12 Ocak 2025 Pazar

Kuzey Kore ve Ukrayna’da ölecek askerleri-Halil Gündoğan-11.01.2025

            Kore Yarımadasının kısa tarihi

‘’Kore Yarımadası’nın bilinen tarihi MÖ 2333 yılında Kral Dangun tarafından kurulan Gojoseon Krallığı ile başlatılmaktadır. MÖ 2. Yüzyılda parçalanan bu devletin yerine Üç Krallık Dönemi olarak bilinen süreç başlamış ve MS 7. Yüzyıla kadar Kore Yarımadası Goguryeo, Baakje ve Silla hanedanları bölgenin hakimiyetini ele geçirmiştir. Bu üç krallık 676 yılında Silla’nın hâkimiyeti altında birleşmiştir. (…)”

 “20. Yüzyılın başlarına kadar bağımsızlığını koruyan Kore, 1910 yılında Japonya tarafından işgal edilmiş ve 1945 yılına kadar Japonya’nın hâkimiyeti altında kalmıştır. (…) 1910-1945 yılları arasında devam eden Japon işgali, Japonya’nın savaşı kaybetmesiyle (2. Dünya Savaşı. Bn.) sona ermiş, savaş sonrasında 38. Paralelin güneyinde ABD, kuzeyinde SSCB kontrolünde iki farklı yönetim ortaya çıkmıştır. 1948 yılında her iki yönetim de devlet ilanıyla yarımadanın tamamında egemenlik iddia etmiş, bunun üzerine Kore Savaşı patlak vermiştir. 



ABD, İngiltere ve Birleşmiş Milletler (BM) birliklerinin Güney yönetimini, SSCB ve Çin’inse Kuzey yönetimini desteklediği savaş, 1950-1953 yılları arasında üç yıl devam etmiş, bu süreçte 2,5 milyonu sivil olmak üzere 3 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiştir. (Bilindiği üzere Türk Devleti de NATO’ya alınma karşılığında bu savaşta 15 bin civarında askerle, Güney Kore saflarında katılmıştı. Bu emekçi halk çocuklarından 750’si hayatını kaybetmiş, 175’i kaybolmuş, 400 civarında esir düşmüş ve 250’si de yaralanmıştı. Bu savaşta da sembolik te olsa tek bir zengin çocuğu dahi yer almamıştı. Bn.) Savaş sonunda Güney Kore ve Kuzey Kore olmak üzere iki farklı devlet ortaya çıkmış, savaşsa resmi olarak ancak 2018yılında sona ermiştir.” (https://www.insamer.com/tr/ulke-profili-kuzey-kore/ )

 

Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti

Kuzey Kore, 2. Dünya Savaşı sonrası, Kore İşçi Partisi önderliğinde önce “Kuzey Kore Geçici Halk Komitesi” adı altında, sonra da SSCB denetiminde, “Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti” olarak, 9 Eylül 1948 tarihinde kuruldu. 1960’lı yıllara kadar kendisini “Marksist-Leninist ve Juche temellerine dayalı sosyalizm” olarak tanımlar. Ancak önce Juche ve ardından da Songun revizesiyle; 2012 de gerçekleştirilen 4.Konferansta parti tüzüğünde esaslı bir değişiklik yapılır. Kimilsungizm-Kimjongilizmin “partinin tek yol gösterici fikri” olduğu kabul edilir. Zaten 2010 yılında yapılan 3. Konferansta, partinin nihai hedefi olarak önsüzde yer verilen “komünist bir toplum kurma” hükmü de tüzükten çıkarılır.

 

Babadan-oğula devredilen bir hanedanlık rejimi

İlk devlet başkanı: Kim İl-sung’dur. Ardından, 1994 yılında oğlu Kim Jong-il ve 2011 yılından beri de torunu Kim Jong-un devlet başkanlığı makamındadır. Yani demek oluyor ki Kuzey Kore halkı arasında Kim’ler dışında gerek parti liderliği ve gerekse devlet başkanlığı vasfı gösterebilen başka kimsecikler çıkmıyor ki babadan oğula, üç nesildir devam edegelen bir hanedanlık rejimi kurulmuş.

Demokrasi yoksa, halk demokrasisi veya sosyalizm de yoktur

Sırf bu olgu bile o rejimin sosyalist, ya da resmi anayasal adıyla “demokratik halk cumhuriyeti” olduğunu tartışmalı kılar. Çünkü demokrasi, her iki rejimin de vaz geçilmez temel ilkelerindendir. Hanedanlık ise hem demokrasinin hem halk demokrasisinin ve hem de sosyalist demokrasinin dokusuyla uyuşmayan, totaliter bir diktatörlüktür.

Anayasasına göre yönetim “demokratik seçimler” yoluyla belirleniyor. Her ne kadar da üç küçük parti daha varsa da ancak tek resmi parti Kore İşçi Partisi’dir. Bu parti, iktidar partisi olup, devlet ile özdeşleşmiştir de. Keza Parti, 1946 yılında kurulan ve ülkedeki tek yasal siyasi hareketi olan “Anavatanın Yeniden Birleşmesi için Demokratik Cephe” sine de liderlik yapmaktadır.

 

Üretim araçları üzerinde devlet mülkiyeti = sosyalizm değildir

Kuzey Kore Anayasanın 3. Maddesine göre “Kimilsungizm-Kimjongilizm”, Kuzey Kore’nin resmi ideolojisi olup; genel olarak üretim araçları ve özel olarak da devlet tarafından işletilen tüm işletmeler ve keza “kolektif işletme” statüsüne dönüştürülmüş çiftlikler devlete aittir.  Yani bu anlamıyla, alışıla gelmiş klasik deyimiyle “kamu mülkiyeti” kategorisinde görünüyor. Fakat biliyoruz ki sosyalist sistemde devlet erki, proletarya diktatörlüğü altında, ta kurulduğu andan itibaren, koşullara bağlı olarak, tedricen sönümlenme sürecine girmemişse, tam aksine halkın doğrudan yönetim aygıtları olan Sovyet sistemini giderek işlevsizleştirerek, tüm yetkileri elinde toplayan katı merkeziyetçi bürokratik bir yapı olarak toplum üzerinde bir otoriteye dönüşmüşse; orada o “kamu mülkiyeti” artık gerçek anlamda kamunun, yani “tüm halkın mülkiyeti” değildir. O, artık tamamen bir avuç bürokratın mülkiyetine dönüşmüştür. Bu da aslında, kapitalizmin özünün ifadesi olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin, “zümre mülkiyeti” formatıyla, kendisini yeniden üretmeye devam etmesi anlamına gelir. Dolayısıyla da resmi adı sosyalist de olsa, komünist de olsa, o rejim basbayağısından kapitalisttir. Buna “devlet kapitalizmi” veya “bürokratik kapitalizm” de denir.

 

Yani gerek adındaki “demokratik halk cumhuriyeti” gerek üretim araçları ve işletmelerin mülkiyetinin “devlet mülkiyeti” olarak anayasal güvenceye alınmış olması ve gerekse sağlık hizmetleri, eğitim, barınma ve temel gıda maddelerinin esasen devlet tarafından karşılanıyor olması gibi bazı özelliklerin hâlâ devam ediyor olması Kuzey Kore’ye yine de “sosyalist sistem” payesi kazandırmaz.

 

Kuzey Kore, Juche prensibine rağmen, “bağımlı ülke” konumundan çıkamamıştır

KİP’in kurucu lideri ve ilk devlet başkanı Kim İl Sung’un kendisi tarafından teorize edilen “Juche ideolojisi”ne ilişkin tanımı şöyledir: “Başkalarına bağımlılığı reddetmek, kendi gücünü kullanmak, kendi gücüne inanmak ve devrimci özgüven ruhunu sergilemek için bağımsız bir duruş” Bu temel anlayış üzerinden de şu üç ilke ileri sürülür: “Chaju: Siyasi bağımsızlık, Chawi: Askeri bağımsızlık, ulusal savunmada özgüven, Charip: Ekonomik bağımsızlık ve kendine yeterlilik.” (https://www.dsjournal.org/kuzey-kore-juche-ideolojisi/ )

 

Fakat buna rağmen kuruluş sürecinde esas olarak SSCB tarafından finanse edilen, sonra (ve ama özellikle de Sovyet Bloğunun çökmesiyle) ekonomik ilişkilerinde esasen Çin’e dayanan Kuzey Kore, iktisaden aslında kendi kendine yetebilen bir konuma ulaşmayı esasen başaramamıştır. Şatafatlı/yaldızlı askeri atraksiyon ve nükleer silah sahibi, “güçlü devlet” sunumlarına karşın, yaşam standartlarının hayli düşük olduğu, halkın ezici çoğunluğunun yoksulluk sınırlarında bir yaşam sürdüğü rahatlıkla söylenebilir.

 

Devasa askeri harcamalar yoksulluğun bir diğer nedeni

Ve tabii bütün bunlara ek olarak bir buçuk milyonluk bir ordunun toplam masrafları da dahil edildiğinde, bu devasa askeri harcamalar, halkın bu yoksul yaşama mahkûm edilmesinin başlıca nedenleri arasında olsa gerek.

 

Kuzey Kore ne karşılığında Ukrayna’da Rusya adına savaşacak?

Bu soru, spekülasyondan ibaret, temelsiz bir soru değil elbet. Kuzey Kore’nin Ukrayna cephesine asker gönderme kararı muhtemelen, Haziran 2024 tarihinde Rusya ile yapılan, “herhangi bir saldırı halinde birbirlerini koruma” şeklindeki prensip anlaşmasının bir gereği olarak izah edilecektir. Fakat esas nedenin tek başına bu olmadığı açık. Esas nedenler taraflar açısından farklılık arz ediyor: Rusya açısından esas neden, sahada savaşacak asker açığını belli ölçülerde giderme ihtiyacıdır. Kuzey Kore açısından ise çok daha farklı nedenler söz konusudur. Öncelikli neden, cephede savaşacak asker karşılığında “gıda yardımı ile ekonomik ve teknolojik destek” alabilecek olmasıdır. Bunun yanında gelişmiş savaş uçağı temin edebilecek olması ve keza askerlerine doğrudan sıcak savaş ortamında tecrübe kazandıracak olmasıdır. Tabii dünyanın hızla yeni bir emperyalist paylaşım savaşına doğru sürüklendiği bir süreçte Kuzey Kore, müttefiklerine “güvenilir partner” olacağı güvencesi verme ihtiyacı da duyuyor olabilir. (https://www.dw.com/tr/g%C3%BCney-kore-istihbarat%C4%B1-kuzey-kore-rusyaya-asker-g%C3%B6nderdi/a-70533913 )

 

Kuşku yok ki bu “al-ver” pazarlığının masum insanların kanının pazarlanması üzerinden yapılıyor olması, tarih boyunca egemen zorbalar açısından zerre kadar dert edilmediği gibi, nitekim bugün de asla dert edilmiyor işte

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)