17 Ekim 2024 Perşembe

Hacı Kaya__ KARANLIKTAN KORKAN BİR ÇOCUĞU KOLAYLIKLA HOŞ GÖREBİLİRİZ. YAŞAMDAKİ ASIL TRAJEDİ, YETİŞKİNLERİN AYDINLIKTAN KORKMASIDIR. “Platon”


 

Bilindiği gibi sosyal medyada 50 yıl sonra öğrendiğim, TÜSTAV sitesinde erişime açılan M. Oruçoğlu'nun ifadeleri (Kapalı Dosya) ile ilgili olarak Oruçoğlu'na bazı sorular sormuş, incelediğim belgelerin İşkencehanelerde Kızıl Direnme Ruhunu Yaşatmaya Hazır Ol ve Mengene kitaplarında anlatılanları yalanladığını, arasında derin çelişkiler olduğunu, dolayısıyla gerçeklerin gizlenmeye çalışıldığını, eğer gerçekler belgelerde gördüğümüz, okuduğumuz gibiyse geleneğe bir özür borcu olduğunu ifade ettim. Ve “Çıkıp tüm gerçeği tüm çıplaklığıyla anlatırsanız küçülmez, daha da büyürsünüz” demiştim.

    Bütün paylaşımlarımda kurumlar ve başka kişiler hakkında bir tek söz etmediğim gibi herhangi bir yorumda da bulunmadım. Ne yazık ki bu dönemde benim dışımda farklı kişilerce farklı konularda peş peşe açıklamalar yapılarak benimle ilişkili olmayan İbrahim'e ve İbrahim'in geleneğine ilişkin bazı açıklamalar yapıldı. İradem dışında sorularımla bağlantısı olmayan konuyu farklı boyutlara çeken yorumlar ve bu yorumlara kurumlarca verilen cevaplarla sorun farklı bir mecraya çekilerek mesele ana ekseninden kopartıldı.

Daha önce de belirttiğim gibi ben yazdıklarımdan sorumluyum ve yazdıklarımın arkasındayım. Bu sorun açıklığa kavuşturuluncaya kadar da sormaya devam edeceğim. Aynı dönemde farklı amaçlarla yapılan açıklamaların hiç birisiyle uzaktan yakından ilişkim yoktur ve olmamıştır.

Benim de benimsemediğim karşı olduğum bu olumsuz açıklama ve yorumların içinde değerlendirilerek sorularımın manipüle edilip unutturulmaya, yok sayılmaya çalışılması bazı şeylerin açığa çıkmasını engelleme amaçlı olduğu gün gibi ortadadır.

 Ayrıca kişilerin hangi amaç ve niyetle olursa olsun yaptıkları açıklamalarından dolayı tehdit edilmelerini doğru bulmadığımı daha önceden de belirtmiştim. Ayrıca kurumlarca ve çoğunluğu mahlas hesaplarda yapılan yorumlarda ”devletin bu cinayetten aklandığını.

İbo'yu Muzaffer'in katlettiğini” söylediğim iddia edilmektedir.

Ben, Oruçoğlu’na  22 Nisan’da gözaltına alınıyorsunuz, İbrahim’in inkâr ettiği “…Türkiye Komünist Partisi (Marksist-Leninist) ve Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu saflarına katılmama kadar sürmüştür.

Sonradan katıldığım bu örgütlere nezaman katıldığımı hatırlamıyorum ve beni bu örgütlere kimin aldığını söylemeyi de gereksiz buluyorum.

TKP (M-L) ve ona bağlı TİKKO örgütlerinin kimler tarafından kurulduğunu ve yönetildiğini bilmiyorum Yalnız, bu örgütlerin saflarına katıldığımı ve onların illegâl üyesi ve taraflısı olduğumu saklamıyorum

ve bu örgütlerin üyesi olmaktan büyük bir kıvanç duyuyorum. Bu örgüt içerisindeki çalışma yöntemim ve örgütün kuruluşuna esas olan düşünceler, bahsetmiş olduğunuz yazılarda geniş ölçüde yeralmaktadır.

Mensup olduğum bu örgütlerin, «ŞAFAK REVİZYONİZMİ TEZLERİNİN ELEŞTİRİSİ», «TÜRKİYE’DE MİLLİ MESELE», «TÜRKİYE’DE KEMALİST HAREKET, KEMALİST İKTİDAR DÖNEMİ, İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YIL LARI ve 27 MAYIS HAREKETİ», «BAŞKAN MAO’NUN KIZIL SİYASİ İK

TİDAR ÖĞRETİSİNİ DOĞRU KAVRAYALIM» başlıklarını taşıyan ayrı ayrı, uzun ve örgütün görüşlerini yansıtan tezleri ve düşünceleri kabul ediyorum. Bu başlıklar altındaki yazılara benim de görüşlerim diye imzamı atmaya hazırım, fakat bu yazıların esas olarak kimin veya

kimler tarafından kaleme alınmış olduğunu bilmiyorum.”(İbrahim Kaypakkaya 21 Nisan 1973 tarihli savcılık ifadesinden)

Fakat sizin “partiyi kuranın, yazıları yazanın ve muhtarı öldürenin İbrahim olduğunu, vb.” bilgilerin bulunduğu ve 4 Mayıs’ta “okumadan imzaladım” dediğiniz 65 sayfalık polis ve 60 sayfalık ve ayrıca iki sayfa muhtar cezalandırmasıyla ilgili kendi el yazması ifadelerinizde verdiğiniz bu bilgilerin, İbrahim’in katledilmesinde bir etkisi olup olmadığını hiç düşündünüz mü, diye sormuştum.

 (Sahiden 22 Nisan 1973 sabahı kapıya gelen polislere teslim olduğu andan itibaren kendi iddasıyla gördüğü ağır işkenceler nedeniyle eli ayağı tutmayan Muzaffer Oruçoğlunun, 12 günde bu denli ayrıntılı ifadeleri yazmasıda düşündürücü değilmi.)

    Ayrıca ben, İbrahim’in katledilmesinde Oruçoğlu’nun ve diğerlerinin ifadelerinin/ itiraflarının da rolününde olduğu düşüncesindeyim (bir de ”Devlet zaten İbrahim'in kim olduğunu biliyordu, daha önce yakalananların ifadeleri ve Doğu Perinçek, Halil Berktay vb. ifadelerinden dolayı İbrahim'in konumu devletçe zaten biliniyordu” propagandası meseleyi manipüle etme, çarpıtma çabalarının ürünüdür.

Sanki sorun İbrahim devletçe tanınmıyormuş bu ifadeler sonucu tanınmış gibi bir algı oluşturuyorlar. Sorun aşağıda belirteceğim gibi bu itirafla İbrahim yoldaşın yalnız bırakılıp hedef haline getirilmesidir). Zoruma giden de bu durumun üstünün örtülmeye çalışılmasıdır. Düşünün yakalanan beş Koordinasyon Komitesi üyesinden İbrahim Kaypakkaya dışındakilerin hepisi itirafçı düzeyde çözülmekle birlikte aynı zamanda teslimiyet bayrağını çekiyorlar, savcı Yaşar Değerli’nin tehditlerine boyun eğiyorlar.

şöyle ki, M. Oruçoğlu “... ben daha önce Emniyet makamları tarafından sorgulandım. Başlangıçta 21 Nisan 1973 gecesi Güvenlik kuvvetlerince yakalanmanın verdiği korku ve heyecanla dilimde bir tutulma oldu. Bü yüzden örgütsel ilişkilerime dair geçmiş faaliyetleri altmış sahifeden ibaret bir metinle el yazısı ile ifade ettim. Ayrıca iki sahifelik muhtarın öldürülmesi olayına ilişkin el yazması ek ifademi yazdım ve ilgili makamlara tevdi ettim. Bununla beraber usule uygun bir ifade almak gereklerine uyularak Emniyet makamları beni yine de ayrıca sorguladılar ve olaylar dizisini bana tek tek sorarak tespit yaptılar.

Ben bahsettiğim ifadelerimdeki kapsamı ve olaylar hakkındaki sözlerimi aynen kabul ediyorum. Ben Emniyette vermiş olduğum ifademde olayları tesir altında kalmaksızın ve baskıya tabi tutulmaksızın anlattım. Bir bakıma bu ifadelerim dahi gerçek düzeydeki örgütsel olgular yanında yetersiz ve noksan kalmaktadır. Bunları da size ifade edeceğim. Ben hiç bir maddi manevi tesir altında kalmaksızın örgütsel ilişkilerimi maddi olaylara dayandırarak açıkladım,” dedi.

 

“Şayet eski ifademde bir takım noksanlıklar ve beyan etmediğim hususlar var ise bunlar bana bu konuda bir şey sorulmadığı ve örgütsel ilişkilerim konusunda somut bir hatırlatma olmadığı içindir.

 Dolayısıyla şimdiki ifademde elimden geldiğince bu noksan kısımları da tamamlamaya ve örgütsel ilişki zincirini hiçbir halka atlamadan ortaya koymaya çalışacağım”

(2 Temmuz 1973 tarihli savcılık ifadesi 1. Sayfa) (Komün TV'deki açıklamasında Yaşar Değerli’ye bu ifadeyi korkudan verdiğini, kabul ettiğini söyledi. Normaldir insan korkabilir bu insani bir duygudur, peki o zaman bu durumdan içeride yoldaşlarına, mahkemede ki duruşmalarda, daha sonra TKP/ML Hareketi Koordinasyon Komitesinden (Halkın Birliği) 1977 yılı ortalarında düşürülüldüğü için katıldığı Parti’ye bu durumu niçin hiç açıklamadı, niye hiç bahsetmedi?

Çünkü kapalı dosya olması elini güçlendiriyordu).(1)

    Cem Somel, “Sonunda bir gece Muzaffer Oruçoğlu ile kaldığımız evi polisler kuşattı. Megafonla teslim ol çağrısı yaptılar. Evde bir tabanca vardı. Teslim olma ya da silâhı kullanma konusunda tereddüt yaşadık. Kararı Muzaffer’e bıraktım. Teslim olduk.”

“Doğrudan MİT’e götürdüler. Gözlerimi bağladıklarından nerede olduğunu görmedim. Harbiye’de Birinci Ordu Komutanlığı’nda olduğunu sonradan öğrendim. Orada işkenceyle ifade alma sürecinde bana bir ara Muzaffer’i bileklerinden asılıyken gösterdiler.”

   “Ben bir süre sonra çözüldüm. Sorgucular çeşitli yollarla beni etkilemeye çalıştı.” (Teori Politika dergisindeki açıklamasından)

    Ayrıca

“Derin çözülüşünün ardından mahkemede siyasal tavır takınma hakkını kendinde görmedi. Mahkeme sorgusunda Cem, tahliye yatırımı için düzene yaranıcı laflar etmedi, kara çalmaksızın geçmiş devrimci faaliyetlerini özetledi, siyasal bir savunmaya girmeksizin bazı hukuksal avantajlara atıf yaptı. ‘Mücadeleyi bıraktı ama dürüstlüğü bırakmadı.’’

” (Duvarın iki yakası Ali Taşyapan) “

     ”Cem doğruca yanıma gelerek, “Ben yıkıldım, işkenceye dayanamadım, her şeyi söyledim” dedi. (Davut Kurun, Sınırlara Sığmayan Sınırsız Anılar, s. 140 )

     Arslan Kılıç’ın polis ve savcılık ifadeleri bu TÜSTAV Belgelerinde yok ama Davut Kurun anılar kitabında, “İkinci örnek Arslan Kılıç idi. Örgütün şemasını, kadrolarını, adreslerini vermesine rağmen, cezaevinde hiçbir eziklik duymadan, inisiyatif koyarak içerde ve dışarıda TKP/ML’yi yönlendirmeye çalıştı.

”(Sınırlara Sığmayan Sınırsız Anılar, s. 136) ”

Bir çok kişinin İbrahim Kaypakkaya'yı “anlayamadığını” düşünüyorduk. Sorguda her şeyi söylemişlerdi, yani o günkü deyimle “Ötmüşlerdi” Arslan Kılıç da bunlardan biri idi.

(Sınırlara Sığmayan Sınırsız Anılar, s. 141)

     Ali Taşyapan, Muzaffer'in ve Cem Somel’in ifadeleri üzerine muhtar meselesinden dolayı tekrar sorguya alınınca, “anlatmama gerek yok, yaşadın, diğer yolun sıkıntısını biliyorsun, üstelik üzerine ifade var, ya muhtar eylemini kabullen ya da işkence tezgâhına yat, tercih senin” diye konuştu.

“Daha önce sorguda belli bir bozgun yaşamıştım zaten. Hele de bu ağır eylemin işkencesine karşı koyacak güçte değildim”

“Gel bakalım Ali Taşyapan. İbrahim Kaypakkaya gibi çetin ceviz misin, göreceğiz. Muhtar eylemine ne diyorsun? “Reddediyorum” dedim. Bunun üzerine Yaşar Değerli hışımla ayağa kalkıp üstüme yürüdü, lümpenlerin ağzına yaraşır cinsinden rezil bir küfür savurdu. Ağzından tükürükler saçarak peşpeşe şunları sıraladı: "İbrahim nerede biliyor musun? Öbür dünyada aslanım, yok oldu. Çetin cevizliğe soyundu, biz de imha ettik. Senin de çetin ceviz olmaya niyetin varsa, İbrahim’in yanına gitmeye hazırlan. Kabul et muhtar eylemini, yoksa MiT'e seni havale ederim, defterini dürerler".

Ben, İbahim Kaypakkaya gibi çetin ceviz değildim. Yeniden MiT'e uzanmayı, hele de öbür dünyayı boylamayı göze alacak metanetten yoksundum. Yaşar Değerli'nin tehditine boyun eğdim, muhtar eylemini savcılıkta da kabul ettim”

( A.Taşyapan, Duvarın İki Yakası, ss. 50- 52)

     Daha çokça örnek verebilirim ama sanırım bunlar yeterli. Görüldüğü gibi dördü de bülbül olup ötmenin yanı sıra teslim olup bu itiraflarda bulunarak İbrahim Kaypakkaya'yı hem devlet karşısında yalnız bırakıyorlar hem de bu tutumlarıyla hedef haline getiriyorlar. (Tabiki diğer kadro ve sempatizanların ifade ve itiraflarıda işin cabası.)

   Gladyonun önünde iki yol var, ya İbo’yu bunlar gibi teslim alacaklar ya da imha edecekler. “Nasıl olsa bunlar teslim oldular, bir İbrahim kaldı. Bu “en tehlikeli örgütün” çıban başı, vaz geçmiyor, teslim olmuyor, meydan okuyor, vb. Açıktır ki bu yaşadıkça sorun olmaya devam edecek. Bunlar nasıl olsa teslim oldular” “Askerî savcı Yaşar Değerli, İbrahim’in direnmesi, sorgu diye verdiği ifadesinin devrimci mücadele konusunda bir siyasî savunma olması ve üstelik bütün işkencelere meydan okuması, onları, kendisi ile yüzleştirdikleri mahalli devrimcilerin, sempatizanların ve köylülerin önünde küçük düşürmesi karşısında bir sonuç alamayınca, Mayıs ayının başında Ankara’ya hareket etti. İbrahim’in durumunu, MİT’in, merkezdeki en büyük kodamanlarına anlatacak ve onlardan ne yapmaları gerektiğini soracaktı. Savcı Yaşar Değerli Ankara’dan dönünceye kadar İbrahim’e yapılan işkencelere ara verildi. Bu arada, İbrahim Ankara’da bulunan babasına bir mektup yazarak kendisine çamaşır ve biraz da para göndermesini istedi.

     Bir süre sonra savcı Yaşar Değerli Ankara’dan döndü ve MİT'in Diyarbakır bölgesi şefleriyle, Diyarbakır MİT karargâhında ortak bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda İbrahim Kaypakkaya’nın durumu görüşüldü.

Bu konuda İstanbul Sıkıyönetim 2 No. lu Mahkemesinde görülmekte olan TKP(M-L) Davasının 16 Nisan 1974 tarihli duruşmasında, dava sanıklarından İrfan Çelik, yapılan sorgusunda şunları söyledi:

«... bir noktaya daha değinmeden geçemiyeceğim. Biz savcılıktayken bir ara içeriye giren bir albay savcıya bir toplantıdan bahsetti ve çıkıp gitti. Albay çıkar çıkmaz savcı, bizimle ilgili olarak yapması gereken işlemi bugün tamamlayamıyacağını, zira, İbrahim Kaypakkaya ile il gili bir toplantıya katılacağını söyleyerek bizi cezaevine gönderdi.»

(TKP (M-L) Davası duruşma zabıtları, s. 235. Emekçi Dergisi sayı 14, Şubat 1975, s.48).”

      Yaraları iyileştikten sonra tahminen mart ayı ortalarından 21 nisan arasında yoğun işkencelere maruz kalan, işkencecileri ideolojik ve siyasi duruşuyla yenen, 21 nisan 1973 tarihinde savcılık ifadesi alınarak tutuklanıp tutukevinde hücresine konan Kaypakkaya, (tutukevindeki yoldaşların koğuşa getirilmesini dayatması sonucu, yetkililer bunun mümkün olmadığını,üstlerin bu konuda kesin talimatı olduğunu ama seçecekleri bir temsilciyle görüştürebileceklerini söylenmesi üzerine  Hasan İlter,Seyithan Dokay ve Fatma Erez’den oluşan bir heyetle İbrahim’le görüştürülüyorlar.

Görüşmede bitkin ve yorgun olmasına rağmen İbrahim hem moral veriyor hemde  defter, kalem, takunya ve para talebinde bulunuyor. Bu talepleri yoldaşları tarafından kısa zamanda karşılanıyor. ) bilindiği gibi son derece yükuksek bir moral ile babasına yazdığı mektupda savunma hazırlıkları için kaynak kitaplar, saat vb. istiyor; savunma taslağını hazırlıyor.

        Ama sayın Hasan Zengin’in konuya ilişkin mektubundan da anlaşılacağı gibi 9 Mayıs akşamı biri resmi elbiseli beş kişilik bir heyet tutukevine gelip İbrahim’le görüşüyorlar. Başlarında kendisine Haymanalı diyen 7.ordu ve sıkıyönetim komutanı Korgeneral Şükrü Olcay var ve uzun konuşmalardan sonra

        “İbrahim bu görüşler senin görüşlerindir. Hatta parti görüşlerinin hepsi senin görüşlerindir. Ben buna kalben inanıyorum. Ülkemiz için tehlikeli görüşlerdir. Bu görüşler ülkemizi yıkıma uğratır.”

        -Evet biliyorum; ülke bir kara parçasından ibarettir. Esas yıkmak istediğimiz sizin faşist devletinizdir. Bunu başarmak için çalışıyoruz.

   -Bak şimdi elimizdesin.

   -Evet elinizde tutsağım.

   -Sen Kürt değilsin, Alevi ve Türk’sün; Kürtlerden sana ne? Onları sen mi kurtaracaksın?

   -Hayır partimiz önderliğindeki halk ordusu ve halk savaşı kurtaracaktır.

   -Emin misin? İnanıyor musun, gerçekten?

   -İnanmasam Dersim dağlarında işim ne? Bu yola baş koyduk, geriye dönüşümüz yoktur.

   -Bana Haymanalı *******derler ; sen o yolun sonunu göremiyeceksin.

   -Size, ben de Çorumluyum, diyesim geliyor. Bütün samimiyetimle bir daha söylüyorum. Bu yola baş koydum. Başımı alabilirsiniz. Fakat Partim ve yoldaşlarım, iktidarınızı yerle bir edecektir. Sizden ve sizleri buraya gönderenlerden korkmuyorum. Sinirlenmenize gerek yok. Ben sizler tarafından tutsak alınan bir komünistim. Savaş kurallarına uymanız lazım.

   -Güldürme beni İbrahim.

Hepsi birden ayağa kalktı, Haymanalı,

    -Senin partini çökerttik, Oruçoğlu, Aslan, Taşyapan elimizde; senin örgüt lideri olduğunu söylüyorlar. Hepsi bülbül olup şakıdılar. Sen hala onları korumaya çalışıyorsun.

   -Defalarca söyledim; Parti ve örgüt lideri değilim, kim yada kimler olduğunu da bilmiyorum. Bu ismini söylediğin şahıslar, benim Çapa Yüksek Öğretmen Okulundan arkadaşlarım.

    “Gece saat 02’yi bulmuştu. Hepsi ayağa kalkarak, İbrahim’le tokalaştılar, Haymanalı İbrahim’e dönerek, “kendine yazık ediyorsun”,

devamla.

   -İbrahim ekstra bir şey isterse alın. Meyve, yemiş, dedi ve gittiler.”

(Hasan Zengin’in mektubundan)

       Anlaşılacağı gibi İbrahim yoldaşı teslim olmaya zorlayıp, tehdit etmeler para etmeyince, yok etme kararını “sen o yolun sonunu görmeyeceksin” denilerek infaz edileceği resmî ağızdan önder yoldaşın yüzüne açıkça söyleniyor.Ayrıca aynı davada yargılanan Fatma Erez” Ben Diyarbakır Sıkı- yönetimince tutuklandığımda İbrahim KAYPAKKAYA hastanede bulunuyordu. Beni de hastanenin başka bir odasına koymuşlardı.

Odalarımız yanyana idi. İbrahim kimseyle görüştürülümüyordu. Yalnız savcı Yaşar DEĞERLİ ve görevliler girebiliyordu. Birgün savcının İbrahim KAYPAKKAYA’nın odasına geldiğini, İbrahim’in bulunduğu odadan savcının, «Seni ben öldüreceğim, ölümün benim elimden olacaktır» diye bağırdığını, İbrahim’in ise ondan daha çok bağırarak, «Ben senden ve büyüklerinden korkmuyorum, ölümden de korkmuyorum» şeklinde ce vap verdiğini duydum...

(TKP (M-L)-TİKKO Davası duruşma zabıtları, s: 340).

   Kısacası İbrahim’in kendi deyimiyle “Şimdi Diyarbakır’da hem gözetim hem de tedavi altındayım. Başımdaki ve boynumdaki yaralar 20 günde kapandı. Bu arada şunu belirteyim: Yaralı vaziyette bir hafta her iki kolumdan çarmıha gerer gibi gerdiler. Israr üzerine kelepçenin birini çözdüler. Şimdi tek elimle karyolaya kelepçeli durumdayım.

26 Ocak’ta baskına uğramıştık. 22 Şubat’ta her iki ayağımdan da ameliyat oldum. Sağ ayağımda hiç parrmak kalmadı. Vaziyet de pek parlak değil. Sol ayağımda hatıra olarak küçük parmağım kaldı. Tedaviye devam ediyorlar, ne zaman iyileşiriz bilmem. Doktorlar gelecek ayın 15’ini tahmin ediyorlar. Bu arada yataktan hiç inemiyorum. Fakat tek kelepçe hala bağlı duruyor. Savcı geldi, bir kimlik tespiti yaptı. Sorgu için iyileşmemi bekliyorlar.”

(Arkadaşlara anlatacaklarım var başlıklı 28 Şubat 1973 tarihli mektubundan)

    Tahminen mart ayı ortalarından savcılığa çıkartılıp tutuklandığı 21 Nisan tarihleri arasında ağır işkencelerden geçirilip, onlarca insanla yüzleştiriliyor. İşkencehanelerde ideolojik siyasi duruşuyla işkencecileri dize getiren önder yoldaş, 21 Nisan'da alınan savcılık ifadesinden sonra tutuklanıp askeri tutukevine getiriliyor.    

 ”İbrahim’in hastaneden alınıp, Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevi Müdürlüğü sorumluluğunda bulunan hücreler bölümünün üç no’lu hücresinde 21 Nisan 1973 tarihinden 16 Mayıs 1973 tarihine kadar bekletilmesinden ve 16 Mayıs 1973 günü bilinmeyen bir yere götürülmesinden iki gün sonra, askerî savcılığa ifade vermek üzere götürülen çeşitli suçtan gözaltında ve tutuklu bulunan kimselere askerî savcılıkta görevli erler, İbrahim Kaypakkaya’yı askerî savcılık binasının üst katında vücudunun kurşun yaralarıyla delik deşik bir durumda ve ölü olarak gördüklerini söylemişlerdir.

16 Mayıs 1973 günü, İbrahim, askerî savcılıkta tekrar ifadesine başvurulacağı gerekçesiyle hücresinden alınıp gözleri bağlanarak bilinmeyen bir yere götürüldü. Bu götürülüşten birkaç gün sonra da, hücresine ne zaman getirildiği anlaşılamayan İbrahim Kaypakkaya’nın, hücresinde bileğini keserek kendisini öldürdüğü ve hücresinde ölü bulunduğu söylentisi yayıldı askerî savcılıktaki, MİT karargâhındaki ve cezaevindeki görevliler arasında...

   Aynı günlerde, yanına para ve çamaşır alarak İbrahim’i görmeye gelen babasına, oğlunun intihar ettiğini söylediler. Babası oğlunu mutlaka görmek istediğini, ölmüş olsa bile cesedini görmek istediğini bildirdi. Faşistler, cesedin otopside olduğunu söyleyerek, babasına, İbrahim’in ölüsünü bile göstermediler; ta ki, otopsi yapıyoruz diye cesedi parça parça edip ölüm olayının izlerini yok edinceye kadar.

Babası, İbrahim’in cesedi gösterilmek üzere bir salona alındığında oğlunun cesedi yerine parça parça olmuş bir insanın vücudunun parçalarıyla karşılaştı ve oğlunu tanıyamadı.

Faşistler; parça parça edilmiş cesedi babasını bütün ısrarlarına rağmen vermeyeceklerini, ya Diyarbakır’da ya da eğer isterse kendi denetimlerinde memleketi olan Çorum’da gömeceklerini bildirdiler. Nitekim, İbrahim’in cesedi, çok sıkı güvenlik tedbirleri altında gizlice önce uçakla Diyarbakır’dan Ankara'ya, oradan da helikopterlerle memleketi olan Çorum’un Alaca ilçesi Karakaya köyüne götürüldü; faşistler köyde İbrahim için köylülerinin yapmak istedikleri dini töreni yaptırmadılar. Babasının dini tören için ısrar etmesi karşısında, İbrahim’in köylüleri dini törene alınmadı ve helikopterlerle gelmiş olan işkencecilerden biri imamlık, diğerleri de cemaatlik görevi yaparak İbrahim’in namazını da kendi elleriyle kılıp gömdüler. İbrahim’in ölüsünün defnedilmesinden sonra, cenaze ile birlikte gelmiş olan MİT elemanlarından bir kısmı bir süre köyü, daha sonra da kazayı terketmeyerek orada beklediler.

     Diyarbakır- Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı’nın, üzerinde, «Gizlilik Derecesi:

 Çok GİZLİ» kaydı bulunan ve «31 Mayıs 1973» tarihini ve «Bilgi için:

a) Genel Kurmay Başkanlığına,

b) K.K.K.'na, c) 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı’na dağıtımı» notunu taşıyan, İSTH: 7130-2133-73/4511 sayılı «MESAJ FORMUNDA bu durum aynen şöyle anlatılıyor:

   1, 2 ve 3 maddelerinde İbrahim’in kimliği, faaliyetleri, yakalanışı ve sorguya çekildiği belirtildikten sonra,

(...)

   4-Türkiye Komünist Partisi (M-L.) örgüt faaliyetlerini yöneten ve sorumlu bir şahıs olduğu EK- 1ve EK-2’de sunulan MİT dokümanlarıyla teyit edilen anarşist İbrahim Kaypakkaya, alacağı cezayı asgari ve azami olarak tahmin etmiş, onun kendi üzerinde bıraktığı etkiden kurtulamıyarak morâl çöküntüsü halindeyken 17 Mayıs 1973 günü sabaha karşı sol bileğini jiletle keserek intihar etmiştir.

   5 - Komutanlıkça verilen emir üzerine Askerî savcılıkça olaya el konulmuş, anarşistin 17 MAYIS 1973 günü ölü olduğu tesbit edilmiş ve EK-3’de ölüm muayene tutanağı tanzim edilerek Askerî Hastaneye otopsi yapılmak üzere getirilmiştir. 18 MAYIS günü Askerî Hastanede yapılan otopsi sonucu hekimler heyetince intihar etmiş olduğu kanaati hasıl olmuş ve EK - 4'de sunulan otopsi tutanağı tanzim edilmiştir.

    6-Olay, ilgi (c) mesajda ANKARA Sıkıyönetim Komutanlığı'na intikal ettirilmiştir. 21 MAYIS 1973 günü, ceset, Diyarbakır’a gelmiş babasıyla birlikte MİT yetkililerinin refakatinde T.H.Y. uçağı ile ANKARA’ya götürülmüştür. Cenazenin daha sonra Çorum’a götürülerek orada defnedildiği ve defin yerinde gerekli güvenlik tedbirlerinin alındığı MİT ilgililerinden öğrenilmiştir.

Bilgilerinize arzederim.

(İmza)

                Şükrü Olcay, Korgeneral

                7. Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanı

(«TKP (M-L) - TİKKO - TMLGB Davası, Klasör No: 12, Dosya No: 1).

   Bu cinayet olayının diğer bir delili şudur:

16 Mayıs 1973 günü İbrahim Kaypakkaya hücresinden sorguya götürülmeden bir saat kadar önce, yandaki gözaltı koğuşunda adi bir suçtan dolayı tutulmakta olan Cemil Oktay askerî savcılığa götürülmüştür. Cemil Oktay, askerî savcılıkta, İbrahim Kaypakkaya’yı birtakım sivil şahıslar tarafından gözleri bağlı olarak askerî savcılık binasından çıkarılıp sivil bir otomobile bindirilirken görmüş ve bu durumu, gözaltı koğuşuna döndüğünde o sıra bu davada tutuklu olarak yargılanan Hasan İlter ve Seyithan Dokay’a söylemiştir. Savcılıkta sonradan çıkan söylentiye göre de İbrahim Kaypakkaya götürüldüğü bu yerden kurşunlanarak getirilmiştir”

(Emekçi dergisi. Şubat 1975, sayı 14. s. 52-54)

   Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, İbrahim Kaypakkaya öyle iddia edildiği gibi işkencelerde parça parça edilerek katledilmiyor. Tam aksine tüm akılalmaz işkencelere, tehdit ve santajlara boyun eğmeyip, Partiyi Türk derin devletinin emrine vermeyi kabul etmediği için, diğerleri gibi teslim olmayı red ettiği için, Kemalizm, Milli mesele, vb. temel görüşlerinden taviz vermediği için, mahkemeye çıkıp siyasi savunma yapmasını engellemek için (çünkü hazırladığı savunma taslağından da anlaşılacağı gibi yapmayı düşündüğü savunma, aynı zamanda Parti Programının temelini oluşturacaktı) tutukevindeki hücresinden alınıp kurşunlanarak katledilmiştir.

Kısacası Kaypakkaya, 16 Mayıs günü hücresinden alınarak götürülüyor ve 17 Mayıs gecesi kurşuna diziliyor.

 İbrahim'in katledilmesinde, kısa bir süre önce verilmiş olan ifadelerin ve zamanın garip bir şekilde kesişmesinin infazla bağlantısı veya etkisi nedir, diye soruyorum.

Hepsi bu!

(tabi bu arada Muzaffer'in yakalanır yakalanmaz 12 günde (22 Nisan da yakalanıyor 4 mayısta verdiği el yazması 61+2 toplam 63 sayfa el yazması itirafları üzerine hazırlanan 65 sayfalık polis ifadesini  imzalıyor.)

 itirafçı düzeyinde çözüldüğü halde ısrarla, 55 gün direndim demesi düşündürücü değil mi?

Ayrıca ne olduda tutukevinde yoldaşlarıyla görüşmesine,Babasına mektup yazmasına izin verilen İbrahim Kaypakkaya ani bir kararla infaz edildi.)

   Bence işkencede parça parça kesildi söylemi, devlet karşısında yalnız bırakıldığı halde teslim olmayan önder yoldaşın, infazında verilen bu ifadelerin rolünün üstünü örtmenin bilinçli bir manipülasyonudur.

Böylece İbo kitlelere uğruna ölüme gittiği, Kemalizm- soyalizim ilişkileriyle şekillenen Türkiye solundan köklü bir kopuşun temelini oluşturan ideolojik siyasi görüşleriyle değil, kurşunlanarak infaz edilerek değil,

 işkencede katledilen, adına ağıtlar yakılan bir yiğit olarak tanıtıldı.   

 Belgeleriyle ortaya koyduğum bu sorular ve yorumlardan dolayı ”Devleti bu cinayetten akladığımı, partiyi tasfiye etmeye çalıştığımı, partinin değerlerine saldırdığımı, mafya bozuntusu” vb. olduğumu çıkartmak nasıl bir aklın, vicdanın ürünü olduğu da düşündürücüdür.

Ayrıca İbrahim yoldaşın direnme ve çözülmeme diye bir sorunu yoktur,direnmek ve çözülmemek genel olarak inkara dayanır. İbrahim yoldaş işkencelerde inkar etmiyor tam aksine yargılıyor, “ben  elinizde  tutsağım, savaş kuralları uygulamak zorundasınız”  diyor, korkusuzca meydan okuyor. Yakalandığında ilk ifadesinde ”Ben devrimciyim. Biz devrimci olarak siyasi konularda hiç bir şeyi prensip olarak gizlemeyiz ve fikirlerimizi açıkça söyleriz.

 

Ancak örgütsel yönden faaliyetlerimizi ve örgüt içerisindeki bize inanan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açığa vurmaktan katiyyen kaçınırız ve söylemeyiz.

” (29 ocak 1973 tarihli savcılık ifadesinden)”

«Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız.

Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist - Leninist düşünce uğrunda yaptım. Ve sonuçtan asla pişman da değilim.

Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım.

Asla pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım.»

(21 Nisan 1973 savcılık ifadesin den.)

   Ölümsüzlüğünün 51. yılında önder yoldaşı sevgiyle, saygıyla anıyorum ve inanıyorum ki tüm ihanet ve tasfiye çabalarına rağmen “bu çelik aldığı suyu unutmayacaktır”

  

(1) 76 ayrılığında Muzaffer ve Arslan Koordinasyon Komitesinden yana tavır takındılar.

“Dolayısıyla Koodinasyon Komitesi nin dışardaki beş üyesi

(iki üye içerde: Arslan Kılıç, Muzaffer Oruçoglu), bölünmenin doğurdugu iki parçadan biri olan   TKP(M-L) Hareketi nin üst organını otomatikmen oluşturdu.

Öbür parça TKP(M-L) idi, içerdeki iki üyeye (Arslan, Muzo) dışardan yeni üyeler takviye olundu, üst organ oluşturuldu.”

 (Ali Taşyapan Duvarın İki Yakası sf. 180)

1977 ortalarında ayrılıktan 2 yıl sonra  Mamak tan getirildikleri Niğde cezaevinde kendilerini ziyarete gelen M.Ç. “Dışarıda yeni bir yapılanmaya gidildi, siz KK dan düşürüldünüz” bilgisini iletiğinde önce itiraz ediyorlar, sonra “böyle bir şeyi kabul edemeyiz o zaman bizde ayrılırız.” diyorlar. Gelen arkadaş siz bilirsiniz bundan sonra S.S  yoldaşın denetiminde çalışacaksınız diyerek, ayrılırız tehdidine aldırış etmeden çıkıp gidiyor.

 

Yani “bizimkiler” resmen şutlanıyor. Hiç bir şey olmamış gibi sanki 76 ayrılığında tasfiyeci saflarda yer almamışlar gibi bir öz eleştiri  bile vermeden partiye katılıyorlar, zaten kısa bir süre sonra yapılan  1. Konferansta MK Fahri üyeliğine seçiliyorlar.

 Bu konuyu ayrı bir yazıda daha ayrıntılı açıklayacağım.

   Ayrıca kapalı dosyalar gizlilik kapsamında olduğu için 40/50 yıl sonra açıklanıyormuş, tıpkı günümüzdeki hakında gizlilik kararlarındaki dosyalar gibi Avukatlara dahi bilgi verilmiyormuş.

Ayrıca işkencede çözüldüğünü dürüstçe mahkemede ve içerde partiye açıklayan A.Cem Somel dışındaki sanıklardan yalnızca M.Oruçoğlu, Ali Taşyapan ve Davut Kurun,un ifadeleri neden kapalı dosya kapsamına alınıyor?

Belirttiğim gibi Arslan Kılıç,ın ifadesi TÜSTAV sitesinde yok.

Hacı Kaya

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)