25 Aralık 2023 Pazartesi

Türk Devletinin Kuruluşundan Günümüze Ulus ve Azınlıklara Uyguladığı Baskı


 

 Ülkemizde var olan ve yaşanan ulusal ve azınlıklar sorunun temelinde gerçekleşmemiş olan demokratik halk devrimi yatmaktadır. Demokratik halk devrimi gerçekleşmeden temel hak ve özgürlükler sorunun önemli parçası olan ulus ve azınlıklar sorunu asla çözüme kavuşamaz.

 

Ulus-devlet inşa süreci ve öncesinde bugünkü Türkiye topraklarında ulus olarak var olan, yaşayan Türk, Kürt, Ermeni ve Rumlardan oluşan dört ulus vardı. Ermeni ve Rum ulusu kitlesel sürgün ve soykırımla “hal olurken” geride kalan hala çözülemeyen Kürt ulusal sorunu ise “terör ve güvenlik sorunu” olarak ele alınıp katliam, sürgün ve inkarla çözülmeye çalışılmaktadır.

 

Ulus-devlet yaratma süreci tamamen Türk ulusunun ve egemen sınıf olan Türk Müslüman komprador burjuvazinin çıkar ve kazanımlarına göre kurulmuş, örgütlenip, şekillenmiştir. Bu gerçeklik günümüze dek devam etmektedir. Kapitalist-emperyalist dünya kendisine bağımlı ve bağlı işbirlikçi-komprador bürokrat burjuva ve toprak ağaları sınıfı ve onun egemen olduğu bir ulus devlet yaratmalıydı. Bu tercihlerini ne Ermeni-Rum burjuvazisinden ne de Kürt feodal-ağa ve beylerinden yana kullandılar. Osmanlı devlet geleneğini en iyi şekilde temsil eden ve yönetme erkini yüzyıllarca elinde bulundurarak sürdüren, uluslaşma sürecine öncelikle giren Türk ulusunun egemenleri, efendilerinin teveccühünü alarak bir ulus devlet kurdular. Geride kalan ve çözülemeyen sorunları ise Türk egemen aklı, çıkar ve hesaplarıyla çözmeye çalıştılar.

 

Bugün ülkemizde Türk ulusu da dahil olmak üzere hiçbir ulus ve azınlık gerçek anlamda özgür değildir. Ulusal ve azınlıklar sorunu gerçek anlamda çözülmüş ve sonuçlanmış değildir. “Türklük Sözleşmesi”ne göre yaratılan ve kurulan Türk-ulus devleti tartışmasız bir şekilde Türk ulusunun egemenliği üzerinde kurulmuştur. Vatanı, bayrağı, dili, dini tek olmak zorundadır. Türk olmayanların dışında herkes “Türklük Sözleşmesi”ne göre terbiye edilip eğitilmeli ve hizaya getirilmelidir. Kabul etmeyen, karşı çıkan herkes “terörle mücadele” kapsamında ele alınıp şiddetle, inkarla, asimilasyonla, azgın ırkçı saldırılarla “halledilmeliydiler.” Geleneksel Türk devlet aklı ve mantığı bu temeller üzerine inşa edilmiştir.

 

100 yıllık T.C. tarihinde ne demokrasi ne de buna bağlı olarak ulusal ve azınlıklar sorunu çözülmüştür. Ülkemizde demokratikleşme sorunu bütünüyle köklü ve radikal bir şekilde mevcut sömürü egemen sınıfların alt edilmesine, yerine bütün ulus ve azınlıkların, inançların temsilcilerinden oluşacak devrimci bir yönetimin gelmesine bağlıdır.

 

Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini büyütmek, geliştirmek sınıf mücadelesi ve bilinci açısından önemlidir. Sağlam bir sınıf bilinci kazanılmalı ve hak alma mücadelesi temel sorumluluk haline getirilmelidir. Sağlam ve güçlü mevziler elde edip, demokratik halk devriminin yolunu açıp, geliştirmek hak ve özgürlükler mücadelesini büyütmek önemli bir yerde durmaktadır. Ve oldukça değerlidir. Ancak unutmamak gerekir ki tüm hak, adalet ve özgürlükler mücadelesi, gerçek anlamda demokratik halk devrimiyle sonuçlanmadıkça kazanılacak ve elde edilecek hiçbir kazanımın, güvence altında kalması beklenmemelidir.

 

Bugün emek ve temel hak ve özgürlükler mücadelesiyle, sömürü ve zulümden kurtulma savaşımı her zamandan daha fazla iç içe geçmiş ve bütünleşmiştir. İşçi sınıfının ve emekçilerin her türlü sömürü ve baskıdan kurtulma mücadelesiyle ulusların, azınlıkların ve farklı inanç ve cinsiyetlerin mücadelesi her zamandan daha fazla iç içe geçip ortaklaşmıştır. Birinin mücadelesi diğerinin mücadelesine ve başarısına bağlıdır.

 

 

 

Ulus nedir, azınlıklar nedir?

 

Ulus, bir ırk, bir araya tesadüfen toplanmış istikrarsız insan topluluğu değildir. Ulus, kapitalizmin şafağında ortaya çıkan dil, toprak, iktisadi yaşam ve kültür birliğinin olduğu, ortak ruhi şekillenmenin yaratıldığı istikrarlı bir topluluktur. Ulus, kapitalizmin yükselme ve gelişme sürecinde ortaya çıktı.

 

“Batı”da feodalizmin tasfiyesi, ortak bir pazar bütünlüğü yaratılma sürecinde, ulusal baskıların olmadığı, bağımsız ulus devletler kurulurken, Doğu’da uluslaşma ve ulus-devlet kurma süreci oldukça sancılı ve baskıcı gelişmiştir. Ekonomik-politik-kültürel alanda gelişip güç kazanan burjuvazi ve sahip olduğu ulus, süreç içinde uluslaşma sürecini tamamlayarak diğer zayıf ve geri ulusları kendi devlet çatısı altında toplayarak ulusal baskının temelini teşkil eden çok uluslu devletler oluşturmuşlardır.

 

Türkiye’de çok uluslu bir devlettir. Uluslaşma sürecini ve ulus devlet kurma koşul ve olanaklarını emperyalist kapitalist ülkelerin destek, onay ve rızasını alarak gerçekleştirmiştir. Bugün Türkiye’de Kürt ulusuna ve azınlıklara yönelik baskı uygulayan Türk egemen sınıfları, diğer ulus ve azınlıkların özgürce gelişiminin önündeki en büyük engeldir. Ezen ulus egemenleri olan Türk komprador burjuva ve toprak ağaları sınıfı ezilen bağımlı ulus olan Kürtlerin hakkından gelebilmek için her yolu denemektedir. Kürtlerin dilini, kültürünü yasaklayıp köleleştirmektedir. Bunun yetmediği durumlarda soykırım ve katliamlara girişmekte, kitlesel sürgünlere uğratmaktadır. Türk devletinin tarihi sayısız soykırım, katliam, sürgün ve inkara tanıktır. 

 

Ülkemizde ulusal sorunun çözümü, ulusal baskıya karşı mücadele, aynı zamanda emperyalizme karşı mücadele sorununun bir parçası haline gelmiştir. Ezilen ulusun ezen ulusa karşı mücadelesi demokratik bir muhteva taşır. Ezilen Kürt ulusunun öncülerinin ezen sömüren Türk komprador burjuvazisine karşı savaşımında; sınıf bilinçli proleterler, her zaman ve her durumda herkesten daha kararlı olarak bu ulusal özgürlük savaşımını, “özgürce ayrılma hakkı”nı kayıtsız şartsız tanımalı ve savunmalıdır.  Çünkü biz Lenin yoldaşın belirttiği gibi “zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız.” Onun devrimci perspektifini kuşanmak, belirttiği yolda yürümek gibi yüksek sorumluluğumuz ve devrimci görevlerimiz vardır.

 

 

 

Azınlık nedir, kime denir?

 

Azınlık ne demektir? Ulus olma niteliğini kazanamamış ya da kaybetmiş olan topluluklara denir. Nüfus olarak çoğunluk değil azınlık durumunda olan halklara denir. Türkiye’de Ermeniler-Rumlar-Süryaniler-Ezidiler ulus olma niteliğini kaybetmiş, nüfus olarak azınlık durumuna düşmüşlerdir.

 

Sınıf bilinçli proleterler ulusal ve azınlıklar sorununa nüfus temelli bir bakış açısıyla bakmayı reddederler. Soruna azınlık ve çoğunluk meselesi olarak değil temel hak ve özgürlüklere sahip olup olmamak temelinde bakarlar.

 

Türkiye’de Türkler-Kürtler nüfus olarak çoğunluktadır. Bu ulusların temel hak ve özgürlükleri neyse diğer milliyetlerden emekçilerin de aynı hak ve özgürlüklere sahip olmalarını savunmak doğru ve devrimci olan tutumdur. Sorun özgürlükler ve haklar sorunudur. Bunlara sahip olup olamama sorunudur.

 

Sınıf bilinçli proleter, burjuva ve küçük burjuvaların baktığı yerden soruna yaklaşıp, bakmazlar. Özgürlük ve haklar sorunlarına ilişkin sınıfsal temelde bakar ve çözüm aramaya çalışırlar.

 

Bugün sınıf bilinçli proleterler tüm ulus ve azınlıklar için “Tam hak eşitliği ve Tam özgürlük” ilkesini savunurlar. Kırıntı halinde ya da parçalı değil “Tam Hak Eşitliği’’ ilkesini esas alır.

 

 

 

Özgürce Ayrılma Hakkı

 

Sınıf bilinçli proleterler, ezilen bağımlı ulusların hak ve özgürlüklerini kendi ellerine almaları için özgürce ayrılma ve kaderlerini belirleme haklarının yegâne formülasyonu olan “Özgürce Ayrılma Hakkı”nı savunur.

 

Halen kanayan bir yara olan Kürt ulusal sorunu Türkiye'nin başlıca sorunlarından biri olarak varlığını sürdürmektedir. Kürtler, 1923 Lozan Anlaşması’yla birlikte temel hakları ellerinden zorla alınarak ülkeleri ise dört parçaya bölünmüştür.

 

Toprakları işgal ve soykırımla ilhak edilen, pazarları gasp edilen, dilleri yasaklanıp kültürleri zincire vurulan, ulusal kimliklerini ifade etme hakkına bile sahip olmayan, inkâr ve imha silahıyla köleleştirilmek istenen, asimilasyonun her türlü sinsi uygulamasına maruz kalan Kürtlerin ulusal sorununun çözümü, demokratik halk devriminin gerçekleşmesine bağlıdır. Bunun dışında sunulan tüm çözüm öneri ve tercihleri köleliğin başka bir biçimde devam etmesi demektir.

 

19. yüzyıl sonlarında 20. yüzyıl başlarında ulus gerçekliğine kavuşan Kürtler; 29 Ekim 1923’te tüm hakları ellerinden alınıp gasp edilerek, ulusal baskı altına alınmıştır. “Türklük Sözleşmesi”ni esas alan Türk komprador burjuvazi ve toprak ağaları sınıfı günümüz koşullarında Kürtlere yönelik en ağır baskı ve şiddeti yaşatmaktadır. TC’nin kuruluş tarihinden itibaren Kürtler sistematik olarak kitlesel katliamlara zoraki tehcirlere kültürel soykırımlar maruz kaldı. İnkar ve imhadan kurtulamadı.

 

Dünyada birkaç sayılı ulusun dışında çözülmeyen ulusal sorun kalmamıştır. Kürt ulusu Türkiye ve Ortadoğu’nun çözülmeyen, kangren haline gelmiş ciddi toplumsal sorunudur.

 

Emperyalizm ve proleter devrim çağından önce burjuvazinin ilerici rol oynadığı süreçte Avrupa başta olmak üzere bir dizi ülkede burjuvazi yanına aldığı sınıf ve kesimlerle birlikte devrimler gerçekleştirerek, feodal sistemi tasfiye etmiştir. Her ülkenin gerçekliğine uygun olarak ulusal sorunlar çözüme kavuşturularak ulus-devletler inşa edilmiştir. Bu önemli tarihsel gelişim adımları 1789-1871 sürecinde burjuvazinin önderliğinde atılmıştır. Ancak ilerleyen süreçte burjuvazi ilerici rolünü bir kenara bırakarak, statükocu-gerici karakterini alarak gelişim ve değişimin önünde durmuştur. Gerek tekelci karakteri öncesi gerek tekelleştiği süreçte burjuvazi diğer kıtalara açılarak henüz kapitalizmin gelişim süreçlerini tamamlamamış ülkelere girerek, bu ülkeleri sömürgeleştirmiş süreç içinde yeni tipte sömürgecilikle kendilerine bağımlı ve bağlı hale getirerek yarı-sömürge haline getirmiştir.

 

Emperyalist niteliğe bürünen uluslararası kapitalizm rekabetçi süreçte meta ihracı yaparken yeni süreçle birlikte sermaye ihracını artırıp büyüterek kendilerine bağımlı, işbirlikçi komprador burjuva ve toprak ağaları sınıfları yaratmıştır. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde doğal ekonomileri yıkıma uğratıp feodalizmi çözülme sürecine sokarak komprador nitelikte bağımlı bir kapitalizm geliştirmiştir. Bu süreç günümüze kadar acılı ve sancılı bir şekilde sürmektedir.

 

Ülke, Osmanlı’nın son sürecinde daha fazla uluslararası kapitalizme bağımlı hale geldi. Ancak ne Osmanlı sürecinde ne de Lozan Anlaşması’yla birlikte yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’yle birlikte Türk ulusunun dışında var olan ve yaşayan ulus ve azınlıkların sorunu çözülmeden kalmıştır. Demokratik devrimini gerçekleştiremeyen Türk komprador burjuva toprak ağaları sınıfı, tekçi hegemonyacı ve yayılmacı devlet anlayışıyla birlikte çok uluslu heterojen toplumu tek uluslu homojen topluma dönüştürmeyi hedef aldı.

 

“Tek devlet, tek millet, tek dil, tek vatan” doktrinini esas alan Türk komprador burjuvazisi ve toprak ağaları; Ermenileri, Rumları, Süryanileri, Ezidileri soykırıma uğratıp kitlesel tehcirle azınlık durumuna düşürmüşlerdir. T.C. devleti, birkaç ulusun imha ve yok edilmesini gerçekleştiren soykırımcı devlet unvanına sahip oldu. İlke kez Ermeni Soykırımı ile jenosit kavramı T.C. devlet aklı ve eliyle dünya lügatine sokuldu.  Soykırımdan sağ kalan Ermeni-Rum-Süryani halklar zorla asimilasyonla Türkleştirilmeye ve İslamlaştırılmaya çalışılmaktadır.

 

Ezilen bağımlı ulusların kendi kaderlerini, kendilerinin özgürce tayin etme hakkı vardır. Bu hakkın Lenin yoldaşın belirttiği gibi “Çoğu kez yanlış yorumlara yol açan kendi kaderini tayin yerine gayet tam bir kavram koyuyorum. Özgürce ayrılma hakkı” olarak görülüp anlaşılması gerekir. Hiçbir şart ve koşula bağlı olmayan bu hak, temel özgürlük hakkıdır. Bu hakkın nasıl ve hangi biçimde kullanılacağı kararı ezilen bağımlı uluslara aittir. Ezen ulusun sınıf bilinçli proleterlerinin bu hakkın hangi şekilde nasıl kullanılacağına dair alınacak karara müdahale etme hakkı yoktur.

 

Günümüz Türkiye'sinde özgürce ayrılma hakkından bahsedildiğinde ezilen bağımlı ulus durumunda olan Kürt ulusundan bahsedilmektedir. Kürt ulusunun en temel demokratik hakkını özgürce kullanmasından, ayrı bir devlet kurma hakkından bahsediliyor demektir.

 

Kürt ulusunun varlığı hiçbir tartışmaya yer vermeyecek kadar gerçektir. Ancak Kürt ulusunun varlığını ve özgürce ayrılma hakkını tanımakla sınırlı bir sorumluluk taşınamaz. Kürt ulusuna yönelik her türlü baskı ve saldırıya karşı tavır alınmalıdır. Kürt ulusuna yönelik her türlü zulüm ve şiddet karşısında en ilerde durmak, direnmek ve savaşmak vazgeçilmez temel devrimci görevlerdendir.

 

Kürdistan’ın ilhak ve işgali, Kürt ulusunun imha ve inkârı karşısında ciddiyetle durmayan, en önde mücadele etmeyen, Kürtlerin özgürce ayrılma hakkını içtenlikle savunmayan, bırakalım devrimci olmayı tutarlı bir demokrat bile olamaz. Bugün Kemalizm ideolojisine, Türk ırkçılığına karşı tutarlı ve kararlı bir duruş sergilenmeden, aktif bir mücadele yürütülmeden, ne Kürt ulusuna yönelik imha ve inkâr saldırılarına karşı durulabilir ne de Kürt ulusunun özgürce ayrılma hakkının kabulü savunulabilir.

 

Bugün mücadele edilmesi gereken milliyetçilik Mustafa Kemal milliyetçiliğidir. Egemen ulusun egemen sınıflarının daimi ve vazgeçilmez ideolojisi Kemalizm’dir. Bu ideolojiye karşı tutarlı ve kararlı mücadele edilmeden egemen sınıflara karşı mücadele verilemez, demokratik halk devrimi gerçekleştirilemez. Bu hak tutarlı bir şekilde savunulup, Türkiye halkına mal edilme mücadelesi verilmezse, Kürt ulusundan proleterlerin, emekçilerin aynı çatı altında ortak düşmana karşı mücadele vermesi beklenemez ve gerçekleşemez. İki farklı ulus ve azınlıklardan oluşacak ortak mücadele fikri ve eylemi gerçek anlamda oluşturulacak ve yaratılacak güven üzerinde olur. Güvenin çimentosu özgürce ayrılma hakkının samimi ve tutarlı bir şekilde savunulması ve içtenlikle uygulanması için büyük çabanın ortaya konmasıdır.

 

 

 

Tekçiliğin merkezi, Türkiye Cumhuriyeti devleti

 

“Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleket sizindir. Türklerindir. Bu ülke, tarihte Türk’tü bugün de Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır... Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakları yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.’’ (M. Kemal)

 

“Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.’’ (İsmet İnönü)

 

Türkiye Cumhuriyeti çok uluslu bir devlettir. Türkler egemen ulustur. Günümüzde egemen Türk ulusunun dışında Kürt ulusu yaşamaktadır. Çoğunluk Araplar ve Suriyeli göçmenler olmak üzere Çerkez, Arnavut, Boşnak, Roman, Gürcü, Laz, Pomak milliyetinden topluluklar yaşamaktadır. Ermeni, Rum, Süryani nüfusu oldukça azalmakla birlikte varlıklarını sürdürmektedirler.

 

Türkiye’de etnik kökeni ne olursa olsun herkes Türk kabul edilmektedir. Anayasa’nın 3. Maddesi gereği “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Resmi dili Türkçedir.” Bu madde anayasanın değişmeyen, değiştirilmesi yönünde teklif dahi sunulamayan maddelerinden biridir. Farklı ulusal etnik inanç kimliğinin olmasının hiçbir anlamı ve önemi yoktur. TC sınırları içinde yaşayan herkes Türk olarak görülüp kabul edilmektedir. İtiraz ve reddetmek asla kabul edilemez. Yaşanması durumunda bölücü damgasıyla damgalanır, terörist yaftasıyla sorgulanır ve en ağır şekilde cezalandırılır. Hem yasal, hukuksal ve yargısal olarak Türklüğün esas alındığı, her şeyin “Türklük Sözleşmesi”ne göre düzenlendiği ve şekillendiği Türkiye’de, devletin yapılanması ve hukuk sisteminin işletilmesi, ırkçılık ve tekçilik üzerine kurulmuştur.

 

Türkçü ırkçı TC’nin kuruluşundan itibaren Ermenilere, Rumlara, Kürtlere karşı sistematik ve planlı bir şekilde katliam gerçekleştirilmiştir. 24 Eylül 1925 tarihli “Şark Islahat Planı’’ adlı kararname Kürtlere uygulanacak tedbirleri içeriyordu. Bu tedbirler Türkleştirme politikasının bütünlüklü ve planlı bir yönelimi olarak belirlendi. Türkleştirme imha ve inkâr politikası bir devlet politikası olarak ele alınıp uygulandı. Türkiye bir halklar hapishanesi ve mezarlıklarıdır. T.C. devleti Kürdistan’ı işgal ve ilhak ettiği gibi tüm ulusal haklarını da baskı ve zulümle gasp etmiştir.

 

T.C. devleti, kuruluş aşaması ve sonrasında faşist Kemalist ideolojiyle örgütlendiği gibi İslamiyet’i de bir devlet dini olarak kabul edip benimsemiştir. İslamiyet bir devlet dini olarak kabul görüldüğü gibi bu dinin korunması, yayılması ve pratikleştirilmesi sorununu bir devlet sorunu ve görevi olarak kabul etmiştir. Her ne kadar “laik bir cumhuriyet” olarak kendini göstermeye çalışsa da T.C. devleti, tekçilik üzerine kurulu “tek vatan, tek bayrak, tek dil ve tek din’’ ilkeleri, ırkçı Turancı İslami faşist bir devlet gerçekliğini göstermektedir.

 

Türkiye’de Türk ve İslam olmayanların mutlu ve huzurlu yaşama, hatta çoğunlukla sadece yaşama hakkı da yoktur. Bu yüzden ulusal ve azınlıklar sorununun çözümü, demokratik hakların elde edilmesi tamamen TC devlet yapısının ve temellerinin köklü değişimiyle mümkündür. Bu da bir demokratik halk devrim sorunudur.

 

 

 

Kürt ulusu

 

Kürtler, 1923 yılında Lozan Anlaşması’yla dört parçaya bölündü. Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüşlüğü günümüze dek devam etmektedir. Sömürge bir ülke olmaktan kurtulup yarı-sömürge statüsünü kabul etmeyi esas alan Türk Müslüman komprador burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfı, İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle anlaşarak, onların destek ve onayını alarak ulus devletin tek ve yegâne sahibi oldular.

 

Bir dizi vaat ve söyleme karşın Lozan Anlaşması’yla Kürtler varoluş haklarını kaybettiği gibi topraklarının da bölünmesiyle ağır bir imha ve inkâr politikasına maruz kaldılar. Dört parçaya bölünen Kürtler yaşadıkları her parçada ciddi imha ve inkâr politikalarına maruz kaldılar. Boyunlarına ve dillerine bağlanan asimilasyon zinciriyle Türkleştirilmeye çalışıldılar.

 

 

 

Koçgiri İsyanı

 

T.C. tarihi bir anlamıyla Kürt katliamlarıyla doludur. Kürtlerin ilk büyük katliamı Koçgiri İsyanı’nı bastırmak ve kana boğmakla başladı. Şubat 1921’de gerçekleşen isyan, Sivas’ın doğusunda bulunan Koçgiri aşiretlerinin Kürt-Alevi halkının isyanıdır. Sivas-Erzincan’la sınırlı kalan isyan Türk ordusu tarafından katliamla bastırılmıştır.

 

Bu süreçte M. Kemal bir yandan Kürt aşiretlerinin önde gelenlerini kandırıp, kurulacak hükümette yer almalarını sağlamak için ikna çabalarına girerken diğer yandan esas amacını uygulamak için zaman kazanmaya çalışmaktır. Kürtleri hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakarak katliam ve tehcire uğratmak için elinden gelen tüm kötülükleri Kürt Alevi halkına karşı uygulamıştır.

 

 

 

Şeyh Sait İsyanı

 

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Kürtlere verdikleri sözleri tutmadı. Kürtlerin varlığını ve özgürlüklerini yok sayarak görevine başladı. İmha ve inkâr saldırılarını eksik etmedi. Kürtlerin direniş mayası, yeni kurulan T.C. devletinin zulmü üzerinde yaratıldı.

 

Palu doğumlu olan, dini eğitimini Erzurum-Hınıs’ta tamamlayan Şeyh Said, Nakşibendi tarikatının en saygın dini öncüsüydü. Toplum içinde büyük bir otoritesi ve saygınlığı vardı. Hazırlıksız patlak veren isyanın gerisinde Kürt Azadi Cemiyeti’nin çabaları gözden kaçırılamaz. Gizli örgütlenen cemiyet her biri beşer kişiden olmak üzere çalışmalar yürütüyordu. Cemiyetin başkanı Türk ordusunda görevli, rütbesi Albay olan Cibranlı Xalid Bey idi. Şeyh Said, cemiyet üyelerinin kendisiyle yaptıkları görüşme sonunda Kürt ayaklanmasını örgütlemeyi kabul eder. Gizli çalışma yürüten cemiyet üyelerinin faaliyeti kısa sürede bazı aşiret liderleri tarafından Ankara Hükümetine haberdar edilir.

 

Azadi cemiyetinin öncüsü olan Cibranlı Xalid Bey ve Yusuf Ziya yakalanarak askeri mahkemede yargılanır. Cemiyetin öncülük görevini Şeyh Said alır. Gerçekleştirilecek ayaklanmanın başlangıç tarihi 21 Mart 1925 (Newroz) öngörülür. 

 

Ağırlıklı olarak Kürt-Zaza aşiretlerin destek verdiği ve hazırlıksız patlak veren isyan kısa sürede Palu-Genç-Kiğı-Dicle (Piran)-Lice-Hani-Çermik-Maden-Ergani başta olmak geniş bir alana yayılır. Halkın ve aşiretlerin bir kısmının kendiliğinden katıldığı bu isyan kısa sürede 20 binlik bir askeri güce kavuşur.

 

Başına bin altın lira konulan Şeyh Said, en yakınlarından biri olan Cibranlı Kasım’ın ihaneti sonucu Genç Ovası’nda askeri kuvvetlerce etrafı sarılır. Kendisiyle birlikte isyanın diğer önderleri ise Murat Çayı üzerindeki köprüde yakalanır.

 

29 Haziran 1925’te 47 arkadaşıyla birlikte İstiklal Mahkemesi’nde idama çarptırılan Şey Said ertesi gün Diyarbakır Dağ Kapı Meydanı’nda idam edilir. Son sözü “Kendimi milletimin yolunda feda ettiğime hiçbir şekilde pişman değilim ilerde torunlarımız bizden dolayı düşman önünde bizden utanç duymamaları yeterlidir. Mahşerde hesaplaşacağız’’ olur.

 

Dersim mebusu Hasan Hayri, M. Kemal’in yanında olur. Şeyh Said Ayaklanması sırasında Dersim halkına sakin ve soğukkanlı olmaları için mektuplar gönderir. Şey Said Ayaklanması’nın katliamcı devlet tarafından kırılmasından sonra M. Kemal’in özel emriyle Hasan Hayri, kardeşinin oğluyla birlikte tutuklanır. 

 

Hasan Hayri, “Mustafa Kemal’in talimatıyla Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediğini belirten telgrafı Lozan konferansına çekiyordum’’ der. Buna rağmen idam edilir. 

 

Ayaklanma başlar başlamaz TC, Kürdistan’ın on dört il ve ilçesinde sıkıyönetim ilan eder. Hükümete geniş yetkiler vererek Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılır. Dönemin Başbakanı olan İsmet İnönü’nün önerisiyle İstiklal Mahkemeleri kurulur.

 

Kürt sorununun “çözümü”yle ilgili önlerine üç temel görev koyan General Kemalettin Sami Paşa: Birinci olarak; ayaklanmaya karşı acımasız ve kanlı bir bastırma gereklidir. İkinci olarak; Ayaklanmaya katılsın ya da katılmasın bütün Kürtler silahsızlandırılacak. Üçüncü olarak; Kürtler ülkenin diğer yörelerine çoğunluk oluşturmayacak şekilde dağıtılacak. Türkler ise Kürtlerin yörelerine yerleştirilecek, planını devreye sokar.

 

İş başındaki Kemalist Hükümet bu üç imha ve yok etme planını uygulamaya koyuldu. Bu politika günümüze dek geçerliliğini korumaktadır.

 

 

 

Ararat (Ağrı) İsyanı

 

1925 -1930 yılları arasında Ararat Dağı civarı ile İran topraklarının bir kısmında meydana gelen Kürt ayaklanması 25 Eylül 1930’da Türk ordusunun gerçekleştirdiği katliamla bastırıldı.

 

Ararat İsyanı’na Ermeniler ve Süryaniler de katılır. Ermeni Taşnak örgütünün Ararat İsyanı’nın örgütlenmesinde ve finanse edilmesinde büyük desteği oldu. İsyan, 16 Mayıs 1926’da Biroye Heske Teli’nin öncülüğünde başladı. Modern bir siyasi örgütlenmenin öncülüğünde yürütülmüş ilk büyük ayaklanmadır. İsyanın başında Kürt ulusunun birliğine dayanan bağımsız bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan Xoybun (Hoybun) örgütü bulunmaktaydı. Örgütün başkanı Emir Celadet Bedirxan’dır. Taşnak örgütü, Xoybun’la ittifaka geçer.

 

Xoybun, Kürdistan’ı işgalcilerden kurtarıp ulusal bir Kürt devleti kurmayı programına alır. Silaha siyaset kumanda eder. Bu ayaklanmada ağa, şeyh, eşraf ve beyler geri planda kalırken eğitimli-donanımlı sivil, asker ve aydınlar örgütün başında yer alır. Ve yine ilk defa askeri hiyerarşiye göre örgütlenmeye gidilir. Üniformalı bir Kürt ordusu kurulur. Savaşçılar askeri eğitim alır.

 

Askerlerin şapkalarının önünde Büyük Masis, Küçük Masis dağlarının kabartma resimleri taşıyan metalden arma bulunur. Üniforma ve armaları Ermeni ustalar yapar. İhsan Nuri Paşa Kürt ordusunun Genelkurmay Başkanı olur. Ermeni Taşnak örgütünün öncülerinden Baron Vahan askeri konularda danışmanlık yapar. Ararat (Ağrı) Savaş Konseyi isimli sivil örgüt, bir parlamento niteliği görüyordu. Ararat Savaş Konseyi hakimiyetinin olduğu bölgelere vali, kaymakam, nahiye müdürü atıyordu. Ağrı’da kurulan mahkemede yargılama faaliyeti yürütülüyordu.

 

Kürtler, bu isyanla birlikte ilk kez gerilla tarzında savaşır. Savaş olmadığı dönemde askerler köylerine dönüp üretime katılıyordu. Halk ile askerler iç içe yaşıyordu. İsyana kadınların katılımı etkindi.

 

1926-27 yıllarında yaşanan çatışmalarda sonuç alamayan devlet af çıkararak direnişi kırmak istedi. Çıkarılan genel affa Xoybun örgütü çok sert yanıt verir. Ulusal nitelikli direniş örgütü devleti fazlasıyla tedirgin ediyordu. İsyanın yaygınlaşması durumunda ülkenin bölünme korkusu artıyordu. 28 Aralık 1929 tarihli bakanlar kurulu toplantısına M. Kemal başkanlık eder. Dönemin Genelkurmay Başkanı olan Mareşal Fevzi Çakmak katıldığı bu toplantıda Kürtlere yönelik genel bir saldırı kararı alınır.

 

Kürdistan’ın dört parçasına hakim olan devletlerin (İran-Irak-Suriye) güçlerinin verdiği destekle 60 bin askerle geçilen saldırıda 80 keşif ve bombardıman uçağı harekete geçer. 2 Temmuz 1930’da büyük saldırı başlatılır. Binlerce Kürt katledilir. Bölgedeki bütün köyler yakılır. 15 bin kadar Kürt Zilan deresine doldurulur ve acımasızca katledilir.       

 

Büyük katliam sonrası TC devletinin ideolojik saldırıları başlar. “Türk eli büyüktür. Ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür. Ve her yanı aydınlatan Türk’ün yüzüdür’’ denir. M. Kemal’in bu sözleri ulus-devlet inşasının temel ilkesi olur. Cumhuriyet’in Türk kimliğinden hareketle “Tek Millet-Tek Devlet-Tek Dil-Tek Bayrak’’ olarak savunulan tekçilik anlayışı farklı ulus milliyet ve inançlara yaşam hakkının olmadığının ve asla olamayacağının açık bir göstergesidir.

 

 

 

Zilan Katliamı

 

Van’ın Erciş ilçesine bağlı Zilan Deresi’nde 13 Temmuz 1930’da 44 köy yakıldı.  Binlerce Kürt, Kemalist Cumhuriyet’in soykırımcı ordusu tarafından katledildi. Ararat (Ağrı) Ayaklanması sonrasında Zilan deresine sığınan on binlerce Kürt, soykırımcı Türk ordusunun general ve askerleri tarafında vahşi bir şekilde katledildi. Hamile kadınların karınları deşildi. Binlerce insan birbirlerine bağlanarak toplu şekilde katledildi. Toplam 15 bine yakın Kürt yaşamını yitirdi.

 

 

 

Dersim Tertelesi

 

Irkçı ideolojiyle homojen bir Türkiye ulus-devlet yaratma amacıyla 25 Haziran 1927’de kanun çıkarılır. Bu kanuna göre Umumi Müfettişliklerin geniş yönetsel askeri ve yargısal yetkileri olacaktır. 25 Aralık 1935’te çıkarılan kanunla Dersim ismi değiştirilip Tunceli yapılır. Kürdistan'ın 8 ilinde Elazığ merkezli 4. Genel Valilik kurulur. Valiliğin başına Korgeneral Abdullah Alpdoğan atanır.

 

Bir “çıban başı” olarak tanımlanan ve mutlak suretle koparılması gereken bir yara olarak görülen Dersim’de başlatılan askeri operasyonlar sonucu on binlerce insan katledildi. Kadın çocuk yaşlı demeden insanlar yakıldı. On binlercesi de sürgün edilerek asimilasyona ve özlerinden kopartılıp yok olmaya doğru gönderildi.

 

Devletin temel paradigması olan ulus-devlet inşasını güçlendirmek, cumhuriyetin merkezi otoritesini bölgede tesis etmek, fiili özerkliğe ve olası bir uyanışa müdahale etmek için on binlerce suçsuz günahsız insan en barbar yöntemlerle katledildi.

 

Dersim piri Seyid Rıza ve arkadaşları Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda idam edilir. İdam edilmeden önce tarihe geçecek şu sözleri söyler; “Sizin yalanlarınızla baş edemedim bu bana dert oldu. Ben de size boyun eğmedim bu da size dert olsun.’’

 

Kendilerini korumak öz kimlikleriyle özgürce yaşamak isteyen Kızılbaş-Alevi Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri soykırım ve şiddetle gasp edilir. İstem ve talepleri bastırılır. Sözüm ona bölgeyi eşkıyadan temizlemek, Dersim’i yola getirmek için tüm Dersim halkını hedef alan bir imha ve tehcir gerçekleştirilir. Bütün gerçekleşen soykırımlarda olduğu gibi devlet ağzıyla ileri sürülen gerekçelerin hepsinin birer yalan olduğu açıktır.

 

Dersim soykırımı kanayan bir yara olarak günümüze dek sürüyor. Yasaklı ülkenin yasaklı Dersim’i, aradan onlarca yıl geçse de unutulmadan anılmaya devam ediyor.

 

 

 

Lozan Antlaşması devam ediyor!

 

Lozan Antlaşması, kapitalist-emperyalist devletlerin onay verip varlığını kabul ettiği Türk ulus devletinin inşa temelidir. Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun atıldığı anlaşmadır. Bu antlaşmaya göre Rumlar ve Ermeniler-Yahudiler azınlık olarak kabul edilirken Asuriler ve Süryaniler azınlık haklarından bile yararlanamamışlardır.

 

Bu antlaşmaya göre Kürtler yok sayılmış ve varlıkları görmezlikten gelinmiştir. Kürtlerin bugün yaşadıkları temel sorunları Lozan’la birlikte daha ağır hale gelmiştir. Kemalistler, Kürtlerin temsilcisi olarak Lozan görüşmelerine çağrılmalarına şiddetle karşı çıkmıştır. Lozan görüşmelerine katılan dönemin başbakanı, Türk delegasyonun başı İsmet İnönü; “Biz aynı zamanda Kürtleri de temsil ediyoruz. Kürtlerle Türkler kardeştir. Kürtlerle Türkler arasında ayrım yoktur” diyerek bir yandan Kürtlerin temel haklarını gasp etmiş bir yandan da sinsi bir şekilde sahtekarlıkla görüşmeye katılan devletleri kandırmaya çalışmıştır.

 

Lozan’da yapılan görüşmelerde en ciddi sorun olarak Kürtlerin varlığının yok sayılması ve Kürdistan’ın inkarı görülmektedir. Kürtlerin doğrudan temsil edilmemeleri, emperyalistlerin Türk ulus-devletin kurulması yönünde kararlarına baktığımızda, bu güçlerin tercihlerinin kimlerden yana verdiklerini öğrenmek açısından kayda değerdir. Lozan görüşmelerinde Kürtlerin temsilcisinin olmaması, Türk delegasyonu içinde yer alan Diyarbekir Mebusu Zülfü Tigrel’in konuşma sırası kendisine geldiğinde “hastalanmış” olması vb. “Osmanlı’da Oyun Bitmez” belirlenmesinin tipik bir örneğidir. Kürtlerin göstermelik bir temsilcisine bile tahammül edilmemesi, Lozan Antlaşması’nın Kürtler açısından ne kadar meşru ve adil olduğunu gösterir.  

 

Usta siyasetçi, kurnaz diplomat İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un Türklerin yalanlarına “kanmış” olması ayrı bir konudur. Türkiye'den Lozan’a Kürtlerin ağzından “Biz Kürtler, Türklerden ayrılmıyoruz” telgraflarının gönderilmesini de Osmanlı oyunlarının bir başka örneği olarak okumak gerekir. Ki bu telgrafların çekilmesi de doğrudan Ankara Hükümeti tarafından örgütlenmiştir.

 

Lozan Antlaşması yerine yeni bir antlaşma yapılmadığı sürece bu antlaşmanın hüküm ve kararları devam etmektedir. Türkiye dışında antlaşmayı imzalayan sekiz ülke vardır. İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Belçika, Portekiz gibi sömürgeci kapitalist-emperyalist devletler başta olmak üzere Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Sırp-Hırvat-Sloven cumhuriyet temsilcileri de konferansta hazır bulunmuştur.

 

Bu antlaşma çok açık bir şekilde Kürtlerin ulus olarak yok sayılması, Kürdistan’ın inkar edilmesidir. İradelerinin tanınmamasıdır. Dil ve kültürlerinin yasaklanmasıdır. Kürt isminin bile geçmemesi antlaşmanın niteliğini anlamak açısından önemlidir.

 

Lozan, savaş ve inkarla sürdürülen, 100 yıldır sonlanmayan soykırımcı katliam ve inkarın sürdürülme kararına verilen onaydır. Lozan, emperyalist kapitalist ülkelerin ve imhacı Türk devletinin gerçek yüzüdür. Yüz yıldır değişen ve farklılaşan sadece zamandır. Irkçı milliyetçi Kemalist ideoloji, soykırımcı devlet politikasının, Kürtlerin boynuna astığı kölelik zincirleri daha da ağırlaşarak devam etmektedir.

 

Lozan Antlaşması 100. yılını tamamlamasına karşın geçerliliğini sürdürmektedir. Lozan, belli bir süreyle sınırlanan bir antlaşma değildir. Antlaşmayı imzalayan devletler imzalarını geri çekmediği sürece mevcut dünya konjonktürü değişmediği, yeni bir düzenleme ve yapılanma gerçekleşmedikçe bu türden antlaşmaların, üzerinden on yüz yıl geçse dahi kendiliğinden sonlanacak bir antlaşma olmadığını anlamak görmek gerekir.

 

Lozan Antlaşması’nda azınlıkların haklarının korunmasıyla ilgili maddelerin uygulanmadığı görülmektedir. Antlaşmaya imza atan devletler bugüne kadar Türkiye’nin anlaşmaya aykırı uygulamalarını görmezlikten gelmişlerdir. Çünkü çağımızda ve günümüzde yapılan uluslararası antlaşma ve sözleşmelerde egemen yönetici sınıfların ve kesimlerin çıkarlarının savunulması esas alınır. Her madde sömürücü egemen sınıfların çıkarlarının korunması ve sahiplenilmesine göre düzenlenir. Ve yürürlüğe sokulur.

 

Lozan Antlaşması, Kürt ulusunun temel hak ve özgürlüklerinin gaspı ve yok edilmesi olarak değerlendirilmelidir. Kürtlerin ülkesi parçalanmış, iradesi kırılmak istenmiş, sözü yok sayılmış, kültürel haklarından mahrum bırakılmıştır. İnkar ve imha politikası, her dönem sürecin özgünlüğüne göre biçim ve şekil alarak yoğunluğu azalıp çoğalarak eksilmeden sürmüş ve sürmeye devam etmektedir. Ortadoğu coğrafyasının kadim halklarından biri olan Kürtler, tarihsel toprakları üzerinde ana dilini bile konuşma hakkına sahip olmadan, baskı ve her türlü şiddetle köleleştirilmeye, yok edilmeye çalışılmaktadır.

 

Sınırlı ve etki gücü dar bir alan olan, kısmi sonuç almaktan öte hiçbir ağırlığı olmayan diplomatik ve uluslararası alanda mücadele yürütüp hesap sorulabilir. Diplomatik mücadele ve bu yönde yürütülen çabaların, dünya kapitalist sisteminin gerçek yüzünü açığa çıkarmak açısından belli önemi vardır. Ancak gerçek hesaplar demokratik halk devrimiyle sorulur. Bu hesap, ezilen dünya halklarının uyanışı ve birlikte ortak mücadele etmeleriyle sorulur. Hak ve özgürlükler büyük bedelleri ödemeyi göze almadan elde edilemez. Kazanılamaz.

 

 

 

Yüzyıllık tarihte değişen sadece zamandır

 

Yüz yıl önce Lozan Antlaşması sonrası emperyalist güçlerin destek ve onayıyla bölgedeki sadık müttefikleri olan Ankara Hükümeti, 1925 yılında Kürt ulusal hareketini kanla bastırdı. Binlerce köy yakılıp yıkıldı. Yaklaşık 800 kişi İstiklal Mahkemeleri’nde “vatan haini” olarak yargılandı ve idama mahkum edildi. Binlerce Kürt sorgusuz sualsiz infaz edildi. İstiklal mahkemeleri ve Takrir-i Sükûn kanunlarıyla Kürtler karanlığa mahkum edilip dilleri zincirlenmek istendi.

 

1925 Şeyh Sait ve 47 arkadaşının idam edilmesiyle birlikte Kemalist diktatörlük ırkçı şoven politikalarına daha sistemli bir şekilde devam etti. Kemalistler, “Cumhuriyet’in asli unsuru Türk halkıdır’’ denerek farklı ulustan insanlara nasıl baktığını, ne yapacağını açıkça göstermiş oldu. M. Kemal sadece Kürt muhaliflerini imha ve baskıyla susturmadı. Kendisine rakip olabilecek, ilerde muhalif olarak karşısına çıkacakları da tasfiye ederek, “tek adam rejimi” kurmuş oldu.

 

Resmi ideoloji tarafından sahte tarih yazımına başlandı. Her şeyin Türklerle başladığı, bütün dillerin Türkçe’den türediğini yazacak kadar akıl tutulması yaşadılar. Irkçılık ve şovenizm şaha kalkmıştı. “Milli mücadele”, “Türk ulusal kurtuluş savaşı’’ olarak adlandırılarak yedi düvele karşı sahte kahramanlık türküsü söylemeye başladılar. Oysa “milli” denilen bu mücadelede, sınırlı bir Türk-Yunan savaşının dışında bir güçle karşılaşılmamıştır. Anlatılan ve yazılan tarihin önemli bir bölümü sahte bir tarih yazımı olarak faşist diktatörlüğün utanç sayfalarında yer almıştır.

 

Bir yandan Ermeni ve Rum-Süryani soykırımı gerçekleştirilirken diğer yandan Kürdistan’da Cumhuriyet tarihi boyunca “Umumi Müfettişlikler”, “askeri yönetimler”, “Örfi idareler”, “sıkıyönetim ve olağanüstü haller” dışında Kemalistler Türkiye'yi yönetememişlerdir. Baskı ve zulmün her türlüsü, devlet şiddetinin her rengi uygulanmış ve halen günümüze dek uygulanmaya devam etmektedir.

 

 

 

Çözüm yolu

 

Milliyeti, inancı ve kimliği ne olursa olsun işçiler emekçiler ve tüm ezilenler soykırımcı faşist Türk devletine ve onun ırkçı şoven ideolojisi olan Kemalizm’e karşı ortak bir sınıf savaşımı içinde yer alıp, mücadelelerini ortak yürütmek zorundadır.

 

Demokratik halk devrimi her türlü zulmü, ayrımcılığı, adaletsizliği ortadan kaldıracak; demokratikleşme ve her alanda özgürleşmenin yolunu açıp temel hak ve özgürlükleri güvence altına alacaktır. Gönüllü birlik, öncelikle zoraki birliğin parçalanmasıyla gerçekleşir.

 

Hiçbir ulusa ve dile imtiyaz ve ayrıcalık tanınmayacaktır. Hiçbir ulusa ve azınlığa haksızlık yapılmayacak ve sınırlama getirilmeyecektir. Sömürü ve zulümden kurtulma mücadelesi her alanda özgürlüğü sağlayarak, tüm milliyetlerin nasıl hangi şekilde yaşayacaklarına dair yaşama kararını kendileri verecektir. Faşist diktatörlük yıkılıp demokratikleşmenin tüm yolları açılmadan özgürlük somut bir hakka dönüşemez.

 

Özgürce ayrılma hakkı temel bir haktır. Her türlü zulme imtiyaz ve ayrıcalığa son. Bütün uluslara ve dillere tam hak eşitliği. Zorunlu dil ve inanca hayır.

 

Başka bir özgürlük ve kurtuluş yolu yok, eğer o yol proletarya önderliğinde gerçekleşecek bir devrimle gelişmiyorsa...

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/turk-devletinin-kurulusundan-gunumuze-ulus-ve-azinliklara-uyguladigi-baski

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)