Kişilere veya
kurumlara yalakalık/yancılık yapmak için yanıp tutuşan, yalancılıkla,
sahtekarlıkla trollük yarışında birbirlerine rahmet okutanlar kervanına Fikret
Karavaz diye biri daha katılmış. Bu arkadaş bilmediği bazı konularda ahkam
keserek ve yalan/yanlış bilgilerle
hamaset yaparak, kendisinin “bilgili ve etkili” bir entellektüel olduğu imajı
yaratmaya çalışıyor. Bu tarz, “yarı doğrucu” cahillerin başvurduğu klasik bir
yöntemdir.
Yarı
doğrular üzerinden polemik yürütmek, yanlışları tartışmaktan çok daha
tehlikelidir. Çünkü, bu yöntemle bazı doğrular yada özellikler öne çıkarılıp
yanlışlar perdelenir ve gerçeğin tam tersi sonuçlar çıkarılarak okuyucunun
kafası karıştırılır. Bu yöntem aynı zamanda güçlü bir maniplasyon aracıdır.
Fikret Karavaz denen dalkavuk, ilgili
yazısında bu yöntemi “ustalıkla” kullanamadığı için asıl eleştiri konularının
içeriğine girmeden gerçeği perdelemek için başka özellikleri öne çıkararak
“görevini” yerine getirmeye çalışmış. Sonuçta Muzaffer Oruçoğlu’na, doğru
olmayan bilgilerle hak etmediği bir
nitelik ve siyasi kariyer kazandırmanın çabası içine girmiş. Dolayısıyla
Oruçoğlu ile ilgili değerlendirmesi ve zorlama tespitlerini destekleyen hiç bir belge, kanıt yada tanık sunamadığı
için de dalkavukluğun güzellemesi olan süslü cümleleri yalnız ve mahsun
kalmıştır.
Şimdi
“yarı doğru”ları ayrıştırarak bizim “Parazit Simon”(*) bay Karavaz’ın Oruçoğlu
ile ilgili övgülerini değerlendirelim. Bunu iki bölümde yapmaya çalışacağım,
önce doğrularını, ardındanda bu doğrularla
kapatılmaya çalışılan tarihsel yalan ve sahtekarlığı, belge ve
tanıklarıyla ortaya koymaya çalışacağım .
1. Bilindiği
gibi 12 Mart dönemi yargılamalarıyla ilgili soruşturma dosyaları TÜSTAV sitesinde ortaya çıkınca Oruçoğlu’na bazı
sorular sorarak gerçeği açıklamasını istedim. Oruçoğlunun yazdıkları ve
anlattıklarının doğru olmadığı gerçeği, belgeler ve tanıklarla ortaya çıkınca
Oruçoğlu’ndan gerçeği açıklayarak geleneğimizden özür dilemesini istedim.
Geleneğin içinde yetişmiş pek çok insan gibi bende partimizde uzun yıllar çalışmış, emek vermiş ve önemli katkılar sağlamış bir insan olarak sorgulama, sorma, yalan ve yanlışlarla ilgili özeleştiri isteme hakkına sahip olduğumu düşünüyorum ve bu konudada kimseden icazet almak zorunda değilim. Çünkü o yıllar bende partinin eski kadrolarına saygı duyuyor, hayranlık besliyordum. Bunlardan biri de Oruçoğlu’dur. Hayranlıktan öte herkes gibi ben de bu kişinin partinin ideolojik-siyasi inşasına katkılar yapacak hatta mücadeleye önderlik edecek yoldaşlarımızdan birisi olarak görüyordum.
Bu kişinin düşündüğüm gibi bir çapı, kapasitesi olmadığını, hayal ürünü kurgularla, masallarla partiyi uyuttuğunu, 70’li yıllarda ve cezaevinden çıktıktan sonra da partinin gelişmesine kayda değer bir katkısı olmadığı halde hak etmediği bir itibar oluşturduğunu öğrendiğimde (bunlara aşağıda değineceğim), değindiğim emek hakkımı kullanarak sorgulamaya başladım. Bunun üzerine “etkili ve yetkili” kişiler ve bir kurum, ortalığı velveleye vererek şahsıma da hakaret ederek, iftiralar atarak Oruçoğlu’na kalkan oldular.
Aynı dönemde
Hüseyin Sevinç ve Hikmet Kuran niyetleri ne olursa olsun objektif olarak
tartışmayı ve süreci sabote eden, konuyla alakası olmayan İbrahim’e ve geleneğimize
saygısızlık içeren saçma sapan açıklamalarıyla söz konusu kurumun
manipülasyonlarına hizmet ettiler. Ortalık dalkavuklardan geçilmez oldu. Bu
haklı ve masumane isteğime karşı Oruçoğlu’nun sanatsal faaliyetleri ön plana
çıkarılarak olay bir kurum tarafından ne mafya bozuntuluğum ne karanlık
güçlerin adamlığım vb kaldı, iş tehdit ve linç çağrıları boyutuna kadar
taşındı. Sakin olalım arkadaşlar, ortada göz ardı edilemez belge ve tanıklarla
kanıtlanmış koskoca tarihsel bir yalan duruyor. Hiç bir güç bunun üstünü
örterek yok farzedemez; hiç bir dürüst insan da bu gerçeği görmemezlikten
gelemez.
M.
M.Oruçoğlu’nun sanatsal faaliyetleriyle ilgili söyleyecek fazla bir sözüm yok.
Sonuçta ben sanatçı, edebiyatçı vs. değilim. Dolayısıyla Oruçoğlu’nun sanatı,
sanata bakışı, tarzı, ürünlerinin edebi değerlendirmesi vs. beni aşan bir
konudur. Bunu, ancak sanat dünyasının otoriteleri ve eleştirmenleri
değerlendirebilir. Tabi ki değerlendirmeye layık bulurlarsa. Mesleki bir
kuruluş dışındaki bu konudaki kuruluşlardan bu güne kadar hiç bir değerlendirme
görmedim duymadım. Ben sıradan bir izleyici ve okuyucuyum. Ben, bir okuyucu ve
izleyici olarak eserlerinden beğendiklerim olur, beğenmediklerim olur. Bilgim
kadar eleştirilerim olur. Bu durum benim gibi her okuyucu ve izleyici açısından
da böyledir. Hal böyleyken benim eleştirilerimin önüne ikide bir Oruçoğlu’nun
ürünlerini getirenler hakikatlardan kaçan dalkavuk ve bilgilerine güvenmeyen,
ezberini bozmak istemeyen zavallı ve korkak insanlardır. Bay Karavaz da
bunlardan birisidir. Hakkımız olan sorgulamayı yaparak yalancıyı yüzleşmeye
çağıranların onun ”üretkenliğini sekteye uğrattıklarını, onun zaten bu tür
polisiye ve küçük adamlar sorularına cevap verecek zamanının
olmadığını”belirtiyor. Utanmadan sıkılmadan insanlara belgesiz kanıtsız
iftiralar atıyor.…” Bay Karavaz gibiler tıpkı “Parazit Simon” gibiler tarihsel
yalancının sözcülüğüne soyunmuşlar. Onlara göre birileri sanat alanında ürünler
çıkarıyorsa onun siyasi yaşam sürecindeki suçları, geçmişimizi dolandırması vs.
hiç önemli değil, bunlara değinilmemeli, söz konusu bile edilmemeli. Karavaz’ın
ne iş yaptığını bilmiyorum, eğer siyasal bir örgütlenmede insiyatif sahibiyse
ve kendini destekleyen bir ekiple çalışıyorsa, bu anlayışlarıyla asla devrimci
bir yapı olamazlar; başka bir şeye dönüşerek siyaseten sönümlenip giderler.
2. Bay
Karavaz M. Oruçoğlu’nun “partinin ikinci adamı ve yeniden inşanın baş mimarı”
olduğunu iddia ediyor. Bunu nereden duymuş, hangi belge ve tanıklara dayanarak
söylüyor belli değil; dayanaksız üfürüyor. Partinin “ikinci adamı” olduğunu
Oruçoğlu kendisi söylüyor; ama o dönem arkadaşlarından hiçbiri bunu
doğrulamıyor. Tanıklar ve belgeler de bunun tersini söylüyor. İnceleyelim
-Oruçoğlu
partinin “ikinci adamı”mı?
Kaypakkaya’nın ölümünden sonra partinin başına Aslan Kılıç
geçiyor. Muzafferin buna hiç bir itirazı yok! Bu durumu Davut Kurun şöyle
anlatıyor: “...İkinci örnek Aslan Kılıç idi. Örgütün şemasını, kadrolarını,
adreslerini vermesine rağmen, cezaevinde hiçbir eziklik duymadan, inisiyatif
koyarak içeride ve dışarıda TKP/ML’yi yönlendirmeye çalıştı. … Birçok kişinin
İbrahim Kaypakkaya’yı anlamadığını düşünüyorduk. Sorguda herşeyi söylemişlerdi,
yani o günkü deyimle ‘ötmüşlerdi’. Aslan Kılıç da bunlardan biri idi. Aynı
zamanda bu konuda bir açıklama yapmadan inisiyatifi ele almıştı. İbrahimle
birlikte DABK üyesi olan Muzaffer ile Ali’yi ikinci plana atmıştı.” (Sınırlara
Sığmayan Sınırsız Anılar sf.136-141)
Mukaddes Çelik de “Aslan Kılıç içerden mektuplarla
yönlendiriyordu” diyerek bu durumu doğruluyor. Kısacası Oruçoğlu’nun “ ikinci
adam” olduğuna dair hiç bir emare yok. Ortalıkta ne bir tanık, ne de bir belge
var. Varsa sen açıkla bay dalkavuk. Bilmem nerenden uydurarak hamaset yapmak
kolay iş. Hamasetle insanlara yanlış bilgi vermek, onların kafalarını
karıştırmak devrimci bir eylem değildir; bu yöntem gri alanlarda gezinenlerin
işidir.
Yine bırak
..ikinci adam olmasını tam aksine İbo
sonrası inşanın temelini oluşturacak ana savunma konusunda içeride görev bölümü
yapılıyor, bazı yoldaşlar aldıkları konuları bitiriyorlar, bazılarıda gelen
erken tahliyelerden dolayı yazdıkları kadarını bu bayımıza ve kankası Arslan
Kılıç’a teslim ediyorlar. Bunlar bilerek ve isteyerek ana sıvunmayı hazırlayıp
mahkemeye sunmuyorlar. Daha sonra utanmadan sıkılmadan “1000 sayfalık bir ana
savunma hazırladık 1980 yılında Aslan Kılıç ‘ın köyünde bir kuyuda imha oldu”
diye yalan söyledi. Kimsede niye mahkemeye,savcılığa cezaevinde savcıya veya
Niğde’de yanınızdan tahliye olan veya yanınıza gelip giden parti mensuplarına
verip Partiye ulaştırmadınız demiyor
- Oruçoğlu
“yeniden inşanın baş mimarı”mı ?
Bay Karavaz, bu mimarlık işini 1977’nin ortalarına kadar
olan zaman açısından söylüyorsan olabilir. Ama “baş mimar” olup olmadığını ben
bilmiyorum çünkü, o tarihe kadar Oruçoğlu parti tasfiyecilerinin “mimar”lığını
yapıyordu. 1976 da partiyi tasfiye etmeye çalışan Koordinasyon Komitesinin
dışarda üç, içerde de iki üyesi (Aslan Kılıç, M. Oruçoğlu) vardı. Bunu olayın
birinci derecede tanığı Ali Taşyapan söylüyor.
“Koodinasyon Komitesi nin … beş üyesi (iki üye içerde: Arslan Kılıç, Muzaffer
Oruçoglu), bölünmenin doğurduğu iki parçadan biri olan TKP(M-L) Hareketi nin üst organını
otomatikmen olusturdu. Öbür parça TKP(M-L) idi, içerdeki iki üyeye (Arslan,
Muzo) dışardan yeni üyeler takviye olundu, üst organ olusturuldu.” (Ali
Taşyapan Duvarın İki Yakası sf. 180)
Görüldüğü
gibi Oruçoğlu 1976 ayrılığı sırasında koordinasyon komitesinde. Bu ne demek ?
1976 da parti tasfiyeciliği yapanlardan birisi de M. Oruçoğlu’dur. Dolayısıyla
1977 ortalarına kadar, bir süre de Koordinasyon Komitesinde yer alarak parti
tasfiyeciliğini temsil eden TKP/ML Hareketi (Halkın Birliği) saflarında iken,
parti inşasına nasıl bir katkı yapmıştır ? Heyy “Parazit Simon”, başka bir
örgütün görüşlerini savunan, Kaypakkaya’nın partisini tasfiye etmeye çalışan
birisi, değil mimar TKP/ML’nin inşasında işçi bile olamaz. Üstelik Oruçoğlu o
yıllarda (bence daha sonraki yıllarda da) TKP/ML Hareketinin (Halkın Birliği)
görüşlerini savunduğunu inkar etmiyor. Almanyada Ali Taşyapan’a “1976 da iyi
bir halka yakalamıştınız” diye övgüde bulunuyor. Aynı şeyi Mukaddes Çelik’e de
söylüyor; “1976 da doğru bir halka yakaladınız ama devamını getiremediniz”
Durum böyleyken ve Oruçoğlu’nun görüşleri değişmemişken nasıl olduda TKP/ML’ye doğru yol aldı ?
FÜ’ler
1977 yılı ortalarında Niğde cezaevine getirildiklerinde bunları ziyarete gelen
M.Ç tarafından “Dışarıda yeni bir yapılanmaya gidildi siz Koordinasyon
Komitesinden düşürüldünüz, bundan sonra SS yoldaşın denetiminde olacaksınız ”
şeklindeki bir merkezi karar iletiliyor. Bu tarihe kadar siyaseten TKP/ML
Hareketini desteklediğini, bunu kendisininde itiraf ettiğine yukarda değindik.
Kısacası, Oruçoğlu siyaseten yönünün ne tarafa dönük olduğunu hiç bir yanlış
anlamaya meydan vermeyecek açıklıkta ortaya koyuyor.
Zavot’dan Vartinik’e adlı söyleşisinde
İrfan Çelik’in kendisini ziyarete geldiğinden söz ederek, tartıştıklarını ve
anlaşamadıklarını söylüyor. Hangi konuları tartıştıkları ve nelerde
anlaşamadıkları belli değil, hiç söz etmiyor. Ayrıca İrfan benden özeleştiri
istedi diyor ama neyin özeleştirisi istediğinden bahsetmiyor. Oruçoğlu’nun
partimizden yana tavır koyması, Kaypakkaya’nın ideolojik-siyasi hattını
savunduğu için değil, TKP/ML Hareketi tarafından tecrit edilmesinin bir
sonucudur. Oruçoğlu bölünmeyi şöyle tanımlıyor: “...Bir tarafın başını teoriyi
bilen, …çizgisiyle hesaplaşma içinde olan birikimli, yenilikçi, güvenilir
kadrolar; diğer tarafın başını da, ilk çıkış çizgisine, yani eski teoriye ve
pratiğe iman gücüyle bağlı olan şapkalı, yarı-deli Dersimli militanlar
çekiyordu.”…(Tarihe Not sf.13)
“Muzaffer Oruçoğlu
anlatıyor” nehir söyleşide de “görüşlerim onlardan yana gönlüm sizden yana”
gibi bir tablo var.(T.Not sf.26, dipnot)
Görüleceği
gibi, “baş mimar” (bizimle alay etmesine değinmeyeceğim) 1977 ortalarına kadar
başka bir inşaatta çalışıyor. Oradan şutlanınca soluğu bizim yanımızda alıyor.
Yukarıda değindiğim gibi bizim yanımızda yer alması ideolojik-siyasi hattımızı
benimsemesinden değil; biz “deli” olduğumuz için, o da “dağlara meftun olduğu”
için bizi “tercih” ediyor ! Böylesine hayati bir konuyu edebi bir ironiyle
geçiştiriyor; bu ironunun içinde keşke birazcık siyaset olsaydı.
Sonuç
itibariyle Orçoğlu’nun 1977 ortalarına kadar “siyasi inşa”ya katkı yapmasının
hiç bir maddi temeli ve koşulu yoktur. Bu tarihe kadar “mimar” “baş mimar”
olması eşyanın tabiatına aykırı olduğu için mümkün değildir.
Bu tarihten
sonra görüşlerine inanmadığı “deliler”in ardından dağlara doğru yürürken
“yeniden inşa” adına neler yapmış? Mesela araştırdığım kadarıyla 1. Konferans
gündemi aylar öncesi kendilerine verilmesine rağmen, öğrendiğim kadarıyla
Oruçoğlu konferansa tek cümle yazı göndermemiştir. Bilindiği gibi bir çok hata
ve eksiğine, yanlışına rağmen, 1. Konferans, partimizin yeniden inşasının çok
önemli tarihi bir toplantısı ve en önemli temel taşıdır. Bu temel inşada
Oruçoğlu’nun bir avuç harcı bile yoktur. Konferanstan sonraki katkısı ise
“Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi” adlı bir araştırma yazısı (Partizan dergisinde 5-6
dizi halinde yayınlandı); bir de önce Merkez Komitesini bölen, ardından partiyi
bölecek olan Kasım 1979 tarihli AEP ve Mao Zedung’la ilgili 3 sayfalık bir yazı. (Bu yazının önemli bir
bölümü Tarihe Not’ta var.) Bir de Afganistanla ilgili gecikmiş bir yazı yayınlandı.
Fazla uzatmadan bir alıntıyla şeceresine
(“baş mimarlık” kariyerini) bir bakalım.
…“Bir
başka uyarımız da kendinizi Merkez Komitesi’nden dışlamanız ve aceleci bir
şekilde yargılara varmanın doğuracağı vahim sonuçları görememenizdir. “
“...Sizlerden bu konuda bize gelen, birisi birbuçuk sayfalık kesinlikle
yol göstericilikten uzak...bir yazı ile bir de AEP’in çizgisi hakkında
eleştirilerinizin kaba hatlarını ortaya koyan bir taslak yazısıdır. (...)Durum
böyle olunca biz sizlerden bu şekilde ağır ithamlarla dolu olan yazınızda bu
konulardaki hatalarınızı da belirtmenizi beklerdik.” (Tarihe Not. sf. 212-213)
“(...)
‘Bu durum karşısında komünistler ne yazık ki bugüne kadar sustular’ deniliyor.
Bu ne demektir ? Birincisi bu olaya tavır takınmadığımız anlamına gelir. Oysa
sözü edilen yazıdan çıkarabildiğimize göre bu yazı - FÜ’lerin yazdığı yazı-
Şubat başında bitirilmiş olmalıydı. Halbuki bu zaman zarfında biz Afganistan
işgaline karşı şunları çıkardık:
8 Ocak 1980 tarihli
Merkez Komitesi imzalı bildiri. Yani işgalden 12 gün sonra.
Mücadele’de yazı,
Merkezi İşçi Köylü Kurtuluşu sayı 3’de tavır
Bilinen
sebeplerden dolayı henüz yayınlanamayan Partizan Özel Sayısı için Ocak ayının
ilk haftasında yazılan yazı.
İkincisi: bu
tavrımızın yetersiz olduğu anlamında söylenmiş olabilir. Bu da doğru
değildir. (...)
Üçüncüsü:
Bundan dışarıya karşı önderliğin eleştirildiği sonucu da çıkabilir.Bu da
yanlıştır.Her şeyden önce önderliğe bu yoldaşlar da (FÜ’ler. bn) dahildir.”
(Tarihe Not, sf.208)
Tamamı Sayın
İbrahim Ünal’ın TARİHE NOT kitabinda olan
Bu alıntılardan ne çıkar:
Birincisi,
Oruçoğlu MK fahri üyesi olmasına rağmen bu statünün avantajlarından yararlanırken
kendini önderlikten ayrı tutuyor ve farklı bir örgüt gibi MK’ni dışa karşı da
eleştiriyor.
İkincisi, üç
yıllık fahri üyeliği döneminde, yukarıda sözü edilen yazılardan başka bir
faaliyetinin olmadığını anlıyoruz. Onca hamasete rağmen Oruçoğlu’nun parti
inşasına “katkısı” bu kadar işte. Şimdi, yazdığını beğendin mi Karavaz ?
Üçbuçuk yılda Oruçoğlu’nun yaptıkları parti inşasının neresine oturur; oturup
düşünmen gerekir. Ayrıca 1979 da yurtdışı bürosunun İspanya’da katıldığı bir
gençlik kampında yayınladığı bildiride Mao’yu beşli logodan çıkartılması MK
tarafından mahkum edilip özeleştiri alınmasına rağmen bunu bahane ederek MK
içinde üç eğilimden bahsederek partiyi bölmeye götüren sürecin temellerini atan
birini nasıl yeniden inşanın mimari olarak gösterebiliyorsun.
-Oruçoğlu
“poliste 55 gün direndi”mi?
Mengene isimli
romanında akla hayale gelmeyecek yöntemlerle 55 gün işkence gördüğünü
anlatıyor. Devletin önemli bürokratları, generaller, yabancı uzmanlar vs.
işkence seanslarını izliyor, taktikler veriyorlar. Mengene’nin bir kurgu, hayal
ürünü bir roman olduğunu, kahramanının da Oruçoğlu olmadığını mevcut
polis/savcılık belgeleriyle ve tanıkların ifadelerinden anlıyoruz. (roman
diyorum çünkü kendiside sayın İbrahim Ekinci’ye verdiği bir röportajda “ben o
zamanlar Maltepe cezaevi’nde başlayıp Niğde cezaevi’nde sürdürdüğüm Türkiye
işçi sınıfının ve komprador burjuvazisinin doğuş ve gelişmesi tarihi ile
Mengene romanı üzerinde yoğunlaşmıştım.” Diyor) Örneğin yakalanışı ve polise
götürülüşü sırasında birlikte yakalandıkları yanındaki arkadaşlarının
anlattıklarıyla Mengenede yazılanların hiçbir ilgisi olmadığını gösteriyor.
Örneğin Cem Somel, polis kapıyı çaldığında herhangi bir direniş göstermedik,
teslim olduk diyor. Evdeki kadın arkadaş, polis arabasında bana herhangi bir
tacizde bulunulmadı, olsaydı önce ben kendim tepki gösterirdim diyor.
Gözlerimiz bağlıyken Muzaffer, beni taciz ettiklerini nasıl görmüş diyede
soruyor vs. Bu durum, Mengene öyküsünün bir roman, tamamının da hayal olduğunun
kesin kanıtıdır.
-
Belgelere gelince;
Oruçoğlu,
21 Nisanı 22 Nisana bağlayan gece yakalanıyor ve 12 günde 60 sayfa ayrıca 2
sayfa muhtar cezalandırılmasına ilişkin kendi el yazması ifade veriyor. Bu
itirafları temelinde hazırlanan 65 sayfalık polis ifadesini 4 Mayıs 1973 günü
imzalıyor. Orada bütün faaliyetlerini ayrıntılı bir şekilde anlatmış. Bu
ifadenin “çözüldükten sonra yazıldığını, tarihinin ise öncesine aitmiş gibi
atıldığını” iddia ediyor. Hayatın pratiğinde pek rastlanmış bir durum değil.
Gerek o dönem sorgulamaları açısından gerekse 12 Eylül döneminde böyle bir
uygulama iddiasında bulunana rastlamadım. Polis normalde ifade tarihlerini
ileriye doğru değiştirir, Kaldıki 65 sayfalık polis ifadesi 60 sayfalık el
yazması ifadesiyle bir ve aynıdır. Yalnızca evde elde edilen meteryaller
eklenmiştir. Her neyse, polis sorgusunun ardından 7 Mayıs 1973 günü savcılığa
çıkarılıyor. Savcılıkta, polis ifadesinde anlatılanları kast ederek “poliste de
yazılı ifade verdim” diyor. Üstelik o savcıyı anlayış sahibi, iyi niyetli
kişilik olarak tanımlıyor. Bana kalırsa Oruçoğlu yakalandığı gün konuşmaya
başladı ve Mengene bu durumu perdelemenin bir aracı olarak yazıldı. 22 Nisan’da
yakalanıp Mayıs’ın 4 ünde polis, 7 sinde savcılık ifadesi olan birisi “15 gün
ismimi kabul etmedim” diyorsa bilerek insanların aklıyla dalga geçiyor
demektir. Doğal olarak bu tarza ve yalanlara öfke duymamak elde değil.
Oruçoğlu
daha sonra 2-4 temmuz 1973 tarihinde savcı Yaşar Değerli’ye de ifade veriyor.
15 sayfalık ifadesinin esası/özeti şöyle:
“.. ben daha önce Emniyet makamları
tarafından sorgulandım. Başlangıçta 21 Nisan 1973 gecesi Güvenlik kuvvetlerince
yakalanmanın verdiği korku ve heyecanla dilimde bir tutulma oldu. Bu yüzden
örgütsel ilişkilerime dair geçmiş faaliyetleri altmış sahifeden ibaret bir
metinle el yazısı ile ifade ettim. Ayrıca iki sahifelik muhtarın öldürülmesi
olayına ilişkin el yazması ek ifademi yazdım ve ilgili makamlara tevdi ettim.
Bununla beraber usule uygun bir ifade almak gereklerine uyularak Emniyet
makamları beni yine de ayrıca sorguladılar ve olaylar dizisini bana tek tek
sorarak tespit yaptılar. Ben bahsettiğim ifadelerimdeki kapsamı ve olaylar
hakkındaki sözlerimi aynen kabul ediyorum. Ben Emniyette vermiş olduğum
ifademde olayları tesir altında kalmaksızın ve baskıya tabi tutulmaksızın
anlattım. Bir bakıma bu ifadelerim dahi gerçek düzeydeki örgütsel olgular
yanında yetersiz ve noksan kalmaktadır. Bunları da size ifade edeceğim. Ben
hiçbir maddi manevi tesir altında kalmaksızın örgütsel ilişkilerimi maddi olaylara
dayandırarak açıkladım” dedi.
“Şayet eski ifademde birtakım noksanlıklar ve beyan
etmediğim hususlar var ise bunlar bana bu konuda bir şey sorulmadığı ve
örgütsel ilişkilerim konusunda somut bir hatırlatma olmadığı içindir.
Dolayısıyla şimdiki ifademde elimden geldiğince bu noksan kısımları da
tamamlamaya ve örgütsel ilişki zincirini hiçbir halka atlamadan ortaya koymaya
çalışacağım... Ben yaptıklarımın hesabını vicdanımda muhasebe ediyorum ve
elbette bunun cezasını çekeceğiz. Sorgumu gayet demokratik bir anlayışla
olayları bilerek benimle kurduğunuz diyalog sonunda almış olmanız karşısında
memnun oldum. Halbuki çok baskı göreceğimizi, yapmadığımız bir çok şeyi kabul
ettirmek için zorlayacağınızı ve bizi zorla kabule götüren bir netice ile
sorgumun sonuçlanacağını zannediyordum. Fakat yanılmışım,” dedi.
“Emniyet tarafından yapılan sorgusunun da kendi insiyatifine
bağlı olarak yapıldığını söyledi. Ancak savcılık ifadesinde örgütsel
faaliyetlerinin özüne ilişkin suallere ve gelişme dizinine uygun olarak ifadem
alındı. Beyanlarım tamamen doğrudur genel hatları itibariyle teferruata gerek
kalmaksızın olaylar anlattığım seyirde kendini göstermiştir. Bütün beyanlarımı
huzurunuzda tekrar doğrularım, dedi başka bir diyeceği olmadığını beyanla
birlikte tutulan işbu ifade zaptı okunarak imza altına alındı.” (2/4 Temmuz
1973 tarihli savcılık ifadesinde 1.ve 15. Sayfa)
Bu
ifadeyi, diyelim ki çözüldüm dediği tarihten sonra verdi. Burada iki sorun var,
birincisi yukarda sözünü ettiğimiz tarihlerdeki polis ve savcılık ifadelerine
sık sık atıfta bulunarak onları doğruluyor.
Normalde savcılıkta polis ifadesini reddetmesi gerekirdi. Bunu sıradan
sempatizanlar yaparken Oruçoğlu’nun aklına gelmemesi anlaşılır bir durum değil,
İşkenceyle alındı kabul etmiyorum deseydi ne olurdu? “...noksan kısımları
tamamlayacağım…” diyerek savcıya yalakalık yapacağına, ‘şimdiye kadar verdiğim
ifadeler doğrudur kabul ediyorum, başkaca söyleyecek sözüm yok’ diye bitirseydi
ne olurdu? Kaypakkaya’nın katili Yaşar Değerli’ye övgüler dizmek zorundamıydı ?
İşkencecileri ve polis teşkilatını “demokrat” göstermek ve teşekkür etmekte ne
oluyor !
Diğer
yandan bu ifadeler “kısmi çözülme” olarak servis ediliyor. Sormadan
geçemiyorum, tam çözülmüş olsaydı daha ne söyleyecekti ? Aslında bu ifade
çözülmeden öte bir şey. Burada tam bir teslimiyet ve işbirliği
var,itirafçılığın daniskası. Bu ifadelere “kısmi çözülme” dersek, gerçek
anlamda kısmi çözülenlere büyük haksızlık ve saygısızlık olur.
Sonuç
olarak; Muzaffer Oruçoğlu’nu, bir zamanlar ben de partinin inşasına önemli
katkılar yapacak önder kadrolardan biri olarak görüyordum. Güven ve saygı
duyuyordum, Mengene’de yazdıklarına inanmıştım. Şimdi eskiden yaptığım « çıkıp
gerçeği tüm çıplaklığıyla anlatırsanız küçülmez, dahada büyürsünüz.“
Çağrıyı yeniden
tekrarlayayım. Oruçoğlu, kendinle zorlu bir yüzleşme yaşa. Bağırsaklarını
temizle ve gerçekleri ortaya dökerek geleneğimizden ve devrimci kamuoyundan
özür dile. Bunu yaparsan sana yine saygı duyarız, yine abimiz olursun. Bu
onurlu eylemi yaparsan saygınlığın ve itibarın yükselecektir. Bundan şüphen
olmasın. Bu defterde böylece kapanır gider. Diğer yandan Fikret Karavaz ve
Mehmet Akkaya gibi yağdanlıkların, gönüllü avukatlarının ve trollerin
yazdıklarına, söylediklerine fazla itibar etme, seni küçük düşürmekten, sanatçı
kariyerini bile zedelemekten başka işe yaramazlar.
Unutma eskilerin
değişiyle “İnsan beyni yalan söyledikçe utanma duygusunuda yitiriyormuş” Yeter
artık bu kadar belge ve bilgiye rağmen hiç bir şey yapmamışsın gibi davranıp
aklımızla daha fazla oynama. Ben kendi adıma bir özeleştiri süreci bekliyorum.
Haci Kaya
(*) “Parazit Simon” MS. 2.yüzyılda yaşamış Lukianos
SAMSAT’ın “DALKAVUKNAME” adlı eserinin kahramanıdı