https://www.tkpml.com/tarihsel-ve-sosyal-arka-planiyla-partimizdeki-kulturel-dejenerasyon/
Tarihsel Ve Sosyal Arka Planıyla, Partimizdeki Kültürel
Dejenerasyon
Egemenler
yüzyıllardır ezilenleri sadece baskı ve zor yöntemiyle yönetmeye kalkışmamış,
aynı zamanda kendilerine biat edecek bir şekilleniş de yaratmışlardır. Onları
yaşadıkları sistemin değişmezliğine inandırmak, gördükleri baskı ve zulmün
bitmeyeceğine ikna etmek, sistemlerinin geleceğini korumak için oldukça
belirleyici bir yerde durmaktadır.
Bu
gerçeklik onların tarihi anı geldiğinde sömürücü sistemin ortadan kalkması için
gerekeni yapmaktan geri durmadığı gerçeğini gizlemez. Güçlerinin farkına
vardıkları durumda neleri başardıkları tarihsel tecrübelerle ve bugünkü
örnekleriyle kanıtlanmış durumdadır. Yeter ki sisteme karşı mücadelenin
gerekliliğine inansınlar. Bu inanç; onları dizginleyen gerici değer
yargılarından kurtulmalarına, prangalarını kırmalarına neden olur. Bu kopuş
aynı zamanda kendilerini yeni baştan yaratmalarının da adımlarını ve derin
izlerini taşır.
Kapitalist-emperyalist
sistem doymak bilmeyen kar hırsıyla ve yapısal krizlerinden çıkabilme amacıyla
saldırmaktadır. Bu saldırısını sadece insan emeğinin dizginsiz sömürüsü ile
sınırlandırmayarak, doğayı da tahrip etmektedir. Emek sömürüsünün yoğunluğuyla
sınırlı kalmayan bu saldırıda sistem, aynı zamanda en yoz ve asalak biçimini de
yaşamaktadır. Bu anlamda ezilen yığınlar, ya “barbarlık içinde yok oluş” ya da
sosyalizmi kurma ikilemiyle dünden daha fazla yüz yüze.
Dünyada ve ülkemizde
proletarya önderliğinde ezilenlerin kurtuluş mücadelelerini yükseltme zemini
kendini her geçen gün olgunlaştırırken, bu durum aynı zamanda mücadelenin çok
çeşitli olanaklarını da geliştirmektedir. Ancak şunu da görmek gerekir ki
mevcut sistem ezilenlerin bu kalkışmasının önüne geçecek setleri düne oranla
daha güçlü bir şekilde kurmuştur. Kitlelerin beyinlerine, yaşamlarına ve günlük
pratiklerine daha önce sahip olmadığı gelişkin olanaklarla müdahale etmektedir.
Onların bilinçlerini dumura uğratma, köreltme girişimlerini ve mücadelesini
elindeki en yüksek teknolojiyi kullanarak yürütmektedir. Çağımızın vazgeçilmez
nimetlerinden biri olan internet gerek toplumun uyuşturulmasında gerekse de
insan ilişkilerinin zayıflamasında önemli bir etkendir.
Sınırsız
bilgiye ulaşmanın yanı sıra bir dizi avantajlarıyla birlikte, internet, TV vb.
araçlar bugün egemen sistemin elinde kitlelerin beyinlerini teslim almak için
kullanılan önemli silahlar durumundadır. Dönemin politikalarını kitlelere
propaganda etmede kullanılan TV ile kitleler yoğun bir bombardımana
tutulmaktadır.
Örnek olması açısından sınır ötesi operasyon
ve gerek öncesi ve sonrasında haber programları başta olmak üzere yapılan
programlar ve yeni çekilen dizilerle kitlelerin milliyetçilik ve şovenizmle
nasıl zehirlendiğini hatırlamak yeterlidir. Bu anlamda bugün kitlelerden,
onların örgütlenmesinden ve harekete geçirilmesinden söz ederken, yaşanan
dejenerasyondan mutlak suretle söz etmek, devletin elindeki etkili silahların
rolünü değerlendirmek ve dikkate almak zorundayız. Sistemin böylesine kapsamlı
bir saldırısından söz edip, bu gerçeğin üzerinden atlayarak faaliyet yürütmek,
bu gerçeğe gözlerimizi kapatarak yol kat etmek beyhude bir çabadan öte bir
anlam ifade etmeyecektir. Böylesi bir körlük niyetlerden bağımsız olarak bugün
mücadelenin dışına çıkanların “bu halk adam olmaz” sonucuna götürür bizi.
Mevcut sistemin gelinen aşamada uygulamaya
soktuğu saldırılar, öz itibariyle dünden farklı bir içeriği kapsamıyor. Onun
ezilenlere yönelik tavrı dün neyse bugün de odur. ’70’li yıllardan bu yana
içine girdiği ekonomik ve siyasal krizlerden kurtulmasının yegane yolu olarak
kitleleri daha fazla ezmek, sömürmek olarak belirlemiş ve bu noktadaki
sınırsızlığını her dönem çekinmeden ortaya koymuştur. Krizlerden çıkış
yöntemleri farklı biçimler kazansa da özünde bir değişim yaşamadan, üstelik
daha da azgınlaşmasına neden olmuştur. Emperyalistler, sistemlerini korumak
için sadece savaşlar çıkarmaz, bundan çok daha önemli olarak, kitlelerin
yaşadıkları gerçekleri görmelerini engellemek için ideolojik bombardıman altına
alır.
Çürüyen
sistem can çekiştikçe vahşileşmekte, bu gerçeği gizlemek içinse daha fazla
yalan üretmekte, kitleleri maniple etme yöntem ve araçlarını daha fazla
seferber etmektedir. Ülkemiz emekçi sınıfları da, emperyalizm tarafından
yürürlüğe konulan bu politikalardan payına düşeni fazlasıyla almakta, yaşamı,
üretimi, kültürü vb. bir dizi noktada bu sürecin bir parçası olmaktadır.
Emperyalizmin çürüyen, can çekişen özelliği bugün dünden daha güçlü bir şekilde
yaşanmakta ve bu gerçek kitlelerin teslim alınmasına yönelik saldırıların daha
fazla arttırmasına neden olmaktadır.
Çürüyen, asalak sistemin asalak insan modeli,
yozlaşan toplum ilişkileri bugün yaşamın her alanında oldukça güçlü bir şekilde
kendini göstermektedir. Sistem elindeki muazzam olanakları bunun için en
yaratıcı şekilde kullanmaktan çekinmemektedir. Bugün toplumda, bireylerde,
partimizde ve parti militanlarımızda yaşanan dejenerasyonun nedenlerini de
buralarda aramak, buralarda somutlamak ve bu gerçek üzerinden analiz etmek
durumundayız. Yaşanmakta olanı buralardan soyutlayıp tartıştığımızda ve ele
aldığımızda olması gereken militan profilleri, olması gereken komünist parti
modelleri ve yine gerçeklerden bağımsız soyut genellemelerden ve
belirlemelerden kurtulamayız.
Başkan
Mao;
“Toplumun
gelişmesinin bugünkü aşamasında dünyayı doğru olarak bilme ve değiştirme
sorumluluğu, tarih tarafından proletaryanın ve onun partisinin omuzlarına
yüklenmiştir. Bilimsel bilgiye uygun olarak belirlenen bu süreç, yani dünyayı
değiştirme pratiği,… insanlık tarihinde eşi görülmemiş büyük bir ana, yani
dünyadan karanlığın bütünüyle yok edileceği ve dünyanın eşine rastlanmamış
aydınlık bir dünyaya dönüştürüleceği ana ulaşmış bulunmaktadır. Proletarya ve
devrimci halkın dünyayı değiştirme mücadelesi şu görevlerin yerine
getirilmesini kapsamaktadır: Nesnel dünyanın yanı sıra, kendi öznel dünyalarını
da değiştirmeleri; öğrenme yeteneklerini değiştirmeleri ve öznel dünya ile
nesnel dünya arasındaki ilişkileri değiştirmeleri;” diyerek
dünyayı değiştirme mücadelemizin görevlerini özlü bir biçimde ortaya koymuştur. “Nesnel dünyanın yanı sıra, kendi öznel dünyalarını da
değiştirmeleri”; bu vurgu, kapitalist-emperyalist sistemin çatısı altında
toplumsal yapıdaki yozlaşma ve çürümenin böylesine derinleştiği, her türlü
değeri metalaştıran değer yargılarının tüm toplumu böylesine kuşattığı ve tüm
bunların dünyayı değiştirme iddiasıyla yola çıkanlarında benliklerine işlediği
günümüzde oldukça önem ve değer kazanıyor.
Bireyci-asalak
yaşam tarzının bir model olarak sunulmasının ötesinde yaşatıldığı koşullarda bu
saldırıların geri püskürtülmesi, ancak saldırının kapsamının kavranması ile
mümkün olur. Toplumdaki değiştirme enerjisi ancak böylesi müdahalelerin
ardından açığa çıkarılır. Kapitalizmin alaşağı edildiği dönemler bize şunu çok
açık göstermiştir ki sistem mevcut iktidarın zor yoluyla yıkılmasıyla ortadan
kalkmamaktadır. Yaşamda, kültürde, ahlakta yeni baştan –proletaryanın
ideolojisi doğrultusunda- yaratmak bu sürecin kilit noktada bir devamı olarak
kavranmak zorundadır. Partimizin 8. Konferansının dört ana yöneliminden birini
oluşturan ideolojik dejenerasyon ve bunun yarattığı sonuçlarla mücadele,
sorunun boyutlarının anlaşılması açısından önemlidir. Bugün dünden daha fazla
gündeme almak ve tartışmak zorunda olduğumuz bu gerçeğin anlaşılması için düne,
dün yaşadıklarımıza bakmak zorundayız.
1980 AFC ve Sonuçları
Marksizm-Leninizmle
modern revizyonizmin keskin bir saflaşma içine girdiği tarihsel süreçte,
proletarya önemli mevzilerini kaybetmiş, kitleler nezdindeki saygınlığını ve
otoritesini kaybettiği bir dönemin kendisini yaşıyordu. Emperyalizm ve
revizyonizm tam da böylesi bir dönemde sınıf mücadelesinin temellerine yönelik
saldırılarını ivmelendirerek, kitleleri yoğun bir bombardıman altında tutmaya
başladı. Ancak yine Marksizme yönelen bu saldırılar Başkan Mao önderliğinde
Çin’de BPKD deneyimi ve pratiğiyle karşılığını bulmuş ve bu deneyim,
proletaryanın her renkten burjuvazinin saldırılarına karşı daha donanımlı bir
duruma gelmesine de neden olmuştu.
BPKD sürecinin siyasal
boyutlarının yanı sıra günlük yaşamın pratiğinde -eğitimde, kültürde, ahlakta
vb.- nasıl devam ettiğini ve süren bu savaşımın nasıl şekillendirilmesi ve
yönlendirilmesi gerektiğinin de politik ve pratik deneyimlerini biriktiriyordu.
Dünya genelinde yaşanan gelişmelerden bağımsız ve kopuk şekillenmeyen ülkemiz
sınıf mücadelesi deneyiminin o dönemdeki izdüşümü ’80 Askeri Faşist Cunta oldu.
Emperyalizmin “yeniden yapılanma” sürecinin ülkemize yansıyışı, bu sürecin
ülkemizde vücut bulmasının koşullarının yaratılmasının bir sonucu olarak
şekillendi darbe.
“Stratejik
değişimlerin” gerek ülkemizde gerekse de tek tek ülkelerde yaşam bulması, bu
politikaların kesinlik ve güvence altına alınmasının koşulları mutlak suretle
yaratılmalıydı. Neo-liberal politikaların uygulanmasını sağlayacak siyasal
düzenlemelerin yapılması, dengelerin buna uygun hale getirilmesi bir zorunluluk
olarak şekilleniyordu. Emperyalistler ve uşakları mevcut sistemi işler hale
getirmek, sürekliliğini sağlamak amacıyla sistemlerine uygun insan ve toplum
modeli yaratmak zorunda olduğunu bilirler.
Bu
yüzden Mao “Bir sistemi
değiştirebilmek için önce kamuoyunda düşünsel egemenlik kurmak gerekir; bu ilke
hem devrimler hem de karşı-devrimler için geçerlidir” demişti.
Egemen sistem ne zaman kapsamlı saldırı
politikalarının uygulanmasını gündemine alsa öncelikle bu saldırılarına
meşruluk kazandıracak ideolojik saldırıya öncelik verir. Zira gerçekleştirdiği
saldırıların kitleler tarafından onaylanması, kabul görmesinin yolu bu saldırılar
için kitleleri ikna etmesinden geçmektedir. Sistem, krizinin yapısal olma
özelliğini gizlemek, yeni ekonomik politikaların krizi aşmanın tek yolu
olduğuna inandırmak için kullandığı argümanları değiştirmiş, yeni sürecin yeni
sloganlarını üretmişti. “Sınıf uzlaşmacılığı”, “Sosyal demokrasi” gibi
söylemler artık bir dönemin “refah devleti” söylemleri yerine geçmiş, bununla
da yetinilmeyerek daha da ileri gidilmiş, “sınıflar ve sınıf mücadeleleri
ortadan kalktı” iddiaları ortaya atılmıştı.
Sosyalizmin kitlelerde
yarattığı kazanım ve etkilerinin kırılması, emperyalist-kapitalist ülke
emekçileri de dahil olmak üzere kitlelerde bir çekim merkezi olma özelliğinin
ortadan kaldırılması için, kullanılan söylemler değiştirilmiş ve saldırıların
merkezine Marksizm konulmaya başlanmıştı.
Emperyalistler
tarafından piyasaya sürülen Post Marksist, post modernist akımlarla Marksizmin
temellerine yönelik saldırılar dizginsizce uygulandı. Mevcut karmaşa ortamında
sosyalizmin artık boş bir ütopya olduğu propaganda edilerek bu ütopya için
savaşmanın anlamsızlığı kitlelere dayatıldı. Geleceğe dair umutlar bu anlamıyla
karartılarak, gün belirsiz renk tonları almaya başladı. Böylesi bir ortamın
insan tipi de bu değişimlerin tümüne uygun bir özellik kazanmaya başlamıştı.
Kendi değerlerine yabancılaşmış, gelecek umutlarını kaybederek, dünyaya kendi
bencil çıkarlarının penceresinden bakan, yoz, asalak ve köşe dönmeci bir insan
tipi ve modeli yaratıldı. Askeri faşist cunta, görünürdeki söylemleriyle
“anarşiyi”, “anarşinin yarattığı kaos ortamını engelleme” amacıyla gelmişti.
Oysaki bu söylemlerin ardında darbeyi şart koşan oldukça kapsamlı ve derin
ekonomik ve siyasal saldırılar bulunmaktaydı.
Cunta, görünürdeki kaba haliyle sadece
belirlenen politikaların uygulanması için toplumsal muhalefetin bastırılması
amacını taşımıyordu. Bundan daha da kapsamlı olarak bu muhalefetin zemininin
mümkün olduğunca ortadan kaldırılmasını sağlamaktı. Devrimci ve komünistlerin
saldırıların merkezine konulmasının nedeni ise toplumun örgütsüzleştirilmesi,
saldırılara açık hale getirilmesiydi. Bu anlamıyla da faşist cuntayı
değerlendirirken, onu sadece baskı ve terörle anmamak, bunun gerisindeki
ideolojik saldırılarıyla nasıl bir toplum ve nasıl bir insan modeli
şekillendirdiğini de görmek ve kavramak durumundayız. ’80 AFC’sı devrimci ve
komünistlere karşı azgın bir saldırı olma özelliği ile anılırken, aynı zamanda
topluma yönelik de kapsamlı saldırıların kendisini ifade ediyordu.
Görünürdeki biçimiyle 12
Eylül sonrası toplumsal dokudaki bozulma ve dejenerasyon daha da artmış;
arabesk kültür yaşam biçimi haline gelmiş, lümpenlik vb özellikler bu
saldırıların sonucu olarak karşımıza çıkmıştır. Bu bozulmanın devrimci
hareketlere yansıması da aynı acımasızlık ve boyutta oldu. Hareketin bütününü
etkilemesinin yanı sıra tek tek militanlarını da aynı çürümenin çemberi içine
almış, yaşanan örnekleriyle de bu durumu kanıtlamıştır. Örneğin; Deniz’lerin,
Mahir’lerin, İbrahim’lerin yarattığı devrimci dayanışma kültürü en çok bu
dönemde yara aldı.
Namlular hedefini şaşırmakla
sınırlı kalmayarak yozlaşmanın ve dejenerasyonun en uç boyutlarda yaşanmasına
vesile oldu. İktidar bilincindeki kırılmanın kendisini de gösteren pratiklerin
devrimci hareketler açısından bedeli de ağır bir şekilde ödendi. Kitleler
nezdinde yıpranan otorite ve saygınlık, can bedeli yaratılan değerlerin
kaybedilmesine neden oldu. Devletin yoğun terörü ile birlikte yaşanan bu
gelişmeler tıkanmaya, sınıf mücadelesindeki iddianın silikleşmesine neden oldu.
Hapishanelerde yaşanan teslimiyet süreci,
işkencehanelerde devrimci hareketin kadrolarının çözülüşü ve tüm bunların
sistem tarafından oldukça kapsamlı bir şekilde kullanılması, kitlelerdeki
yıpranmışlığı daha da derinleştiren faktörler olarak yazıldı tarih sayfalarına.
Fakat aynı tarih dönemin zulmüne baş eğmeyenleri, kendini yenilemesini
bilenleri de yazdı.
Toplumun
üzerinden geçen silindir öylesine ağırdı ki bir daha belini doğrulatabilecek
bir ortama kesinlikle izin verilmemeliydi. Devrim kitlelerin bilincinde bir
dönemin yaşanmış acı örnekleri olarak gömülmeli, Türkiye devrimci hareketi bir
daha etki ve yaşam hakkı bulamamalıydı. Bu topraklarda yaşayan her canlı teslim
alınmalı, korkak, köle ruhlu insanlar haline getirilmeli, benliğine
yabancılaşmalı, bulduğuna şükür etmeliydi. İşte ’80 darbesi böylesine kapsamlı
ve boyutlu saldırıları kapsayan bir arka planla yapıldı. Sistem bu hedeflerinde
başarılı da oldu.
Toplum açısından yaşamak
artık ben’i korumak üzerine ve doymak bilmeyen bir hırsla kazanmak üzerine
şekillendirildi. Daha fazla kazanmanın her türlü yolunun mubah olduğu bir
şekilleniş yaratıldı. Böylesi bir toplum gerçeğini yönetmek ve yönlendirmek ise
daha rahat ve kolay hale geldi. Önemli bir yenilgi sürecini yaşayan devrimci
hareketlerin kendilerini doğrultmaları sanıldığı kadar kolay olmadı. Egemen
sistem o günden bugüne saldırılarına ara vermeksizin, elindeki mevcut
olanakları da daha fazla geliştirerek devam etti. Devrimci hareket ise bu
saldırıları göğüsleyecek taktik politikaları üretmede, sınıf mücadelesine
hükmetmede yeterli donanımı ve kapasiteyi gösteremedi. Dönem dönem yaşanan
çıkışlar etki gücü yaratsa da kalıcılaşamadı, ileriye yürüyemedi.
İşçi
sınıfı ve ezilenlerin mücadelesi faşist cunta ile birlikte uzun bir dönemi
kapsayan sessizlik sürecine girdi. Üzerindeki ölü toprağı atması uzun bir
dönemi kapsadı.
Bu süreç aynı zamanda
devrimci hareketlerin darbenin yarattığı etkiyi önemli oranda yaşadığı bir
dönem oldu. Ağır işkence ve sorgu koşullarından sonra hapishanelerde aynı
durumla yüz yüze kalanların iradesi önemli oranda kırıldı. O koşul ve ortamdan
çıkanlar için artık yeni bir dönem ve hayat başlıyordu. Rahat etmek, kendileri
için bir şeyler yapmanın zamanı gelmiş geçiyordu bile.
Dışarı çıkanların ezici çoğunluğunun Avrupa
kapılarına dayanmasının ülkede kalanların ise köşe dönmenin derdine düşmesinin
nedeni devletin bu azgın saldırılarına karşı koyamamak, yenilgi ve teslimiyet
sürecinden kurtulamamak olmuştu. Devlet yıkılmazlığını ve gücünü tüm bu dönem
içinde kanıtlamış ve bu çoğunluğa kavratmıştı. Yenilgiye teslim olmayanlar,
kitlelerin gücüne, sınıf mücadelesinin kesin zaferine inanlar ise böylesi bir
ortamda yollarına devam ettiler. Toplumun bireyleri köşe dönmek için
soysuzlaşmanın her türlü yolunu denerken, bir dönemin militanları ve
devrimcileri ise can bedeli yaratılan değerleri gasp ederek bu amaçlarına
ulaşmada hiçbir sakınca görmediler…
1988’den
1992’ye kadar ve özellikle de 90’lı yılların ortasında kitlelerin kendiliğinden
gelme hareketinde kıpırdanma ve ivmenin yaşandığı bir dönem oldu. Ancak bu
yükselmeler karşı devrim cephesinin geliştirdiği kapsamlı saldırıları
göğüsleyebilecek nitelikte değildi. İşçi sınıfının parçalı hareketinin yanı
sıra, Gazi, Ümraniye vb. direnişleri devrimcilerle buluşan bir özellik kazansa
da süreçte belirleyici bir etki yaratamadı. ’94 ekonomik krizinin yarattığı bu
hareketlenme ’96 1 Mayıs eylemi ile tırmansa da devlet bu kalkışmaya izin
vermeyerek katliamla süreci karşıladı, hareketin daha fazla ileri gitmesini
engelledi. ’96 Hapishaneler direnişi dışarıdaki halk muhalefetiyle buluşmayı
sağlasa da egemenlerin F tipi gibi stratejik saldırısını görebilecek,
göğüsleyebilecek bir nitelikten ve örgütlülükten yoksundu. Bu dönemi takiben
ülkemizde yaşanan diğer önemli ve kritik mesele Kürt ulusal hareketinin girdiği
yönelim oldu.
Emperyalizmin tasfiye saldırısından önemli
oranda etkilenen ulusal hareket önderliğinin yakalanması, bu süreçte devlete ve
Kürt ulusuna verdiği mesaj, kitlelerde yarattığı önemli kırılma ve
güvensizliklerle birlikte anılmak zorundadır. A. Öcalan’ın yakalanma sürecinin
ardından, hareketin ilan ettiği tek taraflı ateşkesler askeri anlamda önemli
kayıplar alınmasına neden oldu. Kitlelerin silahlı mücadeleye, gerilla savaşına
sempati duymasında, umutla bakmasında Kürt hareketinin mücadelesi belirleyici
bir noktada durmaktaydı. Silahların susturulması kitlelerde devrimin bu yolla
olmayacağı gibi bir sonuç yaşanmasına, devrim mücadelesine yönelik
güvensizliğin daha da derinleşmesine neden oldu.
Emperyalizmin
saldırılarıyla birleşen bu süreç ne yazık ki sadece kitlelerde değil, devrimci
hareketin saflarında da umut kırılmasına, gelecek beklentilerinin
silikleşmesine neden oldu. Bir dizi devrimci yapı süreci legal platformlarda
örgütlenmeyi, mücadeleyi hapishaneler merkezli ele almayı, örgütsel sorunlar
içinde boğulmayı yaşadı. Düşman kavramının silikleşmesi beraberinde iktidar
bilincinin zayıflamasını getirdi.
Bu
dönem 2001 yılı krizi, hapishaneler katliam ve direnişleri ile devam etti.
Devletin bu dönem açısından içine girdiği ekonomik ve siyasal sürecin kendisi
krizi ve saldırıları koşullayan nedenler olarak şekillendi. “Yeniden
yapılandırma” olarak ifade edilen dönem kendi içinde ezilenlere yönelik
stratejik saldırıları kapsamaktaydı. Nerede bir “yeniden yapılanma yönelimi”
varsa, orada mevcut kurum ve mekanizmalar içinde çözülmesi olanaksız hale gelen
bir sorun vardır. Bu sorun kapitalizmin genel krizidir. Sermayenin ulaştığı
birikim, uluslararasılaşma, yoğunlaşma ve merkezileşme düzeyinin, bir dönem
boyunca içinde hareket ettiği üretim ve egemenlik ilişkilerinin kabuğuna sığmaz
hale gelmesidir. Sermaye, artı değer sömürüsünü uluslararası ve her düzeyde
durmaksızın genişletmek, çeşitlendirmek, derinleştirmek, yoğunlaştırmak,
merkezileştirmek, hızlandırmak arayışındadır.
Engel
haline gelen bir dönemki siyasal, hukuki, ideo-kültürel (sınıflararası, sınıf
kesimleri arası, uluslararası) egemenlik ilişkilerini da bu çerçevede
durmaksızın yeniden yapılandırma çabasındadır. “Neoliberalizm” olarak bilinen
bu süreç, sadece ekonominin değil siyasetin de bir bütün olarak yeniden
yapılandırılmasını; devletin de kurumsal yapı ve işleyişindeki bir dizi
değişiklikle hem bu sürece uyarlanarak hem de bu süreçte daha fazla etkinleşip
önünü açacak biçimde yeniden yapılandırılması zorunluluğunu ortaya çıkardı.
Tıkanan, yavaşlayan sermaye birikiminin yeni bir temelde örgütlenmesi,
neoliberal iktisadi politikaların uygulanabilmesi önceki dönemde oluşan
sınıfsal-toplumsal, siyasal ve uluslararası dengelerin sermaye cephesinden
zorla çözülmesini ve zorla yeni bir temelde örgütlenmesini zorunlu kılıyor.
F tipi hapishanelerde bu
saldırı dalgasının bir parçası olarak şekillendi. Ancak geçmiş süreçten farklı
olarak saldırı, sistemin değişimini hedeflemekteydi. Bu hedefin yerine
getirilmesi için devlet saldırılarında sınır tanımadı. Bu dönemde 28 devrimci
tutsağı katletmekle sınırlı kalmayarak topluma oldukça güçlü mesajlar verdi.
Devrimci ve komünist hareketin bu sürecin karşılanmasını içerecek çapta taktik
hazırlıklar içine girememesi, mücadeleyi hücrelerle ve hücrelere girmenin ölüm
olduğu propagandasıyla birleşmesi sanıldığının aksine etkiler yarattı. Devrimci
olmanın, bu sisteme baş kaldırmanın, haksızlığa boyun eğmemenin bedeli artık
düne göre daha ağırdı.
Çünkü hücre tipi hapishaneler vardı artık. Bu
süreci politik olarak değerlendirme ve ortaya koymada partimiz de yetersiz
kalmıştır. Zaman zaman hem mücadelenin hapishaneler merkezli kavranmasında hem
de sürecin kitlelere kavratılması ve propaganda edilmesinde yukarıda ifade
ettiğimiz hata ve yanlışlara düşülmüştür. Egemen sınıfların, sınıf
mücadelesinin bittiği propagandasını yaptığı koşullarda hapishanelerde
geliştirilen direniş tüm bu saldırılara yanıt olmuş, devrimci ve komünist
tutsaklar direniş bayrağına leke sürdürmemiştir.
Bu
direniş mücadelenin her alanında, bugün ve yarınlarda rehber alınması gereken
birikimler yaratmıştır. Ancak direnişin bu yanı ne tutsakların F tiplerine
sokulmasına ne de tecritin kaldırılmasına engel olamamıştır. “Devrimci
örgütlenmenin dağıtılması ve direnişlerle elde edilmiş kazanımların
kaybedilmesi” yenilgisi bu boyutlarıyla yaşanmıştır. Uzun bir döneme yayılan
Ölüm Orucu eylemi yapılan hatalardan kaynaklı olarak, etki gücünü kaybetmiş,
ölümler bir süre sonra kitleler tarafından kanıksanmaya başlanmıştır. Devrimci
irade bu dönemde de önemli kazanım ve birikimlerle birlikte, ciddi kırılmalar
yaşamıştır.
2001
yılı krizi bu baskı ve vahşetin yaşanmasına neden olmanın ötesinde toplumsal
dokuda da ciddi değişimlerin yaşanmasına neden oldu. Küçük üreticiler daha
fazla yoksullaşmayla birleşmiş, göç dalgasıyla kentlerin değişmeye başlayan
yüzü, yoz ilişkileri daha fazla kucaklamış, işsizlik diplomalıları da
kapsayarak büyüme göstermişti. Kitlelerin zor ve açlıkla terbiye edilmesinin
koşulları sistem tarafından dünden daha fazla yaratılmıştı. İçine kapanan
toplumun üzerindeki korku duvarlarının tuğlaları sistemin saldırılarıyla daha
da kalınlaştırılmış bu korku, açlık ve zorla terbiyeyle tamamlanmıştı.
Parti gerçekliğimiz ve
militan profilimiz
“Partimiz
8. Konferansı tam da bu bağlamda yaptığı değerlendirme ve müdahaleyi, içinden
geçmekte olduğumuz sürecin başlıca yönelimleri arasında tespit etmiştir.
Dönemsel olarak taktik parti politikalarının ana doğrultusunu saptamak amacıyla
oluşturulan yönelimlere ışık tutacak olan, komünist partilerinin acil ve
öncelikli ihtiyaçlarıdır. Sorunun acil ve öncelikli bir hal aldığı ortadadır.
Bunun esas nedeni, örgütsel deformasyon ve kültürel erozyonun parti bünyesini
sarmakla yarattığı fonksiyon bozukluğudur. Partimiz sınıf mücadelesindeki
fonksiyonunu oynayamayacak bir noktaya gerilemiş; omurgası bel vermiş, komünist
kimliği yaralar almış, otoritesi sarsılmış, prestij ve itibarı tahribata
uğramıştır.” (Komünist 60, sayfa: 91)
Partimizin
8. Konferans yönelimini ifade eden dört temel noktalardan biri de hatırlanacağı
gibi örgütsel deformasyon ve kültürel erozyonun parti bünyesindeki etkisi ve
bunun yarattığı sonuçların ortadan kaldırılmasına yönelik müdahaleler olarak
belirlenmişti. Partimizdeki mevcut gerilemeyi, bünyesindeki bozulmayı yukarıda
kabaca özetlediğimiz ve her biri kendi içinde kapsamlı ele alınması gereken
dönem ve süreçlerin kendisiyle açıklamalı ve tartışmalıyız.
Emperyalist
sistemin saldırılarını boyutlandırdığı, kitlelerin bilinçlerini ve beyinlerini
dumura uğrattığı böylesi süreçlerden partimizin etkilenmediğini söylemek
gerçeği ifade etmemektedir. ’80 darbesi partimizi, partimizin militanlarını
önemli oranda etkiledi, değiştirdi ve toplumdaki mevcut değişime uyum
sağlayabilecek bir noktada yeniden kalıba döktü. Ağır baskı koşulları ile
birlikte kadro ve militanlarımız kendi benleriyle bir kez daha hesaplaştılar.
Kimileri bu hesaplaşmadan başarıyla çıkmayı başarırken, kimileri yenilgilerine
yenildiler.
Sonuçta nasıl ki ülkemiz sınıf mücadelesini
dünyada yaşanan gelişmelerden kopuk ve bağımsız değerlendiremiyorsak, nasıl ki
ülkemizdeki mücadelenin dünyadaki mücadelelerin bir izdüşümünü yaşadığını
söylüyorsak, bu gerçekleri ve tespitleri partimiz için de yapacağız. Partimizin
bugün içinden geçmekte olduğu durumu dünyada ve ülkede yaşanan sınıf
mücadelesinin özelliklerinden bağımsız ele almayacağız.
Bugün partimizin “komünist
kimliğinin yara alması”, “omurgasının bel vermesi”nin nedenlerini burada
arayacağız. “Tarih yazmak, tarihi yapmaktan daha zor” diyor Lenin. Yaşanan
gelişmeleri tüm detaylarıyla incelemek, bu gelişmelerin tümüne objektif
bakabilmek, olumsuzlukların içinde olumlulukları görmek ve buralardan doğru
sonuçlar çıkararak geleceğe yürümek… Partimizin bugününü anlamak için de
böylesi bir hesaplaşmaya ihtiyacı olduğu bir gerçektir.
Tartışmaya konu ettiğimiz
böylesi gündemler, tarihin kapsamlı bir şekilde irdelenmesi ve ortaya
konulmasıyla daha net ve berrak bir şekilde kavranacaktır. Sosyalizmin
kitlelerdeki etki ve otoritesini kaybetmesi, modern revizyonizmin saldırıları
ile birlikte prestijinin sarsılması, devrimci ve komünist harekete de kitleler
nezdinde güvensizleşmeyi beraberinde getirdi. ’71 devrimci çıkışının kitlelerde
yarattığı etki, saldırılarla ve alınan ağır yenilgilerle birlikte kırılmaya
başladı. Hareketin sınıf mücadelesine müdahalesini koruduğu ve geliştirdiği
yani kitlelerle buluştuğu dönemde etki ve prestijini koruyan partimiz, bu
gerçeklikten uzaklaşmaya başladığı andan itibaren kaçınılmaz bir sonuç olarak
etki gücünü de kaybetmeye başladı.
Değişim
yaşamaya başlayan, yozlaşan, dejenere olan, çürüyen ve asalaklaşan, her türlü
değere yabancılaşan sistemin devrimcileri olarak, böylesi bir toplum gerçeğini
örgütlemekle yüz yüze kalışımız, bünyemizi de değiştirmeye ve etkisi altına
almaya başladı. Kısacası toplumun değişmeye ve bozulmaya başlayan dokusu
devrimci harekette olduğu gibi bizde de kendini gösterdi. “…geleneğin, eski
fikirlerin ölü yükü ağırdır” diyor Marks. Yani değişim ve değiştirme, yeniden
kalıba dökme sanıldığı kadar kolay ve düz, ileri doğru gelişim gösteren bir
hatta ilerlemedi/ilerlemiyor da.
Sistemin kendisi için gerekli olan insan
modeli, tüm özellikleriyle birlikte devrim saflarına katılıyor. Bu süreci
değiştirecek sınıf mücadelesinin ivmesi değişimin koşullarını ve sürecini de
belirlemektedir. Kitlelerin mücadelesinin içinde bu süre daha kısalırken ve
daha keskin biçimde yaşanırken, mücadelenin görece durağan olduğu şartlarda hem
değişim süreci zorlaşmakta hem de insanların sistemden kazandığı geri
özelliklerle yaşam bulmasının olanakları daha fazla artmaktadır.
Bu
anlamıyla sınıf mücadelesi kitlelerin değiştirme enerjisini açığa çıkarmakla
sınırlı kalmayarak, öncülerinin de bu noktadaki etki gücünün da ortaya
çıkmasının zemin ve koşullarını yaratır. Partimiz emperyalist sistemin
geliştirdiği kapsamlı ideolojik saldırılardan payına düşeni almış, ancak
ilkelerinden ve savaş ısrarından ödün vermeyerek bugüne gelmiştir. Bu gerçek
bugün tespit etmek zorunda kaldığımız gerçeklerin yaşanmasının önüne geçecek
bir özelliği bir bütün anlamda yaratamamıştır. Her koşulda silahlı mücadele
ısrarından taviz vermemesi, kitlelerde saygınlık yaratsa da, bu ısrarın
gereklerini yerine getiremediği oranda bu saygınlık da zarar görmeye
başlamıştır.
“…6. Konferans önderliği, partinin içinde bulunduğu aşamayı,
esasta doğru saptamasına karşın süreci tam olarak çözümlemede başarısız
kalmıştır. Parti gerçekliğine olan yabancılığı ile birlikte, sınıf mücadelesi
ve devrim karşısındaki teorik donanımı da yetersiz olan PMK’nın 1. toplantısına
örgütsel şematizm damgasını vurmuştur. 2. toplantısındaki kısmi müdahale ise
sınıf mücadelesi karşısındaki donanımsızlık ve bunun düzelmesini engelleyen
subjektivizm nedeniyle gelişim göstermeden eridi… Önderliğin ciddi tahribata
uğramış örgütlülük karşısında geliştirdiği tutumlar, takındığı tavırlar
önderlik sürecinin gelişiminde oldukça önemliydi. Çünkü, doğru olarak
saptandığı gibi parti içinde ciddi bir güven problemi, önderlikte önemli bir
yetersizlik, parti ile beraber önderliğin de kitlelerle ilişkisinde derin bir kopukluk
vardı. Önderliğin parti içindeki sorunları çözmesi ve kendisi ile ilgili
yetersizlikleri gidermesi ancak parti ile kuracağı doğru bir ilişki sayesinde
mümkündü. Güvensizliğin olduğu, kitlelerle ilişkilerin kopuk olduğu ve
ideolojik-politik yetersizliğin derin olduğu koşullarda önderlik subjektivizmi
ve sekter yaklaşımını genelde devam ettirdi.
‘Politikleşme’ perspektifi ‘politik olanlar ve olmayanlar’
içeriğinde, Partimize uygun olmayan bir tartışma zemini yaratarak geri bir
seviye oluşturdu ve bu seviyenin ürünü olarak, ister istemez Partide ilerletici
bir tartışmanın da önüne geçilmiş oldu. Bu perspektif parti üst kademelerinin
Parti alt kademelerine yaklaşımlarını itici bir karaktere büründürmüş ve
örgütlenmede yer yer “apolitik kitlenin örgütlenemeyeceği!” gibi yanlış
anlayışlara da neden olmuştur. Partinin “politik seviyesini” yükseltme ve
iktidar mücadelesinde verimli olma sorumluluğu iyi kavranamadığı için, bu
belirleme adım adım değer yitimine uğradı.
Oysa
Partinin politik seviyesi bir bütün olarak geri idi ve bu gerilik, Parti içi
bir mücadelenin/ eğitimin sınıf mücadelesinin somut sorunlarına doğru
yöneltilmesi ile giderilebilirdi. Bu, başarılamamıştır. Bu başarısızlığın ürünü
olarak Partinin politik seviyesi ilerletilemedi, sorunlarını çözüp ilerletemeyince
de geriledi… Parti merkezi önderliği sınıf mücadelesi pratiğini, hep birtakım
sorunların çözülmesinden sonraya ertelediği için, netsizlik, savrulmalar,
müdahalesizlik parti içinde büyüdü. Parti içi sorunların çözümüne ilişkin kafa
açıklığı ve müdahalenin olmayışı önderliği, partiyi güçsüz ve otoritesiz
bırakmıştır. Önderlik bu meseleleri çözümleme ve çözümleri pratik sürece
maletme sürecini yaratamamış ve dolayısıyla PMK’ya rağmen bir parti
faaliyetiyle, propagandasıyla karşı karşıya kalınmıştır… Belirleyici olanın
önderlik yetersizliği olduğu tespit edilerek sürecin bu özgünlüğünü ifade etmek
ve bundan da dersler çıkarmak zorunludur.
Partiye hükmedemeyen bir önderlik, onun sıradan bir parçası olmaya
da mahkum olur. Partiye hükmedebilmek için önderlik rolünü içselleştirmek, onu
çözümlemek, önderlik fonksiyonunu yerine getirerek partiye hakim olmak ve
partiden de öğrenmesini bilmek gerekir. Genel olarak yaşanan tasfiyecilik
Partimizin bu sürecinde önemli derecede etkili olmuştur. Devrimci saflarda ve
partimizde tasfiyecilik, emperyalizmin dünya çapında başvurduğu çok yönlü
saldırılar ve bu doğrultuda Türk hakim sınıflarının saldırılarının basıncı
altında umutsuzluğa, yıkıma kapılan, küçük burjuva aydın kararsızlığı olarak
ortaya çıktı. Küçük burjuva tabakalardan partimize gelen ve parti tarafından
yeterince dönüştürülemeyen unsurlar ideolojik, siyasi tasfiyecilikle, parti ve
örgüt tasfiyeciliğine savruldular. Tasfiyeciliğin etkisiyle devrimci
düşüncelere karşı artan güvensizliğin, devrimin kitlelerin eseri olacağına
ilişkin Marksist-Leninist-Maoist tezin, somut koşulların somut tahlili olarak
formüle edilen inceleme ve çalışma tarzının kavranmamasında da kendini
göstermiştir.” (Komünist 43, sayfa 9)
Yaptığımız
bu uzunca alıntı, partimizin yakın sürecinin anlaşılması, içinden geçtiği
sürecin özelliklerinin görülmesi anlamında önemlidir. 7. konferansın 6.
konferans süreci sonrasına yönelik yaptığı saptamalar, partimizin bugün
yaşadığı kapsamlı sorunların dün nasıl yaşandığını da göstermektedir. “Zirvelere
yürüyen” gücümüz, gerçekliğimizi ifade etmemekle birlikte, militan yapımızda ve
kitlemizde de doğal bir beklentiyi beraberinde getirdi. Kendi dar sorunlarına
hapsolan yapımız sınıf mücadelesinden uzaklaşmamızı, kitlelerden kopuşumuzu da
hızlandıran bir rol oynadı. Önderlikle parti arasındaki kopukluk ve karşı
karşıya geliş yabancılaşmayı da beraberinde getirdi.
Sürecin militan modeli ise
aynı yabancılık ve anlayışla tartışılmaya başlandı. “Yeni insan” modeli
“yeniden inşanın” insan tipi olarak ortaya konuldu. Sınıf mücadelesinden,
partiden, militanın bunlar karşısındaki duruşundan soyut ve kopuk, insana
misyonlar biçilmeye başlandı. Bireyin sınıf mücadelesi karşısındaki duruşundan
bağımsız olarak “yaşamın ayrıntılarında davranışlarımıza yön veren ideolojinin”
kendisiyle hesaplaşmaya girildi. Önderliğin partiye nüfuz etme gücü
zayıfladıkça, sınıf mücadelesine ve partiye göre şekillenme ilkesinin yerini,
alan önderliklerine göre şekillenme aldı. Ameliyat masasına yatırılan
militanlar olması gerekene göre kesilmeye başlayınca geriye çok fazla bir şey
kalmadı. Bu tarz, hiçlik duygu ve düşüncesini yaratmakla birlikte, bireye de
olmadık payeler biçilmesini beraberinde getirdi.
Sınıf
mücadelesinin bizim dışımızdaki akışı, partinin bunun içindeki konumlanışının bizim
gündemimize girmediği koşullarda ve tüm bu gerçeklerden bağımsız yaratılan
militan modellerin de dünyası daralmaya, kendini sorgulama zemini günlük
yaşamın dar pratiklerine hapsolmaya başladı. Sistemin bireycileştirme ve ben
üzerine kurulu felsefesinin tezahürü olan bu yaklaşımlar partiye fazlasıyla
zarar verdi. Sınıf mücadelesinin “tatil” edildiği bu dönemler aynı zamanda
partimizin oldukça kritik noktalarda oynaması gereken rolün önünde de engel
oldu.
6.
PMK 4. Toplantısıyla başlayan ve devamında 7. Parti Konferansı ile gelişen
süreç partiyi sınıf mücadelesinin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirme ve
kalıba dökme noktasında müdahaleleri hedefledi. Ancak bu dönem tıpkı bir önceki
dönemde olduğu gibi parti bünyesine yabancılığın aşılabildiği bir özellik ifade
etmedi. Dönem ABD emperyalizminin Irak’a müdahalesi ile birlikte kitlelerin
anti-emperyalist eylemlerinin yaygınlık kazandığı bir süreci ifade etmekteydi
ve konferans tanıtım çalışmaları, kitlelerin bu süreciyle belli oranda
buluşmayı yakaladı. Bu süreç militanlarda ve kitlelerde belli bir canlanmayı
beraberinde getirse de bu süreci belirleyen bir nitelik kazanmadı. Nitekim bir
süre sonra Irak işgali kanıksanır bir durum oldu.
Bu dönem partimizin uzun
yıllardır biriken sorunları gündemine alması, tartışması anlamında ertelenemez
görevleri de gündeme getirdi. Toplumun değişen yapısı, devletin saldırı
politikaları gibi saldırıların kapsamlı değerlendirmesi ve buna uygun taktik
politikaların belirlenmesi, gerilla savaşının mevcut koşullarda nasıl bir tarzda
yürüyeceği yani savaşın sorunlarının bütünlüklü ele alınamamasının sonuçlarını
bu dönemde yaşadık. Düşmana yönelmeyen gerilla mücadelemiz bünyemizde
güvensizliği, partiyi tartıştırmayı, partinin sınıf mücadelesi içinde daha
fazla silikleşmesini beraberinde getirdi. Bu silikleşme otoritesinin
zayıflamasına, otoritesinin zayıflaması güç kaybetmesine, güç kaybettikçe de
bozuk unsurlarla “iş” yapma pratiğini beraberinde getirdi. Silahların sustuğu
yerde başlayan bozulma bütün bünyeyi sarmaladı. Savaşçı özelliği kitleler
tarafından tartışılmaya başlanan partimizin bu sürecini kitlelerin sistem
saldırıları altında ezilmesi tamamlayınca, her gün daha fazla güç kaybetmesine
neden oldu.
Hapishaneler
katliamı, Kürt ulusuna yönelen kapsamlı saldırılar, devrimcilere yönelen
saldırılar, işçi sınıfına yönelik saldırılar gibi bir dizi gelişmeler tüm bu
dönem boyunca gündeme gelmiştir. Tüm bu kıyım ve katliamlar karşısında hesap
soruculuk anlamında sisteme yönelmeyen namluların suskunluğu, parti bünyemizde
bugün sonuçlarını daha boyutlu yaşadığımız sorunların filizlenmesine de neden
oldu. İktidar bilinci zayıflayan partinin şekillendirdiği “militan” özellikler
de bundan kopuk olmadı. Parti politikalarına ilgisiz, savaşın sorunlarına
yabancı bir militan gerçekliği, beraberinde bir dizi sorunun yaşanmasını
gündeme getirdi.
Savaşı kendi dışında gören
“militan” gerçekliği, bulunduğu her alanda kendini savaşın ihtiyaçlarına göre
şekillendirme pratiğini de objektif olarak geliştiremedi. Sistemin
saldırılarının boyutlandığı bu dönemlerde, yozlaşmanın, çürümenin de en uç
örnekleri yaşanmaya başlandı. Yanı başındakinin ölümünü izleyen, bu durumu
fotoğraf karesi haline getiren sistem kişilikleri belirmeye başladı.
Örgütsüzleşen toplum, sistemin politikalarına daha fazla entegre olmaya
başladı, yoğun bir şekilde yürütülen ideolojik kampanyaların daha fazla
etkisinde kaldı.
Her gün biraz daha çürüyen
sistemin insan özellikleri devrimci harekette de kendini gösterdi. Dışarıda
ölümleri izleyen insan örneklerini, içerde can bedeli yaratılan parti
değerlerinin çar-çur edilmesini izleyen “militanlar”, dışarıda kendisi için her
şeyi yapanlar içerde “ben yarattım”, “benim değerim” deyip her yolu mubah
görenler; dışarıda kimliğine ve özüne yabancılaşmış sınıf, içerde taşıdığı
kimliğin ağırlığını hissetmeyen ve bilmeyen “militanlar”; dışarıda magazin
dünyasıyla yaşamını dolduran toplum, içeride kimin nerede, ne yaptığıyla
yaşamını dolduran “militanlar”; dışarıda lümpen yaşam tarzının artışı, içerde
de part-time “devrimcilik”, disiplinsiz bir yaşamı alışkanlık haline getiren
“militanlar”; dışarıda yabancılaşan toplum ilişkilerini, içerde yabancılaşan
“yoldaşlık” ilişkileri tamamladı.
Çoğaltılması mümkün olan
bu örnekleri daha fazla uzatmaya gerek yoktur. Partimizin en son uğraşmak
zorunda kaldığı bozguncularla ilgili yapılan değerlendirme bu noktada
fazlasıyla örnek önümüze koymakta, sürecin partimize yansımalarını
resmetmektedir.
“İnsanın
özü, tek tek bireylerde var olan bir soyutlama değildir. Gerçekte, insanın özü,
toplumsal ilişkilerin toplamıdır” diyor Marks; yani insanların “öznel
dünyalarının” değişimi “nesnel dünyanın” değişimi ile iç içedir. Biz kuşkusuz
sistemin yarattığı insan modelinin hareketimize yansımalarını, yozlaşmanın,
dejenerasyonun tek tek militanlarımızdaki örnekleri üzerine tartışacağız. Ancak
bunu sınıf mücadelesi gerçeğinden kopuk yapmayacağız. Sınıf mücadelesi içindeki
rolümüzü oynamaya başlamadığımız sürece bu erozyonun önüne geçemeyeceğimizi
bilerek işe başlayacağız. Bir takım siyasal hareketlerin yaptığı gibi bu sorunu
birkaç çete üyesinin dövülmesi, içki içenlerin sokak ortasında cezalandırılması
gibi bir basitlikte algılamayacağız.
Kitlelerin gücünü açığa
çıkarma, onlara hükmetme pratiği içinde bu değişimi tanımlayacağız.
Hesaplaşmayı sınıf mücadelesinin içinde yapacağız. Savaşçı militanları, sınıf
mücadelesinin içinde, kitlelerin kavgasında yetiştirip şekillendireceğiz.
Devrimcilik bir yaşam biçimi, eskiyle yenin sürekli her daim çatışması, yeniyi
tüm benliğinde var etme mücadelesidir. Devrimci kimlik ve kişilikte bu netleşme
ancak eskiye karşı yürütülen mücadele zaferle sonuçlandığında başarılır.
Devrimci kimlikte netleşmek mücadeleyi “boş zamanların uğraşı” olmaktan
çıkardığımızda başarılır. Farkı, sınırları sınıf mücadelesinin belli
pratiklerine sıkıştırmadan yaşamın her alanında, her anında belirlemektir
devrimcilik. Egemenlerin her türlü yöntem ve araçla saldırdığı koşullarda
kimliğini korumaktır devrimcilik. Devrimciliği belli kesitlere
sıkıştırmayacağız, şu ya da bu anın devrimcileri olmayacağız… Burada kimlik içselleştirilmediği
için zaten parçalanmak, zaten yok olmak kaçınılmaz olarak yaşanacaktır. Ve
korkularımız, kaygılarımız. Sistemin ezilenleri korku çemberinin içinde
böylesine sıkıştırdığı, her başkaldırının karşılığının katliam, katledilmek,
hapishaneler olduğu günümüz koşullarında korku duvarlarımızı parçalamak… Korku
çarpık ideolojik şekillenişin ürünü, net olmayan bilincin yansımasıdır. Bu
duyguyu alt edemediğimiz oranda mücadelenin merkezinde olan ben’imizle, bu
ben’in yarattığı dar dünyalarla yürümek zorunda kalırız. Kitlelere güven,
tarihin ilerleyişinin kesinliğine inanç değil, kendi bireysel dünyamızın
daralan penceresinden yaşamı ve mücadeleyi hisseder, yaşarız…
Sınıf
mücadelesini tek düze ilerleyen bir süreç değil, karmaşık, içinde yığınca
çelişkiyi ve bu çelişkilerin her daim çatışması olarak görmeliyiz. Sınıf
mücadelesini devrim ve karşı devrimin fiziki olarak karşı karşıya gelişi olarak
değil, yaşamın her alanında yürüyen bir çatışmalar toplamı olarak görmek… Her
türlü saldırı altında değerlerimizi, kimliğimizi ve benliğimizi korumak ve
içselleştirdiğimiz bu değerler toplamı için her an fedaya hazır olmak…
“1917 senesinde Lenin Helsinki’de başka bir isim altında
gizleniyormuş. Günün birinde sokaktan geçen bir arabanın neredeyse bir kız
çocuğunu ezeceğini görmüş. İlyiç kaldırımdan fırlayarak çocuğu tekerleklerin
altından kapıp kurtarmış. Etraftan kalabalık toplanmış. Polis çocuğu kurtaranı
şahitlerle beraber karakola götürmeye kalkışmış. Ramak kalmış ele geçmesine.
Arkadaşlarından biri ona şöyle sitem etmiş: “Bu gibi risklere girmenin manası
ne? Kız çocuğu ölse ihtilale bir zarar gelmezdi, halbuki bir önderin ölmesi
davaya büyük zararlar verir.”
“Yani sizce, bir parti lideri kendi kendine olan saygısını
kaybetse ihtilale zarar gelmeyecek mi? diye haykırmış Lenin…” (Nazım’ın
Çilesi)
Engels,
“her şeyin başı dürüstlüktür” diyor. Çünkü gerçekler ne kadar ağır olursa olsun
ne kadar acımasız olursa olsun ancak bu dürüstlüğü ortaya koyanlar, bugünü
değiştirebilir, yarını kazanabilirler. Eleştirmek, dönüştürmek ve değiştirmek
için yapıldığında bir anlam kazanır. Bugün partiye, savaşa ve hatta parti
militanlarına bir dizi belirleme yapıp bunların değişimi için çaba sarf
etmediğimizde yakınmaktan başka hiçbir şey yapmadığımızı bileceğiz.
Partinin sınıf mücadelesindeki
görevlerini yerine getirmesinin yegane koşullarından biri de gövdedeki her
parçanın görev ve sorumluluklarını yerine getirmesi ile mümkün olacaktır.
“Parti savaşmıyor” eleştirisini getirip, kendimiz düşmana yönelirken kırk
dereden su getirdiğimizde, haklı olan eleştirimizin bir hükmünün olmadığını
bileceğiz. 36 yıllık savaş deneyimi ve birikimi ile partimizi olduğu yerden,
olması gereken yere taşımanın koşulları ve olanakları dünden daha fazla
mevcuttur.
Emperyalist sistem, ciddi
ölçüde yıpranacağı yeni bir kriz içinde. Ezilenlerin bedelini daha fazla
yoksulluk, açlık olarak ödediği bu krizlerin biriktirdiği öfke mayalanması,
gittikçe yüzeye vuran bir gelişme süreci yaşamaktadır. Ülkemiz işçi sınıfı ve
emekçileri, kendilerine dayatılan işbirlikçi önderliklerine rağmen sokaklara
çıkmakta, öfkesini haykırmaktadır. Afganistan, Irak halkları emperyalizme diz
çöktürmenin ötesinde, bu sistemle nasıl savaşılacağını ve kazanılacağını bir
kez daha kanıtladı. Yıkılmaz, sarsılmaz olan sistemlerinin, kitlelerin direnişi
karşısında nasıl tuzla buz olduğunu gösterdi.
Komünist
önder İbrahim Kaypakkaya yoldaş temellerini atarken, kendinden öncekilerden
esaslı noktalardan ayrılarak, sistemle kopuşunu çok kalın çizgilerle çizerek
ilan etti partimizi. Bu esas bizi her daim farklı kılacak olan yanlarımızı
şekillendirdi. Şimdi bu farklılığımızı yaşattırmanın, bunun için yoğun bir emek
harcamanın, sınıf mücadelesinin keskinliği içinde kendimizi yeniden ve yeniden
kalıba dökmemizin zamanıdır.
Ve
sonuç yerine;
“Böylesi bir gerileme sürecine sürüklenen partimizin durumunda,
elbette ki parti önderlikleri ciddi bir pay sahibidir. Devrim yapma stratejimiz
halk savaşı doğrultusunda adımlar atamayan, taktik politikalar üretemeyen,
örgütü bu yönde şekillendiremeyen ve savaşa/mücadeleye sevk edemeyen parti
önderlikleri, örgütün kan kaybından sorumludur. Bu gerçeklik, şu veya bu
dönemin önderlikleri ile sınırlandırılamayacak boyuttaki bir zaman diliminde
maddi temel kazanmıştır.
Partimizin
sorunları derin ve karmaşık olduğu kadar, aynı zamanda çözümlenebilir ve aşılır
niteliktedir. Bunun temel sebebi, MLM bir ideolojik-teorik hatta sahip olması
ve tarihimiz boyunca bu yönde geliştirilen pratikle yaratılan değer
birikimidir. Devrim ve komünizm mücadelesinin bu en önemli silahını, işlevli kılmak
için öncelikle doğru teşhis ve çözümlemeler yapmak gerekmektedir. Hiç
ihtiyacımız olmayan belirlemecilikle partimizin uzun yıllar kaybettiği
unutulmamalıdır. Yakınmacılık ise yakınımıza dahi uğramasına izin verilmeyecek
kadar kötü bir hastalıktır. Bu bulaşıcı hastalıklardan azade bir çözümlemenin
tek amacı, partimizi yeniden ayağa kaldıracak hareket tarzı/yönelimini yaşamla
buluşturabilmektir.
İşte 8. Parti Konferansının yapmaya çalıştığı
budur. Konferans iradesini oybirliğiyle şekillendiren temel yönelim noktaları,
bu yönde saptanmıştır. Bu yönelime göre partimiz sınıf mücadelesinin denizine
var gücüyle atılma konusunda hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacağı gibi, bünyesini
saran hastalıklarla mücadelede de son derece kararlı ve uzlaşmaz bir çizgi
izleyecektir. Bunun gereği, savaş alanlarında ayakları üzerinde doğrulmak
amacıyla hazırlık sürecine yoğunlaşmak ve eşzamanlı biçimde sınıf mücadelesinin
pratiği içerisinde yenilenmek ve arınmaktır. Yenilenme ve arınma, İbrahim
yoldaşın deyişiyle “eskiyi atıp yeniyi giyme” felsefesiyle hummalı bir çalışma
içerisine girmektir. Bu arınma ve kitleler nezdinde aklanma faaliyeti, örgütsel
yaraları sarma, bozulan yanları onarma, kangrenleşenleri kesip atmayı
beraberinde getirecektir.
Partinin ilkeleri yönünde yapısal bir devrim geçirmesi için
atılacak adımlar, sınıf mücadelesinden soyutlandığı oranda, fantezi olarak
kalmaya mahkumdur. Kimsenin hayallerini gerçekler yerine tahvil etmesine izin
verecek durumumuz yoktur. Sınıf mücadelesi için yapılan “acımasız” ve “amansız”
nitelemeleri, süs değerinde değildir. Demir tavında dövülmeli, çeliğe savaş
ateşi içerisinde su verilmelidir. Partimiz kaybettiği değerlerini, itibar ve
prestijini ancak ve ancak kavganın bağrında kazanabilecektir.
Böyledir ki, “akıl hocalarına” değil, halk savaşçılarına;
“laf ebelerine” değil, emekçi militanlara ihtiyaç vardır. Böyledir ki,
bezginlere, yılgınlara, umutsuzlara, değil; partiyle nefes alan özverili,
azimli, kararlı eylem insanlarına ihtiyaç vardır. Böyledir ki, bozgunculara,
çetecilere, iftiracı provokatörlere değil; samimi, dürüst, ahlaklı parti
gönüllülerine ihtiyaç vardır. Böyledir ki, liberalizme, oportünizme, reformizme
değil; Marksizm- Leninizm-Maoizme ihtiyaç vardır. Ve nihayet bütün bunlar için,
her şeyden önce komünist partisine ihtiyaç vardır. Çünkü sınıf mücadelesinin
asla tahammülü olmayan husus, zaman kaybıdır. Dün değil bugün, dahası
yarın vardır…”
Komünist, Sayı: 60, Kasım 2007