30 Ocak 2025 Perşembe

Cafer Yıldız Arkadaşı Daha Özenli Davranmaya Çağırıyoruz: Yalana Tarih Çptmısına Değil Gerçeğe İhtiyacımız Vardır:..!_İrfan_Çelik

Cafer Yıldız Arkadaşı Daha Özenli Davranmaya Çağırıyoruz: Yalana Tarih Çptmısına Değil Gerçeğe İhtiyacımız Vardır:..!

Cafer yıldız isimli bir arkadaş Ali Haydar Yıldızın kardeşi olmasının arkasına sığınarak, M-L önderlere ve devrimci harekete yalan-yanlış bilgi kırıntılarıyla, sağdan soldan aşırılmış ama somut bilgi ve belgelere dayanmayan savlarla-Troçki ve CİA merkezli ve Stalin düşmanı Menşeviklerden alınmış bilgilere dayanan iddialarla Staline saldırması ve hatta "Lenin'i Stalin'in zehirleyerek öldürttüğü " ve dahada ileri giderek Stalin düşmanı devrim kaçkını Menşeviklerin yalanlarına dayanarak Stalinin birleirni polise gambazladığı yalanını gerçekmiş gibi allayıp pullayıp yayınlaması aslında haklı olan bazı noktalarındaki eleştirilerini de boşa çıkarmakta ve mücadele içinde olan devrimciler arasında tepki uyandırmaktadır.

Elbette Cafer arkadaş devrimci ve sosyalist hareketi, kendi bakış açısına göre eleştirme hakkına sahiptir. Ama bu gerçekleri çarpıtma ve devrimci-sosyalist hareketi gözden düşürmeye hizmet ediyorsa orada uyarmak ve eleştirilerde gerçekçi davranmaya davet etmek gerekiyor.

Cafer arkadaş devrimci hareketin bazı hatalarını kullanarak, örgütlü savaşıma adeta savaş açıyor ve devlete karşı illegal temelde örgütlenme ve devrleti silahlı ayaklanmayla yıkıp emekçilerin kurtuluşunu amaçlayan yaklaşımları küçümsemekte, devrim için yaşamlarını ortaya koymuş devrim şehitlerini birileri tarafında boşu boşuna ölümü gönderilerek kullanılan" zavvallılar" olarak görerek göstererek, devrimci hareketin toptan mahkum edilmesi yolunu tutmaktadır.

Temcit plavı gibi hemen hergün tekrarlaya durduğu M.Oruçoğlu nezdinde TKP-ML hareketi hakkında muzaffer Oruçoğlu'nun Vartinikte Komde kalırken İ.G adlı devletle bağı olan bir kişiyle ilişki içinde olduğu ve kaldıkları mağarayı bu kişiye söylediği vb.iddiasıyla açıktan Oruçoğlu'nu ihbarcı olarak ilan etmektedir.
Aynı zamanda bu konuya dair yazıp çizdikleri açıktan TKP-ML Hareketi hakkında şaibeler yaymak ve emekçileri devrimci harekette uzak tutma yaklaşımını teşvik ediyor.
Cafer arkadaş hayali senaryolarla ve komplo teorileri ile çok içli dışlı olsa gerek ki, işkencede çözülmüş olan ve bu çözülmeleri bilinen TKP-ML Hareketinin yönetici kadrolarına dair, "hain, ihanetçi, devletin aparatı " vb. gibi ucuz değerlendirmeler de bulunması olaylara bilimsel bir yaklaşım içinde bakmadığını gösteriyor.

1973 yılında TKP-ML Hareketi 11 ay gibi kısa bir dönemin ardında devletin faşist saldırıları sonucu hareketini kurucu önderi İbrahim Kaypakkaya, Ahmet Muharrem Çiçek, Meral Yakar ve Ali Haydar Yıldız yoldaşlar katledilirken, örgütün yönetici kadroları ve militanları, taraftarlarının ezici çoğunluğu yakalanarak örgüt 1973 yılının başında çökertilmişti. 1973 yılında polis operasyonlarında yakalanan Koordinasyon Komitesi Üyelerinden (KK) örgütün kurucusu ve önderi Kaypakkaya yoldaş dışında diğer üyeler-Muzaffer Oruçoğlu, Ali Taşyapan, Cem Somel ve Aslan Kılıç- işkencede ser verip sır vermeme tutum içinde olamamışlardır.

Bu yönetici kadrolar için çözülme düzeyleri bakımından farklılıklar göstermiş olsa da Cem Somel örgütlü mücadelede çekilme noktasına savrulurken, zindanlarda örgütün yeniden toparlanması sürecinde, kadroların ve taraftarların yeniden değerlendirilmesinde işkencede olumlu sınav vermiş kadrolardan oluşan -İrfan Çelik, H.Şenses ve Güner Alakoç- bir değerlendirme komitesi oluşturulmuş ve bu komite bir kadro ve ileri taraftarlarla tek tek görüşerek eleştiri ve önerilerini alarak bir rapor hazırlamışlar. Bu rapor yine doğal otorite olarak kabul edilen A.Kılıç , Muzaffer Oruçoğlu ve Ali Taşyapan'a sunulmuş.

Burada eleştirilmesi önderliğin yeniden oluşturulurken tutulan yöntemdir.

Bunda tüm örgütü bağlayan bir tüzüğünün olmaması ve yine deneyim ve tecrübesizlikten dolayı işkencede tavrın yönetici kadrolarda temel bir ayıraç olarak bilince çıkarılıp özümlenememesi, alt kadroların kendilerine güvende sorun yaşamaları, işkencede zaaflı kadroların KK'da görevlendirilmelerini önleyememiştir.

Zindanlarda yeniden oluşturulan KK komitesinde İrfan Çelik, H.Şenses M.Oruçoğlu ve A.Kılıç yer alırken, Ali Taşyapan poliste zaaf gösterdiğinden dolayı KK'da önce görev kabul etmemiş. Uzun tartışmaların ardında birkaç ay sonrasında A.Taşyapan'da ikna edilerek KK'da yer alması sağlanmıştır.

Böylece 1973 yılı başında çökertilen TKP-ML Hareketinin yeniden KK'si beş kişiden oluşmuştur. Yakalanmayıp dışarıda olan KK üyelerinden Ali Mercan ve Almanyalı Kadir örgüt merkezi olarak çökertildikten sonrası kararlı bir mücadele içinde olmadıklarından dolayı fiili olarak KK üyelikleri son bulmuş.
Almanyalı Kadir örgütlü mücadeleyi terk ederen Ali Mercan Güneydeki kentlerde sıradan bir kadro olarak hem kendisini korumuş ve hemde bazı kentlerde hareket taraftarlarıyla ilişkisini sürdürmüş.

1975 Ecevit affıyla KK üyelerinden İrfan Çelik, H.Şensen ve Ali Taşyapan'ın tahliyesiyle Ali Mercanlada ilişki kurulmuş ama KK'ya alınmamış.

Muzaffer Oruçoğlu yeniden mücadele sürecinde örgütlü mücadeleden yana tavır almış ve bu tutumunu uzun yıllar zindanlarda yatarak ortaya koymuştur.

Cafer arkadaş 1974 yeniden toparlanma sürecinde işkencede direnen kadrolarda örülü bir KK'nin oluşturulması gerektiği yönünde eleştiride bulunmuş olsaydı, yerinde eleştiri ve değerlendirme demek yanlış olmazdı.

Ama 1974 sürecinde önlerinde ciddi bir deney ve tecrübe olmayan, hatta hareketin çizgisini ve örgütsel ilkelerini özümlemekten uzak kadrolarda, sorunları daha derinlemesine ileri kavrayışla değerlendirmeler ve tutum beklemek hiçte gerçekçi olmayacaktır.

Bu tıpkı yeni doğmuş bir bebeğe neden koşmuyorsun demek gibi birşeydi.

Yine 1973 döneminde işkencede tutum ve ifade vermemede hatalı yaklaşımlar, bilinç çarpıklıkları söz konusudur.

Örneğin " devrimciler yalan söylemez ve yaptıkları eylemleri gizlemezler, çünkü onlar mahkeme ve polisten, devlette korkmazlar" gibi işkencede ser verip sır vememe direnişinin özünü kavramada sorunlu bakış açısı nedeniyle sorunlu davranıldığıda bir gerçekliktir. Keza 1973 yılında polis tarafından yakalanıp işkencede hatalı davranan birçok yoldaşın daha sonrası örgütlü yaşamalarında işkencede ser verip sır vermeyen bir çizgide davrandıklarına tanık olduk.

Örneğin Zeki Şerit, M.Erdoğdu buna örnektir.

Buradan hareket ederek M.Oruçoğlu'nun ifadeleri sonucu İbrahim Kaypakkaya yoldaşın devlet tarafından katledildiği ve bundan dolayıda İ.Kaypakkaya yoldaşın öldürülmesinin sorumlusu olarak işkencede zaaflı davranan Muzaffer Oruçoğlu,A.Kılıç, A.Taşyapan yada C.Someli göstermek, devleti küçümsemek ve basite almak anlamına gelir.
Faşist T.C Devleti İbrahim Kaypakkaya yoldaşın nasıl dirayetli ve ön açıcı komünist bir önder olduğunu PDA-Aydınlık sürecinden analiz ederek biliyor. Aydınlık-PDA önderliğinin Kaypakkaya yoldaşa dair vermiş olduğu bilgiler, devletçe biliniyor.

Buradan olarak M.Oruçoğlu ve diğer poliste zayıflık gösteren KK üyelerinin vermiş oldukları ifadeler sonucu, Kaypakkaya yoldaşın katledildiği iddiası, devletin işkence ve zulmünü görmezden gelen bir yaklaşımdır. Haliyle sapla saman bir birine karıştırılmamalıdır.

Yaşanmış olan gerçekler ışığında çıkarılması gereken temel ders, işkencede olumlu sınav vermeyen önder kadroların hiç birşey olmamış gibi yine de eskisi gibi yönetici görevlerde tutulması yada yönetici kademelere seçilmeleri hatalı bir yaklaşımdır. Ama 1974 yeniden toparlanma sürecinde örgüt kadrolarının önderliğin oluşumunda işkencede zaaflı davranan önder kadrolara yaklaşımda uzlaşmaz bir tutum içinde olmalarını beklemek gerçekçi olmazdı.

Nitekim devrimci ve komünist hareket bilgi birikimi ,deneyim ve tecrübeleri arttıkça, devrimci ilke ve değerleri daha derinden kavrayacak ve ilkelere sıkıca bağlanıp bu doğrultuda hareket etmede daha başarılı olacaktır.

Cafer arkadaşın

" Lenini Stalin zehirletti " savının ne kadar ayakları havada boş ve Stalin düşmanlarının somut hiçbir veriye dayanmayan "çamur at izi kalır" burjuva yönteminin çıkmaz sokak olduğunu hatırlatmak bakımından Sendika. Orgda bir yazıyı yayınlıyoruz
Emperyalistler, solu değersizleştirme kampanyasında çoğu zaman solcuları kullanırlar
Geçenlerde hemen hemen tüm tekelci basında Lenin’in Stalin tarafından zehirlendiği haberi yeniden yer aldı. Yeniden diyorum, çünkü buna benzer haberler düzensiz periyotlarla tekelci medyada sürekli olarak yer almaktadır. Maryland Üniversitesi’nde yapılan bir konferansa Dr Harry Vinters tarafından sunulan bir tebliğe göre, Lenin frengiden değil ama büyük ihtimalle stres kaynaklı damar sertliğinden ölmüş. Dr Vinters, Lenin’in zehirlenmiş de olabileceğini ama bu konuda delil olmadığını söylüyor.

Dr Vinters’in Lenin’in zehirlendiğine ilişkin hiçbir delilin olmadığını açıklamasına rağmen, hemen tüm tekelci medya Lenin’in Stalin tarafından zehirlendiği tezini işledi. Tüm bu dezenformasyon kampanyasının kaynağı Troçki’nin bir yazısıdır.

Troçki, Liberty adlı liberal bir dergide 10 Ağustos 1940 tarihinde yayımlanan yazısında, Stalin’in Lenin’i zehirlemiş olduğunu iddia eder. Lenin’in Stalin tarafından zehirlendiği iddialarının temelini Troçki’nin öldürülmeden kısa bir süre önce yazdığı bu yazı oluşturur.

Troçki’ye göre Stalin 1923 Şubat’ının sonunda, kendisinin ve Kamenev ile Zinovyev’in de bulunduğu gayriresmi bir politbüro toplantısına gelmiş ve Lenin’in kendinden zehir istediğini iddia etmiştir.
İddia edilen şeyler oldukça ciddidir.

Troçki, Lenin’in Stalin’den böyle bir talebi olup olmadığının gerçekte bilinmediğini söyler, çünkü hastalığı nedeni ile Lenin ile konuşmak ve bunu doğrulamak mümkün değildir, eğer Lenin’in böyle bir talebi olmuş ise bile, bunu Lenin ya Stalin’i denemek için böyle bir yöntem izlemiştir, ya da kendisini öldürmekte çıkarı olan tek kişinin Stalin olduğunu Lenin de bildiği için, Lenin zehiri ondan istemiştir. Troçki’ye göre Lenin ve Stalin düşmandırlar ve eğer Lenin ayağa kalkarsa Stalin’in işini politik olarak bitirecektir.

Bu yüzden Lenin’in ölmesi Stalin’in çıkarına uygundur. Ayrıca diye devam eder Troçki, Lenin partiye yazdığı ve vasiyatnamesi olarak geçen son mektuba yaptığı bir ekle Stalin ile tüm ilişkilerini bitirdiğini ilan etmiştir. Bu olaydan iki hafta sonra Stalin politbüroya Lenin’in kendinden zehir istediğini söylemiştir.

Troçki’nin bu yazısından bu yana sürekli olarak Lenin’in Stalin tarafından öldürüldüğü ileri sürülür. Troçki’nin yazısının ingilizce metnine nette şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.libertymagazine.com/mysteries_trotsky.htm

Troçki, Yagoda’nın mahkum edilmesini de söylediklerine kanıt olarak gösterir. 1937 yılında Bukharin’in yargılandığı davada Bukharin ile beraber eski içişleri bakanlarından Genrikh Yagoda da yargılanmıştır. Yagoda birçok başka ciddi suçun yanısıra, eski içişleri bakanlarından Menzinsky, Maksim Gorki ve Gorki’nin oğlunu zehirleyerek öldürtmekle de suçlanmış ve suçlu bulunarak idam edilmiştir.

Mahkeme de Yagoda kendisi aleyhindeki iddialardan Gorki’nin oğlunu zehirleyerek öldürttüğünü kabul eder ama Gorki’yi kabul etmez. Onun ölüm nedenini gizli oturumda açıklayacağını söyler. Ama dediğim gibi sonunda bu suçlardan (ve bir hayli başka suçlardan da) suçlu bulunur ve idam edilir. Yagoda’nın işlediği cinayetler o dönem Sovyet basınında parti içi muhalefetin Stalin ve diğer Bolşevik önderlere yönelik işlediği cinayetlerin bir parçası olarak kabul edilmiştir.

Bu arada parentez olarak açıklayalım 1906 yılından beri bolşevik olan Yagoda ilginç bağlantıları olan bir kişiliktir. İngiltere’de Liberal Parti Genel Başkanı ve hükümette Başbakan Yardımcısı olan Nick Glegg’in büyük halası Baroness Moura Budberg Yagoda’nın 1930’lı yıllardaki sevgililerinden birisi idi. Önemli bir Rus aristokratı olan bu kadın İngiliz Mata Hari olarak adlandırılır ve 1918 yılında ünlü İngiliz casusu Lockhard ile beraber Lenin suikastından tutuklanmış ve daha sonra serbest bırakılmıştır. Baroness Moura Budberg hakkındaki bilgilere ilişkin İngiltere’de hala gizlilik yasağı vardır.

Yagoda ise mahkemede bu casuslar ile olan ilişkilerini görev gereği olarak savunmuş, açıklamalarını ise gizli bir celsede yapmak istemiştir. Ne yazık ki bu konuda Rus belgeleri de hala gizlidir. Yagoda aynı zamanda Çeka’nın başkanı olarak Kirov cinayetini kolaylaştırmaktan mahkum olmuştur.
Troçki işte bir dönem Çeka başkanı olan Yagoda’nın Gorki ve diğerlerini zehirlediğini kabul eder. Yazısında bunun doğru olduğunu söyler ama der, Yagoda tüm bu cinayetleri Stalin’in emri ile işlemiştir. Troçki’ye göre Yagoda Stalin’in has adamı idi ve mahkemede onu mahkum ettirerek Stalin her şeyi bilen birinden kurtulmuştur. Lenin’i zehirleyen zehiri Stalin Yagoda’dan almış olmalıdır

Troçki’ye göre.

Burada ilginç olan nokta Troçki’nin Yagoda’nın cinayetlerini inkar etmemesi ve kabullenmesi. Ama bu cinayetleri bir kalem darbesi ile Stalin’in üzerine yıkıyor. On yedi seneye yakın bu konuda niye sustuğu ama birden 1940 yılında bu olayları niye hatırladığı konusunda da hiçbir açıklama getirmiyor. Troçki’nin bu yazısı elde hiçbir delil yok iken emperyalist propaganda çevrelerinde Kirov’u da aslında Stalin’in öldürttüğüne delil olarak sayıldı. Troçki’nin bu iddiaları emperyalistlerin solu, Sovyetler Birliği ve sosyalizmin tarihini değersizleştirme kampanyalarında kullanılan en önemli yazılardan biridir.

Düzenli aralıklarla Stalin’in Lenin’i zehirlettiği, öldürdüğü haberlerinin dünyanın önemli tekelci medyasında yer almasının nedeni budur.

Ama yukarıda da belirtiğim gibi, Troçki birçok gerçeği ters yüz etmekte, bazı konuları saklamakta, bazı konularda da alenen yalan söylemektedir. Birincisi Yagoda, Bukharin ekibinin içindedir. Sadece Yagoda değil ama ondan sonra gelen Çeka başkanı Yezhov da Bukharin ekibinden olan bir kişidir. Bu konuda 1970’li yılarda Bukharin’in eşi tarafından yazılan anılarına bakılabilir.

Öyle ki kocası Yezhov döneminde idam edildiği halde Anna Larina (Bukharin’in eşi) Yezhov’un ne kadar iyi bir adam olduğunu söyler durur. Ama Troçki’nin ters yüz ettiği tek şey Yagoda hakkındaki bilgiler değildir. Lenin’in ne zaman zehir istediği, ve kimlerden zehir istediği hakkında da yalan söylemektedir.

Troçki’nin verdiği bilgiler arasında bulunan tek doğru bilgi Lenin’in Stalin’den zehir istediğidir. Ama Troçki’nin iddia ettiği gibi 1923 Şubat’ında değil, çok daha önceleri, önce 1921-22’de daha sonra da 1922 Mayıs’ında Lenin Stalin’den zehir ister. Lenin hastadır, bir bitki gibi yaşamak istememektedir, artık sonunun geldiğini düşünmektedir. O psikoloji altında en yakını olarak gördüğü Stalin’den kendisine zehir getirmesini ister.

Stalin ise bu isteği Lenin’i sakinleştirerek, ve doktorların hala umutlarını kesmediğini söyleyerek başından savar. Ve Lenin’in kızkardeşi Maria Ulyanova’nın ve karısı Krupskaya’nın mektuplarının gösterdiği gibi bunu Troçki de dahil tüm politbüro üyeleri bilmektedir.

1990’lardan sonra Sovyet arşivlerinde bazı belgelerin gizlilik kaydı kaldırıldı. Arşivlerde Lenin’in kızkardeşi Maria Ulyanova’nın parti merkez komitesine Lenin ölmeden önce yazdığı bir mektup var. Ulyanova bu mektupta “1921-22 kışında Lenin hasta düştü.

O sıralarda, tam olarak ne zaman olduğunu hatırlamıyorum, Lenin, Stalin’e büyük ihtimalle felç olacağını söylemiş ve ondan eğer böyle bir şey olursa potasyum siyanür elde etmesi ve bunu kullanmasında yardım edeceği sözü vermesini istemiş. Stalin bu sözü vermiş. Bunun için Stalin’i seçmesinin nedeni onun gerçekten duygusallıktan uzak, sert ve çelikten bir insan olduğunu bilmesi idi.

Bu tür bir şeyi isteyebileceği herhangi bir başkası yoktu. Mayıs 1922’de olan ilk felçten sonra Lenin, Stalin’den aynı şeyi tekrar istedi. Lenin artık sonunun geldiğine karar vermişti ve Stalin’in yanına getirilmesini istedi. O kadar ısrar etmişti ki, onu kıramadılar. Stalin, Lenin ile beş dakika kadar bile olmayan kısa bir süre görüştü ve odadan dışarı çıktığında bana ve Bukharin’e Lenin’in ondan artık sözünü yerine getirme vakti geldiği için zehir istediğini söyledi. Stalin ona yapacağı sözünü vermiş, Lenin onunla kucaklaşmış ve Stalin odadan çıkmış.

Hep beraber konuştuktan sonra biz Lenin’i teskin etmeye karar verdik ve Stalin tekrar odaya girdi ve doktorlarla konuştuğunu, onların hala ümitli olduklarını, ve Lenin’e verilen sözün yerine getirilme vaktinin daha gelmediğini söyledi. Lenin oldukça neşelenmişti ama yine de Stalin’e ‘beni kandırmıyorsun değil mi?’ diye sordu. Stalin ise ‘ben seni ne zaman kandırdım’ diye cevap verdi. Ayrıldılar ve birbirlerini Lenin kendini daha iyi hissedinceye kadar görmediler…

O günlerde Stalin diğerlerinden daha fazla onun ile beraberdi.” Kremlin arşivlerinden aktaran, Edward Radzinsky, Stalin sayfa 184-185. (Anti komünist bir gazeteci olan Radzinsky 1991 yılında arşivler aşıldığında Kremlindeki arşivlere ilk girenler arasındadır ve Troçki’yi yalancı çıkaran yukarıdaki mektubun ve diğer belgelerin ortaya çıkmasından hiç de memnun değildir. O yüzden mektuptan sonraki birkaç sayfada aslında Stalin’in ne kadar karaktersiz bir adam olduğunu yeniden tekrarlar durur. Stalin hakkındaki birçok iddianın arşivlerde geçersizleştiğini görünce çok mutsuz olmaktadır ve bu da kitabına yansımaktadır.)

Aslında Lenin’in zehir istediği tek kişi Stalin değildir. Yine yeni çıkan arşiv belgelerine göre eşi Krupskaya 1923 17 Mart’ında gizli kalması kaydı ile Politbüroya gönderdiği bir mektupta Lenin’in ondan bir miktar potasyum siyanid bulmasını istediğini yazar. “Ama” der Krupskaya “ben bu ricayı yerine getirecek güçten yoksunum.” (Radzinsky, age, sayfa 196.) Ama Stalin Lenin’in ötenazi isteğine karşı çıkar ve politbüro da bu kararı alır.

Ama bu sefer Radzinsky Stalin’in bu kararını eleştirir! Burjuvalara dönek olmadığınız sürece hiçbir zaman yaranamazsınız! Bu arada Krupskaya’nın mektubunun tarihine bakınız. Troçki’nin Stalin’in Lenin’in zehir istediğine ilişkin söylediği tarihler.

Olayı gündeme getiren Stalin değil Krupskaya, üstelik sözlü değil yazılı bir mektup ile. Üstelik daha önceden benzer bir talep Maria Ulyanova’nın mektubu ile olay politbüroya bildirilmiş. Politbüroda Stalin’e zehirin verilmesine karşı çıkan kişi ise Stalin.

Yukarıdaki belgelerden de anlaşılacağı gibi

Lenin hastalığının ilerlediği günlerde ve iyileşme umudunun kalmadığı anlarda çevresinde bulunan kişilerden, karısından ve arkadaşlarından ötenazi isteğinde bulunmuştur. Bu konuda Stalin’i seçme sebebi eşi Krupskaya’yı seçmesi ile aynıdır.

Yakın ve güvendiği arkadaşıdır. Ama ikisi de bu isteğini onu teskin ederek savuşturmuşlardır. Üstelik Lenin’in ötenazi isteği gayriresmi bir politbüro toplantısında değil resmi bir politbüro toplantısında tartışılmıştır. Tüm bu kararlar ve mektuplar bir politbüro üyesi olan Troçki’nin bilgisi dahilinde idi ve Troçki bunlara rağmen politik çıkarları uğruna gerçekleri çarpıtmıştır.

Troçki’nin niye böyle bir yalan söylediğini anlamak için

aslında 1940 yılı ağustosuna geri gitmekte fayda vardır. Troçki bu yazı öncesi ABD’de Komuüist Parti faaliyetlerini soruşturan Dies komitesine ifade vermeyi kabul etmiş ve bu durum kendi taraftarları arasında bile büyük tepki toplamıştı. Troçki daha sonra bu tepkiyi, Dies komitesini bir platform olarak kullanacağını iddia ederek yumuşatmak istemiştir. Başkanı olan Martin Dies adı ile anılan Dies komitesi daha sonra yine başkanı olan Mc Carthy adı ile anılan Mc Carthy komisyonunun öncelidir.

Ancak faşist bir komisyonda Sovyetleri ve takipçilerini (yani ABD komünistlerini) eleştirmenin, onların faaliyeterini teşhir etmenin nasıl bir platform olacağı bellidir. O yüzden bu açıklama kendi taraftarlarını bile tatmin etmemiştir. Zaten bu yazının yayımlanmasından 20 gün sonra, 30 Ağustos 1940’ta Troçki’nin oldukça yakın çevresinden olan Jacques Monarc/Roman Mercader Troçki’yi kafasına bir çekiç ile vurarak öldürdüğünde gerekçe olarak onun Dies komitesine ifade vermek istemesini ve onun kız arkadaşı ile evlenmesine karşı çıkmasını gösterir. Troçki’nin sekreteri katilin birkaç yıllık kız arkadaşıdır

ve

Troçki ve katil iyi aile dostudurlar.

Emperyalistler, solu değersizleştirme kampanyasında çoğu zaman solcuları kullanırlar.

Halil Berktay ve Gün Zileli gibilerin 35 yıl sonra 1 Mayıs katliamını tam da 12 Eylül iddianamesi açıklandığında solun üzerine yıkıp devleti ve 12 Mart darbecilerini aklamaya çalışması böyle bir çabanın ürünüdür.

Biz tarihe günümüzü aydınlatması açısından bakarız, geçmiş sosyalist devletler ve deneyimler de bu açıdan eleştirel bir gözle incelenmeli ve tartışılmalıdır. Ancak Soğuk Savaş propagandaları ile geçmişi anlamak mümkün değildir. Geçmişi anlayabilmek ve onun sağlıklı bir değerlendirmesini, eleştirisini yapabilmek için, önce dezenformasyon ile gerçeğin birbirinden ayrılması gereklidir.

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)