23 Kasım 2022 Çarşamba

M.ORUÇOĞLU’NDA ANARŞİZAN VE REVİZYONİST GÖRÜŞLERİ DEĞERLENDİRME…


 

Yıllar önce kaleme aldığım bir makalenin başlığı aynen şöyleydi. “Oruçoğlu Proletaryayı silahsızlandırmaya devam ediyor!”

Aradan geçen tüm bu koca zaman dilimi içerisinde de Sayın Oruçoğlu maalesef ki bu tutumunu sürdüre geldi.

“Mao Zedung Değerlendirmeleri Üzerine” isimli üç ciltten oluşan kitaplarıma bakabilir.

https://drive.google.com/file/d/1xPpqwO2ajsBuUvyff9XKNy1ZsTa04Vy6/view

 M.ORUÇOĞLU’NDA BOY VEREN ANARŞİZAN VE REVİZYONİST KARAKTERLİ KİMİ GÖRÜŞLER ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME…

 

 

Halil Gündoğan….15 Ocak 2016

Politik aklın eleştirisi...

Bilenler bilir Sayın Oruçoğlu Halkın Günlüğü gazetesinde “Antagonizma” ismiyle tanımlamayı tercih ettiği köşesinde çeşitli konular/meselelere dair görüş ve düşünsel eğilimlerini paylaşır okuruyla.

 

Sanırım tıpkı benim gibi ilgi ve de dikkatle takip edenleri de bir hayli fazladır. Gerek anlatım tarzı, dili ve gerekse ele alıp paylaştığı konular itibariyle bu ilgiyi hak ettiğini de düşünenlerdenim. Yani kanaatimce, insanlarımızın Sayın Oruçoğlu’na ilgi ve sevgisi sadece TKP/ML’nin kurucu önderlerinden birisi olması ve hâlâ da davaya hizmet etme sevdasını sürdürüyor olmasından ötürü değildir.

 

 

Keza yine bilenler bilir ki, ideolojik duruşu itibariyle Sayın Oruçoğlu, özellikle de son çeyrek asırda, Marksizm -Leninizm’in kimi temel ilkesel sorunlarında ciddi boyutlara uzanan kırılmalar sergileye gelmiştir.Nitekim Oruçoğlu’nda ki bu savruluşlar kimilerince “Yeni tarz revizyonizm”[1] ve keza kimilerince de anarşizan eğilimler olarak karşılanıp yorumlanmaktadır.

 

 

 

Elbette kendisine ilişkin bu tarz değerlendirmeler yapıldığını biliyor da. Yazılarında yer yer açıktan, çoğu kez de satır aralarında değinir de bu tür eleştirilere.

 

Galiba bu türden satır arası ‘savunuların artık yeterli gelmediğine hükmetmiş olmalı ki, ideolojik duruşunun tam olarak neye tekabül ettiğini daha etraflıca ve daha doğrudan ortaya koyma ihtiyacı duymuş.

 

Adı da geçen gazetenin 16-31 Aralık 2015 tarihli 113. Sayısındaki Antagonizmanın konu başlığı aynen şöyle: “Beni Anarşistlerden ve yirminci yüz yıl devrimlerinden ayıran bazı noktalar.”!

 

Oruçoğlu bu yazısında her ne kadar da,

 

 1-) “Kapitalist egemenlik aygıtlarının Paris Komününde ve onu izleyen 20. Yüzyıl işçi devrimlerinde olduğu gibi dipten tepeye doğru, devrimci kitle hareketleriyle parçalanması ve komününün, sadece Paris Komününde olduğu gibi dipten tepeye doğru inşası. (…)” yani “(…) tabanda, taban tarafında konulan, tüm devlet görevlerinin tabana, komünlere devredildiği, halkın genel silahlanmasına ve doğrudan seferberliğine dayanan bir Komün Cumhuriyeti, devlet ile devletsizlik arası bir geçiş devleti, devletsiz bir devlettir” diyerek açılmadığı ve;

 “Yeni bir şey savunmadığımı söylemeliyim.”

Vurgusuyla, kendisinin yapmaya çalıştığının sadece ve sadece; “ (…) Marks, Engels ve Lenin’ in, Paris Komünü tecrübesinden doğan, ama teorilerinde hakim hale gelmeyen bir görüşün, hakim hale getirilmesinden ibaret “ olduğunu dile getiriyorsa da; ve

 

 

 

2-) Her ne kadarda “birçok insan benim Anarşizme kaydığımı sanıyor” olmasını da tamamen yukarıdaki görüşlerin aksi görüşlerini teoriye hâkim kılan “Yirminci Yüz Yıl Devrimleri” olarak ta andığı “eski komünist” görüşlere karşı çıkması üzerinden izah ediliyorsa da;

 

[Ki, aynen şöyle dile getirmekte, “Eski komünist görüş, aygıtı, tepeden tabana doğru, merkezi, militer, bürokratik bir devrim devleti olarak kuruyor (…) ]; aslında besbelli ki sorun hiçte bu kadar basit ve yüzeysel değildir.

 

 Çünkü her şeyden önce Oruçoğlu’nun buradaki duruşu ve takınmayı yeğlediği tutumu Marksizm-Leninizm teorisi karşısında sakat ve zorlama bir öznel’ci bir özellik arz etmektedir. Amiyane tabiriyle Oruçoğlu burada alenen ‘yamuk yapmaktadır.

 

 Çünkü “20 yy. devrimleri” dediği (ki bunlar bildiğimiz Rusya, Çin, Doğu Avrupa, Balkanlar, Vietnam ve Küba devrimleridir.)

 

 Zorunlu tarihi koşulların ürünleri oldukları yadsınamaz olan devrimin gerçekleşmesi korunması ve sosyalist inşanın yürütülebilmesinin verili somut süreçteki politikaları anlamındaki devrim teorisinin Marks, Engels ve Lenin’in Paris Komünü deneyiminden de yararlanarak sentezlenmiş olan Oruçoğlu’nun da yukarıda öne çıkardığı Marksizm teorisinin öngörmüş olduğu perspektif yerine geçildiğini/ikame edildiğini ve bu anlamıyla da Marksizm’in özünden sapılmış olduğunu ileri sürmüş oluyor ki; bu başlı başına yanlış ve esasen de Troçkizan referanslı bir sorgulayış ve savruluş olur.

 

 Neden böyledir peki? Çünkü akıl-izan ve de vicdan sahibi her sorgulayıcı beyin rahatlıkla teslim eder ki ‘20. Yy devrimleri teorisi’ hiç ama hiçbir şekilde Sayın Oruçoğlu’nun iddia ettiği gibi “komünist görüş” olarak Marks, Engels ve Lenin tarafından oluşturulmuş olan devrim ve devlet/proletarya diktatörlüğü teorisinin yerine “aygıtı tepeden, tabana doğru, merkezi, militer, bürokratik bir devrim devleti” /bir ‘proletarya diktatörlüğü tarzı bir sisteminin gerçekleşmesi gerektiğini öngörmemiştir.

 

 Yapılanın tamamı, sadece ve sadece, teoride öngörülen sistem modelinin, devrimin gerçekleştiği ülkenin verili koşullarında hemen ve doğrudan yaşama geçirilmesinin mümkün olmamasından hareketle, devrimi sürdürmeyi ve sosyalist inşayı görece daha alt evreli özgün geçiş modelleri ve geçici araç, aygıt ve ‘hal çareleri’ üzerinden sürdürme politikası izlemelerinden ibarettir. Yani bu tıpkı nesnel koşulların doğrudan sosyalist devrime ve sosyalist cumhuriyete imkân sunmadığı durumlarda örneğin devrimci işçi- köylü veya halk veya yeni demokratik devrim ve iktidar biçimlerinin yaşanmasının öngörülüyor olmasında olduğu gibi; strateji ve ana yönelimin sadece ve sadece verili şart koşullarına uyarlanmış olmasından ibarettir. Ve bu aleni gerçekliğe rağmen Sayın Oruçoğlu’nun bunun üzerinden böyle kolaylıkla atlayıvermesi ve ötesine de geçip, gerçekçi olmayan zorlama ve kolaycı ithamlarda bulunması, gayet tabii ki birileri tarafından sorgulanacak ve karşılık verilecektir.

Doğrudan demokrasinin, yani iktidarın taban örgütlülüğü ve inisiyatifi üzerinden kurgulanmasının bir ifadesi ve özgün modellerinin biri olan Sovyetler iktidarını öngören ve “bütün iktidar Sovyetlere!” karakteristik temel şiarı ile ekim devrimi startını veren, aleni ve net bir teorik berraklıkla proletarya diktatörlüğü devlet modelinin “devletsiz devlet “ tarzında alacağı, düzenli ordu ve geniş bürokratik yönetim aygıtlarının olmayacağı, en üst devlet görevlilerinin maaşlarının standart işçi maaşını geçmeyeceği, devlet görevlilerinin seçimle belirleneceğini ve yine seçilenlerin iradesiyle azledilebilecekleri keza komünist partisinin rolünün sınıfa önderlik etmekten öteye geçmeyeceği vs. vs.yi öngörüyorken; örneğin ne veya neler olmuştu da ve hangi “öngörülemeyen koşullar ”la karşı karşıya kalınmıştı da, teoride öngörülen perspektifin yerine daha farklı ve de sıkı bir sınırlayıcılık ve kontrolle denetim altında tutulamadığı taktirde sistemi içten bozguna uğratacak özelliklere sahip daha farklı tarz ve modellere başvurmak zorunda kalınmıştı!

 Hakikaten devrim önderliği bir zorunlulukla mı karşı karşıya kalmıştı, yoksa işin kolayına kaçmayı mı yeğlemişti? Ya da zor olanı yapmada sebat göstermeyip, kolay yoldan teoriye sırtını dönüp, revizyona mı başvurmuştu?

 

 Keza sorun örneğin ‘NEP’ gibi geçici hal çareleri olarak öngörülen ‘güçlü-merkezi düzenli ordu’, ‘katı merkeziyetçi yönetim modeli’, ‘Fordist çalışma sistemi ’ve ‘teşvik primleri’, ‘Komünist Partisini rolü ’nün ve inisiyatifinin ‘iktidar organı olan Sovyetlerin önüne geçirilmesi’ vb. gibi daha pek çok ‘kitap dışı’ politikalar nasıl olmuştu da ‘geçici hal çareleri’ olmaktan çıkıp basbayağısından ‘olağanlaşarak’, kalıcı tarzlar olarak yerleşmişlerdi?

 

 Bütün bu’ sonuçlarda dönemin önderi KP’nin ve KP’nin önder kadrolarının yaklaşım-tutum ve savunularının rol ve etkisinin ne olduğunu sorgulanarak sonuçlar çıkarmak ayrı bir şeydir; Sayın Oruçoğlu’nun malum ithamlı tutumuyla sergilemiş olduğu yaklaşım ve duruş, her haldeki bambaşka bir şeydir. Sanırım bu noktanın altını kalınca çizmekte de fayda var.

 

 Oruçoğlu’nun sorun somutundaki, meseleyi ele alış ve sorgulayış tarzı her şeyden önce diyalektik ve öznel olarak da tarihsel materyalist perspektifle ciddi şekilde problemlidir. Bariz öznelci bir tutumdur öne çıkan. Bunun ardında, geçmiş dönemde soyunduğu ‘Maoizm teorisi’ icat etme gayretinin sürüklemiş olduğu güçlü bir Stalin alerjisinin yaratmış olduğu dinamik bir bilinçaltı marifetinin rol oynadığını da illaki kayda geçirmek gerekiyor diye düşünüyorum.

 

 Ancak Sayın Oruçoğlu’nu belli yönleriyle ve kimi konularda ciddi şekilde revizyonizmle buluşturan esas belirleyici unsur, hiç kuşku yok ki, “Leninist sınıf mücadelesi”yle (bilerek veya bilmeyerek)arasına koyduğu mesafedir! Altı önemle ve kalınca çizilmesi gereken bir diğer nokta da budur.

 

 

Oruçoğlu gerek devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi sürecinde ama esasen de devrim sonrası, komünizm ereğiyle sosyalist inşa sürecinin başarıyla örgütlenip tamamlanabilmesi sürecinde sorunu Marksist Sınıf mücadelesi teorisi ekseninde ele almayarak, zaten Marksizm-Leninizm sürecinden esasen kopmuş oluyor.

 

 Ve kendisini belli yönleriyle anarşizme ve anılan konu başlıklarında ciddi şekilde de revizyonizme vardıran belirleyici esas unsurun bu olduğunun bir kez daha önemle altını çizmekte fayda var.

 

 Fakat galiba kendisi bunun pek de farkında değil gibi! Saf saf kalkmış anarşizmle arasındaki temel ayrım noktasının şu olduğunu dile getiriyor: Güya onlar “daha bugünden, örgütün, hiyerarşinin ve biçimi ne olursa olsun devletin olmadığı bir sistemden söz ediyorlarmış. Kendisiyle “(…) lağvedilen devletin yerine neyin konulacağı konusunda Anarşizmle aynı görüşte değilmiş.” “Ben” diyor; “bir komün cumhuriyetinden söz ediyorum. Merkezi ordusu ve bürokrasisi olmayan, komünlerin ortak sorunlarını tartışan ve komünlerin arasında koordineyi sağlayan, dengesizliği kaldırmaya hizmet eden komün cumhuriyeti parlamentosundan, devletsiz bir geçiş devletinden söz ediyorum” diyor.

 

 Anarşistler ile kendisi arasındaki temel farkın, onların ‘daha bugünden ’her türlü örgüt ve örgütlü mücadele ve inşayı yadsıyor oluşuyla izah eden Oruçoğlu, aslında bununla fena halde bir yanılsama oluşturuyor. Çünkü gerek devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi ve gerekse sosyalist inşa sürecinin tamamlanarak komünizme uzanılması evresine ilişkin öngörüleriyle, anarşistler ile arasında var olduğunu ifade ettiği o ‘temel farkın aslında hiç de öyle esasa ilişkin belirleyici bir fark olmadığını bizzat kendisi ortaya koymuş oluyor. Aralarındaki fark olsa olsa, kendisinin; “Anarşizmin envaı çeşit biçimleri, türleri var” dediği türden, bir başka anarşizan perspektif farkı olabilir, anacak ki;

 

 Çünkü Sayın Oruçoğlu devrim öncesi ve sonrası süreçlere ilişkin olarak sorunu Marksist perspektifin olmazsa olmazı olan sınıflar ve sınıf mücadelesi yasaları gereğince ele almıyor, ortaya koyduğu yaklaşım bütünlüğü içinde devrimin örgütlenmesi, gerçekleştirilmesi ve sosyalist inşanın başarı ile tamamlanarak komünizme varılmasına, örgütleri üzerinden/onlar aracılığı ile önderlik etmesi ve motor güç rolü oynaması gereken proletaryanın esamesi dahi okunmuyor!

 

 Öte yandan Oruçoğlu’nun yaklaşım bütünlüğünde toplum, devrim öncesinde, iktidarda bulunan bir avuç egemen sınıf ile çıkar çelişkileri olmayan yekpare bir zümre olan halktan/ezilenlerden ibaretken; devrim sonrasında ise, sınıf ve sınıfsal farklılıkları bulunmayan ve kendiliğinde bir yönelişle (âdete içgüdüsel olarak) ‘komünal yaşam’a odaklanmış ve yine ortak bir ‘ülkü’ olarak ‘devletsiz devlet’ bir özellik taşıyan ‘geçici devletli evreyi de tamamlayarak ‘devletsiz sisteme, yani klasik anarşizmin öngörmüş olduğu tarzda her türden örgütlü-hiyerarşik yapılanma aygıtlarını da tasfiye eden “örgütsüz toplum ”evresine varmayı hedeflemiş, çıkar çelişkilerinden azade, sınıfsız-zümresiz bir halk söz konusu olsa gerek ki; devrim öncesi sürece ilişkin: “(…) devrim sürecinde, şartlara bağlı olarak ortaya çıkabilecek örgüt, mücadele ve şiddet biçimlerini( gerilla şiddeti, kitle ve komün şiddeti vb.) reddetmiyorum.(…)”şeklinde dile getirmiş olduğu bu yaklaşımında da rahatlıkla görülebileceği gibi,devrime sınıfın ( proletaryanın elbette) önderliğini şart koşmayan ve buna bağlı olarak da doğallığıyla sınıfın örgütlü önderliğinin/KP örgütlülüğü ve önderliğinin iradi olarak oluşturulması ve konumlandırılmasını, sınıf mücadelesinin başarıyla gelişip hedefine varabilmesini zorunlu bir gereği olarak ortaya koymayan (ki bu nokta Marksizm ile revizyonizm arasındaki en ince sınırlardan birisidir ); ama ‘şartlara bağlı olarak ortaya çıkabilecek’ olası direniş ve diğer her türlü mücadele organizasyonlarını da reddetmediğini ama devrim sonrasında, “ Komün cumhuriyetinin kuruluşuyla birlikte, komünler hariç, tüm örgütlerin kayıtsız şartsız lağvedilmesini savunuyorum.” (abç) diyor/diyebiliyor.

 

 Rahatlıkla görülüp teslim edileceği üzere, Sayın Oruçoğlu, gerek devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi ve gerek korunup, komünizm hedefine doğru kararlıca ve kesintisizce, emin adımlarla ilerletilebilmesini de içeren tüm bu zorlu sınıf mücadelesi sürecini, örgütlü sınıfların iradi (kıran kırana) mücadele sahası olarak ele almıyor. Böyle tanımlamıyor.

 

 Farklı toplumsal kesim ve sınıflar arasındaki politik, iktisadi, askeri ve kültürel daha mücadelelerinin her birinin aslında kendi egemenliklerini sağlama, çıkar ve avantajlarını koruma ve geliştirme, karşısındaki güçlerin egemenlik sahalarını daraltma ve mümkünse tümden saha dışına atıp tahakküm altına alma/yıkıma uğratma üzerinden şekillenen örtük ve aleni biçimlerde seyreden bir iktidar mücadelesi olduğunu elbette Sayın Oruçoğlu da biliyordur.

 

 Ve sınıflar arası bu kanlı /kansız iktidar mücadelesinde tarafların sürecin ta en başından itibaren güçlerini politik, ekonomik, merkezi ve sıkı disiplinli örgütsel mekanizmalarla yer alacağı olgusu, tarafların öznel keyfiyetlerinin bir tercihi durumu olmayıp; sınıf mücadelesi doğasının buyurduğu, kaçınılmaz zorunlu bir gereklilik durumudur.

 

 Fakat gelin görün ki Sayın Oruçoğlu’nun bu karakteristik soruna yaklaşımı hiç de M-L perspektiften değildir. Sınıflar arası mücadelenin her iki evresinde de ( yada başka ifadeyle söylemek gerekirse; Proletarya-burjuvazi çelişmesini çözümünün her iki evresinde de) sınıfları ve diğer toplumsal kesimleri örgütlü güçleriyle ( ki örgütlenme olgusu aynı zamanda farklı düşüncelerin kendisini özgürce ve etkinli ifade etmesinin bir biçimi ve aracıdır da. Böyle iken Oruçoğlu’nun ‘taban demokrasisi’ temeli üzerine inşa edileceği öngörülen ‘Komün Cumhuriyeti’nde demokrasinin bu olmazsa olmazı düşünce özgürlüğü, komünler dışındaki, ‘tüm örgütlerin kayıtsız şartsız lağvedilecek olmasıyla’ esasen söz konusu olmayacak demektir. İlginç bir ikilem doğrusu!) konumlandırmıyor: Devrimin örgütlenmesi süreci zaten tamamen kendiliğindenci bir kaynayış olarak kurgulanıyorken; devrimi gerçekleştirileceği evrede de, yine iradi olarak öngörülüp uygulamaya sokulacak bir örgütlü mücadele söz konusu olmuyor!

 

Ama bütün bunlara rağmen Oruçoğlu hala da kendisine toz kondurmuyor: ‘Bende anarşizm arayanlar fena halde yanılıyorlar’ havalarında. Muhtemelen kendisini buna fena halde ikna etmiş gibi. Büyük bir özgüvenle; gerek devrimin gerçekleştirilmesi sürecinde şartların zorlamasıyla kendiliğinden ortaya çıkacak olan kitle inisiyatifli kendiliğinden örgütsel oluşumlara (örneğin tıpkı Gezi sürecinde ortaya çıkan taban ve tepe/çatı koordinasyonlarını sağlayan oluşumlar gibi) itiraz etmiyor oluşunu ve gerekse ‘lağvedilen devletin yerine’ ‘komün cumhuriyeti’ ve ‘devletsiz devlet’ özelliği taşıyan ‘geçiş devleti’ni öngörüyor olmasının kendisini anarşizan perspektifin uzağında tutacağını/tuttuğunu savunabiliyor.

 

 En ilkel ya da ‘natürel’ ortamlı hayvanlar âleminde dahi, sürüler ve koloniler tarzında yaşayan hayvan topluluklarının da ‘sosyal yaşamı’ illaki kendi doğrularına özgü bir ‘iç nizam’, bir arada yaşayabilmelerini mümkün kılan, ‘uyumu’ organize eden bir ‘örgütsel mekanizma’ ve yine illaki beli bir ‘hiyerarşik ilişkiler sistemine’ sahiplerdir.

 

 Böyleyken anarşistlerin genel devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi gerekse devrim sonrası toplumsal yaşamın yeniden inşa sürecini, organize edecek hiçbir özgün örgütsel ve hiyerarşik mekanizmalar ve ilişkiler ağı sistemine başvurmadan öngörüyor olduklarını (belki ‘Bireyci Anarşizm’ akımını bu genelleme dışında tutmak isabetli olabilir.) ileri sürmek, herhalde ‘şehir efsanesi’ kabilinden bir rivayeti referans almakla mümkün olabilir.

 

 Anarşist referansın genel yaklaşımında örneğin toplumun bir devlet ya da hükümet örgütü tarafından yönetilmesine, keza ‘Marksist öncü parti’ ve “bir geçiş dönemi idaresi” ne karşı olduklarını ileri sürmek aynı şeydir; onların, toplumsal yaşamın organizasyonunun sağlanabilmesi içi ‘zorunlu gereklilikler olarak var olması şart olan her türden organizasyon mekanizmalarına ve ilişkiler ağı sistemine de karşı olduğunu söylemek, apayrı bir şey olsa gerek.

 

 Yani özetle; Sayın Oruçoğlu’nun anarşist perspektiflerle temel farklılıklarını böylesine ‘ince ayarlı ’küçük nüans’ farklılıkları üzerinden izah etmeye kalkışması, galiba kendisi açısından biraz ‘şanssızlık’ olmuş gibi.

Bilinir ki Anarşistleri (Ana akım anarşistleri baz alarak yapıyorum bu genellemeyi) Marksist–Leninistlerden ayıran en temel kriterlerin başında hiç kuşkusuz ki devrimin örgütlenmesi, gerçekleştirilmesi ve sosyalist inşa sürecinde proletaryanın sınıf mücadelesini sıkı disiplinli-merkezi öncü örgütsel mekanizmalar ve de geçiş sürecini proletarya diktatörlüğü devlet sistemi üzerinden ele almayı reddetmek tutumları yer alır.

 

 Hal böyle olunca da yukarıda ele aldığımız pasajlardaki yaklaşımlarını baz alarak söylemek gerekirse; rahatlıkla görülecektir ki Sayın Oruçoğlu ile anarşizan perspektif arasında pek te öyle ilkesel boyutlu herhangi bir fark bulunmamaktadır.

Keza bu pasajlarda sergilemiş olduğu yaklaşımlarını baz alarak Sayın Oruçoğlu’nun ’20.yy.devrimleri’ dediği devrimler deneyiminde ortaya çıkan; “tepeden tabana doğru” gelişerek toplum yaşamının sosyalist dinamiğini felç eden, devrimin ilerleyişini kötürümleştirip yolundan saptıran, sosyalist inşayı komünizm hedefine doğru ilerletme potansiyelini yıkıma uğratan, onu bu kabiliyetinden mahrum bırakan keza devrimin ‘kalesi’ ve ‘kurmay heyeti’ olması gereken en başta komünist parti mekanizmasını ve Sovyetleri/komünleri yeni tipte burjuvazinin yeşerip boy verdiği ‘fidelikler’ haline gelmesine yol açan, doğrudan demokrasi sistemini ortadan kaldıran, toplumun imkanlarının önemlice bir miktarını emen “merkezi, militer, bürokratik bir devrim devleti” modeline haklı olarak karşı çıkma adına; ve de “tabanda, taban tarafından kurulan, tüm devlet görevlerinin tabana, komünlere devredildiği, halkın genel silahlanmasına ve doğrudan seferberliğine dayanan bir komün cumhuriyeti, devlet ile devletsizlik arasının bir geçiş devleti, devletsiz bir devlettir.(…)” şeklinde özetlenebilecek proletarya diktatörlüğü sistemine ilişkin Marksist-Leninist perspektifi savunacağım adına, Marksist-Leninist sınıf mücadelesinin/Leninist proletarya diktatörlüğü teorisinin vazgeçilmezi sayılan ‘sınıf’, ‘sınıf önderliği’, ideolojik önderlik ’ve bu bağlamda da sınıfsal örgüt ve örgütsel yönetim mekanizmalarının zorunlu gerekliliğini alenen yadsıma durumuna düşülürse; herhalde ki bunun adı sadece anarşizan perspektife kaymak olmaz; bundan daha çok basbayağısında revizyonizme dümen kırmak olur.

 

 Çünkü bu tarz bir yaklaşım her şeyden önce (aktardığım pasajlarda da alenen görüldüğü üzere) gerek devrimin gerçekleştirilmesi ve gerekse geçiş evresi olarak sosyalist inşa sürecinde sınıflar ve sınıf mücadelesi olgusunu yadsıyor! Proletarya-burjuvazi çelişmesinin ikinci evresi itibariyle de çözülmeden sınıf mücadelesinin kıran kırana süreceği gerçekliğini yadsıyor! Proletarya önderliğinin kayışız koşulsuz bir şart olduğu kriterini yadsıyor! Proletarya dışındaki toplumsal kesimlerin (ve ana tabakaların) de sınıf ve sınıfsal farklılıkların ortadan kaldırılması, bu farklılıkları her an yeniden yeniden üreterek var eden üretim ilişkilerinin tasfiye edilmesi ve sonuçta da komünizme varılması amaç ve sevdalarının olabileceğini savlıyor! vs. vs.

 

 Ve besbelli ki bu her iki tutum da Marksist değil, âlâsından revizyonist perspektiftir.

Sorunun bu boyutu Sayın Oruçoğlu’nun ‘zayıf karnı’ özelliğindendir:

 “Komün” diyor,

 “Komün Cumhuriyeti”

 diyor, “devlet olmayan devletsiz devlet”

 e doğru evriliş diyor, “tüm mülkiyetin” diyor “komün mülkiyeti haline getirilmesi” ni savunuyorum diyor.

(Gerçi “ tüm mülkiyetin” derken anlaşılan hâliyle tüm mülkiyeti kastetmiyor Oruçoğlu. Nedense sadece ve de özel bir öne çıkarmayla “kırsal bölgelerde” ki “tüm mülkiyetin” komün mülkiyetine dönüştürülmesini öngörüyor.) Ve keza çok haklı ve de isabetli bir öne çıkarıp görünür kılmayla: “tarih, ahlak, hiyerarşi, dil, kültür, gelenek, yaşam değerleri ve tarzı gibi bin bir bağla, halkın bilincine, ruhuna, inancına ve yaşamına köklenen ve tüm haşmetiyle yaşanan görünmez sivil devlet” ile esaslı bir şekilde savaşa tutuşmak diyor, vs. vs.

Ancak bütün bunların her birinin farklı çıkarlarla birbirinden ayrılan ve dolayısıyla da güne ve geleceğe farklı pencerelerden bakan, güne geleceğe ilişkin beklentileri farklı farlı olan toplumsal kesimlerin her birince farklı farklı algılanıp karşılanacağı, eşyanın tabiatı gereğinceyken; dolayısıyla da örneğin küçük ve orta ölçekli üreticiler ve küçük mülkiyet sahipleri ile, işgücünden başka hiçbir ‘ üretim aracı’, ‘özel mülkiyeti’ olmayan işçi sınıfı arasında nasıl olacak da ‘ortak gelecek’ projesi söz konusu olabilecektir acaba?

 

Örneğin küçük mülkiyet dâhil, ‘tüm mülkiyetin’ komün mülkiyetine dönüştürülmesi gücünü ‘komün devrimi’ne kim nasıl kazandıracaktır acaba? Keza, örneğin Oruçoğlu’nun ’sivil devlet’ olarak ifade etmeyi tercih ettiği eski toplumsal sistemlerden devralınan tüm o değer yargıları besbelli ki farklı toplumsal kesimlerce farklı farklı karşılanacak, göreceli şeylerken; bunlara karşı Komünist yaşam tarzının koşullandığı karakterde bir karşı cephe oluşturma ortak amacında buluşup birleşmeyi hangi ‘otorite’ sağlayabilecek acaba? vs. vs.

 

 Öyle ya, ‘komün’ var ‘komün’ var! Ben farklı içeriklendiririm, sen farklı içeriklendirirsin, örneğin Sayın Oruçoğlu’nun gönlünde yatan ‘komün’ güzellemesi tasarısı ile A. Öcalan’ın ‘yeni yaşam’ adı altında, sınıfsal konumlarına/mülkiyet ilişkilerine dokunmaksızın, tüm ‘yurtsever’ toplumsal kesimleri bünyesine alma hevesiyle ve tüm işlevi ve amacı da dayanışmacı bir toplumsal yeniden üretim ve dengeli, görece ‘eşit’ bir paylaşımdan zerre kadar öteye geçmeyeceği/geçemeyeceği besbelli olan ve keza çok açık ve net olarak kapitalist üretim ilişkileri zemininde kalacağı tartışma götürmez bir gerçeklik olan ‘komün’ü arasında ne türden bir özsel fark olacaktır acaba? Özden bir fark olacaksa, bu fark, bu farkı egemen kılacak irade nasıl oluşacak acaba? Kendiliğinden oluşmayacaksa, bu iradeyi kim ( ve ya kimler) ve nasıl oluşturacaktır? vs. vs.

 

 İşte tüm bu ve benzeri yönleriyle de Sayın Oruçoğlu’nun perspektifi, önem ve ciddiyetle yanıt vermesini gerektiren bir yığın hayati değerde sorularla doludur.

 

 Yıllar önce kaleme aldığım bir makalenin başlığı aynen şöyleydi. “Oruçoğlu Proletaryayı silahsızlandırmaya devam ediyor!”

 

Aradan geçen tüm bu koca zaman dilimi içerisinde de Sayın Oruçoğlu maalesef ki bu tutumunu sürdüre geldi.

 

Umarım bu eleştiri ve değerlendirmeler Sayın Oruçoğlu’na vesile olurda, muhasebesini yaptığı anarşistler ve “yirminci yüz yıl devrimleri” ile arasındaki görüş farklılıklarını daha bir köklü bir şekilde ele alır da Marksizm-Leninizm ile arasında açtığı açıyı kapatır.

 

 

[1] Mesela böyle olduğunu yorumlayanlardan biri de benim. Ta 1996 sonları 1996 başlarında Uzun Yürüyüş dergisinde yayınlanan ‘stilimiz’ başlığı altında ortaya koyduğu perspektifsel görüşlerini ‘Rota’ başlıklı kitap çalışmamda ele alıp değerlendirmiş ve Oruçoğlu’nun birçok temel konu başlığındaki görüşlerinin “yeni tipte sağ revizyonist karakter arz eden görüşler” olarak kayıt altına almıştım. Keza ‘Maoizm teorisi’nin oluşturulmasındaki katkılarını da yine bu karakterli görüşler kategorisinde değerlendirmiştim. İlgi duyanlar “Mao Zedung Değerlendirmeleri Üzerine” isimli üç ciltten oluşan kitaplarıma bakabilir.


Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)