7 Nisan 2024 Pazar

Tarih/imizden Notlar-KALANLAR VE AYRILANLAR -ŞEHİRLERİN ÖNEMİ.-6-son

ŞEHİRLERİN ÖNEMİ…

ST bir başka ayrılık nedeni olarak TKP/ML’nin 7. Konferanstaki “bugün şehirler esas olmalıdır” savunusunu göstermektedir.

 Öne sürdüğü bu iddia onun inceleme, kavrama düzeyi hakkında bizi epey kuşkulandırmaktadır.

 7. Konferans belgelerinde şehirlerin devrimdeki öneminin arttığına dair görüşler vardır. Bununla beraber kimi dönem veya yerlerde geçici olarak şehirlerdeki çalışmalara yoğunlaşılabileceği de belirtilmiştir. Ama şehirlerin “esas” olduğuna yönelik bir tespit-belirleme olmamıştır.

ST’nin iddia ettiği düzeyde bir “yenilik” olsaydı kuşku duyulmasın ki, bunun ortaya konuluşu çok farklı olurdu. Bir bölüm içinde, bir cümle içinde yetinilmezdi. Konu hakkında 7. Konferansın üzerinde durduğu olgu hem kırsal alanda hem de şehirlerdeki gelişmelere bağlı olarak halk savaşının ruhuna uygun biçimde kimi zaman ve durumlarda şehirlere yoğunlaşılabileceğidir.

ST bunu reddediyor mu bilmiyoruz. Ama bizim “şehirlerin esas olduğu”na dair yaklaşımı reddettiğimizi herkes biliyor!

ST görüldüğü kadarıyla konferans kararlarında kafa karışıklığına yol açabilecek cümleler bulma çabasındadır. Kendilerinden isteyeceğimiz şey cümleleri olduğu gibi ve içinde yer aldıkları bütünlükle tartışmalarıdır. Aynı eleştiriyi “tarım devrimi” kavramı üzerinden de yaptıklarını da hatırlatıyoruz,

ST’nin. “Toprak devrimi” yerine onu kapsayan içerikte “tarım devrimi” kavramını kullanmamızı “devrim anlayışını” değiştirmekte olduğumuza yormuştu ST.

Bu tarz, bir tür “kavram avcılığı”dır. Elbette kavramların takip edilmesini eleştirmeyiz. Ama bununla yetinmemeyi ve hele ki gerçek anlamından ayırarak, anlayıştan kopararak ve nihayet “ad koyarak” avcılık yapmayı onaylamayız. Günümüz şartlarında şehirlerin devrim mücadelesinde “esas olduğu”na dair bir anlayışımız yoktur. Bununla beraber bizimki gibi ülkelerde şehir çalışmalarının öneminin arttığını düşünüyoruz. Nepal ve Peru’daki gibi gelişmeler ve deneyimler bu bakımdan öğreticidir.

Kendi deneyimlerimiz de bu meselede anlayışımızı derinleştirmek gerektiğini ortaya koyuyor. Bu meselede dikkat edeceğimiz nokta, devrim sürecine bağlı ve halk savaşına hizmet eden tarzda bir şehir çalışması olacağı görüşünde ısrar etmektir. Hazırlık veya daha ileriki bir aşamada olsun, taktiksel olarak şehirlerdeki herhangi bir yoğunlaşma, halk savaşının temel prensiplerini değiştirmez ya da değiştirmeyi gerektirmez. Her durumda üzerinde durulacak husus, biçimin içeriğe uygunluğu veya hizmetidir.

7. Konferansta da halk savaşı anlayışı savunulageldiği içerikte onaylanmış ve şehir çalışmaları da buna bağlı olarak “önemli” addedilmiştir. Sonuçta 8. Konferansta da aynı anlayış içerik olarak vardır hem de 7. Konferansın tutumu bilinmekte ve onaylanmaktadır. Anlaşılacağı üzere, 7’de savunulup da 8. Konferansta terk edilen bir görüş bulunmamaktadır.

ST bu türden “kavram avcılığı”na yöneleceğine, bunların içeriğine ilgi duysa daha faydalı  olur; elbette bizim için de! ST şehirlerin öneminin “arttığı” görüşünün veya yukarda değindiğimiz içerikteki “yoğunlaşmaların” halk savaşını veya “kır şehri kuşatır” tezini boşa çıkartacağını iddia edip, devamla bu ayrılık konusunun henüz sistemleşmiş önemli bir ilkesel ayrılık derekesine gelmediğinin altını çizerken, ortaya koyduğumuz politikayı kavramaktan bir hayli uzak olduğunu ispatlamaktan başka bir şey yapmıyor. Gerçekte o bariz bir dogmatik tavır içindedir. Bırakalım objektif şartları inceleyerek, değerlendirerek tartışmayı; “itiraz ettiği cümlenin” gerçekliğini ve bütün içindeki yerini dahi analiz etmeye erinmektedir. O kafasındaki kalıpla değerlendirme yapmış görünmekte ve böylece yersiz tartışmalara meydan vermektedir. Ama biz iddiayı yalanlamakla ve bu tarzı mahkum etmekle yetineceğiz.

ULUSAL SORUN VE BAŞLICA ÇELİŞME…

ST’nin ayrılık noktalarından olduğunu ileri sürdüğü bir diğer konu da başlıca çelişmelere, ulusal sorunu meydana getiren “ezen ulus burjuvazisi ile ezilen ulus arasındaki çelişme”nin eklenmesidir. Kendileri ikinci kongrelerinde, sunduğumuz gibi tanımladıkları bu çelişmenin “başlıca çelişmeler” arasına konması gerektiğini ve Kaypakkaya’nın bu konuda eksik kaldığını belirtiyorlar.

 Hemen şunu ifade etmeliyiz; Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı sorununun başlıca sorunlardan biri olduğu şüphesizdir. Kaypakkaya’nın da buna “çok önem taşıyan bir sorun” olarak baktığı aynı ölçüde tartışmasızdır. İbrahim yoldaşın başlıca çelişmeler içinde saymayarak bu sorunu küçümsediğini, önemsiz addettiğini söylemek için onun “Türkiye’de ulusal mesele” belgesini yok saymak gerekir. İnceleyen herkesin kabul edeceği gibi orada yazılanlar ve bu belgenin Kaypakkaya’nın 5 temel belgesinden biri olması böyle bir iddiayı kendi başına geçersiz kılar.

 Biz bu konunun yüzeysel ele alınamayacağı ve daha doğru/uygun açıklama ve tanımlarla ortaya konması gerektiği düşüncesindeyiz. Öncelikle “başlıca çelişmeler” kavramını tanımlamak gerekir; Bir çelişmeyi neden “başlıca çelişmeler” arasına sokarız? Bunun için onun devrim sürecindeki önemini mi incelemek gerekir, yoksa devrimdeki rolünü mü saptamak? Yoksa bu kavram mevcut iktisadi-siyasi yapının nedenselliğine mi işaret eder? Elbette “başlıca” kavramı aklımıza hemen “görünen”, “kendini belli eden”, “öne çıkan” gibi tanımlar getirmekte ve bundan hareketle nedeni ile sonucu ne olursa olsun ulusal sorunu başlıca çelişmelerden saymamak pek uygun görünmemektedir.

 

Ama şunu da görmemek olmaz; konu edilen, önder yoldaşın ulusal sorunu var eden çelişmeyi, başlıca çelişmeler içinde görmemesidir! Biz, bunun Kaypakkaya’nın konuya ilgisi ve çözümüne gösterdiği duyarlılık bakımından “izah edilebilir” olmadığını düşünüyoruz. O halde “başlıca çelişmeler” kavramına farklı yönlerden de yaklaşmayı denemeliyiz. Başlıca çelişmeler tespitinin bir nedeni ve amacı olmalıdır.

Kaypakkaya’nın konu hakkındaki tartışması (Seçme Yazılar, Umut Yay. Nisan 2004, Sf. 164)

 ülkedeki “devrim” sürecini tanımlamaya yöneliktir. Çelişmeleri, toplumsal yapıyı, sınıflar mücadelesini inceleyerek ortaya koymak ve ülkenin iktisadi ve politik açıdan bulunduğu aşamayı saptamak için belirlemek gerektiğini görmekteyiz bu yaklaşımda.

Böyle olduğunda Kaypakkaya’nın ezen ulus ile ezilen ulus ve azınlık uluslar arasındaki çelişmeyi “başlıca çelişmeler” arasında saymaması anlaşılırdır. Bu çelişmenin ne toplumsal yapıyı belirleme özelliği ne de devrim sürecini tanımlamaya katkısı vardır.

Kabaca şöyle ifade edebiliriz:

Bu çelişme olsa da olmasa da içinde bulunduğumuz yapı ve dolayısıyla devrim süreci değişmeyecektir. Ulusal sorunu var eden çelişmenin eğer pazara yönelik bir çatışmadan kaynaklandığını savunuyorsak, bunun toplumsal süreci belirleyici özellik taşımadığını, hakeza bir sonraki aşamayı da belirleyemeyeceğini kabul ediyoruz demektir.

Bu durumda Kaypakkaya’nın söz konusu çelişmeyi “başlıca çelişmeler” arasında saymaması anlaşılırdır; sayılan diğer çelişmelere göre daha tali bir unsur olarak görmesi doğrudur. İbrahim yoldaşın kavramı kullanmadaki özgünlüğü ve ele alışı anlarsak onu eleştirirken en azından haksız belirlemeler yapmaktan kendimizi alıkoymuş oluruz…

Bu nedenle ST’nin “başlıca çelişmeler”e ezen ulus burjuvazisi ile ezilen uluslar arasındaki çelişmeyi eklerken ortaya koyduğu Kaypakkaya eleştirisini onaylamıyoruz. Bu ekleme ancak kavramın anlamı ve süreç içindeki değişimlerle açıklandığında gerektiği gibi/uygun biçimde tartışılabilecektir. Kavramın Kaypakkaya’nın kullandığı yerdeki anlamı anlaşılır kıldıktan sonra, ST’nin yüklediği anlama uygun olarak,söz konusu çelişmenin başlıca çelişmelere dahil edilmesi önerisine cevap verebiliriz.

Ulusal sorunu meydana getiren çelişmenin ülkedeki konumu, onu “belli başlı”, “öne çıkan” olarak görmemizi neredeyse zorunlu kılmaktadır. Yukarıda da değindik, zaten Kaypakkaya sorunun bu özelliğine yeterince ve layık olduğu ölçüde dikkat çekmiştir.

 Ne var ki, komünist hareket birçok meselede olduğu gibi bu meselede de önderlik misyonunu oynayamamıştır. Bunu neden vurguladık?

Şu sebeple; sözü edilen çelişmenin “başlıca çelişmeler”den sayılmamış olmasının, o sıralamaya dahil edilmemesinin, başarısızlığın kaynağı olarak gösterilmesine itirazımız var! Zira ancak bunun saptanmasından sonra ulusal soruna kaynaklık eden çelişmenin “başlıca çelişmeler” arasına konması gerekliliğini vurgulayabiliriz. Bunun tartışılmazlığının nedeni söz konusu çelişmenin ülkedeki siyasi etkisinin nitelik ve boyutudur. Devrimci hareketin gelişimini önemli oranda etkileyen; hem Kürt halkının devrimcileşmesinde hem Türk halkının özgürleşmesinde/baskı ve esaret altındaki bilincinin gerilikten arındırılmasında belirleyici fonksiyonu olan bir sorundan bahsediyoruz.

Başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen ulus ve azınlıklar üzerindeki ırkçı-şoven baskı ortadan kaldırılmadıkça ezen ulusun halkı için de özgürlük elde edilemeyecektir. Bilincinde egemen sınıfların ırkçışoven ideolojisini, politikalarını taşıyanlar devrime kapalı olurlar, devrimi kavrayamazlar, devrimi gerçekleştiremezler. Ulusal sorunun varlığına karşı mücadele devrim için bir zorunluluktur. Bu tespit de bizim “başlıca çelişmeler”e konu edilen soruna neden olan çelişmeyi eklememizde bir yanlış olmayacağını içerir.

Aynı zamanda soruna dikkat çekmeyi de içerdiğinden bu yaklaşıma zaten karşı çıkmıyoruz.Ayrılık noktaları olarak tanımlanan bu meseledeki genel yaklaşımımız böyledir. Şimdilik “sonuçta” hemfikir olduğumuzu ifade edebiliriz ama çelişmenin tanımı konusunda farklı düşünüyoruz. ST tanımı “burjuvazi ile ezilen uluslar arasındaki çelişme” biçiminde yapmaktadır. Bu da ülkedeki ulusal sorunun neye dayandığı, daha doğrusu hangi çelişmenin ürünü olduğu konusunda bir belirsizlik olduğunu göstermektedir.

Ezen ulus burjuvaları ile ezilen uluslar arasındaki “anlaşmazlık” nedir? Ülkedeki ulusal sorunun kaynağı nedir? Belli bir nedene/nedenlere dayanan bu sorun nasıl bir kutuplaşmaya neden olmuş ve olmaktadır? Bu konuda savuna geldiğimiz görüş, ulusal sorunun özünün pazar sorunu olduğudur. Pazar sorunu olarak saptandıktan sonra çelişmeyi ST’nin belirlediği gibi tanımlamak doğru değildir; biliyoruz ki pazarda rekabet edecek olanlar burjuvalar ile ezilen uluslar değildir; ezen ve ezilen uluslardan burjuvalardır.

Gelişmekteki pazar üzerinde kimin hakim olacağı sorunu, mevcut ulusal sorunun kaynağı olmuştur. Uluslar içindeki diğer unsurların ulus bilinci ilk zamanlar geri olmakla beraber rekabetin varlığına ve ilerlemesine bağlı olarak gelişmiştir. Bu sadece ezilen ulus için değil ezen ulus için de geçerlidir.

Ezen ulusun da egemenleri dışındaki sınıfları “ulusalcı” akıma, daha önce değil, rekabetten sonra yönelmiştir. Kısacası ulusal soruna neden olan çelişme konu olan ulusların bütün unsurları arasında başlamamıştır. İki ulusun da egemenleri arasında başlamıştır. Burada şuna dikkat çekmek gerekiyor; bu çelişmeden kaynaklanan ulusal sorunun henüz vücut bulmadığı zamanlarda konu edilen toplumlar arasında sorun olmadığı düşünülmemelidir.

 Kuşkusuz vardı ve bunlar feodalizme dayalıydı. Zaten buna dayalı sorunlar (dinsel, mezhepsel, aşiretsel) varlığını henüz sürdürmektedir. Egemenler arasındaki çelişme bilindiği gibi orada kalmaz. Egemenler kendi sorunlarını toplumun diğer sınıf ve katmanlarına ait hale getirirler. Ulusların burjuvaları arasındaki çelişme de nihayet ulusların tüm toplumsal unsurlarına yayılmıştır.

Ezen ulus burjuvaları pazar üzerindeki hakimiyetini kendi dili etrafında bir birlik yaratarak sağlamaya giriştiğinde diğer ulusların/milliyetlerin dillerini yasaklar. Bu yasak sadece ezilen ulus burjuvalarına konmaz.Ama onun gelişimini engellemek için tüm ulusa konur. Bu tür engellemeler ulusun diğer tüm özellikleri (sözlü ve yazınsal, tarihsel ve kültürel vs.) için de uygulanır.

 Hakeza ezilen ulus egemenleri de buna karşı “ulusalcı” bir mücadeleye girişir. Bu mücadelede hem ezilen ulus bütününe yönelmeyi meşrulaştırır hem de arkasına kendi ulusundan halkı almaya çalışır. Ezen ve ezilen ulusların burjuvaları arasındaki çelişme kendi koşullarının belirlediği bir süreç içinde yaşanır ve nihayet gelişen koşula bağlı olarak ezen uluslar ile ezilen uluslar veya milliyetler arasındaki çelişme haline evrilir.

 Dolayısıyla ne başında ne de sonrasında “ezen ulus burjuvaları ile ezilen uluslar arasındaki çelişme” olarak tanımlanabilir bir süreç vardır. Nihayet, yukarıdaki anlamda “başlıca çelişmeler” arasına konulmasında sorun olmayan çelişme, ezen ve ezilen uluslar arasındaki; Türk ulusu ile Kürt ulusu arasındaki çelişmedir.

 52 ST’nin çelişmeyi tanımlama biçimi gerçekliğin doğru yorumlanışından çok “arzu edilene” dayanmaktadır. O, ezen ulusun tüm sınıflarındaki ezilen ulus “düşmanlığı”nı görmemeyi tercih etmektedir. Politik olarak, ezilen ulusun, ezen ulusun bütününe karşı değil onun egemenlerine karşı yöneltilmesi gerektiğinden, çelişmenin de buna göre tanımlanacağı düşünülmektedir.

Çelişmeleri saptamada doğru yöntem bu değildir.

Hem ulusal sorunun kaynağı hakkında belirsizlik yaratma, hem de mevcutta bu sorunun ulusların tüm sınıflarını “ciddi” derecede etkilediğini görmezden gelmeye karşı uyanık olmak gerekir. Ezen ve ezilen uluslar arasındaki ilişki, bu ulusların halkları arasında çıkara dayalı bir özellik taşımadığından, yaptığımız, çelişme tanımlamasına itiraz edilecektir. Ancak bir çelişmeyi tanımladığımızda çelişmenin kaynağından bağımsız olarak onu oluşturan başka etmenler (siyasi, ideolojik ve kültürel) çelişmenin iki tarafı açısından “düşmanlık” nedeni haline gelebilir. Konumuz olan çelişme de çıkara dayalı bir husumet değil ideolojik, politik ve kültürel ayrışmaların milliyetçi temelde körüklenmesinden ileri gelen bir husumettir.

Yani ulusların ezilen sınıfları, fertleri tamamen ulus bilinci ile ulus adına çelişmenin tarafları haline gelebilirler. Feodalizmde mezhepsel, aşiretsel, dinsel çelişmeler tamamen böyledir. Bu çelişmeleri tanımlarken mezheplerin imamları ya da aşiretlerin reisleri veya dinlerin önderleri arasındaki “çelişmeler”e benzer tanımlardan bahsetmiyoruz. Gene aşiretler arasındaki çelişmeyi mesela aşiretin reisi ile bir başka aşiretin üyeleri arasındaki çelişme olarak tanımlamıyoruz…

 Tanımlamalarımız mezhepler, aşiretler, dinler arasındaki çelişmeler biçiminde olmaktadır. Dolayısıyla adı geçen topluluklardaki fertlerin, katmanların birebir çıkarları nedeniyle düşmanlaşmaları karşı karşıya gelmiş olmaları şart değildir.

8. PARTİ KONFERANSI…

ST yetersiz bilgileri ve gizleyemediği önyargılarıyla bu “birlik” gündemli yazısına bir de 8. Konferans değerlendirmesini sıkıştırmayı başarmıştır. Buradaki sözler ve iddiaların hangisine yanıt vermenin anlamı ve gereği vardır, doğrusu şaşırıyoruz. ST, 8. Konferansın “ideolojik-politik meseleleri tartışmaktan çok örgütsel meselelerle ilgilendiği”ni ve sonuç olarak “Marksist Leninist Maoist yaklaşımı yeterince TKP/ML’de görememekte” olduğunu belirtiyor.

Oysa 8. Konferansın örgütsel meselelerle sınırlı bir gündemi ve de çalışması olmamıştır. Ana teması “Halk Savaşı” olan 8. Konferans, belgelerinden de rahatlıkla görülebileceği gibi, aynı zamanda sürecin etraflıca tartışıldığı, önümüzdeki döneme dair genel politikaların da belirlendiği bir konferans olmuştur. Halk Savaşı’nı geliştirememe nedenleri, hatalar ve yanlışlar üzerinde durulurken; esas yönelim, esas alanlar, alanlara dair görevler belirlenmiş ve bir hareket planı oluşturulmuştur.

 ST bunların olmadığını iddia ediyor ama hangi verilerle? Dediğine göre “kamuoyuna” yansıyanlarla! Arkadaşlar eğer elinizde değerlendirme yapacak yeterlilikte belge yok ise bu işe soyunmazsınız.

Bununla beraber belki bilgi verilmediğini eleştirirsiniz; hali hazırda pratik gidişatı değerlendirirsiniz; olanağı olmadığı için “bu olumlulukları yanında 8. Konferans kararlarına yönelik bazı eleştiriler yapmayı da devrimci sorumluluk olarak görmek”ten imtina ettiğinizi belirtirsiniz…

Ne var ki arkadaşlar “kamuoyuna yapılan açıklamaları”, “kısa hatlarla yapılacak bir değerlendirme” için yeterli kabul etmişler!

Gerçekten öyle ise, 8. Konferans’ın “gelişemememizin nedenleri, hatalarımız ve başarılarımız biçiminde teorik-pratik sorunların ele alınması” tarzına uymayan bir konferans olduğunu nasıl iddia edebiliyor?

 Son iki Konferansın belirgin özelliği, sorunların kaynağı olarak önderlik sorunu ve partinin ideolojik ve politik seviyesindeki geriliği göstermeleridir. Önceki bölümlerde arkadaşların meselelerin ana kaynağında Maoizm’den uzaklığı görmediğimize ilişkin iddiaların yanlışlığına değindik.

Bu iddiaların gerçek dışı olduğunu 8. Konferans belgelerini okuyan herkes tam bir netlikle görecektir. Kullanılan kavramlar öne çıkan vurgular ST tarafından hemen hiç sorgulanmamaktadır. Sorunların kaynağında Maoizm’den uzaklaşma olduğunu görmenin mihenk taşı olduğunu özellikle belirten ST’ne soruyoruz: “İdeolojik politik yetmezlik”ten sizin anladığınız nedir?

“Partinin deneyimine ve birikimine yakışmayan bir seviyede olması”nın sizin literatürünüzdeki karşılığı nedir?

Mao’nun ölümünden sonra tüm dünya komünist hareketi ve ezilenlerin önderlik sorunu yaşadığı belirtildiğinde bu sizin “sorunların kaynağında Maoizm’den uzaklaşma vardır” söyleminizin açık ve anlaşılabilir bir karşılığı değil midir?

 Partinin, dolayısıyla kitlelerin önderlik sorunuyla karşı karşıya olduğunu özellikle vurguladığımızda sorunlarımızın nedenlerini dışarıdamı aramış oluyoruz?

 İnsaf! Ya ne dediğinizi bilmiyorsunuz ya da okuduklarınız bizimle ilgili değil.

Alıntılarla, tartışmayı uzatmanın gereğinin olmadığını gösterelim:

“7. Konferans karmaşık, henüz partimiz tarafından yeterince aydınlatılmamış bir dönemden yalnızca ana çizgilerini görmeye başladığımız yeni bir döneme geçildiği koşullarda yapılmıştı.

 

 Söz konusu dönemin genel bir görüntüsünü verecek olursak eğer, şu tabloyu sunmak mümkündür:

Mao’nun ölümünü fırsat bilerek modern revizyonistlerin ÇHC’de gerçekleştirdikleri darbe ve hemen onunla başlayan sosyalizmden geriye dönüşle birlikte dünya çapında Kruşçev revizyonizmine, Rus sosyal emperyalizmine ve çeşitli gerici burjuva akımlara karşı büyük zaferler kazanmış komünist hareketin etkisini gerilemeye, revizyonist ve diğer burjuva akımların görüşlerinin ise görece rağbet gördüğü bir döneme geçilmiştir.

7. Konferans, sönmekte olan bir sürecin özgün bir anında gerçekleşti.

Bu uzun dönem kapsamında kalan ve kimi ülkelerde, bölgelerde farklı biçim ve özelliklerde gelişim gösteren devrimci yükselişlere, parlamalara ve kimi ülkelerde ise gerçek anlamda devrime yönelen silahlı komünist hareketlere rağmen bütün döneme damgasını vuran şey emperyalist burjuvaların ideolojisi ve görece ekonomik istikrarı olmuştur. Kuşkusuz bu istikrar aynı zamanda onun bunalımlarını ve yıkımını da içermektedir.

Ve bu gerçek kimi krizlerde görüldüğü gibi gizlenebilir değildir. Ülkemizde de esas olarak ’80’lerden bu yana devam eden ve değindiğimiz sürecin genel bir parçası olan bir dönemin sonlamaya başladığı görülmektedir.

Ülkede ’88’den 92’ye kadar uzanan dönemde ve 90’lı yılların ortasında hem devrimci harekette hem de kendiliğinden harekette yükselişler olmuştur. Ancak bu yükselmelerin yukarıda değindiğimiz dönemin sonunu getirecek özelliklerden yoksun olduğunu; komünist önderliğin bulunmadığını, uluslararası burjuvalara ve modern revizyonizme karşı geliştirilen yeni saldırılara cevap verebilecek kadar gelişim içermediğini vurgulamak gerekmektedir.

“7. Konferans bu olumsuz gidişata karşı bir duruş içinde şekillendi. Parti Konferansı, halk savaşı, önderlik ve kitle çizgisinde sözünü ettiğimiz anlayışların ışığında durmaya ve MLM kurallarını sahiplenmeye çalıştı. Ancak kabul etmeliyiz ki, konferans sonrasında bunu gerçekleştirmede, örgütü buna göre kavramada ve eğitmede yeterli olunamamıştır.” (8. Konferans belgeleri, K-59)

 Benzer alıntıları daha da sıralamak mümkün. Kötü olan şu ki, ST bunlara; bunca vurguya, açıklamaya karşın mevcudu inkâr etmeye denk “değerlendirme”ler yapmakta, üstelik bunu devrimci sorumluluk gereğine dayandırmaktadır! Sanırız sorumluluk ağır geliyor arkadaşlara! Okunacak bu satırlar söz konusu değerlendirmeye imza atanları hiç olmazsa devrimci sorumluluk konusunda düşündürtmelidir… Devrimci sorumluluk yerine konan ukalalığın, yüzeyselliğin ve kara çalmanın gereği üzerinde durulmalıdır!

 8. Konferansın, birikmiş birçok sorunu ertelediği iddiası neye dayanılarak ileri sürülüyor, bunu da bilmiyoruz. Arkadaşların önyargılarının yol açacağı benzeri iddiaların oluşum biçimini ve bu derecede “cüretli” ileri sürülüşünü biliyor olmak mümkün de olmaz zaten. Buna karşı belirteceğimiz şey, bunun doğru olmadığıdır sadece. ST’nin alıntılayacağımız paragraftaki yaklaşımı onun bizim hakkımızda değerlendirmesinin özetidir.

 

Bu değerlendirmenin mevcut tartışmalarımızla, ele alışımızla, sorunlarımızla esasen ilgili olmadığını, bize çok uzak olduğunu belirtelim: “Yapılan 8. Konferansta aynı hataları devam etmektedir. Birikmiş birçok sorun olmasına rağmen bunları gündemine almaması, bu durumda olmamıza neden olan sorunların siyasi, ideolojik, örgütsel, askeri ve kültürel nedenlerine eğilmemesi bu hatalarını hala dışarıda görmesinden kaynaklanmaktadır. Uygulanan yanlış pratikler, her alanda yaşanan başarısızlıklar, kitlelerden koparak marjinalleşme vb. pratik politika ve siyasetlerin hepsinin teorik sebepleri vardır. Başarısız yürüyen tüm örgütlenmelerde hatalarımızın nereden kaynaklandığını, ideolojik nedenlerini mutlaka bulup ortaya çıkaramazsak ne yaparsak yapalım, aynısonucu almaktan kurtulamayız.” (Sf. 31) Sanırız ST bizi “kendinden” kabul ettiği için bu derecede cüretli yazmaktadır, söyleminde ileri gitmektedir.

 

 Aksi halde, bu cümleler fütursuz bir karalama çabasının, kendine rakip görmekten kaynaklanan bir tahammülsüzlüğün ürünü olabilir!

 ST’nden bize yansıyan yaklaşım çok açık bir “kardeş-düşman” ikilemine-tutumuna sahip. Mümkün olduğunca kötüleyerek “kardeşe” kucak açma tutumunun bariz bir örneği, köşe yazısındaki “12 Eylül baş celladı”na bize dediğiniz kadar darbeci demediniz” ifadesiydi.

Arkadaşlar bu cümlenin içini doldurduklarında neleri karşımıza dikebilirler, tahmin etmek zor! Ama bu “kıyas” en azından çok çirkin kabul edilmelidir... ST’nin bu yaklaşımı Partiyi karalama niyetini apaçık ele veriyor. Hem konferansın salt örgütsel olduğunu güçlü bir biçimde ima/iddia ediyorsunuz hem “yakın çevre”ye saldırganlıkta sınır tanımadığımızı ileri sürüyorsunuz, hem de düşmanla en azından “darbeci”lik üzerinden sizinle uğraştığımız kadar uğraşmadığımızı ifade edebiliyorsunuz!.. Kimle nasıl tartışmakta olduğunuzu bilmiyor olmalısınız…

Bunlarla kendinizi, yakın çevrenizi aldatabilirsiniz; her seferinde kol kanat gerdiğiniz ve “birliğe” çağırdığınız “partiyi terk eden”lerin sınıf mücadelesini kirletmeye dönük çabalarına ortak olursunuz. (Emin olun, onlar sizi bu tutumlarınızdan dolayı alkışlıyorlardır!).

 

Ama onun dışında sadece karanlığa konuşmuş olursunuz. Konferansın geçmiş ve şimdiki sürecin politik ve iktisadi şartlarını değerlendirmeyi içerdiği, özeleştiriler barındırdığı ve örgütsel sorumluluk ve görevleri de bunlara göre saptadığı bilinemez değildir. Kuşku yok ki bunu yapmak bir meziyet değildir, ama bilin ki, bunu nasihat etmek de hiç akıllıca sayılmaz!

8. Konferansın birlik önerisini gündeme almamasına dair eleştiri yine çarpıtma ve onun üzerinden geliştirilen yorumlardan ibaret.

Birlik konusunda kararlı görünüp de bu kadar karalama, gerçeği çarpıtmada dur durak bilmeme hali, eşine az rastlanan bir tutarsızlık ve yol bilmezliktir. Bizi tanımayanlar veyahut yeterince bilmeyenler bu yazılanlardan sonra ne desek inanmazlar artık sanırız! Amaç buysa “kapsam dışında”kileri bu amaca ulaştırabilirsiniz belki… Öyle ya, muazzam bir grupçuluk, kariyerizm, antibirlikçilik, kendinden ayrılana, kopana, olmayana (uçana, kaçana…) saldırganlık, sığ bakış açısı vb. olduğuna göre iflah olmazlığımız tartışmasız!

 

 Dolayısıyla “kitlemiz TKP/ML’nin birlik karşıtı duruşu ve savundukları üzerinden bakarak TKP/ML’nin hayatta değişmeyeceği” (Sf. 43) öngörüsü buna göre yanlış değildir. O halde bu öngörü tarafınızdan “yanılgı” olarak değerlendirilmemeliydi. Bu konuda çok “duygusal” davrandığınız aşikar!!!

8. Konferansın konuyu gündeme almaması bu meselenin epey uzun bir süre önce mektup aracılığıyla gündeme gelmesi ve mektuba verilen yanıtın tüm parti iradesi tarafından benimsenmiş olmasındandır.

Konferans iradesi yeni bir durum olmadığından görüş de zaten oluşturulmuş ve iletilmiş olduğu için tartışmaya, yeni bir karara ihtiyaç duymamıştır. Üstelik “oy birliği” ile! MKP iradesi mektuptan ve yanıtından haberdar olmalıdır. İçeriği hakkında bir tartışmaya bizce ihtiyaç yok. Sadece bütünlüklü birlik istencinizin “büyüklüğü” ile birleşmeyi umduklarınızın niteliği hakkındaki tespitlerin uyumsuzluğu, çelişkili oluşu, bilmelisiniz ki yanıtı da buna uygun koşullayan bir özelliktir.

Parti kitlesini, genel kitleyi önderliğe karşı olmaya çağıran, kışkırtan, bunun için de neredeyse her türlü kötülemeyi, karalamayı yapan sizlerin hemen hiç değişmediğini gösteriyor bu

2. Kongrenizin çağrısına cevap vermemek çok özel bir neden barındırmadığı gibi herhangi bir açmazdan da kaynaklanmamaktadır.

Bugüne kadar ’92 birlik ve ’94 darbesine tavır konusunda savunduklarımızı alt üst edebilecek, yadsıyabilecek yeni bir durumla karşılaşmadık.

1. ve 2. Kongre kararlarının özü genel olarak tavrımızın devamını, değişmemesini sağlar içeriktedir. Bizi “açmaza” sokacak bir değerlendirme, değişim yaşanmamıştır. Eğer kongreleriniz ve “tarihi muhasebe” gerekçe olarak gösteriliyorsa, buna sadece kendinizi inandırabilirsiniz, başkalarını değil! Şunları hatırlatmak gerekiyor: Herhangi bir konunun “toplantı gündemi” kabul edilmesi o konunun daha önce gündeme alınmamış olmasını, eğer alındıysa hakkında görüş değişikliğinin önerilmesini gerektirir. Her iki özelliği de barındırmayan ve daha önce gündemleştirilip hakkında karar alınmış, henüz bu kararın da tümüyle savunulduğu bir durumda her hangi bir konunun “gündeme alınmamasına” başka bir neden aramak, bunun üzerinde bir sis perdesi oluşturmak, kötü niyetli, ön yargılı bir yaklaşımdır.

ST böyle yaparak “birlik” konusunu, kitleleri aldatmanın bir parçasına dönüştürmektedir. Bu ifadelerimizi “niyet okuması” olarak eleştirebilirsiniz veya içinizdeki gerçekten samimi, bu olumsuzluğun farkında olanları görmezden gelmek biçiminde de değerlendirebilirsiniz. Ancak dikkatleri daha önce yazılanlara, “birlik metni” olduğu söylenen ama bize göre “birlik politikasını baltalayıcı” tanımını daha çok hak eden mektuba ve buna verilmiş yanıta çekiyoruz. Bu olumsuzluğu görmemek olası değil, görüp de karşı çıkmamak ise siyasal açıdan suçtur.

 Sonuçta süreci adamakıllı takip edenler ve gelişmelerden haberdar olanlar, “niyet okumasını” (deşifresini) doğru kavrayacaklardır. 8. Konferansın “birlik çağrısı”nı gündemleştirmemesi ile ilgili “siyasal gerilik” değerlendirmesi yapmak ve dahası partiyi önderliğe, kitleleri partiye yönelik hesap sormaya çağırmak kendini bilmezliğin daniskasıdır.

Son konferansta parti yetmezliklerine, zayıflıklarına, önderlik zafiyetine vs. dikkat çekti ve bunların giderilmesinin yolu hakkında kendiyle hesaplaştı.

 Kısacası bu berbat yaklaşıma karşı parti kendini her zaman olduğu gibi gene hazırlamıştır. Bu hazırlığın kökeninde kendine karşı tam bir açıklık, hesap vermişlik ve özgüven vardır. Umuyoruz ki, bunu anlar ve bundan böyle benzer türden “kışkırtıcı” ve devrimci etiğe aykırı yöntemlere başvurmazsınız!

HALK SAVAŞI…  sayfa.56…devam edecek

HALK SAVAŞI… ST, daha giriş bölümünde konferansın gündemiyle ilgili bilgisizliğini (sadece bilgi yoksunu değil, nezaketten de mahrum) ele veriyor. Kendince dört maddelik gündem sıralıyor ve arkasından bunu eleştiriyor. Hem de ne eleştiri?! Konferansın üzerinde asıl olarak durduğu konu Halk Savaşı olmuştur. ST’nin sözünü ettiği ve edemediği diğer gündemler de hemen her konferansta olduğu gibi tartışılmış, değerlendirilmiş ve bu çalışmaların sonucunda karara dönüştürülmüştür.

 

Kısacası ST’nin öne sürdüğü gibi bir ele alış mevzu bahis değildir. ST’nin konu ettiklerinin dışında bir bütün parti değerlendirmesi; önderlik, bölge, alan değerlendirmeleri, uluslar[1]arası durum ve özel olarak bölge ve ülkedeki politik, ekonomik gelişmeler, bunun içinde özel olarak ulusal sorun/Kürt hareketi, genel olarak örgüt sorunları ve örgüt çizgisi, yönelim, gündem olarak bu konferansta tartışılmış ve nihayet kararlaştırılmıştır.

Halk savaşı, konferansın ana temasıdır, doğal olarak diğerleri ile aynı seviyede ele alınmamıştır. Bunun nedeni halk savaşı konusundaki kavrayışsızlığın, eksikliğin, yetmezliğin tartışılma zorunluluğudur. Bu konuda 7. Konferansta da subjektivizmin, halk savaşını somutlaştıramamanın altı çizilmişti. Hatta ST şimdi oradaki belirlemeleri işaret edip “coğrafyamızda “farklı biçimler alacak” ya da “aynı olmayacak” açıklaması yeterli değildir.” diyor. Ona göre “Yapılması gereken tüm görevlerin birbiriyle ilişkileri, gerilla savaşının biçimi, kızıl iktidarların alacağı biçimler, milis ve köy örgütlerinin boyut ve biçimleri, şehirlerin ona uygun örgütlenmesi ve ortaya çıkan yeni görevler vb. ifade.” (Sf. 31) etmekmiş…

Burada yanıtı istenenlerin bir çırpıda, kalemin bir iki oynatılmasıyla dile geldiği çok açık. Biz ülke özgünlüğü ile savaşın somut hali ve alacağı somut biçimler hakkındaki yetmezliği aşma yöneliminden bahsederken arkadaşlar reçeteyi yazmaktan bahsediyorlar. Konuya dair kararlarımız ne ST’nin sunduğu sığlıktadır ne de “reçete”dir.

ST’nin ifade etmemizi istediği konular ve daha bir dizi mesele adım adım çözmemiz gereken, nihayet “yönelimimiz”in hedefi olan konulardır. Genel perspektifin somutlaştırılması için öngörülen çalışmalar içindeyiz. Bu koşullarda partinin örgütlenmesi, bütünlüklü hareketi, süreci yönetmesi belirleyici olmakla beraber gerilla savaşının somut, belli yerlerde alacağı biçimler, savaşçıların niteliği, diğer hareketlerle ilişkiler, eylem biçimleri, eylemlerdeki amaç, köylülerin örgütlenmesi ve bu örgütlenmenin savaşla bağlantısı, köylülerin devrim ve devrimci harekete henüz var olan güvensizliğinin dönüştürülmesi gibi meseleler öne çıkmaktadır.

Son konferans bu konudaki arayışların merkezi olmuştur diyebiliriz. ST’nin “bir çırpıda” sıraladığı meseleler içinde “kızıl iktidarların alacağı biçimler” hakkında ise şunları ifade edebiliriz: Hâlihazırda bu konudaki görüşümüz somut[1]laşmış değildir. Genel, savuna geldiğimiz görüş geçerliliğini korumaktadır.

Bunun somutta alacağı biçimler “temel kaideler” korunmak şartıyla ve elbette onların ışığında, eminiz ki “özgün” olacaktır. Üstelik bu konuda belirleyici olan kitlelerin, özellikle Kürtlerin yaşam koşulları ve biçimleri olduğundan sürecin kızıl iktidarların yaşam bulacağı olgunluğa gelmesini beklemek (pasif değil aktif bir beklemeden söz ediyoruz) gerekir.

Bu sürecin oluşması da politikalarımızın gerçekleşmesiyle ilgilidir. Nihayet bunun alacağı biçimler hakkında şimdi[1]den konuşmak reçete yazmaktır.

ST’nin bu konuda somut açılımları talep etmesi mevcut durumla çelişkilidir. Muhtemel ki bu talep, olgunun derinliğini ve karşısındaki “yüzeyselliğimizi” göstermek, “Kızıl iktidar biçimleri hakkında somut birşey ifade edemiyorlar” demek içindir. Bir tür “köylü kurnazlığı” denmez mi buna?

HAPİSHANELER VE ÖLÜM ORUCU…

ST tarafından 8. Konferansın temel gündemlerin[1]den olduğu belirtilip eleştirilen konulardan biri de hapishanelerdir. ST, hapishanelere dair genel bir politikamız olmadığını iddia ettikten sonra Ölüm Orucu’nda bir yenilginin yaşandığı ve buradaki hakların ortak mücadeleyle geri alınabileceğini vurgulamaktadır.

Fakat burada; TKP/ML’nin hataları nelerdir?

Hangi taktikleri boşa çıkmıştır?

Devrimci hareketin bölünmesindeki payı nedir? gibi sorular yanıtsızdır.

“Genel söylemler yeterli bilinci yaratamaz” gibi öncekilerle aynı biçim ve içerikte bir eleştiri yapmaktadır. Hemen belirtelim ki hapishanelere yönelik genel bir politikamızın olmadığı iddiası bugüne kadarki hapishaneler sürecinde kesintisiz devam eden tutarlı duruşumuzla çelişkilidir. Üzerinde kuşku oluşturulmasına müsamaha etmeyeceğimiz konulardan biri de partimiz ve önderliğindeki militanlarımızın bugüne kadarki açık, anlaşılır ve esasta en ileri duruşla kendini ispatlamış olmasıdır. Partimiz bundan sonra da yarattığı çizgide ısrarlı ve tavizsiz duruşunu sürdürecektir.

Ayrıca belirtelim, hapishaneler sürecindeki devrimci direniş hattının oluşmasında kendimizi bütünün parçası olarak görüyoruz. Bu hattın oluşmasına birçok devrimci örgüt önemli katkılar sunmuştur. Bunun sadece parçası olmak ise onurdur. Bugüne kadarki genel duruşu esasen olumlu ve etkin bir devrimci duruş olarak görüyoruz. Elbette yer yer ve kimi zamanlarda önemli olumsuzluklar yaşandığı gözardı edilemez.

Her biri uygun bir yer ve zamanda değerlendirilmiştir. Bu saptamaya özellikle şunu da eklemek gerekli görülmektedir. Hapishanelerdeki mücadelenin “hapishanelerle sınırlı” olmadığı da tarafımızdan daima vurgulanmıştır. Dolayısıyla “hakların ortak mücadeleyle alınabileceği”ne dair eleştiri cümlesindeki vurgu, görüşümüzü içermekte eksiktir, esasen zaaflıdır.

Son yıllarda aleyhe koşulların oluşmasında genel sınıf mücadelesindeki kendiliğinden gidiş ve devrimci hareketin güçsüzlüğünün önemli pay sahibi olduğunu ve bunun olumlu yöne evrilmesinin zorunluluğunu da özellikle vurguluyoruz.

Son Ölüm Orucu eyleminin siyasi bir yenilgiyle sonuçlandığı şüphesizdir. Zira bu eylem önce F tiplerinin hayata geçmesini engellemeyi sonra da görece tecrit koşullarından arındırılmasını hedefliyordu. Bununla beraber yenilgi, devrimci direnişi teslim almaya yönelik saldırıya karşı mücadelenin sona ermesi anlamına gelmiyor. Hedefe varamamak ile direniş hattını korumak farklı şeylerdir.

Ölüm Orucu eylemi amaca ulaşmayı sağlamadıysa da büyük ve kitlesel olması itibariyle tarihe önemli bir direniş olarak yazılmıştır. ST devrimci hareketin bölünmesindeki payımızı ortaya koymadığımızı ifade edip bu konudaki görüşümüzü de öğrenmek istemiştir!

Burası ilginç…Ama öncelikle siyasi nedenlere da[1]yanan kaygılarımızın konu olan sürece yönelik esaslı bir tartışmaya girmemizi bugüne kadar engellediğini belirtelim. Bu tutumumuz değişmemiştir. Ciddi olumsuzlukların, politik hataların, hatta suçların gerçek[1]leştiğini düşünsek de hapishanelerdeki saldırının ve direnişin neredeyse tüm keskinliğiyle devam ettiği durumda kapsamlı değerlendirmemizi sunmayı uygun bulmadık, bulmuyoruz.

 Burada devrimci hareketin içinde bulunduğu darlık, zayıflık, dolayısıyla birlik ihtiyacı belirleyicidir. Özel olarak hiçbir harekete yönelik ithamda bulunmuyoruz, bu değerlendirmemiz geneldir ve deneyimlerimiz bunun haklı ve doğru olduğuna işaret etmektedir. Nihayet bu bizim politik tercihimizdir. Ve anlayışla karşılanacağını umuyoruz...

Bununla beraber, şansını fazla zorlayanlara, sınırlı olmak kaydıyla beli yanıtlar vermek ve bazı açıklamalarda bulunmaktan kaçınmamız söz konusu olmayacaktır. Genel manada izlediğimiz tutum geçerlidir ve “bölücülük” suçlamasına yanıt vermemizin önünde engel değildir.

Ölüm Orucu eylemi bilinmektedir ki, merkezi koordinasyona ve bölünmeye neden olacağı bilinmesine rağmen başlatıldı. Eylemi zamanlaması nedeniyle uygun görmediğimizi, önerildiği andan itibaren açıkladık. Özellikle ortaklığa verilmekte olan zarara dikkat çektik. Bu eylemle onu başlatanlarla katılmamış olmaktan dolayı “devrimci hareketi bölmekte payımız olduğu” iddiası doğru/uygun bir iddia değildir. Bölünmeden söz etmek birliğin ön kabulünü ge[1]rektirir. Sonuçta birliğin esas alınmadığı ve birliğe rağmen iş yapıldığı yerde, bölünme kaçınılmazdır.

Birliğe uymamak, birliğin inisiyatifini görmezden gelmek onu bozmaktır. Birlik, Ölüm Orucu eylemi başladığında dağılmıştır; bölünme birliğe rağmen başlayan Ölüm Orucuyla gerçekleşmiştir. Eyleme başlayanlar bölünmeyi göze almıştır. ST bu sürecin sorumlularındandır. Eğer göze alınıyorsa, birliğin bozulmasına başka neden aramak ve buradaki sorumluluğun hesabını sormaya kalkmak bir tür kendini bilmezlikten başka bir şey olamaz.

Devrimci hareketin bölünmesine en başından beri karşı durduğumuzu inkâr edebilir misiniz?

Eylemin öncesinde ve esnasında olduğu gibi bitirirken de merkezi ortaklığı savunduğumuzu ve buna uygun hareket ettiğimizi yadsıyabilir misiniz? Devrimci hareketin bölünmesindeki gerçek pay sahipleri Ölüm Orucu eylemini birliğe rağmen başlatanlardır. Diyebiliriz ki, konu olan birliğin zaafını kavramada ve gidermede enazından kontrol etmede nihayet başarısız olduk.

Bu ise “devrimci hareketin bölünmesinde pay sahibi olmak” değildir. Yaklaşımlarımızın merkezinde her zaman, ortak hareket etme politikasının bulunduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Hatta eylem sürmekteyken eylemin başarı şansının artık epey azaldığını saptayarak, direnişin başka araçlarla sürdürülmesine karar verdiğimizde, bunun da gene ortak bir kararla yaşama geçirilmesi gerektiğini düşünerek hareket ettik.

Tüm hareketlere kararımızı açıp ortaklık sağlamayı benimsedik… Sonuç olarak, “bölünmedeki payımız” konusunda ST’nin bizden beklediği yönlü bir olumsuz tavrımızın olduğunu düşünmüyoruz. Ama, ortaklığı koruma ve sonrasında bunu yeniden yakalamada elbette yerinde ve kabul edilebilir eleştiriler olabilir.

Bunun da süreci kavrama düzeyinde ortaya konması gerekir. Sonuçta her şey gibi konu edilen birlik türleri de genel politik sürecin esasen doğru kavranmasına paralel olarak ku[1]rulup korunabilir, geliştirilebilir.

KİTLESELLEŞME VE KİTLE ÇİZGİSİ…

ST kitleselleşme üzerinde durmayı ihmal etmeyerek 8. Konferansı “tamamen” ama kısaca ana hatlarıyla değerlendirmiş olmaktadır! Onun kitleselleşme hakkında yazdıkları da bütün yazının bizde yarattığı “iç sıkıntısı”nı aratmaz niteliktedir. Eleştiri-değerlendirme elbette gereklidir, hatta ihtiyaçtır; ancak ST girdiği hemen her konuda bunun kötü örneği olmaktan ileriye gidememiştir.

Öyle ki bizim “eleştirileri” yanıtlarken ortaya koyduğumuz “eleştiri kabul etmezliğimiz”, bizi bile rahatsız eder oldu!!! Yine konferans karar alıntılarıyla eleştirileri birlikte sunma yöntemini uygulayacağız. Bu sayede ST’nin bizi düşürdüğü “eleştirileri kabul etmez” görüntüsünün gerçekliği rahatlıkla anlaşılacak ve eleştirenin yarattığı doğal bir sonuç olduğu kabul edilecektir.

Okuyucudan istediğimiz, yapılan değerlendirmelerin, eleştirilerin kararlara hangi yönde, nasıl etki yapılabileceğine kafa yormasıdır.

Kısacası, bu eleştiriler haklı ve de faydalı mıdır diye düşünülsün! “…

Bu da dün olduğu gibi karşımıza kitlelerle ilişkilerimizin sorgulamasını ertelenemez görev olarak çıkartmaktadır. 7. Konferans aynı yönelim genelde uygulanmadı, eski ve mahkum edilen tarzın -kitleler dışında ve kitlelerin sorunları, talepleri dışında örgütlenme; kitleselleşmeyi, devrimci, komünist hareketin sorunu olarak değil, kitlelerin kendiliğinden hareketin bir ürünü olarak kavrama, ona önderlik etmeyi, ondan öğrenme süreci olarak da irdeleme- belki farklı biçimleri ama özde aynısı, devam ettirildi.

Önderlik müdahaleleri yetersizleşti ve farklı sorunlarımız çözüme gidilmesinin önüne geçti. Öncelikle örgüt olma bilincini, kolektif tarzı her alanda ve düzeyde politik sürece katılımı benimsemeli ve uygulamalıyız. Komitelerin çalışma alanlarının, tartışma konularının, ilgi alanlarının, raporlarının vs. ne kadar kitle sorunları örgütleri politika, parti sorunları olduğunu tespit etmek, açığa çıkarmak ve bunu getiren etmenleri netleştirmek esas sorunlar kabul edilmelidir.

Bir komitenin ne kadar çalıştığını nasıl çalıştığını anlamak için öncelikle bu konularda neler yaptığını ve yöntemlerini sorgulamalıyız. Sorunların aşılması için atılması gereken adımlar işlerin başarısı için ölçüt olmalıdır.

 “Bunun için sorunların tam açıklaması yapılmalıdır. Bunları kavramaya engel olan yaklaşımları, tutumları açığa çıkartmalı ve düzeltmek üzere eleştirmeliyiz

(…) Kendini sorunların dışında gören tarzın hareketimize, yönelimimize hiçbir katkısı olma[1]yacaktır.

(…) Kitleselleşme kavramını fazlasıyla kullanıyoruz. Diğer devrimci hareketlerin de kullandığı bu kavramın içi boşalmış haldedir. Çok genel olan kavramın içeriği üzerinde durulmalıdır. (…)

Anladığımızşey, ne bir öncü savaşı mantığıdır ne de kendiliğinden harekete tabi kalmaktır. Anladığımız şey, kitlelere politik bilinç taşımaktır.” “Politik bilinç taşımak sürekli olarak düzeyin sorgulanmasını, ilerletilmesini ve doğallığında kitlelerden öğrenmeyi gerektirir.

(…) “Kitle hareketlerinin yaratılması kitleselleşmenin kendisidir. Eğer bu hareketlerin dışında yer alıyorsak, kitle eylemlerinin (haklı, düzeni sorgulamayı içeren, hemen her biçimdeki eylemin) örgütlerinin yapısını analiz etmiyorsak bu görevi başarmamız mümkün değildir.

A/P araçlarına yaklaşımlarımız politik bilinç taşıma görevini algılamamızla ve bundaki düzeyimizle yakından ilgilidir. Ancak hareket içinde çeşitli araçlara ihtiyaç belirecek ve artacaktır. Ancak hareketle birleşen, harekete tabi olan bir arayış olursa A/P araçları kavranabilir, bulunabilir, geliştirilebilir.

Biz bu konuda özellikle araç tartışması yapmamalı bundan önce politika ile kitlelerle ilişki düzeyimizi sorgulamalıyız. Bunun başarılı bir şekilde gerçekleşmesi sayesinde … mümkün olacaktır. Özgüldeki sorunumuzun kökeninde ne olduğu anlaşılırsa çözüme gitmek daha kolay olacaktır.

Bu noktadan sonra tanıdıkça, içinde yer aldıkça yığın hareketinin nitelikleri, kendi içinde ayrımları, farklı sınıf davranışları, bu davranışların örgütlerdeki yansımaları, birleştirici olmakla dağıtıcı olmak arasındaki ilişki ve bunun dinamikleri gibi hususlar görünür olacaktır.

Henüz bu tartışmaların uzağında olduğumuz görülmektedir. Kimi tartışmalar olsa da bunların, kitlelerin talep ve karşı tutumlarıyla açıklanabildiği söylenemez. Oysa tüm tartışmalarımızın farklı fikirlere karşı mücadelemizin hedefi kitlelerin kazanılması; onlara önderlik ederek kurtulmalarını sağlamaktır. Bu çalışmalar, kitle çizgimizin somutlaşmasını beraberinde getirecektir.

” (Komünist 59, Sf. 127-128)

Şimdi de ST’nin bu alıntıları içeren konferans kararlarına yönelik olduğu iddia edilen ‘değerlendirmesi’nden alıntılar yapalım; “Gidip kitleleri kazanacağız ve kitleselleşeceğiz demekle sorunun çözüleceğini sanmak büyük bir yanılgıdır.

(…) Neden güç kaybedildiği açığa çıkarılmadan ilerlemek aynı hataların devamına izin vermektir. Bu biçimiyle teorik açılımımız özeleştiri[1]siz politikasız kitleselleşme olurken, pratik adımımızise marjinalleşmeye devam olmaktan başkası değildir

(…) Maoist parti de dahil TKP/ML’de “devrim kitlelerin eseridir. Kitlelerden kitlelere doğru” değer- lendirmeleri yapılmaktadır. Hatta diğer hareketlerin bu ilkelerin içini boşalttığını ifade etmekteyiz.

Ama gelinen aşamada ciddi güç kaybına uğrayıp daralan hareketler durumuna gelmiş durumdayız. Savunu için buna da bir açıklama bulabiliriz. Ama bu sorunun özünden kaçmaktan başka bir şey olmaz.” (ST, Sayı 13, Sf. 32)

Konferans kararları değerlendirmesi olarak hiç uygun olmayan bu cümlelerden sonra ST kitleselleşme için yöntem sunmayı da ihmal etmiyor

ve üç biçim sıralıyor bunun için…

Parti birliğini sağlamak, kopanlarla hatalarımızın özeleştirisini vererek birleşmek; mümkün olanlarla birleşmek, ayrılıkları ve bizden kaynaklanan yanlışları özeleştiri ile bertaraf etmek, Maoistlerin birliğini politik bir odak haline getirip güven yaratmak; kitlelerin somut sorunları üzerinden örgütlenmelerinin doğru politikalarla hayata geçirilmesini başarmak…

Sonra da “devrimci eylem birlikleri olmalı, akademik, demokratik, ekonomik alanlarda, koşullara uygun araçlar yaratılmalı, kitlelere sahip çıkılmalı” (Sf. 32) deniyor.

 Nihai cümle de bizi sarsmayı amaçlıyor olmalı; “TKP/ML bu konuda da söylemin ilerisinde bir açıklama yapmamaktadır.”! (Sf. 33) “Söylemin ilerisinde açıklama” yapmayı henüz öğrenemedik ve bilmiyoruz.Ama ne bizim ne de sizin sorunu budur; bundan eminiz.

Konferans kararlarını okuyanlar için bu değerlendirme; tek kelime ile “hayal kırıklığı”dır. Anlaşılan arkadaşlar kararları okumamış ya da okuyamamışlar. Okuyamayıp bizi de bu olanağı sağlayamamış olmakla eleştirmiş olsalardı kuşkusuz “hayal kırıklığı”ndan söz etmeyecektik.

Lütfen kıyaslayın alıntıları ve gerçekten ne yapıldığını, yapılmak istendiğini görün… Okuyucu “değerlendirmenin” kararlara rağmen yapıldığını anlayacaktır.

Çünkü “sorunu dışında arama”, “politikasız kitleselleşme”, “salt ‘gidip kazanacağız’söylemi” vb. bu kararlardan yola çıkılarak iddia edilemez. Kararların mantığı, çağrısı, savunduğu anlayışlar bunlarla tamamen zıt! Bir an “kararların okunduğu” sanısını veren “…diğer hareketlerin bu ilkelerin içini boşalttığını ifade etmekteyiz” cümlesi dikkat çekmektedir.

 Çünkü kararlarda da “için boşalması” ifadesi bulunmakta. Ne var ki az zamanlı bir inceleme bu ifadelerin aynı şeyi hem de aynı biçimde içermediğini gösterir. Konferans kararı “kitleselleşme” kavramının anlamının genel olduğunu, birçok devrimci hareketin (anlayışına uygun olarak) aynı kavramı kullandığını belirtmekte ve “bizim” kullanmamızın, ayrımları ortaya koymada yetersiz olduğunu belirtmektedir.

Bundan kaynaklı da kavramın içinin boşaldığını açıklamaktadır. Oysa ST “kitleselleşme” kavramının değil “devrim kitlelerin eseridir” ve “kitlelerden kitlelere” ilkelerinin, üstelik diğer hareketlerce içinin boşaltıldığını iddia ediyor. Bunlar çok farklı şeylerdir! Bizim açımızdan sorun kitleselleşme kavramında. Kavramın yalın hali yanlış anlayışlar için de aynen geçerlidir.

O halde partimize bu kavramın içeriğini tartışmasını ve kavramın anlaşılır, somut ve devrimci bir karaktere kavuşturulmasını söylemiş oluyoruz… Bu söylemimiz yetmezliği kendinde arama ve düzelmeye de oradan başlama anlayışını içermektedir.

Yani ST’nin “hiç” olmadığını iddia ettiği şeyi! Bu “uygunsuz” değerlendirme üzerinde durmaya gerek olmadığı çok açık. Peki, sıralanan üç madde anlamlı mıdır? Savunduklarımıza, yaptıklarımıza, durumumuza yönelik tespitleriniz kitleselleşme hakkında bu üç maddeyi mi akla getiriyor? Sanırız ilk iki maddenin şimdiye kadar yazdıklarımızla ne derecede “tartışmalı”, “sorunlu” olduğunu ortaya koymuş olduk.

Hiç kuşku yok ki, “bölünmeler” kitlelerde güvensizliğe neden olur ve aynı zamanda bunlar örgütsel zayıflamaya, iyi yönetilmedikleri, doğru analiz edilip sentezlenmediklerinde ideolojik[1]politik gerilemeye de neden olur. Bunlar gerçektir ve reddi inkarcılığa denk düşer.

Ama arkadaşların baştan sona görmekten malul oldukları meseleye burada yeniden ışık tutulmalıdır. “Beraber yürüyemediklerimizle”, “yolumuzu terk edenlerle”, “yürümekte olduğumuz yolu kötüleyenlerle” birlikte inşa edilebilecek/yaratılabilecek bir kitleselleşmeyi “içi boş” ve devrime hizmet edemeyecek bir kitleselleşme olabileceği için benimsemiyoruz.

Konferans kararlarında vurgulandığı gibi kavramın içeriği tartışılmalı, doğru tanımlanmalı ve devrimci öğelerle somutlaştırılmalıdır.”

MALİ POLİTİKA…

Bir başka “bozuk” ve samimiyetsiz eleştiri tarzıyla ele alınan konu da mali politikaya ilişkindir.

Tarz bozukluğu, her şeyden önce, ilk başta damgayı vurmak, “haraççı”, “çeteci”, “gaspçı” gibi gösterip, sonra da olası tepkileri göğüslemek adına, “bu çizgisini sistemli hale getirmediğinden ayrılığın (“birliğin” olması gerek –pn) önünde bir engel olarak görmemekteyiz” (Sf. 29) denmek suretiyle gösterilmektedir.

Hem bunu bir “politika” olarak adlandırıp hem de “sistemleşmemiş” olduğundan bahsetmek hangi akla hizmettir?

Arkadaşlar yine de lütufta bulunmuşlar ve böylesi kötü yönlerimize karşın vize vermekte engel çıkarmamışlardır. Yine tamamen spekülasyon üzerinden çirkin iftiralar atılmaktadır.

İbret olsun diye bu bölümü olduğu gibi aktarıp yorumsuz bırakmak, yani hiç yanıt yazmamak belki daha iyi olacaktır.

Ama doğrusu bir de kendi yazımız içerisinde görmeye tahammül edemeyeceğimiz “belirlemeler” bulunmaktadır. ST, tıpkı emperyalist ve faşist devletlerin yürüttükleri propaganda içeriğinde olduğu gibi, zorla para toplandığını (“limit belirleme”, “vergilendirme”) söylemekte, halkın sorunlarına yardımcı olma rolünde sahtekârca davranıp onlardan kazanç sağlamaya çalışıldığını iddia etmektedir.

Bunlara karşı gelmenin “tehdit ve zor alımla” sonuçlandığına dair saptamayla “mali portremiz” tamamlanmaktadır. Devrimci ahlaktan zerre kadar nasibini alamamış, dahası devrimci değerlerden yoksun kişilerin yapabileceği türden pratiklerin “çetecileşme” iması ile sunulması, olsa olsa “birlik” konusunda ne kadar içtenlik taşıdıklarına kanıttır. Aksi halde, husumet ölçümünde bulunup da böyle yazıp çizmenin derdini kurcalamaya kalkarsak, farklı sorunlara kapı aralanabilecektir.

SONUÇ YERİNE…

Nihayet yazımızın son bölümüne gelmiş bulun[1]maktayız.

Bir bölümü kesinlikle değmese de, dikkate alınabilecek her şeyi yanıtladığımızı, daha önemlisi “sorun”a ilişkin esas noktaları açıkladığımızı düşünüyoruz.

ST’nin inceleme ve eleştiri yapma tarzının bizi siyasi açıdan “zorlanmak”la beraber, etik açıdan ve özellikle somut tartışma yürütmek bakımından zorladığını belirtmeliyiz.

Umarız ki bu içerik ve biçimdeki tartışmalar bundan sonra karşımıza çıkmaz.

Niyetimiz mümkün olduğunca gerçekleri göstermek ve ancak gerçeklere yaklaşımlarımızın tartışılmasını, anlaşılmasını sağlamak oldu. Kuşku duyulmasın ki ancak bunlar üzerinden gerçekleşecek polemik faydalı olacaktır. Aksi nitelikteki yazılar ise değersiz malzemeler olarak tanımlanmaktan kurtulamayacaktır.

İlk bölümlerde, ST’nin “örgütsel ilkelerde birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” etrafında dönmekte olan bir anlaşmazlık yaşadığımızı anlamadığını ve bunu kavrayamadığını belirtip bunun nedenini yazının sonunda açıklayacağımızı ifade etmiştik.

Bunu açıklayarak bitirelim.

Kavramak gereğini yapmaktır.

--ST “örgütsel ilkelerde birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” hakkında ahkâm kestiği halde kendi sürecini değerlendirmeye geldiğinde görmez, duymaz, anlamaz olmaktadır. Körlük, sağırlık ve anlama kıtlığı “fiziksel” nedenlerle değil, bakış açısıyla, duruşla ve var olma biçimiyle ilgilidir.

--ST öteden beri bakış açısını, duruşunu ve var olma biçimini değiştirmek istemiyor. Bunu bir tür yok olma olarak anlıyor-algılıyor ki bunda ısrar ediyor.

Yoksa “darbe” tanımını, darbe dediğimiz olayı çarpıtabilirmiydi olanca rahatlığıyla?

Ya da yazı bütününde sunduğumuz ve kuşku duyulmayacak ölçüde kanıtladığımız gerçeklerden bu derece uzak ve neredeyse sürekli bir manipülasyonla hareket eder miydi?

Birlik amacına kilitlenmiş olduğunu “büyük bir özgüven” görüntüsüyle takdim eden ST aynı duruşu tarihe, gerçeklere karşı gösterememektedir.

 Evet, ST yazar ve okurları; darbeyi, 2. MK toplantısını, partililerin konferans önerisini, bunu haksız biçimde reddeden MK tavrını, belli anlayış ve duruştaki kadroların tasfiyesini “örgütsel ilkelerde birlik”in neresine uygun kabul ediyorsunuz?

Darbe ile partiyi tahakküm altına almaya çalışıp bunu başaramayanların partiden kopma yanlışına kesin ve açık bir biçimde düştüğünü neye dayanarak inkâr ediyorsunuz?

 Sözü daha fazla uzatmaya gerek yok;

 baştan sona güven vermiyorsunuz!

Körlük, sağırlık ve anlama kıtlığı benzeri daha başka iddialara neden olabilir ama zaafların bu iddialarla giderilmesi mümkün değildir. Bunun için bakış açınızın, duruşunuzun, var olma biçiminizin değişmesi gerekir.

Gerçekler gün ışığındadır, sadece oraya bakmak ve öyle düşünmek; düşündüğünü tam bir dürüstlükle açıklamak yeterlidir….

Sayfa…60..bitti

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)