28 Nisan 2024 Pazar

Tarihsel Ve Sosyal Arka Planıyla, Partimizdeki Kültürel Dejenerasyon

 

https://www.tkpml.com/tarihsel-ve-sosyal-arka-planiyla-partimizdeki-kulturel-dejenerasyon/

Tarihsel Ve Sosyal Arka Planıyla, Partimizdeki Kültürel Dejenerasyon

Egemenler yüzyıllardır ezilenleri sadece baskı ve zor yöntemiyle yönetmeye kalkışmamış, aynı zamanda kendilerine biat edecek bir şekilleniş de yaratmışlardır. Onları yaşadıkları sistemin değişmezliğine inandırmak, gördükleri baskı ve zulmün bitmeyeceğine ikna etmek, sistemlerinin geleceğini korumak için oldukça belirleyici bir yerde durmaktadır.

 Bu gerici ideolojinin kendilerine ait olmayan düşünce ve değer yargılarının kuşatması ve bombardımanı altında kitleler, kendi benliklerine ve özlerine yabancılaştırılırlar. Bu parçalanma ve yabancılaşma, kitleler açısından kendi maddi çıkarları ile örtüşmediği halde, mevcut sistemin devamından yana kaderci bir tutum ortaya koyduklarında çok daha boyutlu ve ağır bir şekilde yaşanmıştır/ yaşanmaktadır.

Bu gerçeklik onların tarihi anı geldiğinde sömürücü sistemin ortadan kalkması için gerekeni yapmaktan geri durmadığı gerçeğini gizlemez. Güçlerinin farkına vardıkları durumda neleri başardıkları tarihsel tecrübelerle ve bugünkü örnekleriyle kanıtlanmış durumdadır. Yeter ki sisteme karşı mücadelenin gerekliliğine inansınlar. Bu inanç; onları dizginleyen gerici değer yargılarından kurtulmalarına, prangalarını kırmalarına neden olur. Bu kopuş aynı zamanda kendilerini yeni baştan yaratmalarının da adımlarını ve derin izlerini taşır.

Kapitalist-emperyalist sistem doymak bilmeyen kar hırsıyla ve yapısal krizlerinden çıkabilme amacıyla saldırmaktadır. Bu saldırısını sadece insan emeğinin dizginsiz sömürüsü ile sınırlandırmayarak, doğayı da tahrip etmektedir. Emek sömürüsünün yoğunluğuyla sınırlı kalmayan bu saldırıda sistem, aynı zamanda en yoz ve asalak biçimini de yaşamaktadır. Bu anlamda ezilen yığınlar, ya “barbarlık içinde yok oluş” ya da sosyalizmi kurma ikilemiyle dünden daha fazla yüz yüze.

Dünyada ve ülkemizde proletarya önderliğinde ezilenlerin kurtuluş mücadelelerini yükseltme zemini kendini her geçen gün olgunlaştırırken, bu durum aynı zamanda mücadelenin çok çeşitli olanaklarını da geliştirmektedir. Ancak şunu da görmek gerekir ki mevcut sistem ezilenlerin bu kalkışmasının önüne geçecek setleri düne oranla daha güçlü bir şekilde kurmuştur. Kitlelerin beyinlerine, yaşamlarına ve günlük pratiklerine daha önce sahip olmadığı gelişkin olanaklarla müdahale etmektedir. Onların bilinçlerini dumura uğratma, köreltme girişimlerini ve mücadelesini elindeki en yüksek teknolojiyi kullanarak yürütmektedir. Çağımızın vazgeçilmez nimetlerinden biri olan internet gerek toplumun uyuşturulmasında gerekse de insan ilişkilerinin zayıflamasında önemli bir etkendir.

Sınırsız bilgiye ulaşmanın yanı sıra bir dizi avantajlarıyla birlikte, internet, TV vb. araçlar bugün egemen sistemin elinde kitlelerin beyinlerini teslim almak için kullanılan önemli silahlar durumundadır. Dönemin politikalarını kitlelere propaganda etmede kullanılan TV ile kitleler yoğun bir bombardımana tutulmaktadır.

 Örnek olması açısından sınır ötesi operasyon ve gerek öncesi ve sonrasında haber programları başta olmak üzere yapılan programlar ve yeni çekilen dizilerle kitlelerin milliyetçilik ve şovenizmle nasıl zehirlendiğini hatırlamak yeterlidir. Bu anlamda bugün kitlelerden, onların örgütlenmesinden ve harekete geçirilmesinden söz ederken, yaşanan dejenerasyondan mutlak suretle söz etmek, devletin elindeki etkili silahların rolünü değerlendirmek ve dikkate almak zorundayız. Sistemin böylesine kapsamlı bir saldırısından söz edip, bu gerçeğin üzerinden atlayarak faaliyet yürütmek, bu gerçeğe gözlerimizi kapatarak yol kat etmek beyhude bir çabadan öte bir anlam ifade etmeyecektir. Böylesi bir körlük niyetlerden bağımsız olarak bugün mücadelenin dışına çıkanların “bu halk adam olmaz” sonucuna götürür bizi.

 Mevcut sistemin gelinen aşamada uygulamaya soktuğu saldırılar, öz itibariyle dünden farklı bir içeriği kapsamıyor. Onun ezilenlere yönelik tavrı dün neyse bugün de odur. ’70’li yıllardan bu yana içine girdiği ekonomik ve siyasal krizlerden kurtulmasının yegane yolu olarak kitleleri daha fazla ezmek, sömürmek olarak belirlemiş ve bu noktadaki sınırsızlığını her dönem çekinmeden ortaya koymuştur. Krizlerden çıkış yöntemleri farklı biçimler kazansa da özünde bir değişim yaşamadan, üstelik daha da azgınlaşmasına neden olmuştur. Emperyalistler, sistemlerini korumak için sadece savaşlar çıkarmaz, bundan çok daha önemli olarak, kitlelerin yaşadıkları gerçekleri görmelerini engellemek için ideolojik bombardıman altına alır.

Çürüyen sistem can çekiştikçe vahşileşmekte, bu gerçeği gizlemek içinse daha fazla yalan üretmekte, kitleleri maniple etme yöntem ve araçlarını daha fazla seferber etmektedir. Ülkemiz emekçi sınıfları da, emperyalizm tarafından yürürlüğe konulan bu politikalardan payına düşeni fazlasıyla almakta, yaşamı, üretimi, kültürü vb. bir dizi noktada bu sürecin bir parçası olmaktadır. Emperyalizmin çürüyen, can çekişen özelliği bugün dünden daha güçlü bir şekilde yaşanmakta ve bu gerçek kitlelerin teslim alınmasına yönelik saldırıların daha fazla arttırmasına neden olmaktadır.

 Çürüyen, asalak sistemin asalak insan modeli, yozlaşan toplum ilişkileri bugün yaşamın her alanında oldukça güçlü bir şekilde kendini göstermektedir. Sistem elindeki muazzam olanakları bunun için en yaratıcı şekilde kullanmaktan çekinmemektedir. Bugün toplumda, bireylerde, partimizde ve parti militanlarımızda yaşanan dejenerasyonun nedenlerini de buralarda aramak, buralarda somutlamak ve bu gerçek üzerinden analiz etmek durumundayız. Yaşanmakta olanı buralardan soyutlayıp tartıştığımızda ve ele aldığımızda olması gereken militan profilleri, olması gereken komünist parti modelleri ve yine gerçeklerden bağımsız soyut genellemelerden ve belirlemelerden kurtulamayız.

Başkan Mao; 

“Toplumun gelişmesinin bugünkü aşamasında dünyayı doğru olarak bilme ve değiştirme sorumluluğu, tarih tarafından proletaryanın ve onun partisinin omuzlarına yüklenmiştir. Bilimsel bilgiye uygun olarak belirlenen bu süreç, yani dünyayı değiştirme pratiği,… insanlık tarihinde eşi görülmemiş büyük bir ana, yani dünyadan karanlığın bütünüyle yok edileceği ve dünyanın eşine rastlanmamış aydınlık bir dünyaya dönüştürüleceği ana ulaşmış bulunmaktadır. Proletarya ve devrimci halkın dünyayı değiştirme mücadelesi şu görevlerin yerine getirilmesini kapsamaktadır: Nesnel dünyanın yanı sıra, kendi öznel dünyalarını da değiştirmeleri; öğrenme yeteneklerini değiştirmeleri ve öznel dünya ile nesnel dünya arasındaki ilişkileri değiştirmeleri;” diyerek dünyayı değiştirme mücadelemizin görevlerini özlü bir biçimde ortaya koymuştur. “Nesnel dünyanın yanı sıra, kendi öznel dünyalarını da değiştirmeleri”; bu vurgu, kapitalist-emperyalist sistemin çatısı altında toplumsal yapıdaki yozlaşma ve çürümenin böylesine derinleştiği, her türlü değeri metalaştıran değer yargılarının tüm toplumu böylesine kuşattığı ve tüm bunların dünyayı değiştirme iddiasıyla yola çıkanlarında benliklerine işlediği günümüzde oldukça önem ve değer kazanıyor.

Bireyci-asalak yaşam tarzının bir model olarak sunulmasının ötesinde yaşatıldığı koşullarda bu saldırıların geri püskürtülmesi, ancak saldırının kapsamının kavranması ile mümkün olur. Toplumdaki değiştirme enerjisi ancak böylesi müdahalelerin ardından açığa çıkarılır. Kapitalizmin alaşağı edildiği dönemler bize şunu çok açık göstermiştir ki sistem mevcut iktidarın zor yoluyla yıkılmasıyla ortadan kalkmamaktadır. Yaşamda, kültürde, ahlakta yeni baştan –proletaryanın ideolojisi doğrultusunda- yaratmak bu sürecin kilit noktada bir devamı olarak kavranmak zorundadır. Partimizin 8. Konferansının dört ana yöneliminden birini oluşturan ideolojik dejenerasyon ve bunun yarattığı sonuçlarla mücadele, sorunun boyutlarının anlaşılması açısından önemlidir. Bugün dünden daha fazla gündeme almak ve tartışmak zorunda olduğumuz bu gerçeğin anlaşılması için düne, dün yaşadıklarımıza bakmak zorundayız.

1980 AFC ve Sonuçları

Marksizm-Leninizmle modern revizyonizmin keskin bir saflaşma içine girdiği tarihsel süreçte, proletarya önemli mevzilerini kaybetmiş, kitleler nezdindeki saygınlığını ve otoritesini kaybettiği bir dönemin kendisini yaşıyordu. Emperyalizm ve revizyonizm tam da böylesi bir dönemde sınıf mücadelesinin temellerine yönelik saldırılarını ivmelendirerek, kitleleri yoğun bir bombardıman altında tutmaya başladı. Ancak yine Marksizme yönelen bu saldırılar Başkan Mao önderliğinde Çin’de BPKD deneyimi ve pratiğiyle karşılığını bulmuş ve bu deneyim, proletaryanın her renkten burjuvazinin saldırılarına karşı daha donanımlı bir duruma gelmesine de neden olmuştu.

BPKD sürecinin siyasal boyutlarının yanı sıra günlük yaşamın pratiğinde -eğitimde, kültürde, ahlakta vb.- nasıl devam ettiğini ve süren bu savaşımın nasıl şekillendirilmesi ve yönlendirilmesi gerektiğinin de politik ve pratik deneyimlerini biriktiriyordu. Dünya genelinde yaşanan gelişmelerden bağımsız ve kopuk şekillenmeyen ülkemiz sınıf mücadelesi deneyiminin o dönemdeki izdüşümü ’80 Askeri Faşist Cunta oldu. Emperyalizmin “yeniden yapılanma” sürecinin ülkemize yansıyışı, bu sürecin ülkemizde vücut bulmasının koşullarının yaratılmasının bir sonucu olarak şekillendi darbe.

“Stratejik değişimlerin” gerek ülkemizde gerekse de tek tek ülkelerde yaşam bulması, bu politikaların kesinlik ve güvence altına alınmasının koşulları mutlak suretle yaratılmalıydı. Neo-liberal politikaların uygulanmasını sağlayacak siyasal düzenlemelerin yapılması, dengelerin buna uygun hale getirilmesi bir zorunluluk olarak şekilleniyordu. Emperyalistler ve uşakları mevcut sistemi işler hale getirmek, sürekliliğini sağlamak amacıyla sistemlerine uygun insan ve toplum modeli yaratmak zorunda olduğunu bilirler.

Bu yüzden Mao “Bir sistemi değiştirebilmek için önce kamuoyunda düşünsel egemenlik kurmak gerekir; bu ilke hem devrimler hem de karşı-devrimler için geçerlidir” demişti.

 Egemen sistem ne zaman kapsamlı saldırı politikalarının uygulanmasını gündemine alsa öncelikle bu saldırılarına meşruluk kazandıracak ideolojik saldırıya öncelik verir. Zira gerçekleştirdiği saldırıların kitleler tarafından onaylanması, kabul görmesinin yolu bu saldırılar için kitleleri ikna etmesinden geçmektedir. Sistem, krizinin yapısal olma özelliğini gizlemek, yeni ekonomik politikaların krizi aşmanın tek yolu olduğuna inandırmak için kullandığı argümanları değiştirmiş, yeni sürecin yeni sloganlarını üretmişti. “Sınıf uzlaşmacılığı”, “Sosyal demokrasi” gibi söylemler artık bir dönemin “refah devleti” söylemleri yerine geçmiş, bununla da yetinilmeyerek daha da ileri gidilmiş, “sınıflar ve sınıf mücadeleleri ortadan kalktı” iddiaları ortaya atılmıştı.

Sosyalizmin kitlelerde yarattığı kazanım ve etkilerinin kırılması, emperyalist-kapitalist ülke emekçileri de dahil olmak üzere kitlelerde bir çekim merkezi olma özelliğinin ortadan kaldırılması için, kullanılan söylemler değiştirilmiş ve saldırıların merkezine Marksizm konulmaya başlanmıştı.

Emperyalistler tarafından piyasaya sürülen Post Marksist, post modernist akımlarla Marksizmin temellerine yönelik saldırılar dizginsizce uygulandı. Mevcut karmaşa ortamında sosyalizmin artık boş bir ütopya olduğu propaganda edilerek bu ütopya için savaşmanın anlamsızlığı kitlelere dayatıldı. Geleceğe dair umutlar bu anlamıyla karartılarak, gün belirsiz renk tonları almaya başladı. Böylesi bir ortamın insan tipi de bu değişimlerin tümüne uygun bir özellik kazanmaya başlamıştı. Kendi değerlerine yabancılaşmış, gelecek umutlarını kaybederek, dünyaya kendi bencil çıkarlarının penceresinden bakan, yoz, asalak ve köşe dönmeci bir insan tipi ve modeli yaratıldı. Askeri faşist cunta, görünürdeki söylemleriyle “anarşiyi”, “anarşinin yarattığı kaos ortamını engelleme” amacıyla gelmişti. Oysaki bu söylemlerin ardında darbeyi şart koşan oldukça kapsamlı ve derin ekonomik ve siyasal saldırılar bulunmaktaydı.

 Cunta, görünürdeki kaba haliyle sadece belirlenen politikaların uygulanması için toplumsal muhalefetin bastırılması amacını taşımıyordu. Bundan daha da kapsamlı olarak bu muhalefetin zemininin mümkün olduğunca ortadan kaldırılmasını sağlamaktı. Devrimci ve komünistlerin saldırıların merkezine konulmasının nedeni ise toplumun örgütsüzleştirilmesi, saldırılara açık hale getirilmesiydi. Bu anlamıyla da faşist cuntayı değerlendirirken, onu sadece baskı ve terörle anmamak, bunun gerisindeki ideolojik saldırılarıyla nasıl bir toplum ve nasıl bir insan modeli şekillendirdiğini de görmek ve kavramak durumundayız. ’80 AFC’sı devrimci ve komünistlere karşı azgın bir saldırı olma özelliği ile anılırken, aynı zamanda topluma yönelik de kapsamlı saldırıların kendisini ifade ediyordu.

Görünürdeki biçimiyle 12 Eylül sonrası toplumsal dokudaki bozulma ve dejenerasyon daha da artmış; arabesk kültür yaşam biçimi haline gelmiş, lümpenlik vb özellikler bu saldırıların sonucu olarak karşımıza çıkmıştır. Bu bozulmanın devrimci hareketlere yansıması da aynı acımasızlık ve boyutta oldu. Hareketin bütününü etkilemesinin yanı sıra tek tek militanlarını da aynı çürümenin çemberi içine almış, yaşanan örnekleriyle de bu durumu kanıtlamıştır. Örneğin; Deniz’lerin, Mahir’lerin, İbrahim’lerin yarattığı devrimci dayanışma kültürü en çok bu dönemde yara aldı.

Namlular hedefini şaşırmakla sınırlı kalmayarak yozlaşmanın ve dejenerasyonun en uç boyutlarda yaşanmasına vesile oldu. İktidar bilincindeki kırılmanın kendisini de gösteren pratiklerin devrimci hareketler açısından bedeli de ağır bir şekilde ödendi. Kitleler nezdinde yıpranan otorite ve saygınlık, can bedeli yaratılan değerlerin kaybedilmesine neden oldu. Devletin yoğun terörü ile birlikte yaşanan bu gelişmeler tıkanmaya, sınıf mücadelesindeki iddianın silikleşmesine neden oldu.

 Hapishanelerde yaşanan teslimiyet süreci, işkencehanelerde devrimci hareketin kadrolarının çözülüşü ve tüm bunların sistem tarafından oldukça kapsamlı bir şekilde kullanılması, kitlelerdeki yıpranmışlığı daha da derinleştiren faktörler olarak yazıldı tarih sayfalarına. Fakat aynı tarih dönemin zulmüne baş eğmeyenleri, kendini yenilemesini bilenleri de yazdı.

Toplumun üzerinden geçen silindir öylesine ağırdı ki bir daha belini doğrulatabilecek bir ortama kesinlikle izin verilmemeliydi. Devrim kitlelerin bilincinde bir dönemin yaşanmış acı örnekleri olarak gömülmeli, Türkiye devrimci hareketi bir daha etki ve yaşam hakkı bulamamalıydı. Bu topraklarda yaşayan her canlı teslim alınmalı, korkak, köle ruhlu insanlar haline getirilmeli, benliğine yabancılaşmalı, bulduğuna şükür etmeliydi. İşte ’80 darbesi böylesine kapsamlı ve boyutlu saldırıları kapsayan bir arka planla yapıldı. Sistem bu hedeflerinde başarılı da oldu.

Toplum açısından yaşamak artık ben’i korumak üzerine ve doymak bilmeyen bir hırsla kazanmak üzerine şekillendirildi. Daha fazla kazanmanın her türlü yolunun mubah olduğu bir şekilleniş yaratıldı. Böylesi bir toplum gerçeğini yönetmek ve yönlendirmek ise daha rahat ve kolay hale geldi. Önemli bir yenilgi sürecini yaşayan devrimci hareketlerin kendilerini doğrultmaları sanıldığı kadar kolay olmadı. Egemen sistem o günden bugüne saldırılarına ara vermeksizin, elindeki mevcut olanakları da daha fazla geliştirerek devam etti. Devrimci hareket ise bu saldırıları göğüsleyecek taktik politikaları üretmede, sınıf mücadelesine hükmetmede yeterli donanımı ve kapasiteyi gösteremedi. Dönem dönem yaşanan çıkışlar etki gücü yaratsa da kalıcılaşamadı, ileriye yürüyemedi.

İşçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesi faşist cunta ile birlikte uzun bir dönemi kapsayan sessizlik sürecine girdi. Üzerindeki ölü toprağı atması uzun bir dönemi kapsadı.

Bu süreç aynı zamanda devrimci hareketlerin darbenin yarattığı etkiyi önemli oranda yaşadığı bir dönem oldu. Ağır işkence ve sorgu koşullarından sonra hapishanelerde aynı durumla yüz yüze kalanların iradesi önemli oranda kırıldı. O koşul ve ortamdan çıkanlar için artık yeni bir dönem ve hayat başlıyordu. Rahat etmek, kendileri için bir şeyler yapmanın zamanı gelmiş geçiyordu bile.

 Dışarı çıkanların ezici çoğunluğunun Avrupa kapılarına dayanmasının ülkede kalanların ise köşe dönmenin derdine düşmesinin nedeni devletin bu azgın saldırılarına karşı koyamamak, yenilgi ve teslimiyet sürecinden kurtulamamak olmuştu. Devlet yıkılmazlığını ve gücünü tüm bu dönem içinde kanıtlamış ve bu çoğunluğa kavratmıştı. Yenilgiye teslim olmayanlar, kitlelerin gücüne, sınıf mücadelesinin kesin zaferine inanlar ise böylesi bir ortamda yollarına devam ettiler. Toplumun bireyleri köşe dönmek için soysuzlaşmanın her türlü yolunu denerken, bir dönemin militanları ve devrimcileri ise can bedeli yaratılan değerleri gasp ederek bu amaçlarına ulaşmada hiçbir sakınca görmediler…

1988’den 1992’ye kadar ve özellikle de 90’lı yılların ortasında kitlelerin kendiliğinden gelme hareketinde kıpırdanma ve ivmenin yaşandığı bir dönem oldu. Ancak bu yükselmeler karşı devrim cephesinin geliştirdiği kapsamlı saldırıları göğüsleyebilecek nitelikte değildi. İşçi sınıfının parçalı hareketinin yanı sıra, Gazi, Ümraniye vb. direnişleri devrimcilerle buluşan bir özellik kazansa da süreçte belirleyici bir etki yaratamadı. ’94 ekonomik krizinin yarattığı bu hareketlenme ’96 1 Mayıs eylemi ile tırmansa da devlet bu kalkışmaya izin vermeyerek katliamla süreci karşıladı, hareketin daha fazla ileri gitmesini engelledi. ’96 Hapishaneler direnişi dışarıdaki halk muhalefetiyle buluşmayı sağlasa da egemenlerin F tipi gibi stratejik saldırısını görebilecek, göğüsleyebilecek bir nitelikten ve örgütlülükten yoksundu. Bu dönemi takiben ülkemizde yaşanan diğer önemli ve kritik mesele Kürt ulusal hareketinin girdiği yönelim oldu.

 Emperyalizmin tasfiye saldırısından önemli oranda etkilenen ulusal hareket önderliğinin yakalanması, bu süreçte devlete ve Kürt ulusuna verdiği mesaj, kitlelerde yarattığı önemli kırılma ve güvensizliklerle birlikte anılmak zorundadır. A. Öcalan’ın yakalanma sürecinin ardından, hareketin ilan ettiği tek taraflı ateşkesler askeri anlamda önemli kayıplar alınmasına neden oldu. Kitlelerin silahlı mücadeleye, gerilla savaşına sempati duymasında, umutla bakmasında Kürt hareketinin mücadelesi belirleyici bir noktada durmaktaydı. Silahların susturulması kitlelerde devrimin bu yolla olmayacağı gibi bir sonuç yaşanmasına, devrim mücadelesine yönelik güvensizliğin daha da derinleşmesine neden oldu.

Emperyalizmin saldırılarıyla birleşen bu süreç ne yazık ki sadece kitlelerde değil, devrimci hareketin saflarında da umut kırılmasına, gelecek beklentilerinin silikleşmesine neden oldu. Bir dizi devrimci yapı süreci legal platformlarda örgütlenmeyi, mücadeleyi hapishaneler merkezli ele almayı, örgütsel sorunlar içinde boğulmayı yaşadı. Düşman kavramının silikleşmesi beraberinde iktidar bilincinin zayıflamasını getirdi.

Bu dönem 2001 yılı krizi, hapishaneler katliam ve direnişleri ile devam etti. Devletin bu dönem açısından içine girdiği ekonomik ve siyasal sürecin kendisi krizi ve saldırıları koşullayan nedenler olarak şekillendi. “Yeniden yapılandırma” olarak ifade edilen dönem kendi içinde ezilenlere yönelik stratejik saldırıları kapsamaktaydı. Nerede bir “yeniden yapılanma yönelimi” varsa, orada mevcut kurum ve mekanizmalar içinde çözülmesi olanaksız hale gelen bir sorun vardır. Bu sorun kapitalizmin genel krizidir. Sermayenin ulaştığı birikim, uluslararasılaşma, yoğunlaşma ve merkezileşme düzeyinin, bir dönem boyunca içinde hareket ettiği üretim ve egemenlik ilişkilerinin kabuğuna sığmaz hale gelmesidir. Sermaye, artı değer sömürüsünü uluslararası ve her düzeyde durmaksızın genişletmek, çeşitlendirmek, derinleştirmek, yoğunlaştırmak, merkezileştirmek, hızlandırmak arayışındadır.

Engel haline gelen bir dönemki siyasal, hukuki, ideo-kültürel (sınıflararası, sınıf kesimleri arası, uluslararası) egemenlik ilişkilerini da bu çerçevede durmaksızın yeniden yapılandırma çabasındadır. “Neoliberalizm” olarak bilinen bu süreç, sadece ekonominin değil siyasetin de bir bütün olarak yeniden yapılandırılmasını; devletin de kurumsal yapı ve işleyişindeki bir dizi değişiklikle hem bu sürece uyarlanarak hem de bu süreçte daha fazla etkinleşip önünü açacak biçimde yeniden yapılandırılması zorunluluğunu ortaya çıkardı. Tıkanan, yavaşlayan sermaye birikiminin yeni bir temelde örgütlenmesi, neoliberal iktisadi politikaların uygulanabilmesi önceki dönemde oluşan sınıfsal-toplumsal, siyasal ve uluslararası dengelerin sermaye cephesinden zorla çözülmesini ve zorla yeni bir temelde örgütlenmesini zorunlu kılıyor.

F tipi hapishanelerde bu saldırı dalgasının bir parçası olarak şekillendi. Ancak geçmiş süreçten farklı olarak saldırı, sistemin değişimini hedeflemekteydi. Bu hedefin yerine getirilmesi için devlet saldırılarında sınır tanımadı. Bu dönemde 28 devrimci tutsağı katletmekle sınırlı kalmayarak topluma oldukça güçlü mesajlar verdi. Devrimci ve komünist hareketin bu sürecin karşılanmasını içerecek çapta taktik hazırlıklar içine girememesi, mücadeleyi hücrelerle ve hücrelere girmenin ölüm olduğu propagandasıyla birleşmesi sanıldığının aksine etkiler yarattı. Devrimci olmanın, bu sisteme baş kaldırmanın, haksızlığa boyun eğmemenin bedeli artık düne göre daha ağırdı.

 Çünkü hücre tipi hapishaneler vardı artık. Bu süreci politik olarak değerlendirme ve ortaya koymada partimiz de yetersiz kalmıştır. Zaman zaman hem mücadelenin hapishaneler merkezli kavranmasında hem de sürecin kitlelere kavratılması ve propaganda edilmesinde yukarıda ifade ettiğimiz hata ve yanlışlara düşülmüştür. Egemen sınıfların, sınıf mücadelesinin bittiği propagandasını yaptığı koşullarda hapishanelerde geliştirilen direniş tüm bu saldırılara yanıt olmuş, devrimci ve komünist tutsaklar direniş bayrağına leke sürdürmemiştir.

Bu direniş mücadelenin her alanında, bugün ve yarınlarda rehber alınması gereken birikimler yaratmıştır. Ancak direnişin bu yanı ne tutsakların F tiplerine sokulmasına ne de tecritin kaldırılmasına engel olamamıştır. “Devrimci örgütlenmenin dağıtılması ve direnişlerle elde edilmiş kazanımların kaybedilmesi” yenilgisi bu boyutlarıyla yaşanmıştır. Uzun bir döneme yayılan Ölüm Orucu eylemi yapılan hatalardan kaynaklı olarak, etki gücünü kaybetmiş, ölümler bir süre sonra kitleler tarafından kanıksanmaya başlanmıştır. Devrimci irade bu dönemde de önemli kazanım ve birikimlerle birlikte, ciddi kırılmalar yaşamıştır.

2001 yılı krizi bu baskı ve vahşetin yaşanmasına neden olmanın ötesinde toplumsal dokuda da ciddi değişimlerin yaşanmasına neden oldu. Küçük üreticiler daha fazla yoksullaşmayla birleşmiş, göç dalgasıyla kentlerin değişmeye başlayan yüzü, yoz ilişkileri daha fazla kucaklamış, işsizlik diplomalıları da kapsayarak büyüme göstermişti. Kitlelerin zor ve açlıkla terbiye edilmesinin koşulları sistem tarafından dünden daha fazla yaratılmıştı. İçine kapanan toplumun üzerindeki korku duvarlarının tuğlaları sistemin saldırılarıyla daha da kalınlaştırılmış bu korku, açlık ve zorla terbiyeyle tamamlanmıştı.

Parti gerçekliğimiz ve militan profilimiz 

“Partimiz 8. Konferansı tam da bu bağlamda yaptığı değerlendirme ve müdahaleyi, içinden geçmekte olduğumuz sürecin başlıca yönelimleri arasında tespit etmiştir. Dönemsel olarak taktik parti politikalarının ana doğrultusunu saptamak amacıyla oluşturulan yönelimlere ışık tutacak olan, komünist partilerinin acil ve öncelikli ihtiyaçlarıdır. Sorunun acil ve öncelikli bir hal aldığı ortadadır. Bunun esas nedeni, örgütsel deformasyon ve kültürel erozyonun parti bünyesini sarmakla yarattığı fonksiyon bozukluğudur. Partimiz sınıf mücadelesindeki fonksiyonunu oynayamayacak bir noktaya gerilemiş; omurgası bel vermiş, komünist kimliği yaralar almış, otoritesi sarsılmış, prestij ve itibarı tahribata uğramıştır.” (Komünist 60, sayfa: 91)

Partimizin 8. Konferans yönelimini ifade eden dört temel noktalardan biri de hatırlanacağı gibi örgütsel deformasyon ve kültürel erozyonun parti bünyesindeki etkisi ve bunun yarattığı sonuçların ortadan kaldırılmasına yönelik müdahaleler olarak belirlenmişti. Partimizdeki mevcut gerilemeyi, bünyesindeki bozulmayı yukarıda kabaca özetlediğimiz ve her biri kendi içinde kapsamlı ele alınması gereken dönem ve süreçlerin kendisiyle açıklamalı ve tartışmalıyız.

Emperyalist sistemin saldırılarını boyutlandırdığı, kitlelerin bilinçlerini ve beyinlerini dumura uğrattığı böylesi süreçlerden partimizin etkilenmediğini söylemek gerçeği ifade etmemektedir. ’80 darbesi partimizi, partimizin militanlarını önemli oranda etkiledi, değiştirdi ve toplumdaki mevcut değişime uyum sağlayabilecek bir noktada yeniden kalıba döktü. Ağır baskı koşulları ile birlikte kadro ve militanlarımız kendi benleriyle bir kez daha hesaplaştılar. Kimileri bu hesaplaşmadan başarıyla çıkmayı başarırken, kimileri yenilgilerine yenildiler.

 Sonuçta nasıl ki ülkemiz sınıf mücadelesini dünyada yaşanan gelişmelerden kopuk ve bağımsız değerlendiremiyorsak, nasıl ki ülkemizdeki mücadelenin dünyadaki mücadelelerin bir izdüşümünü yaşadığını söylüyorsak, bu gerçekleri ve tespitleri partimiz için de yapacağız. Partimizin bugün içinden geçmekte olduğu durumu dünyada ve ülkede yaşanan sınıf mücadelesinin özelliklerinden bağımsız ele almayacağız.

Bugün partimizin “komünist kimliğinin yara alması”, “omurgasının bel vermesi”nin nedenlerini burada arayacağız. “Tarih yazmak, tarihi yapmaktan daha zor” diyor Lenin. Yaşanan gelişmeleri tüm detaylarıyla incelemek, bu gelişmelerin tümüne objektif bakabilmek, olumsuzlukların içinde olumlulukları görmek ve buralardan doğru sonuçlar çıkararak geleceğe yürümek… Partimizin bugününü anlamak için de böylesi bir hesaplaşmaya ihtiyacı olduğu bir gerçektir.

Tartışmaya konu ettiğimiz böylesi gündemler, tarihin kapsamlı bir şekilde irdelenmesi ve ortaya konulmasıyla daha net ve berrak bir şekilde kavranacaktır. Sosyalizmin kitlelerdeki etki ve otoritesini kaybetmesi, modern revizyonizmin saldırıları ile birlikte prestijinin sarsılması, devrimci ve komünist harekete de kitleler nezdinde güvensizleşmeyi beraberinde getirdi. ’71 devrimci çıkışının kitlelerde yarattığı etki, saldırılarla ve alınan ağır yenilgilerle birlikte kırılmaya başladı. Hareketin sınıf mücadelesine müdahalesini koruduğu ve geliştirdiği yani kitlelerle buluştuğu dönemde etki ve prestijini koruyan partimiz, bu gerçeklikten uzaklaşmaya başladığı andan itibaren kaçınılmaz bir sonuç olarak etki gücünü de kaybetmeye başladı.

Değişim yaşamaya başlayan, yozlaşan, dejenere olan, çürüyen ve asalaklaşan, her türlü değere yabancılaşan sistemin devrimcileri olarak, böylesi bir toplum gerçeğini örgütlemekle yüz yüze kalışımız, bünyemizi de değiştirmeye ve etkisi altına almaya başladı. Kısacası toplumun değişmeye ve bozulmaya başlayan dokusu devrimci harekette olduğu gibi bizde de kendini gösterdi. “…geleneğin, eski fikirlerin ölü yükü ağırdır” diyor Marks. Yani değişim ve değiştirme, yeniden kalıba dökme sanıldığı kadar kolay ve düz, ileri doğru gelişim gösteren bir hatta ilerlemedi/ilerlemiyor da.

 Sistemin kendisi için gerekli olan insan modeli, tüm özellikleriyle birlikte devrim saflarına katılıyor. Bu süreci değiştirecek sınıf mücadelesinin ivmesi değişimin koşullarını ve sürecini de belirlemektedir. Kitlelerin mücadelesinin içinde bu süre daha kısalırken ve daha keskin biçimde yaşanırken, mücadelenin görece durağan olduğu şartlarda hem değişim süreci zorlaşmakta hem de insanların sistemden kazandığı geri özelliklerle yaşam bulmasının olanakları daha fazla artmaktadır.

Bu anlamıyla sınıf mücadelesi kitlelerin değiştirme enerjisini açığa çıkarmakla sınırlı kalmayarak, öncülerinin de bu noktadaki etki gücünün da ortaya çıkmasının zemin ve koşullarını yaratır. Partimiz emperyalist sistemin geliştirdiği kapsamlı ideolojik saldırılardan payına düşeni almış, ancak ilkelerinden ve savaş ısrarından ödün vermeyerek bugüne gelmiştir. Bu gerçek bugün tespit etmek zorunda kaldığımız gerçeklerin yaşanmasının önüne geçecek bir özelliği bir bütün anlamda yaratamamıştır. Her koşulda silahlı mücadele ısrarından taviz vermemesi, kitlelerde saygınlık yaratsa da, bu ısrarın gereklerini yerine getiremediği oranda bu saygınlık da zarar görmeye başlamıştır.

“…6. Konferans önderliği, partinin içinde bulunduğu aşamayı, esasta doğru saptamasına karşın süreci tam olarak çözümlemede başarısız kalmıştır. Parti gerçekliğine olan yabancılığı ile birlikte, sınıf mücadelesi ve devrim karşısındaki teorik donanımı da yetersiz olan PMK’nın 1. toplantısına örgütsel şematizm damgasını vurmuştur. 2. toplantısındaki kısmi müdahale ise sınıf mücadelesi karşısındaki donanımsızlık ve bunun düzelmesini engelleyen subjektivizm nedeniyle gelişim göstermeden eridi… Önderliğin ciddi tahribata uğramış örgütlülük karşısında geliştirdiği tutumlar, takındığı tavırlar önderlik sürecinin gelişiminde oldukça önemliydi. Çünkü, doğru olarak saptandığı gibi parti içinde ciddi bir güven problemi, önderlikte önemli bir yetersizlik, parti ile beraber önderliğin de kitlelerle ilişkisinde derin bir kopukluk vardı. Önderliğin parti içindeki sorunları çözmesi ve kendisi ile ilgili yetersizlikleri gidermesi ancak parti ile kuracağı doğru bir ilişki sayesinde mümkündü. Güvensizliğin olduğu, kitlelerle ilişkilerin kopuk olduğu ve ideolojik-politik yetersizliğin derin olduğu koşullarda önderlik subjektivizmi ve sekter yaklaşımını genelde devam ettirdi.

‘Politikleşme’ perspektifi ‘politik olanlar ve olmayanlar’ içeriğinde, Partimize uygun olmayan bir tartışma zemini yaratarak geri bir seviye oluşturdu ve bu seviyenin ürünü olarak, ister istemez Partide ilerletici bir tartışmanın da önüne geçilmiş oldu. Bu perspektif parti üst kademelerinin Parti alt kademelerine yaklaşımlarını itici bir karaktere büründürmüş ve örgütlenmede yer yer “apolitik kitlenin örgütlenemeyeceği!” gibi yanlış anlayışlara da neden olmuştur. Partinin “politik seviyesini” yükseltme ve iktidar mücadelesinde verimli olma sorumluluğu iyi kavranamadığı için, bu belirleme adım adım değer yitimine uğradı.

Oysa Partinin politik seviyesi bir bütün olarak geri idi ve bu gerilik, Parti içi bir mücadelenin/ eğitimin sınıf mücadelesinin somut sorunlarına doğru yöneltilmesi ile giderilebilirdi. Bu, başarılamamıştır. Bu başarısızlığın ürünü olarak Partinin politik seviyesi ilerletilemedi, sorunlarını çözüp ilerletemeyince de geriledi… Parti merkezi önderliği sınıf mücadelesi pratiğini, hep birtakım sorunların çözülmesinden sonraya ertelediği için, netsizlik, savrulmalar, müdahalesizlik parti içinde büyüdü. Parti içi sorunların çözümüne ilişkin kafa açıklığı ve müdahalenin olmayışı önderliği, partiyi güçsüz ve otoritesiz bırakmıştır. Önderlik bu meseleleri çözümleme ve çözümleri pratik sürece maletme sürecini yaratamamış ve dolayısıyla PMK’ya rağmen bir parti faaliyetiyle, propagandasıyla karşı karşıya kalınmıştır… Belirleyici olanın önderlik yetersizliği olduğu tespit edilerek sürecin bu özgünlüğünü ifade etmek ve bundan da dersler çıkarmak zorunludur.

Partiye hükmedemeyen bir önderlik, onun sıradan bir parçası olmaya da mahkum olur. Partiye hükmedebilmek için önderlik rolünü içselleştirmek, onu çözümlemek, önderlik fonksiyonunu yerine getirerek partiye hakim olmak ve partiden de öğrenmesini bilmek gerekir. Genel olarak yaşanan tasfiyecilik Partimizin bu sürecinde önemli derecede etkili olmuştur. Devrimci saflarda ve partimizde tasfiyecilik, emperyalizmin dünya çapında başvurduğu çok yönlü saldırılar ve bu doğrultuda Türk hakim sınıflarının saldırılarının basıncı altında umutsuzluğa, yıkıma kapılan, küçük burjuva aydın kararsızlığı olarak ortaya çıktı. Küçük burjuva tabakalardan partimize gelen ve parti tarafından yeterince dönüştürülemeyen unsurlar ideolojik, siyasi tasfiyecilikle, parti ve örgüt tasfiyeciliğine savruldular. Tasfiyeciliğin etkisiyle devrimci düşüncelere karşı artan güvensizliğin, devrimin kitlelerin eseri olacağına ilişkin Marksist-Leninist-Maoist tezin, somut koşulların somut tahlili olarak formüle edilen inceleme ve çalışma tarzının kavranmamasında da kendini göstermiştir.” (Komünist 43, sayfa 9)

Yaptığımız bu uzunca alıntı, partimizin yakın sürecinin anlaşılması, içinden geçtiği sürecin özelliklerinin görülmesi anlamında önemlidir. 7. konferansın 6. konferans süreci sonrasına yönelik yaptığı saptamalar, partimizin bugün yaşadığı kapsamlı sorunların dün nasıl yaşandığını da göstermektedir. “Zirvelere yürüyen” gücümüz, gerçekliğimizi ifade etmemekle birlikte, militan yapımızda ve kitlemizde de doğal bir beklentiyi beraberinde getirdi. Kendi dar sorunlarına hapsolan yapımız sınıf mücadelesinden uzaklaşmamızı, kitlelerden kopuşumuzu da hızlandıran bir rol oynadı. Önderlikle parti arasındaki kopukluk ve karşı karşıya geliş yabancılaşmayı da beraberinde getirdi.

Sürecin militan modeli ise aynı yabancılık ve anlayışla tartışılmaya başlandı. “Yeni insan” modeli “yeniden inşanın” insan tipi olarak ortaya konuldu. Sınıf mücadelesinden, partiden, militanın bunlar karşısındaki duruşundan soyut ve kopuk, insana misyonlar biçilmeye başlandı. Bireyin sınıf mücadelesi karşısındaki duruşundan bağımsız olarak “yaşamın ayrıntılarında davranışlarımıza yön veren ideolojinin” kendisiyle hesaplaşmaya girildi. Önderliğin partiye nüfuz etme gücü zayıfladıkça, sınıf mücadelesine ve partiye göre şekillenme ilkesinin yerini, alan önderliklerine göre şekillenme aldı. Ameliyat masasına yatırılan militanlar olması gerekene göre kesilmeye başlayınca geriye çok fazla bir şey kalmadı. Bu tarz, hiçlik duygu ve düşüncesini yaratmakla birlikte, bireye de olmadık payeler biçilmesini beraberinde getirdi.

Sınıf mücadelesinin bizim dışımızdaki akışı, partinin bunun içindeki konumlanışının bizim gündemimize girmediği koşullarda ve tüm bu gerçeklerden bağımsız yaratılan militan modellerin de dünyası daralmaya, kendini sorgulama zemini günlük yaşamın dar pratiklerine hapsolmaya başladı. Sistemin bireycileştirme ve ben üzerine kurulu felsefesinin tezahürü olan bu yaklaşımlar partiye fazlasıyla zarar verdi. Sınıf mücadelesinin “tatil” edildiği bu dönemler aynı zamanda partimizin oldukça kritik noktalarda oynaması gereken rolün önünde de engel oldu.

6. PMK 4. Toplantısıyla başlayan ve devamında 7. Parti Konferansı ile gelişen süreç partiyi sınıf mücadelesinin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirme ve kalıba dökme noktasında müdahaleleri hedefledi. Ancak bu dönem tıpkı bir önceki dönemde olduğu gibi parti bünyesine yabancılığın aşılabildiği bir özellik ifade etmedi. Dönem ABD emperyalizminin Irak’a müdahalesi ile birlikte kitlelerin anti-emperyalist eylemlerinin yaygınlık kazandığı bir süreci ifade etmekteydi ve konferans tanıtım çalışmaları, kitlelerin bu süreciyle belli oranda buluşmayı yakaladı. Bu süreç militanlarda ve kitlelerde belli bir canlanmayı beraberinde getirse de bu süreci belirleyen bir nitelik kazanmadı. Nitekim bir süre sonra Irak işgali kanıksanır bir durum oldu.

Bu dönem partimizin uzun yıllardır biriken sorunları gündemine alması, tartışması anlamında ertelenemez görevleri de gündeme getirdi. Toplumun değişen yapısı, devletin saldırı politikaları gibi saldırıların kapsamlı değerlendirmesi ve buna uygun taktik politikaların belirlenmesi, gerilla savaşının mevcut koşullarda nasıl bir tarzda yürüyeceği yani savaşın sorunlarının bütünlüklü ele alınamamasının sonuçlarını bu dönemde yaşadık. Düşmana yönelmeyen gerilla mücadelemiz bünyemizde güvensizliği, partiyi tartıştırmayı, partinin sınıf mücadelesi içinde daha fazla silikleşmesini beraberinde getirdi. Bu silikleşme otoritesinin zayıflamasına, otoritesinin zayıflaması güç kaybetmesine, güç kaybettikçe de bozuk unsurlarla “iş” yapma pratiğini beraberinde getirdi. Silahların sustuğu yerde başlayan bozulma bütün bünyeyi sarmaladı. Savaşçı özelliği kitleler tarafından tartışılmaya başlanan partimizin bu sürecini kitlelerin sistem saldırıları altında ezilmesi tamamlayınca, her gün daha fazla güç kaybetmesine neden oldu.

Hapishaneler katliamı, Kürt ulusuna yönelen kapsamlı saldırılar, devrimcilere yönelen saldırılar, işçi sınıfına yönelik saldırılar gibi bir dizi gelişmeler tüm bu dönem boyunca gündeme gelmiştir. Tüm bu kıyım ve katliamlar karşısında hesap soruculuk anlamında sisteme yönelmeyen namluların suskunluğu, parti bünyemizde bugün sonuçlarını daha boyutlu yaşadığımız sorunların filizlenmesine de neden oldu. İktidar bilinci zayıflayan partinin şekillendirdiği “militan” özellikler de bundan kopuk olmadı. Parti politikalarına ilgisiz, savaşın sorunlarına yabancı bir militan gerçekliği, beraberinde bir dizi sorunun yaşanmasını gündeme getirdi.

Savaşı kendi dışında gören “militan” gerçekliği, bulunduğu her alanda kendini savaşın ihtiyaçlarına göre şekillendirme pratiğini de objektif olarak geliştiremedi. Sistemin saldırılarının boyutlandığı bu dönemlerde, yozlaşmanın, çürümenin de en uç örnekleri yaşanmaya başlandı. Yanı başındakinin ölümünü izleyen, bu durumu fotoğraf karesi haline getiren sistem kişilikleri belirmeye başladı. Örgütsüzleşen toplum, sistemin politikalarına daha fazla entegre olmaya başladı, yoğun bir şekilde yürütülen ideolojik kampanyaların daha fazla etkisinde kaldı.

Her gün biraz daha çürüyen sistemin insan özellikleri devrimci harekette de kendini gösterdi. Dışarıda ölümleri izleyen insan örneklerini, içerde can bedeli yaratılan parti değerlerinin çar-çur edilmesini izleyen “militanlar”, dışarıda kendisi için her şeyi yapanlar içerde “ben yarattım”, “benim değerim” deyip her yolu mubah görenler; dışarıda kimliğine ve özüne yabancılaşmış sınıf, içerde taşıdığı kimliğin ağırlığını hissetmeyen ve bilmeyen “militanlar”; dışarıda magazin dünyasıyla yaşamını dolduran toplum, içeride kimin nerede, ne yaptığıyla yaşamını dolduran “militanlar”; dışarıda lümpen yaşam tarzının artışı, içerde de part-time “devrimcilik”, disiplinsiz bir yaşamı alışkanlık haline getiren “militanlar”; dışarıda yabancılaşan toplum ilişkilerini, içerde yabancılaşan “yoldaşlık” ilişkileri tamamladı.

Çoğaltılması mümkün olan bu örnekleri daha fazla uzatmaya gerek yoktur. Partimizin en son uğraşmak zorunda kaldığı bozguncularla ilgili yapılan değerlendirme bu noktada fazlasıyla örnek önümüze koymakta, sürecin partimize yansımalarını resmetmektedir.

“İnsanın özü, tek tek bireylerde var olan bir soyutlama değildir. Gerçekte, insanın özü, toplumsal ilişkilerin toplamıdır” diyor Marks; yani insanların “öznel dünyalarının” değişimi “nesnel dünyanın” değişimi ile iç içedir. Biz kuşkusuz sistemin yarattığı insan modelinin hareketimize yansımalarını, yozlaşmanın, dejenerasyonun tek tek militanlarımızdaki örnekleri üzerine tartışacağız. Ancak bunu sınıf mücadelesi gerçeğinden kopuk yapmayacağız. Sınıf mücadelesi içindeki rolümüzü oynamaya başlamadığımız sürece bu erozyonun önüne geçemeyeceğimizi bilerek işe başlayacağız. Bir takım siyasal hareketlerin yaptığı gibi bu sorunu birkaç çete üyesinin dövülmesi, içki içenlerin sokak ortasında cezalandırılması gibi bir basitlikte algılamayacağız.

Kitlelerin gücünü açığa çıkarma, onlara hükmetme pratiği içinde bu değişimi tanımlayacağız. Hesaplaşmayı sınıf mücadelesinin içinde yapacağız. Savaşçı militanları, sınıf mücadelesinin içinde, kitlelerin kavgasında yetiştirip şekillendireceğiz. Devrimcilik bir yaşam biçimi, eskiyle yenin sürekli her daim çatışması, yeniyi tüm benliğinde var etme mücadelesidir. Devrimci kimlik ve kişilikte bu netleşme ancak eskiye karşı yürütülen mücadele zaferle sonuçlandığında başarılır. Devrimci kimlikte netleşmek mücadeleyi “boş zamanların uğraşı” olmaktan çıkardığımızda başarılır. Farkı, sınırları sınıf mücadelesinin belli pratiklerine sıkıştırmadan yaşamın her alanında, her anında belirlemektir devrimcilik. Egemenlerin her türlü yöntem ve araçla saldırdığı koşullarda kimliğini korumaktır devrimcilik. Devrimciliği belli kesitlere sıkıştırmayacağız, şu ya da bu anın devrimcileri olmayacağız… Burada kimlik içselleştirilmediği için zaten parçalanmak, zaten yok olmak kaçınılmaz olarak yaşanacaktır. Ve korkularımız, kaygılarımız. Sistemin ezilenleri korku çemberinin içinde böylesine sıkıştırdığı, her başkaldırının karşılığının katliam, katledilmek, hapishaneler olduğu günümüz koşullarında korku duvarlarımızı parçalamak… Korku çarpık ideolojik şekillenişin ürünü, net olmayan bilincin yansımasıdır. Bu duyguyu alt edemediğimiz oranda mücadelenin merkezinde olan ben’imizle, bu ben’in yarattığı dar dünyalarla yürümek zorunda kalırız. Kitlelere güven, tarihin ilerleyişinin kesinliğine inanç değil, kendi bireysel dünyamızın daralan penceresinden yaşamı ve mücadeleyi hisseder, yaşarız…

Sınıf mücadelesini tek düze ilerleyen bir süreç değil, karmaşık, içinde yığınca çelişkiyi ve bu çelişkilerin her daim çatışması olarak görmeliyiz. Sınıf mücadelesini devrim ve karşı devrimin fiziki olarak karşı karşıya gelişi olarak değil, yaşamın her alanında yürüyen bir çatışmalar toplamı olarak görmek… Her türlü saldırı altında değerlerimizi, kimliğimizi ve benliğimizi korumak ve içselleştirdiğimiz bu değerler toplamı için her an fedaya hazır olmak…

“1917 senesinde Lenin Helsinki’de başka bir isim altında gizleniyormuş. Günün birinde sokaktan geçen bir arabanın neredeyse bir kız çocuğunu ezeceğini görmüş. İlyiç kaldırımdan fırlayarak çocuğu tekerleklerin altından kapıp kurtarmış. Etraftan kalabalık toplanmış. Polis çocuğu kurtaranı şahitlerle beraber karakola götürmeye kalkışmış. Ramak kalmış ele geçmesine. Arkadaşlarından biri ona şöyle sitem etmiş: “Bu gibi risklere girmenin manası ne? Kız çocuğu ölse ihtilale bir zarar gelmezdi, halbuki bir önderin ölmesi davaya büyük zararlar verir.”

“Yani sizce, bir parti lideri kendi kendine olan saygısını kaybetse ihtilale zarar gelmeyecek mi? diye haykırmış Lenin…” (Nazım’ın Çilesi)

Engels, “her şeyin başı dürüstlüktür” diyor. Çünkü gerçekler ne kadar ağır olursa olsun ne kadar acımasız olursa olsun ancak bu dürüstlüğü ortaya koyanlar, bugünü değiştirebilir, yarını kazanabilirler. Eleştirmek, dönüştürmek ve değiştirmek için yapıldığında bir anlam kazanır. Bugün partiye, savaşa ve hatta parti militanlarına bir dizi belirleme yapıp bunların değişimi için çaba sarf etmediğimizde yakınmaktan başka hiçbir şey yapmadığımızı bileceğiz.

Partinin sınıf mücadelesindeki görevlerini yerine getirmesinin yegane koşullarından biri de gövdedeki her parçanın görev ve sorumluluklarını yerine getirmesi ile mümkün olacaktır. “Parti savaşmıyor” eleştirisini getirip, kendimiz düşmana yönelirken kırk dereden su getirdiğimizde, haklı olan eleştirimizin bir hükmünün olmadığını bileceğiz. 36 yıllık savaş deneyimi ve birikimi ile partimizi olduğu yerden, olması gereken yere taşımanın koşulları ve olanakları dünden daha fazla mevcuttur.

Emperyalist sistem, ciddi ölçüde yıpranacağı yeni bir kriz içinde. Ezilenlerin bedelini daha fazla yoksulluk, açlık olarak ödediği bu krizlerin biriktirdiği öfke mayalanması, gittikçe yüzeye vuran bir gelişme süreci yaşamaktadır. Ülkemiz işçi sınıfı ve emekçileri, kendilerine dayatılan işbirlikçi önderliklerine rağmen sokaklara çıkmakta, öfkesini haykırmaktadır. Afganistan, Irak halkları emperyalizme diz çöktürmenin ötesinde, bu sistemle nasıl savaşılacağını ve kazanılacağını bir kez daha kanıtladı. Yıkılmaz, sarsılmaz olan sistemlerinin, kitlelerin direnişi karşısında nasıl tuzla buz olduğunu gösterdi.

Komünist önder İbrahim Kaypakkaya yoldaş temellerini atarken, kendinden öncekilerden esaslı noktalardan ayrılarak, sistemle kopuşunu çok kalın çizgilerle çizerek ilan etti partimizi. Bu esas bizi her daim farklı kılacak olan yanlarımızı şekillendirdi. Şimdi bu farklılığımızı yaşattırmanın, bunun için yoğun bir emek harcamanın, sınıf mücadelesinin keskinliği içinde kendimizi yeniden ve yeniden kalıba dökmemizin zamanıdır.

Ve sonuç yerine;

“Böylesi bir gerileme sürecine sürüklenen partimizin durumunda, elbette ki parti önderlikleri ciddi bir pay sahibidir. Devrim yapma stratejimiz halk savaşı doğrultusunda adımlar atamayan, taktik politikalar üretemeyen, örgütü bu yönde şekillendiremeyen ve savaşa/mücadeleye sevk edemeyen parti önderlikleri, örgütün kan kaybından sorumludur. Bu gerçeklik, şu veya bu dönemin önderlikleri ile sınırlandırılamayacak boyuttaki bir zaman diliminde maddi temel kazanmıştır.

Partimizin sorunları derin ve karmaşık olduğu kadar, aynı zamanda çözümlenebilir ve aşılır niteliktedir. Bunun temel sebebi, MLM bir ideolojik-teorik hatta sahip olması ve tarihimiz boyunca bu yönde geliştirilen pratikle yaratılan değer birikimidir. Devrim ve komünizm mücadelesinin bu en önemli silahını, işlevli kılmak için öncelikle doğru teşhis ve çözümlemeler yapmak gerekmektedir. Hiç ihtiyacımız olmayan belirlemecilikle partimizin uzun yıllar kaybettiği unutulmamalıdır. Yakınmacılık ise yakınımıza dahi uğramasına izin verilmeyecek kadar kötü bir hastalıktır. Bu bulaşıcı hastalıklardan azade bir çözümlemenin tek amacı, partimizi yeniden ayağa kaldıracak hareket tarzı/yönelimini yaşamla buluşturabilmektir.

 İşte 8. Parti Konferansının yapmaya çalıştığı budur. Konferans iradesini oybirliğiyle şekillendiren temel yönelim noktaları, bu yönde saptanmıştır. Bu yönelime göre partimiz sınıf mücadelesinin denizine var gücüyle atılma konusunda hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacağı gibi, bünyesini saran hastalıklarla mücadelede de son derece kararlı ve uzlaşmaz bir çizgi izleyecektir. Bunun gereği, savaş alanlarında ayakları üzerinde doğrulmak amacıyla hazırlık sürecine yoğunlaşmak ve eşzamanlı biçimde sınıf mücadelesinin pratiği içerisinde yenilenmek ve arınmaktır. Yenilenme ve arınma, İbrahim yoldaşın deyişiyle “eskiyi atıp yeniyi giyme” felsefesiyle hummalı bir çalışma içerisine girmektir. Bu arınma ve kitleler nezdinde aklanma faaliyeti, örgütsel yaraları sarma, bozulan yanları onarma, kangrenleşenleri kesip atmayı beraberinde getirecektir.

Partinin ilkeleri yönünde yapısal bir devrim geçirmesi için atılacak adımlar, sınıf mücadelesinden soyutlandığı oranda, fantezi olarak kalmaya mahkumdur. Kimsenin hayallerini gerçekler yerine tahvil etmesine izin verecek durumumuz yoktur. Sınıf mücadelesi için yapılan “acımasız” ve “amansız” nitelemeleri, süs değerinde değildir. Demir tavında dövülmeli, çeliğe savaş ateşi içerisinde su verilmelidir. Partimiz kaybettiği değerlerini, itibar ve prestijini ancak ve ancak kavganın bağrında kazanabilecektir.

 Böyledir ki, “akıl hocalarına” değil, halk savaşçılarına; “laf ebelerine” değil, emekçi militanlara ihtiyaç vardır. Böyledir ki, bezginlere, yılgınlara, umutsuzlara, değil; partiyle nefes alan özverili, azimli, kararlı eylem insanlarına ihtiyaç vardır. Böyledir ki, bozgunculara, çetecilere, iftiracı provokatörlere değil; samimi, dürüst, ahlaklı parti gönüllülerine ihtiyaç vardır. Böyledir ki, liberalizme, oportünizme, reformizme değil; Marksizm- Leninizm-Maoizme ihtiyaç vardır. Ve nihayet bütün bunlar için, her şeyden önce komünist partisine ihtiyaç vardır. Çünkü sınıf mücadelesinin asla tahammülü olmayan husus, zaman kaybıdır. Dün değil bugün, dahası yarın vardır…”

Komünist, Sayı: 60, Kasım 2007

 

27 Nisan 2024 Cumartesi

PARTİ İSMİ ÜZERİNE




 MKP TEORİSYENLERİNİN İDEOLOJİK EROZYONUNUN SINIRSIZLIĞI- PARTİ İSMİ ÜZERİNE

 İşçi sınıfı partisinin işçi sınıfının dünya görüşünü belirtmesi anlamında isim önemli olmasına karşın, isimden öte içeriğinin önemli olduğu, yani partinin savunduğu görüşlerin önem taşıdığı tartışılmayacak kadar açıktır.

Nasıl ki, kendini KP olarak adlandıran her parti gerçek bir komünist partisi olamıyorsa –bunun yığınca örneği var-, kendini ML ya da MLM olarak adlandıran her parti de gerçek komünist partisi olamayabilir.

İşçi sınıfının partilerinin isimleri, kendi savundukları dünya görüşllerini ve daha açıkçası nihai hedeflerini net olarak ifade etmelidir.

Doğru olanda budur.

 

İlk olarak sosyal-demokrat adıyla ortaya çıkan işçi sınıfı partileri, süreç içinde birçok değişikliğe uğramışlar ve nihai hedefini belirtme bağlamında da nihayetinde Komünist Partisi olarak genel bir kabul görmüştür.

 

 İşçi sınıfının nihai hedefini belirtme bağlamında KP ismi en doğrusu olmasına karşın, Kruşçev modern revizyonizminin SSCB'de iktidarı ele geçirmesinden sonra, UKH içindeki ayrışmayla beraber, eski KP'lerin önemli bir bölümü modern revizyonist çizgide kalınca, yeni kurulan işçi sınıfı partileri revizyonist  partilerin kullandıkları isimlerle karıştırılmaması  için en uygun isimler altında ortaya çıktılar.

Kimileri KP'nin yanına "ML" eklerken, kimileri daha değişlik adlandırmalarla kendilerini ifade ettiler. Kaypakkaya'nın bu konudaki anlayışları doğrudur.

ve açıklama getirerek şöyle demiştir:

 

"Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao Zedung'un yaptığı gibi kendimize komünist partisi adını vermeliyiz."

 (< .K. Seçme Yazılar, sf.60, Umut Yayımcılık, açbak)

 

Ancak, Türkiye' de modern revizyonist TKP olduğundan, bu partiden kendini ayırt etmek için TKP'nin yanına "ML" eklemiştir.

Devamı.. aşağıdaki linkte. Sayfa-39-49  






 https://partizanarsiv8.net/file/2018/02/Partizan51.pdf 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)