10 Kasım 2023 Cuma

UŞŞAKÎZÂDELER__(Aydınlanmış bir Osmanlı Komprador Alesi)


 

GAZETE PATİKA__UŞŞAKÎZÂDELER__(Aydınlanmış bir Osmanlı Komprador Alesi)

   Helvacızade veya Uşakîzâde Sadık Bey, halı ticaretinin medarı iftiharıdır. Benim gibi kırkma, yün çırpma, iplik eğirme, boyama ve halı tezgahları arasında büyümüştür. Ama benden daha zeki ve inisiyatif sahibi bir insandır. Ruh olarak bana biraz, Gogol’ün Ölü Canlar’ındaki Çiçikov’u anımsatır. İngiliz ve Fransız şirketlerinin komisyonculuğunu yapan ve halı üretimi için üç bin eve düzenli sipariş veren Helvacızade Hacı Ali ‘nin oğludur.

Hacı baba, ticari zamanın müşkilatını anlayan ve onu paraya yönlendirerek anında çözen biridir. Hacı Ali’nin diğer oğlu, Hacı Halil’dir ki bir kolunu İstanbul’a, diğer kolunu İzmir’e atacak ve süreç içinde Batı Anadolu’nun önde gelen halı-tütün- kuru yemiş  ihracatında kerametini gösterecek, imalathaneleri, fabrikaları, menkulleri ile zamanın saygın tacirlerinden biri haline gelecektir. Hacı Halil, çok az kompradora nasip olan özelliklere sahiptir. Her şeyden önce ön görüşlüdür. Paranın tarihine, mizacına ve bilumum maceralarına dair malumat sahibidir. Şair ruhludur, Avrupaîdir. Mevlânâ ile Hâfız-ı Şîrâzî’nin hayranıdır. Ünlü romancı Halit Ziya Uşaklıgil’in de babasıdır.

     Gelelim Sadık Bey’e. Uşak’tan İzmir’e üç seccade ile gönderildiği rivayet edilir. Yanlış anlaşılmasın, hediyeliktir bu üç seccade. Sadık’ı yolcu etme anında babası Hacı Ali’nin oğluna yönelik nasihatını tahmin eder gibiyim. Bu tahmin, Çiçikov’un babasından dinlediği şu nasihata benziyor mu bilmiyorum:

   “…ille arkadaş olacaksan zengin çocuklarıyla arkadaş ol, gerektiğinde sana bir yardımı dokunsun. Kimseye bir şeyini verme, öyle bir tutum içinde ol ki başkaları sana bir şeylerini versinler; paranın değerini bil, her mete­liğin üzerine titre: Para dünyada en güvenilir şeydir. Arkadaş, dost dediğin insanlar seni kazıklar ve sıkıyı gördüler mi hemen seni ele verirler; paraya gelince, başın ne büyük dert­lere girerse girsin, o seni asla ele vermez. Dünyada parayla aşamayacağın hiçbir engel yoktur."

   Usta romancı Halit Ziya Uşaklıgil, ailesinin kökü ve büyükbabası Hacı Ali hakkında şöyle der:

   “Türklüğün göbeğinden; karışıksız, bulanıksız, katıksız Türk kanından, ta Uşak'tan geldik. Ailenin asıl adı: Helvacızade. İzmir ve dolaylarının, belki bütün Türkiye'nin en büyük halı ticaretevi, bütün Avrupa halı sergilerinde en yüksek ödülü alan halı ticaretevi büyükbabamınkiydi.”

   Türklüğün göbeğinden kopup gelen Sadık Beyin, bin sekiz yüzlü yılların ortalarında İzmir’e gelişinde ilk duyumsadığı şey, şehrin mükellef bir iştiha ile kendisine gülümsediğidir. Babasının halı ticaretindeki bağlantılarından hareketle, Rum, Ermeni ve Türk kompradorlarının kurdukları ticari ağı mercek altına aldı.  Bunların İzmir limanına yerleşen İngiliz, Fransız şirketleri ile kurdukları can alıcı para ilişkileri neydi? İhracat ve ithalat saltanatının kumanda merkezleri ile paranın hızla para doğurduğu üreme melceleri neredeydi? İtibarı vardı çünkü,  Uşak halılarının ticaretinde önemli rol oynayan ve yabancı şirketlerce tanınan Helvacızade Hacı Ali’nin oğluydu.

Şehrin köylerle kurduğu kervan ticaretinin can alıcı bağlantılarını gözden geçirdi. Para nerelere yayılıyor ve kaç kat güçle geri dönüyordu? Namlı ve de kalantor komisyoncu ve acentacıların yoktan var olan hayat hikayelerini dinledi ve hemen İşe kervan ticareti ile başladı. Aydın- İzmir hattı önemliydi. İzmir hinterlandının halıcılık merkezi Uşak başta olmak üzere, halı, kuru yemiş, tütün ve pamuk gibi ürünleri alıp, limanlara çöreklenen İngiliz, Fransız ve diğer batılı şirketlere devretmekti işi.

   1860’lardan sonra Felek, göğün mavi atlasından Uşakkizadelerin ve Egeli kompradorların bahtına sürekli gülümsemeye başladı. 1862 yılında ingiliz şirketleri, Aydın demiryolunu Efes’e bağladılar. Selçuk, Aydın, Nazilli, Sultanhisar, Söke, Turgutlu, Ödemiş, Tire ve Bayındır gibi yerleşim birimleri demiryolu ile tanışmaya başlayınca,  Halıcılık, tütün, kuru yemiş gibi ürünlerin ticaretinde, diğer azınlıklardan daha büyük rol oynayan, Türk kökenli büyük toprak sahibi tüccarların üretimi hız ve yoğunluk kazandı. Ekim alanları genişledi. Avantaj gün gibi aşikardı. Çünkü söz konusu ürünleri, “karışıksız, bulanıksız, katıksız Türk kanından” gelen Türk köylüleri üretiyordu. Bu üreticilerin efendileriyle ilişki işi bitiriyordu. Demir yolu yapımı bununla kalmadı tabi. 1866 ile 1893 arasında, İzmir-Kasaba (Turgutlu), Alaşehir, Manisa, Soma, Bandırma ve Alaşehir-Afyon hattı demiryolu hizmete hazır hale geldi.  Bu hatlardan kervanlar kalktı, Aydın ve Uşak’a mal gidiş-gelişi hızlandı. Deve, at, araba kervanları, İdris’in tay kovaladığı daha ücra yerlere doğru kaydırıldı ve iş giderek büyüdü.

   Ticaret halılardaki hayat ağacı gibi dallanıyordu. Sevincini ve iyimserliğini, yakaladığı fırsatlarla kuran Sadık Bey, halılardaki ağacı koruyan ejderha konumundaydı artık. Hem şehir içine hem de Aydın ve İzmir hinterlandına yayılan kendi ticari ağını, 1860'ta yaptırdığı Göztepe’deki üç katlı Uşakîzâde Köşkü’nden idare ediyordu. Paranın ve tanrının ortak akılda anlaştığı ve halvete girdiği bir andı. Sadık Bey’in babası Hacı Ali de tüm ailesini toplayıp getirmiş, servetin ve ticaretin uluslararası boyutunu seyrederek huzur içinde hakkın rahmetine kavuşmuştu.

   İzmir’in temel iktisadi faaliyetlerinden birini teşkil eden Uşak halıları, bu dönemde İzmir Limanı’nın en önemli ihraç mallarında birisiydi. 1870’lerde Anadolu’da dokunan halıların dörtte üçü İzmir’den ihraç ediliyordu. Egedeki bu ticari ağ, İzmir’de bulunan İngilizlerin sigorta şirketi  “London Sun Insurance Company” ile 1864’de Ottoman “Financial Association ve Ottoman Bank” başta olmak üzere, Fransız ve diğer batılı şirketlerin ve ticarethanelerin oluşturduğu bir ağa bağlıydı.

   Bu süreç içinde Sadık Bey, kaldığı Köşkün bahçesindeki “Camlı Köşk”ü ilkokula çevirmiş, çocuklarıyla beraber mahalledeki dostlarının çocuklarını da eğitim seferberliğine sokmuştu. Bu okulda hem oğlu, hem de daha sonra, Latife başta olmak üzere torunları eğitim görmüştü. Sadık Beyin oğlu Muammer Bey, bu okulda, Ermeni ve Rum öğretmenlerden aldığı özel eğitimle, ticaret için kaçınılmaz olan Fransızca, Rumca, Farsça, ve İngilizce öğrendi. Büyük çaplı ticarette gösterdiği başarı ile yabancı şirketlerin taktirini kazanan Sadık Bey, oğlunun ticaret ve banka dünyasının gerçeklerini pratik içinde kazanmasını istiyordu.

Bunun için Muammeri, kardeşi Hacı Halil’in oğluna, geleceğin büyük romancısı Halit Ziya Bey’e teslim etti. İngiliz sermayesi ile kurulan Osmanlı Bankası’nın tercüme ve muhasebe işlerine bakan Halit Ziya, Muammer’e bankada staj yaptırdı. Eğitim ve staj süreçlerinden geçen Muammer Bey, babası Sadık Bey’i de geçmiş, modern bir batılı iş adamı olmuştu artık.

   Sadık Bey, oğlu Muammer’i, İzmir’in tanınmış en iri komprador ailelerinden Osmanzade Sadullah Daniş Bey ile Havva Refika Hanım’ın kızı Adeviye Hanım’la evlendirdi. Daniş Beyin soyu, köklü ve münevver bir Osmanlı aristokrasisine, “reis-i şairan”(şairlerin reisi), mısır kadısı ve III. Ahmed’in de musahhihi olan Osmanzade Ahmet Tayyip Efendi’ye dayanıyordu.

   Sadık Beyin İzmir’de üç köşkü ve yüzü aşkın gayrimenkulü ve iş yeri vardı. Ege bölgesinin ticari ağında ve yerel devlet bürokrasisinde ağırlığı olan bir komprador olarak New York Tütün Borsası’nda da kendi adına sandalye elde etmişti. Muammer Bey, gecikmeden babasının bu borsadaki sandalyesini devralmış, dört kez Amerika’ya gitmişti.

   Ertuğrul Gazi'nin demircilikle uğraşan küçük kardeşi Er-Tulga'nın soyundan geldiğine inanan Sadık Bey, oğlu Muammer’e Ticaret dünyasında tek çocuk sahibi olmanın zilletini telkin edip duruyordu. Tek cocuk, tek bacaklı aile demekti. Eğitilmiş kalabalık çocuk sahibi olmanın ticari inisiyatif, genişleme ve egemenlikte farz olduğunu, kendi sıkıntılı deneyimlerinden örnekler sunarak anlatıyordu.  Muammer Bey kökünü düşündü, babasını dinledi. Ölenleri saymazsak, Adviye Hanım’dan üç kız, üç erkek çocuk dünyaya getirdi. Çocukların en büyüğü Latife Hanım’dı.

   Muammer Bey, Anadolu’da dokunan halıları alıp İzmir depolarına yığan ve buradan da sahip olduğu deniz nakliyatı şirketi aracılığıyla dünyanın dört bir yanına götüren bir ticari ağın tepesindeydi artık. Yakaladığı her imkanı iktidarının bir parçası haline getirmeye çalışan bu ağın iki ana noktasından biri İzmirde, diğeri de, başını Helvacızadelerin çektiği onsekiz nüfuzlu tüccar tarafından 50 bin sermaye ile kurulan “Uşak Osmanlı Halı Ticarethanesi”nin bulunduğu Uşak idi. Sadece halı değil, diğer tarım ürünlerini de ticari akışa sokmuş,ailenin daha önce İngiltere’ye ve Amerika’ya yaptığı ihracat işlerini ileri seviyeyelere ulaştırmış, Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere arasında deniz ticareti yapan İngiliz Portsmouth Acentesi’nin de ortağı olmuştu.

Türk ve Türk olmayan kompradorlar arasında seçkin bir konuma gelen Muammer Bey, İşlerini İzmirdeki üç köşkten koordine ediyordu. Bunlardan birisi, Basmane Garı’nın karşısında yer alan ve Latîfe Hanım'ın da içinde doğduğu kışlık köşk; diğeri, İzmir Göztepe’deki yazlık köşk; üçüncüsü ise bir dönem Mustafa Kemal’in anası kaldığı için Zübeyde Hanım Müzesi haline getirilen Karşıyaka’daki köşk.

   Muammer Bey başta olmak üzere, Uşakîzâde ailesinin zatı muhteremleri 1908 devriminde, İttihat ve Terakki’yi desteklediler. Bir İttihatçı olarak, azınlık ve diğer Türk kompradorları karşısında rekabet gücünü artırmak için gözünü, devletin şehirdeki biricik bürokratik hizmet gücü konumunda olan belediye teşkilatına ve onun gelir kaynaklarına dikti. İttihat ve Terakki’nin desteği ile, 5 Temmuz 1909 seçiminde İzmir Belediye Başkanı seçildi. Uzun sürmeyen bu göreve, 1924’te bir kez daha seçilecekti.

   Türk olan kompradorların ve toprak ağalarının siyasi hareketi İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1908’den itibaren, tüm ülkede, kompradorlar arasındaki rekabette , azınlık kompradorlara karşı, Türk olan kompradorlar lehine bir  “milli iktisat” politikası izlemeye başladı. Bu politikanın teorisyenleri Yusuf Akçora ve Ziya Gökalp gibi aydınlardı. Bu aydınlar, hayatın, “modern dünyada sahip olduğun paranın gücü kadar özgürsün,” diye bağırdığını kavramışa benziyorlardı.

   İzmir’deki rekabet, Muammer Bey’in dikkatle izlediği üç komprador blok arasında cereyan ediyordu. Birinci blok, Almancı İttihatçılar ile İngilizci saltanatçılar diye iki kanattan oluşan Türk kompradorlarıydı. İkinci blok İngilizci Rum, üçüncü blok ise yine İngilizci Ermeni kompradorlarıydı. Politikalarını belli etmeyen ve Fransızcı görünen Uşakîzâdeler, gerçekte birinci blokun İttihatçı kanadını destekliyorlardı. Ermeni kompradorlarıyla da ilişkileri sıkıydı.

 

İttihat ve Terakki hükümeti  Halit Ziya Uşaklıgil’i Sultan Reşat’ın mabeyn başkatibi olarak sarayda görevlendirmiş, 1911’de ise Âyân Meclisi üyesi yapmışlardı. Yahudi kompradorlar, İzmir’deki üç bloktan birinci blokun saltanatçı kanadıyla birlikte hareket ediyorlardı. Kurtuluş savaşında da aynı politikayı izledikleri için savaştan sonra Trakya’da Kemalistlerin hışmına uğradılar. Yahudi tüccar ve tefecilerinin tarihi bir kaderiydi bu. Bulundukları yerlerde hakim sınıfları finanse ediyor, onları destekliyor, onlar devrilince de devirenlerin hışmına uğruyorlardı.

   1909’da Girit sorunununu bahane eden İttihatçılar,  “Yunan Emtiası ve gemilerine” karşı boykot, onların deyimiyle “harb-i  iktisadi” kararı aldı. Alman tekellerinin çıkarlarına uygun olan bu boykot, ingiliz, Fransız, İtalyan ve diğer batılı şirketlerle işbirliği içinde olan Rum kompradorlarının gücünü kısmen sınırladı. Balkan Savaşı yenilgisinden sonra Rum kompradorlar üzerindeki baskılar ve yaptırımlar iyice  ağırlaştı. 1913-1914’de, Balkan savaşında Osmanlıyı destekleyen Alman egemenlerinin desteği ile bir ikinci Müslüman Boykotu başladı.

 

Boykotun başını üzüm işkolunda İthalat ve İhracat aş, Aydın İncir Mahsulleri kooperatifi Şirketi, Türkiye Pamukçular Şirketi gibi ticari kuruluşlar çekiyordu. Rum ve Ermeni kompradorlarıyla yabancı uyruklu levantenler ticaret alanında kısıtlama ve can güvenliği sorunlarıyla karşılaştılar. Boykot en çok İzmir, İstanbul, Trabzon, Bursa, Antalya ve Kala-ı Sultaniye’de etkili oldu. Azınlık kompradorlar varlıklarını koruyabilmek için Avusturya ve İtalyan tabiiyetine geçmeye başladılar. Gazeteci Yunus Nadi, Tasvir-i Efkar’da, Müslüman-Türk unsurun iktisadi güce hakim olmasını savundu. Trakya, Rumlara yönelik kanlı saldırıların, yağmaların, el koymaların sahnesi haline geldi. 1914’te sırf Edirne ve Çatalca Sancağı’ndan 62 bin Rum göç etmek zorunda kaldı. Trakya ve İzmir başta olmak üzere 200 bin civarında Rum, göçmek durumunda kaldı. Egede, büyük toprak sahipleri ile büyük tüccarlar, Aydın valisi Rahmi Beyin Komuta ettiği 600 kişilik çeteden başka  irili ufaklı çeteler oluşturdu.

 

Hedef, Rum ve diğer azınlık tüccarların malları ve şirketleri idi. Tıpkı Soma’daki Oriental Carpet Manifacturers Şirketi’ne ait fabrikayı bastıkları gibi işyerlerine karşı baskınlar düzenlediler. Müsadereler, yağmalar oldu. Foça, Bergama gibi birçok yer Rumlardan büyük ölçüde arındırıldı. Sırf İzmir ve çevresinde Resmi rakamlara göre yüz on yedi bin Rum, menkullerini bırakarak Yunanistan’a göç etmek zorunda kaldı. Bu olaylar karşısında Düvel-i Muazzama, İttihatçı iktidardan olayların durdurulmasını, parayı ve şirketi kimliğine sığınma durumunda bırakan politikalardan vazgeçilmesini istedi. Aynı yıl İttihatçılar, Almanların kerhen desteğini alarak, İngiliz ve Fransız tekelleri ile Türk olmayan kompradorlara darbe vurmak amacıyla kapütülasyonları kaldırdılar.

 

 İstanbul’daki bankaların yüzde 40’ı Türk olmayan kompradorların elindeydi. Bunların 12’si Rum, 11’i Ermeni, 8’i Yahudi ve 5’i de Levantindi. İstanbul ve Karadeniz limanlarına yerleşip Rusya’dan mal ithal eden 28 büyük şirketten 5’i Rus, 8’i Müslüman, 7’si Rum, 6’sı Ermeni ve 2’si Yahudilere aitti. Batı Ermenistan ve Kürdistandaki ticaret, çoğunlukla Ermeni tüccarlarının elindeydi. İstanbul ve İzmir başta olmak üzere İttihat Terakki’nin liman şehirleri ve çevresinde büyük sermayeyi Türkleştirme ve Alman tekelleriyle işbirliği içine sokma siyaseti, Türk olmayan ticaret erbabını korku içine soktu. Bu durum, uşşakizadeler başta olmak üzere İzmir’deki Türk kompradorlara, Rum ve diğer azınlık kompradorlar karşısında hakimiyet ve rekabet avantajı sağladı. Daha önce İzmir Kemeraltı dükkanlarını ele geçiren, Zahire borsası ile ticaret borsasına giren Türk tüccarlar, bu hareketlerle iyice palazlandılar

   Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve 1915’te Tehcir Yasası’nın çıkmasıyla birlikte Ermenilerin tüm ülkede, tehcir kafileleri halinde sürgünü ve yer yer tenkili başladı. Türk kompradorları ve bunlarla sıkı ilişkiler içinde olan Kürt ticaret erbabı ile toprak ağaları, aşiret reisleri, Ermenilerin sınai, ticari ve tarım alanındaki menkullerine, devletle birlikte  el koymaya başladılar.

 

  Batı Ermenistan ve Kürdistan’da ticaret, tarım alanları, maden işletmeleri, küçük çaplı manifaktür ve atölyeler yedi sekiz ay içinde el değiştirdi. Egede ticaret, halı tezgahları, fabrikalar, tütün ve kuru yemiş depoları, ipek ve iplik işlikleri büyük oranda el değiştirmiş oldu. Tüm ülkede devlet desteğine yaslanan İttihatçı Türk kompradorları, bu tasfiye hareketiyle “harb-i iktisadi”yi kazandıkları duygusu içine girdiler.

   1914-1918 döneminin kırım, karaborsa ve müsadere şartları, uçan kuştan tüy alan bir yığın türedi zengini doğurdu. Türk tüccar ve toprak ağaları sınıfına ait ticari, sınai ve mali kuruluşlar mantar gibi ortaya çıktı. Bunlardan bazılarına örnek verirsek, Konya Mensucat ve Emtia Yurdu O.A.Ş.(1917) ile Ticareti Umumiye T.A.Ş. (1916), Adapazarı Ahşap ve Malzeme İmalathanesi AŞ, İzmir İhracat ve İthalat A.Ş. (İzmir, 1917),  İzmir İmarat ve İnşaatı Umumiye O.A.Ş. (İzmir, 1918), merkezi İstanbul’da olan Anadolu Milli Mahsulat Ş. (1915), Milli Aydın Bankası(1914),

Manisa Bağcılar bankası(1916), Kayseri Milli İktisat A.Ş. (1916), Milli İthalat Kantariye A.Ş. (İstanbul, 1916), Eskişehir Milli Ticaret ve Sanayi Ş. (1916), Konya Kantariye O.A.Ş. (1917), Mustafa Şamlı Müessesatı Ticaret A.Ş. Osmaniyesi (İstanbul, 1917), Konya Emtıai Umumiye Saadet O.A.Ş. (1917) ve benzerleri.

   Kendi tarihinin yırtıklarını günahlarıyla yamamaya çalışan Türk komprador sınıfını ve bunların temsilcisi İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni, Mondoros Mütarekesi’nden sonra, korku ve telaş sardı. Yunan işgali ve İtilaf devletlerinin çeşitli yerleri kontrol altına alma söylentileri, Rusların Ermeni gönüllü birlikleri ile Erzincan’a kadar gelip Batı Ermenistan’a hakim olması, Pontus’un uyanışı, Türk kompradorları başta olmak üzere, tüccarları, toprak ağalarını ulemayı, sivil ve askeri bürokrasiyi harekete geçirdi. Bu sınıf ve kategoriler, el birliği ederek Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerini kurmaya başladılar.

 

Moralızâde Halid Bey ile Uşşakizade Muammer Bey gibi İzmir’in iri tüccarları 1919’da,  İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti’nin kuruluşuna ön ayak oldular. Moralızâde Halid Bey, İzmir’e gelen İngiliz kumandanı Dickson’ı evine davet etti.  İzmir İşgalini engellemek için Uşşakizade Muammer Beyle birlikte, cemiyeti temsilen Paris Konferansına katıldı ama bu fayda etmedi. Konferanstan işgal kararı çıktı. Rüzgar, Rum tüccarlarından yana esmeye başlamış, 1909’dan beri baskı altında olan Rumlar sevinç gösterileriyle meydanlara çıkmışlardı.

 

Hedef, savaştan önce Rum mallarına el koyan kompradorlar başta olmak üzere tüm müsadereci Türk tüccarları ile toprak ağalarını da tepeleyen bir işgaldi. Moralızâde Halit ve Nail beylerin ticari yazıhanesi yakıldı. İşgal başlayınca ünlü tüccarlar İzmirden kaçtı. İsveç deniz nakliyat şirketinin sahibi Henrick Van Der Zee ile iş yapan ve İzmir Ticaret Odası’nın üyesi olan tüccar ve gazeteci Hasan Tahsin, İzmir’deki varlığının işgale sahne oluşuna dayanamadı, işgal güçlerine karşı koyunca öldürüldü. Muammer Bey, Fransız Konsolosu’nun yardımıyla, kapağı Fransa’nın Nice şehrine atmak zorunda kaldı ve durumu oradan kollamaya başladı.

   Muammer Bey’in zihnine sinen karartı ancak Sakarya  Meydan Muharebesi’nden sonra çatladı. Müdafai Hukuk Cemiyetleri  güce dönüşmüş, Mustafa Kemal’e İzmir yolu açılmıştı. Kızı Latife’nin gitme isteğini hemen destekledi. Kız, Paris'teki üniversite eğitimini yarıda bırakıp alel acele izmir’e döndü. Bu durum onun Mustafa Kemal ile mektuplaşmış olabileceğini akla getiriyor. Gelişmeler, buluşma anının yaklaşmakta olduğunu gösteriyordu.

 

Latife Hanım, şehrin işgalden kurtulacağı anı beklemek için ‘Beyaz Köşk’e yerleşti, ayrıntılardaki duyguyu izlemeye koyuldu. Ordunun 9  Eylül 1922'de şehre girişinden bir gün sonra Mustafa Kemal geldi. Şehir yanıyordu. Uşakîzâde Âilesi'nin gayrimenkullerinden 70 pare mülkü de yanıyordu. Kim yakmış, hangi taraf sala okumuştu yangına? Rumlar mı yoksa şehirdeki büyük Rum nüfusunu korkutup kaçırtarak, şehri Rumsuzlaştırmak isteyen Sakallı Nürettin Paşa mı? Belli değildi.

   Zamanı, kara bir çarşaf gibi yalnızlığına sararak bekleyen Latife Hanım hemen Mustafa Kemal’in karargahına gitti. Salih Bozok, aldığı emrin gereğini yerine getirdi ve bir arada olma işlerini hızla örgütledi. Üç gün sonra Mustafa Kemal, Latife Hanım'ın Göztepedeki beyaz köşküne gitti ve orayı 16 gün başkumandanlık  karargâhı olarak kullandı. Köşkte sadece Latife Hanım’ın neler olduğunu ve neler olacağını bilen nenesi vardı.

   30 eylüle kadar köşk, sadece bir aşka değil, aynı zamanda, Mudanya Ateşkes Antlaşması çabalarına da yuvalık etmiş oldu. Bu süre içinde Latife Hanım’ın babası Paristeydi ama halkın Uşaklılar, ailenin Uşaklıgil, tüccar ve bürkratların ise Uşakizadeler dediği muhterem sülale, durumla yakından ilgileniyordu. Aynı köşke iki ay sonra Zübeyde Hanım gelip yerleşecek ve 40 gün sonra (14 ocakta) ölünce Mustafa Kemal ancak 27 Ocak'ta İzmir'e varıp annesinin Karşıyaka'daki mezarını ziyaret edebilecekti. Ziyaretten iki gün sonra da köşkte evlilik töreni düzenlenecekti. Evlilik töreninden bir ay sonra köşk, hayırlara vesile olacak, İzmir İktisat Kongresi’nin kumanda merkezi haline gelecekti.

   Evlilik töreni, tantanaya mahal vermeden pratik ve sade geçti. Törende, Uşşakizadelerin saygın simaları yer aldı. Nikah masasında, nikahı kıyacak olan eski İzmir Müftü’sünü saymazsak, karargah ricali yer almıştı. Mustafa Kemal’in iki tanığı, Fevzi ile Karabekir paşalar, Latife’nin tanığı olarak da Salih Bozok ile 1915'te Halep valisi iken tehcirden artakalan sersefil Ermenileri, bu kez Halep’ten  Mezopotamya'ya tehcir eden İzmir valisi Abdulhalik (Renda) Bey yer almışlardı. Abddulhalik Bey, Mustafa Kemal öldüğünde onun yerine geçecek ve hazretin cumhurbaşkanlığı toplam bir gün sürecekti. Her neyse, lafı uzatmayayım.

Ancak şu var ki, yüzükler daha sonra Lozan’dan İsmet Paşa tarafından getirilecek ve evlilere verilecekti.

   Törenin en gözalıcı siması hiç kuşku yok ki 23 yaşındaki Latife Hanım’dı. Ortaokulu ve liseyi İstanbul Amerikan Kız Koleji’nde bitirdikten sonra Paris’e gitmiş, Sorbonne Üniversitesi’nde siyaset ve hukuk eğitimi almıştı. Tabi bununla kalmamış, Londra’da dil öğrenimi görerek İngilizceyi de dil hazinesine katmıştı. Kısacası, Fransızca, İngilizce, ispanyolca ve Almanca bilen, sağ duyusu zarif, kültürlü bir kadın vardı karşımızda. 41 yaşında olmasına rağmen damat da ziyadesiyle yakışıklıydı.

 

 Tabi her şeyden önce, sınıfının gözünde yedi düveli tepelemiş, varlığı ile anlam üretmiş ve Lacivert kruvaze bir elbise giyerek, bir anda gelip nikah masasına oturmayı hakketmiş milli bir kahramandı. Evliliğin dışında, cinsel birleşmeye olanak tanımayan hayat, kendini itirazlarıyla kuran bir gelin ile itiraz kabul etmeyen bir damadı, istemeyerek başgöz etmek durumunda kalıyordu bir kez daha.

   Damat köşke en son 2 Ocak 1924’te geldi ve elli gün geçirdi. Bu süre içinde kayınpederi Muammer Bey ve Celal Bayar ile birlikte Türkiye İş Bankasını kurdu. Bu durumu Latife Hanımın kız kardeşi, M. Kemal’in baldızı Vecihe Hanım şöyle anlatıyor: 

 “Atatürk İzmir'deki evimizin selamlık kısmında özel odasında çalışırdı. Bakanlarla Atatürk sık sık çalışma odasında görüşürdü. Celal (Bayar) Bey de sık çağırdığı bakanlarındandı. Gene böyle bir gün, Celal Bey önce Atatürk ile, onun çalışma odasında görüştü, sonra da bizim yanımıza geldi. Biz, Latife ablam, ben ve babam selamlık bölümünde oturuyorduk. Bu sözünü ettiğim bina şimdi Özel Türk Koleji olarak faaliyette bulunmaktadır...

 Evet, bu binada babam ile Celal Bey arasında Atatürk'ün 250 bin lirasının nasıl değerlendirilmesi gerektiği üzerinde konuşuldu. Babam ihracat ve ithalatın yabancılar tarafından yapıldığını hatırlatarak bu işleri yapacak bir Türk şirketinin kurdurulmasını önerdi.

Celal Bey de bankacılık işlerinin de yabancılar elinde olduğunu hatırlatarak, bir banka kurulmasının yararlı olacağını söyledi. Sonunda da görüş birliğine vardılar. Bugün gibi aklımda, güzel bir akşamüstü idi. Daha sonra Atatürk de çalışma odasından çıkıp yanımıza geldi.' 'Bankamızın Kurucuları (&): Uşşakizade Muammer Bey', İş Dergisi, Sayı 265 (Kasım 1988), s. 20.

   Bu noktadan sonra da bana yazıyı uzatacak bir gerekçe kalmıyor.

GAZETE PATİKA

30 Ekim 2023 Pazartesi

Cumhuriyetin Diğer Yüzü


 

"Bu devlet, devrimcileri, Kürtleri, Alevileri ve diğer azınlıkları sevmediği açıktır. Kendisine düşman gördüğü bu güçlerin birlikte hareket etmesinden de korkmaktadır"

30 Ekim 2023

Türkiye’de ulusal sorun ve azınlıklar meselesini incelerken nasıl bir ülkede yaşadığımız, ülkeyi hangi sınıfların yönettiği, ulusların hangi tarihi koşullarda ortaya çıktığı, ulusal sorunun ekonomik ve politik nedenlerini açıklamak durumundayız.

 

Ulus, tarihsel olarak meydana gelmiş, ortak bir dil, ortak bir pazar, ortak bir kültür birliği ve ortak bir ruhi şekillenmende ifadesini bulan istikrarlı bir insan topluluğudur. Ulus, sadece tarihi bir kategori değil bir çağın, yükselen kapitalizm çağının ortaya çıkardığı bir olgudur.

 

Uluslaşmayı sağlayan bizzat burjuvazi olmuştur. Kapitalizmin yükselmesiyle birlikte, burjuvazi, dağınık, denetlenmesi zor olan, kapalı bir ekonominin kendileri için yeterli olmadığını görerek, pazarların tek elde birleştirilmesi, denetlenmesi, pazarda tek dilin kullanılması ve devlete merkezi olarak hükmetmek için ulus devletler kurdular.

 

Örneğin Batı Avrupa’da böyle oldu. Feodal parçalanma üzerinde zafer kazanan yeni İngiliz, Fransız, Alman, kapitalist burjuvazisi, devleti ulusal devletler şeklinde yeniden örgütlediler.

 

Uluslaşma sürecinde iki farklı gelişme oldu. Batı ve Doğu’da uluslaşmada yaşanan farklılıklar, ulusal sorunun ortaya çıkmasının da temelini oluşturdu. Batı’da, Almanya, Fransa ve İngiltere’de tek uluslu devletler kurulurken Doğu’da ise çok uluslu devletler kuruldu. Batıda, tek uluslu devletlerin oluşumunda esas etken, bu ülkelerin tek uluslu ülkeler olmasıdır. Doğuda kurulan devletler ise birçok ulusu içinde barındırıyordu.

 

Almanya, Fransa, İngiltere’de ulusal sorun yaşanmazken, Rusya, Macaristan gibi ülkeler, çok uluslu oldukları için bu ülkelerde ulusal sorunda baş göstermeye başladı. Lenin, “Rusya bir halklar hapishanesidir” derken tam da ulusal sorunun yakıcılığından söz ediyordu. Rus Çarı’nın, Rusya’da bulunan Çerkez, Azeri, Ermeni, Gürcü ulusları ezmesi Rusya’daki ulusal sorunun temelini oluşturuyordu.

 

Marksizm, orta yerde duran bu sorunu ele aldı ve doğru çözümler getirdi. Marksizm, ulusal sorunun özünün, hâkim olan ulus burjuvazisinin, pazara tek başına sahip olmak için diğer ulusu ezdiğini, buna karşı direnen ezilen ulusun, ulusal mücadelesinin temelini, ayrılıp kendi ulusal devletini kurma mücadelesi olduğunu ortaya koydu.

 

Türkiye’yi bu tarihsel gelişmelerden ayrı düşünemeyiz.

 

Türk devleti, çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi Balkanlar’daki ulusal mücadeleler sonucu kendi ulusal devletlerini kuran ülkelerden geri kalan topraklar üzerinde Türk devletini kurdu. Türkiye Cumhuriyeti olarak kurulan devlet sınırları içinde Kürt, Rum, Ermeni, Çerkez ulus ve azınlıkları kalmıştı. Türkler dışındaki en kalabalık ulus Kürtlerdi.

 

“Kurtuluş Savaşı” sonrası Kemalistler önderliğinde kurulan Türk Devleti, tek başına pazara hâkim olmak için Kürtlere ve diğer azınlıklara baskı uyguladı.

 

Bu bizi Türkiye’nin faşizmle yönetilen bir ülke olduğu sonucuna götürmektedir. Türkiye faşizmle yönetilen bir ülkedir. TC’nin 1923’te kurulmasıyla birlikte devlet faşist bir karakter almıştır. Faşizm ülkemizde komprador burjuvazi ve toprak ağlarının ortak diktatörlüğüdür. Ülkemizde komprador burjuvazinin zayıflığı onu sürekli bir zora başvurmaya iter. Buna toprak ağalarının iktidara ortak olması, faşizmin ülkemizdeki sınıfsal özünü oluşturur. Kemalizm, faşizmin ideolojik arkada cephesidir. Almanya’da Hitler, İtalya’da Musoloni ne ifade ediyorsa, Kemalizm de Türkiye için aynı anlamı ifade etmektedir.

 

Türk devletinin kendisini “demokratik parlamenter cumhuriyet” olarak nitelemesi Türkiye’nin faşist bir ülke olmadığı anlamına gelmemektedir. Türkiye’nin faşizmle yönetilmediğini savunan kesimlerin en büyük yanılgısının başında, parlamentonun varlığı, siyasi partilerin serbest olması ve dört yılda bir seçimlerin yapılması gelmektedir. Demokrasi adına “partiler sözde serbesttir”. Ancak Türkiye’de kapatılan parti sayısı dünyanın başka ülkelerinde bu kadar çok değildir.

 

Türk şovenizmiyle şaha kalkan faşizm, Kürt örgütlenmelerine ve legal partilerine karşı nasıl bir uygulama içinde olduğu açıktır. Kürt partileri bir bir kapatılıp, birçok yöneticisi katledilirken, onlarca yöneticisi yüksek cezalara çarpıtılarak yıllarca cezaevlerinde tutuldu/tutulmaktadır. Keza muhalif devrimci ve ulusal güçler sözde “bağımsız” mahkemelerde yargılanmakta, bazen beraat kararları da çıkmaktadır. Ancak faşizmin özel silahlı (kontrgerilla) güçleri devrimci ve ulusal muhalefet güçlerini her fırsatta katletmektedir. Hala naaşları bulunmayan binlerce insan kayıptır. Yine sözde “yayın özgürlüğü” vardır. Ancak bu yayınlar sürekli polis takibinde olduğundan istenilen zaman kapatılmakta, büroları basılmakta, çalışanları tutuklanmakta ve onlarca yıl hapis cezasıyla cezalandırılmaktadır.

 

Tarihsel gelişmeden biliyoruz ki, burjuva demokrasisinin temel özelliği düşünce özgürlüğüdür. Düşünce özgürlüğünün olmadığı bir ülkede, parlamento ve seçimler tek başına bir şey ifade etmez. Düşünce özgürlüğü aynı zamanda, örgütlenme özgürlüğü demektir.

 

Kemalistler laikliği esas aldıklarını söyleyerek Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğünden dem vursalar da bunun bir aldatmacada olduğu sabittir. Kemalist Cumhuriyet Osmanlı devletinin dini mirasını devir aldı. TC’nin kurulmasından sonra Türklük Müslümanlıkla eş anlamlı olarak kullanıldı. Bu böyle olduğu içindir ki, TC’nin kurulmasıyla birlikte diğer azınlıkların dini özgürlükleri bir çırpıda, bir kenara bırakıldı. Azınlıkların ellerindeki ibadet yerleri bir bir gasp edilerek devlet mülkiyetine geçirildi. Sadece azınlıklara dini baskılar uygulanmadı, Türk devleti Alevilere karşıda çok yoğun baskılar uyguladı, Alevileri küçük düşüren Türk devleti, Maraş ve Sivas’ta olduğu gibi Alevileri katliamdan geçirdi.

 

Kemalistlerin Türklük esasına dayalı bir devlet kurmak istedikleri tartışmasız bir gerçektir. Türklük esas alındığı için de tüm diğer ulus ve azınlıklar yok sayılmıştır. Ulus ve azınlıkların kendi ulusal kimliklerini inkâr ederek, asimile olup Türklükte karar kılmaları istendi. Tüm katliam, baskı ve asimilasyon dayatmasının tek nedeni budur. Kürtler, Yahudiler, Çerkezler, Lazlar ve diğer tüm ulus ve azınlıklar için geçerli bir politika olarak 90 yıldır uygulanan budur.

 

 Kürtler

 

Kürtlerin üzerinde yaşadıkları topraklar ilk defa 1639 yılında İran Pers İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu arasında bölüşüldü. Yüzyıllarca bu imparatorluklar tarafından baskı gören Kürt aşiret ve topluluklar, uluslaşma sürecini tamamlayamadı. Bir ulus devlet kurma şansını elde edemeyen Kürtler, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası, emperyalistlerin denetiminde bu sefer de dörde bölündü, Türkiye, İran, Suriye ve Irak arasında bölüşülen Kürdistan toprakları ilhak edilerek bu dört devletin sınırlarına dâhil edildi.

 

Lozan’da emperyalistlerle masaya oturan yeni Türk Devletinin temsilcileri “biz buraya hem Türkleri hem de Kürtleri temsile geldik” demelerine rağmen bu söylemlerini çok kısa bir süre sonra unuttular. Örneğin 1925 yılında bunu Türk hâkim sınıflarına hatırlatan ve karşılığında olumsuz cevap almalarından sonra Şeyh Sait önderliğinde isyan eden Kürtleri katliamla bastıran Türk devleti, bu tarihten sonra tek ulus, tek dil ve Kürtsüz bir Türkiye için yoğun bir çalışma dönemine girdi.

 

Kürtler hayatın her alanında yok sayıldılar. En başta da zihinlerde yok edilmeye çalışıldı. Aynı şehirlerde yaşayan, aynı iş yerinde çalışan, aynı okulda okuyan bir Kürt, yanındakine Kürt olduğunu söylemeye çekindi, korktu, sindirilmeye çalışıldı. Bununla da kalınmadı; Kürtler, başta anayasa olmak üzere tüm yasalarda da yok sayılmıştır. İç hukuk metinlerinde yer bulan, mahkemelerce yasaklanan bazı temel hakları şöyle sıralıya biliriz.

 

Kürtlerin çocuklarına Kürtçe adlar koymaları yasaklanmıştır.

 

Kürtlerin yaşadıkları tüm yerleşim yerlerinin adları Türkçe olarak değiştirilmiştir.

 

Kürtler hiçbir zaman düşüncelerini Kürtçe ifade edememişlerdir.

 

Mahkemelerde Kürtçe savunma yasaktır.

 

Kürtçe propaganda yapmak yasaktır.

 

Anadilde eğitim Kürtler için yasaktır.

 

Her türlü Kürtçe yayın yasaktır.

 

Türkiye’de Kürtlerin isyan etmelerinin temel nedeni, Türk devletinin Kürtleri yok saymasıdır. Türk devleti 1984’lerde başlayan yeni ulusal direnişin kitlesel boyut kazanarak, Türk devletini oldukça sıkıştıran, zorlayan direnişi sonucu, Türk devleti Kürtlerin varlığını kabul etmek zorunda kaldı. Öncesinde Kürtler hep Türk kabul edilerek, kültürel varlıkları yok sayılarak, Türk nüfusu içinde eritilmeye çalışıldı. Türk devleti Türkçülüğü esas alarak, Türkiye sınırları içinde yaşayan herkesi resmi olarak Türk saydı. Suni olarak çizilen yeni sınırlar içinde yaşayan ulus ve diğer tüm azınlıklar, Türk milliyetçiliğine hizmet ettikleri oranda, yaşam hakkı buldular. Buna itiraz eden, kendi ulusal kimliğini inkâr etmeyen hakları için direnen mücadele eden herkes katledildi, sürgüne gönderilip azgın bir milliyetçilikle karşı karşıya kaldı.

 

“Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi”yle Türk ve Türk’e dair özelliklerin ayrıcalığı ve mutluluk kaynağı olduğu iddiası ulusal eğitim ve şekillenmenin dayanağına dönüştürüldü. Bu teori Türk olanı üstün özelliklere sahip ve ayrıcalıklı olmaya layık gösteren ırkçı bir teoriydi. İttihat ve Terakki yönetiminden başlayarak günümüzün muhafazakâr milliyetçi Türk politikasına, yüz yıla yakın süredir “Türk’ün ululuğu”, “Türk’ün dünyaya bedel oluşu” üzerinden Türk olmak “mutluluk” nedeni ve kaynağı gösterilerek sürdürülen propagandanın temel özelliği budur.

 

Şovenizm bizzat devlet eliyle körüklenerek, eğitim üzerinden kesintisizce sürdürülerek, Türk kitleler içinde kabul edilir bir düzeye getirilerek kitlesel bir boyut kazandırıldı. Okullarda bunun için özel eğitim politikaları uygulandı. Her sabah “ant” içilmesi, hafta sonlarında ve başlarında İstiklal Marşı okunması, Türk olmanın benliği olarak kabul gördü. Türkler dışındaki ulus ve azınlıkların varlığının kabulü ve bunların haklarından söz edilmesi Türklüğe hakaret olarak kabul edildi.

 

Türk devletinin sınırlarım diye tabir ettiği topraklara, 29 Haziran 1939 tarihinde Hatay’ı da katarak, sınırlarını biraz daha genişletmiştir. Zorla topraklarına kattığı Hatay’da yaşayan Arap azınlığa hiçbir zaman hakları tanınmamıştır. Bir çırpıda burası da Türkleştirilmiş ve Araplar tüm haklarından yoksun bırakılmıştır.

 

 Rumlar

 

Türkiye’deki Rum nüfusun mübadele öncesi bir milyon olduğu tahmin edilmektedir. Ege’de yoğun olarak yaşamış olan Rumlar, Ege dışında en çok yaşadıkları il İstanbul olmuştur. Kemalistler “Cumhuriyetin’’ kurulmasından sonra Lozan’da Yunanistan’la özel bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre karşılıklı nüfus mübadelesi yapılarak, her iki ülke homojen bir yapıya kavuşturulacaktı. 23 Ocak 1923 yılında Yunanistan ve Türkiye arasında “Türk ve Rum Ahali Mübadelesine Dair Mukavele ve uygulamaya ilişkin” imzalanan protokol 1 Mayıs 1923 tarihinde yürürlüğe kondu. Bu antlaşmaya göre “1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren Türk topraklarında oturan Rum Ortodoks Yunan uyruklular zorunlu mübadeleye tabi tutulacaklar” denilmektedir.

 

Bu anlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren Rumlar, yüzyıllardır oturdukları topraklardan göç etmeye başladılar. Evlerini, topraklarını, işlerini geride bırakarak Yunanistan’a doğru yola koyuldular. Tarihin yaşanmış bu en büyük dramlarından olan göçle birlikte geride kalan tarih ve kültür yok edildi, Ege bir anda Türkleştirildi. Yunanistan’a zorla göç ettirilen Rumlar, kendilerini bir anda aç ve yoksul bir hayatın içinde buldurlar. İş bulamayan, konut sorunu yaşayan Rumlar, Yunanistan’da toplumun en alt yeni yoksulları olarak yaşam mücadelesi verdiler.

 

1955 yılında Türk devleti Rumlara karşı yeni bir kanlı saldırı başlattı. 6-7 Eylül olayları olarak bilinen bu saldırıyla Türk devleti geride kalan Rum azınlığı da temizleyerek bu süreci tamamlamak istiyordu. 1955 yılındaki saldırı, Atatürk’ün Selanik’teki evinin Yunanlarca bombalandığı haberinin bir anda radyo ve gazetelerde verilmesiyle başladı. İstanbul ve İzmir’de Rum Ermeni ve Musevilerin evleri, işyerleri, dükkân, kilise ve okullar iki gün boyunca durmaksızın yağmalanıp, yakılıp yıkıldı. Azınlıklara ait tüm tarihi yerler yakıldı.

 

“Olayların bilançosu çok ağır oldu. 7 Eylül’de İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildiğinde, ardında pek çok yaralı bırakmıştı ve maddi hasar çok ağırdı. Mahkeme kayıtlarına dayandırılarak verilen sayılara göre, 4214 ev, aralarında 21 fabrikanın bulunduğu 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 azınlık okulu, 5 spor kulübü, 2 mezarlık tahrip edilmişti. Saldırılar sırasında tecavüz olayları da yaşanmıştı. İzmir’de ise 14 ev, 6 dükkân, 1 pansiyon, Yunan Konsolosluğu, Katolik Kilisesi, Fuar’daki Yunan pavyonu ve İngiliz Kültür evi tahrip edildi. Dönemin İzmir gazeteleri 7 kişinin ağır, 50 kişinin hafif yaralı olduğunu yazıyordu.’’

 

Rumlar sadece 1923 1 Mayıs’ında ve 1955 yılında karşılaştıkları bu uygulamayla karşı karşıya kalmadılar. Geriye kalan Rumlar, hiçbir zaman Türk devletinin menzilinden çıkmadı. Türk devleti, Rumlar üzerindeki baskılarını mütemadiyen devam ettirdi. 1964 yılına gelindiğinde Rumlar bir kez daha Türk devletinin saldırılarıyla karşılaştı. Türk devleti Rumları bir koz olarak kullanmak istedi. Bu tarihte Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs meselesinde çıkan anlaşmazlıkta, Türk tarafı, Kıbrıs konusundaki görüşlerini Yunanistan’a kabul ettirmek için Türkiye’de yaşayan Rumları rehin olarak masaya sürdü. Türkiye, Yunanistan’a açıktan Kıbrıs konusunda ileri sürdüklerini kabul etmemesi halinde, Türkiye’de yaşayan Yunanistan pasaportlu Rumları sınır dışı edeceğini açıkladı.

 

Bu açıklama bir diplomatik tehdit olarak kalmadı. Açıklamanın ardından Rumlar sınır dışı edilmeye başlandı. 12 bin Rum apar topar Türkiye dışına sürüldü. Bankalardaki tüm paralarına ve taşınmaz mallarına el konan Rumlar, giderken yanlarında kişisel eşyaları olarak 20 kilo, para olarak da sadece 22 dolar almalarına müsaade edildi. Türkiye’de “milli bir burjuva yaratma” politikası azınlıkların para ve taşınmaz mallarına el konmasıyla başladı. Kemalistler açıktan yeni Türk burjuvazisine “zenginleşin” diyordu. Azınlıklardan geriye kalan tüm mal varlıkları yeni Türk burjuvazisine aktarılıyordu. Dönemin CHP’si azınlıklar raporunda Rumlar için şunların altını çiziyordu; “Anadolu’da bugün Rum yok denecek kadar azdır. Hiçbir yerde ilerde bir tehlike teşkil edecek durumda değildir. Binaenaleyh Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken yerimiz İstanbul’dur. Bu hususta söylenecek tek söz, İstanbul’un fethinin (500.) yıl dönümüne kadar İstanbul’u tek Rumsuz hale getirmektir.”

 

 Ermeniler

 

İttihat ve Terakki yönetimi Alman emperyalizminin de desteğini alarak 1915 yılında Ermenilere karşı büyük bir soykırım gerçekleştirdi. 1915 yılında bir buçuk milyon Ermeni’nin katledildiği dönemin Osmanlı topraklarında, katliamdan kurtulan binlerce Ermeni de göç sırasında hayatlarını kaybetti. Zorla yerlerinden edilen Ermenilerin geride kalan kültürel varlıklarının önemli bir bölümü yok edildi. Ermeni yerleşim yerlerinin tüm isimleri değiştirilerek Türkçeleştirildi.

 

Türklük esasına dayalı yeni bir ulus devlet kuran Kemalistler, 1915 yılında katledilen Ermenilerden geriye kalan atın, para ve taşınmaz malları yeni Türk burjuvazisinin sermeye edinmesi için onların kullanımına verdi. Bugünkü Sabancı Holding, Çukurova’da Ermeni mal varlığı üzerinden zenginleşen yeni Türk burjuvazisinin en tipik temsilcilerinden biridir. Katledilen, sürgüne gönderilen Ermenilerin mallarına el konmasıyla zenginleşen yeni Türk burjuvazisinin “anti-Ermeniliği” boşuna değildir.

 

Ermeni Soykırımı’nın kabul edilmesi ve Ermenilere tazminat ödenmesine direnen Türk devleti ve onun yarattığı burjuvazinin avazı çıktığı kadar bağırması bundandır. Ermenilere tazminat ödenmesi durumunda, dönemin burjuvazisinin gasp ettiği Ermeni malları ve paralarının geri ödenmesi işlerine gelmediği için her taşın altında Ermeni parmağı aramaları, Türkiye’de bir gelişme olduğunda bunun bir Ermeni oyunu olduğunu dillendirmeleri bundandır.

 

19515 yılından bu yana Türk milliyetçilerinin topluma kabul ettirmek istedikleri başlıca tezlerinden biri de Ermeni olmayı “suç” gören tezdir. Bu tez o kadar çok işlenmiştir ki, toplumda kabul edilir bir düzeye getirilmiştir. Kemalistler TC’yi kurduktan sonra şovenizm ve ırkçılığı daha da körükleyerek her fırsatta Ermeniler aşağılanmış, hor görülmüş ve ötekileştirmiştir. Bugün dahi, Türkiye’nin birçok yerinde Ermeni lafı hala küfür anlamında kullanılmaktadır.

 

1915 yılında Ermenilerin yanı sıra diğer azınlıklarda yok edildi. Ermeni Soykırımı ulusal olduğu kadar dinseldir de. Yapılan araştırmalarda bu gerçek de ortaya çıkmıştır. Sünni Kürtler bu katliamın dışında kalırken, buna karşın Ezidi Kürtler Ermenilerle birlikte göç etmek zorunda kaldı. Bugün Ermenistan topraklarında Ezidi Kürtlerin çoğunlukta olmasının nedeni budur.

 

Ermeni düşmanlığı hızından hiçbir şey kaybetmeden devam etmektedir. 97 yıldır devam eden Ermeni düşmanlığı her fırsatta gündeme getirilmekte, toplum Ermeni düşmanlığı üzerinden yine ırkçı ve şoven bir politikayla eğitilmektedir. Hrant Dink’in katledilmesi, Ermeni düşmanlığının en son örneklerinden biridir.

 

Ermeni düşmanlığının en dorukta olduğu dönemlerden biri de 12 Eylül AFC dönemidir. 12 Eylül döneminde Ermeniler başlarına nelerin geleceğini bildikleri için, sesiz sedasız Türkiye’yi terk etmişlerdir. Avrupa ve ABD’ye göç eden Türkiye Ermenileri, bir daha da geri dönmemişlerdir.

 

12 Eylül döneminde cezaevlerinde Ermenilere karşı özel bir anti-propaganda yapıldı. Bu dönem açısından Diyarbakır Cezaevi en başta gelmektedir. 5 no’lu cezaevi olarak tabir edilen bölümde Esat Oktay Yıldıran, devrimci tutsakların koğuşlarına girerek Ermeni karşıtı konuşmalarla Ermenilere karşı kin kusmuştur. Cezaevindeki Ermeni tutsakların listelerini çıkartarak, Ermeni örgütler Türkiye karşı eylemler yaptığında, bu tutsaklar özel olarak işkenceden geçirilmiştir.

 

Yine birkaç çarpıcı örneği Recep Maraşlı şöyle aktarmaktadır.

 

“TKP/ML davası sanığı Diyarbakırlı Garabet Demirci’nin ismi ise Yüzbaşı tarafından ‘Ahmet’e çevrilmiş, Garabet her defasında Ermeni olduğu için ayrıca dayağa ve işkenceye maruz kalmıştır.” Devrimci olmanın dışında Ermeni olduğu için ayrıca yoğun işkenceye ve aşağılamalara uğrayan kişilere bir başka örnek de Garbis Atınoğlu’dur. Sıkıyönetim Komutanlığı’nın hazırladığı iddianamede Askeri Savcı şöyle yazmaktadır Garbis için; “Her nasılsa Türkiye’de doğan, Türk tabiiyetinde olan, kolejlerde cemaat adına okuyan, Boğaziçi Üniversitesinde tahsil gören, hâsılı devlet ve milletin bahşettiği en büyük nimetleri nefesinde taşıyan bu Ermeni oğlu Ermeni…’’ ifadesini bir kin ve nefret olarak kullanılmıştır. 12 Eylül döneminde Ermeni düşmanlığının çarpıcı örneklerinden biri de Tuzla Ermeni Yetimhanesi’ne devlet tarafından el konulması ve Hrant Güzelyan’ın yargılanması olayıdır.

 

Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’nın başkanı olan Hrant Güzelyan taşradaki öksüz, yetim ve okuma olanağı bulamayan Ermeni çocuklarını İstanbul’a getirerek barınma, kendi dillerinde okuma ve kültürlerini öğrenme, geliştirme olanağı yaratmaya çalışan bir din insanıydı. Bu amaçla İstanbul Gedikpaşa’da açtığı Ermeni Yetimhanesi 1950’li yıllardan beri hizmet vermekteydi. Devlet, Hrant Güzelyan’ın Ermeni çocuklarının eğitimine yönelik çabalarından hoşnut kalmaz. Tuzla kampı, Gedikpaşa Ermeni Yetimhanesi ve çocuk yuvalarının “kanunsuz kurulduğu” gerekçesiyle birçok bürokratik engel çıkartılır. 12 Eylül Cuntası’ndan sonra Ermeni çocukların barındığı yuvalar kapatılır. Tuzla Ermeni Çocuk Kampı da “Azınlık Vakıfları”nın mülk edinme hakkının olmadığı gerekçesiyle arazisi ve üzerinde çocukların el emeğiyle yapılmış tesisleriyle birlikte, bedelsiz olarak eski sahibine iade edilir. Hrant Güzelyan ise bir bahaneyle tutuklanmıştır.’’ Bunlar dönemin ibret verici olayları olarak tarihe geçmiştir.

 

Bugün itibarıyla Türkiye’de yaşayan Ermeni nüfusu 60 bin kişi civarındadır. Bu nüfusun ağırlıklı bölümü İstanbul’da yaşamaktadır. Ayrıca Türkiye Kürdistanı’nda yaşayan Ermeni nüfusu olmakla birlikte bu sayının çok az olduğu bilinmektedir. Ermeni dilinde öğrenim gören öğrenci sayısı dört bindir. Bu okullar da sadece İstanbul’da bulunmaktadır. Öğrenimlerine devam eden okulların kendi imkânlarıyla öğrenim vermeleri artık imkânsız hale gelmiş bulunuyor. Türk devleti bu okullara kesinlikle yardım yapmamaktadır. Çocuklarını Ermeni okullarına yazdırmak isteyen aileler her gün yeni zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Son yıllarda bu okullara yazılan Ermeni çocukların ailelerinden bu çocukların Ermeni olduklarını kanıtlayan evraklar istenmektedir. Ayrıca bu okullarda “Ermeni dil dersi” dışındaki tüm dersler zorunlu olarak Türkçe verilmektedir.

 

 

 

Yahudiler

 

Türkiye’ye de yaşayan Yahudiler de diğer azınlıklar gibi çok büyük baskı gördüler. Gayri müslim olarak tabir edilen Museviler, Kurtuluş Savaşı döneminde Kemalistleri desteklemelerine rağmen 1923 sonrasında yürütülen özel kampanyalarla teşhir edilerek Türkiye’yi terk etmeleri sağlanmıştır. Kemalist hükümetin dümen suyunda giden basın başta olmak üzere, yazılı ve sözlü yapılan anti-propagandalarla Yahudiler açıktan hedef gösterildi.

 

Dönemin ileri gazetesi özel bir kampanya başlatarak Yahudileri açıktan hedef gösterir. Celal Nuri’nin sahip olduğu bu gazete, “kanımızı emenler” başlığıyla yayınladığı makalesinde Yahudileri ikiyüzlülükle suçlayarak, Yahudilerin “Cumhuriyete” sadakatlerinin yalan olduğunu yazdı. Bu kampanya uzun bir süre devam etti ve Yahudilerin para tutkunu olduğu, Yahudilerin ticareti Türk esnafının elinden aldığı, buna müsaade edilmemesi gerektiği üzerinde hükümete telkinlerde bulunuldu. Örneğin İzmir’de yayınlanan “Türk Sesi” gazetesi başlattığı bir kampanyada Türk esnafa seslenerek; “Türk tüccarların kendi aralarında birleşip Yahudi tehlikesi”ne karşı birleşmesi çağrısı yapıyordu. Ve aynı gazete bu çağrısını şu ifadelerle bitiriyordu; “İzmir’de birçok dürüst Türk bankacı ve sarraf olduğundan bir Türk’ün bir Yahudi’nin yanında memur olarak çalışmasının kabul edilemeyeceğini” savundu. Böyle bir Yahudi istilasına karşı “bir birliğin kurulup ticaretin bu ahlaksız ve çıkarcı Yahudilerden temizlenmesini” talep etti.

 

Bu kampanyalar öyle bir boyuta getirildi ki, 1923 yılı Haziran’ından itibaren Yahudilerin serbest dolaşımları yasaklandı. Edirne, Kırklareli ve Uzunköprü’den İstanbul’a gelen Yahudi tüccarlar yaşadıkları yerlere bir daha dönemediler. Bu uygulamaya çeşitli nedenlerle İstanbul’a gelmiş olan Yahudilerde maruz kaldılar. Bu yasak 26 Şubat 1925 yılında bir kez daha uygulandı. Kapsamı daha da genişletilen bu yasağa Rumlar dışındaki diğer tüm azınlıklar dâhil edildi. Azınlıkların serbestçe dolaşabilecekleri yerler Gebze ve Çatalca arasında kalan bölge olarak ilan edildi.

 

Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra Yahudi örgütlenmelerinin idareleri illerde valilere devredildi. Buna Hahambaşının cemaat işleri de dâhil edilerek uygulama genişletildi. Bu uygulamayla Hahambaşlık merkezi olarak parçalanarak etkisi kırıldı. Azınlık örgütlenmelerinin birçoğu maddi olarak kendi kendine yeterli olmasına rağmen birçok dini kurum ekonomik abluka altına alındı. Yahudilerin tüm din örgütlenmeleri de bu uygulamadan nasibini aldı.

 

Lozan’da azınlıklara tanınan haklar Yahudiler için de geçerliydi. Ancak Yahudilerin Lozan’dan doğan haklarından feragat etmelerini başlatan süreç, Hilafetin resmi olarak kaldırıldığı dönemde, Avrupa basınında azınlıkların dini örgütlenmelerinin de lağvedileceği haberlerinin çıkmasıyla başladı.

 

M.Fırat-N.Balı “Bir Türkleştirme Serüveni” adlı eserinde Mustafa Kemal’in New York Herald gazetesinin muhabirine 4 Mayıs 1924 tarihinde verdiği demeci şöyle aktarıyor; “Hilafetle beraber Türkiye’de mevcut olan Ortodoks ve Ermeni kiliseleri patrikhaneleri ile Musevi hahamhanelerinin ortadan kalması lazımdır. Hilafet ve muhalif patrikler asırlardan beri ruhani daire-i salahiyetleri haricinde muazzam imtiyaz topladılar. Halkın mütalaasına müsteniden bahsedilen hukuk haricinde imtiyaz ile Cumhuriyet idaresinin tatbiki kabul değildir” diyerek tüm azınlıklar hedef gösterilmiştir.

 

Lozan Antlaşması’nda azınlıklara tanınan ve Türkiye’nin de kabul ettiği bir hükme göre Yahudilerin kendi aralarındaki anlaşmazlıkları çözen bir aile hukuku kurumu var. Ancak yapılan baskı ve sindirme çabaları sonucu bu kurumda lağvedilir.

 

Dönemin Cumhuriyet gazetesi başyazarı Yunus Nadi, başyazısında “Lozan antlaşmasıyla azınlıklara tanınmış olan hakların Osmanlı İmparatorluğu’nda yüzyıllar boyunca yaşanmış olan azınlıklara fiiliyatta zaten tanınmış olduğunu” hatırlattı. “Bu imtiyazlara karşılık Ermenilerin ve Rumların batılı güçlerin amaçlarına alet olup ayrılıkçı hareketlere giriştiklerini ve daha sonra batılı güçlerin amaçlarına alet olup ayrılıkçı hareketlere giriştiklerini hatırlattı.

 

Azınlıkların bu olaylardan alacakları dersin, Batılı güçlere sığınmak yerine vatanları olan Türkiye’ye sadık ve bağlı kalmak olduğunu belirtti. Yunus Nadi, Türk gayrimüslim kaynaşmasında geçmişte ayrılıkçı emeller gütmemiş olan Yahudilerin önayak olmaları gerektiğini vurguladı ve azınlıkların vatana samimi ve sadık duygularla bağlı olduklarını kanıtlamaları halinde Cumhuriyet kanunlarında azınlık hakları diye özel bir fasıl açmanın hiçbir gereği kalmadığını belirtti.”

 

Bu demeç ve haberlerin basında çıkmasından sonra Yahudiler 15 Eylül 1925 günü Hahambaşının önderliğinde Meclis-i Umumi üyesi kır iki kişi toplanarak aile hukuku ve şahsi kararlar bakımından artık ayrı bir uygulamaya gerek kalmadığı kararına ek olarak, Lozan’da Yahudilere tanınan ve anlaşmanın 42. maddesinin birinci ve kır ikinci paragraflarından feragat ettiklerini dönemin il valiliğine resmi olarak bildirdiler.

 

1 Ağustos 1926’da yapılan resmi bildirimde şunlar belirtilir.

 

Türkiye Yahudileri Türkiye’nin öz evlatları olduklarından vatandaşlık sıfatının beraberinde getirmiş olduğu tüm görev ve hukuka haizdirler. Bu nedenle kendilerine verilecek olan tüm istisnayı hakları reddedip Türkiye Cumhuriyeti’nin kanunlarına itaat etmeyi görev bilirler.

 

1- Türkiye Yahudileri Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın öngörmüş olduğu siyasi, medeni ve cezai hukuku teminat olarak bilirler.

 

2- Hakkıyla Türk vatandaşı, olmak Türk harsını kabul etmekle mümkün olduğundan Türkiye Yahudileri bu ülküye ulaşmak için tüm gayretleri sarf edecektir.

 

3- Türkiye Yahudileri sinagoglarını, hayır ve eğitim müesseslerini Cumhuriyet kanunlarına göre yöneteceklerini kabul ederler.

 

Azınlıkların Türkleştirilmesinde dil çok büyük bir yerde durmaktadır. Kemalist Cumhuriyet Türkçe dışında hiçbir dilin konuşulmasına tahammül etmemiştir. Diğer azınlıklar ve uluslar olmak üzere Yahudilerin de Türkçe konuşmaları basında sürekli eleştiri konusu olmuştur. Dönemin Türk basını bu konuda tam bir işbirliği içinde, azınlıkların kendi dillerini konuşmalarını sert bir dil kullanarak saldırmıştır. Bu kampanyada Elie Nathan şöyle yazıyor; “Siz Yahudiler öyle nankörsünüz ki bunu anlamakta güçlük çekiyoruz. Dört buçuk asırdan beri bizim topraklarda bulunuyorsunuz, geniş ve aşağı yukarı sınırsız bir şekilde bizim cömert misafirperverliğimizden istifade ediyorsunuz. Avrupalı dindaşlarınızı kıskandıracak kadar huzur içinde yaşıyorsunuz. (…) Nasıl oluyor da bugün, sizleri hangi açıdan ele alırsak alalım, halen İspanya’dan yeni gelmiş olan bir halkın garip manzarasını sunuyorsunuz?

 

Anneler bebeklerini İspanyolca şarkılarla uyutuyorlar, Sinagoglarınız geçmiş zamana ait bir dilde söylenen bir musikinin sesleriyle yankılanıyor. Tarih ilerledi ve siz miadı geçmiş biçimler içinde donup kalmış bir etnik kitlenin tavrında yaşamakta ısrar ediyorsunuz.’’ “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyasının bir parçası olan basındaki bu üslup bununla da kalmadı, Türkçe konuşulmasının bir zorunluluk haline getirilmesi için mecliste kanun çıkartılması için girişimlerin olduğuna rastlanmaktadır. Urfa Milletvekili Rafet Bey, meclise verdiği teklifte Türkçe konuşmayanlardan on lira ceza alınmasını ve bu paranın da belediyelere verilmesini teklif etti. Nitekim 1925 yılında Bursa belediyesi Türkçe konuşmayanlardan para cezası alınmasını ön gören bir karar alır ve İspanyolca konuşan iki Yahudi’ye beşer lira para cezası keser.

 

Mustafa Kemal bunu daha da ileri götürerek 17 Şubat 1931 tarihinde Adana’da yaptığı bir konuşmada şunları belirtir; “Milletin çok bariz vasıflarından birisi kıymetli esaslarından birisi dildir. Türk milliyetindenim diyen insan her şeyden evvel ve behemehâl Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan, Türk harsına, camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.”

 

Yahudilerin başına gelen en büyük belalardan biri de 1930 yılında yapılan belediye seçimleri sonrasında yaşadıklarıdır. Bu seçimlere Atatürk’ün izniyle Paris büyükelçisi Fethi Okyar’ın 12 Ağustos 1930 yılında kurduğu Serbest Cumhuriyet Fıkrası partisi de belediye seçimlerine katılır. Fethi Okyar belediye seçimlerinde oy alabilecek, ekonomik olarak güçlü olan Yahudi adayları da listesine alır. Marko Naum ve avukat Avram Naum Beyoğlu kazasından aday gösterilerek belediye seçimlerine girerler. Edirne’de de beş Yahudi aday gösterilir. Trakya’da tüm Yahudiler SCF oy veriler. Yahudilerin belediye seçimlerinde aday gösterilmesi basında çok büyük eleştirilere konu olur. Yahudiler bu saldırlar karşında Cumhuriyet’e olan bağlılıklarını bildirmek üzere bir heyetle 16 Ekim 1930 günü TBMM başkanı Kazım Karabekir’i Dolmabahçe Sarayı’nda ziyaret edip bağlılıklarını bildirirler.

 

Diğer azınlıklar gibi Yahudiler de Kurtuluş Savaşı öncesi kendi okullarında kendi dillerinde eğitim veriyordu. Eğitim Fransızca ve İbrani’ce verilmekteydi. Kurtuluş Savaşı sonrasında Kemalistler bu alana da el attılar. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi bir gazeteye verdiği demeçte şunları söylüyordu: “Gayr-i Müslim mektepler, memleketimizde, çok acı ve çok kanlı vakayı ile sabit olduğu üzere siyasi propaganda merkezi hizmetini görmekte devam edemezler. Şimdiki mektepler, umumiyeti itibarıyla, doğrudan doğruya memleketin muhtelif unsurlara mensup evladı arasında ihtilafı her gün körükleyen anıl merkez hareketleri vücuda getiren komiteler mahiyetinde kaldıkça, bunların mevcudiyetine razı olmak, memleketin emniyetine karşı kurulan açık bir ifsat teşkilatını serbest bırakmak demektir.” Bu demecin ardından beklenen oldu. Türkiye’deki mevcut azınlık okullarının öğrenimlerine devam edebilecekleri ancak yeni okulların açılamayacağı bildirildi. 20 Mayıs 1923 tarihinde ise tüm azınlık okullarında derslerin Türk öğretmenler tarafından verileceği kararı alındı. 1927’de ise azınlık okullarına alınacak öğretmenlerin Türkçe sınava girmeleri, başarılı olmayanların ise bu okullara alınmamaları yasal hale getirildi. Bu uygulamayla Yahudi çocukların okudukları okulları terk etmeleri başladı. Aileler yoğun baskılar karşısında çocuklarını Yahudi okullarına göndermemeye başladı ve bu okullar 1928 yılında tümü kapanmak zorunda kaldı.

 

Kemalistler Türklüğü esas alan yeni ulus devletlerinde pazara tek başına hâkim olmak için özel politikalar geliştirdiler. 17 Şubat 1923-İzmir İktisat Kongresi, ekonomide Türk burjuvazisinin nasıl bir rol alacağı, ekonominin ulus ve azınlıklardan arındırılarak “Millileştirilmesi” için toplandı.

 

İzmir İktisat Kongresi’ne azınlık iş adamlarından hiç kimse çağrılmadı. Bu tesadüfü değil, özel bir uygulamaydı. Kongrede Kemal Atatürk’ün yaptığı konuşma her şeyi ele veriyordu. Mustafa Kemal konuşmasında şunların altını çizdi; “İstiklali tam için şu düstur var; Hâkimiyet-i milliye hâkimiyet-i iktisadiye ile tersin edilmelidir. (sağlamlaştırılmalıdır) siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun iktisadi zaferle terviç edilemezlerse semere, netice payidar olamaz.” Bu sözler birçok şeyi ifade ediyordu. İzmir İktisat Kongresi’yle ilgili İkam gazetesinin yazdıklarına bakmak yeterlidir. Bu gazete “İzmir İktisat Kongresi gayri-müslim iktisat düşmanlarımızın fevkalade telaşının mucip olmaktadır” cümleleriyle azınlıkların nasıl dışlandığını dile getiriyordu. İzmir İktisat Kongresi’nin aldığı bir diğer önemli kararda, azınlık memurların ticaret alanlarından alınarak yerlerine Türk memurların atanması olmuştur. İzmir İktisat Kongresi öncesi birçok liman şehirlerinde ticaret diğer dillerde de yapılmaktaydı. Kongreyle birlikte, ticaretin Türkçe yapılmasına karar verildi. Bu Türk devletinin pazarda tek dil olarak Türkçe’nin konuşulmasının zorla kabul ettirmesinin sonucuydu. Bu karar bugün de Türk devletinin neden Kürtçe ana dilde eğitim istemediğini, Kürtçe’nin konuşulmasına neden yasak getirdiğini anlamak açısından oldukça manidardır.

 

Vakit gazetesi Türkçe’nin ticaret hayatında kullanılmasının zorunlu hale gelmesinin mantığını şu şekilde açıklıyordu “Türkiye’de Türkçe dilinin üstünlüğü sadece bir onur ve şeref meselesi değildir. Bu aynı zamanda Türk ulusu için hayati önem haiz bir iktisadi meseledir. Türk ve Yunan uyruklu işverenler ile yöneticiler Türkçe yerine Rumca konuşan memurları ısrarla tercih etmelerinden dolayı Türklerin iş bulmaları imkânsızdır.”

 

“Ticaret hayatının millileştirme faaliyetlerinden bir tanesi de azınlıklara bazı meslek ve ticaret alanlarının yasaklanması oldu. Bu maksatla 4 Haziran 1934 yılında yürürlüğe giren bir kanunla yabancı uyruklu kişiler bazı mesleklerden men edildi. Buna karşın Türk memur çalıştıran yabancı uyruklu iş sahiplerine bir kısıtlama getirilmedi. Kanundan en çok etkilenen serbest meslek sahibi ve seyyar satıcılar etkilendiler. Kanunun yürürlüğe girmesiyle azınlıklara mensup serbest meslek sahibi kişiler din değiştirmek için müftülüklere başvurmaya başladı. 31 Mayıs 1934 yılında azınlıkla mensup serbest meslek sahibi kişilerin mesleklerini bırakmaları sonucu Yahudiler, iş hayatından çekildikleri ve iş bulamama korkusuna kapılarak Türkiye’yi terk etmeye başladılar.”

 

Ekonomik abluka bununla da sınırlı kalmadı. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde dünyadaki ekonomik bunalımı gerekçe gösteren Kemalistlerin tek partisi CHP hükümeti sözde bir önlem paketi olarak azınlıklara “varlık vergisi” getirdi. Kemalistlerin devlet eliyle burjuvazi yaratma politikasının bir sonucu olan varlık vergisi, azınlık sermayesini tasfiye etmeyi amaçlayan bir uygulama olarak 1944 yılına kadar yürürlükte kaldı. Amaç, pazarı Türkleştirerek halen Pazar payları önemli bir yerde duran Rum, Ermeni, Yahudi, sermayesini Türkleştirmekti.

 

Varlık Vergisi 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM tarafından oy birliğiyle kabul edildi. Varlık Vergisi’nin devlete ödenmesi 15 günlük bir süreyle sınırlandırmıştır. Azınlık iş adamlarından ve tüccarlardan istenilen vergi, servetlerinin birkaç katıydı. İstenilen verginin çok olması, sürenin kısa olması nedeniyle azınlık iş adamları ve tüccarları ellerindeki tüm mal varlıklarını satışa çıkarttı. Süre bittiğinde Varlık Vergisi’ni ödemeyenler Erzurum Aşkale’de zorunlu çalışmaya tabi tutuldular. Neticede 2057 kişi istenilen Varlık Vergisi’ni ödemediği için tutuklanmış, bunlar içinde akrabalarının yardımıyla vergilerini ödeyip serbest bırakılanların dışında 1.400 kişi çalışma kaplarına gönderilmiştir. Devletin resmi rakamları böyleyken, zorunlu çalışmaya tabi tutulanları Parsch Gevrekyan bu sayının 6-8 bin arasında olduğunu yazmaktadır. Çalışma kamplarında hayatını kaybedenlerin sayısı ise 21 kişidir. Varlık Vergisi’nin yürürlüğe girdiği tarihte istenilen vergiyi ödeyemedikleri için birçok Rum ve Ermeni Türkiye’yi terk etmiştir.

 

Son olarak Çerkezler hakkında da birkaç şey söylemek konumuzun bütünlüğü açısından zorunludur. Kuzey Kafkasya haklarından olan Çerkezler, 1864 yılında toplu olarak yurtlarından koparak Osmanlı topraklarına geldiler. Rusya’daki Çar orduları ile Kafkasya hakları arasındaki savaşta mağdur olan Çerkezler savaştan kaçarak geldikleri Osmanlı topraklarında dağınık bir şekilde yaşamak zorunda kaldılar. Ve en çok asimilasyona tabi tutulan azınlıkların başında gelmektedirler.

 

Bugün açısından bakıldığında Türkiye’de yaşayan Çerkez nüfus 300 bin civarındadır. Çerkezler yoğun olarak Bursa, Eskişehir, İzmir ve İstanbul ve Düzce’de yaşamaktadırlar. Kemalistler, Kurtuluş Savaşı sonrası Çerkezleri Türk oldukları propagandayla asimle etmede başarılı oldu. Çerkezler yakın zamana kadar kendilerini hep Türk olarak tanımlamış ve öyle görmüşlerdir. Toplumsal mücadele Çerkezlerinde kendilerini tanımaya, farklı olduklarının bilincine götürmüştür.

 

Türklerin kültür kökeni ve etnik yapısı adlı kitapta Mehmet Işık Çerkez gerçekliğini şöyle dile geriyor. “Bu duruma gelmemizde en büyük hata bizlerden kaynaklanmakta. Ancak, Osmanlı’nın bu sürgüne ortak oluşu, yok etmek için uygulanan iskân politikası, daha sonra Türkiye devletinin kurulmasıyla ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ diye uygulanan baskılar hiçte dile getirilmez. Ki, kendim 1962’de ilkokula başladığımda, bırakın okulda Çerkezce konuşmayı, köyün içinde konuşmamadan dolayı öğretmenimin beni cetvelle dövdüğünü halen unutamam. Bu tip baskılar asimilasyonumuzu hızlandırdı” demektedir.

 

Çerkezler son yıllarda önemli bir örgütleme içinde bulunmaktadırlar. Çerkez inisiyatifleri adı altında örgütlenen Çerkezler gelinen aşamada devleti rahatsız eder bir durumdadırlar. Çerkezler birçok defa ana dilde eğitim için sokağa dökülmüş, ayrı bir ulusa mensup olarak Türkiye’de bir azınlık olarak yaşadıklarını, kendi kültür ve dillerinin yaşatılması, ana dilde eğitimin kendi hakları olduğunu dile getirerek örgütlenmektedirler. Murat Bardakçı’nın bir gazetede “bir Çerkez açılımı eksikti” başlıklı köşe yazısında dile getirdiklerine karşı, Çerkezler, 21 Nisan 2011 tarihinde İstanbul Beyoğlu’nda protesto gösterisi düzenleyerek seslerini duyurdular. Keza 2011 yılı içinde Eskişehir’de yaşayan Çerkezler, anadilde eğitim hakkı için yapmak istedikleri yürüyüş polis tarafından engellendi.

 

Çerkezler içindeki ileri ve demokrat güçler, toplumsal mücadelede demokratik ve ilerici güçlerle birlikte hareket etmek istemektekiler. 12 Haziran genel seçimleri sonrasında yapılan çatı partisi tartışmalarında Çerkez Hakları İnisiyatifi sözcüsü Kenan Kaplan “Türkiye’yi kendi tabanı kabul eden ve tüm hakların mücadelesini veren bir anlayışın güçlü bir irade beyanıyla ortaya çıkması lazım” şeklinde tarif ettiği beklentisinde Kenan Kaplan, şunların altını çizdi; “Çatı partisi kimseyi ötekileştirmeyen, çağdaş bir demokrasiyi ön plana alan bir anlayışı gündeme getirirse ve tüm farklı kesimlerin haklarını savunduğuna inandırırsa Çerkez halkı da buna destek verecektir” demektedir.

 

 

 

Bitirirken;

 

Dünyanın her yerinde şoven ve ırkçı politikaların tek bir amacı vardır; Devleti elinde bulunduran hâkim ulus burjuvazisi pazara tek başına hâkim olmak için aynı ülke sınırları içinde yaşayan diğer ulus ve azınlıkları asimile etmek, olmuyorsa ezmek ve yok etmek istemektedir. Bunun için çeşitli biçimlere başvurur. Her yerde tek bir amacı olan bu uygulamada, araç ve yöntemlerde farklılıklar olsa da sonuç değişmez.

 

Hitler Almanya’sı Yahudileri toplama kamplarında gaz odalarında topluca katletti. Rusya’da Çar ülkeyi bir halklar hapishanesine dönüştürdü. Güney Afrika’da beyazlar yerli haklı yıllarca baskı altında tuttu, katletti. Filistin’de İsrail Siyonistleri, Filistin ulusunun topraklarını işgal ederek katliamdan geçirdi. Yunanistan ve Bulgaristan’da Türk azınlığa, Kosova’da Arnavut azınlığa Yugoslavya’da Bosnalılara karşı yapılanlar… Tüm bunlar hâkim olanın diğerlerini yok eden uygulamaları olarak tarihe geçti.

 

Türkiye’de de Kemalist Cumhuriyet Türklük esası üzerine kurduğu ulus devlette, kendi dışındaki tüm ulus ve azınlıkları yok saydı. Türkiye olarak çizilen sınırlar içinde kendi topraklarında yaşayan Ermeni, Rum ve Kürtleri önce Türkleştirmek için çalışan, bunu başaramayınca da ezmek ve yok etmek isteyen Kemalist devlet, bu politikasında kısmi olarak bir başarı sağlamış olsa da bir bütün olarak başarılı olmamıştır. Kürtler başta olmak üzere devlete karşı direniş yüz yıldır devam etmektedir. Nüfusu azalan diğer azınlıkların dahi kendi içine kapanmışlıkları, sesiz kalmaları dahi onları bir bütün olarak yok edememiştir. Kürtler bu baskılar karşısında en dirençli ve örgütlü bir ulus olarak, yıllardır verdikleri onurlu direnişleriyle kendilerini kabul ettirmiştir.

 

Bugün Türk devletinin sınıfsal ve ulusal mücadele karşısında başarı şansı kalmamıştır. Elindeki imkânları emperyalist ağababalarının desteğiyle güçlendirmiş olsalar da, sonunda kaybedeceklerdir. Örgütlenmiş bir toplum hiçbir zaman yenilmez. Geriletilebilir, sindirebilir, ancak yok edilemez. Türkiye bu aşamadadır. Sadece ulus ve azınlıklar değil, çeşitli inanç grupları da artık bu devlete kafa tutmaktadır. Kemalist Cumhuriyet ulus ve azınlıklar gibi Müslüman olmayan inanç gruplarını da yok saydı, ezdi, baskı altına aldı.

 

Aleviler, Ezidiler, Hıristiyan inanç grupları Türkiye’de hep hor görüldü. Aleviler devletin kurduğu Diyanet vasıtasıyla hedef seçildi. Alevilerin kestiği hayvan yenilmez, bir Alevi’yi öldüren cennete gider, Alevilerle tokalaşmayın, Alevi kızları ve erkekleriyle evlenmeyin propagandasını el altından ve yer yerde açıktan yapan bu devlettir. Aleviler, Maraş, Sivas Çorum’da devletin denetimde topluca katledildiler. Ancak Aleviler, tüm baskı ve katliamlara kaşı direndiler, inançlarını yaşayıp korudular ve bugün tüm bu korku çemberini kırarak örgütlenip bir güç oldular. Devlet bu örgütlenmeden de korkmaktadır. Devlet Alevilerin demokrasi güçleriyle birleşmesinden korkmaktadır.

 

Bu devlet, devrimcileri, Kürtleri, Alevileri ve diğer azınlıkları sevmediği açıktır. Kendisine düşman gördüğü bu güçlerin birlikte hareket etmesinden de korkmaktadır. Tüm devrimci, ilerici ve ulusal güçler artık proletaryanın bayrağı altında örgütlenerek mücadelelerini yükseltmelerinin tam zamanıdır.

 

* Bu makale daha önce yayınlanmış olmakla birlikte, Cumhuriyet’in 100. yılı vesilesiyle gözden geçirilmiş yeniden düzenlenmiştir”

https://ozgurgelecek50.net/kurulusunun-100-yilinda-tcnin-diger-yuzu-turkiyede-ulusal-azinliklar-sorunu/


29 Ekim 2023 Pazar

100 YILDIR BİTMEYEN YALAN VE YANILSAMA! Mehmet Akkaya

100 YILDIR BİTMEYEN YALAN VE YANILSAMA!
"Bir cumhuriyet nasıl bir maskeye bürünürse bürünsün, ne denli demokratik olursa olsun, eğer o bir burjuva cumhuriyeti ise, eğer o toprak ve fabrikaların özel mülkiyetini koruyorsa ve eğer özel sermaye toplumun tümünü ücret köleliği içinde tutuyorsa... o zaman bu devlet, bazı insanların, ötekiler tarafından ezilmesi ve burjuvazinin köleleri ezmek için kullandığı bir makinedir." (Lenin: Sverdlov Üniversitesi'nde konuşma, 1919).
En güzel ve inandırıcı yalan bile, yüz yıl da sürse, bin yıl da sürse eninde sonunda söyleyenin elinde ve ağzında patlar. Kurtuluş Savaşı yalanı olsun, cumhuriyet yalanı olsun, modern devlet, sınıfsız imtiyazsız toplum, köylüye, kadına, işçiye, emekçiye, hak hukuk getirdik yalanı olsun, bütün bunlar da sadece söyleyenlerin inandığı hurafelere dönüşebilir.
Yalanın, felsefi-ideolojik bir silah olarak kullanılması yeni olmadığı gibi yalnızca Osmanlı-Türk egemen sınıflarının kullandığı bir silah da değildir. Daha önceleri Roma, Bizans, Çin, Hun imparatorlukları tarafından kullanıldı bu yalan silahı. Zaman içinde kullananların elinde patladı.
Yaşamın devrimci dinamizmi, yalanı icat eden ve yürürlüğe koyan ilk kuşak kullanıcıları tarihin derinliklerine gönderdi. Ki bu imparatorluklar öyle 100 yıllık filan da değildi. Bin yılları bulan, sözde insanlığa demokrasi getiren ama her biri birer zulüm düzeniydi. Çok övülen, asla yıkılmayacağı düşünülen nice İngiliz imparatorlukları, Çarlar ve çarlık rejimleri de yerle yeksan oldu. Daha da çok övülen, toz kondurulmayan Osmanlı imparatorluğu, paşaları ve padişahları da kıyımlar, katliamlar tarihi bırakarak tarih sahnesinden silinip gittiler.


Yüz yıldır deniyor ki, şimdiki ilelebet payıdar kalacaktır! Gülünç! Bilinmez mi ki, katı olan her şey buharlaşıyor. Her şey sonsuz bir devrimci değişim içinde. Temelleri yüz yıl önce atıldığı söylenen şimdiki rejim (Cumhuriyet) yoktan var edildiği için sonsuza dek kalacakmış! Yoktan var edilmek de ne demekse... Türk burjuvazisinin bulduğu yeni bir bilim galiba. Sonsuza kadar kalmak da bu yeni bilimin söylemi olsa gerek. Başında Dr., Doç ve Prof yazan koca koca adamlar bile bu yalanları ya bilerek ya da bilmeyerek yaymakta bir beis görmüyor.
Öncekilerin yok olup gittiği gibi yeni zulüm düzenleri de aynı kaderi paylaşacaktır. Teolojik bir söylemle ifade edecek olursak doğan her canlı ölümü tadacaktır diyebiliriz. Eski filozoflar da güzel söylemiştir: Meydana gelen meydandan gider. Bu gerçeğin yok sayılması için profesyonel yalanlara ihtiyaç vardır. Felsefe tarihinde, devlet teorilerinde bu yalanın yeri vardır da. Ana akım siyaset felsefesinin filozofları olan Platon ve Machiavelli gibi düşünürler devletlere ve devlet yöneticilerine yalan söyleme hakkı tanırlar. Bu yüzden de günümüzün burjuva, liberal, milliyetçi, devletçi, faşist teorisyenlerine temel olmuşlardır.
Tarihte, kurulan her zulüm düzeni yalana başvurmak zorunda kalmıştır. Yalan, modern siyaset felsefelerinde yanılgılı bilgi, yanlış bilinç ve ideoloji gibi terimlerle karşılanıyor. Bunlar burjuva/feodal üretim ilişkileri içinde üretilir, dini ve milli eğitim kurumlarında kitlelere şırınga edilir. Modern okullar, eğitim kurumları ve üniversiteler temelde bunun için vardır. Herkes bu dini, milli ve okul eğitimini almak zorundadır. Üstelik, zorunlu eğitimin erken yaşta, henüz çocuk dünyaya gözlerini açtığında verilmesi gerekir. İlk örnekler, bir kez bilince girdi mi onu çıkartmak kolay değildir. Yeni yaşam tecrübesi ile öğrenilen her deney ve deneysel bilgi ilk örneklerin kalın duvarına çarpar ve geri itilir.
Yalan söyleme alışkanlığı esasen sınıflı toplumlarla ortaya çıkmıştır. Sınıflı toplumlarla birlikte büyük bir silah olduğu keşfedilmiş ve sömürücü sınıflar tarafından etkin bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Hakiki olan yerine yalana başvurma gündelik yaşamda, emekçilerin de yöneldiği bir pratiktiğe dönüşmüştür.
Bu silahı kullanmada, adına yeni, ilerici, modern denilen rejimler, eski klasik dikkatörlüklerden daha yaratıcıdır! Çünkü çağın iletişim araçları adeta bu yalanları üretmek, payandası olmak ve kitlelere taşımak için icat edilmiştir. Resmi basın yayın organları olsun özel radyo ve televizyonlar olsun her türden medya ve günümüzde sosyal medya kuruluşları olsun, hepsi bu yalanları yaymak için işlev görür.
Kapitalizm koşullarında kitle yayın organlarının, kitlelere yalan taşıma ve manipüle etmek dışında bir görevi bulunmuyor. Sığ ve sıradan denilecek kimi "nesnel" olayların da veriliyor oluşu, bilinçlerde yanılsamalar yaratmak, imha/inkar politikalarını doğal göstermek ve yeni yalanları meşru hale getirmek içindir ve elbette ki talidir.
Modern burjuvazinin en önemli özelliklerinden birisi yeni olanı, özgürlük ve eşitlik olarak sunmasıdır. Ad değişince sanki olgu da değişecekmiş gibi düşünülür. Kurulan bir yönetime demokrasi, cumhuriyet, devrimci, halkçı vs. demekle sanki böyle olacağı sanılır, iddia edilir. Oysa 100 yıllık sürece bakılırsa yeni olarak feodal despotizmin yok edilmediği, üstüne üstlük yanına bir de faşizmin eklendiğini görmek zor değildir. İddia edildiği gibi bu süre zarfında, dinin geriletilmediği, tersine daha da kurumlaşıp güçlendiği de saklanan bir başka gerçektir. Toplum bir dinli iken iki dinli hale gelmiştir. İslam dininin yanına bir de milliyetçilik dini eklendiğini tespit etmek mümkündür. Bu da anlaşılır bir durum. Çünkü emperyalizmin, ülkemizde kurdurduğu despotik ve faşist dikkatörlüğü dinlerden destek almaksızın yönetme ve uygulama imkanı yoktur.
100 yıllık rejim, yurtta sulh cihanda sulh türünden barış yalanları atsa da, kurulduğundan beri Kürtlere, komünistlere, Kızılbaşlara, kadınlara, muhalif dinlere, gençlere, yoksul köylülere karşı savaş halinde olmuş bir rejimdir. Dolayısıyla bir devrim değil karşı devrimdir. 100 yıllık tarihi de karşı devrimler tarihi olarak okumak yanlış olmaz. Bugün, şu anda yapılanlara bakarak bile burada yazılanlar test edilebilir.
Halkın gözünün içine baka baka yalan söylemek diye bir söz var. Siz tek partili bir faşist diktatörlük kurun ve adına da halkın kendi kendisini yönetmesi deyin. Mussolini hukukunu alıp binlerce insanı asın ve adına da demokrasi, sosyal hukuk devleti deyin. Yalanınızı yüzünüze vuranlar da çıkar elbet. Seyit Rıza'nın Türk egemen sınıflarına ve onların modern hukukçularına karşı söylediği "sizin yalanlarınızdan, hilelerinizden bıktım..." anlamına gelen sözleri kulaklardadır. İdam sehpalarınızı tekmeleyenler de olacaktır, Deniz Gezmiş misali.




Türk egemen sınıflarının, kitleler içine yaydığı süslü yalanlardan birisi de cumhuriyet adıyla kurulan yönetimlerin diğer yönetimlerden iyi olduğu, topluma yarar getirdiği, insanları özgür kıldığıdır. Basit bir gözlemle bile bunu anlamak kolaydır. Afrika, Asya ve Ortadoğu'da emperyalistler tarafından masa başında kurulan (bizimki de dahil) bir çok devletin adı cumhuriyet iken Avrupa'nın bir çok devleti krallıktır. Avrupa'yı övmek istemem ama binlerce insan Asya'nın, Afrika'nın faşist, İslamcı, gerici cumhuriyetlerinden kaçıp Avrupa'daki krallıklara sığınıyor!
Milliyetçi sol çevreler, burjuvazinin yalanlarına en çok maruz kalan kesimdir. Onlara göre Marx, Engels, Lenin bile "cumhuriyet fazilettir" demişler. Yalan! Emperyalizmin, 100 yıl evvel cumhuriyeti esasen Sovyetik cumhuriyetlere karşı kurdurduğu sır değildir. Sovyetler Birliği ise cumhuriyet değil "Sosyalist cumhuriyet"tir. Lenin'in görüşü girişte alıntılandığı gibidir. Türk büyük burjuvazisi ve dönemin toprak ağaları, "kadın hakları" klişesinde olduğu gibi bir çok uygulamaya da, salt Anadolu halkları Sovyetler Birliği'ne sempati beslemesin diye başvurmuştur. Halkevleri, Köy Enstitüleri vs. icat ettiler. Hepsi sosyalizme karşı taklit, hepsi taktik, hepsi yalan!
Marx ve Engels, Roma'dan miras kalan ve despotik devlet biçimi olan Cumhuriyetle ilgili ne söylemiş olabilir? Onlar da "her ışıldayan altın değildir" diyerek adeta bizi uyarıyor ve şunları yazıyorlar:
"Proletarya açısında cumhuriyet, monarşiden yalnızca proletaryanın gelecekteki iktidarında kullanıma hazır bir politik biçim oluşuyla farklıdır. Sizler, bu biçime zaten sahip olduğunuzdan bize göre bir avantajınız var; bize gelince onu yapmak için yirmidört saat harcamamız gerekir. Ama her hükümet biçimini olduğu gibi cumhuriyeti de içeriği belirler, bir burjuva egemenlik biçimi olduğu sürece, bize, herhangi bir monarşi kadar hasımdır (yalnızca bu husumetin biçimleri farklıdır) bu nedenle cumhuriyeti özsel olarak, biçimde sosyalist saymak ya da burjuvazinin egemenliği altında iken ona sosyalist görevler vermek tamamen temelsiz bir yanılsamadır."
(Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, Cilt-II, s. 304).


Tarihsel olarak ileride olunursa etik, politik ve estetik olarak da ileride olunacağı zannediliyor. Bu anlama, büyük bir yanılsamadır. Tersi de olabilir çünkü. Tarihsel olarak ileri olanın, sosyal eşitlik açısından geri ve tutucu olması mümkündür. Adına cumhuriyet denilen pekçok örnekte bunu gözlemlemek kolaydır. Örneğin kendi tarihimizde 1909 ile 1925 tarihlerinin, bu açıdan karşılaştırılması ufuk açıcı sonuçlar ortaya çıkarabilir. Cumhuriyetin eskiye oranla getirdiği yenilikler: Tek adam, tek, parti, tek bayrak, tek din, tek millet, tek vatan, tek devlet, tek dil... Tek, tek, tek...

1920'den itibaren sendikaların kapatılması, 1 Mayısların yasaklanması, kadın derneklerinin ve dergilerinin sansür edilmesi, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının boğdurulması, cumhuriyet nedeniyle kazanım olarak gösteriliyor. Bu ne vicdansızlık! Alevi dergahlarının kapatılması laiklik olarak, Ne mutlu Türk'üm diyene sözü uluslara serbestlik olarak, köylü milletin efendisidir sloganı sosyalizm olarak, aydınların tutuklanması, komünistlerin hapsedilmesi, takvim, şapka ve yeni kıyafetleri "devrim" olarak tanımlamak cumhuriyetin kazanımları olarak gösterilmiştir halen de gösterilmektedir.
Son 20 yıldır sistemi ayakta tutmak için dinci görünümlü bir organizasyon icat edilmiş durumda. Kitleler, şeriat tehlikesine inandırılıp 100 yıldır devam eden faşist sistem ilerici gösterilmeye çalışılıyor. Bugünkü hükümetin, ülkeyi güllük gülistanlık biçiminde göstermesi gibi hükümete muhalefet edenler de cumhuriyet yıllarını cennet olarak göstermeye çalışıyor. Nafile! Başka yolu yok. Meydana gelen, eskisiyle yenisiyle meydandan gider, gidecek!
Ez cümle beş kıtada yaptığı yağma ve talan nedeniyle, girdiği emperyalist savaşlarda yenilip sürülmüş bir imparatorluk sonunda yıkılıyor. Yerine Anadolu'da bir devletçik kurulmuş. Buna da büyük, koca koca sıfatlar ekleniyor. Aslında biz yenilmemişiz de ortaklarımız yenildiği için biz de yenilmiş sayılmışız! Yalan bitmiyor. Bunları ders kitaplarından okuduğumuz gibi "büyük" tarihçilerin eserlerinde de "belge tarihçiliği" gerekçe gösterilerek de okuyoruz. Gülünç. Hem de ne gülünç!
Emperyalist burjuvazi ve Osmanlı-Türk egemen sınıflarında hak, hakikat ve samimiyetin zerresi yok, kalmamış. İlericiydi, devrimciydi, aydınlanmacıydı, moderndi denilen burjuvazi ve emperyalizm, 100 yıldır insanlığa sömürü, savaş, silah ve zulüm getirmekten başka bir işlev görmedi. Emperyalizmin uzantısı olarak kurulan sistemler de benzer durumda. İktisaden hakim sınıf sözcükleri, aynı işlevi yerel ve bölgesel düzeyde yerine getirerek faşist dikkatörlüklerin mimarı, mühendisi, reisi, başkanı ve ulu önderleri oldular.

 


KEMALİST HAREKETİN KISA BİR ANATOMİSİ

                                        KEMALİST HAREKETİN KISA BİR ANATOMİSİ



50 yıl önceki tezlerimizi defalarca okumuştum ama bir kez daha okudum. Bu yazıda, Kurtuluş Savaşı ve sonrası üzerinde biraz fikir yürüteceğim. Değişim yasaları, yarım asır öncesindeki tespitlerimizi ister istemez, yeni şartların vaaz ettiği yönde gözden geçirmemize, irdelememize yol açıyor. Kemalist harekete dair tezlerin, yarım asır sonra, temel noktalarda isabetini ve gücünü koruduğu açık. Onun için ben bu yazıda ayrıntılar üzerinde duracağım.
Kurtuluş Savaşı ve Kemalist hareket üzerine yazılan tezler bizim temel tezlerimizden biriydi. Tezin can alıcı noktaları, Kurtuluş Savaşı’na hangi sınıfların önderlik ettiği, savaşın amacı ve savaş sonrası dönemlerin genel hatlarıyla irdelenmesiydi.
Tezler, Kurtuluş Savaşı’nın milli bir devrim, Kemalist bir devrim olduğunu kabul ediyor, bu devrime, “Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfının” önderlik ettiğini, millî karakterdeki orta burjuvazinin ise yedek güç olarak katıldığını belirtiyordu. Bu tesbit, bugün de geçerliliğini koruyor ve komünist hareketi diğerlerinden ayırıyor.� Tezlere göre, “Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken İtilaf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişlerdir.”
Burada, üzerinde düşünmemiz gereken iki nokta vardır. Birincisi, savaşın anti-emperyalist olarak nitelenmesi, ikincisi ise, devrim önderlerinin, “savaş yıllarında iken İtilaf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmiş” olmalarıdır.

Anti-emperyalizm, emperyalizmin ortadan kaldırılmasına, bulunduğu yerden defedilmesine matuf bir olgudur. Devrime önderlik eden komprador burjuvazi, kompradorluğundan dolayı anti-emperyalist bir aksiyonu zaten üstlenecek yapıda değillerdir. Tezin bütününe, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki sömürge, yarı-sömürge ve yarı-feodal yapının, savaştan sonra yarı-sömürge ve yarı-feodal bir yapı haline geldiği görüşü hakimdir. Hal böyle olunca Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist bir savaş değil, sömürge yapıyı tasfiye eden ama yarı-sömürge yapıyı koruyan, anti sömürgeci bir savaş olduğu savunulmuş oluyor.
Geçmişte bazı devrimci hareketler, komprador burjuvazinin emperyalizmle hiçbir zaman çatışmayacağını savundular. Yirminci yüz yılda ortaya çıkan örnekler, komprador burjuvazi ile emperyalizm arasında, azami kârdan kimin daha fazla pay almasına dair bitmez tükenmez çelişkilerin olduğunu ve bunun bazen, özellikle de işgal dönemlerinde çatışmaya dönüştüğünü, kompradorların efendi değiştirdiklerini gösterdi.

Açıktır ki burjuvazinin hiçbir kesimi, eli altında bulunan pazarın, bir işgal ile elinden çıkmasını istemez. Bazı kesimler işgale istemeyerek boyun eğmek zorunda kalırken, bazı kesimler de direnme yolunu seçer. Komprador burjuvazinin ve büyük toprak ağalarının sınıf çıkarları, pazarın canlanması, yatırım ve iş imkanlarının genişlemesi, sermayenin imkansızlıklara takılmadan kendini yeniden üretmesinden geçer. Bundan dolayıdır ki yeryüzünü ahtapot gibi saran emperyalist sermayeye ihtiyaç duyarlar. Pazardaki güçlü dünya sermayesi, zayıf yerel sermayeyi bağımlı hale getirir.

Ham madde kaynaklarının, işgücü sömürüsünün, rant gelirlerinin vb. aslan payını güçlü sermaye alır. Ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel bağımlılığı, yani yarı-sömürge olgusunu yaratan da bu durumdur.
Devrime önderlik eden sınıfların, savaş yılları içinde emperyalistlerle el altından uzlaşmaya çalıştıkları görüşüne gelince, ortaya çıkan belgeler, Mustafa Kemal ve çevresinin, savaş yıllarında değil, savaş yıllarından önce Emperyalistlerle uzlaşmaya çalıştıklarını gösteriyor. Mustafa Kemal’in İngiliz işbirlikçisi Vahdettin’e, yakın çevresinde bulunan arkadaşlarından oluşan ve kendisinin de muhtemelen harbiye nazırı olarak içinde yer aldığı bir kabine önerisinde bulunduğunu, Kemal’in, ittihatçıların içindeki İngilizci kanada mensup olduğunun bilinmesine rağmen, önerinin kabul görmediğini ve Karadenizde Rumlara karşı gelişen çeteci hareketleri bastırması ve bölgede güvenliği tesis etmesi için müfettiş olarak Bandırma vapuruyla Samsun’a gönderildiğini biliyoruz. Samsun’a ayak basmadan Yunanistan’ın 15 mayısta Paris konferansında alınan karar gereğince İzmir'i işgal ettiğini, işgalin Türk egemenlerinde ve halkta yarattığı büyük infial üzerine Mustafa Kemal’in, direnme kararı alıp 'sineyi millet'e döndüğünü de biliyoruz.


Kurtuluş Savaşı yıllarında Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Kemalist burjuvazinin direnme örgütleriydi. Bu örgütler içinde orta burjuvazi de yer alıyordu. Savaşın başlangıcında orta burjuvazinin bir bölümü, Yunan işgaline karşı Çerkez Ethem Bey ve kardeşlerinin komutasında Kuvâ-yi Seyyâre adı altında ciddi bir varlık gösterdi. Yeşil Bolşevik olarak da adlandırılan ve Yeşil Ordu Cemiyeti’nin bir gücü olarak ortaya çıktığı söylenen Kuvâ-yi Seyyâre, padişah yanlısı gerici İsyanları bastırınca meclisin yarısını kazanmakla kalmadı, meclis başkanlığını seçimle ele geçirdi. Demirci Mehmet Efe gibi çeteleri de kendine bağlayarak etkinliğini artırdı. Eskişehir’de, “Dünyanın Fukara-i Kâsibesi Birleşiniz,” alt başlığı ile çıkardığı Seyyare-i Yeni Dünya Gazetesi’ni de siyasetinin bir aracı haline getirdi. Ekim devriminin ürünü olarak ortaya çıkan Ankara’daki, Salih Hacıoğlu liderliğindeki Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ile Baku’da kurulan Türkiye Komünist Partisi bu hareketle aynı saflarda yer almış bulunuyordu.

Bu durum, Kemalist hareketi ciddi bir şekilde endişelendiriyordu. Ekim devriminin desteğini alan bu güçler, savaş sürecinde giderek güçlenebilir ve Kemalist hareketi tehdit eder hale gelebilirdi. Bu güçler aynı zamanda, Kemalistlerin batılı emperyalistlerle uzlaşmalarının önünde bir engel haline de gelebilirdi. İttifakı değil, iltihakı esas alan Kemalist hareket, kendisine iltihak etmeyen bu güçleri tasfiye etme kararını verdi.
İlkin, Seyyare-i Yeni Dünya Gazetesi’ni Ankara’ya naklettirip kendi kontrolü altına aldı. Ardından Kuvâ-yi Seyyâre‘nin yakın müttefiklerinden Demirci Mehmet Efe’ in 800 kişilik gerilla ordusunu bir baskınla etkisiz hale getirdi. Hemen ardından, meclise haber vermeden, Yunan Ordusu ile savaş halinde olan Kuvâ-yi Seyyâre’ye saldırdı. Ankara’daki Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı kapattı ve yöneticilerini tutukladı. En son, Mustafa Suphi başkanlığındaki TKP’nin merkez komitesini Karadeniz’de imha etti. Mustafa Kemal aslında niyetini, 22 Ocak 1921'de, yani Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmelerinden altı gün önce BMM'de yaptığı konuşmada şöyle açığa vurmuştu:
"İşte bu serseriler, Türkiye Komünist Fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali bulunmaktadır. Bunlar kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova'daki prensip sahiplerine yaranmak için birtakım teşebbüsatı serseriyanede bulunmuşlardır. Bu suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır..."
Tüm bu operasyonlar, 1921’in ocak ayında gerçekleştirildi. Ardından dış işleri bakanı Bekir Sami Londra Konferansı’na gönderildi. Kemalist hareket böylece kendini hem yakın bir tehlikeden kurtarmış, hem de Emperyalistlere tarafını belli etmiş oluyordu. Tezlerde tüm bu bastırma hareketlerinin emperyalistlerin teveccühünü kazanmak için yapıldığı görüşü var. Bu doğrudur ama işin esası değildir. İşin esası Kemalist hareketin kendini bir devrim tehlikesinden koruması, sağlama almasıdır.
Kemalist Hareket, komünist ve işçi hareketi ile orta burjuvazinin bir kesimine karşı sınıf tavrını berrak bir şekilde gösterdikten sonra, aynı yıl içinde Kürtlere karşı nasıl bir siyaset izleyeceğinin mesajını da vermiş oldu. 1921'de özerklik talebiyle ayaklanan Koçgiri'yi çok kanlı bir şekilde bastırdı. Topal Osman’la birlikte Koçgiri köylerini yakan Merkez Orduları Komutanı Sakallı Nurettin Paşa Calicula gibi yakmayı seven birisiydi zaten. Bu paşa, Rum mahallelerinden Rumları göçe zorlamak için İzmir'i yakan adamdır aynı zamanda. Topal Osman ise çoğumuzun malumudur. Balkan Harbi’nde tanındı. Sonra ünlü mahkumlardan bir çete kurdu.1915'te Doğu Karadeniz’de başlayan Ermeni tehcirinde rol aldı. “Rumları eşek arıları gibi mağaralara doldurup tütsüleyerek bitireceğim' diyerek köyleri basıp katliam ve sürgünlere yol açtı. 1920’nin sonlarında, maiyetindeki Giresunlu bir birlik ile Çankaya’yı ve Meclisi korumayla görevlendirildi. Suphi ve yoldaşlarının imha edilmesi kararının uygulanmasında da Yahya Kahya ile birlikte rol aldı.
Kurtuluş savaşı yıllarında tüm bu kanlı operasyonları gerçekleştiren Kemalistler bir yandan Bolşeviklerin silah ve altın desteklerini almayı, diğer yandan da İngilizlerle uzlaşma çabalarını sürdürdüler. Artık rahat hareket edebilirlerdi. Devrim tehlikesi bertaraf edilmiş, meydan iki hakim sınıf kanadına kalmıştı. Birinci kanat, saltanata ve hilafete karşı olan batı yanlısı kompradorlar ile bir kısım toprak ağalarından oluşan Kemalist kanattı. İkinci kanat ise, saltanat ve hilafet yanlısı kompradorlar, bir kısım toprak ağaları ve ulemadan oluşuyordu.
Tüm bu gerçekler, Kurtuluş Savaşı’nın Türkiye topraklarında haklı bir savaş, emperyalizme darbe vuran anti-sömürgeci bir savaş olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyordu. Gelgelelim ki, kendi topraklarında haklı olan bu savaş, Pontus’ta, Lazistan’da, Batı Ermenistan’da ve Kürdistan’da (Koçgiri’de görüldüğü gibi) haklı karekterini yitirdi. Ermeniler ve Rumlar, kırıma ve sürgüne uğratılarak, yaşadıkları kadim topraklar üzerinde bir varmış, bir yokmuş hanesine yazıldı. Kürtler ise savaştan sonra inkar ve zoraki asimilasyonla köleleştirildi.
Kemalist hareketin Kurtuluş Savaşı yıllarında iken iç muhalefeti tamamen bastırması, Ermeni ve Rum milli varlığını ortadan kaldırması, Kuzey Kürdistan’ın sömürge statüsünü ağırlaştırması ve giderek emperyalist gerici dünyanın bir parçası haline gelmesi, onun kurduğu yeni rejimin niteliğini de belirlemiş oldu. 1925’e kadar modernist yarı-faşist olan bu rejim, 1925’ten sonra, Takriri Sükun kanununun çıkmasıyla birlikte modernist-faşist bir rejim haline geldi.
Komünist ve işçi hareketiyle orta sınıfların silahlı güçlerini yoketmiş olmasından dolayı Kemalist iktidar için artık en yakın tehlike ve bu anlamda asıl muhasım, hilafet ve saltanat kalıntılarıydı. Sultancı ve hilafetçi kompradorlar, bir kısım toprak ağaları ve ulema ile cebelleşmeyi ana hat olarak seçti. Bu durum ister istemez, Kemalist hareketi, karşısındaki muhasım gücün dayandığı kurumlar, düşünceler, kültür ve yaşam tarzları ile de cebelleşmeye soktu. İleri hamlelerini, reformlarını da bu kalıntılara karşı cebelleşme sürecinde gerçekleştirdi. Bu tabi aynı zamanda onun kendi iktidar kültürünü yaratma, yerleştirme çabasıydı.
1922’de Saltanat’ı kaldırdı ve ertesi yıl cumhuriyeti ilan etti. Bu Kemalist kompradorların saltanatçı kompradorlara indirdiği ciddi bir darbe idi. 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu (Öğretim Birliği Yasası) çıkadı, medreseleri kapattı, din derslerini Milli eğitimin kontrolündeki okulların dışına sürdü ve ihtiyacı karşılamak için de ilahiyat fakültesi ile imam hatip okullarının kurulmasına karar verdi. Aynı yıl, Hilafet kaldırıp Cumhuriyeti ilan etti. Avrupadaki topraklar ile Arap dünyasının kaybedilmesi, bu kurumu zaten güçten düşürmüş, göstermelik bir duruma sokmuştu. Buna rağmen hilafetin kaldırılması dinin devlet üzerindeki etkinliğine ve ulemaya yönelik bir darbe oldu. Kemalist hareket bu durumu laikliğin ilanı olarak değerlendirdi.
1925’te bir kısım Kürt şeyhlerinin ve büyük toprak ağalarının önderliğinde, bağımsız bir devlet kurma amacıyla patlayan Şeyh Sait İsyanı bastırıldı ve tekçi eğilim güçlendi. Kurtuluş savaşı bitmiş ama parçalanma gerçekliği bitmemişti. Kemalistlere göre farklı milliyetler, diller, kültürler, inançlar, parçalanmanın nedeniydi. Osmanlıyı parçalaya parçalaya ufaltan da bu gerçeklikti. Tek dile, tek kültüre, tek ulusa ve tek inanca dayanan bir ülke şarttı. Bundan dolayı Rumların ve Ermenilerin varlığına son verilmiş, Malakanlar Sovyetlere sürülmüş, Kürtlere verilen özerklik sözünden vazgeçilmiş, 1924'te artakalan Rumlar da Mübadele Yasası’yla Yanistan’a gönderilmişti.
Kemalist hareket, Şeyh Sait İsyanı’nı, sultancı kompradorlar ile sultanlık kalıntıları dahil tüm muhalif güçleri sindirmenin, Kürt milli varlığını inkar etmenin bahanesi haline getirdi. Terakkiperver Fırkası’nı, Orak Çekiç Gazetesi’ni kapattı, taraftarlarını tutukladı. Sendikaları ve grevleri yasakladı. Bunu yaparken de Modernleşme yolundaki yürüyüşünü sürdürdü. 1925’te, “Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” çıkarıldı. bütün tarikatlarla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük yasaklandı. Bu yasa ile alevilik de yasaklanmış, sünnileşme ve Türkleşmeye dayanan tekçilik yolunda önemli bir adım atılmış oldu.
1926’da İsviçre Medeni Yasası kabul edildi. Bu yasa ile tek eşlilik, resmi nikah, kadınların istedikleri alanda çalışma hakları; miras, boşanma ve şahitlik haklarında eşitlik gibi haklar güvence altına alındı.
1930’lara gelindiğinde, faşizm olgusu tüm dünyayı etkisi altına almış, Nazilerin başlattığı saf ve üstün aryan ırkı ve bu ırka bağlı ulusun, dilin, kültürün insanlığa egemen olma hakkı tartışmaları tüm dünya uluslarında ulusal bencilliğin çeşitli biçim ve derecelerde hortlamasına yol açmış bulunuyordu. Türklerin batılılar tarafından asırlar boyunca sarı ırka mensup barbarlar diye horlandıklarını, Selçuklu ve Osmanlı hanedanlarının da Etrâk-i bî idrâk olarak gördükleri Türkleri, Arap islam dünyasının arka planına ittiklerini savunan Kemalistler, tekciliğe ve modernleşmeye bağlı olarak bir tarih ve dil teorisi oluşturma çalışmalarına başladılar. Kurtuluş Savaşı ile batı dünyasını yenen ve yükselişe geçen Türk varlığının, tarih, dil ve kültür gücünü de tüm dünyaya gösterme zamanı gelmişti.
1923’te Darülfunun’a verilen tarih tezi oluşturma görevi, 1930’da 16 kişilik bir Tarih Heyeti’nin oluşturulması şeklinde ete kemiğe büründü. Heyet, batı ve İslam merkezli tarih anlayışına karşı "Türk Tarihinin Ana Hatları" adlı bir çalışma yayımladı. İleri sürülen görüşler, Orta Asya’daki güçlü Türk uygarlığının, göçler aracılığıyla, tıpkı güneş ışınlarının yayılması gibi Çin, Hindistan, İran, Mezopotamya, Anadolu ve Mısır’a yayıldığı ve bu bölgeleri uygarlaştırdığı yönündeydi. Tarih Heyeti, 1931’de adını "Türk Tarih Tedkik Cemiyeti", 1935’de ise “Türk Tarih Kurumu" olarak değiştirdi.
Mustafa Kemal, cemiyetin çalışmalarını yakından izliyor, “Anadolu 7000 yıllık Türk beşiğidir," görüşünü savunuyordu. Ona göre Sümer, Hitit, Urartu ve Yunan medeniyetinin kökü Orta Asya’ya dayanıyordu. Araştırmalar, arkeolojik kazılar, Almanya’dan kaçıp Türkiyeye sığınan Yahudi bilim adamlarının da desteği ile yoğunlaşmıştı.
Mustafa Kemal, 1 Kasım 1936’da meclis açılış konuşmasında, Alacahöyük'te yapılan kazılarda bulunan eserlerin 5500 yıllık Türk tarihinin aydınlatılmasına ışık tutacağı iddiasında bulundu.
Türk dili üzerine yapılan çalışmalar da tarih çalışmalarına bağlı ve ona parelel olarak yürütüldü. Ortaya atılan “Güneş Dil Teorisi” fikri etrafında bir “Güneş Dil Teorisi ve Dil Karşılaştırmaları Komisyonu” kuruldu. Komisyon 1935’de bir rapor hazırladı. Rapor, Orta Asya’dan güneş ışınları gibi yayılan Türk medeniyetinin güçlü dilini ele alıyor, bu dilin etkilerini ve doğurduğu dilleri karşılaştırmalı bir şekilde inceliyordu. Bu güneş dili, ışınlarını Atlantik’in ötesine bile yaymıştı. Amazon’un adı, ‘amma uzun’dan, Niyagara’nın adı da ‘ne yaygara’dan geliyordu. Türkçe Tarihin en eski diliydi ve bir çok dil bu dilden doğmuştu.
Otuzlu yıllarda tekçilik, en çok Türkleşme ve Türk üstünlüğü konusunda kendini gösterdi. Bunun yanında, modernleşme, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma çabaları da sürdü. Üst ve orta sınıfa mensup Nezihe Muhiddin ve Şükûfe Nihal gibi kadınların önderliğinde, 1923’de Kadınlar Halk Fırkası’nı oluşturmaları ve izin verilmeyince bunu Türk Kadınlar Birliği’ne dönüştürerek mücadeleyi sürdürmeleri, 1934’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasına yol açtı. Ancak bu süreç zorlu oldu. Anadoluda şubeler açan, 500 üyeye ulaşan ve Türk Kadın Yolu dergisini çıkaran birliğin başkanı Nezihe Muhiddin tasfiye edildi. Birlik, yardımlaşma kurumuna dönüştürüldü. Güncel yaşam sorunları ve Kemalist tandanslı dar milliyetçi feminizm sınırları içine hapsedilen Türk Kadın Yolu dergisi de 1927’de yayınına son vermek zorunda kaldı. Kemalist rejim, seçme seçilme hakkının kazanılmasından sonra, kadınlara, haklarını elde ettiklerini, artık dergi çıkarmalarına gerek olmadığını bildirdi. Türk Kadınlar Birliği’nin CHP’ye katılması sağlanarak, varlığına son verildi.
Sonuç olarak,

Kemalist hareketi modernist ve faşist yönleriyle kavramak gerekiyor. Bu hareketin modernist yönü, kısmi bir aydınlanmaya ve laik yaşama yol açtı ve bu yönüyle de en çok Türk aydınlarını etkiledi. Ama bizi biz eden geçmiş kültürümüzden bir yönüyle kopardı. Bağrında veya yanıbaşında asırlar boyu yaşadığımız, dilinden ve kültüründen etkilenip zenginlikler devşirdiğimiz İran, Arap, Ermeni, Kürt, Rum, Süryani gibi güçlü yerleşik uygarlıklardan da kopardı. Faşist yönü ise günümüzü de içine alan, ezen, ağır sorunlara, travmalara yol açtı. Ülkenin demokratikleşmesini, milliyetçi, tekçi, inkarcı, katliamcı karekteriyle engellemeye çalıştı.
Modernist ve faşist kavramların çelişen kavramlar olmadığını burada belirtmem gerekiyor. Modernizm veya modernleşme, kapitalizmin ve kapitalist devletlerin, hangi biçimde olursa olsun, ister demokratik, ister monarşik, isterse faşist biçimde olsun, vazgeçemeyeceği bir olgudur. Azami kârın olmazsa olmazıdır. Her biçim, modernleşmeyi kendi meşrebine uygun bir tazda uygular. Kemalizmi günümüze kadar yaşatan, ayakta tutan, aydınların gözünde muteber kılan da zaten onun bu modernist yanıdır.

GAZETE PATİKA

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)