Bilindiği gibi sosyal medyada 50 yıl sonra
öğrendiğim, TÜSTAV sitesinde erişime açılan M. Oruçoğlu'nun ifadeleri (Kapalı Dosya) ile ilgili
olarak Oruçoğlu'na bazı sorular sormuş, incelediğim belgelerin İşkencehanelerde
Kızıl Direnme Ruhunu Yaşatmaya Hazır Ol ve Mengene kitaplarında anlatılanları
yalanladığını, arasında derin çelişkiler olduğunu, dolayısıyla gerçeklerin
gizlenmeye çalışıldığını, eğer gerçekler belgelerde gördüğümüz, okuduğumuz
gibiyse geleneğe bir özür borcu olduğunu ifade ettim. Ve “Çıkıp tüm gerçeği tüm
çıplaklığıyla anlatırsanız küçülmez, daha da büyürsünüz” demiştim.
Bütün paylaşımlarımda kurumlar ve başka kişiler hakkında bir tek söz
etmediğim gibi herhangi bir yorumda da bulunmadım. Ne yazık ki bu dönemde benim
dışımda farklı kişilerce farklı konularda peş peşe açıklamalar yapılarak
benimle ilişkili olmayan İbrahim'e ve İbrahim'in geleneğine ilişkin bazı
açıklamalar yapıldı. İradem dışında sorularımla bağlantısı olmayan konuyu
farklı boyutlara çeken yorumlar ve bu yorumlara kurumlarca verilen cevaplarla
sorun farklı bir mecraya çekilerek mesele ana ekseninden kopartıldı.
Daha önce de belirttiğim gibi ben yazdıklarımdan
sorumluyum ve yazdıklarımın arkasındayım. Bu sorun açıklığa kavuşturuluncaya
kadar da sormaya devam edeceğim. Aynı dönemde farklı amaçlarla yapılan
açıklamaların hiç birisiyle uzaktan yakından ilişkim yoktur ve olmamıştır.
Benim de benimsemediğim karşı olduğum bu olumsuz açıklama ve yorumların
içinde değerlendirilerek sorularımın manipüle edilip unutturulmaya, yok sayılmaya
çalışılması bazı şeylerin açığa çıkmasını engelleme amaçlı olduğu gün gibi
ortadadır.
Ayrıca kişilerin hangi amaç ve niyetle olursa
olsun yaptıkları açıklamalarından dolayı tehdit edilmelerini doğru bulmadığımı
daha önceden de belirtmiştim. Ayrıca kurumlarca ve çoğunluğu mahlas hesaplarda
yapılan yorumlarda ”devletin bu cinayetten aklandığını.
İbo'yu
Muzaffer'in katlettiğini” söylediğim iddia edilmektedir.
Ben, Oruçoğlu’na 22 Nisan’da gözaltına alınıyorsunuz,
İbrahim’in inkâr ettiği “…Türkiye Komünist Partisi (Marksist-Leninist) ve
Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu saflarına katılmama kadar sürmüştür.
Sonradan katıldığım bu örgütlere nezaman
katıldığımı hatırlamıyorum ve beni bu örgütlere kimin aldığını söylemeyi de
gereksiz buluyorum.
TKP (M-L) ve ona bağlı TİKKO örgütlerinin
kimler tarafından kurulduğunu ve yönetildiğini bilmiyorum Yalnız, bu örgütlerin
saflarına katıldığımı ve onların illegâl üyesi ve taraflısı olduğumu
saklamıyorum
ve bu örgütlerin üyesi olmaktan büyük bir
kıvanç duyuyorum. Bu örgüt içerisindeki çalışma yöntemim ve örgütün kuruluşuna
esas olan düşünceler, bahsetmiş olduğunuz yazılarda geniş ölçüde yeralmaktadır.
Mensup olduğum bu örgütlerin, «ŞAFAK
REVİZYONİZMİ TEZLERİNİN ELEŞTİRİSİ», «TÜRKİYE’DE MİLLİ MESELE», «TÜRKİYE’DE KEMALİST
HAREKET, KEMALİST İKTİDAR DÖNEMİ, İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YIL LARI ve 27 MAYIS
HAREKETİ», «BAŞKAN MAO’NUN KIZIL SİYASİ İK
TİDAR ÖĞRETİSİNİ DOĞRU KAVRAYALIM»
başlıklarını taşıyan ayrı ayrı, uzun ve örgütün görüşlerini yansıtan tezleri ve
düşünceleri kabul ediyorum. Bu başlıklar altındaki yazılara benim de görüşlerim
diye imzamı atmaya hazırım, fakat bu yazıların esas olarak kimin veya
kimler tarafından kaleme alınmış olduğunu
bilmiyorum.”(İbrahim Kaypakkaya 21 Nisan 1973 tarihli savcılık ifadesinden)
Fakat sizin “partiyi kuranın, yazıları yazanın
ve muhtarı öldürenin İbrahim olduğunu, vb.” bilgilerin bulunduğu ve 4 Mayıs’ta
“okumadan imzaladım” dediğiniz 65 sayfalık polis ve 60 sayfalık ve ayrıca iki
sayfa muhtar cezalandırmasıyla ilgili kendi el yazması ifadelerinizde
verdiğiniz bu bilgilerin, İbrahim’in katledilmesinde bir etkisi olup olmadığını
hiç düşündünüz mü, diye sormuştum.
(Sahiden
22 Nisan 1973 sabahı kapıya gelen polislere teslim olduğu andan itibaren kendi
iddasıyla gördüğü ağır işkenceler nedeniyle eli ayağı tutmayan Muzaffer
Oruçoğlunun, 12 günde bu denli ayrıntılı ifadeleri yazmasıda düşündürücü
değilmi.)
Ayrıca ben, İbrahim’in katledilmesinde Oruçoğlu’nun ve diğerlerinin
ifadelerinin/ itiraflarının da rolününde olduğu düşüncesindeyim (bir de ”Devlet
zaten İbrahim'in kim olduğunu biliyordu, daha önce yakalananların ifadeleri ve
Doğu Perinçek, Halil Berktay vb. ifadelerinden dolayı İbrahim'in konumu
devletçe zaten biliniyordu” propagandası meseleyi manipüle etme, çarpıtma
çabalarının ürünüdür.
Sanki sorun İbrahim devletçe tanınmıyormuş bu
ifadeler sonucu tanınmış gibi bir algı oluşturuyorlar. Sorun aşağıda
belirteceğim gibi bu itirafla İbrahim yoldaşın yalnız bırakılıp hedef haline
getirilmesidir). Zoruma giden de bu durumun üstünün örtülmeye çalışılmasıdır.
Düşünün yakalanan beş Koordinasyon Komitesi üyesinden İbrahim Kaypakkaya
dışındakilerin hepisi itirafçı düzeyde çözülmekle birlikte aynı zamanda
teslimiyet bayrağını çekiyorlar, savcı Yaşar Değerli’nin tehditlerine boyun
eğiyorlar.
şöyle ki, M. Oruçoğlu “... ben daha önce
Emniyet makamları tarafından sorgulandım. Başlangıçta 21 Nisan 1973 gecesi
Güvenlik kuvvetlerince yakalanmanın verdiği korku ve heyecanla dilimde bir
tutulma oldu. Bü yüzden örgütsel ilişkilerime dair geçmiş faaliyetleri altmış
sahifeden ibaret bir metinle el yazısı ile ifade ettim. Ayrıca iki sahifelik
muhtarın öldürülmesi olayına ilişkin el yazması ek ifademi yazdım ve ilgili
makamlara tevdi ettim. Bununla beraber usule uygun bir ifade almak gereklerine
uyularak Emniyet makamları beni yine de ayrıca sorguladılar ve olaylar dizisini
bana tek tek sorarak tespit yaptılar.
Ben bahsettiğim ifadelerimdeki kapsamı ve
olaylar hakkındaki sözlerimi aynen kabul ediyorum. Ben Emniyette vermiş olduğum
ifademde olayları tesir altında kalmaksızın ve baskıya tabi tutulmaksızın
anlattım. Bir bakıma bu ifadelerim dahi gerçek düzeydeki örgütsel olgular
yanında yetersiz ve noksan kalmaktadır. Bunları da size ifade edeceğim. Ben hiç
bir maddi manevi tesir altında kalmaksızın örgütsel ilişkilerimi maddi olaylara
dayandırarak açıkladım,” dedi.
“Şayet eski ifademde bir takım noksanlıklar ve
beyan etmediğim hususlar var ise bunlar bana bu konuda bir şey sorulmadığı ve
örgütsel ilişkilerim konusunda somut bir hatırlatma olmadığı içindir.
Dolayısıyla
şimdiki ifademde elimden geldiğince bu noksan kısımları da tamamlamaya ve
örgütsel ilişki zincirini hiçbir halka atlamadan ortaya koymaya çalışacağım”
(2 Temmuz 1973 tarihli savcılık ifadesi 1.
Sayfa) (Komün TV'deki açıklamasında Yaşar Değerli’ye bu ifadeyi korkudan
verdiğini, kabul ettiğini söyledi. Normaldir insan korkabilir bu insani bir
duygudur, peki o zaman bu durumdan içeride yoldaşlarına, mahkemede ki
duruşmalarda, daha sonra TKP/ML Hareketi Koordinasyon Komitesinden (Halkın
Birliği) 1977 yılı ortalarında düşürülüldüğü için katıldığı Parti’ye bu durumu
niçin hiç açıklamadı, niye hiç bahsetmedi?
Çünkü
kapalı dosya olması elini güçlendiriyordu).(1)
Cem
Somel, “Sonunda bir gece Muzaffer Oruçoğlu ile kaldığımız evi polisler kuşattı.
Megafonla teslim ol çağrısı yaptılar. Evde bir tabanca vardı. Teslim olma ya da
silâhı kullanma konusunda tereddüt yaşadık. Kararı Muzaffer’e bıraktım. Teslim
olduk.”
“Doğrudan MİT’e götürdüler. Gözlerimi
bağladıklarından nerede olduğunu görmedim. Harbiye’de Birinci Ordu
Komutanlığı’nda olduğunu sonradan öğrendim. Orada işkenceyle ifade alma
sürecinde bana bir ara Muzaffer’i bileklerinden asılıyken gösterdiler.”
“Ben bir
süre sonra çözüldüm. Sorgucular çeşitli yollarla beni etkilemeye çalıştı.”
(Teori Politika dergisindeki açıklamasından)
Ayrıca
“Derin çözülüşünün ardından mahkemede siyasal
tavır takınma hakkını kendinde görmedi. Mahkeme sorgusunda Cem, tahliye yatırımı
için düzene yaranıcı laflar etmedi, kara çalmaksızın geçmiş devrimci
faaliyetlerini özetledi, siyasal bir savunmaya girmeksizin bazı hukuksal
avantajlara atıf yaptı. ‘Mücadeleyi bıraktı ama dürüstlüğü bırakmadı.’’
”
(Duvarın iki yakası Ali Taşyapan) “
”Cem doğruca yanıma gelerek, “Ben yıkıldım, işkenceye dayanamadım, her
şeyi söyledim” dedi. (Davut
Kurun, Sınırlara Sığmayan Sınırsız Anılar, s. 140 )
Arslan
Kılıç’ın polis ve savcılık ifadeleri bu TÜSTAV Belgelerinde yok ama Davut Kurun
anılar kitabında, “İkinci örnek Arslan Kılıç idi. Örgütün şemasını,
kadrolarını, adreslerini vermesine rağmen, cezaevinde hiçbir eziklik duymadan,
inisiyatif koyarak içerde ve dışarıda TKP/ML’yi yönlendirmeye çalıştı.
”(Sınırlara
Sığmayan Sınırsız Anılar, s. 136) ”
Bir çok kişinin İbrahim Kaypakkaya'yı
“anlayamadığını” düşünüyorduk. Sorguda her şeyi söylemişlerdi, yani o günkü
deyimle “Ötmüşlerdi” Arslan Kılıç da bunlardan biri idi.
(Sınırlara
Sığmayan Sınırsız Anılar, s. 141)
Ali
Taşyapan, Muzaffer'in ve Cem Somel’in ifadeleri üzerine muhtar meselesinden
dolayı tekrar sorguya alınınca, “anlatmama gerek yok, yaşadın, diğer yolun
sıkıntısını biliyorsun, üstelik üzerine ifade var, ya muhtar eylemini kabullen
ya da işkence tezgâhına yat, tercih senin” diye konuştu.
“Daha önce sorguda belli bir bozgun yaşamıştım
zaten. Hele de bu ağır eylemin işkencesine karşı koyacak güçte değildim”
“Gel bakalım Ali Taşyapan. İbrahim Kaypakkaya
gibi çetin ceviz misin, göreceğiz. Muhtar eylemine ne diyorsun? “Reddediyorum”
dedim. Bunun üzerine Yaşar Değerli hışımla ayağa kalkıp üstüme yürüdü,
lümpenlerin ağzına yaraşır cinsinden rezil bir küfür savurdu. Ağzından
tükürükler saçarak peşpeşe şunları sıraladı: "İbrahim nerede biliyor
musun? Öbür dünyada aslanım, yok oldu. Çetin cevizliğe soyundu, biz de imha
ettik. Senin de çetin ceviz olmaya niyetin varsa, İbrahim’in yanına gitmeye
hazırlan. Kabul et muhtar eylemini, yoksa MiT'e seni havale ederim, defterini
dürerler".
Ben, İbahim Kaypakkaya gibi çetin ceviz
değildim. Yeniden MiT'e uzanmayı, hele de öbür dünyayı boylamayı göze alacak
metanetten yoksundum. Yaşar Değerli'nin tehditine boyun eğdim, muhtar eylemini
savcılıkta da kabul ettim”
(
A.Taşyapan, Duvarın İki Yakası, ss. 50- 52)
Daha çokça örnek verebilirim ama sanırım bunlar yeterli. Görüldüğü gibi
dördü de bülbül olup ötmenin yanı sıra teslim olup bu itiraflarda bulunarak
İbrahim Kaypakkaya'yı hem devlet karşısında yalnız bırakıyorlar hem de bu
tutumlarıyla hedef haline getiriyorlar. (Tabiki diğer kadro ve sempatizanların
ifade ve itiraflarıda işin cabası.)
Gladyonun önünde iki yol var, ya İbo’yu bunlar gibi teslim alacaklar ya
da imha edecekler. “Nasıl olsa bunlar teslim oldular, bir İbrahim kaldı. Bu “en
tehlikeli örgütün” çıban başı, vaz geçmiyor, teslim olmuyor, meydan okuyor, vb.
Açıktır ki bu yaşadıkça sorun olmaya devam edecek. Bunlar nasıl olsa teslim
oldular” “Askerî savcı Yaşar Değerli, İbrahim’in direnmesi, sorgu diye verdiği
ifadesinin devrimci mücadele konusunda bir siyasî savunma olması ve üstelik
bütün işkencelere meydan okuması, onları, kendisi ile yüzleştirdikleri mahalli
devrimcilerin, sempatizanların ve köylülerin önünde küçük düşürmesi karşısında
bir sonuç alamayınca, Mayıs ayının başında Ankara’ya hareket etti. İbrahim’in
durumunu, MİT’in, merkezdeki en büyük kodamanlarına anlatacak ve onlardan ne
yapmaları gerektiğini soracaktı. Savcı Yaşar Değerli Ankara’dan dönünceye kadar
İbrahim’e yapılan işkencelere ara verildi. Bu arada, İbrahim Ankara’da bulunan
babasına bir mektup yazarak kendisine çamaşır ve biraz da para göndermesini
istedi.
Bir
süre sonra savcı Yaşar Değerli Ankara’dan döndü ve MİT'in Diyarbakır bölgesi
şefleriyle, Diyarbakır MİT karargâhında ortak bir toplantı yapıldı. Bu
toplantıda İbrahim Kaypakkaya’nın durumu görüşüldü.
Bu konuda İstanbul Sıkıyönetim 2
No. lu Mahkemesinde görülmekte olan TKP(M-L) Davasının 16 Nisan 1974 tarihli
duruşmasında, dava sanıklarından İrfan Çelik, yapılan sorgusunda şunları
söyledi:
«... bir noktaya daha değinmeden
geçemiyeceğim. Biz savcılıktayken bir ara içeriye giren bir albay savcıya bir
toplantıdan bahsetti ve çıkıp gitti. Albay çıkar çıkmaz savcı, bizimle ilgili
olarak yapması gereken işlemi bugün tamamlayamıyacağını, zira, İbrahim
Kaypakkaya ile il gili bir toplantıya katılacağını söyleyerek bizi cezaevine
gönderdi.»
(TKP
(M-L) Davası duruşma zabıtları, s. 235. Emekçi Dergisi sayı 14, Şubat 1975,
s.48).”
Yaraları iyileştikten sonra tahminen mart ayı ortalarından 21 nisan
arasında yoğun işkencelere maruz kalan, işkencecileri ideolojik ve siyasi
duruşuyla yenen, 21 nisan 1973 tarihinde savcılık ifadesi alınarak tutuklanıp
tutukevinde hücresine konan Kaypakkaya, (tutukevindeki yoldaşların koğuşa
getirilmesini dayatması sonucu, yetkililer bunun mümkün olmadığını,üstlerin bu
konuda kesin talimatı olduğunu ama seçecekleri bir temsilciyle
görüştürebileceklerini söylenmesi üzerine
Hasan İlter,Seyithan Dokay ve Fatma Erez’den oluşan bir heyetle
İbrahim’le görüştürülüyorlar.
Görüşmede bitkin ve yorgun olmasına rağmen
İbrahim hem moral veriyor hemde defter,
kalem, takunya ve para talebinde bulunuyor. Bu talepleri yoldaşları tarafından
kısa zamanda karşılanıyor. ) bilindiği gibi son derece yükuksek bir moral ile
babasına yazdığı mektupda savunma hazırlıkları için kaynak kitaplar, saat vb.
istiyor; savunma taslağını hazırlıyor.
Ama sayın Hasan Zengin’in konuya ilişkin mektubundan da anlaşılacağı
gibi 9 Mayıs akşamı biri resmi elbiseli beş kişilik bir heyet tutukevine gelip
İbrahim’le görüşüyorlar. Başlarında kendisine Haymanalı diyen 7.ordu ve sıkıyönetim
komutanı Korgeneral Şükrü Olcay var ve uzun konuşmalardan sonra
“İbrahim bu görüşler senin görüşlerindir. Hatta parti görüşlerinin hepsi
senin görüşlerindir. Ben buna kalben inanıyorum. Ülkemiz için tehlikeli
görüşlerdir. Bu görüşler ülkemizi yıkıma uğratır.”
-Evet biliyorum; ülke bir kara parçasından ibarettir. Esas yıkmak
istediğimiz sizin faşist devletinizdir. Bunu başarmak için çalışıyoruz.
-Bak
şimdi elimizdesin.
-Evet
elinizde tutsağım.
-Sen
Kürt değilsin, Alevi ve Türk’sün; Kürtlerden sana ne? Onları sen mi
kurtaracaksın?
-Hayır partimiz önderliğindeki halk ordusu ve halk savaşı kurtaracaktır.
-Emin
misin? İnanıyor musun, gerçekten?
-İnanmasam Dersim dağlarında işim ne? Bu yola baş koyduk, geriye
dönüşümüz yoktur.
-Bana
Haymanalı *******derler ; sen o yolun sonunu göremiyeceksin.
-Size, ben de Çorumluyum, diyesim geliyor. Bütün samimiyetimle bir daha
söylüyorum. Bu yola baş koydum. Başımı alabilirsiniz. Fakat Partim ve
yoldaşlarım, iktidarınızı yerle bir edecektir. Sizden ve sizleri buraya
gönderenlerden korkmuyorum. Sinirlenmenize gerek yok. Ben sizler tarafından
tutsak alınan bir komünistim. Savaş kurallarına uymanız lazım.
-Güldürme beni İbrahim.
Hepsi birden ayağa kalktı, Haymanalı,
-Senin partini çökerttik, Oruçoğlu, Aslan, Taşyapan elimizde; senin
örgüt lideri olduğunu söylüyorlar. Hepsi bülbül olup şakıdılar. Sen hala onları
korumaya çalışıyorsun.
-Defalarca söyledim; Parti ve örgüt lideri değilim, kim yada kimler
olduğunu da bilmiyorum. Bu ismini söylediğin şahıslar, benim Çapa Yüksek
Öğretmen Okulundan arkadaşlarım.
“Gece saat 02’yi bulmuştu. Hepsi ayağa kalkarak, İbrahim’le
tokalaştılar, Haymanalı İbrahim’e dönerek, “kendine yazık ediyorsun”,
devamla.
-İbrahim ekstra bir şey isterse alın. Meyve, yemiş, dedi ve gittiler.”
(Hasan
Zengin’in mektubundan)
Anlaşılacağı gibi İbrahim yoldaşı teslim olmaya zorlayıp, tehdit etmeler
para etmeyince, yok etme kararını “sen o yolun sonunu görmeyeceksin” denilerek
infaz edileceği resmî ağızdan önder yoldaşın yüzüne açıkça söyleniyor.Ayrıca
aynı davada yargılanan Fatma Erez” Ben Diyarbakır Sıkı- yönetimince
tutuklandığımda İbrahim KAYPAKKAYA hastanede bulunuyordu. Beni de hastanenin
başka bir odasına koymuşlardı.
Odalarımız yanyana idi. İbrahim kimseyle
görüştürülümüyordu. Yalnız savcı Yaşar DEĞERLİ ve görevliler girebiliyordu.
Birgün savcının İbrahim KAYPAKKAYA’nın odasına geldiğini, İbrahim’in bulunduğu
odadan savcının, «Seni ben öldüreceğim, ölümün benim elimden olacaktır» diye
bağırdığını, İbrahim’in ise ondan daha çok bağırarak, «Ben senden ve
büyüklerinden korkmuyorum, ölümden de korkmuyorum» şeklinde ce vap verdiğini
duydum...
(TKP
(M-L)-TİKKO Davası duruşma zabıtları, s: 340).
Kısacası İbrahim’in kendi deyimiyle “Şimdi Diyarbakır’da hem gözetim hem
de tedavi altındayım. Başımdaki ve boynumdaki yaralar 20 günde kapandı. Bu
arada şunu belirteyim: Yaralı vaziyette bir hafta her iki kolumdan çarmıha
gerer gibi gerdiler. Israr üzerine kelepçenin birini çözdüler. Şimdi tek elimle
karyolaya kelepçeli durumdayım.
26 Ocak’ta baskına uğramıştık. 22 Şubat’ta her
iki ayağımdan da ameliyat oldum. Sağ ayağımda hiç parrmak kalmadı. Vaziyet
de pek parlak değil. Sol ayağımda hatıra olarak küçük parmağım kaldı. Tedaviye devam ediyorlar, ne
zaman iyileşiriz bilmem. Doktorlar gelecek ayın 15’ini tahmin ediyorlar. Bu
arada yataktan hiç inemiyorum. Fakat tek kelepçe hala bağlı duruyor. Savcı
geldi, bir kimlik tespiti yaptı. Sorgu için iyileşmemi bekliyorlar.”
(Arkadaşlara
anlatacaklarım var başlıklı 28 Şubat 1973 tarihli mektubundan)
Tahminen mart ayı ortalarından savcılığa çıkartılıp tutuklandığı 21
Nisan tarihleri arasında ağır işkencelerden geçirilip, onlarca insanla
yüzleştiriliyor. İşkencehanelerde ideolojik siyasi duruşuyla işkencecileri dize
getiren önder yoldaş, 21 Nisan'da alınan savcılık ifadesinden sonra tutuklanıp
askeri tutukevine getiriliyor.
”İbrahim’in hastaneden alınıp, Diyarbakır
Sıkıyönetim Cezaevi Müdürlüğü sorumluluğunda bulunan hücreler bölümünün üç
no’lu hücresinde 21 Nisan 1973 tarihinden 16 Mayıs 1973 tarihine kadar
bekletilmesinden ve 16 Mayıs 1973 günü bilinmeyen bir yere götürülmesinden iki
gün sonra, askerî savcılığa ifade vermek üzere götürülen çeşitli suçtan
gözaltında ve tutuklu bulunan kimselere askerî savcılıkta görevli erler,
İbrahim Kaypakkaya’yı askerî savcılık binasının üst katında vücudunun kurşun
yaralarıyla delik deşik bir durumda ve ölü olarak gördüklerini söylemişlerdir.
16 Mayıs 1973 günü, İbrahim, askerî savcılıkta
tekrar ifadesine başvurulacağı gerekçesiyle hücresinden alınıp gözleri
bağlanarak bilinmeyen bir yere götürüldü. Bu götürülüşten birkaç gün sonra da,
hücresine ne zaman getirildiği anlaşılamayan İbrahim Kaypakkaya’nın, hücresinde
bileğini keserek kendisini öldürdüğü ve hücresinde ölü bulunduğu söylentisi
yayıldı askerî savcılıktaki, MİT karargâhındaki ve cezaevindeki görevliler
arasında...
Aynı
günlerde, yanına para ve çamaşır alarak İbrahim’i görmeye gelen babasına,
oğlunun intihar ettiğini söylediler. Babası oğlunu mutlaka görmek istediğini,
ölmüş olsa bile cesedini görmek istediğini bildirdi. Faşistler, cesedin
otopside olduğunu söyleyerek, babasına, İbrahim’in ölüsünü bile göstermediler;
ta ki, otopsi yapıyoruz diye cesedi parça parça edip ölüm olayının izlerini yok
edinceye kadar.
Babası,
İbrahim’in cesedi gösterilmek üzere bir salona alındığında oğlunun cesedi
yerine parça parça olmuş bir insanın vücudunun parçalarıyla karşılaştı ve
oğlunu tanıyamadı.
Faşistler; parça parça edilmiş cesedi babasını
bütün ısrarlarına rağmen vermeyeceklerini, ya Diyarbakır’da ya da eğer isterse
kendi denetimlerinde memleketi olan Çorum’da gömeceklerini bildirdiler. Nitekim,
İbrahim’in cesedi, çok sıkı güvenlik tedbirleri altında gizlice önce uçakla
Diyarbakır’dan Ankara'ya, oradan da helikopterlerle memleketi olan Çorum’un
Alaca ilçesi Karakaya köyüne götürüldü; faşistler köyde İbrahim için
köylülerinin yapmak istedikleri dini töreni yaptırmadılar. Babasının dini tören
için ısrar etmesi karşısında, İbrahim’in köylüleri dini törene alınmadı ve
helikopterlerle gelmiş olan işkencecilerden biri imamlık, diğerleri de
cemaatlik görevi yaparak İbrahim’in namazını da kendi elleriyle kılıp gömdüler.
İbrahim’in ölüsünün defnedilmesinden sonra, cenaze ile birlikte gelmiş olan MİT
elemanlarından bir kısmı bir süre köyü, daha sonra da kazayı terketmeyerek
orada beklediler.
Diyarbakır- Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı’nın, üzerinde,
«Gizlilik Derecesi:
Çok
GİZLİ» kaydı bulunan ve «31 Mayıs 1973» tarihini ve «Bilgi için:
a) Genel Kurmay Başkanlığına,
b) K.K.K.'na, c) 1. Ordu ve Sıkıyönetim
Komutanlığı’na dağıtımı» notunu taşıyan, İSTH: 7130-2133-73/4511 sayılı «MESAJ FORMUNDA
bu durum aynen şöyle anlatılıyor:
1, 2
ve 3 maddelerinde İbrahim’in kimliği, faaliyetleri, yakalanışı ve sorguya
çekildiği belirtildikten sonra,
(...)
4-Türkiye Komünist Partisi (M-L.) örgüt faaliyetlerini yöneten ve
sorumlu bir şahıs olduğu EK- 1ve EK-2’de sunulan MİT dokümanlarıyla teyit
edilen anarşist İbrahim Kaypakkaya, alacağı cezayı asgari ve azami olarak
tahmin etmiş, onun kendi üzerinde bıraktığı etkiden kurtulamıyarak morâl
çöküntüsü halindeyken 17 Mayıs 1973 günü sabaha karşı sol bileğini jiletle
keserek intihar etmiştir.
5 -
Komutanlıkça verilen emir üzerine Askerî savcılıkça olaya el konulmuş,
anarşistin 17 MAYIS 1973 günü ölü olduğu tesbit edilmiş ve EK-3’de ölüm muayene
tutanağı tanzim edilerek Askerî Hastaneye otopsi yapılmak üzere getirilmiştir.
18 MAYIS günü Askerî Hastanede yapılan otopsi sonucu hekimler heyetince intihar
etmiş olduğu kanaati hasıl olmuş ve EK - 4'de sunulan otopsi tutanağı tanzim
edilmiştir.
6-Olay, ilgi (c) mesajda ANKARA Sıkıyönetim Komutanlığı'na intikal
ettirilmiştir. 21 MAYIS 1973 günü, ceset, Diyarbakır’a gelmiş babasıyla
birlikte MİT yetkililerinin refakatinde T.H.Y. uçağı ile ANKARA’ya
götürülmüştür. Cenazenin daha sonra Çorum’a götürülerek orada defnedildiği ve
defin yerinde gerekli güvenlik tedbirlerinin alındığı MİT ilgililerinden
öğrenilmiştir.
Bilgilerinize arzederim.
(İmza)
Şükrü Olcay, Korgeneral
7. Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanı
(«TKP (M-L) - TİKKO - TMLGB Davası, Klasör No:
12, Dosya No: 1).
Bu cinayet olayının diğer bir
delili şudur:
16 Mayıs 1973 günü İbrahim Kaypakkaya
hücresinden sorguya götürülmeden bir saat kadar önce, yandaki gözaltı koğuşunda
adi bir suçtan dolayı tutulmakta olan Cemil Oktay askerî savcılığa
götürülmüştür. Cemil Oktay, askerî savcılıkta, İbrahim Kaypakkaya’yı birtakım
sivil şahıslar tarafından gözleri bağlı olarak askerî savcılık binasından
çıkarılıp sivil bir otomobile bindirilirken görmüş ve bu durumu, gözaltı
koğuşuna döndüğünde o sıra bu davada tutuklu olarak yargılanan Hasan İlter ve
Seyithan Dokay’a söylemiştir. Savcılıkta sonradan çıkan söylentiye göre de
İbrahim Kaypakkaya götürüldüğü bu yerden kurşunlanarak getirilmiştir”
(Emekçi
dergisi. Şubat 1975, sayı 14. s. 52-54)
Bu
açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, İbrahim Kaypakkaya öyle iddia edildiği
gibi işkencelerde parça parça edilerek katledilmiyor. Tam aksine tüm akılalmaz
işkencelere, tehdit ve santajlara boyun eğmeyip, Partiyi Türk derin devletinin
emrine vermeyi kabul etmediği için, diğerleri gibi teslim olmayı red ettiği
için, Kemalizm, Milli mesele, vb. temel görüşlerinden taviz vermediği için,
mahkemeye çıkıp siyasi savunma yapmasını engellemek için (çünkü hazırladığı
savunma taslağından da anlaşılacağı gibi yapmayı düşündüğü savunma, aynı
zamanda Parti Programının temelini oluşturacaktı) tutukevindeki hücresinden
alınıp kurşunlanarak katledilmiştir.
Kısacası
Kaypakkaya, 16 Mayıs günü hücresinden alınarak götürülüyor ve 17 Mayıs gecesi
kurşuna diziliyor.
İbrahim'in katledilmesinde, kısa bir süre önce
verilmiş olan ifadelerin ve zamanın garip bir şekilde kesişmesinin infazla bağlantısı veya etkisi
nedir, diye soruyorum.
Hepsi bu!
(tabi bu arada Muzaffer'in yakalanır
yakalanmaz 12 günde (22 Nisan da yakalanıyor 4 mayısta verdiği el yazması 61+2
toplam 63 sayfa el yazması itirafları üzerine hazırlanan 65 sayfalık polis
ifadesini imzalıyor.)
itirafçı düzeyinde çözüldüğü halde ısrarla, 55
gün direndim demesi düşündürücü değil mi?
Ayrıca
ne olduda tutukevinde yoldaşlarıyla görüşmesine,Babasına mektup yazmasına izin
verilen İbrahim Kaypakkaya ani bir kararla infaz edildi.)
Bence
işkencede parça parça kesildi söylemi, devlet karşısında yalnız bırakıldığı
halde teslim olmayan önder yoldaşın, infazında verilen bu ifadelerin rolünün
üstünü örtmenin bilinçli bir manipülasyonudur.
Böylece
İbo kitlelere uğruna ölüme gittiği, Kemalizm- soyalizim ilişkileriyle
şekillenen Türkiye solundan köklü bir kopuşun temelini oluşturan ideolojik
siyasi görüşleriyle değil, kurşunlanarak infaz edilerek
değil,
işkencede katledilen, adına ağıtlar yakılan bir yiğit olarak tanıtıldı.
Belgeleriyle ortaya
koyduğum bu sorular ve yorumlardan dolayı ”Devleti bu cinayetten akladığımı,
partiyi tasfiye etmeye çalıştığımı, partinin değerlerine saldırdığımı, mafya
bozuntusu” vb. olduğumu çıkartmak nasıl bir aklın, vicdanın ürünü olduğu da
düşündürücüdür.
Ayrıca İbrahim yoldaşın direnme
ve çözülmeme diye bir sorunu yoktur,direnmek ve çözülmemek genel olarak inkara
dayanır. İbrahim yoldaş işkencelerde inkar etmiyor tam aksine yargılıyor,
“ben elinizde tutsağım, savaş kuralları uygulamak
zorundasınız” diyor, korkusuzca meydan
okuyor. Yakalandığında ilk ifadesinde ”Ben devrimciyim. Biz devrimci olarak
siyasi konularda hiç bir şeyi prensip olarak gizlemeyiz ve fikirlerimizi açıkça
söyleriz.
Ancak örgütsel yönden faaliyetlerimizi ve
örgüt içerisindeki bize inanan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da
bize yardımcı olan şahıs ve grupları açığa vurmaktan katiyyen kaçınırız ve
söylemeyiz.
”
(29 ocak 1973 tarihli savcılık ifadesinden)”
«Esasen
biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi
hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle
çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs
ve grupları açıklamayız.
Kişisel
sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar
anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist - Leninist düşünce uğrunda
yaptım. Ve sonuçtan asla pişman da değilim.
Ben bu
uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek
çalıştım ve neticede yakalandım.
Asla
pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde
çalışacağım.»
(21 Nisan 1973 savcılık ifadesin
den.)
Ölümsüzlüğünün 51. yılında önder yoldaşı sevgiyle, saygıyla anıyorum ve
inanıyorum ki tüm ihanet ve tasfiye çabalarına rağmen “bu çelik
aldığı suyu unutmayacaktır”
(1) 76
ayrılığında Muzaffer ve Arslan Koordinasyon Komitesinden yana tavır takındılar.
“Dolayısıyla Koodinasyon Komitesi nin
dışardaki beş üyesi
(iki
üye içerde: Arslan Kılıç, Muzaffer Oruçoglu), bölünmenin
doğurdugu iki parçadan biri olan
TKP(M-L) Hareketi nin üst organını otomatikmen oluşturdu.
Öbür parça TKP(M-L) idi, içerdeki iki üyeye
(Arslan, Muzo) dışardan yeni üyeler takviye olundu, üst organ oluşturuldu.”
(Ali Taşyapan Duvarın İki Yakası
sf. 180)
1977
ortalarında ayrılıktan 2 yıl sonra Mamak
tan getirildikleri Niğde cezaevinde kendilerini ziyarete gelen M.Ç. “Dışarıda
yeni bir yapılanmaya gidildi, siz KK dan düşürüldünüz” bilgisini iletiğinde önce itiraz
ediyorlar, sonra “böyle bir şeyi kabul edemeyiz o zaman bizde ayrılırız.”
diyorlar. Gelen arkadaş siz bilirsiniz bundan sonra S.S yoldaşın denetiminde çalışacaksınız diyerek,
ayrılırız tehdidine aldırış etmeden çıkıp gidiyor.
Yani “bizimkiler” resmen
şutlanıyor. Hiç bir şey olmamış gibi sanki 76 ayrılığında tasfiyeci saflarda
yer almamışlar gibi bir öz eleştiri bile
vermeden partiye katılıyorlar, zaten kısa bir süre sonra yapılan 1. Konferansta MK Fahri üyeliğine
seçiliyorlar.
Bu konuyu ayrı bir yazıda daha ayrıntılı
açıklayacağım.
Ayrıca kapalı dosyalar gizlilik kapsamında olduğu için 40/50 yıl sonra
açıklanıyormuş, tıpkı günümüzdeki hakında gizlilik kararlarındaki dosyalar gibi
Avukatlara dahi bilgi verilmiyormuş.
Ayrıca
işkencede çözüldüğünü dürüstçe mahkemede ve içerde partiye açıklayan A.Cem
Somel dışındaki sanıklardan yalnızca M.Oruçoğlu, Ali Taşyapan ve Davut Kurun,un
ifadeleri neden kapalı dosya kapsamına alınıyor?
Belirttiğim
gibi Arslan Kılıç,ın ifadesi TÜSTAV sitesinde yok.
Hacı
Kaya