17 Ekim 2024 Perşembe

HACI KAYA__"BİLGİSİZLİĞİN VERDİĞİ GÜVENİ, BİLGİ HİÇ BİR ZAMAN. VERMEMİŞTİR.” Charles Darwin

      Kişilere veya kurumlara yalakalık/yancılık yapmak için yanıp tutuşan, yalancılıkla, sahtekarlıkla trollük yarışında birbirlerine rahmet okutanlar kervanına Fikret Karavaz diye biri daha katılmış. Bu arkadaş bilmediği bazı konularda ahkam keserek ve  yalan/yanlış bilgilerle hamaset yaparak, kendisinin “bilgili ve etkili” bir entellektüel olduğu imajı yaratmaya çalışıyor. Bu tarz, “yarı doğrucu” cahillerin başvurduğu klasik bir yöntemdir.

             Yarı doğrular üzerinden polemik yürütmek, yanlışları tartışmaktan çok daha tehlikelidir. Çünkü, bu yöntemle bazı doğrular yada özellikler öne çıkarılıp yanlışlar perdelenir ve gerçeğin tam tersi sonuçlar çıkarılarak okuyucunun kafası karıştırılır. Bu yöntem aynı zamanda güçlü bir maniplasyon aracıdır.

              Fikret Karavaz denen dalkavuk, ilgili yazısında bu yöntemi “ustalıkla” kullanamadığı için asıl eleştiri konularının içeriğine girmeden gerçeği perdelemek için başka özellikleri öne çıkararak “görevini” yerine getirmeye çalışmış. Sonuçta Muzaffer Oruçoğlu’na, doğru olmayan bilgilerle  hak etmediği bir nitelik ve siyasi kariyer kazandırmanın çabası içine girmiş. Dolayısıyla Oruçoğlu ile ilgili değerlendirmesi ve zorlama tespitlerini destekleyen  hiç bir belge, kanıt yada tanık sunamadığı için de dalkavukluğun güzellemesi olan süslü cümleleri yalnız ve mahsun kalmıştır.

             Şimdi “yarı doğru”ları ayrıştırarak bizim “Parazit Simon”(*) bay Karavaz’ın Oruçoğlu ile ilgili övgülerini değerlendirelim. Bunu iki bölümde yapmaya çalışacağım, önce doğrularını, ardındanda bu doğrularla  kapatılmaya çalışılan tarihsel yalan ve sahtekarlığı, belge ve tanıklarıyla ortaya koymaya çalışacağım .

          1. Bilindiği gibi 12 Mart dönemi yargılamalarıyla ilgili soruşturma dosyaları TÜSTAV  sitesinde ortaya çıkınca Oruçoğlu’na bazı sorular sorarak gerçeği açıklamasını istedim. Oruçoğlunun yazdıkları ve anlattıklarının doğru olmadığı gerçeği, belgeler ve tanıklarla ortaya çıkınca Oruçoğlu’ndan gerçeği açıklayarak geleneğimizden özür dilemesini istedim.

             Geleneğin içinde yetişmiş pek çok insan gibi bende partimizde uzun yıllar çalışmış, emek vermiş ve önemli katkılar sağlamış bir insan olarak sorgulama, sorma, yalan ve yanlışlarla ilgili özeleştiri isteme hakkına sahip olduğumu düşünüyorum ve bu konudada kimseden icazet almak zorunda değilim. Çünkü o yıllar bende partinin eski kadrolarına saygı duyuyor, hayranlık besliyordum. Bunlardan biri de Oruçoğlu’dur. Hayranlıktan öte herkes gibi ben de bu kişinin partinin ideolojik-siyasi inşasına katkılar yapacak hatta mücadeleye önderlik edecek yoldaşlarımızdan birisi olarak görüyordum. 

Bu kişinin düşündüğüm gibi bir çapı, kapasitesi olmadığını, hayal ürünü kurgularla, masallarla partiyi uyuttuğunu, 70’li yıllarda ve cezaevinden çıktıktan sonra da partinin gelişmesine kayda değer bir katkısı olmadığı halde hak etmediği bir itibar oluşturduğunu öğrendiğimde (bunlara aşağıda değineceğim), değindiğim emek hakkımı kullanarak sorgulamaya başladım. Bunun üzerine “etkili ve yetkili” kişiler ve bir kurum, ortalığı velveleye vererek şahsıma da hakaret ederek, iftiralar atarak Oruçoğlu’na kalkan oldular.

         Aynı dönemde Hüseyin Sevinç ve Hikmet Kuran niyetleri ne olursa olsun objektif olarak tartışmayı ve süreci sabote eden, konuyla alakası olmayan İbrahim’e ve geleneğimize saygısızlık içeren saçma sapan açıklamalarıyla söz konusu kurumun manipülasyonlarına hizmet ettiler. Ortalık dalkavuklardan geçilmez oldu. Bu haklı ve masumane isteğime karşı Oruçoğlu’nun sanatsal faaliyetleri ön plana çıkarılarak olay bir kurum tarafından ne mafya bozuntuluğum ne karanlık güçlerin adamlığım vb kaldı, iş tehdit ve linç çağrıları boyutuna kadar taşındı. Sakin olalım arkadaşlar, ortada göz ardı edilemez belge ve tanıklarla kanıtlanmış koskoca tarihsel bir yalan duruyor. Hiç bir güç bunun üstünü örterek yok farzedemez; hiç bir dürüst insan da bu gerçeği görmemezlikten gelemez.

      M. M.Oruçoğlu’nun sanatsal faaliyetleriyle ilgili söyleyecek fazla bir sözüm yok. Sonuçta ben sanatçı, edebiyatçı vs. değilim. Dolayısıyla Oruçoğlu’nun sanatı, sanata bakışı, tarzı, ürünlerinin edebi değerlendirmesi vs. beni aşan bir konudur. Bunu, ancak sanat dünyasının otoriteleri ve eleştirmenleri değerlendirebilir. Tabi ki değerlendirmeye layık bulurlarsa. Mesleki bir kuruluş dışındaki bu konudaki kuruluşlardan bu güne kadar hiç bir değerlendirme görmedim duymadım. Ben sıradan bir izleyici ve okuyucuyum. Ben, bir okuyucu ve izleyici olarak eserlerinden beğendiklerim olur, beğenmediklerim olur. Bilgim kadar eleştirilerim olur. Bu durum benim gibi her okuyucu ve izleyici açısından da böyledir. Hal böyleyken benim eleştirilerimin önüne ikide bir Oruçoğlu’nun ürünlerini getirenler hakikatlardan kaçan dalkavuk ve bilgilerine güvenmeyen, ezberini bozmak istemeyen zavallı ve korkak insanlardır. Bay Karavaz da bunlardan birisidir. Hakkımız olan sorgulamayı yaparak yalancıyı yüzleşmeye çağıranların onun ”üretkenliğini sekteye uğrattıklarını, onun zaten bu tür polisiye ve küçük adamlar sorularına cevap verecek zamanının olmadığını”belirtiyor. Utanmadan sıkılmadan insanlara belgesiz kanıtsız iftiralar atıyor.…” Bay Karavaz gibiler tıpkı “Parazit Simon” gibiler tarihsel yalancının sözcülüğüne soyunmuşlar. Onlara göre birileri sanat alanında ürünler çıkarıyorsa onun siyasi yaşam sürecindeki suçları, geçmişimizi dolandırması vs. hiç önemli değil, bunlara değinilmemeli, söz konusu bile edilmemeli. Karavaz’ın ne iş yaptığını bilmiyorum, eğer siyasal bir örgütlenmede insiyatif sahibiyse ve kendini destekleyen bir ekiple çalışıyorsa, bu anlayışlarıyla asla devrimci bir yapı olamazlar; başka bir şeye dönüşerek siyaseten sönümlenip giderler.

          2. Bay Karavaz M. Oruçoğlu’nun “partinin ikinci adamı ve yeniden inşanın baş mimarı” olduğunu iddia ediyor. Bunu nereden duymuş, hangi belge ve tanıklara dayanarak söylüyor belli değil; dayanaksız üfürüyor. Partinin “ikinci adamı” olduğunu Oruçoğlu kendisi söylüyor; ama o dönem arkadaşlarından hiçbiri bunu doğrulamıyor. Tanıklar ve belgeler de bunun tersini söylüyor. İnceleyelim

          -Oruçoğlu partinin “ikinci adamı”mı?

Kaypakkaya’nın ölümünden sonra partinin başına Aslan Kılıç geçiyor. Muzafferin buna hiç bir itirazı yok! Bu durumu Davut Kurun şöyle anlatıyor: “...İkinci örnek Aslan Kılıç idi. Örgütün şemasını, kadrolarını, adreslerini vermesine rağmen, cezaevinde hiçbir eziklik duymadan, inisiyatif koyarak içeride ve dışarıda TKP/ML’yi yönlendirmeye çalıştı. … Birçok kişinin İbrahim Kaypakkaya’yı anlamadığını düşünüyorduk. Sorguda herşeyi söylemişlerdi, yani o günkü deyimle ‘ötmüşlerdi’. Aslan Kılıç da bunlardan biri idi. Aynı zamanda bu konuda bir açıklama yapmadan inisiyatifi ele almıştı. İbrahimle birlikte DABK üyesi olan Muzaffer ile Ali’yi ikinci plana atmıştı.” (Sınırlara Sığmayan Sınırsız Anılar sf.136-141)

Mukaddes Çelik de “Aslan Kılıç içerden mektuplarla yönlendiriyordu” diyerek bu durumu doğruluyor. Kısacası Oruçoğlu’nun “ ikinci adam” olduğuna dair hiç bir emare yok. Ortalıkta ne bir tanık, ne de bir belge var. Varsa sen açıkla bay dalkavuk. Bilmem nerenden uydurarak hamaset yapmak kolay iş. Hamasetle insanlara yanlış bilgi vermek, onların kafalarını karıştırmak devrimci bir eylem değildir; bu yöntem gri alanlarda gezinenlerin işidir.

    Yine bırak ..ikinci adam olmasını tam aksine  İbo sonrası inşanın temelini oluşturacak ana savunma konusunda içeride görev bölümü yapılıyor, bazı yoldaşlar aldıkları konuları bitiriyorlar, bazılarıda gelen erken tahliyelerden dolayı yazdıkları kadarını bu bayımıza ve kankası Arslan Kılıç’a teslim ediyorlar. Bunlar bilerek ve isteyerek ana sıvunmayı hazırlayıp mahkemeye sunmuyorlar. Daha sonra utanmadan sıkılmadan “1000 sayfalık bir ana savunma hazırladık 1980 yılında Aslan Kılıç ‘ın köyünde bir kuyuda imha oldu” diye yalan söyledi.  Kimsede niye  mahkemeye,savcılığa cezaevinde savcıya veya Niğde’de yanınızdan tahliye olan veya yanınıza gelip giden parti mensuplarına verip Partiye ulaştırmadınız demiyor

       - Oruçoğlu “yeniden inşanın baş mimarı”mı ?

Bay Karavaz, bu mimarlık işini 1977’nin ortalarına kadar olan zaman açısından söylüyorsan olabilir. Ama “baş mimar” olup olmadığını ben bilmiyorum çünkü, o tarihe kadar Oruçoğlu parti tasfiyecilerinin “mimar”lığını yapıyordu. 1976 da partiyi tasfiye etmeye çalışan Koordinasyon Komitesinin dışarda üç, içerde de iki üyesi (Aslan Kılıç, M. Oruçoğlu) vardı. Bunu olayın birinci derecede tanığı Ali Taşyapan söylüyor.  “Koodinasyon Komitesi nin … beş üyesi (iki üye içerde: Arslan Kılıç, Muzaffer Oruçoglu), bölünmenin doğurduğu iki parçadan biri olan   TKP(M-L) Hareketi nin üst organını otomatikmen olusturdu. Öbür parça TKP(M-L) idi, içerdeki iki üyeye (Arslan, Muzo) dışardan yeni üyeler takviye olundu, üst organ olusturuldu.” (Ali Taşyapan Duvarın İki Yakası sf. 180)

             Görüldüğü gibi Oruçoğlu 1976 ayrılığı sırasında koordinasyon komitesinde. Bu ne demek ? 1976 da parti tasfiyeciliği yapanlardan birisi de M. Oruçoğlu’dur. Dolayısıyla 1977 ortalarına kadar, bir süre de Koordinasyon Komitesinde yer alarak parti tasfiyeciliğini temsil eden TKP/ML Hareketi (Halkın Birliği) saflarında iken, parti inşasına nasıl bir katkı yapmıştır ? Heyy “Parazit Simon”, başka bir örgütün görüşlerini savunan, Kaypakkaya’nın partisini tasfiye etmeye çalışan birisi, değil mimar TKP/ML’nin inşasında işçi bile olamaz. Üstelik Oruçoğlu o yıllarda (bence daha sonraki yıllarda da) TKP/ML Hareketinin (Halkın Birliği) görüşlerini savunduğunu inkar etmiyor. Almanyada Ali Taşyapan’a “1976 da iyi bir halka yakalamıştınız” diye övgüde bulunuyor. Aynı şeyi Mukaddes Çelik’e de söylüyor; “1976 da doğru bir halka yakaladınız ama devamını getiremediniz” Durum böyleyken ve Oruçoğlu’nun görüşleri değişmemişken  nasıl olduda TKP/ML’ye doğru yol aldı ?

              FÜ’ler 1977 yılı ortalarında Niğde cezaevine getirildiklerinde bunları ziyarete gelen M.Ç tarafından “Dışarıda yeni bir yapılanmaya gidildi siz Koordinasyon Komitesinden düşürüldünüz, bundan sonra SS yoldaşın denetiminde olacaksınız ” şeklindeki bir merkezi karar iletiliyor. Bu tarihe kadar siyaseten TKP/ML Hareketini desteklediğini, bunu kendisininde itiraf ettiğine yukarda değindik. Kısacası, Oruçoğlu siyaseten yönünün ne tarafa dönük olduğunu hiç bir yanlış anlamaya meydan vermeyecek açıklıkta ortaya koyuyor.

           Zavot’dan Vartinik’e adlı söyleşisinde İrfan Çelik’in kendisini ziyarete geldiğinden söz ederek, tartıştıklarını ve anlaşamadıklarını söylüyor. Hangi konuları tartıştıkları ve nelerde anlaşamadıkları belli değil, hiç söz etmiyor. Ayrıca İrfan benden özeleştiri istedi diyor ama neyin özeleştirisi istediğinden bahsetmiyor. Oruçoğlu’nun partimizden yana tavır koyması, Kaypakkaya’nın ideolojik-siyasi hattını savunduğu için değil, TKP/ML Hareketi tarafından tecrit edilmesinin bir sonucudur. Oruçoğlu bölünmeyi şöyle tanımlıyor: “...Bir tarafın başını teoriyi bilen, …çizgisiyle hesaplaşma içinde olan birikimli, yenilikçi, güvenilir kadrolar; diğer tarafın başını da, ilk çıkış çizgisine, yani eski teoriye ve pratiğe iman gücüyle bağlı olan şapkalı, yarı-deli Dersimli militanlar çekiyordu.”…(Tarihe Not sf.13)

 “Muzaffer Oruçoğlu anlatıyor” nehir söyleşide de “görüşlerim onlardan yana gönlüm sizden yana” gibi bir tablo var.(T.Not sf.26, dipnot)

           Görüleceği gibi, “baş mimar” (bizimle alay etmesine değinmeyeceğim) 1977 ortalarına kadar başka bir inşaatta çalışıyor. Oradan şutlanınca soluğu bizim yanımızda alıyor. Yukarıda değindiğim gibi bizim yanımızda yer alması ideolojik-siyasi hattımızı benimsemesinden değil; biz “deli” olduğumuz için, o da “dağlara meftun olduğu” için bizi “tercih” ediyor ! Böylesine hayati bir konuyu edebi bir ironiyle geçiştiriyor; bu ironunun içinde keşke birazcık siyaset olsaydı.

           Sonuç itibariyle Orçoğlu’nun 1977 ortalarına kadar “siyasi inşa”ya katkı yapmasının hiç bir maddi temeli ve koşulu yoktur. Bu tarihe kadar “mimar” “baş mimar” olması eşyanın tabiatına aykırı olduğu için mümkün değildir.

           Bu tarihten sonra görüşlerine inanmadığı “deliler”in ardından dağlara doğru yürürken “yeniden inşa” adına neler yapmış? Mesela araştırdığım kadarıyla 1. Konferans gündemi aylar öncesi kendilerine verilmesine rağmen, öğrendiğim kadarıyla Oruçoğlu konferansa tek cümle yazı göndermemiştir. Bilindiği gibi bir çok hata ve eksiğine, yanlışına rağmen, 1. Konferans, partimizin yeniden inşasının çok önemli tarihi bir toplantısı ve en önemli temel taşıdır. Bu temel inşada Oruçoğlu’nun bir avuç harcı bile yoktur. Konferanstan sonraki katkısı ise “Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi” adlı bir araştırma yazısı (Partizan dergisinde 5-6 dizi halinde yayınlandı); bir de önce Merkez Komitesini bölen, ardından partiyi bölecek olan Kasım 1979 tarihli AEP ve Mao Zedung’la ilgili 3  sayfalık bir yazı. (Bu yazının önemli bir bölümü Tarihe Not’ta var.) Bir de Afganistanla ilgili gecikmiş bir yazı yayınlandı. Fazla uzatmadan bir alıntıyla şeceresine  (“baş mimarlık” kariyerini) bir bakalım.

              …“Bir başka uyarımız da kendinizi Merkez Komitesi’nden dışlamanız ve aceleci bir şekilde yargılara varmanın doğuracağı vahim sonuçları görememenizdir. “

              “...Sizlerden bu konuda bize gelen, birisi birbuçuk sayfalık kesinlikle yol göstericilikten uzak...bir yazı ile bir de AEP’in çizgisi hakkında eleştirilerinizin kaba hatlarını ortaya koyan bir taslak yazısıdır. (...)Durum böyle olunca biz sizlerden bu şekilde ağır ithamlarla dolu olan yazınızda bu konulardaki hatalarınızı da belirtmenizi beklerdik.” (Tarihe Not. sf. 212-213)

               “(...) ‘Bu durum karşısında komünistler ne yazık ki bugüne kadar sustular’ deniliyor. Bu ne demektir ? Birincisi bu olaya tavır takınmadığımız anlamına gelir. Oysa sözü edilen yazıdan çıkarabildiğimize göre bu yazı - FÜ’lerin yazdığı yazı- Şubat başında bitirilmiş olmalıydı. Halbuki bu zaman zarfında biz Afganistan işgaline karşı şunları çıkardık:

   8 Ocak 1980 tarihli Merkez Komitesi imzalı bildiri. Yani işgalden 12 gün sonra.

Mücadele’de yazı,    

Merkezi İşçi Köylü Kurtuluşu sayı 3’de tavır     

       Bilinen sebeplerden dolayı henüz yayınlanamayan Partizan Özel Sayısı için Ocak ayının ilk haftasında yazılan yazı. 

      İkincisi: bu tavrımızın yetersiz olduğu anlamında söylenmiş olabilir. Bu da doğru değildir.               (...)

       Üçüncüsü: Bundan dışarıya karşı önderliğin eleştirildiği sonucu da çıkabilir.Bu da yanlıştır.Her şeyden önce önderliğe bu yoldaşlar da (FÜ’ler. bn) dahildir.” (Tarihe Not, sf.208)     

   Tamamı Sayın İbrahim Ünal’ın TARİHE NOT kitabinda olan   Bu alıntılardan ne çıkar: 

      Birincisi, Oruçoğlu MK fahri üyesi olmasına rağmen bu statünün avantajlarından yararlanırken kendini önderlikten ayrı tutuyor ve farklı bir örgüt gibi MK’ni dışa karşı da eleştiriyor.    

          İkincisi, üç yıllık fahri üyeliği döneminde, yukarıda sözü edilen yazılardan başka bir faaliyetinin olmadığını anlıyoruz. Onca hamasete rağmen Oruçoğlu’nun parti inşasına “katkısı” bu kadar işte. Şimdi, yazdığını beğendin mi Karavaz ? Üçbuçuk yılda Oruçoğlu’nun yaptıkları parti inşasının neresine oturur; oturup düşünmen gerekir. Ayrıca 1979 da yurtdışı bürosunun İspanya’da katıldığı bir gençlik kampında yayınladığı bildiride Mao’yu beşli logodan çıkartılması MK tarafından mahkum edilip özeleştiri alınmasına rağmen bunu bahane ederek MK içinde üç eğilimden bahsederek partiyi bölmeye götüren sürecin temellerini atan birini nasıl yeniden inşanın mimari olarak gösterebiliyorsun.

     -Oruçoğlu “poliste 55 gün direndi”mi?

      Mengene isimli romanında akla hayale gelmeyecek yöntemlerle 55 gün işkence gördüğünü anlatıyor. Devletin önemli bürokratları, generaller, yabancı uzmanlar vs. işkence seanslarını izliyor, taktikler veriyorlar. Mengene’nin bir kurgu, hayal ürünü bir roman olduğunu, kahramanının da Oruçoğlu olmadığını mevcut polis/savcılık belgeleriyle ve tanıkların ifadelerinden anlıyoruz. (roman diyorum çünkü kendiside sayın İbrahim Ekinci’ye verdiği bir röportajda “ben o zamanlar Maltepe cezaevi’nde başlayıp Niğde cezaevi’nde sürdürdüğüm Türkiye işçi sınıfının ve komprador burjuvazisinin doğuş ve gelişmesi tarihi ile Mengene romanı üzerinde yoğunlaşmıştım.” Diyor) Örneğin yakalanışı ve polise götürülüşü sırasında birlikte yakalandıkları yanındaki arkadaşlarının anlattıklarıyla Mengenede yazılanların hiçbir ilgisi olmadığını gösteriyor. Örneğin Cem Somel, polis kapıyı çaldığında herhangi bir direniş göstermedik, teslim olduk diyor. Evdeki kadın arkadaş, polis arabasında bana herhangi bir tacizde bulunulmadı, olsaydı önce ben kendim tepki gösterirdim diyor. Gözlerimiz bağlıyken Muzaffer, beni taciz ettiklerini nasıl görmüş diyede soruyor vs. Bu durum, Mengene öyküsünün bir roman, tamamının da hayal olduğunun kesin kanıtıdır.

             - Belgelere gelince;

             Oruçoğlu, 21 Nisanı 22 Nisana bağlayan gece yakalanıyor ve 12 günde 60 sayfa ayrıca 2 sayfa muhtar cezalandırılmasına ilişkin kendi el yazması ifade veriyor. Bu itirafları temelinde hazırlanan 65 sayfalık polis ifadesini 4 Mayıs 1973 günü imzalıyor. Orada bütün faaliyetlerini ayrıntılı bir şekilde anlatmış. Bu ifadenin “çözüldükten sonra yazıldığını, tarihinin ise öncesine aitmiş gibi atıldığını” iddia ediyor. Hayatın pratiğinde pek rastlanmış bir durum değil. Gerek o dönem sorgulamaları açısından gerekse 12 Eylül döneminde böyle bir uygulama iddiasında bulunana rastlamadım. Polis normalde ifade tarihlerini ileriye doğru değiştirir, Kaldıki 65 sayfalık polis ifadesi 60 sayfalık el yazması ifadesiyle bir ve aynıdır. Yalnızca evde elde edilen meteryaller eklenmiştir. Her neyse, polis sorgusunun ardından 7 Mayıs 1973 günü savcılığa çıkarılıyor. Savcılıkta, polis ifadesinde anlatılanları kast ederek “poliste de yazılı ifade verdim” diyor. Üstelik o savcıyı anlayış sahibi, iyi niyetli kişilik olarak tanımlıyor. Bana kalırsa Oruçoğlu yakalandığı gün konuşmaya başladı ve Mengene bu durumu perdelemenin bir aracı olarak yazıldı. 22 Nisan’da yakalanıp Mayıs’ın 4 ünde polis, 7 sinde savcılık ifadesi olan birisi “15 gün ismimi kabul etmedim” diyorsa bilerek insanların aklıyla dalga geçiyor demektir. Doğal olarak bu tarza ve yalanlara öfke duymamak elde değil.

             Oruçoğlu daha sonra 2-4 temmuz 1973 tarihinde savcı Yaşar Değerli’ye de ifade veriyor. 15 sayfalık ifadesinin esası/özeti şöyle:

             “.. ben daha önce Emniyet makamları tarafından sorgulandım. Başlangıçta 21 Nisan 1973 gecesi Güvenlik kuvvetlerince yakalanmanın verdiği korku ve heyecanla dilimde bir tutulma oldu. Bu yüzden örgütsel ilişkilerime dair geçmiş faaliyetleri altmış sahifeden ibaret bir metinle el yazısı ile ifade ettim. Ayrıca iki sahifelik muhtarın öldürülmesi olayına ilişkin el yazması ek ifademi yazdım ve ilgili makamlara tevdi ettim. Bununla beraber usule uygun bir ifade almak gereklerine uyularak Emniyet makamları beni yine de ayrıca sorguladılar ve olaylar dizisini bana tek tek sorarak tespit yaptılar. Ben bahsettiğim ifadelerimdeki kapsamı ve olaylar hakkındaki sözlerimi aynen kabul ediyorum. Ben Emniyette vermiş olduğum ifademde olayları tesir altında kalmaksızın ve baskıya tabi tutulmaksızın anlattım. Bir bakıma bu ifadelerim dahi gerçek düzeydeki örgütsel olgular yanında yetersiz ve noksan kalmaktadır. Bunları da size ifade edeceğim. Ben hiçbir maddi manevi tesir altında kalmaksızın örgütsel ilişkilerimi maddi olaylara dayandırarak açıkladım” dedi.

“Şayet eski ifademde birtakım noksanlıklar ve beyan etmediğim hususlar var ise bunlar bana bu konuda bir şey sorulmadığı ve örgütsel ilişkilerim konusunda somut bir hatırlatma olmadığı içindir. Dolayısıyla şimdiki ifademde elimden geldiğince bu noksan kısımları da tamamlamaya ve örgütsel ilişki zincirini hiçbir halka atlamadan ortaya koymaya çalışacağım... Ben yaptıklarımın hesabını vicdanımda muhasebe ediyorum ve elbette bunun cezasını çekeceğiz. Sorgumu gayet demokratik bir anlayışla olayları bilerek benimle kurduğunuz diyalog sonunda almış olmanız karşısında memnun oldum. Halbuki çok baskı göreceğimizi, yapmadığımız bir çok şeyi kabul ettirmek için zorlayacağınızı ve bizi zorla kabule götüren bir netice ile sorgumun sonuçlanacağını zannediyordum. Fakat yanılmışım,” dedi.

“Emniyet tarafından yapılan sorgusunun da kendi insiyatifine bağlı olarak yapıldığını söyledi. Ancak savcılık ifadesinde örgütsel faaliyetlerinin özüne ilişkin suallere ve gelişme dizinine uygun olarak ifadem alındı. Beyanlarım tamamen doğrudur genel hatları itibariyle teferruata gerek kalmaksızın olaylar anlattığım seyirde kendini göstermiştir. Bütün beyanlarımı huzurunuzda tekrar doğrularım, dedi başka bir diyeceği olmadığını beyanla birlikte tutulan işbu ifade zaptı okunarak imza altına alındı.” (2/4 Temmuz 1973 tarihli savcılık ifadesinde 1.ve 15. Sayfa)

              Bu ifadeyi, diyelim ki çözüldüm dediği tarihten sonra verdi. Burada iki sorun var, birincisi yukarda sözünü ettiğimiz tarihlerdeki polis ve savcılık ifadelerine sık sık atıfta bulunarak onları doğruluyor.  Normalde savcılıkta polis ifadesini reddetmesi gerekirdi. Bunu sıradan sempatizanlar yaparken Oruçoğlu’nun aklına gelmemesi anlaşılır bir durum değil, İşkenceyle alındı kabul etmiyorum deseydi ne olurdu? “...noksan kısımları tamamlayacağım…” diyerek savcıya yalakalık yapacağına, ‘şimdiye kadar verdiğim ifadeler doğrudur kabul ediyorum, başkaca söyleyecek sözüm yok’ diye bitirseydi ne olurdu? Kaypakkaya’nın katili Yaşar Değerli’ye övgüler dizmek zorundamıydı ? İşkencecileri ve polis teşkilatını “demokrat” göstermek ve teşekkür etmekte ne oluyor !

              Diğer yandan bu ifadeler “kısmi çözülme” olarak servis ediliyor. Sormadan geçemiyorum, tam çözülmüş olsaydı daha ne söyleyecekti ? Aslında bu ifade çözülmeden öte bir şey. Burada tam bir teslimiyet ve işbirliği var,itirafçılığın daniskası. Bu ifadelere “kısmi çözülme” dersek, gerçek anlamda kısmi çözülenlere büyük haksızlık ve saygısızlık olur.

              Sonuç olarak; Muzaffer Oruçoğlu’nu, bir zamanlar ben de partinin inşasına önemli katkılar yapacak önder kadrolardan biri olarak görüyordum. Güven ve saygı duyuyordum, Mengene’de yazdıklarına inanmıştım. Şimdi eskiden yaptığım « çıkıp gerçeği tüm çıplaklığıyla anlatırsanız küçülmez, dahada büyürsünüz.“

 Çağrıyı yeniden tekrarlayayım. Oruçoğlu, kendinle zorlu bir yüzleşme yaşa. Bağırsaklarını temizle ve gerçekleri ortaya dökerek geleneğimizden ve devrimci kamuoyundan özür dile. Bunu yaparsan sana yine saygı duyarız, yine abimiz olursun. Bu onurlu eylemi yaparsan saygınlığın ve itibarın yükselecektir. Bundan şüphen olmasın. Bu defterde böylece kapanır gider. Diğer yandan Fikret Karavaz ve Mehmet Akkaya gibi yağdanlıkların, gönüllü avukatlarının ve trollerin yazdıklarına, söylediklerine fazla itibar etme, seni küçük düşürmekten, sanatçı kariyerini bile zedelemekten başka işe yaramazlar.

    Unutma eskilerin değişiyle “İnsan beyni yalan söyledikçe utanma duygusunuda yitiriyormuş” Yeter artık bu kadar belge ve bilgiye rağmen hiç bir şey yapmamışsın gibi davranıp aklımızla daha fazla oynama. Ben kendi adıma bir özeleştiri süreci bekliyorum.

Haci Kaya

(*) “Parazit Simon” MS. 2.yüzyılda yaşamış Lukianos SAMSAT’ın “DALKAVUKNAME” adlı eserinin kahramanıdı
 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)