Bilginin, sermayenin kendisine, hatta üretim aracına dönüşmesiyle evden çalışma yoluyla kendi üretim aracının sahibi olan, teknokrat bir sınıfın artık faşizmin yeni sosyal dayanağını oluşturduğu bir çağda herşey karmaşıklaşmaktadır.
Bu makalede gazetemizin yazarlarından Sayın Muzaffer Oruçoğlu’nun; “Kazanılmış Haklar ve İttifaklar” başlıklı yazısında ifade ettiği görüşlerinin değerlendirilmesini esas almaya çalışacağız.
Öncelikle belirtmemiz gerekirki siyaset bilimimizin
gelişimi ve açıklanmasını bekleyen olguların çözümlerinin saklı olduğu
pandoranın kutusunu parçalayabilecek bir güce erişebilmesi için başka araçlara
da ihtiyacımız olduğunu hatırlamak gerekir.
Reel bir politik tasarımın, toplumun mevcut ekonomik
yapısının gerçekçi bir tarifi ve sosyolojik ilişkilerinin analizi üzerinden
yükselmesi gerektiği açıktır. Tabiki politik, psikolojik, kültürel ve tarihsel
başka toplumsal yapı taşlarıda iyice incelendikten sonra sürece dahil
edilmelidir. Geniş ittifaklara dayanmayan, kapalı kapıcı ve ben merkezci bir
sınıf mücadelesinin güçlenme ve başarma şansının zayıf olduğunu belirten
Oruçoğlu; devrimci, demokrat, liberal ve anti komünist olmayan islami çevrelere
kadar tekellerin baskısı altında ezilen kesimlerle geniş bir ittifakı
önermektedir. Oruçoğlu’nun buraya kadar tarifini yaptığı politik yelpazenin
sınıfsal örüntüsü görünür ve net olduğu için faydalı bir önerme gündeme
getirdiğini rahatlıkla belirtebiliriz. Biz burada yazarın bu konuda eksik
bıraktığını düşündüğümüz bir hususu hatırlatmak istiyoruz.
Sahadaki sosyalist, demokratik kuvvetlere geniş
ittifak ve yayılma siyaseti öneren Oruçoğlu’nun bu politik ve örgütsel açılımı
sağlayan araçların devrimci ideoloji ve felsefeyle ilişkisini yeterince tarif
etmesi de daha faydalı olurdu.
Çünkü içinde
bulunduğumuz dönemin insan toplumları üzerindeki postmodernist etkisi hesaba
katılırsa, ideolojik bağlamla ilgili bilinçsel farkındalılığı kitleselleşme
çabalarından koparmamanın bizleri daha güçlendireceği açıktır. Zaten
Oruçoğlu’nun; komünist hareketin bir kısım kadro ve taraftarının reformizme ve
Kemalizme sempati duymaya başladığı toplumsal ortamın kendisini zaten biz tarif
etmeye çalışıyoruz.
Mesala son cumhurbaşkanlığı seçiminde, içinde
devrimci kesimin de bulunduğu ileri kitlelerin önemli bir bölümünün yazarın deyimiyle,
“denize düşen yılana sarılır” misali altılı masaya doğru hücum etmesinin önemli
nedeni, ülkede güçlü bir
komünist hareketin olmamasıdır.
Ama bu etkiyi yapan gücün de esen postmodern kültür ve
ideolojik rüzgarlar olduğunu görmemiz gerekir. Bilinçlere bir karabasan gibi
çökmüş olan postmodern zihniyet herşeyi dumura uğratmakta ve doğasından
uzaklaştırarak bulanıklaştırmaktadır.
Yazar, günümüz
devrimcilerinin Hamas ve Taliban gibi güçlerin yeterince desteklenmemesinden
yakınmaktadır. Ve yanılmıyorsak bu türden emperyalizmle çelişmesi olan güçlerin
bu geniş ittifak yelpazesinin bir parçası olarak görülmesini ummaktadır.
Yazar, burada referans olarakta kendi devrimci
gençlik kuşağının dünyasında bu tür olgulara karşı ortaya çıkan politik
reflekslere bir gönderme yapıyor. Günümüzde devrimci öznelerinin aynı refleksi
göstermediğini sorgulamaya çalışıyor.
Aslında Oruçoğlu,
değişen bu tutumun nedenlerini daha önceki tezlerinde, kapitalist modern çağın
ideolojik bir salgını olan “Medeniyetler çatışması” gibi kategoriler içerisinde
haklı olarak aramaya çalıştı. Bu beklentiden postmodern bir etkileşimin
izlerini aramak ve bu konuda şüpheye düşmeye açık bir alan olduğu da ayrı bir
gerçektir. Ama gördügümüz, sayın Oruçoğlu’nun bu düğümü tam istediği gibi
açılmamış olan konuya birde böyle bir paradigma ile bakmasıdır.
İdeolojinin kendisi
de tarih içerisinde ekonomik ve sosyal değişkenlik parametreleriyle ilişki
içerisinde değişime uğramaktadır. Nasıl ki biz, komünistler açısından Maoizmi
çağın koşullarıyla ilişkisi içinde yeniden kavramak ve doğmakta olan toplumun
tarihsel değişken parametreleri yeterince olgunlaştıktan sonra onu tamamen
aşmak olanak dahilinde görülüyorsa, aynı şekilde proleter olmayan ideolojilerde
başka yönlere doğru değişim içerisindedir.
Burada asıl
belirleyici olan şey ekonomik ilişkilerin sürekli bir değişim içerisinde
olmasıdır. Bu durum günümüzdeki bir politik hareketin siyasal denklemdeki
rolünü, onu ortaya çıkaran geçtiğimiz yüzyıldaki koşullardan farklı kılmaya
itimlemektedir. Biz, eğer eski yüzyılın ittifak politikasını ve toplumsal
görüngülerden yola çıkarak mekanik bir şekilde harekete geçmesi gereken
refleksler toplamını bir makine işleyişi gibi içinde bulunduğumuz yüzyıla
uygulamaya kalkarsak, kaba mekanik bir felsefenin içinde kendimizi bulabiliriz.
Nasıl ki 19. yy’daki İngiliz İşçi Partisi günümüzde artık
devrimci değil, kapitalist devletli bir uygarlığın parçası haline
dönüştüyse, Ortadoğu’da günümüzde ortaya çıkan bazı dinci hareketlerde geçmiş
yüzyılda Kuzey Afrikalı müslümanların kurtuluş gücü olan ve Senusi tarikatının
mensubu Ömer Muhtar hareketi gibi olmayabilir.
Çünkü sömürgeci
güçlere karşı Afrika müslümanlarının soluğunu daima diri ve taze tutan bir çok
tarikatın niteliği, ekonomik nedenlerlen günümüzde değişmiş olmalıdır. En azından
günümüz Libyasında, Senusi tekke ve şeyhlerinin kültürel devamcılarının hangi
durumda oldukları, yani bağımsız ulusal bir çizgide mi yoksa bir bölge gücünün
etkisi altında nitelik değiştiripi değistimediği incelenmeye muhtaç bir
durumdadır.
Mesala İngiliz İşçi Partisi’ni ve Alman Sosyal
Demokrasi Partisi’ni dönüştüren maddi zemin, başlangıçta işçi aristokrasisiydi.
Yani ulusun egemen gücü olan emperyalist sınıfın savaş, sömürü ve soygundan
kendi bir kısım işçisine verdiği pay, alt yapıda iş gördü. Zamanla bu güç
sermaye ve iktidar ortaklığı şeklinde palazlandı.
Bernstein’in
Marksizmi olumsuz yönde revize ederek başlattığı çizgi, zamanla evriminde
ilerleyerek günümüzde Ukrayna’daki savaşı besleyip, kaşıyan bir devlet gücüne
dönüştü.
Artık zamanında işçi sınıfı temsilcisi olan bu
güçlerle karşı karşıya gelmek İngiltere ve Almanya devletiyle karşı karşıya
gelmek anlamına geliyor.
Bu işçi aristokrasisini besleyen, eskideki
kırıntılar zaten revizyonizmi besleyen bir nedendi aynı zamanda. Biz en azından
Şeyh Said ya da Ömer Muhtar zamanında dünyada İtalya, Fransa, Türkiye ve
benzeri ülkeleri kapsayan ya da etkileyen bir küreselleşme eğiliminin henüz
başlamadığından eminiz en azından.
Bu küresel çapta sermaye hareketlerinin
doğasıyla beraber değişiminin ulusal pazar, politika, ilişkiler ve kültür
üzerindeki etkilerinin henüz ortaya çıkmadığı bir dünyanın politik öznelerinin
hareketlenmelerini bir şema gibi bu yüzyıla aynen uygulayabilirmiyiz acaba?.
Bilginin, sermayenin kendisine, hatta üretim aracına
dönüşmesiyle evden çalışma yoluyla kendi üretim aracının sahibi olan, teknokrat bir sınıfın artık faşizmin yeni sosyal dayanağını oluşturduğu
bir çağda herşey karmaşıklaşmaktadır.
İşte zurnanın zırt
dediği yer, aslında tamda buradan başlıyor. Biz, eğer politik tasarımlarımızı
oluşturan bütün tikel olguların tümel ile ilişkisi bağlamında diyalektik ve
tarihsel materyalist felsefe ile bağını kurmaya kalkarsak o zaman kavramların
ve ilişkilerin doğası görünür olacaktır. Yazarın bu son ifade ettiği eleştirel
soru bu minvalde tartışılmaya devam ederse, bu konuda ortak bir yeni senteze
varmak mümkün olacaktır. Böyle bir önermenin başlangıçta toptan bir şema gibi
algılanılıp, uygulanması ya da toptan reddi de yanlış olacağı kanaatindeyiz.
Yani, yazarın dile getirdiği
öneri yeterince tartışılmaya değer bir konudur. Uluslararası ilişkilerde gelişen bir olgunun hangi yönünün
desteklenip, hangi yönünün desteklenmeyeceğine dair analitik bir politika
belirleme imkanı zamanın değişen bilgilerinin ışığında yapılacak bir tartışma
sürecinden sonra daha daha görünür olacaktır…
Devamı var