Yıllar önce kaleme aldığım bir makalenin başlığı aynen
şöyleydi. “Oruçoğlu Proletaryayı silahsızlandırmaya devam ediyor!”
Aradan geçen tüm bu koca zaman dilimi içerisinde de Sayın
Oruçoğlu maalesef ki bu tutumunu sürdüre geldi.
“Mao Zedung Değerlendirmeleri Üzerine” isimli üç ciltten
oluşan kitaplarıma bakabilir.
M.ORUÇOĞLU’NDA BOY VEREN ANARŞİZAN VE REVİZYONİST KARAKTERLİ KİMİ GÖRÜŞLER ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME…
Halil Gündoğan….15 Ocak 2016
Politik aklın eleştirisi...
Bilenler bilir Sayın Oruçoğlu Halkın Günlüğü gazetesinde
“Antagonizma” ismiyle tanımlamayı tercih ettiği köşesinde çeşitli
konular/meselelere dair görüş ve düşünsel eğilimlerini paylaşır okuruyla.
Sanırım tıpkı benim gibi ilgi ve de dikkatle takip edenleri
de bir hayli fazladır. Gerek anlatım tarzı, dili ve gerekse ele alıp paylaştığı
konular itibariyle bu ilgiyi hak ettiğini de düşünenlerdenim. Yani kanaatimce,
insanlarımızın Sayın Oruçoğlu’na ilgi ve sevgisi sadece TKP/ML’nin kurucu
önderlerinden birisi olması ve hâlâ da davaya hizmet etme sevdasını sürdürüyor
olmasından ötürü değildir.
Keza yine bilenler bilir ki, ideolojik duruşu itibariyle
Sayın Oruçoğlu, özellikle de son çeyrek asırda, Marksizm -Leninizm’in kimi
temel ilkesel sorunlarında ciddi boyutlara uzanan kırılmalar sergileye gelmiştir.Nitekim
Oruçoğlu’nda ki bu savruluşlar kimilerince “Yeni tarz revizyonizm”[1] ve keza
kimilerince de anarşizan eğilimler olarak karşılanıp yorumlanmaktadır.
Elbette kendisine ilişkin bu tarz değerlendirmeler
yapıldığını biliyor da. Yazılarında yer yer açıktan, çoğu kez de satır
aralarında değinir de bu tür eleştirilere.
Galiba bu türden satır arası ‘savunuların artık yeterli
gelmediğine hükmetmiş olmalı ki, ideolojik duruşunun tam olarak neye tekabül
ettiğini daha etraflıca ve daha doğrudan ortaya koyma ihtiyacı duymuş.
Adı da geçen gazetenin 16-31 Aralık 2015 tarihli 113.
Sayısındaki Antagonizmanın konu başlığı aynen şöyle: “Beni Anarşistlerden ve
yirminci yüz yıl devrimlerinden ayıran bazı noktalar.”!
Oruçoğlu bu yazısında her ne kadar da,
1-) “Kapitalist
egemenlik aygıtlarının Paris Komününde ve onu izleyen 20. Yüzyıl işçi
devrimlerinde olduğu gibi dipten tepeye doğru, devrimci kitle hareketleriyle
parçalanması ve komününün, sadece Paris Komününde olduğu gibi dipten tepeye
doğru inşası. (…)” yani “(…) tabanda, taban tarafında konulan, tüm devlet
görevlerinin tabana, komünlere devredildiği, halkın genel silahlanmasına ve
doğrudan seferberliğine dayanan bir Komün Cumhuriyeti, devlet ile devletsizlik
arası bir geçiş devleti, devletsiz bir devlettir” diyerek açılmadığı ve;
“Yeni bir şey
savunmadığımı söylemeliyim.”
Vurgusuyla, kendisinin yapmaya çalıştığının sadece ve
sadece; “ (…) Marks, Engels ve Lenin’ in, Paris Komünü tecrübesinden doğan, ama
teorilerinde hakim hale gelmeyen bir görüşün, hakim hale getirilmesinden ibaret
“ olduğunu dile getiriyorsa da; ve
2-) Her ne kadarda “birçok insan benim Anarşizme kaydığımı
sanıyor” olmasını da tamamen yukarıdaki görüşlerin aksi görüşlerini teoriye
hâkim kılan “Yirminci Yüz Yıl Devrimleri” olarak ta andığı “eski komünist”
görüşlere karşı çıkması üzerinden izah ediliyorsa da;
[Ki, aynen şöyle dile getirmekte, “Eski komünist görüş,
aygıtı, tepeden tabana doğru, merkezi, militer, bürokratik bir devrim devleti
olarak kuruyor (…) ]; aslında besbelli ki sorun hiçte bu kadar basit ve
yüzeysel değildir.
Çünkü her şeyden önce
Oruçoğlu’nun buradaki duruşu ve takınmayı yeğlediği tutumu Marksizm-Leninizm
teorisi karşısında sakat ve zorlama bir öznel’ci bir özellik arz etmektedir.
Amiyane tabiriyle Oruçoğlu burada alenen ‘yamuk yapmaktadır.
Çünkü “20 yy. devrimleri”
dediği (ki bunlar bildiğimiz Rusya, Çin, Doğu Avrupa, Balkanlar, Vietnam ve
Küba devrimleridir.)
Zorunlu tarihi
koşulların ürünleri oldukları yadsınamaz olan devrimin gerçekleşmesi korunması
ve sosyalist inşanın yürütülebilmesinin verili somut süreçteki politikaları
anlamındaki devrim teorisinin Marks, Engels ve Lenin’in Paris Komünü
deneyiminden de yararlanarak sentezlenmiş olan Oruçoğlu’nun da yukarıda öne
çıkardığı Marksizm teorisinin öngörmüş olduğu perspektif yerine
geçildiğini/ikame edildiğini ve bu anlamıyla da Marksizm’in özünden sapılmış
olduğunu ileri sürmüş oluyor ki; bu başlı başına yanlış ve esasen de Troçkizan
referanslı bir sorgulayış ve savruluş olur.
Neden böyledir peki?
Çünkü akıl-izan ve de vicdan sahibi her sorgulayıcı beyin rahatlıkla teslim
eder ki ‘20. Yy devrimleri teorisi’ hiç ama hiçbir şekilde Sayın Oruçoğlu’nun
iddia ettiği gibi “komünist görüş” olarak Marks, Engels ve Lenin tarafından
oluşturulmuş olan devrim ve devlet/proletarya diktatörlüğü teorisinin yerine “aygıtı
tepeden, tabana doğru, merkezi, militer, bürokratik bir devrim devleti” /bir
‘proletarya diktatörlüğü tarzı bir sisteminin gerçekleşmesi gerektiğini
öngörmemiştir.
Yapılanın tamamı,
sadece ve sadece, teoride öngörülen sistem modelinin, devrimin gerçekleştiği
ülkenin verili koşullarında hemen ve doğrudan yaşama geçirilmesinin mümkün
olmamasından hareketle, devrimi sürdürmeyi ve sosyalist inşayı görece daha alt
evreli özgün geçiş modelleri ve geçici araç, aygıt ve ‘hal çareleri’ üzerinden
sürdürme politikası izlemelerinden ibarettir. Yani bu tıpkı nesnel koşulların
doğrudan sosyalist devrime ve sosyalist cumhuriyete imkân sunmadığı durumlarda
örneğin devrimci işçi- köylü veya halk veya yeni demokratik devrim ve iktidar
biçimlerinin yaşanmasının öngörülüyor olmasında olduğu gibi; strateji ve ana
yönelimin sadece ve sadece verili şart koşullarına uyarlanmış olmasından
ibarettir. Ve bu aleni gerçekliğe rağmen Sayın Oruçoğlu’nun bunun üzerinden
böyle kolaylıkla atlayıvermesi ve ötesine de geçip, gerçekçi olmayan zorlama ve
kolaycı ithamlarda bulunması, gayet tabii ki birileri tarafından sorgulanacak
ve karşılık verilecektir.
Doğrudan demokrasinin, yani iktidarın taban örgütlülüğü ve
inisiyatifi üzerinden kurgulanmasının bir ifadesi ve özgün modellerinin biri
olan Sovyetler iktidarını öngören ve “bütün iktidar Sovyetlere!” karakteristik
temel şiarı ile ekim devrimi startını veren, aleni ve net bir teorik
berraklıkla proletarya diktatörlüğü devlet modelinin “devletsiz devlet “
tarzında alacağı, düzenli ordu ve geniş bürokratik yönetim aygıtlarının
olmayacağı, en üst devlet görevlilerinin maaşlarının standart işçi maaşını
geçmeyeceği, devlet görevlilerinin seçimle belirleneceğini ve yine seçilenlerin
iradesiyle azledilebilecekleri keza komünist partisinin rolünün sınıfa önderlik
etmekten öteye geçmeyeceği vs. vs.yi öngörüyorken; örneğin ne veya neler
olmuştu da ve hangi “öngörülemeyen koşullar ”la karşı karşıya kalınmıştı da,
teoride öngörülen perspektifin yerine daha farklı ve de sıkı bir sınırlayıcılık
ve kontrolle denetim altında tutulamadığı taktirde sistemi içten bozguna
uğratacak özelliklere sahip daha farklı tarz ve modellere başvurmak zorunda
kalınmıştı!
Hakikaten devrim
önderliği bir zorunlulukla mı karşı karşıya kalmıştı, yoksa işin kolayına kaçmayı
mı yeğlemişti? Ya da zor olanı yapmada sebat göstermeyip, kolay yoldan teoriye
sırtını dönüp, revizyona mı başvurmuştu?
Keza sorun örneğin
‘NEP’ gibi geçici hal çareleri olarak öngörülen ‘güçlü-merkezi düzenli ordu’,
‘katı merkeziyetçi yönetim modeli’, ‘Fordist çalışma sistemi ’ve ‘teşvik
primleri’, ‘Komünist Partisini rolü ’nün ve inisiyatifinin ‘iktidar organı olan
Sovyetlerin önüne geçirilmesi’ vb. gibi daha pek çok ‘kitap dışı’ politikalar
nasıl olmuştu da ‘geçici hal çareleri’ olmaktan çıkıp basbayağısından
‘olağanlaşarak’, kalıcı tarzlar olarak yerleşmişlerdi?
Bütün bu’ sonuçlarda
dönemin önderi KP’nin ve KP’nin önder kadrolarının yaklaşım-tutum ve
savunularının rol ve etkisinin ne olduğunu sorgulanarak sonuçlar çıkarmak ayrı
bir şeydir; Sayın Oruçoğlu’nun malum ithamlı tutumuyla sergilemiş olduğu
yaklaşım ve duruş, her haldeki bambaşka bir şeydir. Sanırım bu noktanın altını
kalınca çizmekte de fayda var.
Oruçoğlu’nun sorun
somutundaki, meseleyi ele alış ve sorgulayış tarzı her şeyden önce diyalektik
ve öznel olarak da tarihsel materyalist perspektifle ciddi şekilde
problemlidir. Bariz öznelci bir tutumdur öne çıkan. Bunun ardında, geçmiş
dönemde soyunduğu ‘Maoizm teorisi’ icat etme gayretinin sürüklemiş olduğu güçlü
bir Stalin alerjisinin yaratmış olduğu dinamik bir bilinçaltı marifetinin rol
oynadığını da illaki kayda geçirmek gerekiyor diye düşünüyorum.
Ancak Sayın
Oruçoğlu’nu belli yönleriyle ve kimi konularda ciddi şekilde revizyonizmle
buluşturan esas belirleyici unsur, hiç kuşku yok ki, “Leninist sınıf
mücadelesi”yle (bilerek veya bilmeyerek)arasına koyduğu mesafedir! Altı önemle
ve kalınca çizilmesi gereken bir diğer nokta da budur.
Oruçoğlu gerek devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi
sürecinde ama esasen de devrim sonrası, komünizm ereğiyle sosyalist inşa
sürecinin başarıyla örgütlenip tamamlanabilmesi sürecinde sorunu Marksist Sınıf
mücadelesi teorisi ekseninde ele almayarak, zaten Marksizm-Leninizm sürecinden
esasen kopmuş oluyor.
Ve kendisini belli
yönleriyle anarşizme ve anılan konu başlıklarında ciddi şekilde de revizyonizme
vardıran belirleyici esas unsurun bu olduğunun bir kez daha önemle altını
çizmekte fayda var.
Fakat galiba kendisi
bunun pek de farkında değil gibi! Saf saf kalkmış anarşizmle arasındaki temel
ayrım noktasının şu olduğunu dile getiriyor: Güya onlar “daha bugünden,
örgütün, hiyerarşinin ve biçimi ne olursa olsun devletin olmadığı bir sistemden
söz ediyorlarmış. Kendisiyle “(…) lağvedilen devletin yerine neyin konulacağı
konusunda Anarşizmle aynı görüşte değilmiş.” “Ben” diyor; “bir komün
cumhuriyetinden söz ediyorum. Merkezi ordusu ve bürokrasisi olmayan, komünlerin
ortak sorunlarını tartışan ve komünlerin arasında koordineyi sağlayan,
dengesizliği kaldırmaya hizmet eden komün cumhuriyeti parlamentosundan,
devletsiz bir geçiş devletinden söz ediyorum” diyor.
Anarşistler ile
kendisi arasındaki temel farkın, onların ‘daha bugünden ’her türlü örgüt ve
örgütlü mücadele ve inşayı yadsıyor oluşuyla izah eden Oruçoğlu, aslında
bununla fena halde bir yanılsama oluşturuyor. Çünkü gerek devrimin örgütlenmesi
ve gerçekleştirilmesi ve gerekse sosyalist inşa sürecinin tamamlanarak
komünizme uzanılması evresine ilişkin öngörüleriyle, anarşistler ile arasında
var olduğunu ifade ettiği o ‘temel farkın aslında hiç de öyle esasa ilişkin
belirleyici bir fark olmadığını bizzat kendisi ortaya koymuş oluyor.
Aralarındaki fark olsa olsa, kendisinin; “Anarşizmin envaı çeşit biçimleri,
türleri var” dediği türden, bir başka anarşizan perspektif farkı olabilir,
anacak ki;
Çünkü Sayın Oruçoğlu
devrim öncesi ve sonrası süreçlere ilişkin olarak sorunu Marksist perspektifin
olmazsa olmazı olan sınıflar ve sınıf mücadelesi yasaları gereğince ele
almıyor, ortaya koyduğu yaklaşım bütünlüğü içinde devrimin örgütlenmesi,
gerçekleştirilmesi ve sosyalist inşanın başarı ile tamamlanarak komünizme
varılmasına, örgütleri üzerinden/onlar aracılığı ile önderlik etmesi ve motor
güç rolü oynaması gereken proletaryanın esamesi dahi okunmuyor!
Öte yandan
Oruçoğlu’nun yaklaşım bütünlüğünde toplum, devrim öncesinde, iktidarda bulunan
bir avuç egemen sınıf ile çıkar çelişkileri olmayan yekpare bir zümre olan
halktan/ezilenlerden ibaretken; devrim sonrasında ise, sınıf ve sınıfsal
farklılıkları bulunmayan ve kendiliğinde bir yönelişle (âdete içgüdüsel olarak)
‘komünal yaşam’a odaklanmış ve yine ortak bir ‘ülkü’ olarak ‘devletsiz devlet’
bir özellik taşıyan ‘geçici devletli evreyi de tamamlayarak ‘devletsiz sisteme,
yani klasik anarşizmin öngörmüş olduğu tarzda her türden örgütlü-hiyerarşik
yapılanma aygıtlarını da tasfiye eden “örgütsüz toplum ”evresine varmayı
hedeflemiş, çıkar çelişkilerinden azade, sınıfsız-zümresiz bir halk söz konusu
olsa gerek ki; devrim öncesi sürece ilişkin: “(…) devrim sürecinde, şartlara
bağlı olarak ortaya çıkabilecek örgüt, mücadele ve şiddet biçimlerini( gerilla
şiddeti, kitle ve komün şiddeti vb.) reddetmiyorum.(…)”şeklinde dile getirmiş
olduğu bu yaklaşımında da rahatlıkla görülebileceği gibi,devrime sınıfın (
proletaryanın elbette) önderliğini şart koşmayan ve buna bağlı olarak da
doğallığıyla sınıfın örgütlü önderliğinin/KP örgütlülüğü ve önderliğinin iradi
olarak oluşturulması ve konumlandırılmasını, sınıf mücadelesinin başarıyla
gelişip hedefine varabilmesini zorunlu bir gereği olarak ortaya koymayan (ki bu
nokta Marksizm ile revizyonizm arasındaki en ince sınırlardan birisidir ); ama
‘şartlara bağlı olarak ortaya çıkabilecek’ olası direniş ve diğer her türlü
mücadele organizasyonlarını da reddetmediğini ama devrim sonrasında, “ Komün
cumhuriyetinin kuruluşuyla birlikte, komünler hariç, tüm örgütlerin kayıtsız
şartsız lağvedilmesini savunuyorum.” (abç) diyor/diyebiliyor.
Rahatlıkla görülüp
teslim edileceği üzere, Sayın Oruçoğlu, gerek devrimin örgütlenmesi ve
gerçekleştirilmesi ve gerek korunup, komünizm hedefine doğru kararlıca ve
kesintisizce, emin adımlarla ilerletilebilmesini de içeren tüm bu zorlu sınıf
mücadelesi sürecini, örgütlü sınıfların iradi (kıran kırana) mücadele sahası
olarak ele almıyor. Böyle tanımlamıyor.
Farklı toplumsal
kesim ve sınıflar arasındaki politik, iktisadi, askeri ve kültürel daha
mücadelelerinin her birinin aslında kendi egemenliklerini sağlama, çıkar ve
avantajlarını koruma ve geliştirme, karşısındaki güçlerin egemenlik sahalarını
daraltma ve mümkünse tümden saha dışına atıp tahakküm altına alma/yıkıma
uğratma üzerinden şekillenen örtük ve aleni biçimlerde seyreden bir iktidar
mücadelesi olduğunu elbette Sayın Oruçoğlu da biliyordur.
Ve sınıflar arası bu
kanlı /kansız iktidar mücadelesinde tarafların sürecin ta en başından itibaren
güçlerini politik, ekonomik, merkezi ve sıkı disiplinli örgütsel mekanizmalarla
yer alacağı olgusu, tarafların öznel keyfiyetlerinin bir tercihi durumu
olmayıp; sınıf mücadelesi doğasının buyurduğu, kaçınılmaz zorunlu bir
gereklilik durumudur.
Fakat gelin görün ki
Sayın Oruçoğlu’nun bu karakteristik soruna yaklaşımı hiç de M-L perspektiften
değildir. Sınıflar arası mücadelenin her iki evresinde de ( yada başka ifadeyle
söylemek gerekirse; Proletarya-burjuvazi çelişmesini çözümünün her iki evresinde
de) sınıfları ve diğer toplumsal kesimleri örgütlü güçleriyle ( ki örgütlenme
olgusu aynı zamanda farklı düşüncelerin kendisini özgürce ve etkinli ifade
etmesinin bir biçimi ve aracıdır da. Böyle iken Oruçoğlu’nun ‘taban
demokrasisi’ temeli üzerine inşa edileceği öngörülen ‘Komün Cumhuriyeti’nde
demokrasinin bu olmazsa olmazı düşünce özgürlüğü, komünler dışındaki, ‘tüm
örgütlerin kayıtsız şartsız lağvedilecek olmasıyla’ esasen söz konusu olmayacak
demektir. İlginç bir ikilem doğrusu!) konumlandırmıyor: Devrimin örgütlenmesi
süreci zaten tamamen kendiliğindenci bir kaynayış olarak kurgulanıyorken;
devrimi gerçekleştirileceği evrede de, yine iradi olarak öngörülüp uygulamaya
sokulacak bir örgütlü mücadele söz konusu olmuyor!
Ama bütün bunlara rağmen Oruçoğlu hala da kendisine toz
kondurmuyor: ‘Bende anarşizm arayanlar fena halde yanılıyorlar’ havalarında.
Muhtemelen kendisini buna fena halde ikna etmiş gibi. Büyük bir özgüvenle;
gerek devrimin gerçekleştirilmesi sürecinde şartların zorlamasıyla kendiliğinden
ortaya çıkacak olan kitle inisiyatifli kendiliğinden örgütsel oluşumlara
(örneğin tıpkı Gezi sürecinde ortaya çıkan taban ve tepe/çatı
koordinasyonlarını sağlayan oluşumlar gibi) itiraz etmiyor oluşunu ve gerekse
‘lağvedilen devletin yerine’ ‘komün cumhuriyeti’ ve ‘devletsiz devlet’ özelliği
taşıyan ‘geçiş devleti’ni öngörüyor olmasının kendisini anarşizan perspektifin
uzağında tutacağını/tuttuğunu savunabiliyor.
En ilkel ya da
‘natürel’ ortamlı hayvanlar âleminde dahi, sürüler ve koloniler tarzında
yaşayan hayvan topluluklarının da ‘sosyal yaşamı’ illaki kendi doğrularına özgü
bir ‘iç nizam’, bir arada yaşayabilmelerini mümkün kılan, ‘uyumu’ organize eden
bir ‘örgütsel mekanizma’ ve yine illaki beli bir ‘hiyerarşik ilişkiler
sistemine’ sahiplerdir.
Böyleyken
anarşistlerin genel devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi gerekse devrim
sonrası toplumsal yaşamın yeniden inşa sürecini, organize edecek hiçbir özgün
örgütsel ve hiyerarşik mekanizmalar ve ilişkiler ağı sistemine başvurmadan
öngörüyor olduklarını (belki ‘Bireyci Anarşizm’ akımını bu genelleme dışında
tutmak isabetli olabilir.) ileri sürmek, herhalde ‘şehir efsanesi’ kabilinden
bir rivayeti referans almakla mümkün olabilir.
Anarşist referansın
genel yaklaşımında örneğin toplumun bir devlet ya da hükümet örgütü tarafından
yönetilmesine, keza ‘Marksist öncü parti’ ve “bir geçiş dönemi idaresi” ne
karşı olduklarını ileri sürmek aynı şeydir; onların, toplumsal yaşamın
organizasyonunun sağlanabilmesi içi ‘zorunlu gereklilikler olarak var olması
şart olan her türden organizasyon mekanizmalarına ve ilişkiler ağı sistemine de
karşı olduğunu söylemek, apayrı bir şey olsa gerek.
Yani özetle; Sayın
Oruçoğlu’nun anarşist perspektiflerle temel farklılıklarını böylesine ‘ince
ayarlı ’küçük nüans’ farklılıkları üzerinden izah etmeye kalkışması, galiba
kendisi açısından biraz ‘şanssızlık’ olmuş gibi.
Bilinir ki
Anarşistleri (Ana akım anarşistleri baz alarak yapıyorum bu genellemeyi)
Marksist–Leninistlerden ayıran en temel kriterlerin başında hiç kuşkusuz ki
devrimin örgütlenmesi, gerçekleştirilmesi ve sosyalist inşa sürecinde
proletaryanın sınıf mücadelesini sıkı disiplinli-merkezi öncü örgütsel
mekanizmalar ve de geçiş sürecini proletarya diktatörlüğü devlet sistemi
üzerinden ele almayı reddetmek tutumları yer alır.
Hal böyle olunca da
yukarıda ele aldığımız pasajlardaki yaklaşımlarını baz alarak söylemek
gerekirse; rahatlıkla görülecektir ki Sayın Oruçoğlu ile anarşizan perspektif
arasında pek te öyle ilkesel boyutlu herhangi bir fark bulunmamaktadır.
Keza bu pasajlarda sergilemiş olduğu yaklaşımlarını baz
alarak Sayın Oruçoğlu’nun ’20.yy.devrimleri’ dediği devrimler deneyiminde
ortaya çıkan; “tepeden tabana doğru” gelişerek toplum yaşamının sosyalist
dinamiğini felç eden, devrimin ilerleyişini kötürümleştirip yolundan saptıran,
sosyalist inşayı komünizm hedefine doğru ilerletme potansiyelini yıkıma
uğratan, onu bu kabiliyetinden mahrum bırakan keza devrimin ‘kalesi’ ve ‘kurmay
heyeti’ olması gereken en başta komünist parti mekanizmasını ve Sovyetleri/komünleri
yeni tipte burjuvazinin yeşerip boy verdiği ‘fidelikler’ haline gelmesine yol
açan, doğrudan demokrasi sistemini ortadan kaldıran, toplumun imkanlarının
önemlice bir miktarını emen “merkezi, militer, bürokratik bir devrim devleti”
modeline haklı olarak karşı çıkma adına; ve de “tabanda, taban tarafından
kurulan, tüm devlet görevlerinin tabana, komünlere devredildiği, halkın genel
silahlanmasına ve doğrudan seferberliğine dayanan bir komün cumhuriyeti, devlet
ile devletsizlik arasının bir geçiş devleti, devletsiz bir devlettir.(…)”
şeklinde özetlenebilecek proletarya diktatörlüğü sistemine ilişkin
Marksist-Leninist perspektifi savunacağım adına, Marksist-Leninist sınıf
mücadelesinin/Leninist proletarya diktatörlüğü teorisinin vazgeçilmezi sayılan
‘sınıf’, ‘sınıf önderliği’, ideolojik önderlik ’ve bu bağlamda da sınıfsal
örgüt ve örgütsel yönetim mekanizmalarının zorunlu gerekliliğini alenen yadsıma
durumuna düşülürse; herhalde ki bunun adı sadece anarşizan perspektife kaymak
olmaz; bundan daha çok basbayağısında revizyonizme dümen kırmak olur.
Çünkü bu tarz bir
yaklaşım her şeyden önce (aktardığım pasajlarda da alenen görüldüğü üzere)
gerek devrimin gerçekleştirilmesi ve gerekse geçiş evresi olarak sosyalist inşa
sürecinde sınıflar ve sınıf mücadelesi olgusunu yadsıyor! Proletarya-burjuvazi
çelişmesinin ikinci evresi itibariyle de çözülmeden sınıf mücadelesinin kıran
kırana süreceği gerçekliğini yadsıyor! Proletarya önderliğinin kayışız koşulsuz
bir şart olduğu kriterini yadsıyor! Proletarya dışındaki toplumsal kesimlerin
(ve ana tabakaların) de sınıf ve sınıfsal farklılıkların ortadan kaldırılması,
bu farklılıkları her an yeniden yeniden üreterek var eden üretim ilişkilerinin
tasfiye edilmesi ve sonuçta da komünizme varılması amaç ve sevdalarının
olabileceğini savlıyor! vs. vs.
Ve besbelli ki bu her
iki tutum da Marksist değil, âlâsından revizyonist perspektiftir.
Sorunun bu boyutu Sayın Oruçoğlu’nun ‘zayıf karnı’
özelliğindendir:
“Komün” diyor,
“Komün Cumhuriyeti”
diyor, “devlet
olmayan devletsiz devlet”
e doğru evriliş
diyor, “tüm mülkiyetin” diyor “komün mülkiyeti haline getirilmesi” ni
savunuyorum diyor.
(Gerçi “ tüm mülkiyetin” derken anlaşılan hâliyle tüm
mülkiyeti kastetmiyor Oruçoğlu. Nedense sadece ve de özel bir öne çıkarmayla
“kırsal bölgelerde” ki “tüm mülkiyetin” komün mülkiyetine dönüştürülmesini
öngörüyor.) Ve keza çok haklı ve de isabetli bir öne çıkarıp görünür kılmayla:
“tarih, ahlak, hiyerarşi, dil, kültür, gelenek, yaşam değerleri ve tarzı gibi
bin bir bağla, halkın bilincine, ruhuna, inancına ve yaşamına köklenen ve tüm
haşmetiyle yaşanan görünmez sivil devlet” ile esaslı bir şekilde savaşa tutuşmak
diyor, vs. vs.
Ancak bütün bunların her birinin farklı çıkarlarla
birbirinden ayrılan ve dolayısıyla da güne ve geleceğe farklı pencerelerden
bakan, güne geleceğe ilişkin beklentileri farklı farlı olan toplumsal
kesimlerin her birince farklı farklı algılanıp karşılanacağı, eşyanın tabiatı
gereğinceyken; dolayısıyla da örneğin küçük ve orta ölçekli üreticiler ve küçük
mülkiyet sahipleri ile, işgücünden başka hiçbir ‘ üretim aracı’, ‘özel
mülkiyeti’ olmayan işçi sınıfı arasında nasıl olacak da ‘ortak gelecek’ projesi
söz konusu olabilecektir acaba?
Örneğin küçük mülkiyet dâhil, ‘tüm mülkiyetin’ komün
mülkiyetine dönüştürülmesi gücünü ‘komün devrimi’ne kim nasıl kazandıracaktır
acaba? Keza, örneğin Oruçoğlu’nun ’sivil devlet’ olarak ifade etmeyi tercih ettiği
eski toplumsal sistemlerden devralınan tüm o değer yargıları besbelli ki farklı
toplumsal kesimlerce farklı farklı karşılanacak, göreceli şeylerken; bunlara
karşı Komünist yaşam tarzının koşullandığı karakterde bir karşı cephe oluşturma
ortak amacında buluşup birleşmeyi hangi ‘otorite’ sağlayabilecek acaba? vs. vs.
Öyle ya, ‘komün’ var
‘komün’ var! Ben farklı içeriklendiririm, sen farklı içeriklendirirsin, örneğin
Sayın Oruçoğlu’nun gönlünde yatan ‘komün’ güzellemesi tasarısı ile A. Öcalan’ın
‘yeni yaşam’ adı altında, sınıfsal konumlarına/mülkiyet ilişkilerine
dokunmaksızın, tüm ‘yurtsever’ toplumsal kesimleri bünyesine alma hevesiyle ve
tüm işlevi ve amacı da dayanışmacı bir toplumsal yeniden üretim ve dengeli,
görece ‘eşit’ bir paylaşımdan zerre kadar öteye geçmeyeceği/geçemeyeceği
besbelli olan ve keza çok açık ve net olarak kapitalist üretim ilişkileri
zemininde kalacağı tartışma götürmez bir gerçeklik olan ‘komün’ü arasında ne
türden bir özsel fark olacaktır acaba? Özden bir fark olacaksa, bu fark, bu
farkı egemen kılacak irade nasıl oluşacak acaba? Kendiliğinden oluşmayacaksa,
bu iradeyi kim ( ve ya kimler) ve nasıl oluşturacaktır? vs. vs.
İşte tüm bu ve
benzeri yönleriyle de Sayın Oruçoğlu’nun perspektifi, önem ve ciddiyetle yanıt
vermesini gerektiren bir yığın hayati değerde sorularla doludur.
Yıllar önce kaleme
aldığım bir makalenin başlığı aynen şöyleydi. “Oruçoğlu Proletaryayı
silahsızlandırmaya devam ediyor!”
Aradan geçen tüm bu koca zaman dilimi içerisinde de Sayın
Oruçoğlu maalesef ki bu tutumunu sürdüre geldi.
Umarım bu eleştiri ve değerlendirmeler Sayın Oruçoğlu’na
vesile olurda, muhasebesini yaptığı anarşistler ve “yirminci yüz yıl
devrimleri” ile arasındaki görüş farklılıklarını daha bir köklü bir şekilde ele
alır da Marksizm-Leninizm ile arasında açtığı açıyı kapatır.
[1] Mesela böyle olduğunu yorumlayanlardan biri de benim. Ta
1996 sonları 1996 başlarında Uzun Yürüyüş dergisinde yayınlanan ‘stilimiz’
başlığı altında ortaya koyduğu perspektifsel görüşlerini ‘Rota’ başlıklı kitap
çalışmamda ele alıp değerlendirmiş ve Oruçoğlu’nun birçok temel konu
başlığındaki görüşlerinin “yeni tipte sağ revizyonist karakter arz eden
görüşler” olarak kayıt altına almıştım. Keza ‘Maoizm teorisi’nin
oluşturulmasındaki katkılarını da yine bu karakterli görüşler kategorisinde
değerlendirmiştim. İlgi duyanlar “Mao Zedung Değerlendirmeleri Üzerine” isimli
üç ciltten oluşan kitaplarıma bakabilir.