Eylül-Kasım 2010'da, Gürcistan'da çıkmakta olan The Georgian
Times adlı gazetede, özellikle Stalin dönemi Sovyetler Birliği tarihi üzerine
Rusça original kaynaklara dayalı bilimsel çalışmalarıyla ünlü Prof. Grover Furr
ile kapsamlı bir mülakat yayınlandı.
Dört bölüm halinde
(20 Eylül 2010, 11 Ekim 2010, 19 Ekim 2010 ve 9 Kasım 2010) yayımlanan mülakatı
Jozef Stalin'in büyük torunu Yakob Çugaşvili gerçekleştirdi.
Aşağıda bu mülakatın, The Georgian Times'ta yayımlanan
İngilizce versiyonundan tarafımdan yapılan çevirisini bulacaksınız.
Prof. Furr’un vebsitesine şu adresten erişebilirsiniz:
http://chss.montclair.edu/english/furr/
Garbis
Altınoğlu
Dr. Grover Furr: “Çok Gizli Raporlar Sızdırıldı”
The Georgian Times, 20 Eylül 2010
Yakob Çugaşvili geçenlerde ABD New Jersey’deki
Montclair Eyalet Üniversitesinde profesör olan Dr. Grover Furr ile bir
mülakat gerçekleştirdi.
G. Times: Dr. Furr, mülakata, SSCB tarihini araştırmaya
ilişkin yaklaşımınızı betimlemenizi sorarak başlamak istiyorum.
G. Furr:
Sözlerime, herşeyden önce, bütün
araştırmalarımda objektif olmaya çalıştığımı söyleyerek başlamak isterim. Ben, elde bulunan en geçerli kanıtlara ve en doğru
yorumlara dayanarak hakikatı ortaya çıkarmak için elimden gelen çabayı
harcarım.
İyi öğretmenlerim vardı; onlar, bir ortaçağ tarihi uzmanı
olan bana objektif olmayı öğrettiler. Biz, fiziksel bilimler alanındaki
öğrenciler gibi, konuya ilişkin tüm kanıtları toplamayı ve tümdengelim ve
vargılarımızı bu kanıtlara dayandırmayı öğrendik. Ben, kendi yerleşik
düşüncelerimi doğrulamaya çalışmak ya da akademik ya da siyasal bakımdan
“revaçta olanı” yinelemek yerine kendi önyargılarımı sorgulamanın ve neyin
doğru ve neyin yanlış olduğuna kanıtları esas alarak karar vermenin ne denli
önemli olduğunu öğrendim.
Benim ABD’nde lisansüstü eğitim gördüğüm dönemde Vietnam
Savaşı tüm hızıyla sürüyordu. Yavaş yavaş, komünist hareket hakkında bana
öğretilenlerin objektif olmadığını, doğru olmadığını öğrenmeye başladım. Bu
anlatılanlar, araştırma kılığına bürünmüş anti-komünist propagandadan başka bir
şey değildi. Kanıtlar ya çarpıtılmış ya da büyük ölçüde görmezden gelinmişti.
Soğuk Savaş sırasında; komünizm, Sovyetler Birliği ve Stalin
üzerine yapılan araştırmalar aşırı derecede önyargılıydı ve objektiflikten
tümüyle yoksundu. Soğuk Savaş çoktan bitmiş olmasına rağmen durum hala aynıdır.
Veriler, tüm “ana akım” ve “saygıdeğer” bilim
insanlarının bu konular hakkında yazdıklarının
hemen hemen
tümünün bilim kılığına bürünmüş anti-komünist propaganda olduğunu
kanıtlamaktadır.
Antistalinskaia
podlost’/ Anti-Stalinist Alçaklık (Moskova: Algoritm, 2007) adlı ilk kitabımda,
Stalin ile onun sağ kolu sayılan Gürcü
komünist Lavrenti Beria hakkındaki sözümona “açığa çıkarmaların” tümünün yanlış
olduğunu kanıtlayabildim. Konuya ilişkin tüm kanıtları ya kitabımda ya da
internette vebsayfası adreslerini vererek yeniden sundum.
Bugün aynı çabayı sürdürüyorum; yani en geçerli kanıtlara
dayanarak hakikatı keşfetmeye ve bunu neyin “kabul edilebilir” ya da “siyasal
bakımdan doğru” olduğuna bakmaksızın yapmaya çalışıyorum. Bu hoş, hatta
eğlenceli bir çaba. Ve inanılmaz sonuçlar veriyor.
G. Times: Aralarında bir çok Gürcü’nün de bulunduğu çok
sayıda akademik ve siyasal kişi, 23 Ağustos 1939’da Molotov-Ribbentrop Paktı’nı
imzalamak suretiyle SSCB’nin, Hitler Almanyası’yla birlikte Polonya’yı işgal
etmeyi kabul ettiğini ileri sürüyor ve dolayısıyla SSCB’ni saldırgan
sayıyorlar.
Bu
böyle mi?
G.
Furr: Hayır.
1939’da dünyada hiçbir ülke SSCB’ni saldırgan saymadı.
Bağlaşıkların hepsi ve (BM’in önceli olan ve Türkçe literatürde daha çok
Cemiyet-i Akvam olarak anılan- G. A.) Uluslar Ligası, Sovyetler Birliği’nin
sınırlarını savunmakta olduğu ve Almanya-Polonya savaşı sırasında tarafsız
kaldığı yolundaki savını kabul ettiler. Polonya’yı ve Polonya halkını yüzüstü
bırakanlar, bu ülkenin siyasal ve askeri liderleriydi.
Sovyet hükümetinin tutumu, Polonya devletinin çöktüğü
yönündeydi. Ancak, bu özgül tutum reddedilse bile Sovyetlerin hukuksal konumu
gene de sağlamdı. 1958’de, yani Soğuk Savaşın en hararetli döneminde, SSCB’ne
sempati duymayan, ama -bugün olduğu gibi o zaman da ender rastlanan- objektif
bir bilim insanı olan George Ginsberg adlı bir Amerikan Uluslararası Hukuk
uzmanı, Sovyetlerin eylemlerinin uluslararası hukuka aykırı olmadığını
belirledi.
(American
Journal of International Law/ Amerikan Hukuk Dergisi, Ocak 1958).
SSCB’nin Polonya’ya askeri birlik göndermeye hakkı
olmadığını ileri sürenler, edimsel olarak Sovyetler’in Alman ordusunun ta
1939-öncesi sınırlara kadar ilerlemesine izin vermesi gerektiğini söylemiş
olmaktadırlar. Ne dünyada herhangi bir devlet böyle davranırdı, ne de
uluslararası hukuk bunu gerektirirdi.
Yineliyorum:
Sovyetler Birliği Polonya’ya karşı saldırgan bir tutum
almamıştır. İlgili okurların 2009 tarihli ve http://www.tinyurl.com/furr-mlg09
adresinde bulabilecekleri “Did the Soviet Union Invade Poland in September
1939”/ “Sovyetler Birliği Eylül 1939’da Polonya’yı İşgal Etti mi?” başlıklı
yazıma bakmalarını öneririm.
G. Times: Peki ya Moskova Duruşmaları? Hemen hemen tüm bilim
insanları Stalin’in Moskova Duruşmalarında ve “Tuhaçevski Olayı”nda masum
sanıklara karşı uydurma suçlamalar getirdiğine inanıyorlar.
G.
Furr:
Elde bulunan kanıtların hepsi de bunun tam tersini, yani
sanıkların en azından itiraf ettikleri suçları işlediklerini gösteriyor.
“Kanıtların büyük çoğunluğu” değil, TÜMÜ sanıkların suçlu olduklarını
gösteriyor.
Aralarında Trotskist araştırmacıların da bulunduğu “anaakım”
bilim insanları, sanıkların masum olduğu varsayımından yola çıkıyorlar. Bunun
nedeni onların, siyasal önyargılarını araştırmalarına zorla dayatmalarıdır.
Onlar bu vargılarını kanıtlara dayandırmıyorlar.
Rus yetkilileri,
Moskova Duruşmaları sanıklarının soruşturma raporlarını hala “çok gizli”
konumunda tutuyorlar. Fakat zaman içinde hayli bilgi sızdı. Mart 1938 Moskova
Duruşmasının baş sanığı Nikolay Buharin hakkında ve yüksek rütbeli askeri
komutanların “Tuhaçevski Olayı” diye bilinen davası hakkında sanıkların
gerçekten de suçlu olduklarını gösteren yeterinden de fazla kanıt var.
Moskova’da oturan meslekdaşım Vladimir L. Bobrov ile ben
önümüzdeki yıl içinde, Gorbaçov dönemi Sovyet yetkililerinin, Buharin’i “masum”
ilan eden Şubat 1988 tarihli “rehabilitasyon” raporunun kasıtlı olarak
çarpıtılmış olduğunu gösteren bir kitap yayımlayacağız. Bu raporun kendisinin o
zaman gizli olduğunu söylediği, ama şimdi erişilebilir hale gelen kanıtların ta
kendisi, Buharin’in suçlu olduğunu ve Sovyet yetkililerinin bunu bilmelerine
rağmen durumu örtbas ettiklerini göstermektedir.
Bu
arada okuyucularınıza, 2007’de Rus bilimsel dergisi Klio’da (St. Petersburg)
yayımlanan (Rusça- G. A.) makalemize (http://tinyurl.com/bukharin) bakmalarını
öneriyorum.
Leon Trotski Moskova
Duruşmalarının üçünde de, yokluğunda yargılanan sanık konumundaydı.
O, ‘terör’le –Stalin’i ve diğer Sovyet liderlerini öldürtmek
için komplo kurmak- ve SSCB’nde iktidarı ele geçirmek için Nazi Almanyası ve
militarist Japonya’yla işbirliği yapmakla suçlanmıştı.
Ben Nisan 2010’da,
“Evidence
of Leon Trotsky’s Collaboration with Germany and Japan”/ “Leon Trotski’nin
Almanya ve Japonya ile İşbirliğinin Kanıtları” başlıklı yazımı yayınladım.
(http://clogic.eserver.org/2009/Furr.pdf) Ele geçen kanıtlardan çıkarılabilecek
bir tek sonuç var:
(((Trotski suçluydu.)))
G. Times: Peki, ya Aralık 1934’te Leningrad Parti lideri
Sergey Kirov’un öldürülmesi?
Herhalde bu eylemi Stalin’in kendisinin planladığından ya da
tek başına hareket eden çıldırmış bir silahlı kişinin eylemini siyasal
düşmanlarından kurtulmak için sinik bir biçimde kullandığından kuşku duyulamaz?
G. Furr: Hruşçov, Stalin’in Kirov’u öldürttüğünü
“kanıtlamak” istedi. Kendisine bağlı sahtekar araştırmacılar bunu başaramayınca
“tek başına hareket eden silahlı kişi” teorisini uydurdular ve Stalin’in
Kirov’un öldürülmesini, sinik bir biçimde siyasal düşmanlarına “çamur atmak”
–onları haksız yere suçlamak- ve infaz etmek için “kullandığını” ileri
sürdüler.
Bu bütünüyle yanlış.
Elimizde bulunan kanıtlar sadece ve sadece, Kirov’un
gerçekten de, mensuplarının duruşmada ve –şimdi bir bölümüne ulaşabildiğimiz-
gizli önduruşma soruşturmalarında itiraf ettikleri gibi yeraltı muhalefeti
tarafından öldürüldüğü hipoteziyle bağdaşmaktadır.
G. Times: 1937-38’in “Büyük
Terör”ünde hemen hemen 700,000 kişi infaz edildi. Bunların hepsi de bir “suç”
işlemiş miydi? Eğer değillerse, böylesi bir kıyım nasıl açıklanabilir?
G.
Furr:
2005’te “Stalin and the Struggle for Democratic Reform”/ “Stalin ve
Demokratik Reform Savaşımı” (http://clogic.eserver.org/2005/furr.html ve
http://eserver.org/clogic/2005/furr2.html) başlıklı ve iki bölümden oluşan
denememi yayımladım.
O günden bu yana, (bazan Robert Conquest’in, hiç de dürüst
olmayan ama etkili kitabının adına izafeten “Büyük Terör” olarak anılan)
“Yejovşina” hakkında çok daha fazla kanıta ulaşmış bulunuyoruz.
Şimdi okurlarınıza, kanıtlara ulaşabilecekleri linklerle
(http://tinyurl.com/ezhovshchina) bu vargıların İngilizce
özetine
(“The Moscow Trials and the ‘Great Terror’ of 1937-1938:
What the Evidence Shows”/ “Moskova Yargılamaları ve 1937-1938’in ‘Büyük
Terör’ü:
Kanıtlar Neyi
Gösteriyor?”) bakmalarını önerebilirim.
Yeni elde edilen kanıtlar, NKVD’nin 1936’dan 1938’in
sonlarına kadar şefi olan Nikolay Yejov’un Almanlarla da kumpas kurduğunu
doğrulamaktadır. Sağ(cı)lar ve Trotskistlerin yaptığı gibi Yejov ve onun NKVD
içindeki üst düzey adamları Almanya’nın, Japonya’nın ya da bir başka büyük
kapitalist ülkenin işgaline bel bağlamışlardı.
Onlar, kurşuna dizilmelerini sağlamak için işkence
yaptıkları çok sayıda masum kişiyi, idamı gerektirecek suçlar itiraf etmeye
zorladılar. Ve daha pek çok insanı da çarpıtılmış gerekçelerle ya da herhangi
bir gerekçe olmaksızın infaz ettiler.
Yejov, çok sayıda masum insanın kitlesel olarak öldürülmesinin
Sovyet halkının geniş bir bölümünün hükümete karşı tutum almaya itmesini
umuyordu. Bu, bir Alman ya da Japon saldırısı sırasında Sovyet hükümetine karşı
iç isyanların gerçekleşmesi için bir zemin oluşturacaktı.
Yejov bu ve benzer
konularda Stalin’e, Parti ve hükümet liderlerine yalan söyledi.
1937-38’de hemen hemen 680,000 kişinin bu korkunç kitlesel
kıyımı, Yejov ve onun üst düzey adamlarının, Sovyet halkı arasında hoşnutsuzluk
tohumları ekmek için gerçekleştirdikleri esas itibariyle haksız infazlardan
oluşuyordu.
G. Times: Son
soru:
Sevelim ya da
sevmeyelim, Jozef Stalin tarihte gelmiş geçmiş en büyük Gürcü. Stalin’e ilişkin
değerlendirmenizi kısaca söyler misiniz?
G.
Furr:
Stalin’i, kendisinin de kabul ettiği standartla
yargılamamızı öneriyorum. Stalin, Lenin’in öğrencisi olmaya çalıştı. O,
sosyalizmi inşa etmek ve ardından sömürünün olmadığı, emekçi halk tarafından
yönetilen ve onlara hizmet eden bir komünist toplum kurmak için uğraştı. Peki,
ne ölçüde başarılı oldu O?
Benim görüşüme göre Stalin, Lenin’in sadık bir öğrencisiydi.
O, ilkeli bir insandı; çok zeki ve son derece çalışkan biriydi. Stalin,
Bolşeviklerin niteliklerinin en iyileriyle donanmıştı. Ancak, Stalin ve onunla
birlikte savaşan ve çalışan insanlar, uğruna bu denli uğraş verdikleri komünist
toplumu kurmayı başaramadılar.
Bence, Lenin’in yaşamış ya da SSCB’nin başında Trotski,
Zinovyev ya da başka birisinin olmuş olması halinde sonuç pek de farklı
olmazdı. Başarısızlığın nedeni, Stalin’in, Bolşeviklerin ve Sovyet emekçi
halkının yeterince çaba harcamamış olmaları değildi. Kusur, onların sosyalizmi
inşa etmeye ve ardından komünizm yolunda ilerlemeye ilişkin anlayışlarındaydı.
Bu kuşağa ya da gelecekteki kuşaklara düşen görev, Stalin de içinde olmak üzere
Bolşeviklerin başarılarından ve başarısızlıklarından öğrenmek ve onların
ulaşmak için bu denli kahramanca uğraştıkları amaçlar doğrultusunda daha da
ileri gitmektir.
“Antistalinizm”-
Mit mi yoksa Gerçeklik mi?
The Georgian
Times, 11 Ekim 2010
The
Georgian Times, ABD’nin New Jersey eyaletindeki Montclair Eyalet
Üniversitesi’nde profesör olan Dr. Grover Furr ile yaptığı özel mülakatı
yayımlamayı sürdürüyor.
“Antistalinizm”i tartışmak için önce “Stalinizm”i
tartışmamız gerekir. “Leninizm” teriminin kullanıma girmesi, “Stalinizm”
sözcüğünün kullanılmasını kaçınılmaz kıldı. Stalin, “Trotskizm” terimini 19
Kasım 1924 gibi erken bir tarihte kullandı.
“Stalinizm” sözcüğünün kullanımı da aşağı yukarı bu döneme
dayanır. “Stalinizm” sözcüğünün Trotski tarafından icat edildiği sanılıyor. O
bu terimi, 28 Haziran 1917’de G. Evdokimov ile birlikte yaptığı ortak
açıklamada kullandı.
İlk başlarda “Stalinizm” sadece, Stalin’in liderliğiyle
bağlantılı politikalar anlamına geliyordu. Sabık Alman komünisti Arthur
Rosenberg Temmuz 1927’de bu terimi, dünya devriminin eli kulağında olmadığının
kabulü anlamında kullanmıştı. Trotski “Stalinizm”i, Stalin’in politikalarının
“Leninizm”le karşıtlık içinde olduğunu göstermek amacıyla kullandı; ve Stalin
de “Trotskizm”i aynı amaçla kullandı.
Fakat zamanla “Stalinizm” terimi, gerçeklerden tamamen kopuk
bir anlam kazandı. İşte bazı “Stalinizm” tanımları:
“Stalinizm”- 1930-50’ler arası dönemde SSCB’nde meydana
gelen ve J. V. Stalin’in yaptıklarıyla –toplumsal yaşamın her yanının denetimi
anlamında kişisel iktidar rejimi, kitlesel baskı vb.- bağlantılı olaylar” –
Kuznetsov’un Açıklamalı Rus Dili Sözlüğü.
Dmitriy Pospiyelovski, “Restalinizasyon ya da
Destalinizasyon” adlı kitabında şöyle diyor: “Stalinizmin formel bir tanımı
şöyle yapılabilir: tek bir diktatörün keyfi bir biçimde ve herhangi bir parti
organı tarafından denetlenmeksizin yönettiği, Marksist-Leninist dogmanın
biricik yorumcusu olduğu ve etrafının kendi kişiliğine tapınmayla çevrili
olduğu tek kişi diktatörlüğü.”
(Russian
Review 27, No. 3 (Temmuz 1968), s. 307-320, s. 309)
Stalinizm tanımlarının büyük çoğunluğu bu iki tanımda olduğu
gibidir.
Bu tanımların en önemli yanı, ayrıntılarına varana değin
yanlış olmalarıdır. Stalin tanım gereği hiçbir zaman “diktatör” olmamıştı.
Parti liderleri onun görüşlerini kabul etmeyebiliyor ve (zaman zaman- G. A.) da
kabul etmiyorlardı. SSCB’nde hiçbir zaman “toplumsal yaşamın her yanının sıkı
sıkıya denetimi” sözkonusu değildi.
Bir dizi teorisyen ve zamanın Sovyet liderliğinin çoğunluğu,
onun Marksizm-Leninizm yorumuna katılmıyordu.
Stalin
kişisel olarak “tapınma”ya karşı çıktı ve onu “zararlı” olarak niteledi. O,
diğer liderler öyle davranmasını dayattıkları için buna katlandı. Hatta
Malenkov, Stalin’in ölümünden kısa bir süre sonra bunu itiraf etti.
“Anti-stalinizm”, Stalin dönemi SSCB’nin tarihinin
çarpıtılması anlamına gelmektedir. Bu, yukardaki türden ve daha pek çok
tarihsel uydurmalara, yalanlara dayanır. Bu tarihsel uydurmaların serpilmesinin
nedeni, onların anti-komünizmin çıkarlarına hizmet etmeleridir.
“Anti-stalinizm”,
anti-komünizmin bir biçimidir. Benim görüşüme göre, “anti-Stalinist”
uydurmaların üç ana kaynağı ya da “akımı” var:
Leon Trotski,
Nikita Hruşçov
ve
Mihail Gorbaçov.
“Anti-stalinist” uydurmaların ilk kaynakları arasında Leon
Trotski en önemlisidir.
Kendi etkinliklerine,
Stalin’e ve kendi dönemindeki Sovyetler Birliği’ne ilişkin korkunç yalanları;
onu her renkten anti-komünistler arasında son derece popüler hale getirdi.
Uydurmalarını “sol” bir kılığa büründürdüğü için bazı dürüst insanları da kendi
örgütlerine çekebildi. Kapitalistler de ona, kendi uydurmalarını yaymakta
yardımcı oldular.
Dürüst eleştiri, her alanda son derece yararlıdır. Lenin’in
zamanında çok miktarda dürüst eleştiri ve görüş ayrılığı vardı. Trotski’nin
–sosyalizmin tek bir azgelişmiş ülkede, yani SSCB’nde zafere ulaşamayacağı
yolundaki- görüşünü, içlerinde Lenin’in de olduğu başka bir çok kişi kısmen
paylaşıyordu. Trotski’nin (ve diğerlerinin) bu ve benzer eleştirileri
tartışılmayı hak ediyordu.
Trotski’nin komünist hareket içinde olumsuz ve yıkıcı bir
rol oynamış olmasının nedeni onun, sosyalizmin inşasının yolu konusunda
Stalin’le anlaşamamış olması değil, devasa ölçekte bir çarpıtıcı olmasıydı.
Trotski, dürüst olmadığı için zararlı ve gerici bir rol oynadı.
Trotski kendi çıkarlarının ve siyasal iktidarin peşindeydi.
O, kollektif tarzda çalışma yetisinden yoksun bir bireyciler şahıydı. Önerileri
1920’lerdeki tartışmalarda yenilgiye uğradığında asla çoğunluğa boyun eğememiş
ve Parti çizgisini izlemeyi kabul edememişti o. Tersine o, gizlice ve dürüst
olmayan bir biçimde çeşitli entrikalara girişti. Böyle davrandığı için sürgüne
gönderildiğinde Trotski’nin uydurmaları ve yalanları giderek daha da rezil bir
nitelik kazanmaya başladı. O günden bu yana tüm anti-komünist propagandacılar
ve “bilginler” büyük ölçüde Trotski’nin Stalin’e ve SSCB’ne ilişkin
uydurmalarından yararlanmışlardır.
“Anti-Stalinizm”in ikinci büyük kaynağı Nikita Hruşçov’du.
Hruşçov, Stalin ve Sovyet tarihi hakkında gerçekten de devasa ölçekte yalanlar
imal etmeye koyuldu. Bunların bir bölümünü Anti-Stalinist Alçaklık
(=Antistalinskaia podlost’) adlı kitabımda yazdım. Hruşçov’un yalanları ve onun
yazdırdığı yalanlar üzerine bir dizi denemem daha çok geçmeden yayınlanacak.
Anti-Stalin yalanların üç ana “ırmağı”ndan ikisi, Trotski
ile Hruşçov’dur. Aleksandr Orlov gibi diğerleri hem kendileri yalanlar
uydurmuş, hem de bu ikisinden kopya çekmişlerdir.
“Anti-Stalinizm”in üçüncü büyük kaynağı, Gorbaçov döneminde
ve onun rejimi tarafından uydurulan ve yayılan uydurmalardır. Gorbaçov dönemi
“tarihçileri”, Trotski’den ve özellikle Hruşçov’dan yararlandılar ve bunlara
kendi çarpıtmalarını eklediler. Gorbaçov dönemi çarpıtmaları Yeltsin döneminde
sürdürüldü ve bugün de sürüyor. Moskovalı meslekdaşım Vladimir L. Bobrov ve ben
çok yakında Yauza tarafından yayımlanacak olan “1937 god. Pravosudie Stalina”
adlı kitabımızda, bu Gorbaçov dönemi çarpıtmalarının bir bölümünü daha
irdeliyoruz.
G. Times: Hruşçov’un, Şubat 1956’daki 20. Parti Kongresi’nde
yaptığı konuşma, Sovyet halkının birbirini izleyen üç kuşağının zihinlerini
güçlü bir biçimde etkiledi. Bu konuşma, SSCB’ni değişikliğe uğrattı ve komünist
hareketi dünya ölçeğinde baltaladı. Siz, Hruşçov’un konuşmasında yer alan 61
yalanı sergilediniz. Hruşçov’un en ölçüsüz yalanlarından bir kaçına kısaca
değinebilir misiniz?
G.
Furr:
Aslına bakılırsa, Hruşçov’un Stalin’e ve Lavrenti Beria’ya
yönelik “açığa vurma” ve suçlamalarının tek tek hepsi yanlıştır. Bir kaç örnek:
“Kişiye tapınma”. Stalin buna karşı çıkıyordu; fakat Hruşçov bu iğrenç
“tapınma”yı ateşli bir biçimde teşvik ediyordu. Hruşçov Stalin’in, “kendisine
muhalefet eden liderleri ahlaksal ve fiziksel olarak yokettiğini” ileri
sürüyordu. Aslına bakılırsa, böyle bir şey hiç, tek bir kez bile olmadı.
Hruşçov, bu konuşma sırasında alıntıladığı bütün belgeleri kasıtlı olarak
çarpıttı: Pavel Postişev’in Şubat 1937 Merkez Komitesi plenumundaki sözleri;
sözümona Ocak 1939 tarihli “işkence telgrafı”; Robert Eikhe’nin mektubu buna
örnektir.
Bu yalanlar arasında en rezilce olanı hangisiydi? Büyük
olasılıkla Hruşçov’un göndermede bulunduğu sahte “rehabilitasyon raporları!”
Bunların bir çoğu 2000 yılında yayımlandı. Hepsi de düzmece. Bu raporların
hiçbiri, “rehabilite edilen” kişilerin masum olduğunu kanıtlamıyor. Bunların
bir bölümünü kitabımda ele alıyorum.
Bu konuşmadan sonra Hruşçov ve ona bağlı olarak çalışanlar
yalan söylemeye –örneğin Moskova Duruşmaları ve Tuhaçevski Olayı sanıkları
hakkında- devam ettiler. Onlar, 1961’deki 22. Parti Kongresi’nde yalan
söylemeye devam ettiler. Hruşçov’un adamlarının sağladığı sahte verilere
dayandıklarından, Hruşçov dönemi kitaplarında yayımlanan “açığa vurmalar”ın da
hemen hemen hepsi yalandır. Bunun böyle olmasının çok önemli sonuçları
olacaktır.
Sovyet tarihinin, Gorbaçov döneminden bu yanaki günümüzdeki
çarpıtıcıları, hala Stalin dönemine ilişkin Hruşçov dönemi uydurmalarını esas
alıyorlar. Onlar, buna ek olarak yeni çarpıtmalar da uyduruyorlar.
SSCB’ndeki Kollektivizasyon Çok Sayıda Avrupalı’nın Yaşamını
Kurtardı
The Georgian Times, 19 Ekim 2010
Ben, uzun süredir kollektivizasyon ve kıtlık (Golodomor)
konularına ilgi duymaktayım.
Ben yıllardır, Sovyetler’deki kıtlıklar konusunda dünyanın
en iyi araştırmacısı olan West Virginia Üniversitesi profesörü Dr. Mark Tauger
ile iletişim halindeyim. Ne anti-komünist ve ne de pro-Stalin ya da
pro-komünist olan Tauger, diğer araştırmacılardan farklı olarak tümüyle
objektif bir araştırmacıdır. O sadece gerçeği keşfetmeye çalışmaktadır.
Tauger’e göre Rusya tarihinde, yaklaşık her iki ya da üç
yılda bir olmak üzere yüzlerce kıtlık yaşanmıştır. 1920-21’de, 1924’de, 1927’de
ve 1928’de de ciddi kıtlıklar yaşandı.
G.
Times:
Neden bazı tarihçiler kollektivizasyonun ve sınaileşmenin
Stalin’in ve Bolşeviklerin en büyük hataları olduğunu düşünüyorlar?
G.
Furr:
Tauger 2001’de, 1928 kıtlığı üzerine, “Tahıl krizi mi yoksa
kıtlık mı?” başlıklı bir makale yayımladı. 1920-21 yıllarının “Volga kıtlığı”nı
kısmen, yaşanan acıları gözler önüne seren dehşet verici fotoğraflar çekmiş
olan Nansen yardım komisyonundan ötürü iyi biliyoruz. Ancak, 1924 ve 1927-28
kıtlıkları büyük ölçüde görmezden gelindi. Görmezden gelmedikleri durumlarda
anti-komünist araştırmacılar bunların “kıtlık” olduğunu reddediyor ve onları
“bölgesel ve yerel sorunlar” olarak adlandırıyorlar.
Onlar, Rusya’da büyük ya da küçük boyutlarda kıtlıkların çok
sık meydana geldiği olgusunu gizlemek için böyle davranıyorlar. Anti-komünist
yazarlar insanları, böylesi kıtlıkların kollektivizasyona kadar olan dönemde
seyrek olduğuna inandırmaya çalışırlar. Fakat aslında, kıtlıklar yaygındı ve
kollektivizasyon esas itibariyle, durmadan yinelenen bu sorunu çözme
girişimiydi.
Churchill, İkinci Dünya Savaşı dönemi anılarını anlattığı
Hinge of Fate adlı kitabında yer alan ünlü bir pasajda Stalin’in ellerini
havaya kaldırarak şu sözleri söylediğini aktarır:
“On milyon. Korkunç bir şeydi. Dört yıl sürdü. Periyodik
kıtlıklardan sakınmak için toprağı traktörlerle sürebilmek mutlak bir
gereklilikti.”
Churchill bu ciltleri yıllarca sonra yazdı ve o sıralar
belleği büyük olasılıkla kusursuz olmaktan uzaktı. Fakat hiç kimse Churchill’in
“periyodik kıtlıklardan sakınma”ya ilişkin bu pasajı uydurduğunu ileri sürmedi.
Gerçekten de, bu (Churchill’in kıtlıklar hakkında söyledikleri- G. A.)
doğruydu.
Tauger halihazırda, daha eski tarihlerde meydana gelen
kıtlıklar üzerinde çalışıyor.
Dolayısıyla, sınaileşmeyi finanse etmek için gerçekten de
zorunlu olmakla birlikte, kollektivizasyona sadece bu amaçla girişilmemişti. O,
çok sayıda insanın yaşamını yitirmesine yol açan periyodik kıtlıklara son
vermek için de zorunluydu.
Ve 1932-33 kıtlığı, temel nedeni savaşın yol açtığı devasa
yıkım olan 1946-47 savaş sonrası kıtlığı sayılmazsa, son kıtlık oldu. 1932-33
kıtlığı tartışmalarında bu olgu hep gözlerden saklanır.
Kollektivizasyon tabii ki ölümlere yol açtı! Bunu hiç kimse
yadsımadığı gibi ben de yadsımıyorum.
Kollektivizasyona gitmemek de ölümlere yol açacaktı.
Statüko, kıtlıklar nedeniyle ölümlere yol açıyordu…
Yeni
Ekonomik Politikayı (=NEP) sürdürmek de kıtlık kaynaklı ölümlere yol açacaktı.
Demek ki, eldeki bütün seçenekler ölümlere yol açacaktı. Bu
konuya iki tarzda yaklaşılabilir: Birincisi-kimler ölecekti? Ve ikincisi ne
kadar insan ölecekti?
Kollektivizasyon,
köylere egemen olan zengin köylüleri (“kulak”) hedef alıyordu. Statüko
esas dikkati, en yoksulların çektiği acı üzerine yoğunlaştırıyor. Statüko,
yoksullara karşı zenginleri gözetiyordu. Kollektivizasyon, zenginlere karşı
yoksulları gözetti. Aslına bakılırsa, yiyecek maddelerini satın alıp daha sonra
fiyatları yükseltebildikleri için zenginler kıtlıklar sırasında daha da
zenginleşiyorlardı.
Kollektivizasyon olmasaydı kaç kişi ölürdü? Burada bir sürü
olasılık var. İşte bir tanesi. Savaş – Bolşevikler, Avrupa devletlerinin içinde
yer aldığı ve belki Japonya’nın da katılacağı şu ya da bu bağlaşmanın er ya da
geç SSCB’ni işgal edeceğini düşünüyorlardı. Bu aynen gerçekleşti.
Kollektivizasyon sayesinde sınaileşme sağlandı. Sınaileşme
olmaksızın SSCB modern bir ordu kuramazdı.
Beklentilere
uygun olarak, tümüyle masum 28 milyon Sovyet yurttaşını öldüren Naziler
neredeyse SSCB’ni ele geçireceklerdi.
G. Times: Modernleştirilmiş
bir Kızıl Ordu olmuş olmasa ve Naziler SSCB’ni ele geçirmiş olsaydı?
G.
Furr:
Eğer Naziler SSCB’ni
ele geçirmiş olsalardı, çok daha fazla sayıda Sovyet yurttaşı öldürülecekti.
Hitler’in planı böyleydi. İki cephede birden savaşma kaygısı olmayan ve
SSCB’nin bütün kaynaklarıni elinin altında bulunduran bir Hitler, Bağlaşıklar
açısından çok daha tehlikeli bir düşman olurdu. Almanlar ve –aralarında Ukrayna
milliyetçilerinin ve 14. Waffen-SS Tümeni olarak da bilinen Ukrayna Asi
Ordusu’nun da bulunduğu- bağlaşıkları yüzbinlerce, belki de milyonlarca daha
fazla Bağlaşık askeri ve yurttaşını öldürebilirlerdi.
Hitler’in Britanya adalarını işgale ilişkin ciddi planları
vardı. O bunu yapabilirdi! Ne kadar çok Birleşik Krallık yurttaşı yaşamını
yitirirdi? Pek çok insan!
Japonlar Uzakdoğu’da Bağlaşıklara karşı çok daha güçlü hale
gelmiş olurlardı. Onlar, Nazilerden insan ve materyel desteği ve işgal edilmiş
olan SSCB’nden Sahalin (adası- G. A.) petrolünü alabilirlerdi. Bu durumda
onlar, çok daha fazla İngiliz, Fransız, Hollandalı, Çinli, Vietnamlı ve
Amerikalı öldürürlerdi.
Ve Yahudileri de unutmayalım. Daha işin başında Britanya ve
Fransa ordularının işini bitirmiş olan Hitler, ellerini kollarını sallayarak
dolaştığı Avrupa’da daha da fazlasını yapardı.
G. Times: Böyle bir durumda Hitler’in, öldürmüş olduğundan
daha da fazla Yahudi öldürebileceğini düşünüyor musunuz?
G. Furr: Bence bu tartışma götürmez. Tabii ki o, çoğu Slav
olmak üzere çok büyük sayıda “Untermenschen” (=alt-insan) ile birlikte daha da
fazla Yahudi öldürürdü!
Bu bakımdan, son derece haklı olarak, SSCB’ndeki
kollektivizasyonun sadece çok büyük sayıda Sovyet yurttaşının yaşamını
kurtardığını söylemekle yetinemeyiz. Kollektivizasyon çok büyük sayıda
Avrupalı, Çinli ve Amerikalıların, hatta Japon ve Almanların yaşamlarını da
kurtardı. Savaşın daha fazla uzaması halinde, Eksen ülkelerinde de daha fazla
asker ve yurttaş yaşamını yitirecekti.
Bu, yol açtığı iyi şeyler ve engellediği kötü şeyler hesaba
katıldığında, eşlik ettiği sorunlar ve ölümlere rağmen kollektivizasyonun 20.
yüzyılın en büyük zaferlerinden biri olduğu anlamına gelir.
Kollektivizasyonun tek alternatifi, Çarların yapmış olduğu
gibi her 2-3 yılda bir kıtlıkların meydana gelmesine süresiz olarak katlanmak
ve sınaileşmeden bütünüyle değilse de onlarca yıl süreyle vazgeçmekti.
(Nazilere kalsaydı, onlar bütün Slavları eğitimden yoksun serflere
dönüştüreceklerdi.)
Çok hızlı (“yoğunlaştırılmış”) sınaileşme olmaksızın Kızıl
Ordu Nazi işgaline karşı savaşmaya hazır olamazdı.
Bolşeviklerin kollektivizasyon ve sınaileşme deneyimlerine
göz atmak bizlere çok şey öğretir. Çin Komünistleri, Vietnam Komünistleri vb
bunu kesinlikle yaptılar! Onlar Sovyet örneğini kölece taklit etmemede
kararlıydılar ve etmediler de.
Fakat Bolşevikler –ya da isterseniz “Stalin”- bir ilktiler. Onlar, edinilmiş
deneyimin verdiği avantajdan yoksundular. Onların, hatalı olduğu daha sonra
ortaya çıkan bir çok karar almaları son derece doğaldı. Bu öncülerin değişmez
yazgısıdır.
Kollektivizasyon sırasında Bolşevikler tonlarca hata yaptılar. Ama, bu işe hiç
kalkışmamak ölçülemeyecek ölçüde daha büyük bir hata olurdu!
Ve sorun tam da bu. Bu hususlara değinmek rağbet görmüyor ve “siyasal bakımdan
uygunsuz” sayılıyor. Doğu’da ve Batı’da, özellikle seçkinler arasında egemen
olan anti-komünist ve özellikle anti-Stalinist ortodoksluk, bu düşüncelerin
yayımlanmasını hemen hemen olanaksız hale getiriyor. Bu bir olgu, bu gerçeğin
ta kendisi- ama “onu söyleyemezsiniz.”
Stalin ve O’nun döneminin Bolşeviklerini “mazur göstermeye” çalışmıyorum. Onlar
ellerinden geleni yaptılar.
Sahip oldukları bilgiler ve SSCB’nde 1928’deki durum
gözönüne alındığında onların, çok hızlı kollektivizasyon ve sınaileşme dışında
bir seçenekleri yoktu.
Şimdiye kadar hiç bir tarihçi ya da iktisatçı Bolşeviklerin 1929’da
benimseyebilecekleri geçerli bir alternatif plan önerememiştir. Tek bir kişi
bile çıkmamıştır bunu yapacak! Birisinin böyle bir plan bulduğunu varsaymamız
halinde bile onun, Bolşeviklerin –Stalin ya da başka birinin- bu planı 1928’de
bilebileceğini kanıtlaması gerekecektir.
Bunun gerçekleştirilebileceğinden kuşkuluyum. Bugün,
kollektivizasyonun çok sayıda can yitimine yol açtığını biliyoruz. Fakat bunu,
geriye doğru bakabildiğimiz ve bu sürecin nasıl geliştiğini görebildiğimiz için
biliyoruz. Stalin ve yoldaşları 1928’de bunu göremezlerdi. Onlar edinilmiş
deneyimin verdiği avantajdan, kendi deneyimlerinden öğrenebilme olanağından
yoksundular!
Biz bugün bu olanağa sahibiz. Buna rağmen hiç kimse ortaya
uygulanabilir seçenek çıkaramamıştır. Dolayısıyla, tarihsel olarak söylemek
gerekirse, böyle bir seçenek YOKTU.
Bu, anti-Stalinist, anti-komünist tarihçilere ve
benzerlerine, ellerini oğuşturmaktan ve ahlak dersi vermekten vazgeçip
kollektivizasyonun geçerli seçeneklerinin ne olduğunu açıklamaları için
yapılmış nazikçe, ama doğrudan bir meydan okumadır.
Grover Furr: “Milliyetlerin Sürgünü
Mazur Görülebilir Bir Önlemdi”
The
Georgian Times, 9 Kasım 2010
G. Times:
Profesör Furr, ya halkın savaş sırasındaki sürgün edilmesine
ne buyrulur? Olup bitenler kabaca bilindiğine göre, yanıtlanması gereken esas
soru şu: Böylesi sürgünler nasıl haklı çıkarılabilir? Bunlar bir tür jenosid
değil miydi?
G.
Furr:
25 Şubat 1956’da 20. Parti Kongresi’nde yaptığı gizli
konuşmada Hruşçov bu sürgünlere üç noktada karşı çıktı: (1) “hiçbir istisna”
yapılmamıştı; (2) bunları, “dayatan herhangi bir askeri gerekçe” yoktu, (3)
“bireylerin ya da grupların düşmanca eylemleri nedeniyle uluslar bir bütün
olarak” cezalandırılmışlardı.
Bu savların hiçbiri de doğru değildir. Koyu bir
anti-Stalinist olan Rusya’nın öndegelen sürgün uzmanı N. Bugai, savaş gazileri
ve onların ailelerinin sürgünlerinde bazı istisnalar yapıldığını belgelemiştir.
Bugai şunu da söylemiştir: “… Önceliklerini cephe hattının gerisinde ve
özellikle Kuzey Kafkasya’da düzeni sürdürme olarak saptayan Sovyet hükümeti, bu
önceliklerin dağılımını esas itibariyle doğru bir biçimde yapmıştır.”
G. Times: Peki ama uluslar bir bütün olarak sürgün edilmeli miydi?
G. Furr:
Bence bu soru, iki bölüm halinde yanıtlanabilir. Birincisi,
bu isyanların ne ölçüde kitlesel bir nitelik taşıdığı ve ikincisi de, jenosid
sorunudur. Birbirlerine özgün bir dil, tarih ve kültürle sımsıkı bağlı
insanlardan oluşan küçük bir ulusal grubu parçalara ayırmak, aslında onu yok
etmek demektir.
Amerikalı anti-komünist Ann Applebaum, ünlü “GULAG” adlı kitabında kitlesel
isyanlar ve askerden kaçmalar olduğunu yadsımaktadır. Ben, Antistalinskaia
Podlost’ adlı kitabımda başka araştırmacıların ortaya çıkardığı ve bu pro-Nazi
isyanların gerçekten de sözkonusu etnik gruplardan halkın çoğunluğunu
kapsadığını kanıtlayan olgulara değindim.
Örneğin, silah altına alınan Kırım Tatarları’nın yüzde 90’ı askerden kaçtılar.
Alman kaynaklarına dayanan araştırmacı J. Otto Pohl, bunların hepsinin Nazi
kuvvetlerine katılmadığını ileri sürmüştür. Bu görüşün doğru olması bir şeyi
değiştirmez: Sovyetler bunun böyle olup olmadığını bilmedikleri gibi,
kaçakların büyük çoğunluğu da anti-Sovyet partizan çetelerine ve haydut
gruplarına katılmışlardı.
Aynı biçimde, 1942’de silah altına alınan Çeçen ve İnguş’ların yüzde 93’ü
askerden kaçtılar, saklandılar, Nazilere katıldılar ya da asi ve haydut
gruplarına katıldılar. Pro-Nazi Çeçen milliyetçileri Şubat 1943’te Nazi bayrağı
altında büyük bir pro-Alman isyana önderlik ettiler.
Grigory Tokayev and Viyaçeslav Molotov, savaş sırasında bu bölgelerde
büyük-ölçekli anti-Sovyet isyanların meydana geldiğinde anlaşıyorlar.
Aralarındaki tek fark Tokayev’in bu isyanları haklı görmesinde yatmaktadır.
Tarihçi V. I. Zemskov, genel olarak
sürgünler konusunda uzmanlaşmış bir kişidir. Onun tahminine göre, sürgüne
gönderilen 151,720 Kırım Tatarının 191’i sürgün sırasında ölmüştür. Bu yüzde
0.13 demektir. Ne yüzde 13, ne de yüzde 1.3.
Bugai ile Gomov’a
göre, “NKVD kayıtları, aynı dönemde yakalanan 493,269 Çeçen and İnguş uyruklu
kişiyi taşıyan 180 tren konvoyundan söz ediyor.
Operasyon sırasında 50 kişi ve yolculuk
sırasında da 1,272 kişi öldü.” Bu rakam, yüzde 0.27’ye, asilerin
silahsızlandırılması vb. sırasında ölen 50 kişiyi saymazsak yüzde 0.26’ya denk
düşüyor.
Bu olayların kış
koşullarında ve dünya tarihinde yaşanan en acımasız savaş sırasında meydana
geldiği gözönüne alındığında, rakamın pek yüksek olmadığı görülür. Bu büyük
olasılıkla, işgal koşullarındaki Sovyet sivillerinin verdiği kayıp oranlarının
çok altındadır.
Çeçen-İnguşlar ve Kırım Tatarları’nın durumunda Nazilerle
işbirliği, kitlesel boyutlardaydı ve nüfusun büyük çoğunluğunu kapsıyordu.
“Sadece suçluları” izole etmeye ve cezalandırmaya çalışmak, sözkonusu ulusları
parçalamak anlamına gelecekti. Bu büyük olasılıkla, sözkonusu ulusların
yokedilmesine yol açacak ve sonuçta ortada genç kadınların evlenebileceği çok
az genç erkek kalacaktı. Bunun yerine, (Sovyetler’in uyguladığı yöntem
sayesinde- G. A.) ulusal gruplar birarada tutuldular ve zamanla nüfusları
yeniden arttı.
G.
Times:
Fakat, eğer ulusların sürgünü, tıpkı tarımın
kollektivizasyonunda ve sözümona “Holodomor”da olduğu gibi basit bir biçimde
mazur gösterilebilirse, dünyanın her yerindeki saygıdeğer tarihçilerin bu olayı
eleştirmesini nasıl açıklarsınız?
G. Furr:
Bunu anlamanın zor
olduğunu sanmıyorum. Sovyet tarihinde ve özellikle Stalin döneminde yaşanan bu
olaylar; aşırı işçi sınıfı düşmanı ve sağcı milliyetçi akımların yararına
yanlış yorumlanmakta, çarpıtılmakta, yalanlara konu edilmektedir.
Yukarda ele almış olduğum sürgünler, Nazilerle yapılan büyük-ölçekli
işbirliğinin sonucunda meydana gelmişti. Nazilerle yapılan bu işbirliğini
meşrulaştırmak ve bu grupların içindeki sağcı milliyetçiler yararına bir
“görkemli geçmiş” yaratmak için Nazilerle yapılan bu işbirliğinin “haklı” ve
sürgünlerin “haksız” olduğunun gösterilmesi gerekmektedir.
Yakob Cugaşvili ve Eka Buçukuri (“The
Georgian Times’ın Gürcüce basısından -İngilizceye- çevrilmiştir.)
İngilizceden Türkçeye Garbis Altınoğlu tarafından çevrilmiştir.
Garbis Hocaya Devrimci Kütphane editör ve okurları adına teşekkür ederiz.
“Anti-Stalinist
İhanet” kitabının yazarı Profesцr Grover Furr'la roportaj >>"Nikita
Kruşçev'in 61 Yalanı"