23 Ocak 2024 Salı

Komintern’in Kemalizm tahlili ve Tarihsel TKP’nin hiçleşmesi

Komintern, Sovyet dış politikasının bir aygıtına dönüştükçe, Kemalizm tahlilleri yaparken Kemalizm’i olumlamayı neredeyse hiç terk etmedi. Kemalizm’i sert eleştirdiği dönemlerde dahi Komintern’in resmi görüşü, Kemalizm’i tekelci burjuvazinin, komprador-işbirlikçi burjuvazinin siyasal temsilcisi olarak tanımlamadı.

“Deney gösterdi ki, tüm ülkeler için uluslar arası bir merkez bulunmamalı. Bu Marx’ın zamanında, Lenin’in zamanında ve şimdi görüldü.”(1)

J. Stalin, Mayıs 1943.

Tarihsel TKP’nin bütün siyasetlerinin ve yönelimlerinin ardında Komintern’in resmi tezleri bulunmaktadır. Şunu açıklıkla söyleyebiliriz: Genel olarak Tarihsel TKP’nin siyasal yaklaşımlarında hiçbir özgünlük bulunmamaktadır. Tarihsel TKP’nin olumlu ve olumsuz bütün eylemlerinde Komintern’in resmi tezlerinin izi vardır.

 

Bu nedenle Komintern’in Kemalizm değerlendirmeleri Türkiye komünist hareketi açısından yaşamsal, hatta daha doğru bir ifadeyle ölümcül bir öneme sahiptir. On Beşlerin katlini başlangıç kabul edersek, Komintern’in Tarihsel TKP’yi değil de, her zaman için Kemalizm’le sürdürdüğü siyasal ilişkiyi esas aldığı görülecektir. Tabii, Komintern’in bu siyasal pratiği, Komintern yöneticileri tarafından, muhtelif dönemlerde ideolojik-teorik bir gerekçeyle izah edilmiştir. Hatta belli dönemlerde TKP, bizzat Komintern yöneticileri tarafından “Kemalizm kuyrukçusu” olarak itham edilmiş ama aynı dönemde Sovyetler Birliği ile Kemalistlerin ittifakı sürmeye devam etmiştir.

 

Önemli ve belirleyici olan siyasal pratiktir. Yoksa her eyleme teorik-ideolojik bir gerekçe bulunabilir. Biz Komintern’in Kemalizm’e yaklaşımını da bu esasa dayanarak değerlendireceğiz.

 

Bunun dışında, Komintern’in Kemalizm tahlili yalnızca tarihsel değil, güncel anlamda da önem taşımaktadır. Çünkü Komintern’in herhangi bir meseleye ilişkin tutumu, birçok güncel tartışmaya da, hâlâ tarihsel referans olma niteliği taşıyor. Milliyetler meselesinden, siyasal ittifaklar meselesine kadar; Tarihsel TKP’yi Kemalizm karşısında hiçleştiren geleneksel tutum, bugün de Türkiye komünist hareketi içinde, hiç de zayıf olmayan bir biçimde kendisine güncel temsilciler bulabiliyor.

 

Bu nedenlerden dolayı, yazı boyunca sürdüreceğimiz tartışma; hem Komintern’in Kemalizm saplantısının Türkiye komünistlerinin siyaseten hiçleşmesinde ana nedeni olduğu iddiasını temellendirmeyi hem de komünist hareketin geçmişten gelen Kemalizm saplantısına karşı güncel bir hesaplaşma çağrısı yapmayı hedeflemektedir.

 

***

 

Komünist Enternasyonal, III. Enternasyonal ya da Komintern; II. Enternasyonal önderlerinin birinci emperyalist savaşta, ulusal-emperyalist hükümetlerini desteklediklerinden ötürü ve Ekim Devrimi’nden sonra dünya devrimini sürdürmek için 2 Mart 1919’da, Moskova’da kuruldu.

 

Lenin 1916’da yayınlanan Emperyalizm eserinde proleter devrimin Avrupa dışına kaydığını saptadı. Çünkü emperyalistler sömürgelerden elde ettikleri kârlarla kendi işçilerinin bir kısmını ihya ettiler. Engels’in 1844’te tespit ettiği, işçi sınıfı içinde işçi aristokrasisinin gelişmesi olgusu, Avrupa işçisini muhafazakârlaştırdı ve devrimci iddiadan uzaklaştırdı. Lenin bu yeni durum eşliğinde, 1917 yılında, Nisan Tezleri’nde yeni bir enternasyonalin gerektiğine işaret etti. Yeni duruma uygun, Avrupa’nın çeperlerinden ve yarı-sömürgelerden yükselecek devrimci hareketi yönetecek bir dünya devrimci partisi gerekiyordu.

 

Aslında Komintern’in kuruluşu eli kulağında olarak görülen Avrupa Devrimi nedeniyle aceleye geldi. Beklenen dünya devriminin derhal örgütsel bir yapıya kavuşması gerekliydi.

 

Komintern’in kurucu temsilcilerinin çoğunluğu Sovyetler Birliği Komünist Partisi(SBKP) üyesiydi.(2) Bu durum Komintern lağvedilene kadar değişmedi. Komintern’de her dönem, Zinovyev’den Dimitrov’a uzanan bütün süreçlerde SBKP ağırlığını korudu.

 

1919’da dünya devrimi ne denli yakın gibi gözüküyorsa da, Komintern başlangıçta zayıf ve sınırlı bir örgüttü. Rusya dışında Avrupa’da hesaba katılacak tek komünist güç, Alman komünistlerinin gücüydü. Ancak Alman komünistler de henüz olgunlaşmamış buldukları bu kuruluşa karşı olduklarını ortaya koyuyorlardı.(3)

 

Bu sırada, başta Lenin olmak üzere, bütün Bolşevik önderler gözlerini Almanya’dan ya da Fransa’dan gelecek devrim haberine dikti.

 

Lenin 22 Kasım 1919’da Bolşevik Parti’nin merkez bülteninde şunları söyledi:

 

“Çok açık bir gerçek ki, kesin zafer ancak dünyanın tüm ileri ülkelerindeki proletarya tarafından kazanılabilir. Biz Ruslar, Fransız ya da Alman proletaryasının sağlamlaştıracağı bir işe başlıyoruz. Ama ezilen tüm sömürge uluslarının, hepsinin önünde de Doğu uluslarının emekçi halklarının yardımı olmaksızın zafer elde edemeyeceklerini de biliyoruz.”(4)

 

Aslında Lenin devrimci dinamiğin gelişmesine ilişkin öncelik sıralaması yapıyordu, dünya devrimci ilerleyişine bir denklem sunuyordu. Rusya’daki hareket devrimin yürütücüsüydü ama dünya devrimi Fransız ya da Alman proletaryasının başarısına bağlıydı. Doğu’nun komünistlerine verilen görevse yardımcılıktı. Lenin’in ortaya koyduğu devrimci denklemde, Doğu’daki komünistlerin rolü taliydi.

 

Maalesef bu rol, Doğu’nun komünistleri Komintern’in dışında devrimci bir yol açana kadar, 1949’da Çin Devrimi olana kadar değişmedi.

 

1919 yılının hemen başında Almanya’daki Spartakist Ayaklanması yenilgiye uğradı. İngiltere ve Fransa’daki Komünist Partiler parlamentarizm tartışması nedeniyle bölünme tehlikesi yaşadılar. Yine aynı yıl, Macaristan ve Bavyera Sovyetleri yıkıldı. İtalya’daki işçi hareketi ağır darbeler aldı.

 

Kızıl Ordu iç savaşı kazandı ama 1920 yazında Kızılordu’nun Varşova yönündeki ilerleyişi durduruldu.

 

Dünya devrimini sürdürecek olan asıl devrimci dinamiklerden üst üste yenilgi haberleri gelmesiyle birlikte Bolşevikler Avrupa Devrimi’nden umudu kesmeye başladılar.

 

Batı’dan kesilen umutlar Doğu’daki ulusal kurtuluş savaşlarını daha da önemli hale getirdi. Zinovyev 1 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultay’ında, devrimin devamlılığı için Doğu halklarını Batılı emperyalistlere karşı kutsal savaşa çağırdı.(5)

 

Bu tarihselliğin ertesi, aynı zamanda Türkiye komünist hareketinin de doğum gününe denk geldi. Tarihsel TKP 10 Eylül 1920’de, yani Avrupa’daki komünist hareketin ağır yenilgiler yaşamasının ardından kuruldu ve Kemalistler karşı koyduğu için kuruluş kongresini Türkiye’de değil, Bakü’de toplayabildi.

 

Doğu Halkları Kurultayı’nın düzenlenmesi ve TKP gibi Doğulu komünist partilerin doğuşunun hızlanması Batı’daki beklenmedik yenilginin siyasal pratik sonucuydu. Bu nedenle Doğu Halkları Kurultayı’ndan aylar önce düzenlenen Komintern’in II. Kongresi tam da bu siyasal pratiğin değerlendirilmesi üzerinden biçimlendi.

 

II. Kongre Temmuz 1920’de yapıldı. Kongreye damgasını vuran Hint delege Roy’la Lenin’in arasında geçen “ulusal sorun ve sömürgeler sorunu” üzerine yapılan tartışmaydı. Lenin anti-emperyalist bir karakter taşıyorlarsa burjuvazinin önderliğinde bile olsalar ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi gerektiğini savunuyordu. Roy ise anti-emperyalist savaşta milli burjuvaziye güven olmayacağını, gerçek anti-emperyalist savaşı yapacak olanın işçiler ve köylüler olduğunu söyleyerek Lenin’e karşı çıktı. Roy kongredeki egemen anlayışın aksine, Doğu’daki devrimlere komünistlerin önderlik edebileceğini savunuyordu.

 

Lenin Roy’un görüşlerini dikkate alarak; Doğu’da komünist hareketin bağımsızlığını koruması ve milli burjuvaziye şartlı destek gibi yaklaşımları da ekleyerek, tezlerinde bazı değişiklikler yaptı. Roy’un görüşleri kongrede tamamlayıcı tezler olarak kabul edildi.(6)

 

Ancak Komintern’in siyasal pratiği Roy’un savunduğu siyasal hattın bütünüyle önemsizleştiği bir biçimde gelişti. Komintern dünya devriminden uzaklaştıkça, Sovyetler Birliği’nin dış politika aracına dönüşüyordu. (7)

 

Lenin 14 Temmuz 1920’de şöyle diyecekti:

 

“Komünist Enternasyonal, sömürge ülkelerdeki ulusal burjuva-demokratik hareketleri bir koşulla desteklemelidir. O koşul şudur: bu ülkelerde komünistliği yalnızca sözde kalmayacak olan gelecekteki proleter partilerin öğeleri birlikte ortaya çıkarılacak ve kendi özel amaçlarını, yani kendi ulusları içindeki burjuva-demokratik hareketlerle savaşım amaçlarını anlayacak biçimde yetiştirilmiş olacaktır. Komünist Enternasyonal, sömürge ve geri ülkelerdeki burjuva demokrasisiyle geçici bir ittifaka girmeli, ancak onlarla kaynaşmamalı, henüz ilk adımlarını atıyor olsa bile proleter hareketin bağımsızlığını kesinlikle yeğ tutmalıdır.”(8)

 

Lenin bu haklı uyarıyı yaptıktan yaklaşık sekiz ay sonra Kemalist terör, 28 Ocak 1921’de, Tarihsel TKP lideri Mustafa Suphi ve yoldaşlarını katletti. Katliamdan sonra ne Komintern ne de Sovyetler Birliği Kemalistleri uyarmadı, herhangi bir kınama mesajı yayınlamadı. Aksine, mesele sümen altı edilerek Sovyetler Birliği ile Kemalist Türkiye arasındaki ilişkiler hiç sarsılmadan devam etti.

 

***

 

On Beşlerin katliamı Sovyetler Birliği ile Kemalizm arasında hiçleşen TKP için bir başlangıçtı. Komintern’in TKP’ye uygulanan Kemalist terör politikasına karşı sessiz kalma “politikası” sonraki on yıllarda da hiç değişmedi.

 

1923 Ekim’inde devrimci hareketin Almanya’daki yenilgisi, Komintern’in “sosyalist anavatanı” savunma düşüncesine daha güçlü bir zemin hazırlamıştı. Komintern artık dünya devriminin değil, Sovyet vatanını savunmanın, “tek ülkede sosyalizmi inşa etmenin” dış politika aracına dönüşmeye yüz tutmuştu. Komintern’in III. Kongresi’nde alınan Batı’da sosyal demokratları destekleme kararı da rafa kalktı. Hatta sonraki süreçte sosyal demokrasi “faşizmin kanadı” olarak ele alındı. Bu karar ileride tekrar değişecekti, sosyal demokrasi yeniden ittifaklar açısından ele alınacaktı. Sosyal demokratlarla ilgili siyaset değişikliği olsa da, ulusal kurtuluş savaşları siyasetinde hiçbir değişiklik olmadı. Komintern’in Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren “ulusal burjuvazileri destekleme” siyaseti değişmediği gibi daha da güçlendi.

 

Komintern açısından Türkiye, İran ve Afganistan’daki anti-emperyalist ulusal mücadeleler, emperyalist saldırganlığa karşı set görevi görüyordu.(9) Bu nedenle Komintern ve Sovyetler Birliği bu ülkelerde komünist mücadeleyi siyasal pratik açısından tali gördü.

 

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye olan ilgisinin en önemli nedeni, Türkiye’nin emperyalist Fransa, İngiltere ve Yunanistan’a karşı verdiği mücadelenin Ankara’yı aynı düşmanla savaşan ve böylece aynı türden bir karşıtlığı paylaşan Sovyetler Birliği’nin doğal müttefiki hâline getirmesiydi.(10)

 

1918’den 1930’a kadar Sovyetler Birliği Dışişleri Halk Komiseri olan Çiçerin, İran ve Afganistan’ın yanı sıra Türkiye’nin de “Sovyet Rusya için Batılı devletlere karşı potansiyel bir savunma duvarı” olduğunu dile getirdi.(11)

 

Yine Sovyetler Birliği Merkez Yürütme Komitesi’ne bağlı faaliyet yürüten Şarkiyatçılar Derneği Türkologlarından olan Pavlovich de, Türkiye’nin Müslüman kitleler açısından önemine vurgu yapıyordu. Pavlovich’e göre, Müslüman dünyasında büyük saygınlığı olan Türkiye’nin devrimci-milliyetçi zaferi, sömürgeleştirilmiş bütün Müslüman ülkelerindeki(Cezayir, Fas,Tunus, Trablus, Mısır, Hindistan) kapitalist güçlerin egemenliğini temelden sarsacaktı.(12)

 

Komintern’in 1928 yılında düzenlenen VI. Kongresi’nde Türkiye ile ilgili bir tartışma yaşandı. Komintern yöneticisi Kuusinen Türkiye’yi en geri (feodalizm öncesi) ve devrim beklenmeyecek ülkeler kategorisinde değerlendirince, TKP temsilcisi Ali Cevdet buna karşı çıktı. Ali Cevdet Türkiye’de kapitalizmin hiç de küçümsenmeyecek bir yol aldığını temellendirmeye çalıştı.(13)

 

Tabi, Ali Cevdet’in savunması Komintern’in Kemalizm siyasetini değiştirmedi. Komintern’in resmi görüşüne göre Kemalizm milli burjuvazinin siyasal temsilcisiydi ve milli burjuvazi feodal sınıflara ve tekelci burjuvaziye karşı, devrimci bir sınıftı.

 

***

 

Kemalistlerin Sovyetler Birliği’nden uzaklaşıp bütünüyle yüzlerini Batılı emperyalistlere döndükleri dönemler de dahi, yani Komintern’in Kemalizm’e ağır eleştiriler yönelttiğinde de Kemalizm tekelci-komprador burjuvazinin temsilcisi olarak görülmedi.

 

Bu Komintern açısından Kemalizm’in hiçbir dönem asıl düşman olmadığı anlamına geliyordu. Hatta Komintern’in resmi tutumunu Türkiye’ye uyarlayan TKP önderliği, Kemalistleri değil de burjuva muhalefetini asıl düşman ilan etti.

 

Örneğin; TKP lideri Şefik Hüsnü 14 Eylül 1926’da kaleme aldığı bir makalede “Komünistlerin görevi, bütün güçleriyle burjuva muhalefetine karşı mücadele etmektir.” diye yazıyor.(14) Şefik Hüsnü aynı makalede Kemalizm’i halka terör uygulayan bir diktatörlük olarak tanımlarken, diğer yandan da Kemalizm’den yaptığı hatalardan dönmesini bekliyordu.

 

Şefik Hüsnü, bu makaleden önce, eylül ayı başında yazdığı makalede de, burjuva muhalefetini komprador-işbirlikçi burjuvazi olarak tanımlarken, Kemalistleri milli burjuvazi olarak görüyordu. Şefik Hüsnü’ye göre Terakkiperver Parti İngiliz emperyalizminin, İttihatçılar ise Alman emperyalizmin partisiydi.(15) Bu nedenle emperyalist burjuvazinin uşaklarına karşı milli/Anadolu burjuvazisini destekliyordu. İlginç olan ise Şefik Hüsnü aynı yazıda “Kemalistler bir gecede banker, sanayici ve büyük tüccar oldu.” da diyordu.(16)

 

Burada dikkat çekici olan şudur: Şefik Hüsnü’nün burjuva muhalefeti hedef alan ve onu komprador burjuvazinin siyasal temsilcisi olarak gören yaklaşımı özgün değildir. 1921’de Mihayl Pavloviç Komintern dergisinde Hürriyet ve İtilafçıları büyük burjuvazi olarak tanımlarken, Kemalistleri küçük ve orta ticaret burjuvazisinin temsilcisi olarak değerlendiriyordu.(17) Zaten sonrasında Stalin de, Kemalizm’i ulusal ticaret burjuvazisinin siyasal temsilcisi olarak tanımlayacaktı.

 

Ş. Hüsnü Kemalistlerin emperyalist burjuvaziyle uzlaştığını tespit ettiği(18), CHP’nin büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının partisi olduğunu ifade ettiği makalelerinde dahi, hâlâ Kemalistleri milli burjuvazi olarak görmekteydi. (19)

 

Şefik Hüsnü’nün yazıp söylediği her şey Komintern siyasetine uyumludur. Yeri gelmişken belirtmekte fayda var. Şefik Hüsnü Komintern’de uzun zaman yönetici olarak çalıştı. Bu nedenle TKP kimliğinden daha belirgin olan kimliği Komintern kimliğidir. Şefik Hüsnü’nün eylem ve söylemleri “Sovyetler Birliği’nin varlığının esas, TKP’nin devrim yapma iddiasını tali” olduğu resmi görüşünün sağlaması gibidir.

 

Çarpıcı olması açısından bir örnek daha verelim. Komintern’in ÇKP’yi hiçleştiren Guomindang siyaseti, Çan Kay Şek’in ÇKP’ye ağır darbeler indirmesiyle birlikte yerle bir oldu. Mayıs 1927’de Stalin, Moskova’daki Sun Yat-Sen Çin Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin öğretim üyeleri ve öğrencileriyle bir araya geldi. Burada “Çin’de Kemalist Devrim mümkün müdür?” tartışması başladı. Stalin’in meşhur Kemalizm tanımı bu tartışmaya ilişkindir. Stalin’e göre; Kemalist Devrim, ulusal ticaret burjuvazisinin, yabancı emperyalistlere karşı mücadelesinde gerçekleşen, yukarıdan devrimdir, sonraki evresi, esas olarak köylülük ve işçi sınıfıyla toprak devriminin olanaklarını hedef almaktaydı. Stalin üç ay sonra Türkiye ile Çin’i kıyaslarken, Kemalist Devrim’in gelişim aşamasının sınırlarını belirledi:

 

“Türk Devrimi’nin(Kemalizm) karakteristik özelliği, ilk adımda, yani gelişiminin ilk aşaması olan burjuva kurtuluş hareketinin sınırlarına, gelişimin ikinci aşaması olan toprak devrimine geçmeyi bile denemeden, sıkışmış olmasıdır.”(20)

 

Stalin’in Çin’deki tartışmalar üzerine yaptığı Kemalizm tahlili sonrası, Şefik Hüsnü 23-26 Mayıs’taki Komintern yürütme komitesi VIII. genel toplantısında “Çin Meselesi” üzerine bir konuşma yaptı ve Çin’deki durum ile Türkiye’deki durumu kıyasladı.

 

Şefik Hüsnü konuşmasında Kemalistleri “milli burjuvazinin radikal sol kanadı” olarak tanımladı:

 

 “Türkiye’de devrimci köylü hareketinin ve halkın sevgisini kazanmış Komünist Partisinin tasfiyesi işi, milliyetçilerin sağ kanadı tarafından, tutucu burjuvazi tarafından değil, tersine milli burjuvazinin radikal sol kanadı tarafından yürütüldü.” (21)

 

Şefik Hüsnü’nün konuşması tamamen Stalin’in Kemalizm tezlerini haklı çıkarmaya yönelikti. Milli burjuvazinin sol kanadı belirlemesi de bununla ilgiliydi. Stalin öncesinde, Kemalist partiyi sol-Guomindang partisiyle karşılaştıranları ve bu vesileyle Türkiye ile Çin arasında paralellik kurmaya çalışanları, bu yanlış değerlendirmeden kaçınmaya çağırdı.(22)

 

Şefik Hüsnü Haziran 1927’de bu fikirlerini Komintern dergisinde yazılı olarak da ifade etti.

 

Görüldüğü üzere TKP lideri Şefik Hüsnü’nün Komintern’in resmi Kemalizm tezlerinin dışına çıkan bir tezi bulunmuyor.

 

***

 

Komintern, Sovyet dış politikasının bir aygıtına dönüştükçe, Kemalizm tahlilleri yaparken Kemalizm’i olumlamayı neredeyse hiç terk etmedi. Kemalizm’i sert eleştirdiği dönemlerde dahi Komintern’in resmi görüşü, Kemalizm’i tekelci burjuvazinin, komprador-işbirlikçi burjuvazinin siyasal temsilcisi olarak tanımlamadı.

 

Eleştiri dozajının arttığı, Komintern VI. Kongresi’nde “ulusal burjuvazi ulusal devrime ihanet etti”(23) saptamasının yapıldığı dönemlerde dahi Kemalizm’le bütün bağlar koparılmadı.

 

Örneğin; bu tespit yapıldıktan dört yıl sonra İsmet İnönü 1932 yılında, Sovyetler Birliği’nde, “ulusal ve devrimci Türkiye’nin temsilcisi” karşılandı.(24)

 

Komintern’in Sovyet dış politikasına göre değişkenlik gösteren ama hiçbir zaman Kemalizm’i açık düşman olarak görmeyen resmi yaklaşımı, TKP’yi; sürekli Kemalist teröre uğramasına rağmen, Sovyet dış politikasından dolayı Kemalistleri baş düşman ilan etmeyen bir çizgiye hapsetti.

 

Tarihsel TKP’nin Kemalizm belirlemeleri bu nedenle ciddiyetten uzaktır. Çünkü Sovyet dış politikasının Kemalizm’e yaklaşımı iniş çıkışlıdır. Bu dengesizlik yalnızca Şefik Hüsnü’nün yazı ve konuşmalarına değil, bütün TKP kadrolarında gözlemlenmektedir. TKP, Kemalizm karşısında, varlığını Sovyet dış politikasına feda etmiştir.

 

Biraz daha öncesine giderek bir örnek verelim. Sadrettin Celal’in Komintern’in IV. Kongresi’nde yaptığı konuşma ortaya koyduğumuz dengesizliğin kaynağı olması bakımından oldukça çarpıcıdır:

 

“TKP daha kurulduğu anda iki düşmanla karşı karşıyaydı: Emperyalizm ve milliyetçi burjuvazi. Parti, en büyük düşman olan emperyalizme karşı mücadelenin daha önemli olduğuna inandığından, hükümeti emperyalizme karşı mücadele ettiği sürece desteklemeye karar verdi.”(25)

 

Daha ilginç olanı, Sadrettin Celal aynı konuşmasında “Kemalistler Londra Konferansı’ndan beri devrimci değildir.” demiştir. Yine aynı konuşmada emperyalizme karşı mücadele için TKP’nin kendi hedefinden geçici olarak fedakarlık yaptığını da itiraf etmiştir. (26) Yani TKP yola çıktığı aşamadan itibaren çelişik bir siyasal dayanak üzerinden hareket ediyor.

 

Bu nedenle yukarıda Şefik Hüsnü’de de gördüğümüz çelişkiler silsilesi, Sadrettin Celal’de de görülüyor. Aslında bakılırsa TKP, Komintern politikalarını savunma konusunda oldukça tutarlıdır ama Komintern’in Kemalizm tahlilleri ve Kemalizm’e yaklaşımı dönemlere göre değiştiği için tutarsızlığın kaynağı Sovyet dış politikasına göre değişen Komintern tahlillerinin bizzat kendisidir.

 

Sadrettin Celal bu konuşmayı yaptıktan iki hafta sonra Komintern görevlisi tarafından kaleme alınan TKP raporu, “Türkiye’deki milli devrim bir olgu olarak karşımızda duruyor.” diye başlıyor. Halbuki, henüz iki hafta önce Kemalizm’in artık devrimci olmadığı saptanmıştı. (27)

 

***

 

Peki, Komintern’in TKP’ye yönelttiği haklı ve düzeltici hiç mi eleştiri ya da müdahale yok? Elbette var ancak bu haklı müdahalelerin sonu da tutarsızlığa çıkıyor.

 

Örneğin; Komintern yöneticisi Manuliski, 1924’te, Komintern kongresinde TKP’yi legal Marksizm’e kaymakla, yabancı sermayeye karşı milli sermayeyi desteklemekle eleştiriyor. (28)

 

Haklı ve yerinde bir eleştiri oluğunu görüyoruz. Aradan tam olarak bir yıl bile geçmeden bir başka Komintern yöneticisi S. Birike, 13 Mart 1925’te, Pravda’da kaleme aldığı makalede İsmet İnönü’nün işçi sınıfıyla ittifak yapacağı beklentisine giriyor. (29) Böylelikle Manuliski’nin haklı müdahalesi boşa düşmüş oluyor. Çünkü Brike’nin savunduğu çizgi, muhtelif dönemler yalpalamalar olsa da, esas olarak Komintern’in hiçbir dönem terk etmediği Kemalizm yaklaşımını temsil ediyor.

 

***

 

Bu yazının doğrudan konusu değil ama Komintern’in Kemalizm tahlillerinin siyasal pratik açısından en ağır sonucu milliyetler sorunu, özel olarak da Kürt sorununda karşımıza çıkıyor. Bu mesele ayrı bir tartışmayı ve yazıyı hak ettiği için şimdilik kısaca değineceğiz.

 

Şeyh Said isyanından Dersim katliamına kadar, bütün Kürt isyanlarında Komintern meseleye dolaysızca dahil olmuştur. Hatta TKP’ye direkt müdahale de etmiştir. Komintern 27 Nisan 1931 yılında, “Türk KP Elemanlarına Mektup” başlıklı bir müdahale mektubu yolluyor. Mektup, Kürt isyanının esas amacının Türkiye’yi Sovyet karşıtı bloğa itmek olduğu saptamasıyla başlıyor ve şu şekilde sürüyor:

 

“Kürtlerin isyanı, İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından hazırlanmış ve örgütlenmiştir. Bu hareket aynı zamanda SSCB’ye karşı yönelmiştir, zira İngiliz emperyalizmi, bu isyan yardımıyla, SSCB sınırları yakınlarında karşı-devrimci bir çarpışma alanı yaratmaya çalışmıştır.” (30)

 

Görüldüğü gibi Komintern, TKP’ye ne yapması gerektiğini söyleyerek uyarmıştır. Bu yazılı uyarı Ağrı İsyanı’ndan sonra kaleme alınmıştır. TKP’nin de, en azından Kürt sorununun siyasal değerlendirilişi açısından, Komintern rotasından çıkma eğilimi gösterdiği isyan Ağrı İsyanı’dır. Yine bunun sebebi de Sovyetler Birliği ile Kemalistler arasındaki gerilimin artmasıyla ilgilidir. Bu zaman aralığı Kemalistlerin Batılı emperyalistlerin siyasal kulübü olan Milletler Cemiyeti’ne girmek üzere olduğu bir dönemdir.

 

Yaşanan kriz TKP’ye yansımaktadır. TKP bu dönem Sovyetler Birliği-Türkiye geriliminin sınırlarını aşmayacak şekilde, Kemalistlere yönelttiği eleştiri dozajını arttırmıştır. Bunun yanı sıra, TKP lideri Şefik Hüsnü; Komintern’in resmi çizgisinin genel hatlarını aşmadan, Kemalist diktatörlüğün uyguladığı teröre karşı Kürt ulusunun isyanını haklı bulmuştur.

 

TKP, Ağrı İsyanı’ndaki isyanındaki tutumuyla kıyasla Dersim Katliamı’nda çok geri, hatta sosyal-şovenist olarak tanımlanacak bir tutum almıştır. Bu siyasal tutum değişikliği de Sovyetler Birliği’nin dış politikasıyla uyumludur. Zaten Dersim Katliamı’ndan bir yıl önce, Komintern, TKP’nin “Kemalizm’e karşı sistemli olumsuz davranışlarını ve sekterliğini” gerekçe göstererek, TKP hakkında separat ya da desantralizasyon(merkezden ayrılma) kararı verdi ve TKP faaliyetlerini durdurdu.(31) Yükselen faşizme karşı halk cephesi siyasetine dönen Komintern, TKP’ye CHP ve Halkevleri içinde çalışmasını salık verdi. İşte Dersim Katliamı sonrası TKP tarafından yapılan açıklamanın gerici bir siyaseti temsil etmesinin “gizemi” de bu gelişmelerle ilişkilidir.

 

***

 

TKP’nin doğumundan separat kararına ve hatta sonrasına da; TKP’nin açıklamalarına, yazılarına ve söylemlerine damgasını vuran ana perspektif Komintern’in Kemalizm tahlilleridir, daha somut ifadeyle Sovyetler Birliği’nin dış politika ihtiyaçlarıdır.

 

TKP’nin; Bakü’de kurulduğu günden 1925 Akaretler Kongresi’ne, Akaretlerden 1951 tutuklamalarına kadar asıl görevi Sovyetler Birliği’ni savunmaktı. TKP varlığını Türkiye işçilerinin, yoksul köylülerinin ve ezilen milliyetlerinin kurtuluşuna değil, “sosyalist anavatanın” varlığına adadı. TKP’nin trajik serüveninin özeti budur.

 

***

 

Bugünden baktığımızda; Komintern’in değişken ve çarpık Kemalizm tahlillerinin ardından karşımıza dört önemli sonuç çıkıyor:

 

Birincisi; Komintern dünya devrimi partisi olma iddiasını yitirdiği anda Rus partisinin dış politika aracına dönüştü. Özellikle 1928’den sonra durum daha da kurumsallaştı. Yalnız TKP değil, Batı’da ve Doğu’da birçok komünist parti Sovyet dış politikasına göre hareket etme refleksiyle devrim iddiasını yitirdi ve siyaseten hiçleşti.

 

İkincisi; devrimci iddiası olan bir komünist partinin örgütsel olarak bağımsız olması gerekliliği ve yalnızca emekçi halka karşı sorumlu olması gerektiği hakikati demlenmiş ve sınanmış bir hakikattir.

 

Üçüncüsü; özellikle Mustafa Suphi’yi ayırıp, Şefik Hüsnü’yü hedef alan ve Şefik Hüsnü’yü hedef alırken de Komintern’i devre dışı bırakan her yaklaşım tahrifatçılıktır ve kurnazcadır. Şefik Hüsnü ya da TKP eleştirilecekse, ideolojik olarak mahkum edilecekse, öncelikle hesaplaşılması gereken Komintern’in tutarsız Kemalizm tezleridir.

 

Dördüncüsü; Şefik Hüsnü’nün ve Tarihsel TKP’nin en büyük ve tayin edici hatası Komintern’e olan koşulsuz sadakattir. Şefik Hüsnü’nün bütün geri tutumlarının ve TKP’nin hiçleşmesinin ardındaki hakikat bu sadakattir. Mao Zedong ve Ho Şi Minh gibi devrimci önderler Komintern’e sadakat göstermedikleri ve kendi ülkelerinin özgün koşullarına göre devrimci bir yol izledikleri için başarılı oldular. Şefik Hüsnü ve Tarihsel TKP’yi hakikatli bir şekilde eleştireceksek, öncelikle “Komintern’e neden isyan etmediler?” diye soracağız. Asıl sorulması gereken budur. Çünkü TKP Kemalist burjuvaziyle kavgayı esas alan bir parti inşa etmediyse, ezilen Kürt ulusunun değil de Kemalistlerin yanında saf tuttuysa bunun tek açıklaması Komintern’e olan koşulsuz sadakatidir.

 

Kaynakça

 

Günlük-2, Georgi Dimitrov, Ç: Rüstem Aziz, TÜSTAV Yayınları, sy. 288, 1. Baskı, 2004, İstanbul.

Komünist Enternasyonal(1919-1943), Serge Wolikow, Ç: Erden Akbulut, Yordam Kitap, sy.40, 1.Basım, 2016, İstanbul.

Age, sy.39.

Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, V.İ. Lenin,Ç: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, sy.322, 2. Baskı, 1993, Ankara.

Şark Şurası ve Şark İli Mecmuası, Yavuz Aslan, TÜSTAV Yayınları, sy.34, 1. Baskı, 2020, İstanbul.

Türkiye Solunda Üç Tarz-ı Siyaset, Mustafa Şener, Yordam Kitap, sy. 41, 2. Basım, 2015, İstanbul.

Komünist Enternasyonal(1919-1943), Serge Wolikow, Ç: Erden Akbulut, Yordam Kitap, sy.34, 1.Basım, 2016, İstanbul

 Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, V.İ. Lenin,Ç: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, sy.337, 2. Baskı, 1993, Ankara.

Age, sy. 356.

Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim Yayınları, sy.115, 1. Baskı, 2023, İstanbul.

Age, sy.116.

Age, sy.126.

Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi, Ç: Fatma Bursalı, Aydınlık Yayınları, sy. 201, 1. Baskı, 1979, İstanbul.

Şefik Hüsnü-Komintern Organlarındaki Yazı ve Konuşmalar, Aydınlık Yayınları, sy. 67, 1. Baskı,  1977, İstanbul.

Age, sy. 58.

Age, sy. 54.

Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi, Ç: Fatma Bursalı, Aydınlık Yayınları, sy. 41, 1. Baskı, 1979, İstanbul.

Şefik Hüsnü-Komintern Organlarındaki Yazı ve Konuşmalar, Aydınlık Yayınları, sy. 66, 1. Baskı,  1977, İstanbul.

Age, sy. 217.

Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim Yayınları, sy.135, 1. Baskı, 2023, İstanbul.

Şefik Hüsnü-Komintern Organlarındaki Yazı ve Konuşmalar, Aydınlık Yayınları, sy. 142, 1. Baskı,  1977, İstanbul.

 Komünizm Gözünden Kemalizm, Vahram Ter-Matevosyan, Ç: Gözde Yılmaz, İletişim Yayınları, sy.145, 1. Baskı, 2023, İstanbul.

Age, sy.153.

Age, sy.162.

Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi, Ç: Fatma Bursalı, Aydınlık Yayınları, sy. 68, 1. Baskı, 1979, İstanbul.

Age, sy.76.

Age, sy.92.

Age, sy.119.

Komintern, TKP ve Kürt İsyanları; Erden Akbulut-Erol Ülker, Yordam Kitap, sy.129, 1. Basım, 2022, İstanbul.

Age, sy.198.

Cumhuriyetin İlk Yıllarında TKP ve Komintern İlişkileri, Bilal Şen, Küyerel Yayınları, sy.107, 1. Basım, 1998, İstanbul.

https://gazetepatika22.com/kominternin-kemalizm-tahlili-ve-tarihsel-tkpnin-hiclesmesi-148786.html

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)