Kapı
Meydanı’nda idam edilir. Son sözü “Kendimi milletimin yolunda feda ettiğime
hiçbir şekilde pişman değilim ilerde torunlarımız bizden dolayı düşman önünde
bizden utanç duymamaları yeterlidir. Mahşerde hesaplaşacağız’’ olur.
Dersim mebusu Hasan Hayri, M. Kemal’in yanında olur. Şeyh
Said Ayaklanması sırasında Dersim halkına sakin ve soğukkanlı olmaları için
mektuplar gönderir. Şey Said Ayaklanması’nın katliamcı devlet tarafından
kırılmasından sonra M. Kemal’in özel emriyle Hasan Hayri, kardeşinin oğluyla
birlikte tutuklanır.
Hasan Hayri, “Mustafa Kemal’in talimatıyla Kürtlerin
Türklerden ayrılmak istemediğini belirten telgrafı Lozan konferansına
çekiyordum’’ der. Buna rağmen idam edilir.
Ayaklanma başlar başlamaz TC, Kürdistan’ın on dört il ve
ilçesinde sıkıyönetim ilan eder. Hükümete geniş yetkiler vererek Takrir-i Sükûn
Kanunu çıkarılır. Dönemin Başbakanı olan İsmet İnönü’nün önerisiyle İstiklal
Mahkemeleri kurulur.
Kürt sorununun “çözümü”yle ilgili önlerine üç temel görev
koyan General Kemalettin Sami Paşa: Birinci olarak; ayaklanmaya karşı acımasız
ve kanlı bir bastırma gereklidir. İkinci olarak; Ayaklanmaya katılsın ya da
katılmasın bütün Kürtler silahsızlandırılacak. Üçüncü olarak; Kürtler ülkenin
diğer yörelerine çoğunluk oluşturmayacak şekilde dağıtılacak. Türkler ise
Kürtlerin yörelerine yerleştirilecek, planını devreye sokar.
İş başındaki Kemalist Hükümet bu üç imha ve yok etme planını
uygulamaya koyuldu. Bu politika günümüze dek geçerliliğini korumaktadır.
Ararat (Ağrı) İsyanı
1925 -1930 yılları arasında Ararat Dağı civarı ile İran
topraklarının bir kısmında meydana gelen Kürt ayaklanması 25 Eylül 1930’da Türk
ordusunun gerçekleştirdiği katliamla bastırıldı.
Ararat İsyanı’na Ermeniler ve Süryaniler de katılır. Ermeni
Taşnak örgütünün Ararat İsyanı’nın örgütlenmesinde ve finanse edilmesinde büyük
desteği oldu. İsyan, 16 Mayıs 1926’da Biroye Heske Teli’nin öncülüğünde
başladı. Modern bir siyasi örgütlenmenin öncülüğünde yürütülmüş ilk büyük
ayaklanmadır. İsyanın başında Kürt ulusunun birliğine dayanan bağımsız bir Kürt
devleti kurmayı amaçlayan Xoybun (Hoybun) örgütü bulunmaktaydı. Örgütün başkanı
Emir Celadet Bedirxan’dır. Taşnak örgütü, Xoybun’la ittifaka geçer.
Xoybun, Kürdistan’ı işgalcilerden kurtarıp ulusal bir Kürt
devleti kurmayı programına alır. Silaha siyaset kumanda eder. Bu ayaklanmada
ağa, şeyh, eşraf ve beyler geri planda kalırken eğitimli-donanımlı sivil, asker
ve aydınlar örgütün başında yer alır. Ve yine ilk defa askeri hiyerarşiye göre
örgütlenmeye gidilir. Üniformalı bir Kürt ordusu kurulur. Savaşçılar askeri
eğitim alır.
Askerlerin şapkalarının önünde Büyük Masis, Küçük Masis
dağlarının kabartma resimleri taşıyan metalden arma bulunur. Üniforma ve
armaları Ermeni ustalar yapar. İhsan Nuri Paşa Kürt ordusunun Genelkurmay
Başkanı olur. Ermeni Taşnak örgütünün öncülerinden Baron Vahan askeri konularda
danışmanlık yapar. Ararat (Ağrı) Savaş Konseyi isimli sivil örgüt, bir
parlamento niteliği görüyordu. Ararat Savaş Konseyi hakimiyetinin olduğu
bölgelere vali, kaymakam, nahiye müdürü atıyordu. Ağrı’da kurulan mahkemede
yargılama faaliyeti yürütülüyordu.
Kürtler, bu isyanla birlikte ilk kez gerilla tarzında
savaşır. Savaş olmadığı dönemde askerler köylerine dönüp üretime katılıyordu.
Halk ile askerler iç içe yaşıyordu. İsyana kadınların katılımı etkindi.
1926-27 yıllarında yaşanan çatışmalarda sonuç alamayan
devlet af çıkararak direnişi kırmak istedi. Çıkarılan genel affa Xoybun örgütü
çok sert yanıt verir. Ulusal nitelikli direniş örgütü devleti fazlasıyla
tedirgin ediyordu. İsyanın yaygınlaşması durumunda ülkenin bölünme korkusu
artıyordu. 28 Aralık 1929 tarihli bakanlar kurulu toplantısına M. Kemal
başkanlık eder. Dönemin Genelkurmay Başkanı olan Mareşal Fevzi Çakmak katıldığı
bu toplantıda Kürtlere yönelik genel bir saldırı kararı alınır.
Kürdistan’ın dört parçasına hakim olan devletlerin
(İran-Irak-Suriye) güçlerinin verdiği destekle 60 bin askerle geçilen saldırıda
80 keşif ve bombardıman uçağı harekete geçer. 2 Temmuz 1930’da büyük saldırı
başlatılır. Binlerce Kürt katledilir. Bölgedeki bütün köyler yakılır. 15 bin
kadar Kürt Zilan deresine doldurulur ve acımasızca katledilir.
Büyük katliam sonrası TC devletinin ideolojik saldırıları
başlar. “Türk eli büyüktür. Ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran
Türk’tür. Ve her yanı aydınlatan Türk’ün yüzüdür’’ denir. M. Kemal’in bu
sözleri ulus-devlet inşasının temel ilkesi olur. Cumhuriyet’in Türk kimliğinden
hareketle “Tek Millet-Tek Devlet-Tek Dil-Tek Bayrak’’ olarak savunulan tekçilik
anlayışı farklı ulus milliyet ve inançlara yaşam hakkının olmadığının ve asla
olamayacağının açık bir göstergesidir.
Zilan Katliamı
Van’ın Erciş ilçesine bağlı Zilan Deresi’nde 13 Temmuz
1930’da 44 köy yakıldı. Binlerce Kürt,
Kemalist Cumhuriyet’in soykırımcı ordusu tarafından katledildi. Ararat (Ağrı)
Ayaklanması sonrasında Zilan deresine sığınan on binlerce Kürt, soykırımcı Türk
ordusunun general ve askerleri tarafında vahşi bir şekilde katledildi. Hamile
kadınların karınları deşildi. Binlerce insan birbirlerine bağlanarak toplu
şekilde katledildi. Toplam 15 bine yakın Kürt yaşamını yitirdi.
Dersim Tertelesi
Irkçı ideolojiyle homojen bir Türkiye ulus-devlet yaratma
amacıyla 25 Haziran 1927’de kanun çıkarılır. Bu kanuna göre Umumi
Müfettişliklerin geniş yönetsel askeri ve yargısal yetkileri olacaktır. 25
Aralık 1935’te çıkarılan kanunla Dersim ismi değiştirilip Tunceli yapılır.
Kürdistan'ın 8 ilinde Elazığ merkezli 4. Genel Valilik kurulur. Valiliğin
başına Korgeneral Abdullah Alpdoğan atanır.
Bir “çıban başı” olarak tanımlanan ve mutlak suretle
koparılması gereken bir yara olarak görülen Dersim’de başlatılan askeri
operasyonlar sonucu on binlerce insan katledildi. Kadın çocuk yaşlı demeden
insanlar yakıldı. On binlercesi de sürgün edilerek asimilasyona ve özlerinden
kopartılıp yok olmaya doğru gönderildi.
Devletin temel paradigması olan ulus-devlet inşasını
güçlendirmek, cumhuriyetin merkezi otoritesini bölgede tesis etmek, fiili
özerkliğe ve olası bir uyanışa müdahale etmek için on binlerce suçsuz günahsız
insan en barbar yöntemlerle katledildi.
Dersim piri Seyid Rıza ve arkadaşları Elazığ’ın Buğday
Meydanı’nda idam edilir. İdam edilmeden önce tarihe geçecek şu sözleri söyler;
“Sizin yalanlarınızla baş edemedim bu bana dert oldu. Ben de size boyun eğmedim
bu da size dert olsun.’’
Kendilerini korumak öz kimlikleriyle özgürce yaşamak isteyen
Kızılbaş-Alevi Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri soykırım ve şiddetle gasp
edilir. İstem ve talepleri bastırılır. Sözüm ona bölgeyi eşkıyadan temizlemek,
Dersim’i yola getirmek için tüm Dersim halkını hedef alan bir imha ve tehcir
gerçekleştirilir. Bütün gerçekleşen soykırımlarda olduğu gibi devlet ağzıyla
ileri sürülen gerekçelerin hepsinin birer yalan olduğu açıktır.
Dersim soykırımı kanayan bir yara olarak günümüze dek
sürüyor. Yasaklı ülkenin yasaklı Dersim’i, aradan onlarca yıl geçse de
unutulmadan anılmaya devam ediyor.
Lozan Antlaşması devam ediyor!
Lozan Antlaşması, kapitalist-emperyalist devletlerin onay
verip varlığını kabul ettiği Türk ulus devletinin inşa temelidir. Aynı zamanda
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun atıldığı anlaşmadır. Bu antlaşmaya göre
Rumlar ve Ermeniler-Yahudiler azınlık olarak kabul edilirken Asuriler ve
Süryaniler azınlık haklarından bile yararlanamamışlardır.
Bu antlaşmaya göre Kürtler yok sayılmış ve varlıkları
görmezlikten gelinmiştir. Kürtlerin bugün yaşadıkları temel sorunları Lozan’la
birlikte daha ağır hale gelmiştir. Kemalistler, Kürtlerin temsilcisi olarak
Lozan görüşmelerine çağrılmalarına şiddetle karşı çıkmıştır. Lozan
görüşmelerine katılan dönemin başbakanı, Türk delegasyonun başı İsmet İnönü;
“Biz aynı zamanda Kürtleri de temsil ediyoruz. Kürtlerle Türkler kardeştir.
Kürtlerle Türkler arasında ayrım yoktur” diyerek bir yandan Kürtlerin temel haklarını
gasp etmiş bir yandan da sinsi bir şekilde sahtekarlıkla görüşmeye katılan
devletleri kandırmaya çalışmıştır.
Lozan’da yapılan görüşmelerde en ciddi sorun olarak
Kürtlerin varlığının yok sayılması ve Kürdistan’ın inkarı görülmektedir.
Kürtlerin doğrudan temsil edilmemeleri, emperyalistlerin Türk ulus-devletin
kurulması yönünde kararlarına baktığımızda, bu güçlerin tercihlerinin kimlerden
yana verdiklerini öğrenmek açısından kayda değerdir. Lozan görüşmelerinde
Kürtlerin temsilcisinin olmaması, Türk delegasyonu içinde yer alan Diyarbekir
Mebusu Zülfü Tigrel’in konuşma sırası kendisine geldiğinde “hastalanmış” olması
vb. “Osmanlı’da Oyun Bitmez” belirlenmesinin tipik bir örneğidir. Kürtlerin
göstermelik bir temsilcisine bile tahammül edilmemesi, Lozan Antlaşması’nın
Kürtler açısından ne kadar meşru ve adil olduğunu gösterir.
Usta siyasetçi, kurnaz diplomat İngiliz Dışişleri Bakanı
Lord Curzon’un Türklerin yalanlarına “kanmış” olması ayrı bir konudur.
Türkiye'den Lozan’a Kürtlerin ağzından “Biz Kürtler, Türklerden ayrılmıyoruz”
telgraflarının gönderilmesini de Osmanlı oyunlarının bir başka örneği olarak
okumak gerekir. Ki bu telgrafların çekilmesi de doğrudan Ankara Hükümeti
tarafından örgütlenmiştir.
Lozan Antlaşması yerine yeni bir antlaşma yapılmadığı sürece
bu antlaşmanın hüküm ve kararları devam etmektedir. Türkiye dışında antlaşmayı
imzalayan sekiz ülke vardır. İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Belçika,
Portekiz gibi sömürgeci kapitalist-emperyalist devletler başta olmak üzere
Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Sırp-Hırvat-Sloven cumhuriyet temsilcileri de
konferansta hazır bulunmuştur.
Bu antlaşma çok açık bir şekilde Kürtlerin ulus olarak yok
sayılması, Kürdistan’ın inkar edilmesidir. İradelerinin tanınmamasıdır. Dil ve
kültürlerinin yasaklanmasıdır. Kürt isminin bile geçmemesi antlaşmanın
niteliğini anlamak açısından önemlidir.
Lozan, savaş ve inkarla sürdürülen, 100 yıldır sonlanmayan
soykırımcı katliam ve inkarın sürdürülme kararına verilen onaydır. Lozan,
emperyalist kapitalist ülkelerin ve imhacı Türk devletinin gerçek yüzüdür. Yüz
yıldır değişen ve farklılaşan sadece zamandır. Irkçı milliyetçi Kemalist
ideoloji, soykırımcı devlet politikasının, Kürtlerin boynuna astığı kölelik
zincirleri daha da ağırlaşarak devam etmektedir.
Lozan Antlaşması 100. yılını tamamlamasına karşın
geçerliliğini sürdürmektedir. Lozan, belli bir süreyle sınırlanan bir antlaşma
değildir. Antlaşmayı imzalayan devletler imzalarını geri çekmediği sürece
mevcut dünya konjonktürü değişmediği, yeni bir düzenleme ve yapılanma
gerçekleşmedikçe bu türden antlaşmaların, üzerinden on yüz yıl geçse dahi
kendiliğinden sonlanacak bir antlaşma olmadığını anlamak görmek gerekir.
Lozan Antlaşması’nda azınlıkların haklarının korunmasıyla
ilgili maddelerin uygulanmadığı görülmektedir. Antlaşmaya imza atan devletler
bugüne kadar Türkiye’nin anlaşmaya aykırı uygulamalarını görmezlikten
gelmişlerdir. Çünkü çağımızda ve günümüzde yapılan uluslararası antlaşma ve
sözleşmelerde egemen yönetici sınıfların ve kesimlerin çıkarlarının savunulması
esas alınır. Her madde sömürücü egemen sınıfların çıkarlarının korunması ve
sahiplenilmesine göre düzenlenir. Ve yürürlüğe sokulur.
Lozan Antlaşması, Kürt ulusunun temel hak ve özgürlüklerinin
gaspı ve yok edilmesi olarak değerlendirilmelidir. Kürtlerin ülkesi
parçalanmış, iradesi kırılmak istenmiş, sözü yok sayılmış, kültürel haklarından
mahrum bırakılmıştır. İnkar ve imha politikası, her dönem sürecin özgünlüğüne
göre biçim ve şekil alarak yoğunluğu azalıp çoğalarak eksilmeden sürmüş ve
sürmeye devam etmektedir. Ortadoğu coğrafyasının kadim halklarından biri olan
Kürtler, tarihsel toprakları üzerinde ana dilini bile konuşma hakkına sahip
olmadan, baskı ve her türlü şiddetle köleleştirilmeye, yok edilmeye
çalışılmaktadır.
Sınırlı ve etki gücü dar bir alan olan, kısmi sonuç almaktan
öte hiçbir ağırlığı olmayan diplomatik ve uluslararası alanda mücadele yürütüp
hesap sorulabilir. Diplomatik mücadele ve bu yönde yürütülen çabaların, dünya
kapitalist sisteminin gerçek yüzünü açığa çıkarmak açısından belli önemi
vardır. Ancak gerçek hesaplar demokratik halk devrimiyle sorulur. Bu hesap,
ezilen dünya halklarının uyanışı ve birlikte ortak mücadele etmeleriyle
sorulur. Hak ve özgürlükler büyük bedelleri ödemeyi göze almadan elde edilemez.
Kazanılamaz.
Yüzyıllık tarihte değişen sadece zamandır
Yüz yıl önce Lozan Antlaşması sonrası emperyalist güçlerin
destek ve onayıyla bölgedeki sadık müttefikleri olan Ankara Hükümeti, 1925
yılında Kürt ulusal hareketini kanla bastırdı. Binlerce köy yakılıp yıkıldı.
Yaklaşık 800 kişi İstiklal Mahkemeleri’nde “vatan haini” olarak yargılandı ve
idama mahkum edildi. Binlerce Kürt sorgusuz sualsiz infaz edildi. İstiklal
mahkemeleri ve Takrir-i Sükûn kanunlarıyla Kürtler karanlığa mahkum edilip
dilleri zincirlenmek istendi.
1925 Şeyh Sait ve 47 arkadaşının idam edilmesiyle birlikte
Kemalist diktatörlük ırkçı şoven politikalarına daha sistemli bir şekilde devam
etti. Kemalistler, “Cumhuriyet’in asli unsuru Türk halkıdır’’ denerek farklı
ulustan insanlara nasıl baktığını, ne yapacağını açıkça göstermiş oldu. M.
Kemal sadece Kürt muhaliflerini imha ve baskıyla susturmadı. Kendisine rakip
olabilecek, ilerde muhalif olarak karşısına çıkacakları da tasfiye ederek, “tek
adam rejimi” kurmuş oldu.
Resmi ideoloji tarafından sahte tarih yazımına başlandı. Her
şeyin Türklerle başladığı, bütün dillerin Türkçe’den türediğini yazacak kadar
akıl tutulması yaşadılar. Irkçılık ve şovenizm şaha kalkmıştı. “Milli
mücadele”, “Türk ulusal kurtuluş savaşı’’ olarak adlandırılarak yedi düvele
karşı sahte kahramanlık türküsü söylemeye başladılar. Oysa “milli” denilen bu
mücadelede, sınırlı bir Türk-Yunan savaşının dışında bir güçle
karşılaşılmamıştır. Anlatılan ve yazılan tarihin önemli bir bölümü sahte bir
tarih yazımı olarak faşist diktatörlüğün utanç sayfalarında yer almıştır.
Bir yandan Ermeni ve Rum-Süryani soykırımı
gerçekleştirilirken diğer yandan Kürdistan’da Cumhuriyet tarihi boyunca “Umumi
Müfettişlikler”, “askeri yönetimler”, “Örfi idareler”, “sıkıyönetim ve
olağanüstü haller” dışında Kemalistler Türkiye'yi yönetememişlerdir. Baskı ve
zulmün her türlüsü, devlet şiddetinin her rengi uygulanmış ve halen günümüze
dek uygulanmaya devam etmektedir.
Çözüm yolu
Milliyeti, inancı ve kimliği ne olursa olsun işçiler
emekçiler ve tüm ezilenler soykırımcı faşist Türk devletine ve onun ırkçı şoven
ideolojisi olan Kemalizm’e karşı ortak bir sınıf savaşımı içinde yer alıp,
mücadelelerini ortak yürütmek zorundadır.
Demokratik halk devrimi her türlü zulmü, ayrımcılığı,
adaletsizliği ortadan kaldıracak; demokratikleşme ve her alanda özgürleşmenin
yolunu açıp temel hak ve özgürlükleri güvence altına alacaktır. Gönüllü birlik,
öncelikle zoraki birliğin parçalanmasıyla gerçekleşir.
Hiçbir ulusa ve dile imtiyaz ve ayrıcalık tanınmayacaktır.
Hiçbir ulusa ve azınlığa haksızlık yapılmayacak ve sınırlama getirilmeyecektir.
Sömürü ve zulümden kurtulma mücadelesi her alanda özgürlüğü sağlayarak, tüm
milliyetlerin nasıl hangi şekilde yaşayacaklarına dair yaşama kararını
kendileri verecektir. Faşist diktatörlük yıkılıp demokratikleşmenin tüm yolları
açılmadan özgürlük somut bir hakka dönüşemez.
Özgürce ayrılma hakkı temel bir haktır. Her türlü zulme
imtiyaz ve ayrıcalığa son. Bütün uluslara ve dillere tam hak eşitliği. Zorunlu
dil ve inanca hayır.
Başka bir özgürlük ve kurtuluş yolu yok, eğer o yol
proletarya önderliğinde gerçekleşecek bir devrimle gelişmiyorsa...
https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/turk-devletinin-kurulusundan-gunumuze-ulus-ve-azinliklara-uyguladigi-baski