Demagoji, keyfiyet, çifte standart ve hamaset en etkili silahıdır. Irkçılık, milliyetçilik, cinsiyetçilik ve şovenlik en gözde argümanlarıdır.
Tüm bu ayırt edici özellikleriyle burjuva siyasetinin en has
temsilcileri ise öncelikli olarak daima ırkçı -faşist ve dinci-faşist parti ve
şahsiyetler olagelmişlerdir. Son dönem Türk siyasetinde bu özelliklerin has
temsilcilerinin, iktidar ortağı da olan İslamcı-faşist R.T. Erdoğan ile
ırkçı-faşist Devlet Bahçeli olduğuna ise hiç kuşku yoktur. Özellikle Devlet
Bahçeli, sergilemekte olduğu maharetiyle adeta bu işin ordinaryüsü mertebesine
kadar yükseltti kendisini.
Keza her fırsatta; “HADEP ve devamı parti derhal
kapatılmalıdır.” diyordu. Hatta hızını alamayıp, kapatma davasını
sonuçlandırmamış olan Anayasa Mahkemesi’ni de teröre destek vermekle itham
edip, onun da derhal kapısına kilit vurulmasını istiyordu. vs. vs.
Fakat aynı Bahçeli, dün bunları kendisi söylememiş gibi,
bugün kalkmış, büyük bir pişkinlikle şunları söyleyebiliyor: “Bize göre
doğru siyaset buluşturan, yakınlaştıran, kavuşturan, kucaklaştıran, kutupları
teker teker aşındıran ahlaklı siyasettir. Doğru siyaset sorumluluk duygusunu
ilke edinen, kardeşlik ve kaynaşma kültürünü vatan ve millet sevgisiyle
eklemleyen akıl dolu siyasettir. (…) Biz siyaseti bir savaş biçimi olarak ele
almıyoruz, insanların birbiri üzerine egemenlik kurması olarak
değerlendirmiyoruz (…) Siyasette hiçbir kimseyle hiçbir parti ile kategorik
olarak alıp veremeyeceğimiz konuşup çözemeyeceğimiz bir şey yoktur. (…)”,
“Uzattığım el milli birlik ve kardeşliğimizin mesajıdır.”, “Uzattığım el gelin
Türkiye partisi olun gelin teröre cephe alın gelin bin yıllık kardeşliğimizde
kenetlenenin teklifidir. (…)”, “Yeni bir döneme giriyoruz, dünyada barış
isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım.” (t24.com.tr)
R.T. Erdoğan da Bahçeli’nin bu tutumunu şu sözlerle
sahiplenip desteklerken; aslında bunun Cumhur İttifakı’nca önceden planlanıp
kurgulanmış olduğunu da beyan etmiş oluyor: “(…) Daha fazla uzlaşıya
ihtiyacımız olduğu kanaatindeyiz. Milletimiz için hiçbir diyalogdan kaçınmayız.
MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli’nin yaptığı açıklamaları 85 milyonun kardeşliği
adına çok anlamlı buluyorum. Cumhur İttifakı’nın uzattığı elin muhatapları
tarafından da layıkıyla anlaşılmasını umut ediyoruz.” (gazeteduvar.com.tr
web sitesinden)
Burjuva siyasetinde ikiyüzlülüğün ne derece normal ve olağan
bir enstrümanı olduğunu da yine en iyi Bahçeli’nin ve takiye erbabı Erdoğan’ın
kendi sözleri ortaya koymakta. CHP’ye ve Özgür Özel’e olmadık hakaret ve
tehditlerde bulunduktan sonra, el sıkışırken şunları söyleyebiliyor
Bahçeli: “Birbirimizi kırmıyoruz inşallah”, “Üzülme, bazen
siyaseten söylememiz gerekenler oluyor. Siyasetin gereği olarak…” (t24.com.tr)
Özgür Özel’in tutumu ise; “bir şey olmaz. Ancak yine de
nezaket ve saygıyı elden bırakmamak gerekir” minvalinde bir yaklaşımla, bu iki
yüzlü siyaseti, biraz estetize edip esnekleştirerek normalleştirmenin bir başka
varyantı oluyor. Oysa en azından siyaseten bu iki yüzlü arsızlığa tavır koyması
icap ederdi. Aynı tutumu Erdoğan şahsında da sergilemesi gerekirdi. Ama galiba
bu kadarı da Özgür Özel’in siyaset yapış tarz ve kapasitesiyle ilgili bir
yetmezlik hali olsa gerek: Edilgen ve pasif.
Yadırganması gereken tutum ise DEM Partili yetkililerin
sergilediği tutumdur. Yaşatıla gelen onca faşizan uygulamaların birinci
dereceden baş sorumlularından olan bir faşistin uzattığı o kanlı eli,
diplomatik siyaset gereğince de olsa öyle kolayca tutulmamalıydı. Elbette
nezaket sınırları içinde kalarak ve ama haklı ve meşru bir davanın temsilcileri
olmanın verdiği yüksek bir özgüvenle, onun gözlerinin ta içine bakarak: “Sayın
Bahçeli, kusura bakmayın ama elinizi şayet dostane niyetlerle uzatıyorsanız,
bunu ancak ki Kürt halkından özür dileme koşuluyla yapabilirsiniz. Ancak ki bu
özür sizin samimiyetinizin ifadesi olabilir. Bu halk artık yeterince ders aldı
sizlerin yalan-dolan, hile ve entrikalarınızdan. Dolayısıyla da artık siz de
görmelisiniz Kürt halkı, Alevi toplumu ve kadınlar nezdinde itibar kredinizin
çoktan sıfırı tükettiğini. Kusura bakmayın, toplum önünde açıktan özür
dilemediğiniz sürece bize uzattığınız o eli tutma yetkisine sahip değiliz.”
Mealinden bir şeyler demeliydiler en azından.
Ama ne yazık ki demediler, diyemediler. Denize düşüp de
yılana sarılanların biçareliğine yorumlanabilecek bir yaklaşım sergilediler ki
bu, tipiktir. Tipiktir çünkü bir bakıma, Öcalan’ın esir
düştüğünde takındığı tavır benzeri bir tavırdır.
Öcalan o tarihi kesitte, bir ulusal kurtuluş davasının
önderi olmasının kendisine yüklediği o stratejik değere sahip tarihi misyonu
unutarak, bir isyan önderi değil de sanki de haksız yere devlete karşı çıkmış
olmanın getirdiği bir mahcubiyet haliyle; uçaktaki devlet temsilcilerine:
“Benim annem de Türk. Devlet bir şans verirse, her türlü hizmete hazırım.”
Minvalinde, son derece olumsuz bir tavır sergileyebilmişti.
Hatırlanacağı üzere o sürecin “devlet aklı” Öcalan’a o şansı
tanıdı. Öcalan da verdiği söze bağlı kalıp; hizmetini fazlasıyla sundu. Ancak
ne var ki sonraki süreçte savaş ve çatışmadan beslenen ve bu yüzden de
Öcalan’ın kendi kişisel yaşamının güvencesine endeksli olarak, siyasi bir
statüden ziyade, bir nevi kültürel özerklik ile sınırlı, son derece alt düzeyli
“barışçıl çözüm” önerisini dahi reddeden devlet içi farklı klik ve çıkar
grupları bu hizmeti sabote ederek etkisiz kılmayı başardı. Sonra, savaştan
umduğunu bulamayıp, girdiği sıkışıklığı aşmanın bir çaresi olarak da bir kez
daha “barışçıl çözüm” taktiğine döndüler. Ve ama “Arap Baharı” süreciyle
bölgede değişen güç dengelerini yeni bir fırsat olarak değerlendiren devlet
aklı, verilen molayı yeterli görerek, tekrardan savaş kararı aldı. Hem de her
cephede yok etmeyi öngören top yekûn bir saldırı…
İşte Bahçeli ve Erdoğan’ın HADEP ve DEM Parti’ye ve
yöneticilerine yönelik (hatta bunlar üzerinden CHP’ye yönelik “terörist
yandaşlığı” ithamları da) dünkü saldırganlıkları da bu sürecin doğrudan birer
unsuru olarak kullanıldı.
Anlaşılan bugün de Kürtlerin desteğine ihtiyaç duyuyor
olmalılar ki “yeni bir dönem”, “iç barış”, “bin yıllık kardeşlikte
kenetlenme”, “Milli birliğin yeniden tesis edilmesi” ve “85 milyonun
kardeşliği” vb. teraneleri, koro olarak yeniden piyasaya sürme kararı
aldılar.
Burada şu hususun önemle görülmesi gerekiyor: Devletin bu
ağız ve söylem değişikliği asla gerçek anlamda başta Kürt sorunu ve diğer
çatışmalı toplumsal sorunlarda iç barışı sağlama niyet ve isteğinin bir ifadesi
değildir. İktidar bloku olarak Cumhur İttifakı, artık hat safhaya dayanmış olan
iç ve dış sıkışmışlığını bu tür demagojik söylemlerle perdelemek istiyor.
Kamuoyunda oluşan ve de artan oranlarda daha da fazla biriken tepkiyi,
oluşturulan bu yapay gündem üzerinden etkisizleştirmeye çalışıyor. Bir diğer
nedeni ise bu sahte söylemlerle DEM Partiyi tavlayıp, ihtiyacını duydukları
yeni anayasa yapımında kendilerini desteklemelerini sağlayabilme
beklentisidir.
Ama elbette bunları gerekçe olarak sunacak değiller. Her
zaman ki gibi paravan olarak kullanacakları bir “Allah’ın lütfu” imdatlarına
yetişiyor ve hakkını teslim etmek gerekir ki bunu kullanmakta da son derece
mahirler. Şimdiki lütuf ise; “İsrail tehdidi” senaryosu!..
Böylesi bir tehdit gerçekliğinin olmadığı elbette son derece
açık. Ama bunun bir önemi yok; önemli olan, bunu kullanışlı bir yalana çevirip,
kamuoyunun önemlice bir kesimini manipüle etmekte kullanabilmektir.
“Yapmakta olduklarının özeti bundan ibarettir.” denirse, bu,
kesinlikle yanlış olmayacaktır. Ve öyle görünüyor ki Erdoğan’ın; “Cumhur
İttifakı’nın uzattığı elin muhatapları tarafından da layıkıyla anlaşılmasını
umut ediyoruz.”sözleriyle, muhataplığın esas özne olarak işaret edilen DEM
Parti ve çevresi bu işe fazlasıyla angaje olma eğiliminde.
Galiba egemenlerin yalan-dolan ve hileleriyle baş edememe hali Kürtlerin bir nevi “makus talihi” olmaya devam edecek gibi.