Bu vesileyle önder yoldaşın katledilişin 50. yılı nedeniyle eylem birliği temelinde birlikte emek harcadığımız MKP’li devrimci dostlarımıza da teşekkür ediyoruz.
Yine önder yoldaşımızın anmasına katılan, katkı sunan başta HDBH ve KBDH’daki siper yoldaşlarımız olmak üzere bütün devrimci dostlarımızı bir kez daha selamlıyor; bütün yoldaşlarımızı ve taraftarlarımızı, bu süreçte gösterdikleri çaba ve emek nedeniyle tebrik ediyoruz.
24 Nisan | Siyasi Büro
Üyesiyle Röportaj;Partimiz yarım asrı aşan tarihinde TC faşizmine karşı
mücadelesini kesintisiz olarak sürdürmüştür.
Koşulların zorluğu, faşizmin ağır baskısı, halkın daha iyi bir yaşam,
özgürlük ve demokrasi mücadelesini engelleyemeyecektir. Çünkü biz biliyoruz ki;
partimiz ve halk kitleleri varolduğu müddetçe her türlü mucize yaratılabilir.
25 Nisan 2024
Proletarya Partisi 52. savaş yılını geride bırakırken bu tkpm.com‘da
Siyasi Büro üyesi Özgür Aren ile “Partimiz 53. Mücadele Yılında Faşizme
Karşı Savaşını Kararlılıkla Sürdürecektir” başlıklı bir söyleşi
yayımlandı.
Söyleşiyi
güncelliğinden dolayı yayımlıyoruz:
“Kitlelerin hakim sınıfların siyasetinden bağımsız, kendi siyasetini örgütlenmesi
ve dahası bir güç olarak ortaya çıkmasını önemsiyoruz. Bu anlamıyla başta
İstanbul 1 Mayıs Taksim alanı olmak üzere, işçi sınıfının, emekçilerin,
kadınların ve halk gençliğinin 1 Mayıs’ta Alanlara çağrısını değerli ve anlamlı
buluyoruz.”
– Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?
– İsmim Özgür Aren.
TKP-ML MK, Siyasi Büro üyesiyim.
– 24 Nisan 1972 tarihinde kurulan partiniz 52. mücadele yılını
geride bırakıyor. Bu vesile ile partiniz adına sizinle bir röportaj
gerçekleştirmek istiyoruz. Sorularıma geçmeden önce bu kapsamda ilk olarak
neler söylemek istersiniz?
– Evet, yarım asırlık
bir mücadele tarihini geride bırakmış olmak dile kolay. Bu süre, toplumlar ve
sınıflar mücadelesi açısından kısa sayılabilen bir zaman dilimi olmasına rağmen
bir yandan da oldukça uzun bir süre.
Bu 52 yıl içerisinde
yıldızlaşanlarımızın, başta partimizin kurucu önderi İbrahim Kaypakkaya, halk
ordumuzun ilk ölümsüzü Ali Haydar Yıldız ve komünist kadın örgütümüzün ilk
ölümsüzü Meral Yakar olmak üzere tüm yoldaşlarımızın mücadele yaşamları ve
anıları önünde saygıyla eğiliyoruz. Yine yarım asrı aşan bu can bedeli mücadele
içinde gazi olan, tutsak edilen, işkence gören yüzlerce, binlerce yoldaşımızın
emeklerine minnet duygularımızı da ifade etmek istiyorum.
Şu anda başta Türkiye
coğrafyası olmak üzere mücadele içinde olan, zindanlarda tutsak olup
tecrit-tretman işkencesine karşı direnen, Ortadoğu ve Batı Avrupa’da tüm
mücadele alanlarında partimizin, halk ordumuzun, komünist kadın örgütümüzün ve
komsomolumuzun militanlarını selamlıyor, 53. mücadele yıllarını kutluyoruz.
Bize bu fırsatı
verdiğiniz için de size teşekkür ediyoruz.
– Biz teşekkür ederiz. Partiniz 2019 yılında 1. Kongresini
gerçekleşti. O süreçten günümüze genel olarak çalışmalarınız hakkında neler
söylemek istersiniz?
– Evet, partimiz uzun bir dönem sonra Kongresini gerçekleştirdi. 1.
Kongremizin parti tarihimiz açısından tarihsel önemde olduğunu ifade etmek
gerekir. Bunun güncel –o dönem de çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz gibi–
anlamı hem düşmanın dıştan hem de darbeci tasfiyeciliğin içten partiye yönelik
saldırılarına karşı proletaryanın ilkelerine ve parti hukukuna sahip çıkarak
partimizi yeniden örgütlemesi olmuştu.
Ancak bu güncel
öneminin yanında diğer bir önemli nokta da, yarım asırlık mücadele tarihinde
hep ertelenmiş olan parti programımızı oluşturmasıydı. Bu program, kurucu
önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın programatik görüşleri ile günümüzde Türkiye
toplumunun ve sınıflar mücadelesinin içinde bulunduğu durum analiz edilerek ve
sentezlenerek oluşturuldu. Bu, parti tarihimiz açısından tarihsel önemde bir
gelişmeydi.
Bununla bağlantılı
olarak yine partimiz açısından önemli olan, Türkiye toplumunun günümüzde içinde
bulunduğu durumu tahlil edip başlıca çelişmelere yeni çelişmeler eklendiğini
ifade etmesiydi. Kongre, ulusal sorun, ekoloji mücadelesi, ataerki vb.
konuların Türkiye toplumu içinde başlıca çelişkiler haline geldiğini
vurgulamıştı.
Bunların yanında parti
tüzüğü, darbeci tasfiyeci süreçten çıkartılan derslerle güncellendi. Ve örneğin
ataerkinin komünist parti saflarını da etkileyeceği bilimsel yaklaşımından
hareketle çeşitli idari hükümler geliştirildi. Kadınlara ve cinsel yönelimlere
dair net ve somut bir örgütsel yaklaşım ortaya konuldu.
Yine partimiz ve
Türkiye sınıf mücadelesi açısından tarihsel önemde olan Komünist Kadınlar
Birliği’nin (KKB) kuruluşunu ilan etti.
Bütün bu adımlar,
görüşümüzce önemlidir. Ki bu önemi, Kongre sonrasında Türkiye toplumu
içinde sınıflar mücadelesinde yaşanan gelişmelerden de fazlasıyla gördük. Sınıf
mücadelesinin pratiği içinde deneyimledik.
“Ataerkiye karşı her kazanımın, devrimci mücadeleyi güçlendireceği ve
faşizmi gerileteceği açıktır!”
– Komünist Kadınlar Birliği’nin kurulduğunu söylediniz. Türkiye’de iktidar
partisinin politikalarından bağımsız olmayacak şekilde kadınlara yönelik
katliamlar, cinsel kimliklere yönelik nefret söylemi ve cinayetlerin arttığını
görüyoruz. Bu nedenle yukarda anlattıklarınızı biraz daha açar mısınız?
– Partimizin yarım
asırlık tarihi düşünüldüğünde bu konuda kapsamlı bir eksikliği olduğunu
söylemek gerekir. Bu eksiklik nedeniyle partimiz özeleştirisini, ataerkinin
saflarımızdaki etkisine karşı sadece söylemde değil pratik olarak-örgütsel
olarak verdi ve kadın çalışmasını özerk bir örgütlenme şeklinde ele alacağını
ilan etti. Böylece kadın ve LGBTİ+ yoldaşlarımızın 8. Konferans’tan itibaren
yürüttükleri özverili çalışma, pratikte örgütsel olarak da yaşam buldu.
Coğrafyamızda sınıflar
mücadelesi ve TC devletinin ve hakim sınıflarının krizinin süreğen hale geldiği
koşullarda ataerkiyle kurduğu ittifak, burjuvazi ve proletarya arasındaki
uzlaşmaz çelişkide, proletarya ve ezilen sınıflar arasında erkeği ezen olarak,
kendi sınıfsal çıkarının savunucusu haline getirmeyi amaçlıyor. Sınıflı
toplumların ortaya çıkışıyla erkeğin ezen, kadının ezilen toplumsal cinsiyet
rolü, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda yeniden üretiliyor.
Sınıf savaşımı bu
alanda da doğrudan ya da örtük bir biçimde ama tüm hızıyla sürüyor.
Yaşanan çelişkilerin keskinliğine paralel, kadınlara yönelik sömürü, baskı
ve katliamların daha fazla olduğu, bir günde ortalama üç kadının katledildiği
bir gerçek. TC devleti her ne kadar resmi olarak kadın cinayetlerinin
azaldığını propaganda etse de veriler –diğer pek çok konuda olduğu gibi–
örneğin bir günde 8 kadının erkekler tarafından katledilebildiğini
göstermektedir. Bunun sınıflar mücadelesiyle ilgisi olduğu kadar coğrafyamızın
tarihsel, sosyal, kültürel kimi özellikleriyle şekillenen sınıflı toplum
gerçeği ile de ilgisi bulunmaktadır.
Bu durum, Türk hakim
sınıflarının faşizmi, ataerkillikle güçlendiren politikası nedeniyle kadınlara
yönelik başta sınıfsal, ulusal ve cinsel olmak üzere sömürü ve katliamların
daha boyutlu olmasına neden olmaktadır.
TC faşizmi, işçi
sınıfına ve emekçilere yönelik sömürü, baskı ve katliamlarını; emekçi halk
içinde ataerkinin güçlendirilmesi, toplumsal cinsiyete dayalı işbölümümün ve
kadın cinsinin ezilmesi, taciz, tecavüz ve şiddete maruz bırakılıp ve
katledilmeleriyle sürdürülmektedir. Başta Kürt ve Suriyeli göçmen kadınlar
olmak üzere ezilen ulus ve milliyetlerden kadınlar ayrıca ulusal baskılara da
maruz bırakılmakta ve faşizmin doğrudan ya da dolaylı olarak hedefi olmaktadır.
Toplumsal üretimde ve aile kurumunda kadın-erkek ilişkilerinin süregelen
varlığı dikkate alındığında bu mücadelenin sürekli olduğu unutulmamalıdır.
Bu nedenle ataerkiye
karşı mücadele, sınıf mücadelesinin asli görevlerinden biridir ve dahası bu
mücadelenin coğrafyamızın sınıflar mücadelesi içinde çok çok önemli bir yerde
durduğu açıktır. Partimizin ve halk kitlelerinin saflarında ataerkiye karşı her
kazanımın, devrimci mücadeleyi güçlendireceği ve faşizmi gerileteceği de
açıktır.
Dolayısıyla
partimizin, coğrafyamız sınıflar mücadelesi açısından son derece yakıcı olan bu
çelişkiye yönelik sadece ideolojik ve politik bir tutum geliştirmesi değil aynı
zamanda somut bir örgütsel adım atması gerekiyordu. Biraz önce de değindim;
Partimiz bu konuda eksik bir yaklaşıma sahipti ve bu eksikliğimizi somut
örgütsel bir planlama ile giderme noktasında bir adım atmış olduk.
Komünist Kadınlar
Birliği sadece kuruluşunu ilan etmekle yetinmedi. Partimize bağlı özerk bir
örgütlenme olarak program ve tüzük kongresini de gerçekleştirdi ve partimize
sundu. Görüşümüzce bu adım da partimiz ve coğrafyamız komünist devrimci
hareketi açısından önemli bir adımdır.
“Planlı ve programlı hareket edip hedefe kilitlendiğimizde istediğimiz
sonuçları almaktayız!”
– Bu süre içinde partinizin kuruluşunun 50. yıl dönümünü kutladınız. Bazı
faaliyet alanlarında bu kutlamalar kitlesellik ve coşkusuyla öne çıktı. Bu
konuda ne söylemek isterseniz?
– Evet vurguladığınız
gibi iki yıl önce partimizin 50. kuruluş yıldönümünü kutladık. Sadece bu da
değil. Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz yıl da kurucu önderimiz İbrahim
Kaypakkaya’nın, TC devleti tarafında katledilişinin 50. yılıydı. Partimiz; hem
50. kuruluş yıldönümünü hem de önder yoldaşımızın katledilişinin 50. yılını bir
kampanya şeklinde ele aldı. Bu kampanyalarımızı kimi eksikliklerimize rağmen
partimizin yarım asırlık mücadele tarihine ve ideolojik çizgisine uygun bir
şekilde ele aldığımızı düşünüyoruz.
50.
kuruluş yıldönümümüzü, ülkemizde faşizmin ağır baskısına rağmen günün
koşullarına uygun biçim ve içeriklerde çeşitli etkinliklerle ele aldık.
Ortadoğu alanında askeri eylemler ve kitlelerle birlikte kutladık. Yine Batı
Avrupa alanımızda yaygın kitle çalışması ve etkinlikler örgütledik.
Bu vesileyle
partimizin 50. kuruluş yıldönümü için faaliyet yürüten militanlarımızın,
taraftarlarımızın yoğun emeklerine bir kez de sizin aracılığınızla
teşekkürlerimizi iletmek istiyoruz. Ayrıca partimizin 50. kuruluş yıldönümü etkinliklerine
mesaj gönderen, katkı sunan bütün devrimci dostlarımızı da bir kez daha
selamlıyoruz.
Geçtiğimiz yıl ise
önder yoldaşımızın işkencede katledilmesinin 50. yılında onu her alanda çeşitli
şiarlarla bir kez daha andık. Ülkemizde faşizmin ağır baskısı altında,
koşullara uygun anma ve etkinlikler gerçekleştirdik. Yine örneğin Ortadoğu
alanında askeri eylemler ve anma etkinlikleriyle birlikte ele aldık bu süreci.
Bu alanda İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerinin kitleler ile tanıştırılması ve
yaygınlaştırılması için “Seçme Yazılar”ın Arapça çevirisi yayımlandı ve
dağıtıldı. Ayrıca Batı Avrupa’da da yaygın kitle toplantıları ve sonrasında
merkezi ve kitlesel etkinliklerle önder yoldaşımızı andık.
Denilebilir ki,
İbrahim Kaypakkaya yoldaşın katledilişinin 50. yılı vesilesiyle birçok alanda
yaygın ve merkezi olarak gerçekleştirilen etkinlikler, son yılların en kitlesel
eylemleri oldu. Bu vesileyle önder yoldaşın katledilişin 50. yılı nedeniyle
eylem birliği temelinde birlikte emek harcadığımız MKP’li devrimci dostlarımıza
da teşekkür ediyoruz. Yine önder yoldaşımızın anmasına katılan, katkı sunan
başta HDBH ve KBDH’daki siper yoldaşlarımız olmak üzere bütün devrimci
dostlarımızı bir kez daha selamlıyor; bütün yoldaşlarımızı ve taraftarlarımızı,
bu süreçte gösterdikleri çaba ve emek nedeniyle tebrik ediyoruz.
Her iki kampanyamızın
da gösterdiği gibi planlı ve programlı hareket edip hedefe kilitlendiğimizde ve
devrimci dostlarımızla birlikte, devrimci eylem birlikleri temelinde ortak
hareket ettiğimizde istediğimiz sonuçları almaktayız. Pratikten çıkardığımız bu
devrimci dersi önemsiyoruz.
“Güçlü devlet” propagandalarının içi boş!”
– Bahsini ettiğiniz bu süreçte hem uluslararası alanda hem de coğrafyamızda
sınıf mücadelesini etkileyen önemli gelişmeler oldu. Bu gelişmeler parti
faaliyetinizi nasıl etkiledi?
– Evet. Örneğin korana virüs nedeniyle dünya çapında pandemi yaşandı.
Dünyada ve ülkemizde hakim sınıflar, “önlem” adı altında sokağa çıkma yasakları
ilan ettiler. Tabii önlem diye işçi sınıfına ve halka dayattıkları bu yasaklar,
gerçekte önlem değildi. Çünkü diğer yandan “çarkların dönmesi gerekiyor”
denilerek işçi sınıfı çalışmaya zorlandı. Halen dünyada ve ülkemizde pandemi
nedeniyle kaç kişinin öldüğünü tam olarak bilmiyoruz.
Parti faaliyetimizi de
doğrudan etkileyen bu süreçte, asıl önemli olan budur. Dünya çapında
milyonlarca insan, kapitalizmin aşırı kâr hırsının ürünü olarak ortaya çıkan
pandemi nedeniyle katledildi.
Kapitalizmin bütün
dünyayı ve canlı yaşamını yok oluşa sürüklediği, insan ve canlı yaşamının
kapitalizmin kâr hırsı için bir önemi olmadığı net olarak görüldü. Düşünün, milyonlarca
yıldır doğada var olan bir virüs, kapitalizmin daha fazla kâr elde etmesi için
doğal yaşama müdahalesi nedeniyle evrim geçirerek öldürücü hale geliyor. Bu
yetmiyor, bilimin ve sağlık sektörünün kapitalist kâr hırsının aracı haline
dönüştürülmesi nedeniyle milyonlarca insan aşıya ulaşamıyor ve bir kez daha
katlediliyor. Pandemi döneminde yaşananlar kapitalizmin bütün canlılar için
gerçek bir sömürü ve ölüm düzeni olduğu bir kez daha kanıtlanmış durumdadır.
Yine geçtiğimiz yıl 6
Şubat tarihli depremler nedeniyle resmi rakamlara göre 50 bin, gerçekte ise
yüzbinlerce insanın göz göre göre yaşamını yitirdiği bir toplu katliam yaşadık.
Gerekli önlemler alındığında az hasarla geçebilecek olan bir doğa olayı, devlet
ve düzen eliyle tam bir felakete dönüştürüldü. 6 Şubat depremleriyle daha bir
görünür olan devlet gerçeği, AKP-MHP hükümetinin bütün “güçlü devlet”
propagandalarının içinin boş olduğunu da gözler önüne serdi.
Bu propagandaya rağmen
devlet, deprem sonrasında günlerce enkaz altında kalan halkı kurtarmak ve
sonrasında yardım bekleyenlere yardım ulaştırmak yerine camilerden sela okutmuş
ve TV programlarında canlı yayınlarla “yardım şovları” düzenlemiştir. Deprem
anı ve sonrasında yaşananlar özellikle de enkaz altında kalanların
kurtarılmayarak ölüme terkedilmesi ve arama-kurtarma yapmak yerine, apar topar
enkazların kaldırılarak yeni inşaatlar için ihalelerin düzenlenmesi, TC
devletinin Erdoğan iktidarı dönemindeki “Türkiye Yüzyılı”nı özetlemektedir. TC
devleti yüz yıllık tarihinde olduğu gibi halkı katletmeyi sürdürmekte, bir
katliamlar devleti olduğunu kanıtlamaya devam etmektedir.
Halk düşmanlığı ve
faşizm nedir sorusu, 6 Şubat depremleri sırasında ve sonrasında yaşananlarla
bir kez daha görülmüş durumdadır.
Yüz binlerce insanın
göz göre katledildiği bu sürecin, partimiz açısından da zor ve yoğun geçtiğini
ifade etmek isterim. Bir yandan faşizmin ağır baskılarının yarattığı güvenlik
sorunları diğer yandan yaşanan katliamın büyüklüğü ve etkilediği alanın çapı
faaliyetimizi ister istemez etkilemiştir. Buna karşın yoldaşlarımız, yaratıcı
devrimci çözümler geliştirebilmişlerdir. Kaldı ki, bu süreç, ister istemez
parti çalışmalarımızı etkilese de, bu, belirleyici değildir.
Belirleyici olan,
halkımızın yaşamak zorunda bırakıldığı katliam ve bu katliam karşısında
devrimci hareketin yükümlülükleriydi. Altını çizmemiz gerekir ki, Türkiye
devrimci hareketi, gücü ve etki alanı oranında bu görevi yerine getirmeye
çalışmıştır ve buna devam da etmektedir. Bunun önemli olduğunu, devrimcilerin
halkın çıkarını savunan, halkın yanında olan tek güç olduğunu ifade etmemiz
gerekir. Pratikte bu bir kez daha kanıtlanmıştır.
– Depremden kısa bir süre sonra deyim yerindeyse daha enkazlar orta yerde
dururken bir genel seçim süreci yaşandı. Seçim vesileyle Türkiye’deki politik duruma
dair görüşlerinizi kısaca aktarır mısınız? TC faşizminin AKP-MHP aracılığıyla
kendini yeninden örgütlediği ve “başkanlık sistemine” geçildiği biliniyor. Türk
hakim sınıfları içinde iki kampın iktidar mücadelesi var. Son genel seçimlerde
de bunu gördük. Kendisine ilerici, devrimciyim diyen bir kesim, Kürt ulusal
hareketi de dahil olmak üzere, hakim sınıfların muhalif kliğinin arkasında
yedeklendi. Ve sonuçta seçimi iktidar partisi ve AKP’nin kazandığı açıklandı.
Bu süreçteki gelişmelere dair partinizin görüşleri nelerdir?
– Evet, dediğiniz
gibi, TC faşizmi kendini yeniden örgütledi. Ancak burada şunu özellikle
vurgulamamız gerekir: TC devleti sadece son süreçte, AKP-MHP faşizmi
aracılığıyla kendini halka karşı örgütlememiştir. Kuruluşundan itibaren zaten
halk düşmanı bir örgütlenmedir. Yüz yıllık cumhuriyet tarihinde bunun örnekleri
fazlasıyla vardır.
TC devletinin bir
diğer önemli özelliği emperyalizmin yarı sömürgesi durumunda olmasıdır. Bu
statü, Türk hakim sınıflarının politikalarında belirleyici olmuştur.
Erdoğan’ı ve partisini
öncellerinde “farklı” kılan, emperyalizmin uluslararası iş bölümünü yeniden
örgütlenmesiyle yarı sömürge pazarların yeniden düzenlenmesini iyi
kullanmasıdır. Bunda İslamcı faşizminin pragmatik yapısı önemlidir.
Türkiye toplumunun son
yarım asırlık süreci ve bu sürece emperyalist sermeyenin çıkarları
doğrultusunda yön veren AKP hükümetleri dönemini değerlendirmek uluslararası
alanda emperyalist sermayenin uygulamaya koyduğu politikalardan bağımsız
olmadığı gibi, önümüzdeki yıllarda da uluslararası alanda yaşanacak gelişmeler,
Türk hakim sınıflarını ve onların sözcülerinin politikalarını doğrudan doğruya
etkilemektedir ve etkileyecektir.
Türkiye gerçekliği
düşünüldüğünde emperyalist tekellerin bir yarı sömürge pazarı olan Türkiye’de
hemen her şeyi emperyalistler belirledi, planladı ve uyguladı demiyoruz. İfade
ettiğimiz, AKP’nin ve Erdoğan’ın İslamcı söylemi kullanarak elde ettiği kitle
desteğini, emperyalistlere pazarlamada usta bir tüccar olduğudur. Böyle olduğu
içindir ki, emperyalistler açısından Erdoğan “kullanışlı bir ortak” olarak
görülmüştür. Bu süreçte halkımız yoksullaşırken (burjuva iktisatçılar bile
emeğin milli gelirden aldığı payın önemli oranda düştüğünü ifade ediyor) hem
emperyalistler hem Türk hakim sınıfları kazanmıştır. Erdoğan’ın hem kişisel hem
de yakın çevresindekilerin servetinin bu süreçte muazzam attığı bilinmektedir.
Türkiye’nin son çeyrek
asırlık tarihi AKP hükümetleri ve Erdoğanlı yıllar olarak özetlenebilir.
Gelinen aşamada ortaya çıkan sonuçlardan AKP’nin emperyalist sermaye ve TC
rejimi açısından “basit” bir “hükümet etme” rolü oynamadığı ifade edilebilir.
Bilineceği üzere AKP, Türk hakim sınıflarının iki kampı içerisinde muhalif
kanatta yer alan, İslamcı söylemli bir politik dil kullanan “Milli Görüş”
çizgisi içerisinden örgütlendi.
AKP’nin özel olarak
desteklenip örgütlendiği ve girdiği ilk seçimleri kazanıp tek başına hükümet
kurduğu 2002 Genel Seçimleri öncesinde emperyalist sermayenin Türk hakim
sınıflarının özellikle ekonomik alanda bir “yol temizliği” yaptığı
bilinmektedir.
“Hakim sınıf temsilcileri, sömürülerini sürdürmüş, kârlarına kâr
katmıştır!”
– İktidar partisinin TC devletinin kurucu ideolojisiyle özde bir sorunu
olmadığı ve hatta eskinin kimi halk düşmanı uygulamalarını eleştirerek, kitleleri
kendi arkasında yedeklediği ve bunun da sistemin yeniden örgütlenmesini
sağladığını ifade ediyorsunuz, değil mi?
– Evet tam olarak bunu
ifade ediyoruz. Günümüzde Türkiye toplumunu eleştirel ve yer yer devrimci
temelde analiz eden yaklaşımların büyük çoğunluğunun hareket noktası “salt AKP
karşıtlığı”dır. Kuşkusuz bu eleştirel yaklaşımların temelinde, Türk hakim
sınıflarının kurucu ideolojisi Kemalizm’den etkilenme vardır. AKP hükümetleri
döneminde, hakim sınıfların muhalif kanadının iktidar mücadelesinde Kemalizm’in
paslı bir silah olarak kullanılması, kendisine devrimciyim diyen pek çok çevre
üzerinde etkili olmuştur.
Esasen Türkiye
devrimci hareketinin TC devletinin kurucu ideolojisi olan Kemalizm
ideolojisinden etkilenmesi, bu faşist ideolojiden devrimci temelde bir kopuş
sağlayamaması daha önceki tarihlere dayanıyor olmakla birlikte, kendini İslamcı
olarak tanımlayan AKP hükümetlerinin M.Kemal ve Kemalizm’in özellikle
“aydınlanmacı” kimliği nedeniyle ön plana çıkan kimi yanlarına yönelik
söylemleri, (ve TC faşizmin bu politikalarının halk üzerindeki tepkisini
kullanarak belli bir kitle desteği sağlamaları) kendisine muhalif diyen
kesimlerin iktidar karşısında burjuva muhalefetin arkasında yedeklenmesine yol
açmıştır.
TC devletinin
kuruluşundan günümüze Kürt ulusu üzerinde uygulayageldiği ulusal baskı
politikasına karşı Kürt ulusal mücadelesinin yükselişi Türk hakim sınıflarının
kurucu ideolojisi Kemalizm karşısında belli bir sorgulamaya neden olmakla
birlikte, AKP iktidarının İslamcı söylemi Kürt ulusal hareketinde de de bir
beklenti yaratmış, adına “çözüm süreci” denilen bir politika izlenmesine neden
olmuştur.
Günümüzde TC
devletinin içinde bulunduğu durumu ve özellikle iktidarı- muhalefetiyle hakim
sınıfların politikalarını analiz etmek, işçi sınıfı ve emekçi halka dayatılan
politikaları devrimci temelde çözümleyebilmek için Kemalizm meselesinde net
olmak gerekir. Bu netlik, günümüzde kendisini “Kemalizm karşıtı” olarak
tanımlayan AKP iktidarı için de geçerlidir.
Bu, genellemeci bir yaklaşım değildir. TC rejiminin kurucu ideolojisi
Kemalizm’in yüz yıllık Türk devlet geleneğinde tayin edici bir önemi vardır.
Dolayısıyla iktidardaki hakim sınıf kliğinin İslamcı söylemlerle “Kemalizm
karşıtı olarak” görünmesi ya da kendini bu şekilde propaganda etmesi, TC
rejiminin kurucu ideolojisinden farklı bir ideolojik zeminde olduğu, farklı
sınıfları temsil ettiği anlamına gelmez.
Aksine yüz yıllık TC
rejiminde Kemalizm’in özüne, sınıfsal kimliğine değil de, kitleler nezdinde
teşhir olmuş ve yıpranmış kimi politikalarının eleştirilmesiyle, kurucu
ideolojinin kendini sürece göre yeniden ürettiği anlamına gelir.
Bu nedenle TC
rejiminin kurucu ideolojisinin, iktidarıyla muhalefetiyle bütün hakim sınıf
kliklerinin temsilcisi olduğu, bu anlamıyla da bir bütün olarak hakim
sınıfların sınıfsal çıkarlarının temsil ettiği bilinmelidir. TC rejiminin son
çeyrek asrında iktidar olan AKP hükümetlerinin İslamcı dinci duruşu ve
“Kemalizm karşıtı” söylemleri, kurucu ideolojinin sınıfsal temsiliyetine karşı
olmadığı gibi aksine orta ve küçük burjuvazinin temsilcisi muhalif parti ve
örgütlerin kendisini Kemalist olarak tanımlayan muhalif burjuva kliğin
arkasında yedeklemesini sağladığı için düzenin bekası açısından yarar dahi
sağlamaktadır.
TC rejiminin son
çeyrek asırlık sürecini ve günümüzde aldığı biçimi analiz etmek ve AKP
hükümetleri döneminde uygulanan politikaların TC devletinin kurucu ideolojisi
olan Kemalizm’in sınıfsal temsiliyetiyle özde bir karşıtlık barındırmadığını
bilmek, örneğin yüz yıllık cumhuriyet rejimi tarihinde ön planda olan Koç,
Sabancı vb. gibi komprador büyük burjuvaların AKP hükümetlerinin yanında
olduğunu açıklar. AKP hükümetleri döneminde bu hakim sınıf temsilcileri,
sömürülerini sürdürmüş, kârlarına kâr katmıştır.
Dolayısıyla günümüzde
iktidar olan AKP’nin Kemalizm karşıtı söylemi, yanıltıcı olmamalıdır. Bu açıdan
Türk hakim sınıflarının kurucu ideolojisi olan Kemalizm’in sınıfsal niteliğinin
doğrudan sonucu olarak iki noktanın altı önemle çizilmelidir.
Birincisi, TC devletinin kurucu ideolojisi olan Kemalist ideoloji, öncelikle Türk ve
Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan işçi sınıfı ve halkın
düşmanıdır. Hakim sınıfların ideolojisidir ve ilerici-demokratik her gelişme ve
pratiğe düşmandır.
İkinci olarak Kemalist ideoloji, emperyalizm işbirlikçisidir. Emperyalizmin
yarı sömürgelik koşullarına razı olmaktır. Kemalizm’in “milli kurtuluşçuluğu”
büyük bir yalandır. M.Kemal ve ardından gelen bütün Türk hakim sınıf
temsilcilerinin “tam bağımsızlık” ve günümüzde Erdoğan’ın “van minut”
çıkışları, “yerli ve milli” söylemleri gerçekte emperyalist sermayeye
teslimiyet yarı sömürge koşulları kabul etmektir.
Bu iki temel noktanın
bilinmesi, Türk hakim sınıf iktidarlarının kendilerini Kemalist, Muhafazakar,
İslamcı, “Sosyal Demokrat” vb. hangi politik sıfatla adlandırırlarsa
adlandırsınlar gerçekte sınıfsal duruşlarının ne olduğunun analiz edilmesi
açısından tayin edicidir. Bu yapılmadığı içindir ki; son genel seçimlerde
AKP’den kurtulmak, “rahat bir nefes almak” adına -partimiz ve az sayıda
devrimci örgüt dışında- hakim sınıfların muhalif adayı desteklendi.
Bunun doğru bir
politika olmadığı ise seçim sonuçları açıklandığında bir kez daha görüldü.
Bu nedenle Türkiye
siyasetini değerlendirirken, hakim sınıf partilerinin izledikleri politikaları
bu iki temel üzerinden değerlendirmek gerekir. AKP hükümetleri kendilerini
İslamcı olarak tanımlamamakla birlikte, Kemalizm’in bu iki temel sınıfsal
özelliğini başarıyla uygulamışlardır. Altını çizmek gerekir ki, son çeyrek
asırlık süreçte iktidar olan AKP’nin söylemleri, esasta Türk hakim sınıflarının
kurucu ideolojisinden, onun sınıfsal çıkarlarından özde bir farklılık arz
etmemiştir.
“Bütün o “yerli ve milli” söylemlerinin altı boştur!”
– Özet olarak, iktidar partisinin ve Erdoğan’ın gerçekte Türk devletinin
kurucu ideolojisi olan Kemalizm’in emperyalizmin uluslararası işbölümü
temelinde yarı sömürge ülkelerin yeniden düzenlenmesinde aktif bir rol
oynadığını söylüyorsunuz.
– Evet ama bunu biz
söylemiyoruz sadece. Hatırlanırsa Erdoğan’ın kendisi de “BOP eşbaşkanı”
olduğunu açıklamıştı. Yine bizzat TC devletinin bir dönem Başbakanı olan
kişinin yazdığı “Stratejik Derinlik” isimli kitapta TC devletinin bölgede
“alt-taşeron” olarak kullanılabileceği ifade edilmişti. Ve Suriye iç savaşında
bir taşeron devlet olarak kullanıldı da.
TC devletinin batı
emperyalizmiyle bağımlılık ilişkisine dair birçok örnek verilebilir. Güncel
olarak İsveç’in NATO’ya katılımına verilen onaydan, bizzat Erdoğan’ın “NATO’nun
güvenliklerinin bir garantisi” olduğuna dair açıklamalarına kadar…
TC devleti
bulunduğumuz bölgede, emperyalizmin ileri karakolu konumundadır. Emperyalistler
arası çelişkilerden yararlanma siyaseti onu asla bağımsız bir devlet
yapmamaktadır. Nitekim bu anlayış doğrultusunda TC devleti Suriye iç savaşına
müdahil olmuş, cihatçı çeteleri doğrudan örgütlemiş ve desteklemiş, bu çeteler
yeterli olmadığı yerde kendi askeri gücünü devreye sokmuştur. Kuzey Suriye’yi
işgal etmiştir. Amaç, bütün bölgenin önce işgal sonrasında da ilhak
edilmesiydi. Ne var ki bölgede özellikle Kürt ulusunun diğer halklarla birlikte
direnişi, TC faşizminin planlarını engellemiştir.
TC devleti hem sınır
içinde hem de bulunduğu coğrafyada sınır dışında halka karşı örgütlenmiş bir
devlettir. Emperyalistlerin askeri örgütü olan NATO üyesidir. NATO’ya üye bir
devlet olarak ordusu, bu paktın parçasıdır. Bu ordunun kurmayından emir
almaktadır!
Hatırlanırsa 15 Temmuz
darbe girişimi sonrasında, Erdoğan’ı kurtaran Putin’e minnetini göstermek ve
başta ABD emperyalizmi olmak üzere batı emperyalizmine şantaj yapmak için
Rusya’dan alınan hava savunma sistemleri depolara kaldırılmıştır. Yine
Türkiye’nin birçok yerinde bu paktın üsleri vardır. Dolayısıyla bütün o “yerli
ve milli” söylemlerinin altı boştur. TC devletinin özellikle bulunduğu
coğrafyada kendi bağımsız çıkarları için hareket ettiği yanılgısının kaynağı,
TC devletinin emperyalist kamplar arasındaki çelişkilerden kendi bekaası adına
yararlanma siyasetidir. Bu ikili oynama ve şantaj siyaseti, Türk hakim
sınıflarına belli bir hareket alanı sağlamakla birlikte, TC rejimi emperyalist
kapitalist sistemin bir parçası ve coğrafyamızda ileri karakolu durumundadır.
Gerçek olan budur.
TC devletinin
emperyalist sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilmesi ve
doğal olarak bu şekillendirmeden aracılık payını alan Türk hakim sınıflarının
AKP’li yıllar aracığıyla izlediği politikaların başarı şansı için öncelikle
toplumun en ileri ve bilinçli kesimleri hedeflenmiştir. Sadece ekonomik alanda
değil, bir bütün olarak Türkiye toplumuna yönelik “topyekûn bir saldırı”
başlatılmıştır. Böylelikle AKP’li hükümetlerin işçi sınıfı ve emekçi halk
karşıtı politikalarında olası yol kazalarına karşı önlem alınmıştır.
AKP hükümetleri, bu
görevin başarılması amacıyla kurulmuştur. Türkiye’nin son çeyrek asırlık
tarihi, Erdoğan önderliğinde Türkiye pazarının emperyalist sermayenin
çıkarlarına göre yeniden şekillendirilmesi, emperyalist sermayenin sömürü ve
hammadde talanından Türk hakim sınıflarının pay alması üzerine kuruludur.
Geleneksel Türk komprador büyük burjuvalarının yanında, “yandaş” olarak
tanımlanan ve kamuoyunda “Beşli Çete” olarak telaffuz edilen ve gerçekte
sayıları daha fazla olan “yeni yetme” burjuvazinin de emperyalist sermayeyle
işbirliği içinde, devlet ihalelerinden, teşviklerinden yararlandırılarak
palazlanması sağlanmıştır.
Erdoğan’ın kişisel
servetinin muazzam artışı ve yakın çevresinin dünya milyarderler listesine
girme haberleri bile Türkiye halkının emperyalist sermayeyle işbirliği içinde
nasıl bir soygunla karşı karşıya olduğunu göstermektedir.
Türkiye pazarının ve
halkının, emperyalist mali sermaye ve Türk hakim sınıflarının aracılık payı
karşısındaki bu dönüşümünün, Türkiye toplumsal formasyonunu doğrudan
belirlediği, sınıf mücadelesinin dinamikleri üzerinde etkileri olduğunu ifade
etmek gerekir. Sadece ekonomik alanda değil, ideolojiden kültüre, askeri
sanayiden spor ve sanata kadar kapsamlı bir dönüşümden/şekillenişten
bahsettiğimiz anlaşılmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda artan
bir şekilde “kara para aklama” iddialarıyla, uyuşturucu ve mafya
örgütlenmeleriyle anılmaya başlaması bu değişimin sonuçlarından sadece
birisidir.
Üstelik bu değişim ve
dönüşüm sadece Türkiye pazarının emperyalist sermayenin uluslararası işbölümü
doğrultusunda yeniden düzenlemesinin sonucu olarak sadece ekonomik altyapıda
değil örneğin yine emperyalist kampların birbirleriyle rekabetinin ve bu
rekabette Türk hakim sınıflarının kendilerine pay kapma çabalarının ürünü
olarak, Suriye iç savaşında doğrudan taraf olmaları, bir yandan Suriye’nin kuzeyini
işgal etmeleri (ki bunda Türk devletinin Kürt ulusal kazanımlarını kendisine
tehdit olarak görmesi de etkilidir) ve milyonlarca Suriyeli sığınmacının
Türkiye topraklarına kabulüyle yaşandı.
Bir yandan Suriye’de
işgal edilen topraklar yağmalanırken diğer yandan ise Suriyeli sığınmacılar
ucuz iş gücü olarak kullanılmaya başlandı. Suriyeli sığınmacılar başta olmak
üzere göçmenler ağır bir sömürüye maruz bırakılırken aynı zamanda ırkçılığın ve
şovenist saldırganlığın hedefi oldular. Türk hakim sınıfları, AB
emperyalistlerinden sığınmacılar için para alıp Avrupa emperyalizminin sınır
bekçiliğini yaparken, diğer yandan göçmen işçiler Türk kapitalizmin ucuz işgücü
ihtiyacını karşılamaktadır.
Göçmen işçiler, azgın
bir sömürüye maruz kalırken toplum içinde sığınmacıların ekonomik krizin,
işsizliğin, düşük ücretlerin vb. sorumlusu olarak hedef gösterilmesi,
şovenizmin körüklenmesi sağlanmaktadır.
– Bahsini ettiğiniz bu gündemler son süreçte Türk hakim sınıflarının
iktidar mücadelesinde çok sık kullandıkları argümanlar. Bir yıl arayla yapılan
genel ve yerel seçimlerde de bunlar sıklıkla gündem oldu.
– Az önce de işaret
ettiğim gibi TC devleti kuruluşunda itibaren, emperyalizme bağımlı, halk
düşmanı ve faşist bir örgütlenmedir. Bütün burjuva partiler bu hakim genel
siyasete uygun davranırlar. Bazı akademisyenler bunu “Türklük Sözleşme”si
olarak adlandırmışlardır.
Gerçekte bu; çok
uluslu, ezilen milliyet ve inançlara sahip ülkemizde devlet aygıtına sahip
hakim sınıfların ezen ulus (ezen inanç) imtiyazını elinde tutmasıdır. Kürt
ulusuna yönelik ulusal baskının, Alevilere yönelik hakim inanç baskısının sürdürülmesidir.
Devletin bekası adına sürdürülen düpedüz faşizm, ırkçılık ve şovenizmdir. Türk
hakim sınıfları şimdilerde kimi çevrelerde dillendirilen hilafet, saltanat vb.
aksine cumhuriyet rejimi üzerinde anlaşmışlardır. Bu cumhuriyet, büyük
komprador burjuvazinin, komprador bürokrat burjuvaların, büyük toprak
ağalarının faşist cumhuriyetidir.
Türk hakim sınıflarını birleştiren bu ortak ideolojik temel bilince
çıkarılmadan, dahası “Kemalizm ideolojisi faşizmdir” tespiti yapılmadan,
halkın ve devrimin çıkarları için doğru politik bir tavır geliştirilemez. Az
önce de ifade ettiğim gibi genel seçimlerde iktidardaki AKP’yi geriletmek için
burjuva muhalefetin adayını açıktan ya da dolaylı olarak desteklemek bununla
ilgilidir. TC devletinin tarihi hakim sınıfların iki burjuva kliğinin kendi
sınıfsal çıkarları için halkın düzene olan öfke ve tepkisini yedekleme
politikalarıyla doludur. Deyim yerindeyse bütün hakim burjuva partilerinin
temsilcileri ve sözcüleri ayırt etmeksizin dolandırıcıdır.
Sonuç olarak genel seçimleri
AKP-MHP kliği kazanmıştır. Burjuva muhalefetin bütün umuduna rağmen bu sonuç,
emperyalistlerin ve Türk hakim sınıflarının sınıfsal çıkarlarıyla uyumludur.
Erdoğan hem emperyalistler hem de Türk hakim sınıfları açısından son derece
başarılı bir temsilcidir. Değiştirmeleri için hiçbir gerekçe yoktu. Burada
sorun, halkın yaşamak zorunda bırakıldığı koşullara isyanının, özgürlük ve
demokrasi istemlerinin burjuva muhalefete kanalize edilmiş olmasıdır. “Yalancı
bahar” vaat edilmesidir.
Genel seçimler, hakim
sınıfların krizini çözmemiş, hatta ötelemeyi bile başaramamıştır. Gelinen
aşamada bu kez de yerel seçimler vesilesiyle bir kez daha rant paylaşımı
mücadelesi vermektedirler.
“Kitlelerin tepkisi gerçektir!”
– Yeri gelmişken yerel seçimler sürecini dair görüşleriniz de kısaca
aktarır mısınız?
– 31 Mart yerel
seçimleri sonuçlandı. Genel anlamda burjuva muhalefet partisi CHP’nin
kazandığı, AKP-MHP’nin ise kaybettiği açıklandı, tartışmalar böyle yürütülüyor.
En genel anlamıyla bu seçim sonuçları bize, hakim sınıf klikleri arasında
önümüzdeki süreçte iktidar mücadelesinde seçimlerin gündemde olmaya devam
edeceğini göstermektedir. Bu durum, iktidar veya muhalefet farketmeksizin bütün
burjuva hakim sınıf kliklerinin seçim aracına yükledikleri anlamla ilgilidir. Seçimler,
hakim sınıfların bütün klikleri açısından, halk kitlelerinin düzene
yedeklenmesinin bir aracı olarak ele alınmıştır.
Bizce bunların yanında
yerel seçim sonuçlarının bu denli tartışılmasının nedeni, propaganda edildiği
gibi burjuva muhalefetin elindeki belediyeleri tutması ve yenilerini ekleme
“başarısı” ve “oy oranını artırması” değildir. Asıl üzerinde durulması gereken,
geniş halk yığınlarının içine düşürüldükleri duruma yönelik tepkileridir.
Özellikle halka sıra geldiğinde “ekonomik kriz” olarak adlandırılan ama aslında
Türk hakim sınıflarının bütün kliklerinin servetlerine servet kattığı sürecin
seçim sonuçlarına yansıdığı görülmektedir.
Diğer yandan Erdoğan
hem seçim öncesinde hem de hemen seçim sonrasında terör söylemini sıcak tutarak
dillendirerek “Kürdistan’a sefer hazırlığı” içinde olduğunu ifade etmiştir.
Seçim sonuçlarının iktidar partisi açısından yenilgiyle sonuçlanması, diğer
yandan, faşist iktidar açısından bu faturanın genelde emekçi halka özelde ise
Kürt ulusuna çıkartılacağı anlamına gelmektedir. Faşist iktidar, kitleler
nezdinde aldığı desteğin azalmasını tersine çevirmek için ırkçılık ve
şovenizmin dozunu artırmakta tereddüt etmeyecektir. Yani önümüzdeki aylar,
sınır içinde ve dışında saldırganlık içinde geçecektir.
Seçimin hakim sınıfların
gündemini değiştirmeyeceği, aksine işçi sınıfı ve halk söz konusu olduğunda
aralarındaki farklılıkları bir kenara bırakıp, sınıfsal çıkarlarında rahatlıkla
ortaklaşacaklarını da ifade etmemiz gerekir.
Burada dikkat edilmesi
gereken bir nokta da şudur: Seçimleri burjuva muhalefet partisinin
kazanmasının, önümüzdeki süreçte sol ve hatta devrimci hareketin bir kısmının
burjuva muhalefetin arkasında yedeklenme pratiğini güçlendirecektir. Elbette bu
parti ve örgütlerin seçimlere yönelik tavırları, onların temsilcisi oldukları
sınıfların ideolojik duruşlarından bağımsız değildir. Ancak halk saflarında yer
alan ve özellikle kendisine devrimci, sosyalist ve hatta komünist diyenlerin
önce genel ve ardından ise yerel seçimde ortaya çıkan pratik tutumları, bizce
sıkıntılı yanlar içermektedir.
Son bir yıl içinde
önce genel ardından yerel seçimlerin gerçekleştirilmiş olması, kitlelerin
gündeminde seçimleri belirleyici bir unsur olarak ön plana çıkarmıştır. Bu
anlaşılabilir bir durumdur. Yerel seçimlere katılım düşmüş olmakla birlikte,
halkın sandığa ilgisinin sürdüğü görülmektedir. Sandığa gitmeyen de esas olarak
AKP tabanıdır. Bu kitle sandığa gitmeyerek ya da Yeniden Refah Partisi’ne
yönelerek CHP’nin birinci parti olmasını sağlamıştır.
Diğer yandan
seçimlerin önemli bir yerde duruyor olması, Türk hakim sınıflarının kitleler
üzerinde seçim ve sandık araçlarıyla ideolojik hegemonyasını sürdürme
başarısına işaret etmektedir. Bu ideolojik tahakküm kırılmadığı oranda
önümüzdeki yıllarda da sınıflar mücadelesi açından seçimler gündem olmayı
sürdürecektir.
Halk kitleleri hakim
sınıfların siyasetinden bağımsız olarak kendi gündemiyle alternatif olma
mücadelesi vermediği oranda, hakim sınıf klikleri arasında devam eden bu
iktidar dalaşında birine yedeklenme tehlikesinin ortadan kaldırılması
olanaksızdır. Bu perspektif silikleştiği ve araç amaç haline geldiği oranda,
hakim sınıfların siyasetine yedeklenmek de kaçınılmazdır.
Seçim gündemi devrim
mücadelesini güçlendirdiği oranda anlamlıdır. Bunun tersi olduğu koşullarda son
yerel seçim gündeminde de örneklerini gördüğümüz üzere, devrimci mücadelenin
salt seçim mücadelesi olduğu yanılgısı ortaya çıkar ki bunun coğrafyamız
sınıflar mücadelesinde gerçekliği ve karşılığı yoktur.
Daha da fenası halkın
düzene olan tepkisini yine düzen içinde tutmaya yaramaktadır ve affedilemez bir
politik suça karşılık gelmektedir.
“Bu türden propagandalar sadece ve sadece halkın devrimcilere olan güvenini
sarsmayı amaçlamaktadır!”
– Yerel seçimlerden bahsetmişken Dersim’deki faaliyetinize yönelik bazı
çevrelerden olumlu ve olumsuz tepkiler oldu. Özellikle partinizden ayrılan
grup, daha önce de kullandığı “kaçtılar”, “düşmana silah teslim ettiler” vb.
propagandalarını Dersim yerelinde yeniden devreye soktu. Buna dair ne söylemek
istersiniz?
– Partimiz devrimde ve
devrimci mücadelede ısrar ve kararlılığını sürdürdükçe ve örneğin Dersim’de de
ileriye doğru adımlar attıkça bu türden yalan üzerine inşa edilen kara
propagandalar olacaktır. Bu konuda TC devletinin bir hayli tarihsel tecrübesi
olduğu ve “Özel Harp” operasyonları adı altında psikolojik savaş yürüttüğü
bilinmektedir.
Ancak bu türden bir
propagandanın devrimciler tarafından yapılması üzücüdür. Zira hem gerçeği
yansıtmamaktadır hem de yalana dayalı hiçbir propagandanın devrimi ve devrimci
safları güçlendirmeyeceği, halk güçlerinin ortak mücadelesine yararına
olmayacağı son derece açıktır.
Bilenler bilir. “Büyük Yalan” tekniği ile ilgili, Nazi Almanya’sının
propaganda bakanı Goebbels’e isnat edilen meşhur bir cümle vardır: “Yeterince
büyük bir yalan söyler ve onu tekrar etmeye devam ederseniz, insanlar sonunda
ona inanmaya başlayacaklardır.”
Partimize yönelik bu
ithamlar, bu cümleyi tekrar tekrar hatırlatmaktadır. Bir kez daha tekrarlamak
isteriz ki, bu türden propagandalar sadece ve sadece halkın devrimcilere olan
güvenini sarsmayı amaçlamaktadır, buna hizmet etmektedir.
– Eğer böyleyse neden böyle bir propagandaya tekrar başvuruldu ve neden
ısrarla sürdürülüyor?
– Neden böyle bir kara
propagandaya tekrardan başvurulduğu sorusu esas olarak sözkonusu örgütün
yanıtlaması gereken bir sorudur.
Ancak bizim de bir yanıtımız vardır elbette. Bizce bu tür bir kara
propagandadan medet umanların –sadece bu örnek açısından değil genel olarak
da böyledir bu– sorunu, kendi yanlış-hata-suç ve zaaflarıyla yüzleşememeleridir.
Bütün bunların hedefe konulmadığı, bunların tartışılıp masaya yatırılmadığı, bu
cesaretin sergilenemediği durumlarda kolay olan “başkasına”, “dışarıya”
yönelmektir. “Ben değil, diğeri” demektir. Kanımızca bu çevrede de yaşanan
budur.
Oysa gerçekler
devrimcidir. Nedir bu gerçekler? Partimiz taraftarlarının ve devrimci
kamuoyunun tanık olduğu üzere, 2015 yılında Türk faşizmi ve Alman emperyalizmi
tarafından partimize yönelik merkezi düzeyde karşı devrimci bir saldırı
gerçekleştirilmiştir. Bu karşı devrimci saldırıyı partimiz içinde bir fırsat
olarak görenler, “kızıl bayrağa karşı kızıl bayrak sallayıp” parti hukuk ve
işleyişini ayaklar altına alarak, partimizin iradesine yönelik bilinçli ve
planlı bir darbe gerçekleştirmişlerdir.
Ve bu suçu işleyenler
devamında bununla yüzleşme cesaretini göstermek yerine çeşitli faaliyet
alanlarımız ve yoldaşlarımız ile ilgili dedikodu, kara propaganda ve
itibarsızlaştırma pratiklerine girişmişlerdir.
Dersim bölgesinde
yoldaşlarımızın “silahları gömüp kaçtıkları” ya da “düşmana teslim ettikleri”
yalanı da bu dönemde ortaya atılmıştır.
Açıkça söylemeliyim
ki, bu ya da benzeri propagandalar ne ortaya atıldıklarında ne de şimdi
gündemimizdir. Tüm bunlar partimiz açısından 1. Kongremizde tartışılmış,
çözümlenmiş ve geride bırakılmış meselelerdir. 1. Kongremiz, partimizin
birliğine yönelen bu saldırının neden ve niçinlerine dair gerekli tartışmayı
yürütmüş, kamuoyuna dönük olarak da çeşitli açıklamalar yapmıştır. Ancak bu
yaklaşımımıza rağmen özellikle Dersim yerelinde ısrarla bu kara propagandanın
sürdürülmesi partimize karşı işlenen suçu gizlemek amaçlıdır. Yinelemek isteriz
ki, dedikoduya, yalana dayalı siyasetin devrimci çalışmada yeri yoktur. Bu
yöntemin, devrimcilere ve halka bir yararı olmadığının artık deneyimlenmiş
olması gerekirken sürdürülmesi devrimcilik iddiası açısından vahimdir.
– “Gündemimiz değil” dediniz ama sizin dışınızda propaganda devam ettiği
için kısaca Dersim bölgesinde yaşananları özetleyebilir misiniz?
– Çok kısaca özetlemek
gerekirse; Dersim gerilla alanında bulunan yoldaşlarımız, kış üslenim
sürecinden çıkıp ve partiyle bağ kurduklarında, partinin darbeci tasfiyeci
saldırıyla karşı karşıya kaldığını öğrenmiş, parti güçlerimizle durum
değerlendirmesi yapmıştır.
O andan itibaren görev
bellidir: Partinin iradesine yönelik bu iç saldırıyı hukuk ve ilkelere bağlı
kalarak karşılamak ve kendisini yeniden örgütlemek! Öncelikli devrimci
görevler, bunlar olarak tespit edilmiştir.
Dersim’deki
yoldaşlarımız da bu görev nedeniyle, partimizin bilgisi ve talimatları
doğrultusunda hareket etmişlerdir. Partimiz, bu alandaki yoldaşlarımızı 1.
Kongre örgütlenmesine katmak için bir planlama yapmış ve yoldaşlarımızı başka
bir alana geçmeleri için görevlendirmiştir. Yaşanan budur.
Bu gerçek bilinmesine
rağmen kara propagandadan medet ummak kendisini devrimci bir zeminde
örgütleyememenin sonucudur diye düşünüyoruz.
Açıktır ki, herhangi
bir gerilla gücünün koşulları değerlendirmeden hareket etmesi ve gerektiği
yerde ve zamanda geri çekilmeyi bilmemesi imha olması demektir. Partimizin
gerilla savaşı pratiği, bu gerçeği defalarca kanıtlamıştır. Hal böyleyken,
partimizin gerilla gücünü, bir başka savaş alanına çekmesi üzerinden ve
düşmanın tamamen tesadüfen ele geçirdiği askeri malzemeden, kendi hanesine bir
“başarı” hikayesi yazmak ve düşmanın karşı devrimci propagandasını olduğu gibi
kullanarak haklılığını ispat etmeye çalışmak devrime ve devrimci mücadeleye
hizmet etmemektedir.
“Ordumuz savaşın günümüzde aldığı biçimlere yoğunlaşmaktadır”
– Bu noktada partinizin şu andaki savaş gerçekliğine dair bir soru
yöneltmek isterim. Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’nun (TİKKO)
Konferans gerçekleştirdiğini açıkladınız. TİKKO’nun çalışmalarına ve
planlamalarına dair ne söylemek istersiniz?
– Evet partimiz 1.
Kongresinde, halk ordumuzun durumunu da tartışmış ve çeşitli kararlar almıştır.
Bu kararlar içinde partimizin gerilla savaşı tecrübesini özetlemek ve TİKKO
Yönetmeliği gibi bazı gündemleri ele almak vardı.
Partimizin önderliğinde Halk Ordumuz tarihinde bir ilk olan TİKKO 1.
Konferansını “Devrimin Zaferi İçin Halk Savaşı’nda Derinleş, Gerillada
Uzmanlaş!” şiarıyla gerçekleştirmiştir. Halk Ordumuz Karadeniz, Dersim
ve Rojava’da ve büyük şehirlerde vb. her alanda yürüttüğü gerilla savaşının
ders ve deneyimlerini özetlemiş, başta TİKKO Yönetmeliği olmak üzere bir dizi
örgütsel konuda kararlaşmalara gitmiş ve de konferansından çıkardığı dersleri
parti iradesine sunmuştur.
Partimiz, TC
devletinin Rojava’ya yönelik işgal saldırılarına karşı, gücü oranında
konumlanmış ve savaşın içinde yer almıştır. Başlangıçta sınırlı sayıda olan
gücümüz, zaman içinde daha örgütlü bir yapıya kavuşmuştur. Özellikle bu bölgede
soykırımdan kurtulan Ermeni halkı içinde çalışmış, onların öz savunma güçlerini
sıfırdan başlayarak önce Tabur sonra da Tugay düzeyinde örgütlemiştir.
Partimize bağlı halk
ordumuz hem kendi askeri çalışmalarını hem de Ermeni halkı içindeki
çalışmalarını sürdürmektedir. Hem kitle çalışması ve yeniden inşa çalışmaları
yaparken, diğer yandan da askeri olarak uzmanlaşmakta, eğitimlerini
geliştirmektedir. Askeri gücümüz orada bulunduğu süre içinde, Kobanê’den
Afrin’e, Rakka’dan Serekaniye’ye kadar tüm savaşlarda yer almış ve askeri
kapasitesini savaş içinde geliştirmiştir.
Bugün ordumuzun belli
bir gücünün konumlandığı Ortadoğu kritik bir dönemden geçmektedir. Devrimci
savaşın niteliğinde kuşkusuz bir değişim yaşanmamıştır. Emperyalizmin varlığı
onun yerel işbirlikçi sınıflarla beraber geliştirdiği yarı sömürge ya da Ortadoğu’nun
bazı ülkelerinde doğrudan işgal üzerinden izlediği sömürgeci siyaset bugün
devrimci savaşın belli başlı özelliklerinin değişmediğini, devrim ve karşı
devrim güçlerini daha da belirgin hale getirdiğini belirtmek gerekir.
Bölgenin neredeyse
tümüne yayılan fakat farklı güçler arasında devam eden çatışmalı bir süreç
yaşamaktadır. Yaşanan bu çatışmaların emperyalist güçlerin kışkırtmasıyla
bölgesel bir savaşa evrilme ihtimali güçlüdür. Bunun içerisinde bölgede Türk
devletinin yayılmacı ve ilhakçı politik yönelimiyle geliştirmiş olduğu askeri
saldırganlık onu bölge halkaları nezdinde bölgesel bir düşman haline
getirmiştir. Buna bağlı olarak devrimci savaş farklı bölgelerde farklı
biçimlerde sürdürülmektedir.
Türk devletinin
sınırları içerisinde gerilla ve milis savaşı öne çıkarken işgal ettiği Ortadoğu
sınırları içerisinde bölgenin kendine has özelliklerinden kaynaklı farklı
silahlı mücadele biçimleri öne çıkabilmektedir.
Türk devleti savaş
tekniğinin özellikle drone ve gözetleme sistemlerinde kaydettiği ilerleme ile
tüm savaş taktik ve stratejini bunun üzerinde şekillendirmeye çalışmaktadır.
İHA ve SİHA’larla savaş üstünlüğünü elinde bulundurmak istemektedir.
Türk devletinin bu
araçları yaygın kullanmaya başladığı ilk dönem açısından gerilla mücadelesi
yürüten güçlerin ağır kayıplar verdiğini, bu araçların özelliklerini anlayana
ve karşı tedbir geliştirene kadar belirli bir zorlanma yaşadığını kabul etmek
gerekir. Fakat farklı alanlarda ve farklı biçimlerde sürdürülen devrimci
savaşın bunun karşında taktik olarak kendini yenilediğini bir bütün harekat
tarzını bu yeni duruma göre değiştirdiğini belirtelim. Bu durum devrimci
savaşın son on beş yılı açısından önemli bir gelişmedir.
Gerilla savaşının
belirli branşlarda geliştirdiği taktik donanımı daha küçük birimlerin özelliği
haline getirerek tim savaşı olarak tarif edilebilecek bir savaş yöntemi
geliştirmiştir. Bu savaş tarzı özellikle bölgede oldukça yaygınlık kazanmış ve
düşman üzerinde sonuç alıcı bir hale gelmiştir. Bu tarz sadece gerilla
alanlarında değil savaşın sürdüğü tüm cephelerde devrimci savaşın bugünkü
özelliği haline gelmiştir.
Gerilla gücümüz
savaşın günümüzde aldığı bu biçimler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Son on beş
yılda savaşımızın sürdüğü coğrafyada savaşın biçimleri üzerinde önemli ve
kalıcı değişimler yaşanmıştır. Ordumuz bu değişimleri yakından takip edip ve
buna uygun olarak örgütlenme ve mücadele biçimlerini geliştirmeye
çalışmaktadır. Bölgede savaş özelikle Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi ile TC
unsurları arasında geçmektedir.
Kürt Ulusal Özgürlük
Hareketi gerillalarının bu savaşta edindiği tecrübe diğer devrimci savaşı
yürüten hareketler açısından oldukça önemlidir. Hiçbir kaygı gütmeden bu savaş
derslerinden ve pratik tecrübelerden öğrenmeye çalışıyoruz.
Ordu konferansımız
savaşın değişen yapısı ve özelliklerine karşı kendi cevabını oluşturması
açısından tarihsel değerdedir. Esasta konferansımız savaşın değişen yapısını
anlamaya odaklanan bir konferans olmuştur.
“Türk devleti bölgemizde emperyalizmin ileri karakolu olarak en gerici
güçlerden biridir!”
– Önümüzdeki sürece dair ne söylemek isterseniz?
– Açıkça söylemek
gerekir ki, önümüzdeki süreç Türk devletinin halka karşı saldırılarını
artıracağı bir süreç olacaktır. Türk devleti, seçimler aracılığıyla
gerçekleştirdiği demokrasi müsameresi sonrasında gerçek gündemi olan halk
düşmanlığına hız verecektir. Önce genel ardından da yerel seçimlerle halka vaat
dağıtan hakim sınıflar, şimdi ekonomik krizin bütün yükünü halka yüklemek için
rasyonel dedikleri politikaları tüm hızıyla sürdüreceklerdir. Ekonomik krizi
yaratanlar, krizi çözmek adı altında halkın sofrasında kalan ekmeği de gasp
etmeyi amaçlıyorlar.
Türk devletinin
Türkiye toplumunu daha da yoksullaştırıp, asgari ücret denilen ve açlık
sınırının altında olan ücreti ortalama ücret haline getirme yönelimi devam
edecektir. Bunun anlamı özellikle ekonomik alanda halkımızı daha zor günlerin
beklediğidir.
Türk hakim sınıfları,
sömürü ve soygunlarının gizlemek için uluslararası alanda yaşanan ekonomik
krizi ve yüksek enflasyon oranlarını örnek olarak göstermektedir. TC devletinin
egemenlik sınırlarının emperyalizmin yarı sömürge pazarı olması nedeniyle,
uluslararası alanda kapitalist emperyalizmin yaşadığı ekonomik kriz elbette
Türkiye ekonomisini de etkilemektedir. Ancak kabul etmek gerekir ki, Türkiye
ekonomisinde yaşanan krizin çapı, uluslararası alanda yaşanan ekonomik krizin
çok üstündedir. Yüksek enflasyon oranları ve halkın alım gücünün çarşı pazarda
hissedilir düzeyde düşmesinin nedeni Türk hakim sınıflarının sömürü, soygun ve
hırsızlığının boyutuyla doğru orantılıdır.
Tam bir soygun ve gasp
ekonomisiyle karşı karşıyayız. Sahte cennet vaadiyle halka “verin yetkiyi görün
etkiyi” diyen Erdoğan iktidarı, uluslararası tekellerin kârlılığının devam
etmesi ve kendi yandaşlarına ihale ve teşvik verme, kaynak aktarma politikasını
sürdürmüştür. Bunun sonucunda halk daha da yoksullaşmıştır.
Türk devletinin halkı
daha da yoksullaştırması karşısında yaşanan öfke ve tepki ise en bilinen
yöntemlerle savuşturulmak istenmekte, devlet, beka sorununu dilinden düşürülmemektedir.
Halk kitlelerinin iktidara yönelik tepkisi, ırkçılık ve şovenizmle saptırılmak
ve bastırılmak istenmektedir.
Dünya çapında yıkılma
ve parçalanma tehdidini bu kadar çok ve sıklıkla kullanan başka bir devlet var
mıdır bilmiyoruz ancak Türk devletinin içinde bulunduğu durum ve var olan
çelişkilerin keskinliği, bu türden açıklamalara neden olmaktadır.
Öte yandan
uluslararası alanda, emperyalist tekellerin birbiriyle rekabeti arttıkça,
emperyalist devletler arasında çelişkilerin keskinleşmesi, Rusya’nın Ukrayna’yı
işgalinde olduğu gibi doğrudan savaşa evrilmesi ve 3. Emperyalist Paylaşım
Savaşı tartışmalarının yapıldığı bir süreçteyiz. Uluslararası alanda yaşanan bu
durum, coğrafyamızı da doğrudan etkilemektedir. Bölge gerici devletleri,
emperyalist kamplar arasında yaşanan çelişkilerden kendi çıkarları için
yararlanmaya çalışıyor.
Türk devleti bölgemizde emperyalizmin ileri karakolu olarak en gerici
güçlerden biridir. Bu niteliğine uygun olarak özellikle sınır ötesinde yeni bir
işgal hazırlığı yapıyor. Bölgemizdeki bütün gerici devletler ve güçlerle ilişki
içindedir. Örneğin “mazlum Filistin halkı” propagandasına rağmen İsrail
Siyonizmi’yle askeri ve ticari ilişkilerini devam ettirmekte ve “Filistin’e
dua, İsrail’e gemi” politikası kararlılıkla sürdürmektedir.
Türk devleti
uluslararası alanda yaşanan çelişki ve kamplaşmaları kendi çıkarları açısından
bir avantaja dönüştürmek istemekte, bir kez daha Irak Kürdistanı’na ve
Rojava’ya yönelik daha kapsamlı sefer hazırlığı yapmaktadır. Böylelikle içte
ekonomik kriz ve derin yoksullaşmayı, halkta oluşan tepkiyi, “terörle mücadele”
diyerek ötelemek istemektedir.
TC faşizmi, bu işgal
ve saldırganlığını her ne kadar “terörle mücadele” olarak propaganda etse de,
meselenin sadece Kürt ulusal hareketinin kazanımlarının geriletilmesi olmadığı
açıktır. Bu saldırganlığın arka planında, bir yanda Türk devletinin giderek
şiddetlenen ve artık çarşı pazarda daha da hissedilen ekonomik krizin
kitlelerde yarattığı tepkinin bastırılması varken; diğer yanda ise başta iktidar
kliğinin temsilcilerinin sermaye birikiminde önemli rol oynayan silah
sanayisinin kârının artırılması vardır.
Ancak esasta elbette
TC faşizminin kendi varlığına tehdit olarak algıladığı Kürt ulusal hareketinin
tasfiyesi hedeflenmektedir.
Türk hakim sınıfları,
emperyalist tekeller arasında yaşanan rekabetten ve artan çelişkiden sadece
içte değil dışarda da bölgesel düzeyde yararlanma politikasını sürdürmek
istemektedir. Tıpkı Suriye iç savaşının başlangıcında ve devamında yaşandığı
gibi Suriye halkının yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanması,
fabrikalarının sökülüp, petrolünden zeytin ağaçlarına kadar çalınması vb.
örneklerinin devam ettirilmesi hedeflenmektedir.
Hem Suriye’nin
doğusunda hem de Irak Kürdistanı’nda işgalin genişletilmesi hedefi, Türk hakim
sınıflarının açgözlülüğüyle ve yağmacı sınıfsal niteliğiyle doğrudan
ilişkilidir.
Türk hakim
sınıflarının bütün açıklamaları, ulusal ve uluslararası durum önümüzdeki
süreçte TC devletinin kendi halkına ve bölge halklarına yönelik saldırganlığını
artıracağını gösteriyor. Bu saldırganlığa kaşı hazır olmak ve devrim
mücadelesini kararlılıkla sürdürmek gerekiyor.
Öte yandan son yerel
seçim sonuçlarından da görüleceği üzere işçi sınıfı ve emekçi halk, kendisine
yaşatılan koşullara tepkilidir. AKP’nin kitle desteğinde bir gerileme vardır.
Halk propaganda edilenle yaşadığı gerçeklik arasındaki derin uçurumu bilince
çıkarmamakla birlikte, bir şeylerin yanlış olduğunu hissetmektedir. Bu nedenle
AKP’nin etkisinde kalan kitleler yerel seçimlerde sandığa gitmeyerek, ya da
muhalif olarak tanımlayan partilere oy vererek tepkisini göstermiş durumdadır.
İşçi sınıfı ve emekçi
halkın özellikle alım gücünün düşmesi ve yoksulluğu daha fazla hissetmesi
beraberinde umut olarak burjuva muhalefet partilerine yönelmesine neden
olmaktadır. Halkın içinde bulunduğu duruma tepkisi, bir kez daha hakim
sınıfların muhalefetteki kliğinin arkasına yedeklenmek istenmektedir.
Bu nedenle halkın
iktidardaki ya da muhalefetteki burjuva hakim sınıf partilerinin siyasetinden
ayrı kendi bağımsız siyasetini örgütlemesi gerekmektedir. Politika bir güç
sorunudur. Kitlelerin hakim sınıfların siyasetinden bağımsız, kendi siyasetini
örgütlenmesi ve dahası bir güç olarak ortaya çıkmasını önemsiyoruz. Bu
anlamıyla başta İstanbul 1 Mayıs Taksim alanı olmak üzere, işçi sınıfının,
emekçilerin, kadınların ve halk gençliğinin 1 Mayıs’ta alanlara çağrısını
değerli ve anlamlı buluyoruz.
Hakim sınıf
partilerinin sözcüleri ve özellikle de muhalefetteki partilerin 1 Mayıs
açıklamaları, CHP gibi işçi ve halk düşmanı bir partinin Taksim tartışmasında
öne çıkıp rol çalmaya çalışmasının nedeni, işçi sınıfında ve emekçi kitlelerde
var olan tepkiyi görmeleri ve kendi klik çıkarları arkasında yedekleme
çabasının ürünüdür.
İktidarıyla
muhalefetiyle bütün düzen partileri, işçi sınıfının ve emekçi halkın kendi
bağımsız siyasetini örgütlemesi ve bir güç olarak ortaya çıkması karşısında,
bir yandan faşist yasaklar, zor ve baskı, diğer yanda “demokrasi”, söylemleri
eşliğinde hareket etmişler ve edeceklerdir.
Bu gerçeklerin
ışığında partimiz, halk ordumuz, komünist kadınlar birliğimiz ve Komsomol
örgütümüz TC devletinin halkımıza ve bölge halklarına yönelik faşist
saldırganlığına karşı mücadelesini karalıkla sürdürecektir.
– Son olarak ne söylemek istersiniz?
– TC devletinin
yüzyıllık halk düşmanı karakteri biliniyor. TC devleti sadece halkımız
açısından değil coğrafyamızdaki bütün halklar açısından faşist ve saldırgan bir
güçtür. Partimiz yarım asrı aşan tarihinde TC faşizmine karşı mücadelesini
kesintisiz olarak sürdürmüştür.
Partimizin 53.
mücadele yılına girerken halkımıza, örgütlenmek ve mücadele etmekten başka kurtuluş
yolu olmadığını yinelemek istiyoruz. Partimiz mücadelesini kararlılıkla
sürdürecektir. Koşulların zorluğu, faşizmin ağır baskısı, halkın daha iyi bir
yaşam, özgürlük ve demokrasi mücadelesini engelleyemeyecektir. Çünkü biz
biliyoruz ki; partimiz ve halk kitleleri varolduğu müddetçe her türlü mucize
yaratılabilir.
Bu vesileyle
yoldaşlarımızın 53. kavga yılını kutluyor, önümüzdeki süreçte halkın fırtınası
içinde birer damla olma kararlılıklarını selamlıyoruz.
– Teşekkür ederim.
– Ben de Partimiz adına
teşekkür ediyorum.