31 Ocak 2025 Cuma

ANI – ANLATI | Partizan Yürekli, Asi Ruhlu Hülya Yoldaşıma…31 Ocak 2025

"Şu an faaliyet yürüttüğüm yerde, ölümsüzleştiğinin haberini bir görüşme esnasında aldım. Birden bir boşluk hissi doğdu içimde... Işıklar yoldaşın olsun yoldaşım."

Hülya yoldaş… Bir zaman Partizanlarla ilk tanışma sürecimde, mücadele içinde tanıdığım, türlü dönemlerde birlikte omuz omuza mücadele yürüttüğüm yoldaşım… 

Zamanın ne kadar aktığı değil, akan zaman içinde yıkılası düzene ne kadar karşı koyduğumuzdu yaşamımızı anlamlı kılan. 1980’li ve 90’lı yılların tanığı değildim ancak anlatılır Hülya yoldaşın, bir kadın olarak hangi zorluklarla mücadeleye katıldığı ve devam ettiği. 

Kaypakkaya geleneğinin bir neferi olmaya adayken hangi zorlu süreçleri yaşadığını anlatanlar, Hülya yoldaşın ailesini aşarak kolektife katılımının nasıl binbir zorlukla geçtiğini, kadın olmanın, sadece anne-babaya karşı değil, erkek kardeşlerine karşı da mücadele yürüttüğünü dile getirirlerdi. Mücadelenin zorlu süreci ailede başlar ancak bununla bitmez. 

Hülya yoldaşın pratik yaşamında önünde birçok engel vardır. O sadece kadın olmanın zorluğunu yaşamadı aynı zamanda mücadele içinde de erkek egemen düzene karşı inatçı ve direngen bir mücadele yürüttü. Bilenler ve tanık olanlar hatırlar, yoldaş aynı zamanda devrimci ortamlarda da kadın özgürlüğünün amansız bir neferi olarak anılacaktır.

Özellikle kolektifimiz içinde kadın mücadelesine yaklaşımda bir pusula görevi görmüştür. Bu konuda kollektif içinde ve toplumsal mücadelede amansız eleştirileri, yol açıcı önerileri ve verdiği sayısız eğitim ile bilinir. Yoldaşları ve tanıyanlar bilirlerdi ki, Kadının özgürlüğü meselesinde Hülya yoldaşın tavizsiz duruşuna her daim ihtiyaç vardı ve güç alınacak yerlerden birisi olarak her daim kendisine başvurulmuştu.

Kendisinin deyimi ile “ufak tefektim ama hiçbir pratikten alıkoyamadılar beni” söylemi aslında yoldaşlarınaydı. Kadın yoldaşlara fiziksel olarak “yapamaz” denip arkada bırakılmaları onu en fazla hiddetlendiren durumlardan biriydi. En fazla kendi yaşamında hissetmişti bunu ve en çok bu meselede engelleri aştığına tanık olmuştuk.

Salt Türkiye toplumu açısından değil, aynı zamanda Avrupa toplumunda da kadın özgürlüğü üzerine yoldaşlarını sürekli uyanık kılan bir yerde duruyordu. Bir yandan farklı akımlarla ilişki içerisinde diğer yandan ideolojik olarak tartışma içerisindeydi. Denilebilir ki, toplumda ileri kesimlerin özellikle kadın mücadelesinin birlikteliği için yıllar boyu didinen, çabalayan bir yaşam öyküsüdür Hülya yoldaşın yaşamı.

1980’li ve 90’lı yıllarda kolektifin bir neferi… Zor dönemlerinde kurumumuzu amansız savunan, tehditleri direngen kişiliği ile savuşturan ve yakınındakilere de cesaret veren devrimci bir kişilik olarak bilindi.

Berlin duvarının yıkılması ile burjuvazi büyük bir saldırıya hazırlanırken, proleter güçlerin mücadeleyi daha da boyutlandırdığı atılımlar yaşanıyordu. Gençliğin kendisini demokratik alanda özerk olarak örgütlediği bir dönemde kadın mücadelesinin de özerk bir örgütlenmeye ihtiyacı olduğunu ilk kavrayanlardan ve duraksamadan bunun adımlarını atanlardan biriydi Hülya yoldaş. “Zor bir süreçti” diye nitelendirirdi bu örgütlenme çalışmalarını. Geniş kadın kitleleri değildi anlattığı, bizzat kolektif saflarındaki kadınların bu örgütlenmeye pek de yanaşmadığını vurguluyordu. Bilinçlenmenin nasıl kıyasıya bir mücadele ile gerçekleşeceğini, bu nedenle esas mücadelenin yine “iç”te verilmesi gerektiğini zamanla anlayacaktı. Şu gerçekliğe sürekli vurgu yapardı; 

Kurumlarımızda ne zaman bir etkinlik iptal edilmek zorunda kalınsa-buna gerek duyulsa ilk olarak kadın etkinliklerinde bu yapılır. Bu bilinçsizliğe dur demek gerekir. Bunu kadın yoldaşların yapması, kendi işlerini kendilerinin ele alması gerekir.”

Bu şekilde yanıbaşındaki kadın yoldaşını ikna etmesi gerektiğini ilk fark edenlerdendi. 1990’lı yıllarda kadın mücadelesinin örgütlenmesine dair atılan adımlar Yeni Kadın’ı tarih sahnesine çıkardı. Hülya yoldaş, tüm süreçlerde Yeni Kadın mücadelesi/örgütlenmesi ile özdeşleşen kişilerden biri oldu. Yazınsal, eğitsel, pratik ve örgütsel anlamda, her yanıyla Partizan kimliğinin savunucusu, kadın özgürlük mücadelesinin bir öznesi, öncüsü olarak tanındı ve bilindi.

2000’li yıllara gelindiğinde, tanıştım onunla. Bir yandan sınıf mücadelesine yönelik enternasyonal anlamda büyük bir tasfiyeci süreci yaşıyorduk, diğer yandan özellikle Uzak Asya’dan taşınan mücadelenin sıcaklığını kucaklıyorduk. Zorlanıyorduk, zira egemenlerin söylemleri gençleri çok etkiliyordu.  

19. ve 20. yy. ideolojileri öldü, herkes bilim çağına göre kendisini konumlandırmalı, yeni bir dönem başlıyor…” vs. Bizler bu sürecin insanları, bu sürecin devrimcileriyiz. Bilincimize hükmetmek isteyen egemen sınıfların karşısında “çaresiz mahlukatlar” olarak şekillendirilmek istendik. Bir yanı ile egemenlerin direkt ideolojik saldırıları, diğer yanı ile anarşizmin, revizyonizmin ve reformizmin binbir türlüsü ile ideolojik planda dumura uğratılmak istendik. Ara akımların ve kimlik mücadelelerinin öne çıktığı bir dönemdi ama aynı zamanda emperyalizmin deniz aşırı yeni işgallerine at başı koşuşturduğu bir süreçti…

2000’li yıllarda devrimci olmak zordu, devrimci kalmak ise daha da zordu. Herkes kendi gemisinin sürükleyeni oldu. Devrimci mücadele yürütenler, böylesi bir süreçte daha derinlikli analizlere ihtiyaç duyar, ikna olmak ister yaşananlar karşısında. Bu süreçte Hülya yoldaşın varlığı, bir şanstı bizim açımızdan. Pratik çalışmaların yoğunluğu/yorgunluğu, takvimsel etkinliklerden arta kalan zamanlarda yaptığımız sohbetler her daim bende olumlu etki yaratmıştır. 

Genel söylemlerden öze, yüzeyden derine yaptığımız tartışmalarda mücadelenin yaşamımızdaki anlamına dair, mücadeleden kopanlara ve ödenen bedellere dair net söylemleri, bizleri cesaretlendiren bir yerde durdu. Kenarda köşede duranları saflara “itekleyen”, duranları yürüten, arkada kalanları sürekli uyaran ve ikna edici bir Hülya yoldaş oldu mücadele yaşamımızda. Burjuvazi karşısında ilkeli mücadeleyi, reformizm karşısında devrimi savunan ve devrimci mücadelenin sistem içine hapsedilemeyeceğine dair sürekli uyarılar yapan yanına tanık olduk. O, sistem içine çekilemeyecek kadar uzaktı bu sisteme. Savaşçı bir ruha sahipti.

2000’li yıların tasfiyeci rüzgarı fazla sürmedi. Kürdistan’da derinleşen savaş, sınıfa yönelik artan saldırılar ve işçi ve emekçilerin yeniden direnişe geçmeleri, kadınların ve LGBTİ+ların kırıma uğradıkları ve sokakları zapt ettikleri süreç, yeniden diriltmiş oldu mücadele saflarını.

Sadece devrimci kurumlarda değil aynı zamanda farklı kurumlarda ve Alevi kurumlarında da kadın mücadelesinin öznelerini yaratma perspektifi ile çalıştı Hülya yoldaş. Devrimci mücadelenin kitleler içinde kök salmasında yıllarca emek sarf etti.

Dile kolay gelebilir ancak “yıllarca aynı alanda çalışmanın şansını daha iyi kullanabilir miydik?” diye soramadan edemiyor insan. Kanser hastalığı nedeniyle gördüğü tedavi sonuç vermişti ve “bu hastalık bize vız gelir, daha bundan sonra ölmem” demişti bir zaman önce. Ve kaldığı yerden mücadeleye devam etmişti. Bu inatçılığı Karadenizli damarına bağlanabilir ama bence devrimci bir inadı da vardı yoldaşın. 

Kolay kolay pes etmemek, “sonuna kadar gitmek” onun hayat mücadelesinin şiarıydı. Bizde yorgunluk/bezginlik veya moral bozukluğu gördüğünde anında müdahale ederdi. Kendi deyimi ile tatlı-sert müdahalelerine uğruyorduk sürekli. Evet “tatlı-sert” diyordu… Yönetici yoldaşların müdahale yöntemlerini ve üsluplarını sürekli tartışıyor ve “tatlı-sert” olmanın ne demek olduğunu uzun uzun anlatıyordu. Anlıyorduk ama kavramada zorluk yaşıyorduk.

Geç vakitlerde işlerimizin bittiği sıralarda, sorunlar ve pratikler karşısındaki tutumumuzu özlü şekilde anlattığı sayısız sohbetin ne anlama geldiğini insan zamanla kavrayabiliyor. Yaşam öğretiyor Hülya yoldaşın ne demek istediğini.

“Bu kitabı okudun mu?” diye sorduğumuzda “evet iki defa” yanıtını kesin duymuşuzdur ondan. Bir kitap kurduydu, birçok kitabı iki-üç defa okuduğunu bilirdik. Okuduğumuzu tartışma sırasında, özü ortaya koyarkenki yaklaşımına hep hayran olmuşumdur. İnce detayları kaçırmadığı gibi detaylarda boğulmaz, okuduğunun özünü ve neye tekabül ettiğini kavratmaya çalışırdı. En çok tartıştığımız meselelerden biri de mekanikliğimizdi. Buna karşı bizimle sürekli mücadele içindeydi. Çok tartıştık, kavgalarımız çok oldu ama yoldaşlığımızın sürekli geliştiği yılları birlikte paylaştık. Evet yıllarca…

Şu an faaliyet yürüttüğüm yerde, ölümsüzleştiğinin haberini bir görüşme esnasında aldım. Birden bir boşluk hissi doğdu içimde. Belki belli bir süre görüşemedik yoldaşla ama yoldaşların varlığı, nerede olursa olsunlar, güç kaynağımızdır. Yoldaş, bıraktığın yerden bu mücadeleyi sürdürecek yoldaşlarımıza hep güvendin ve sürekli bunun vurgusunu yaptın. Evet bıraktığın yerden mücadeleni sürdüreceğiz. Bu sözümüz sana, tüm ölümsüz yoldaşlarımıza, zindanlarda direnenlerimize, halkımıza olsun.

Işıklar yoldaşın olsun Hülya yoldaşım.

(Savaş alanlarından bir yoldaşı)

https://ozgurgelecek54.net/ani-anlati-partizan-yurekli-asi-ruhlu-hulya-yoldasima/?swcfpc=1&fbclid=IwY2xjawIJqsBleHRuA2FlbQIxMAABHczX1bLUnD5dP3CQAVtrkkEi55O7PLYELlY5cti0g1E23c4Mhk_Wgu5rjQ_aem_CQUn_Y2P3pfrK57iBPij5w

 

30 Ocak 2025 Perşembe

Cafer Yıldız Arkadaşı Daha Özenli Davranmaya Çağırıyoruz: Yalana Tarih Çptmısına Değil Gerçeğe İhtiyacımız Vardır:..!_İrfan_Çelik

Cafer Yıldız Arkadaşı Daha Özenli Davranmaya Çağırıyoruz: Yalana Tarih Çptmısına Değil Gerçeğe İhtiyacımız Vardır:..!

Cafer yıldız isimli bir arkadaş Ali Haydar Yıldızın kardeşi olmasının arkasına sığınarak, M-L önderlere ve devrimci harekete yalan-yanlış bilgi kırıntılarıyla, sağdan soldan aşırılmış ama somut bilgi ve belgelere dayanmayan savlarla-Troçki ve CİA merkezli ve Stalin düşmanı Menşeviklerden alınmış bilgilere dayanan iddialarla Staline saldırması ve hatta "Lenin'i Stalin'in zehirleyerek öldürttüğü " ve dahada ileri giderek Stalin düşmanı devrim kaçkını Menşeviklerin yalanlarına dayanarak Stalinin birleirni polise gambazladığı yalanını gerçekmiş gibi allayıp pullayıp yayınlaması aslında haklı olan bazı noktalarındaki eleştirilerini de boşa çıkarmakta ve mücadele içinde olan devrimciler arasında tepki uyandırmaktadır.

Elbette Cafer arkadaş devrimci ve sosyalist hareketi, kendi bakış açısına göre eleştirme hakkına sahiptir. Ama bu gerçekleri çarpıtma ve devrimci-sosyalist hareketi gözden düşürmeye hizmet ediyorsa orada uyarmak ve eleştirilerde gerçekçi davranmaya davet etmek gerekiyor.

Cafer arkadaş devrimci hareketin bazı hatalarını kullanarak, örgütlü savaşıma adeta savaş açıyor ve devlete karşı illegal temelde örgütlenme ve devrleti silahlı ayaklanmayla yıkıp emekçilerin kurtuluşunu amaçlayan yaklaşımları küçümsemekte, devrim için yaşamlarını ortaya koymuş devrim şehitlerini birileri tarafında boşu boşuna ölümü gönderilerek kullanılan" zavvallılar" olarak görerek göstererek, devrimci hareketin toptan mahkum edilmesi yolunu tutmaktadır.

Temcit plavı gibi hemen hergün tekrarlaya durduğu M.Oruçoğlu nezdinde TKP-ML hareketi hakkında muzaffer Oruçoğlu'nun Vartinikte Komde kalırken İ.G adlı devletle bağı olan bir kişiyle ilişki içinde olduğu ve kaldıkları mağarayı bu kişiye söylediği vb.iddiasıyla açıktan Oruçoğlu'nu ihbarcı olarak ilan etmektedir.
Aynı zamanda bu konuya dair yazıp çizdikleri açıktan TKP-ML Hareketi hakkında şaibeler yaymak ve emekçileri devrimci harekette uzak tutma yaklaşımını teşvik ediyor.
Cafer arkadaş hayali senaryolarla ve komplo teorileri ile çok içli dışlı olsa gerek ki, işkencede çözülmüş olan ve bu çözülmeleri bilinen TKP-ML Hareketinin yönetici kadrolarına dair, "hain, ihanetçi, devletin aparatı " vb. gibi ucuz değerlendirmeler de bulunması olaylara bilimsel bir yaklaşım içinde bakmadığını gösteriyor.

1973 yılında TKP-ML Hareketi 11 ay gibi kısa bir dönemin ardında devletin faşist saldırıları sonucu hareketini kurucu önderi İbrahim Kaypakkaya, Ahmet Muharrem Çiçek, Meral Yakar ve Ali Haydar Yıldız yoldaşlar katledilirken, örgütün yönetici kadroları ve militanları, taraftarlarının ezici çoğunluğu yakalanarak örgüt 1973 yılının başında çökertilmişti. 1973 yılında polis operasyonlarında yakalanan Koordinasyon Komitesi Üyelerinden (KK) örgütün kurucusu ve önderi Kaypakkaya yoldaş dışında diğer üyeler-Muzaffer Oruçoğlu, Ali Taşyapan, Cem Somel ve Aslan Kılıç- işkencede ser verip sır vermeme tutum içinde olamamışlardır.

Bu yönetici kadrolar için çözülme düzeyleri bakımından farklılıklar göstermiş olsa da Cem Somel örgütlü mücadelede çekilme noktasına savrulurken, zindanlarda örgütün yeniden toparlanması sürecinde, kadroların ve taraftarların yeniden değerlendirilmesinde işkencede olumlu sınav vermiş kadrolardan oluşan -İrfan Çelik, H.Şenses ve Güner Alakoç- bir değerlendirme komitesi oluşturulmuş ve bu komite bir kadro ve ileri taraftarlarla tek tek görüşerek eleştiri ve önerilerini alarak bir rapor hazırlamışlar. Bu rapor yine doğal otorite olarak kabul edilen A.Kılıç , Muzaffer Oruçoğlu ve Ali Taşyapan'a sunulmuş.

Burada eleştirilmesi önderliğin yeniden oluşturulurken tutulan yöntemdir.

Bunda tüm örgütü bağlayan bir tüzüğünün olmaması ve yine deneyim ve tecrübesizlikten dolayı işkencede tavrın yönetici kadrolarda temel bir ayıraç olarak bilince çıkarılıp özümlenememesi, alt kadroların kendilerine güvende sorun yaşamaları, işkencede zaaflı kadroların KK'da görevlendirilmelerini önleyememiştir.

Zindanlarda yeniden oluşturulan KK komitesinde İrfan Çelik, H.Şenses M.Oruçoğlu ve A.Kılıç yer alırken, Ali Taşyapan poliste zaaf gösterdiğinden dolayı KK'da önce görev kabul etmemiş. Uzun tartışmaların ardında birkaç ay sonrasında A.Taşyapan'da ikna edilerek KK'da yer alması sağlanmıştır.

Böylece 1973 yılı başında çökertilen TKP-ML Hareketinin yeniden KK'si beş kişiden oluşmuştur. Yakalanmayıp dışarıda olan KK üyelerinden Ali Mercan ve Almanyalı Kadir örgüt merkezi olarak çökertildikten sonrası kararlı bir mücadele içinde olmadıklarından dolayı fiili olarak KK üyelikleri son bulmuş.
Almanyalı Kadir örgütlü mücadeleyi terk ederen Ali Mercan Güneydeki kentlerde sıradan bir kadro olarak hem kendisini korumuş ve hemde bazı kentlerde hareket taraftarlarıyla ilişkisini sürdürmüş.

1975 Ecevit affıyla KK üyelerinden İrfan Çelik, H.Şensen ve Ali Taşyapan'ın tahliyesiyle Ali Mercanlada ilişki kurulmuş ama KK'ya alınmamış.

Muzaffer Oruçoğlu yeniden mücadele sürecinde örgütlü mücadeleden yana tavır almış ve bu tutumunu uzun yıllar zindanlarda yatarak ortaya koymuştur.

Cafer arkadaş 1974 yeniden toparlanma sürecinde işkencede direnen kadrolarda örülü bir KK'nin oluşturulması gerektiği yönünde eleştiride bulunmuş olsaydı, yerinde eleştiri ve değerlendirme demek yanlış olmazdı.

Ama 1974 sürecinde önlerinde ciddi bir deney ve tecrübe olmayan, hatta hareketin çizgisini ve örgütsel ilkelerini özümlemekten uzak kadrolarda, sorunları daha derinlemesine ileri kavrayışla değerlendirmeler ve tutum beklemek hiçte gerçekçi olmayacaktır.

Bu tıpkı yeni doğmuş bir bebeğe neden koşmuyorsun demek gibi birşeydi.

Yine 1973 döneminde işkencede tutum ve ifade vermemede hatalı yaklaşımlar, bilinç çarpıklıkları söz konusudur.

Örneğin " devrimciler yalan söylemez ve yaptıkları eylemleri gizlemezler, çünkü onlar mahkeme ve polisten, devlette korkmazlar" gibi işkencede ser verip sır vememe direnişinin özünü kavramada sorunlu bakış açısı nedeniyle sorunlu davranıldığıda bir gerçekliktir. Keza 1973 yılında polis tarafından yakalanıp işkencede hatalı davranan birçok yoldaşın daha sonrası örgütlü yaşamalarında işkencede ser verip sır vermeyen bir çizgide davrandıklarına tanık olduk.

Örneğin Zeki Şerit, M.Erdoğdu buna örnektir.

Buradan hareket ederek M.Oruçoğlu'nun ifadeleri sonucu İbrahim Kaypakkaya yoldaşın devlet tarafından katledildiği ve bundan dolayıda İ.Kaypakkaya yoldaşın öldürülmesinin sorumlusu olarak işkencede zaaflı davranan Muzaffer Oruçoğlu,A.Kılıç, A.Taşyapan yada C.Someli göstermek, devleti küçümsemek ve basite almak anlamına gelir.
Faşist T.C Devleti İbrahim Kaypakkaya yoldaşın nasıl dirayetli ve ön açıcı komünist bir önder olduğunu PDA-Aydınlık sürecinden analiz ederek biliyor. Aydınlık-PDA önderliğinin Kaypakkaya yoldaşa dair vermiş olduğu bilgiler, devletçe biliniyor.

Buradan olarak M.Oruçoğlu ve diğer poliste zayıflık gösteren KK üyelerinin vermiş oldukları ifadeler sonucu, Kaypakkaya yoldaşın katledildiği iddiası, devletin işkence ve zulmünü görmezden gelen bir yaklaşımdır. Haliyle sapla saman bir birine karıştırılmamalıdır.

Yaşanmış olan gerçekler ışığında çıkarılması gereken temel ders, işkencede olumlu sınav vermeyen önder kadroların hiç birşey olmamış gibi yine de eskisi gibi yönetici görevlerde tutulması yada yönetici kademelere seçilmeleri hatalı bir yaklaşımdır. Ama 1974 yeniden toparlanma sürecinde örgüt kadrolarının önderliğin oluşumunda işkencede zaaflı davranan önder kadrolara yaklaşımda uzlaşmaz bir tutum içinde olmalarını beklemek gerçekçi olmazdı.

Nitekim devrimci ve komünist hareket bilgi birikimi ,deneyim ve tecrübeleri arttıkça, devrimci ilke ve değerleri daha derinden kavrayacak ve ilkelere sıkıca bağlanıp bu doğrultuda hareket etmede daha başarılı olacaktır.

Cafer arkadaşın

" Lenini Stalin zehirletti " savının ne kadar ayakları havada boş ve Stalin düşmanlarının somut hiçbir veriye dayanmayan "çamur at izi kalır" burjuva yönteminin çıkmaz sokak olduğunu hatırlatmak bakımından Sendika. Orgda bir yazıyı yayınlıyoruz
Emperyalistler, solu değersizleştirme kampanyasında çoğu zaman solcuları kullanırlar
Geçenlerde hemen hemen tüm tekelci basında Lenin’in Stalin tarafından zehirlendiği haberi yeniden yer aldı. Yeniden diyorum, çünkü buna benzer haberler düzensiz periyotlarla tekelci medyada sürekli olarak yer almaktadır. Maryland Üniversitesi’nde yapılan bir konferansa Dr Harry Vinters tarafından sunulan bir tebliğe göre, Lenin frengiden değil ama büyük ihtimalle stres kaynaklı damar sertliğinden ölmüş. Dr Vinters, Lenin’in zehirlenmiş de olabileceğini ama bu konuda delil olmadığını söylüyor.

Dr Vinters’in Lenin’in zehirlendiğine ilişkin hiçbir delilin olmadığını açıklamasına rağmen, hemen tüm tekelci medya Lenin’in Stalin tarafından zehirlendiği tezini işledi. Tüm bu dezenformasyon kampanyasının kaynağı Troçki’nin bir yazısıdır.

Troçki, Liberty adlı liberal bir dergide 10 Ağustos 1940 tarihinde yayımlanan yazısında, Stalin’in Lenin’i zehirlemiş olduğunu iddia eder. Lenin’in Stalin tarafından zehirlendiği iddialarının temelini Troçki’nin öldürülmeden kısa bir süre önce yazdığı bu yazı oluşturur.

Troçki’ye göre Stalin 1923 Şubat’ının sonunda, kendisinin ve Kamenev ile Zinovyev’in de bulunduğu gayriresmi bir politbüro toplantısına gelmiş ve Lenin’in kendinden zehir istediğini iddia etmiştir.
İddia edilen şeyler oldukça ciddidir.

Troçki, Lenin’in Stalin’den böyle bir talebi olup olmadığının gerçekte bilinmediğini söyler, çünkü hastalığı nedeni ile Lenin ile konuşmak ve bunu doğrulamak mümkün değildir, eğer Lenin’in böyle bir talebi olmuş ise bile, bunu Lenin ya Stalin’i denemek için böyle bir yöntem izlemiştir, ya da kendisini öldürmekte çıkarı olan tek kişinin Stalin olduğunu Lenin de bildiği için, Lenin zehiri ondan istemiştir. Troçki’ye göre Lenin ve Stalin düşmandırlar ve eğer Lenin ayağa kalkarsa Stalin’in işini politik olarak bitirecektir.

Bu yüzden Lenin’in ölmesi Stalin’in çıkarına uygundur. Ayrıca diye devam eder Troçki, Lenin partiye yazdığı ve vasiyatnamesi olarak geçen son mektuba yaptığı bir ekle Stalin ile tüm ilişkilerini bitirdiğini ilan etmiştir. Bu olaydan iki hafta sonra Stalin politbüroya Lenin’in kendinden zehir istediğini söylemiştir.

Troçki’nin bu yazısından bu yana sürekli olarak Lenin’in Stalin tarafından öldürüldüğü ileri sürülür. Troçki’nin yazısının ingilizce metnine nette şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.libertymagazine.com/mysteries_trotsky.htm

Troçki, Yagoda’nın mahkum edilmesini de söylediklerine kanıt olarak gösterir. 1937 yılında Bukharin’in yargılandığı davada Bukharin ile beraber eski içişleri bakanlarından Genrikh Yagoda da yargılanmıştır. Yagoda birçok başka ciddi suçun yanısıra, eski içişleri bakanlarından Menzinsky, Maksim Gorki ve Gorki’nin oğlunu zehirleyerek öldürtmekle de suçlanmış ve suçlu bulunarak idam edilmiştir.

Mahkeme de Yagoda kendisi aleyhindeki iddialardan Gorki’nin oğlunu zehirleyerek öldürttüğünü kabul eder ama Gorki’yi kabul etmez. Onun ölüm nedenini gizli oturumda açıklayacağını söyler. Ama dediğim gibi sonunda bu suçlardan (ve bir hayli başka suçlardan da) suçlu bulunur ve idam edilir. Yagoda’nın işlediği cinayetler o dönem Sovyet basınında parti içi muhalefetin Stalin ve diğer Bolşevik önderlere yönelik işlediği cinayetlerin bir parçası olarak kabul edilmiştir.

Bu arada parentez olarak açıklayalım 1906 yılından beri bolşevik olan Yagoda ilginç bağlantıları olan bir kişiliktir. İngiltere’de Liberal Parti Genel Başkanı ve hükümette Başbakan Yardımcısı olan Nick Glegg’in büyük halası Baroness Moura Budberg Yagoda’nın 1930’lı yıllardaki sevgililerinden birisi idi. Önemli bir Rus aristokratı olan bu kadın İngiliz Mata Hari olarak adlandırılır ve 1918 yılında ünlü İngiliz casusu Lockhard ile beraber Lenin suikastından tutuklanmış ve daha sonra serbest bırakılmıştır. Baroness Moura Budberg hakkındaki bilgilere ilişkin İngiltere’de hala gizlilik yasağı vardır.

Yagoda ise mahkemede bu casuslar ile olan ilişkilerini görev gereği olarak savunmuş, açıklamalarını ise gizli bir celsede yapmak istemiştir. Ne yazık ki bu konuda Rus belgeleri de hala gizlidir. Yagoda aynı zamanda Çeka’nın başkanı olarak Kirov cinayetini kolaylaştırmaktan mahkum olmuştur.
Troçki işte bir dönem Çeka başkanı olan Yagoda’nın Gorki ve diğerlerini zehirlediğini kabul eder. Yazısında bunun doğru olduğunu söyler ama der, Yagoda tüm bu cinayetleri Stalin’in emri ile işlemiştir. Troçki’ye göre Yagoda Stalin’in has adamı idi ve mahkemede onu mahkum ettirerek Stalin her şeyi bilen birinden kurtulmuştur. Lenin’i zehirleyen zehiri Stalin Yagoda’dan almış olmalıdır

Troçki’ye göre.

Burada ilginç olan nokta Troçki’nin Yagoda’nın cinayetlerini inkar etmemesi ve kabullenmesi. Ama bu cinayetleri bir kalem darbesi ile Stalin’in üzerine yıkıyor. On yedi seneye yakın bu konuda niye sustuğu ama birden 1940 yılında bu olayları niye hatırladığı konusunda da hiçbir açıklama getirmiyor. Troçki’nin bu yazısı elde hiçbir delil yok iken emperyalist propaganda çevrelerinde Kirov’u da aslında Stalin’in öldürttüğüne delil olarak sayıldı. Troçki’nin bu iddiaları emperyalistlerin solu, Sovyetler Birliği ve sosyalizmin tarihini değersizleştirme kampanyalarında kullanılan en önemli yazılardan biridir.

Düzenli aralıklarla Stalin’in Lenin’i zehirlettiği, öldürdüğü haberlerinin dünyanın önemli tekelci medyasında yer almasının nedeni budur.

Ama yukarıda da belirtiğim gibi, Troçki birçok gerçeği ters yüz etmekte, bazı konuları saklamakta, bazı konularda da alenen yalan söylemektedir. Birincisi Yagoda, Bukharin ekibinin içindedir. Sadece Yagoda değil ama ondan sonra gelen Çeka başkanı Yezhov da Bukharin ekibinden olan bir kişidir. Bu konuda 1970’li yılarda Bukharin’in eşi tarafından yazılan anılarına bakılabilir.

Öyle ki kocası Yezhov döneminde idam edildiği halde Anna Larina (Bukharin’in eşi) Yezhov’un ne kadar iyi bir adam olduğunu söyler durur. Ama Troçki’nin ters yüz ettiği tek şey Yagoda hakkındaki bilgiler değildir. Lenin’in ne zaman zehir istediği, ve kimlerden zehir istediği hakkında da yalan söylemektedir.

Troçki’nin verdiği bilgiler arasında bulunan tek doğru bilgi Lenin’in Stalin’den zehir istediğidir. Ama Troçki’nin iddia ettiği gibi 1923 Şubat’ında değil, çok daha önceleri, önce 1921-22’de daha sonra da 1922 Mayıs’ında Lenin Stalin’den zehir ister. Lenin hastadır, bir bitki gibi yaşamak istememektedir, artık sonunun geldiğini düşünmektedir. O psikoloji altında en yakını olarak gördüğü Stalin’den kendisine zehir getirmesini ister.

Stalin ise bu isteği Lenin’i sakinleştirerek, ve doktorların hala umutlarını kesmediğini söyleyerek başından savar. Ve Lenin’in kızkardeşi Maria Ulyanova’nın ve karısı Krupskaya’nın mektuplarının gösterdiği gibi bunu Troçki de dahil tüm politbüro üyeleri bilmektedir.

1990’lardan sonra Sovyet arşivlerinde bazı belgelerin gizlilik kaydı kaldırıldı. Arşivlerde Lenin’in kızkardeşi Maria Ulyanova’nın parti merkez komitesine Lenin ölmeden önce yazdığı bir mektup var. Ulyanova bu mektupta “1921-22 kışında Lenin hasta düştü.

O sıralarda, tam olarak ne zaman olduğunu hatırlamıyorum, Lenin, Stalin’e büyük ihtimalle felç olacağını söylemiş ve ondan eğer böyle bir şey olursa potasyum siyanür elde etmesi ve bunu kullanmasında yardım edeceği sözü vermesini istemiş. Stalin bu sözü vermiş. Bunun için Stalin’i seçmesinin nedeni onun gerçekten duygusallıktan uzak, sert ve çelikten bir insan olduğunu bilmesi idi.

Bu tür bir şeyi isteyebileceği herhangi bir başkası yoktu. Mayıs 1922’de olan ilk felçten sonra Lenin, Stalin’den aynı şeyi tekrar istedi. Lenin artık sonunun geldiğine karar vermişti ve Stalin’in yanına getirilmesini istedi. O kadar ısrar etmişti ki, onu kıramadılar. Stalin, Lenin ile beş dakika kadar bile olmayan kısa bir süre görüştü ve odadan dışarı çıktığında bana ve Bukharin’e Lenin’in ondan artık sözünü yerine getirme vakti geldiği için zehir istediğini söyledi. Stalin ona yapacağı sözünü vermiş, Lenin onunla kucaklaşmış ve Stalin odadan çıkmış.

Hep beraber konuştuktan sonra biz Lenin’i teskin etmeye karar verdik ve Stalin tekrar odaya girdi ve doktorlarla konuştuğunu, onların hala ümitli olduklarını, ve Lenin’e verilen sözün yerine getirilme vaktinin daha gelmediğini söyledi. Lenin oldukça neşelenmişti ama yine de Stalin’e ‘beni kandırmıyorsun değil mi?’ diye sordu. Stalin ise ‘ben seni ne zaman kandırdım’ diye cevap verdi. Ayrıldılar ve birbirlerini Lenin kendini daha iyi hissedinceye kadar görmediler…

O günlerde Stalin diğerlerinden daha fazla onun ile beraberdi.” Kremlin arşivlerinden aktaran, Edward Radzinsky, Stalin sayfa 184-185. (Anti komünist bir gazeteci olan Radzinsky 1991 yılında arşivler aşıldığında Kremlindeki arşivlere ilk girenler arasındadır ve Troçki’yi yalancı çıkaran yukarıdaki mektubun ve diğer belgelerin ortaya çıkmasından hiç de memnun değildir. O yüzden mektuptan sonraki birkaç sayfada aslında Stalin’in ne kadar karaktersiz bir adam olduğunu yeniden tekrarlar durur. Stalin hakkındaki birçok iddianın arşivlerde geçersizleştiğini görünce çok mutsuz olmaktadır ve bu da kitabına yansımaktadır.)

Aslında Lenin’in zehir istediği tek kişi Stalin değildir. Yine yeni çıkan arşiv belgelerine göre eşi Krupskaya 1923 17 Mart’ında gizli kalması kaydı ile Politbüroya gönderdiği bir mektupta Lenin’in ondan bir miktar potasyum siyanid bulmasını istediğini yazar. “Ama” der Krupskaya “ben bu ricayı yerine getirecek güçten yoksunum.” (Radzinsky, age, sayfa 196.) Ama Stalin Lenin’in ötenazi isteğine karşı çıkar ve politbüro da bu kararı alır.

Ama bu sefer Radzinsky Stalin’in bu kararını eleştirir! Burjuvalara dönek olmadığınız sürece hiçbir zaman yaranamazsınız! Bu arada Krupskaya’nın mektubunun tarihine bakınız. Troçki’nin Stalin’in Lenin’in zehir istediğine ilişkin söylediği tarihler.

Olayı gündeme getiren Stalin değil Krupskaya, üstelik sözlü değil yazılı bir mektup ile. Üstelik daha önceden benzer bir talep Maria Ulyanova’nın mektubu ile olay politbüroya bildirilmiş. Politbüroda Stalin’e zehirin verilmesine karşı çıkan kişi ise Stalin.

Yukarıdaki belgelerden de anlaşılacağı gibi

Lenin hastalığının ilerlediği günlerde ve iyileşme umudunun kalmadığı anlarda çevresinde bulunan kişilerden, karısından ve arkadaşlarından ötenazi isteğinde bulunmuştur. Bu konuda Stalin’i seçme sebebi eşi Krupskaya’yı seçmesi ile aynıdır.

Yakın ve güvendiği arkadaşıdır. Ama ikisi de bu isteğini onu teskin ederek savuşturmuşlardır. Üstelik Lenin’in ötenazi isteği gayriresmi bir politbüro toplantısında değil resmi bir politbüro toplantısında tartışılmıştır. Tüm bu kararlar ve mektuplar bir politbüro üyesi olan Troçki’nin bilgisi dahilinde idi ve Troçki bunlara rağmen politik çıkarları uğruna gerçekleri çarpıtmıştır.

Troçki’nin niye böyle bir yalan söylediğini anlamak için

aslında 1940 yılı ağustosuna geri gitmekte fayda vardır. Troçki bu yazı öncesi ABD’de Komuüist Parti faaliyetlerini soruşturan Dies komitesine ifade vermeyi kabul etmiş ve bu durum kendi taraftarları arasında bile büyük tepki toplamıştı. Troçki daha sonra bu tepkiyi, Dies komitesini bir platform olarak kullanacağını iddia ederek yumuşatmak istemiştir. Başkanı olan Martin Dies adı ile anılan Dies komitesi daha sonra yine başkanı olan Mc Carthy adı ile anılan Mc Carthy komisyonunun öncelidir.

Ancak faşist bir komisyonda Sovyetleri ve takipçilerini (yani ABD komünistlerini) eleştirmenin, onların faaliyeterini teşhir etmenin nasıl bir platform olacağı bellidir. O yüzden bu açıklama kendi taraftarlarını bile tatmin etmemiştir. Zaten bu yazının yayımlanmasından 20 gün sonra, 30 Ağustos 1940’ta Troçki’nin oldukça yakın çevresinden olan Jacques Monarc/Roman Mercader Troçki’yi kafasına bir çekiç ile vurarak öldürdüğünde gerekçe olarak onun Dies komitesine ifade vermek istemesini ve onun kız arkadaşı ile evlenmesine karşı çıkmasını gösterir. Troçki’nin sekreteri katilin birkaç yıllık kız arkadaşıdır

ve

Troçki ve katil iyi aile dostudurlar.

Emperyalistler, solu değersizleştirme kampanyasında çoğu zaman solcuları kullanırlar.

Halil Berktay ve Gün Zileli gibilerin 35 yıl sonra 1 Mayıs katliamını tam da 12 Eylül iddianamesi açıklandığında solun üzerine yıkıp devleti ve 12 Mart darbecilerini aklamaya çalışması böyle bir çabanın ürünüdür.

Biz tarihe günümüzü aydınlatması açısından bakarız, geçmiş sosyalist devletler ve deneyimler de bu açıdan eleştirel bir gözle incelenmeli ve tartışılmalıdır. Ancak Soğuk Savaş propagandaları ile geçmişi anlamak mümkün değildir. Geçmişi anlayabilmek ve onun sağlıklı bir değerlendirmesini, eleştirisini yapabilmek için, önce dezenformasyon ile gerçeğin birbirinden ayrılması gereklidir.

 

26 Ocak 2025 Pazar

_Stalin Üzerine Yalanlara Dair_PROF. GROVER FURR'LE MÜLAKAT_11 Aralık 2015 Cuma

Eylül-Kasım 2010'da, Gürcistan'da çıkmakta olan The Georgian Times adlı gazetede, özellikle Stalin dönemi Sovyetler Birliği tarihi üzerine Rusça original kaynaklara dayalı bilimsel çalışmalarıyla ünlü Prof. Grover Furr ile kapsamlı bir mülakat yayınlandı.

 Dört bölüm halinde (20 Eylül 2010, 11 Ekim 2010, 19 Ekim 2010 ve 9 Kasım 2010) yayımlanan mülakatı Jozef Stalin'in büyük torunu Yakob Çugaşvili gerçekleştirdi.

Aşağıda bu mülakatın, The Georgian Times'ta yayımlanan İngilizce versiyonundan tarafımdan yapılan çevirisini bulacaksınız.

Prof. Furr’un vebsitesine şu adresten erişebilirsiniz:

http://chss.montclair.edu/english/furr/

Garbis Altınoğlu

Dr. Grover Furr: “Çok Gizli Raporlar Sızdırıldı”

The Georgian Times, 20 Eylül 2010

Yakob Çugaşvili geçenlerde ABD New Jersey’deki Montclair Eyalet Üniversitesinde profesör olan Dr. Grover Furr ile bir mülakat gerçekleştirdi.

G. Times: Dr. Furr, mülakata, SSCB tarihini araştırmaya ilişkin yaklaşımınızı betimlemenizi sorarak başlamak istiyorum.

G. Furr:

 Sözlerime, herşeyden önce, bütün araştırmalarımda objektif olmaya çalıştığımı söyleyerek başlamak isterim. Ben, elde bulunan en geçerli kanıtlara ve en doğru yorumlara dayanarak hakikatı ortaya çıkarmak için elimden gelen çabayı harcarım.

İyi öğretmenlerim vardı; onlar, bir ortaçağ tarihi uzmanı olan bana objektif olmayı öğrettiler. Biz, fiziksel bilimler alanındaki öğrenciler gibi, konuya ilişkin tüm kanıtları toplamayı ve tümdengelim ve vargılarımızı bu kanıtlara dayandırmayı öğrendik. Ben, kendi yerleşik düşüncelerimi doğrulamaya çalışmak ya da akademik ya da siyasal bakımdan “revaçta olanı” yinelemek yerine kendi önyargılarımı sorgulamanın ve neyin doğru ve neyin yanlış olduğuna kanıtları esas alarak karar vermenin ne denli önemli olduğunu öğrendim.

Benim ABD’nde lisansüstü eğitim gördüğüm dönemde Vietnam Savaşı tüm hızıyla sürüyordu. Yavaş yavaş, komünist hareket hakkında bana öğretilenlerin objektif olmadığını, doğru olmadığını öğrenmeye başladım. Bu anlatılanlar, araştırma kılığına bürünmüş anti-komünist propagandadan başka bir şey değildi. Kanıtlar ya çarpıtılmış ya da büyük ölçüde görmezden gelinmişti.

Soğuk Savaş sırasında; komünizm, Sovyetler Birliği ve Stalin üzerine yapılan araştırmalar aşırı derecede önyargılıydı ve objektiflikten tümüyle yoksundu. Soğuk Savaş çoktan bitmiş olmasına rağmen durum hala aynıdır.

 

Veriler, tüm “ana akım” ve “saygıdeğer” bilim insanlarının bu konular hakkında yazdıklarının

hemen hemen tümünün bilim kılığına bürünmüş anti-komünist propaganda olduğunu kanıtlamaktadır.

Antistalinskaia podlost’/ Anti-Stalinist Alçaklık (Moskova: Algoritm, 2007) adlı ilk kitabımda, Stalin ile onun sağ kolu sayılan Gürcü komünist Lavrenti Beria hakkındaki sözümona “açığa çıkarmaların” tümünün yanlış olduğunu kanıtlayabildim. Konuya ilişkin tüm kanıtları ya kitabımda ya da internette vebsayfası adreslerini vererek yeniden sundum.

Bugün aynı çabayı sürdürüyorum; yani en geçerli kanıtlara dayanarak hakikatı keşfetmeye ve bunu neyin “kabul edilebilir” ya da “siyasal bakımdan doğru” olduğuna bakmaksızın yapmaya çalışıyorum. Bu hoş, hatta eğlenceli bir çaba. Ve inanılmaz sonuçlar veriyor.

G. Times: Aralarında bir çok Gürcü’nün de bulunduğu çok sayıda akademik ve siyasal kişi, 23 Ağustos 1939’da Molotov-Ribbentrop Paktı’nı imzalamak suretiyle SSCB’nin, Hitler Almanyası’yla birlikte Polonya’yı işgal etmeyi kabul ettiğini ileri sürüyor ve dolayısıyla SSCB’ni saldırgan sayıyorlar.

Bu böyle mi?

G. Furr: Hayır.

1939’da dünyada hiçbir ülke SSCB’ni saldırgan saymadı. Bağlaşıkların hepsi ve (BM’in önceli olan ve Türkçe literatürde daha çok Cemiyet-i Akvam olarak anılan- G. A.) Uluslar Ligası, Sovyetler Birliği’nin sınırlarını savunmakta olduğu ve Almanya-Polonya savaşı sırasında tarafsız kaldığı yolundaki savını kabul ettiler. Polonya’yı ve Polonya halkını yüzüstü bırakanlar, bu ülkenin siyasal ve askeri liderleriydi.

Sovyet hükümetinin tutumu, Polonya devletinin çöktüğü yönündeydi. Ancak, bu özgül tutum reddedilse bile Sovyetlerin hukuksal konumu gene de sağlamdı. 1958’de, yani Soğuk Savaşın en hararetli döneminde, SSCB’ne sempati duymayan, ama -bugün olduğu gibi o zaman da ender rastlanan- objektif bir bilim insanı olan George Ginsberg adlı bir Amerikan Uluslararası Hukuk uzmanı, Sovyetlerin eylemlerinin uluslararası hukuka aykırı olmadığını belirledi.

(American Journal of International Law/ Amerikan Hukuk Dergisi, Ocak 1958).

SSCB’nin Polonya’ya askeri birlik göndermeye hakkı olmadığını ileri sürenler, edimsel olarak Sovyetler’in Alman ordusunun ta 1939-öncesi sınırlara kadar ilerlemesine izin vermesi gerektiğini söylemiş olmaktadırlar. Ne dünyada herhangi bir devlet böyle davranırdı, ne de uluslararası hukuk bunu gerektirirdi.

Yineliyorum:

Sovyetler Birliği Polonya’ya karşı saldırgan bir tutum almamıştır. İlgili okurların 2009 tarihli ve http://www.tinyurl.com/furr-mlg09 adresinde bulabilecekleri “Did the Soviet Union Invade Poland in September 1939”/ “Sovyetler Birliği Eylül 1939’da Polonya’yı İşgal Etti mi?” başlıklı yazıma bakmalarını öneririm.

G. Times: Peki ya Moskova Duruşmaları? Hemen hemen tüm bilim insanları Stalin’in Moskova Duruşmalarında ve “Tuhaçevski Olayı”nda masum sanıklara karşı uydurma suçlamalar getirdiğine inanıyorlar.

G. Furr:

Elde bulunan kanıtların hepsi de bunun tam tersini, yani sanıkların en azından itiraf ettikleri suçları işlediklerini gösteriyor. “Kanıtların büyük çoğunluğu” değil, TÜMÜ sanıkların suçlu olduklarını gösteriyor.

Aralarında Trotskist araştırmacıların da bulunduğu “anaakım” bilim insanları, sanıkların masum olduğu varsayımından yola çıkıyorlar. Bunun nedeni onların, siyasal önyargılarını araştırmalarına zorla dayatmalarıdır. Onlar bu vargılarını kanıtlara dayandırmıyorlar.

 Rus yetkilileri, Moskova Duruşmaları sanıklarının soruşturma raporlarını hala “çok gizli” konumunda tutuyorlar. Fakat zaman içinde hayli bilgi sızdı. Mart 1938 Moskova Duruşmasının baş sanığı Nikolay Buharin hakkında ve yüksek rütbeli askeri komutanların “Tuhaçevski Olayı” diye bilinen davası hakkında sanıkların gerçekten de suçlu olduklarını gösteren yeterinden de fazla kanıt var.

Moskova’da oturan meslekdaşım Vladimir L. Bobrov ile ben önümüzdeki yıl içinde, Gorbaçov dönemi Sovyet yetkililerinin, Buharin’i “masum” ilan eden Şubat 1988 tarihli “rehabilitasyon” raporunun kasıtlı olarak çarpıtılmış olduğunu gösteren bir kitap yayımlayacağız. Bu raporun kendisinin o zaman gizli olduğunu söylediği, ama şimdi erişilebilir hale gelen kanıtların ta kendisi, Buharin’in suçlu olduğunu ve Sovyet yetkililerinin bunu bilmelerine rağmen durumu örtbas ettiklerini göstermektedir.

Bu arada okuyucularınıza, 2007’de Rus bilimsel dergisi Klio’da (St. Petersburg) yayımlanan (Rusça- G. A.) makalemize (http://tinyurl.com/bukharin) bakmalarını öneriyorum.

Leon Trotski Moskova Duruşmalarının üçünde de, yokluğunda yargılanan sanık konumundaydı.

O, ‘terör’le –Stalin’i ve diğer Sovyet liderlerini öldürtmek için komplo kurmak- ve SSCB’nde iktidarı ele geçirmek için Nazi Almanyası ve militarist Japonya’yla işbirliği yapmakla suçlanmıştı.

Ben Nisan 2010’da,

“Evidence of Leon Trotsky’s Collaboration with Germany and Japan”/ “Leon Trotski’nin Almanya ve Japonya ile İşbirliğinin Kanıtları” başlıklı yazımı yayınladım. (http://clogic.eserver.org/2009/Furr.pdf) Ele geçen kanıtlardan çıkarılabilecek bir tek sonuç var:

(((Trotski suçluydu.)))

G. Times: Peki, ya Aralık 1934’te Leningrad Parti lideri Sergey Kirov’un öldürülmesi?

Herhalde bu eylemi Stalin’in kendisinin planladığından ya da tek başına hareket eden çıldırmış bir silahlı kişinin eylemini siyasal düşmanlarından kurtulmak için sinik bir biçimde kullandığından kuşku duyulamaz?



G. Furr: Hruşçov, Stalin’in Kirov’u öldürttüğünü “kanıtlamak” istedi. Kendisine bağlı sahtekar araştırmacılar bunu başaramayınca “tek başına hareket eden silahlı kişi” teorisini uydurdular ve Stalin’in Kirov’un öldürülmesini, sinik bir biçimde siyasal düşmanlarına “çamur atmak” –onları haksız yere suçlamak- ve infaz etmek için “kullandığını” ileri sürdüler.

Bu bütünüyle yanlış.

Elimizde bulunan kanıtlar sadece ve sadece, Kirov’un gerçekten de, mensuplarının duruşmada ve –şimdi bir bölümüne ulaşabildiğimiz- gizli önduruşma soruşturmalarında itiraf ettikleri gibi yeraltı muhalefeti tarafından öldürüldüğü hipoteziyle bağdaşmaktadır.

G. Times: 1937-38’in “Büyük Terör”ünde hemen hemen 700,000 kişi infaz edildi. Bunların hepsi de bir “suç” işlemiş miydi? Eğer değillerse, böylesi bir kıyım nasıl açıklanabilir?

G. Furr:

 2005’te “Stalin and the Struggle for Democratic Reform”/ “Stalin ve Demokratik Reform Savaşımı” (http://clogic.eserver.org/2005/furr.html ve http://eserver.org/clogic/2005/furr2.html) başlıklı ve iki bölümden oluşan denememi yayımladım.

O günden bu yana, (bazan Robert Conquest’in, hiç de dürüst olmayan ama etkili kitabının adına izafeten “Büyük Terör” olarak anılan) “Yejovşina” hakkında çok daha fazla kanıta ulaşmış bulunuyoruz.

Şimdi okurlarınıza, kanıtlara ulaşabilecekleri linklerle

(http://tinyurl.com/ezhovshchina) bu vargıların İngilizce özetine

(“The Moscow Trials and the ‘Great Terror’ of 1937-1938: What the Evidence Shows”/ “Moskova Yargılamaları ve 1937-1938’in ‘Büyük Terör’ü:

Kanıtlar Neyi Gösteriyor?”) bakmalarını önerebilirim.

Yeni elde edilen kanıtlar, NKVD’nin 1936’dan 1938’in sonlarına kadar şefi olan Nikolay Yejov’un Almanlarla da kumpas kurduğunu doğrulamaktadır. Sağ(cı)lar ve Trotskistlerin yaptığı gibi Yejov ve onun NKVD içindeki üst düzey adamları Almanya’nın, Japonya’nın ya da bir başka büyük kapitalist ülkenin işgaline bel bağlamışlardı.

Onlar, kurşuna dizilmelerini sağlamak için işkence yaptıkları çok sayıda masum kişiyi, idamı gerektirecek suçlar itiraf etmeye zorladılar. Ve daha pek çok insanı da çarpıtılmış gerekçelerle ya da herhangi bir gerekçe olmaksızın infaz ettiler.

Yejov, çok sayıda masum insanın kitlesel olarak öldürülmesinin Sovyet halkının geniş bir bölümünün hükümete karşı tutum almaya itmesini umuyordu. Bu, bir Alman ya da Japon saldırısı sırasında Sovyet hükümetine karşı iç isyanların gerçekleşmesi için bir zemin oluşturacaktı.

 Yejov bu ve benzer konularda Stalin’e, Parti ve hükümet liderlerine yalan söyledi.

1937-38’de hemen hemen 680,000 kişinin bu korkunç kitlesel kıyımı, Yejov ve onun üst düzey adamlarının, Sovyet halkı arasında hoşnutsuzluk tohumları ekmek için gerçekleştirdikleri esas itibariyle haksız infazlardan oluşuyordu.

G. Times: Son soru:

 Sevelim ya da sevmeyelim, Jozef Stalin tarihte gelmiş geçmiş en büyük Gürcü. Stalin’e ilişkin değerlendirmenizi kısaca söyler misiniz?

G. Furr:

Stalin’i, kendisinin de kabul ettiği standartla yargılamamızı öneriyorum. Stalin, Lenin’in öğrencisi olmaya çalıştı. O, sosyalizmi inşa etmek ve ardından sömürünün olmadığı, emekçi halk tarafından yönetilen ve onlara hizmet eden bir komünist toplum kurmak için uğraştı. Peki, ne ölçüde başarılı oldu O?

Benim görüşüme göre Stalin, Lenin’in sadık bir öğrencisiydi. O, ilkeli bir insandı; çok zeki ve son derece çalışkan biriydi. Stalin, Bolşeviklerin niteliklerinin en iyileriyle donanmıştı. Ancak, Stalin ve onunla birlikte savaşan ve çalışan insanlar, uğruna bu denli uğraş verdikleri komünist toplumu kurmayı başaramadılar.

Bence, Lenin’in yaşamış ya da SSCB’nin başında Trotski, Zinovyev ya da başka birisinin olmuş olması halinde sonuç pek de farklı olmazdı. Başarısızlığın nedeni, Stalin’in, Bolşeviklerin ve Sovyet emekçi halkının yeterince çaba harcamamış olmaları değildi. Kusur, onların sosyalizmi inşa etmeye ve ardından komünizm yolunda ilerlemeye ilişkin anlayışlarındaydı. Bu kuşağa ya da gelecekteki kuşaklara düşen görev, Stalin de içinde olmak üzere Bolşeviklerin başarılarından ve başarısızlıklarından öğrenmek ve onların ulaşmak için bu denli kahramanca uğraştıkları amaçlar doğrultusunda daha da ileri gitmektir.

“Antistalinizm”- Mit mi yoksa Gerçeklik mi?

The Georgian Times, 11 Ekim 2010

The Georgian Times, ABD’nin New Jersey eyaletindeki Montclair Eyalet Üniversitesi’nde profesör olan Dr. Grover Furr ile yaptığı özel mülakatı yayımlamayı sürdürüyor.

“Antistalinizm”i tartışmak için önce “Stalinizm”i tartışmamız gerekir. “Leninizm” teriminin kullanıma girmesi, “Stalinizm” sözcüğünün kullanılmasını kaçınılmaz kıldı. Stalin, “Trotskizm” terimini 19 Kasım 1924 gibi erken bir tarihte kullandı.

“Stalinizm” sözcüğünün kullanımı da aşağı yukarı bu döneme dayanır. “Stalinizm” sözcüğünün Trotski tarafından icat edildiği sanılıyor. O bu terimi, 28 Haziran 1917’de G. Evdokimov ile birlikte yaptığı ortak açıklamada kullandı.

İlk başlarda “Stalinizm” sadece, Stalin’in liderliğiyle bağlantılı politikalar anlamına geliyordu. Sabık Alman komünisti Arthur Rosenberg Temmuz 1927’de bu terimi, dünya devriminin eli kulağında olmadığının kabulü anlamında kullanmıştı. Trotski “Stalinizm”i, Stalin’in politikalarının “Leninizm”le karşıtlık içinde olduğunu göstermek amacıyla kullandı; ve Stalin de “Trotskizm”i aynı amaçla kullandı.

Fakat zamanla “Stalinizm” terimi, gerçeklerden tamamen kopuk bir anlam kazandı. İşte bazı “Stalinizm” tanımları:

“Stalinizm”- 1930-50’ler arası dönemde SSCB’nde meydana gelen ve J. V. Stalin’in yaptıklarıyla –toplumsal yaşamın her yanının denetimi anlamında kişisel iktidar rejimi, kitlesel baskı vb.- bağlantılı olaylar” – Kuznetsov’un Açıklamalı Rus Dili Sözlüğü.

Dmitriy Pospiyelovski, “Restalinizasyon ya da Destalinizasyon” adlı kitabında şöyle diyor: “Stalinizmin formel bir tanımı şöyle yapılabilir: tek bir diktatörün keyfi bir biçimde ve herhangi bir parti organı tarafından denetlenmeksizin yönettiği, Marksist-Leninist dogmanın biricik yorumcusu olduğu ve etrafının kendi kişiliğine tapınmayla çevrili olduğu tek kişi diktatörlüğü.”

(Russian Review 27, No. 3 (Temmuz 1968), s. 307-320, s. 309)

Stalinizm tanımlarının büyük çoğunluğu bu iki tanımda olduğu gibidir.

Bu tanımların en önemli yanı, ayrıntılarına varana değin yanlış olmalarıdır. Stalin tanım gereği hiçbir zaman “diktatör” olmamıştı. Parti liderleri onun görüşlerini kabul etmeyebiliyor ve (zaman zaman- G. A.) da kabul etmiyorlardı. SSCB’nde hiçbir zaman “toplumsal yaşamın her yanının sıkı sıkıya denetimi” sözkonusu değildi.

Bir dizi teorisyen ve zamanın Sovyet liderliğinin çoğunluğu, onun Marksizm-Leninizm yorumuna katılmıyordu.

Stalin kişisel olarak “tapınma”ya karşı çıktı ve onu “zararlı” olarak niteledi. O, diğer liderler öyle davranmasını dayattıkları için buna katlandı. Hatta Malenkov, Stalin’in ölümünden kısa bir süre sonra bunu itiraf etti.

“Anti-stalinizm”, Stalin dönemi SSCB’nin tarihinin çarpıtılması anlamına gelmektedir. Bu, yukardaki türden ve daha pek çok tarihsel uydurmalara, yalanlara dayanır. Bu tarihsel uydurmaların serpilmesinin nedeni, onların anti-komünizmin çıkarlarına hizmet etmeleridir.

 “Anti-stalinizm”, anti-komünizmin bir biçimidir. Benim görüşüme göre, “anti-Stalinist” uydurmaların üç ana kaynağı ya da “akımı” var:

 Leon Trotski,

Nikita Hruşçov

ve

Mihail Gorbaçov.

“Anti-stalinist” uydurmaların ilk kaynakları arasında Leon Trotski en önemlisidir.

 Kendi etkinliklerine, Stalin’e ve kendi dönemindeki Sovyetler Birliği’ne ilişkin korkunç yalanları; onu her renkten anti-komünistler arasında son derece popüler hale getirdi. Uydurmalarını “sol” bir kılığa büründürdüğü için bazı dürüst insanları da kendi örgütlerine çekebildi. Kapitalistler de ona, kendi uydurmalarını yaymakta yardımcı oldular.

Dürüst eleştiri, her alanda son derece yararlıdır. Lenin’in zamanında çok miktarda dürüst eleştiri ve görüş ayrılığı vardı. Trotski’nin –sosyalizmin tek bir azgelişmiş ülkede, yani SSCB’nde zafere ulaşamayacağı yolundaki- görüşünü, içlerinde Lenin’in de olduğu başka bir çok kişi kısmen paylaşıyordu. Trotski’nin (ve diğerlerinin) bu ve benzer eleştirileri tartışılmayı hak ediyordu.

Trotski’nin komünist hareket içinde olumsuz ve yıkıcı bir rol oynamış olmasının nedeni onun, sosyalizmin inşasının yolu konusunda Stalin’le anlaşamamış olması değil, devasa ölçekte bir çarpıtıcı olmasıydı. Trotski, dürüst olmadığı için zararlı ve gerici bir rol oynadı.

Trotski kendi çıkarlarının ve siyasal iktidarin peşindeydi. O, kollektif tarzda çalışma yetisinden yoksun bir bireyciler şahıydı. Önerileri 1920’lerdeki tartışmalarda yenilgiye uğradığında asla çoğunluğa boyun eğememiş ve Parti çizgisini izlemeyi kabul edememişti o. Tersine o, gizlice ve dürüst olmayan bir biçimde çeşitli entrikalara girişti. Böyle davrandığı için sürgüne gönderildiğinde Trotski’nin uydurmaları ve yalanları giderek daha da rezil bir nitelik kazanmaya başladı. O günden bu yana tüm anti-komünist propagandacılar ve “bilginler” büyük ölçüde Trotski’nin Stalin’e ve SSCB’ne ilişkin uydurmalarından yararlanmışlardır.

“Anti-Stalinizm”in ikinci büyük kaynağı Nikita Hruşçov’du. Hruşçov, Stalin ve Sovyet tarihi hakkında gerçekten de devasa ölçekte yalanlar imal etmeye koyuldu. Bunların bir bölümünü Anti-Stalinist Alçaklık (=Antistalinskaia podlost’) adlı kitabımda yazdım. Hruşçov’un yalanları ve onun yazdırdığı yalanlar üzerine bir dizi denemem daha çok geçmeden yayınlanacak.

Anti-Stalin yalanların üç ana “ırmağı”ndan ikisi, Trotski ile Hruşçov’dur. Aleksandr Orlov gibi diğerleri hem kendileri yalanlar uydurmuş, hem de bu ikisinden kopya çekmişlerdir.

“Anti-Stalinizm”in üçüncü büyük kaynağı, Gorbaçov döneminde ve onun rejimi tarafından uydurulan ve yayılan uydurmalardır. Gorbaçov dönemi “tarihçileri”, Trotski’den ve özellikle Hruşçov’dan yararlandılar ve bunlara kendi çarpıtmalarını eklediler. Gorbaçov dönemi çarpıtmaları Yeltsin döneminde sürdürüldü ve bugün de sürüyor. Moskovalı meslekdaşım Vladimir L. Bobrov ve ben çok yakında Yauza tarafından yayımlanacak olan “1937 god. Pravosudie Stalina” adlı kitabımızda, bu Gorbaçov dönemi çarpıtmalarının bir bölümünü daha irdeliyoruz.

G. Times: Hruşçov’un, Şubat 1956’daki 20. Parti Kongresi’nde yaptığı konuşma, Sovyet halkının birbirini izleyen üç kuşağının zihinlerini güçlü bir biçimde etkiledi. Bu konuşma, SSCB’ni değişikliğe uğrattı ve komünist hareketi dünya ölçeğinde baltaladı. Siz, Hruşçov’un konuşmasında yer alan 61 yalanı sergilediniz. Hruşçov’un en ölçüsüz yalanlarından bir kaçına kısaca değinebilir misiniz?

G. Furr:

Aslına bakılırsa, Hruşçov’un Stalin’e ve Lavrenti Beria’ya yönelik “açığa vurma” ve suçlamalarının tek tek hepsi yanlıştır. Bir kaç örnek: “Kişiye tapınma”. Stalin buna karşı çıkıyordu; fakat Hruşçov bu iğrenç “tapınma”yı ateşli bir biçimde teşvik ediyordu. Hruşçov Stalin’in, “kendisine muhalefet eden liderleri ahlaksal ve fiziksel olarak yokettiğini” ileri sürüyordu. Aslına bakılırsa, böyle bir şey hiç, tek bir kez bile olmadı. Hruşçov, bu konuşma sırasında alıntıladığı bütün belgeleri kasıtlı olarak çarpıttı: Pavel Postişev’in Şubat 1937 Merkez Komitesi plenumundaki sözleri; sözümona Ocak 1939 tarihli “işkence telgrafı”; Robert Eikhe’nin mektubu buna örnektir.

Bu yalanlar arasında en rezilce olanı hangisiydi? Büyük olasılıkla Hruşçov’un göndermede bulunduğu sahte “rehabilitasyon raporları!” Bunların bir çoğu 2000 yılında yayımlandı. Hepsi de düzmece. Bu raporların hiçbiri, “rehabilite edilen” kişilerin masum olduğunu kanıtlamıyor. Bunların bir bölümünü kitabımda ele alıyorum.

Bu konuşmadan sonra Hruşçov ve ona bağlı olarak çalışanlar yalan söylemeye –örneğin Moskova Duruşmaları ve Tuhaçevski Olayı sanıkları hakkında- devam ettiler. Onlar, 1961’deki 22. Parti Kongresi’nde yalan söylemeye devam ettiler. Hruşçov’un adamlarının sağladığı sahte verilere dayandıklarından, Hruşçov dönemi kitaplarında yayımlanan “açığa vurmalar”ın da hemen hemen hepsi yalandır. Bunun böyle olmasının çok önemli sonuçları olacaktır.

Sovyet tarihinin, Gorbaçov döneminden bu yanaki günümüzdeki çarpıtıcıları, hala Stalin dönemine ilişkin Hruşçov dönemi uydurmalarını esas alıyorlar. Onlar, buna ek olarak yeni çarpıtmalar da uyduruyorlar.

SSCB’ndeki Kollektivizasyon Çok Sayıda Avrupalı’nın Yaşamını Kurtardı

The Georgian Times, 19 Ekim 2010

Ben, uzun süredir kollektivizasyon ve kıtlık (Golodomor) konularına ilgi duymaktayım.

Ben yıllardır, Sovyetler’deki kıtlıklar konusunda dünyanın en iyi araştırmacısı olan West Virginia Üniversitesi profesörü Dr. Mark Tauger ile iletişim halindeyim. Ne anti-komünist ve ne de pro-Stalin ya da pro-komünist olan Tauger, diğer araştırmacılardan farklı olarak tümüyle objektif bir araştırmacıdır. O sadece gerçeği keşfetmeye çalışmaktadır.

Tauger’e göre Rusya tarihinde, yaklaşık her iki ya da üç yılda bir olmak üzere yüzlerce kıtlık yaşanmıştır. 1920-21’de, 1924’de, 1927’de ve 1928’de de ciddi kıtlıklar yaşandı.



G. Times:

Neden bazı tarihçiler kollektivizasyonun ve sınaileşmenin Stalin’in ve Bolşeviklerin en büyük hataları olduğunu düşünüyorlar?

G. Furr:

Tauger 2001’de, 1928 kıtlığı üzerine, “Tahıl krizi mi yoksa kıtlık mı?” başlıklı bir makale yayımladı. 1920-21 yıllarının “Volga kıtlığı”nı kısmen, yaşanan acıları gözler önüne seren dehşet verici fotoğraflar çekmiş olan Nansen yardım komisyonundan ötürü iyi biliyoruz. Ancak, 1924 ve 1927-28 kıtlıkları büyük ölçüde görmezden gelindi. Görmezden gelmedikleri durumlarda anti-komünist araştırmacılar bunların “kıtlık” olduğunu reddediyor ve onları “bölgesel ve yerel sorunlar” olarak adlandırıyorlar.

Onlar, Rusya’da büyük ya da küçük boyutlarda kıtlıkların çok sık meydana geldiği olgusunu gizlemek için böyle davranıyorlar. Anti-komünist yazarlar insanları, böylesi kıtlıkların kollektivizasyona kadar olan dönemde seyrek olduğuna inandırmaya çalışırlar. Fakat aslında, kıtlıklar yaygındı ve kollektivizasyon esas itibariyle, durmadan yinelenen bu sorunu çözme girişimiydi.

Churchill, İkinci Dünya Savaşı dönemi anılarını anlattığı Hinge of Fate adlı kitabında yer alan ünlü bir pasajda Stalin’in ellerini havaya kaldırarak şu sözleri söylediğini aktarır:

“On milyon. Korkunç bir şeydi. Dört yıl sürdü. Periyodik kıtlıklardan sakınmak için toprağı traktörlerle sürebilmek mutlak bir gereklilikti.”

Churchill bu ciltleri yıllarca sonra yazdı ve o sıralar belleği büyük olasılıkla kusursuz olmaktan uzaktı. Fakat hiç kimse Churchill’in “periyodik kıtlıklardan sakınma”ya ilişkin bu pasajı uydurduğunu ileri sürmedi. Gerçekten de, bu (Churchill’in kıtlıklar hakkında söyledikleri- G. A.) doğruydu.

Tauger halihazırda, daha eski tarihlerde meydana gelen kıtlıklar üzerinde çalışıyor.

Dolayısıyla, sınaileşmeyi finanse etmek için gerçekten de zorunlu olmakla birlikte, kollektivizasyona sadece bu amaçla girişilmemişti. O, çok sayıda insanın yaşamını yitirmesine yol açan periyodik kıtlıklara son vermek için de zorunluydu.

Ve 1932-33 kıtlığı, temel nedeni savaşın yol açtığı devasa yıkım olan 1946-47 savaş sonrası kıtlığı sayılmazsa, son kıtlık oldu. 1932-33 kıtlığı tartışmalarında bu olgu hep gözlerden saklanır.

Kollektivizasyon tabii ki ölümlere yol açtı! Bunu hiç kimse yadsımadığı gibi ben de yadsımıyorum.

Kollektivizasyona gitmemek de ölümlere yol açacaktı. Statüko, kıtlıklar nedeniyle ölümlere yol açıyordu…

Yeni Ekonomik Politikayı (=NEP) sürdürmek de kıtlık kaynaklı ölümlere yol açacaktı.

Demek ki, eldeki bütün seçenekler ölümlere yol açacaktı. Bu konuya iki tarzda yaklaşılabilir: Birincisi-kimler ölecekti? Ve ikincisi ne kadar insan ölecekti?

Kollektivizasyon, köylere egemen olan zengin köylüleri (“kulak”) hedef alıyordu. Statüko esas dikkati, en yoksulların çektiği acı üzerine yoğunlaştırıyor. Statüko, yoksullara karşı zenginleri gözetiyordu. Kollektivizasyon, zenginlere karşı yoksulları gözetti. Aslına bakılırsa, yiyecek maddelerini satın alıp daha sonra fiyatları yükseltebildikleri için zenginler kıtlıklar sırasında daha da zenginleşiyorlardı.

Kollektivizasyon olmasaydı kaç kişi ölürdü? Burada bir sürü olasılık var. İşte bir tanesi. Savaş – Bolşevikler, Avrupa devletlerinin içinde yer aldığı ve belki Japonya’nın da katılacağı şu ya da bu bağlaşmanın er ya da geç SSCB’ni işgal edeceğini düşünüyorlardı. Bu aynen gerçekleşti.

Kollektivizasyon sayesinde sınaileşme sağlandı. Sınaileşme olmaksızın SSCB modern bir ordu kuramazdı.

Beklentilere uygun olarak, tümüyle masum 28 milyon Sovyet yurttaşını öldüren Naziler neredeyse SSCB’ni ele geçireceklerdi.

G. Times: Modernleştirilmiş bir Kızıl Ordu olmuş olmasa ve Naziler SSCB’ni ele geçirmiş olsaydı?

G. Furr:

 Eğer Naziler SSCB’ni ele geçirmiş olsalardı, çok daha fazla sayıda Sovyet yurttaşı öldürülecekti. Hitler’in planı böyleydi. İki cephede birden savaşma kaygısı olmayan ve SSCB’nin bütün kaynaklarıni elinin altında bulunduran bir Hitler, Bağlaşıklar açısından çok daha tehlikeli bir düşman olurdu. Almanlar ve –aralarında Ukrayna milliyetçilerinin ve 14. Waffen-SS Tümeni olarak da bilinen Ukrayna Asi Ordusu’nun da bulunduğu- bağlaşıkları yüzbinlerce, belki de milyonlarca daha fazla Bağlaşık askeri ve yurttaşını öldürebilirlerdi.

Hitler’in Britanya adalarını işgale ilişkin ciddi planları vardı. O bunu yapabilirdi! Ne kadar çok Birleşik Krallık yurttaşı yaşamını yitirirdi? Pek çok insan!

Japonlar Uzakdoğu’da Bağlaşıklara karşı çok daha güçlü hale gelmiş olurlardı. Onlar, Nazilerden insan ve materyel desteği ve işgal edilmiş olan SSCB’nden Sahalin (adası- G. A.) petrolünü alabilirlerdi. Bu durumda onlar, çok daha fazla İngiliz, Fransız, Hollandalı, Çinli, Vietnamlı ve Amerikalı öldürürlerdi.

Ve Yahudileri de unutmayalım. Daha işin başında Britanya ve Fransa ordularının işini bitirmiş olan Hitler, ellerini kollarını sallayarak dolaştığı Avrupa’da daha da fazlasını yapardı.

G. Times: Böyle bir durumda Hitler’in, öldürmüş olduğundan daha da fazla Yahudi öldürebileceğini düşünüyor musunuz?

G. Furr: Bence bu tartışma götürmez. Tabii ki o, çoğu Slav olmak üzere çok büyük sayıda “Untermenschen” (=alt-insan) ile birlikte daha da fazla Yahudi öldürürdü!

Bu bakımdan, son derece haklı olarak, SSCB’ndeki kollektivizasyonun sadece çok büyük sayıda Sovyet yurttaşının yaşamını kurtardığını söylemekle yetinemeyiz. Kollektivizasyon çok büyük sayıda Avrupalı, Çinli ve Amerikalıların, hatta Japon ve Almanların yaşamlarını da kurtardı. Savaşın daha fazla uzaması halinde, Eksen ülkelerinde de daha fazla asker ve yurttaş yaşamını yitirecekti.

Bu, yol açtığı iyi şeyler ve engellediği kötü şeyler hesaba katıldığında, eşlik ettiği sorunlar ve ölümlere rağmen kollektivizasyonun 20. yüzyılın en büyük zaferlerinden biri olduğu anlamına gelir.

Kollektivizasyonun tek alternatifi, Çarların yapmış olduğu gibi her 2-3 yılda bir kıtlıkların meydana gelmesine süresiz olarak katlanmak ve sınaileşmeden bütünüyle değilse de onlarca yıl süreyle vazgeçmekti. (Nazilere kalsaydı, onlar bütün Slavları eğitimden yoksun serflere dönüştüreceklerdi.)

Çok hızlı (“yoğunlaştırılmış”) sınaileşme olmaksızın Kızıl Ordu Nazi işgaline karşı savaşmaya hazır olamazdı.

Bolşeviklerin kollektivizasyon ve sınaileşme deneyimlerine göz atmak bizlere çok şey öğretir. Çin Komünistleri, Vietnam Komünistleri vb bunu kesinlikle yaptılar! Onlar Sovyet örneğini kölece taklit etmemede kararlıydılar ve etmediler de.


Fakat Bolşevikler –ya da isterseniz “Stalin”- bir ilktiler. Onlar, edinilmiş deneyimin verdiği avantajdan yoksundular. Onların, hatalı olduğu daha sonra ortaya çıkan bir çok karar almaları son derece doğaldı. Bu öncülerin değişmez yazgısıdır.


Kollektivizasyon sırasında Bolşevikler tonlarca hata yaptılar. Ama, bu işe hiç kalkışmamak ölçülemeyecek ölçüde daha büyük bir hata olurdu!


Ve sorun tam da bu. Bu hususlara değinmek rağbet görmüyor ve “siyasal bakımdan uygunsuz” sayılıyor. Doğu’da ve Batı’da, özellikle seçkinler arasında egemen olan anti-komünist ve özellikle anti-Stalinist ortodoksluk, bu düşüncelerin yayımlanmasını hemen hemen olanaksız hale getiriyor. Bu bir olgu, bu gerçeğin ta kendisi- ama “onu söyleyemezsiniz.”


Stalin ve O’nun döneminin Bolşeviklerini “mazur göstermeye” çalışmıyorum. Onlar ellerinden geleni yaptılar.



Sahip oldukları bilgiler ve SSCB’nde 1928’deki durum gözönüne alındığında onların, çok hızlı kollektivizasyon ve sınaileşme dışında bir seçenekleri yoktu.



Şimdiye kadar hiç bir tarihçi ya da iktisatçı Bolşeviklerin 1929’da benimseyebilecekleri geçerli bir alternatif plan önerememiştir. Tek bir kişi bile çıkmamıştır bunu yapacak! Birisinin böyle bir plan bulduğunu varsaymamız halinde bile onun, Bolşeviklerin –Stalin ya da başka birinin- bu planı 1928’de bilebileceğini kanıtlaması gerekecektir.



Bunun gerçekleştirilebileceğinden kuşkuluyum. Bugün, kollektivizasyonun çok sayıda can yitimine yol açtığını biliyoruz. Fakat bunu, geriye doğru bakabildiğimiz ve bu sürecin nasıl geliştiğini görebildiğimiz için biliyoruz. Stalin ve yoldaşları 1928’de bunu göremezlerdi. Onlar edinilmiş deneyimin verdiği avantajdan, kendi deneyimlerinden öğrenebilme olanağından yoksundular!



Biz bugün bu olanağa sahibiz. Buna rağmen hiç kimse ortaya uygulanabilir seçenek çıkaramamıştır. Dolayısıyla, tarihsel olarak söylemek gerekirse, böyle bir seçenek YOKTU.



Bu, anti-Stalinist, anti-komünist tarihçilere ve benzerlerine, ellerini oğuşturmaktan ve ahlak dersi vermekten vazgeçip kollektivizasyonun geçerli seçeneklerinin ne olduğunu açıklamaları için yapılmış nazikçe, ama doğrudan bir meydan okumadır.


Grover Furr: “Milliyetlerin Sürgünü Mazur Görülebilir Bir Önlemdi”

The Georgian Times, 9 Kasım 2010


G. Times:

Profesör Furr, ya halkın savaş sırasındaki sürgün edilmesine ne buyrulur? Olup bitenler kabaca bilindiğine göre, yanıtlanması gereken esas soru şu: Böylesi sürgünler nasıl haklı çıkarılabilir? Bunlar bir tür jenosid değil miydi?

G. Furr:

25 Şubat 1956’da 20. Parti Kongresi’nde yaptığı gizli konuşmada Hruşçov bu sürgünlere üç noktada karşı çıktı: (1) “hiçbir istisna” yapılmamıştı; (2) bunları, “dayatan herhangi bir askeri gerekçe” yoktu, (3) “bireylerin ya da grupların düşmanca eylemleri nedeniyle uluslar bir bütün olarak” cezalandırılmışlardı.



Bu savların hiçbiri de doğru değildir. Koyu bir anti-Stalinist olan Rusya’nın öndegelen sürgün uzmanı N. Bugai, savaş gazileri ve onların ailelerinin sürgünlerinde bazı istisnalar yapıldığını belgelemiştir. Bugai şunu da söylemiştir: “… Önceliklerini cephe hattının gerisinde ve özellikle Kuzey Kafkasya’da düzeni sürdürme olarak saptayan Sovyet hükümeti, bu önceliklerin dağılımını esas itibariyle doğru bir biçimde yapmıştır.”


G. Times: Peki ama uluslar bir bütün olarak sürgün edilmeli miydi?


G. Furr:

Bence bu soru, iki bölüm halinde yanıtlanabilir. Birincisi, bu isyanların ne ölçüde kitlesel bir nitelik taşıdığı ve ikincisi de, jenosid sorunudur. Birbirlerine özgün bir dil, tarih ve kültürle sımsıkı bağlı insanlardan oluşan küçük bir ulusal grubu parçalara ayırmak, aslında onu yok etmek demektir.


Amerikalı anti-komünist Ann Applebaum, ünlü “GULAG” adlı kitabında kitlesel isyanlar ve askerden kaçmalar olduğunu yadsımaktadır. Ben, Antistalinskaia Podlost’ adlı kitabımda başka araştırmacıların ortaya çıkardığı ve bu pro-Nazi isyanların gerçekten de sözkonusu etnik gruplardan halkın çoğunluğunu kapsadığını kanıtlayan olgulara değindim.


Örneğin, silah altına alınan Kırım Tatarları’nın yüzde 90’ı askerden kaçtılar. Alman kaynaklarına dayanan araştırmacı J. Otto Pohl, bunların hepsinin Nazi kuvvetlerine katılmadığını ileri sürmüştür. Bu görüşün doğru olması bir şeyi değiştirmez: Sovyetler bunun böyle olup olmadığını bilmedikleri gibi, kaçakların büyük çoğunluğu da anti-Sovyet partizan çetelerine ve haydut gruplarına katılmışlardı.


Aynı biçimde, 1942’de silah altına alınan Çeçen ve İnguş’ların yüzde 93’ü askerden kaçtılar, saklandılar, Nazilere katıldılar ya da asi ve haydut gruplarına katıldılar. Pro-Nazi Çeçen milliyetçileri Şubat 1943’te Nazi bayrağı altında büyük bir pro-Alman isyana önderlik ettiler.


Grigory Tokayev and Viyaçeslav Molotov, savaş sırasında bu bölgelerde büyük-ölçekli anti-Sovyet isyanların meydana geldiğinde anlaşıyorlar.


Aralarındaki tek fark Tokayev’in bu isyanları haklı görmesinde yatmaktadır.


Tarihçi V. I. Zemskov, genel olarak sürgünler konusunda uzmanlaşmış bir kişidir. Onun tahminine göre, sürgüne gönderilen 151,720 Kırım Tatarının 191’i sürgün sırasında ölmüştür. Bu yüzde 0.13 demektir. Ne yüzde 13, ne de yüzde 1.3.



Bugai ile Gomov’a göre, “NKVD kayıtları, aynı dönemde yakalanan 493,269 Çeçen and İnguş uyruklu kişiyi taşıyan 180 tren konvoyundan söz ediyor.

 Operasyon sırasında 50 kişi ve yolculuk sırasında da 1,272 kişi öldü.” Bu rakam, yüzde 0.27’ye, asilerin silahsızlandırılması vb. sırasında ölen 50 kişiyi saymazsak yüzde 0.26’ya denk düşüyor.

Bu olayların kış koşullarında ve dünya tarihinde yaşanan en acımasız savaş sırasında meydana geldiği gözönüne alındığında, rakamın pek yüksek olmadığı görülür. Bu büyük olasılıkla, işgal koşullarındaki Sovyet sivillerinin verdiği kayıp oranlarının çok altındadır.



Çeçen-İnguşlar ve Kırım Tatarları’nın durumunda Nazilerle işbirliği, kitlesel boyutlardaydı ve nüfusun büyük çoğunluğunu kapsıyordu. “Sadece suçluları” izole etmeye ve cezalandırmaya çalışmak, sözkonusu ulusları parçalamak anlamına gelecekti. Bu büyük olasılıkla, sözkonusu ulusların yokedilmesine yol açacak ve sonuçta ortada genç kadınların evlenebileceği çok az genç erkek kalacaktı. Bunun yerine, (Sovyetler’in uyguladığı yöntem sayesinde- G. A.) ulusal gruplar birarada tutuldular ve zamanla nüfusları yeniden arttı.

G. Times:

Fakat, eğer ulusların sürgünü, tıpkı tarımın kollektivizasyonunda ve sözümona “Holodomor”da olduğu gibi basit bir biçimde mazur gösterilebilirse, dünyanın her yerindeki saygıdeğer tarihçilerin bu olayı eleştirmesini nasıl açıklarsınız?

G. Furr:

 Bunu anlamanın zor olduğunu sanmıyorum. Sovyet tarihinde ve özellikle Stalin döneminde yaşanan bu olaylar; aşırı işçi sınıfı düşmanı ve sağcı milliyetçi akımların yararına yanlış yorumlanmakta, çarpıtılmakta, yalanlara konu edilmektedir.


Yukarda ele almış olduğum sürgünler, Nazilerle yapılan büyük-ölçekli işbirliğinin sonucunda meydana gelmişti. Nazilerle yapılan bu işbirliğini meşrulaştırmak ve bu grupların içindeki sağcı milliyetçiler yararına bir “görkemli geçmiş” yaratmak için Nazilerle yapılan bu işbirliğinin “haklı” ve sürgünlerin “haksız” olduğunun gösterilmesi gerekmektedir.

Yakob Cugaşvili ve Eka Buçukuri (“The Georgian Times’ın Gürcüce basısından -İngilizceye- çevrilmiştir.)

İngilizceden Türkçeye Garbis Altınoğlu tarafından çevrilmiştir. Garbis Hocaya Devrimci Kütphane editör ve okurları adına teşekkür ederiz.

“Anti-Stalinist İhanet” kitabının yazarı Profesцr Grover Furr'la roportaj >>"Nikita Kruşçev'in 61 Yalanı"

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)