25 Aralık 2023 Pazartesi

Türk Devletinin Kuruluşundan Günümüze Ulus ve Azınlıklara Uyguladığı Baskı


 

 Ülkemizde var olan ve yaşanan ulusal ve azınlıklar sorunun temelinde gerçekleşmemiş olan demokratik halk devrimi yatmaktadır. Demokratik halk devrimi gerçekleşmeden temel hak ve özgürlükler sorunun önemli parçası olan ulus ve azınlıklar sorunu asla çözüme kavuşamaz.

 

Ulus-devlet inşa süreci ve öncesinde bugünkü Türkiye topraklarında ulus olarak var olan, yaşayan Türk, Kürt, Ermeni ve Rumlardan oluşan dört ulus vardı. Ermeni ve Rum ulusu kitlesel sürgün ve soykırımla “hal olurken” geride kalan hala çözülemeyen Kürt ulusal sorunu ise “terör ve güvenlik sorunu” olarak ele alınıp katliam, sürgün ve inkarla çözülmeye çalışılmaktadır.

 

Ulus-devlet yaratma süreci tamamen Türk ulusunun ve egemen sınıf olan Türk Müslüman komprador burjuvazinin çıkar ve kazanımlarına göre kurulmuş, örgütlenip, şekillenmiştir. Bu gerçeklik günümüze dek devam etmektedir. Kapitalist-emperyalist dünya kendisine bağımlı ve bağlı işbirlikçi-komprador bürokrat burjuva ve toprak ağaları sınıfı ve onun egemen olduğu bir ulus devlet yaratmalıydı. Bu tercihlerini ne Ermeni-Rum burjuvazisinden ne de Kürt feodal-ağa ve beylerinden yana kullandılar. Osmanlı devlet geleneğini en iyi şekilde temsil eden ve yönetme erkini yüzyıllarca elinde bulundurarak sürdüren, uluslaşma sürecine öncelikle giren Türk ulusunun egemenleri, efendilerinin teveccühünü alarak bir ulus devlet kurdular. Geride kalan ve çözülemeyen sorunları ise Türk egemen aklı, çıkar ve hesaplarıyla çözmeye çalıştılar.

 

Bugün ülkemizde Türk ulusu da dahil olmak üzere hiçbir ulus ve azınlık gerçek anlamda özgür değildir. Ulusal ve azınlıklar sorunu gerçek anlamda çözülmüş ve sonuçlanmış değildir. “Türklük Sözleşmesi”ne göre yaratılan ve kurulan Türk-ulus devleti tartışmasız bir şekilde Türk ulusunun egemenliği üzerinde kurulmuştur. Vatanı, bayrağı, dili, dini tek olmak zorundadır. Türk olmayanların dışında herkes “Türklük Sözleşmesi”ne göre terbiye edilip eğitilmeli ve hizaya getirilmelidir. Kabul etmeyen, karşı çıkan herkes “terörle mücadele” kapsamında ele alınıp şiddetle, inkarla, asimilasyonla, azgın ırkçı saldırılarla “halledilmeliydiler.” Geleneksel Türk devlet aklı ve mantığı bu temeller üzerine inşa edilmiştir.

 

100 yıllık T.C. tarihinde ne demokrasi ne de buna bağlı olarak ulusal ve azınlıklar sorunu çözülmüştür. Ülkemizde demokratikleşme sorunu bütünüyle köklü ve radikal bir şekilde mevcut sömürü egemen sınıfların alt edilmesine, yerine bütün ulus ve azınlıkların, inançların temsilcilerinden oluşacak devrimci bir yönetimin gelmesine bağlıdır.

 

Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini büyütmek, geliştirmek sınıf mücadelesi ve bilinci açısından önemlidir. Sağlam bir sınıf bilinci kazanılmalı ve hak alma mücadelesi temel sorumluluk haline getirilmelidir. Sağlam ve güçlü mevziler elde edip, demokratik halk devriminin yolunu açıp, geliştirmek hak ve özgürlükler mücadelesini büyütmek önemli bir yerde durmaktadır. Ve oldukça değerlidir. Ancak unutmamak gerekir ki tüm hak, adalet ve özgürlükler mücadelesi, gerçek anlamda demokratik halk devrimiyle sonuçlanmadıkça kazanılacak ve elde edilecek hiçbir kazanımın, güvence altında kalması beklenmemelidir.

 

Bugün emek ve temel hak ve özgürlükler mücadelesiyle, sömürü ve zulümden kurtulma savaşımı her zamandan daha fazla iç içe geçmiş ve bütünleşmiştir. İşçi sınıfının ve emekçilerin her türlü sömürü ve baskıdan kurtulma mücadelesiyle ulusların, azınlıkların ve farklı inanç ve cinsiyetlerin mücadelesi her zamandan daha fazla iç içe geçip ortaklaşmıştır. Birinin mücadelesi diğerinin mücadelesine ve başarısına bağlıdır.

 

 

 

Ulus nedir, azınlıklar nedir?

 

Ulus, bir ırk, bir araya tesadüfen toplanmış istikrarsız insan topluluğu değildir. Ulus, kapitalizmin şafağında ortaya çıkan dil, toprak, iktisadi yaşam ve kültür birliğinin olduğu, ortak ruhi şekillenmenin yaratıldığı istikrarlı bir topluluktur. Ulus, kapitalizmin yükselme ve gelişme sürecinde ortaya çıktı.

 

“Batı”da feodalizmin tasfiyesi, ortak bir pazar bütünlüğü yaratılma sürecinde, ulusal baskıların olmadığı, bağımsız ulus devletler kurulurken, Doğu’da uluslaşma ve ulus-devlet kurma süreci oldukça sancılı ve baskıcı gelişmiştir. Ekonomik-politik-kültürel alanda gelişip güç kazanan burjuvazi ve sahip olduğu ulus, süreç içinde uluslaşma sürecini tamamlayarak diğer zayıf ve geri ulusları kendi devlet çatısı altında toplayarak ulusal baskının temelini teşkil eden çok uluslu devletler oluşturmuşlardır.

 

Türkiye’de çok uluslu bir devlettir. Uluslaşma sürecini ve ulus devlet kurma koşul ve olanaklarını emperyalist kapitalist ülkelerin destek, onay ve rızasını alarak gerçekleştirmiştir. Bugün Türkiye’de Kürt ulusuna ve azınlıklara yönelik baskı uygulayan Türk egemen sınıfları, diğer ulus ve azınlıkların özgürce gelişiminin önündeki en büyük engeldir. Ezen ulus egemenleri olan Türk komprador burjuva ve toprak ağaları sınıfı ezilen bağımlı ulus olan Kürtlerin hakkından gelebilmek için her yolu denemektedir. Kürtlerin dilini, kültürünü yasaklayıp köleleştirmektedir. Bunun yetmediği durumlarda soykırım ve katliamlara girişmekte, kitlesel sürgünlere uğratmaktadır. Türk devletinin tarihi sayısız soykırım, katliam, sürgün ve inkara tanıktır. 

 

Ülkemizde ulusal sorunun çözümü, ulusal baskıya karşı mücadele, aynı zamanda emperyalizme karşı mücadele sorununun bir parçası haline gelmiştir. Ezilen ulusun ezen ulusa karşı mücadelesi demokratik bir muhteva taşır. Ezilen Kürt ulusunun öncülerinin ezen sömüren Türk komprador burjuvazisine karşı savaşımında; sınıf bilinçli proleterler, her zaman ve her durumda herkesten daha kararlı olarak bu ulusal özgürlük savaşımını, “özgürce ayrılma hakkı”nı kayıtsız şartsız tanımalı ve savunmalıdır.  Çünkü biz Lenin yoldaşın belirttiği gibi “zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız.” Onun devrimci perspektifini kuşanmak, belirttiği yolda yürümek gibi yüksek sorumluluğumuz ve devrimci görevlerimiz vardır.

 

 

 

Azınlık nedir, kime denir?

 

Azınlık ne demektir? Ulus olma niteliğini kazanamamış ya da kaybetmiş olan topluluklara denir. Nüfus olarak çoğunluk değil azınlık durumunda olan halklara denir. Türkiye’de Ermeniler-Rumlar-Süryaniler-Ezidiler ulus olma niteliğini kaybetmiş, nüfus olarak azınlık durumuna düşmüşlerdir.

 

Sınıf bilinçli proleterler ulusal ve azınlıklar sorununa nüfus temelli bir bakış açısıyla bakmayı reddederler. Soruna azınlık ve çoğunluk meselesi olarak değil temel hak ve özgürlüklere sahip olup olmamak temelinde bakarlar.

 

Türkiye’de Türkler-Kürtler nüfus olarak çoğunluktadır. Bu ulusların temel hak ve özgürlükleri neyse diğer milliyetlerden emekçilerin de aynı hak ve özgürlüklere sahip olmalarını savunmak doğru ve devrimci olan tutumdur. Sorun özgürlükler ve haklar sorunudur. Bunlara sahip olup olamama sorunudur.

 

Sınıf bilinçli proleter, burjuva ve küçük burjuvaların baktığı yerden soruna yaklaşıp, bakmazlar. Özgürlük ve haklar sorunlarına ilişkin sınıfsal temelde bakar ve çözüm aramaya çalışırlar.

 

Bugün sınıf bilinçli proleterler tüm ulus ve azınlıklar için “Tam hak eşitliği ve Tam özgürlük” ilkesini savunurlar. Kırıntı halinde ya da parçalı değil “Tam Hak Eşitliği’’ ilkesini esas alır.

 

 

 

Özgürce Ayrılma Hakkı

 

Sınıf bilinçli proleterler, ezilen bağımlı ulusların hak ve özgürlüklerini kendi ellerine almaları için özgürce ayrılma ve kaderlerini belirleme haklarının yegâne formülasyonu olan “Özgürce Ayrılma Hakkı”nı savunur.

 

Halen kanayan bir yara olan Kürt ulusal sorunu Türkiye'nin başlıca sorunlarından biri olarak varlığını sürdürmektedir. Kürtler, 1923 Lozan Anlaşması’yla birlikte temel hakları ellerinden zorla alınarak ülkeleri ise dört parçaya bölünmüştür.

 

Toprakları işgal ve soykırımla ilhak edilen, pazarları gasp edilen, dilleri yasaklanıp kültürleri zincire vurulan, ulusal kimliklerini ifade etme hakkına bile sahip olmayan, inkâr ve imha silahıyla köleleştirilmek istenen, asimilasyonun her türlü sinsi uygulamasına maruz kalan Kürtlerin ulusal sorununun çözümü, demokratik halk devriminin gerçekleşmesine bağlıdır. Bunun dışında sunulan tüm çözüm öneri ve tercihleri köleliğin başka bir biçimde devam etmesi demektir.

 

19. yüzyıl sonlarında 20. yüzyıl başlarında ulus gerçekliğine kavuşan Kürtler; 29 Ekim 1923’te tüm hakları ellerinden alınıp gasp edilerek, ulusal baskı altına alınmıştır. “Türklük Sözleşmesi”ni esas alan Türk komprador burjuvazi ve toprak ağaları sınıfı günümüz koşullarında Kürtlere yönelik en ağır baskı ve şiddeti yaşatmaktadır. TC’nin kuruluş tarihinden itibaren Kürtler sistematik olarak kitlesel katliamlara zoraki tehcirlere kültürel soykırımlar maruz kaldı. İnkar ve imhadan kurtulamadı.

 

Dünyada birkaç sayılı ulusun dışında çözülmeyen ulusal sorun kalmamıştır. Kürt ulusu Türkiye ve Ortadoğu’nun çözülmeyen, kangren haline gelmiş ciddi toplumsal sorunudur.

 

Emperyalizm ve proleter devrim çağından önce burjuvazinin ilerici rol oynadığı süreçte Avrupa başta olmak üzere bir dizi ülkede burjuvazi yanına aldığı sınıf ve kesimlerle birlikte devrimler gerçekleştirerek, feodal sistemi tasfiye etmiştir. Her ülkenin gerçekliğine uygun olarak ulusal sorunlar çözüme kavuşturularak ulus-devletler inşa edilmiştir. Bu önemli tarihsel gelişim adımları 1789-1871 sürecinde burjuvazinin önderliğinde atılmıştır. Ancak ilerleyen süreçte burjuvazi ilerici rolünü bir kenara bırakarak, statükocu-gerici karakterini alarak gelişim ve değişimin önünde durmuştur. Gerek tekelci karakteri öncesi gerek tekelleştiği süreçte burjuvazi diğer kıtalara açılarak henüz kapitalizmin gelişim süreçlerini tamamlamamış ülkelere girerek, bu ülkeleri sömürgeleştirmiş süreç içinde yeni tipte sömürgecilikle kendilerine bağımlı ve bağlı hale getirerek yarı-sömürge haline getirmiştir.

 

Emperyalist niteliğe bürünen uluslararası kapitalizm rekabetçi süreçte meta ihracı yaparken yeni süreçle birlikte sermaye ihracını artırıp büyüterek kendilerine bağımlı, işbirlikçi komprador burjuva ve toprak ağaları sınıfları yaratmıştır. Sömürge ve yarı sömürge ülkelerde doğal ekonomileri yıkıma uğratıp feodalizmi çözülme sürecine sokarak komprador nitelikte bağımlı bir kapitalizm geliştirmiştir. Bu süreç günümüze kadar acılı ve sancılı bir şekilde sürmektedir.

 

Ülke, Osmanlı’nın son sürecinde daha fazla uluslararası kapitalizme bağımlı hale geldi. Ancak ne Osmanlı sürecinde ne de Lozan Anlaşması’yla birlikte yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’yle birlikte Türk ulusunun dışında var olan ve yaşayan ulus ve azınlıkların sorunu çözülmeden kalmıştır. Demokratik devrimini gerçekleştiremeyen Türk komprador burjuva toprak ağaları sınıfı, tekçi hegemonyacı ve yayılmacı devlet anlayışıyla birlikte çok uluslu heterojen toplumu tek uluslu homojen topluma dönüştürmeyi hedef aldı.

 

“Tek devlet, tek millet, tek dil, tek vatan” doktrinini esas alan Türk komprador burjuvazisi ve toprak ağaları; Ermenileri, Rumları, Süryanileri, Ezidileri soykırıma uğratıp kitlesel tehcirle azınlık durumuna düşürmüşlerdir. T.C. devleti, birkaç ulusun imha ve yok edilmesini gerçekleştiren soykırımcı devlet unvanına sahip oldu. İlke kez Ermeni Soykırımı ile jenosit kavramı T.C. devlet aklı ve eliyle dünya lügatine sokuldu.  Soykırımdan sağ kalan Ermeni-Rum-Süryani halklar zorla asimilasyonla Türkleştirilmeye ve İslamlaştırılmaya çalışılmaktadır.

 

Ezilen bağımlı ulusların kendi kaderlerini, kendilerinin özgürce tayin etme hakkı vardır. Bu hakkın Lenin yoldaşın belirttiği gibi “Çoğu kez yanlış yorumlara yol açan kendi kaderini tayin yerine gayet tam bir kavram koyuyorum. Özgürce ayrılma hakkı” olarak görülüp anlaşılması gerekir. Hiçbir şart ve koşula bağlı olmayan bu hak, temel özgürlük hakkıdır. Bu hakkın nasıl ve hangi biçimde kullanılacağı kararı ezilen bağımlı uluslara aittir. Ezen ulusun sınıf bilinçli proleterlerinin bu hakkın hangi şekilde nasıl kullanılacağına dair alınacak karara müdahale etme hakkı yoktur.

 

Günümüz Türkiye'sinde özgürce ayrılma hakkından bahsedildiğinde ezilen bağımlı ulus durumunda olan Kürt ulusundan bahsedilmektedir. Kürt ulusunun en temel demokratik hakkını özgürce kullanmasından, ayrı bir devlet kurma hakkından bahsediliyor demektir.

 

Kürt ulusunun varlığı hiçbir tartışmaya yer vermeyecek kadar gerçektir. Ancak Kürt ulusunun varlığını ve özgürce ayrılma hakkını tanımakla sınırlı bir sorumluluk taşınamaz. Kürt ulusuna yönelik her türlü baskı ve saldırıya karşı tavır alınmalıdır. Kürt ulusuna yönelik her türlü zulüm ve şiddet karşısında en ilerde durmak, direnmek ve savaşmak vazgeçilmez temel devrimci görevlerdendir.

 

Kürdistan’ın ilhak ve işgali, Kürt ulusunun imha ve inkârı karşısında ciddiyetle durmayan, en önde mücadele etmeyen, Kürtlerin özgürce ayrılma hakkını içtenlikle savunmayan, bırakalım devrimci olmayı tutarlı bir demokrat bile olamaz. Bugün Kemalizm ideolojisine, Türk ırkçılığına karşı tutarlı ve kararlı bir duruş sergilenmeden, aktif bir mücadele yürütülmeden, ne Kürt ulusuna yönelik imha ve inkâr saldırılarına karşı durulabilir ne de Kürt ulusunun özgürce ayrılma hakkının kabulü savunulabilir.

 

Bugün mücadele edilmesi gereken milliyetçilik Mustafa Kemal milliyetçiliğidir. Egemen ulusun egemen sınıflarının daimi ve vazgeçilmez ideolojisi Kemalizm’dir. Bu ideolojiye karşı tutarlı ve kararlı mücadele edilmeden egemen sınıflara karşı mücadele verilemez, demokratik halk devrimi gerçekleştirilemez. Bu hak tutarlı bir şekilde savunulup, Türkiye halkına mal edilme mücadelesi verilmezse, Kürt ulusundan proleterlerin, emekçilerin aynı çatı altında ortak düşmana karşı mücadele vermesi beklenemez ve gerçekleşemez. İki farklı ulus ve azınlıklardan oluşacak ortak mücadele fikri ve eylemi gerçek anlamda oluşturulacak ve yaratılacak güven üzerinde olur. Güvenin çimentosu özgürce ayrılma hakkının samimi ve tutarlı bir şekilde savunulması ve içtenlikle uygulanması için büyük çabanın ortaya konmasıdır.

 

 

 

Tekçiliğin merkezi, Türkiye Cumhuriyeti devleti

 

“Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleket sizindir. Türklerindir. Bu ülke, tarihte Türk’tü bugün de Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır... Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakları yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.’’ (M. Kemal)

 

“Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.’’ (İsmet İnönü)

 

Türkiye Cumhuriyeti çok uluslu bir devlettir. Türkler egemen ulustur. Günümüzde egemen Türk ulusunun dışında Kürt ulusu yaşamaktadır. Çoğunluk Araplar ve Suriyeli göçmenler olmak üzere Çerkez, Arnavut, Boşnak, Roman, Gürcü, Laz, Pomak milliyetinden topluluklar yaşamaktadır. Ermeni, Rum, Süryani nüfusu oldukça azalmakla birlikte varlıklarını sürdürmektedirler.

 

Türkiye’de etnik kökeni ne olursa olsun herkes Türk kabul edilmektedir. Anayasa’nın 3. Maddesi gereği “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Resmi dili Türkçedir.” Bu madde anayasanın değişmeyen, değiştirilmesi yönünde teklif dahi sunulamayan maddelerinden biridir. Farklı ulusal etnik inanç kimliğinin olmasının hiçbir anlamı ve önemi yoktur. TC sınırları içinde yaşayan herkes Türk olarak görülüp kabul edilmektedir. İtiraz ve reddetmek asla kabul edilemez. Yaşanması durumunda bölücü damgasıyla damgalanır, terörist yaftasıyla sorgulanır ve en ağır şekilde cezalandırılır. Hem yasal, hukuksal ve yargısal olarak Türklüğün esas alındığı, her şeyin “Türklük Sözleşmesi”ne göre düzenlendiği ve şekillendiği Türkiye’de, devletin yapılanması ve hukuk sisteminin işletilmesi, ırkçılık ve tekçilik üzerine kurulmuştur.

 

Türkçü ırkçı TC’nin kuruluşundan itibaren Ermenilere, Rumlara, Kürtlere karşı sistematik ve planlı bir şekilde katliam gerçekleştirilmiştir. 24 Eylül 1925 tarihli “Şark Islahat Planı’’ adlı kararname Kürtlere uygulanacak tedbirleri içeriyordu. Bu tedbirler Türkleştirme politikasının bütünlüklü ve planlı bir yönelimi olarak belirlendi. Türkleştirme imha ve inkâr politikası bir devlet politikası olarak ele alınıp uygulandı. Türkiye bir halklar hapishanesi ve mezarlıklarıdır. T.C. devleti Kürdistan’ı işgal ve ilhak ettiği gibi tüm ulusal haklarını da baskı ve zulümle gasp etmiştir.

 

T.C. devleti, kuruluş aşaması ve sonrasında faşist Kemalist ideolojiyle örgütlendiği gibi İslamiyet’i de bir devlet dini olarak kabul edip benimsemiştir. İslamiyet bir devlet dini olarak kabul görüldüğü gibi bu dinin korunması, yayılması ve pratikleştirilmesi sorununu bir devlet sorunu ve görevi olarak kabul etmiştir. Her ne kadar “laik bir cumhuriyet” olarak kendini göstermeye çalışsa da T.C. devleti, tekçilik üzerine kurulu “tek vatan, tek bayrak, tek dil ve tek din’’ ilkeleri, ırkçı Turancı İslami faşist bir devlet gerçekliğini göstermektedir.

 

Türkiye’de Türk ve İslam olmayanların mutlu ve huzurlu yaşama, hatta çoğunlukla sadece yaşama hakkı da yoktur. Bu yüzden ulusal ve azınlıklar sorununun çözümü, demokratik hakların elde edilmesi tamamen TC devlet yapısının ve temellerinin köklü değişimiyle mümkündür. Bu da bir demokratik halk devrim sorunudur.

 

 

 

Kürt ulusu

 

Kürtler, 1923 yılında Lozan Anlaşması’yla dört parçaya bölündü. Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüşlüğü günümüze dek devam etmektedir. Sömürge bir ülke olmaktan kurtulup yarı-sömürge statüsünü kabul etmeyi esas alan Türk Müslüman komprador burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfı, İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle anlaşarak, onların destek ve onayını alarak ulus devletin tek ve yegâne sahibi oldular.

 

Bir dizi vaat ve söyleme karşın Lozan Anlaşması’yla Kürtler varoluş haklarını kaybettiği gibi topraklarının da bölünmesiyle ağır bir imha ve inkâr politikasına maruz kaldılar. Dört parçaya bölünen Kürtler yaşadıkları her parçada ciddi imha ve inkâr politikalarına maruz kaldılar. Boyunlarına ve dillerine bağlanan asimilasyon zinciriyle Türkleştirilmeye çalışıldılar.

 

 

 

Koçgiri İsyanı

 

T.C. tarihi bir anlamıyla Kürt katliamlarıyla doludur. Kürtlerin ilk büyük katliamı Koçgiri İsyanı’nı bastırmak ve kana boğmakla başladı. Şubat 1921’de gerçekleşen isyan, Sivas’ın doğusunda bulunan Koçgiri aşiretlerinin Kürt-Alevi halkının isyanıdır. Sivas-Erzincan’la sınırlı kalan isyan Türk ordusu tarafından katliamla bastırılmıştır.

 

Bu süreçte M. Kemal bir yandan Kürt aşiretlerinin önde gelenlerini kandırıp, kurulacak hükümette yer almalarını sağlamak için ikna çabalarına girerken diğer yandan esas amacını uygulamak için zaman kazanmaya çalışmaktır. Kürtleri hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakarak katliam ve tehcire uğratmak için elinden gelen tüm kötülükleri Kürt Alevi halkına karşı uygulamıştır.

 

 

 

Şeyh Sait İsyanı

 

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Kürtlere verdikleri sözleri tutmadı. Kürtlerin varlığını ve özgürlüklerini yok sayarak görevine başladı. İmha ve inkâr saldırılarını eksik etmedi. Kürtlerin direniş mayası, yeni kurulan T.C. devletinin zulmü üzerinde yaratıldı.

 

Palu doğumlu olan, dini eğitimini Erzurum-Hınıs’ta tamamlayan Şeyh Said, Nakşibendi tarikatının en saygın dini öncüsüydü. Toplum içinde büyük bir otoritesi ve saygınlığı vardı. Hazırlıksız patlak veren isyanın gerisinde Kürt Azadi Cemiyeti’nin çabaları gözden kaçırılamaz. Gizli örgütlenen cemiyet her biri beşer kişiden olmak üzere çalışmalar yürütüyordu. Cemiyetin başkanı Türk ordusunda görevli, rütbesi Albay olan Cibranlı Xalid Bey idi. Şeyh Said, cemiyet üyelerinin kendisiyle yaptıkları görüşme sonunda Kürt ayaklanmasını örgütlemeyi kabul eder. Gizli çalışma yürüten cemiyet üyelerinin faaliyeti kısa sürede bazı aşiret liderleri tarafından Ankara Hükümetine haberdar edilir.

 

Azadi cemiyetinin öncüsü olan Cibranlı Xalid Bey ve Yusuf Ziya yakalanarak askeri mahkemede yargılanır. Cemiyetin öncülük görevini Şeyh Said alır. Gerçekleştirilecek ayaklanmanın başlangıç tarihi 21 Mart 1925 (Newroz) öngörülür. 

 

Ağırlıklı olarak Kürt-Zaza aşiretlerin destek verdiği ve hazırlıksız patlak veren isyan kısa sürede Palu-Genç-Kiğı-Dicle (Piran)-Lice-Hani-Çermik-Maden-Ergani başta olmak geniş bir alana yayılır. Halkın ve aşiretlerin bir kısmının kendiliğinden katıldığı bu isyan kısa sürede 20 binlik bir askeri güce kavuşur.

 

Başına bin altın lira konulan Şeyh Said, en yakınlarından biri olan Cibranlı Kasım’ın ihaneti sonucu Genç Ovası’nda askeri kuvvetlerce etrafı sarılır. Kendisiyle birlikte isyanın diğer önderleri ise Murat Çayı üzerindeki köprüde yakalanır.

 

29 Haziran 1925’te 47 arkadaşıyla birlikte İstiklal Mahkemesi’nde idama çarptırılan Şey Said ertesi gün Diyarbakır Dağ Kapı Meydanı’nda idam edilir. Son sözü “Kendimi milletimin yolunda feda ettiğime hiçbir şekilde pişman değilim ilerde torunlarımız bizden dolayı düşman önünde bizden utanç duymamaları yeterlidir. Mahşerde hesaplaşacağız’’ olur.

 

Dersim mebusu Hasan Hayri, M. Kemal’in yanında olur. Şeyh Said Ayaklanması sırasında Dersim halkına sakin ve soğukkanlı olmaları için mektuplar gönderir. Şey Said Ayaklanması’nın katliamcı devlet tarafından kırılmasından sonra M. Kemal’in özel emriyle Hasan Hayri, kardeşinin oğluyla birlikte tutuklanır. 

 

Hasan Hayri, “Mustafa Kemal’in talimatıyla Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediğini belirten telgrafı Lozan konferansına çekiyordum’’ der. Buna rağmen idam edilir. 

 

Ayaklanma başlar başlamaz TC, Kürdistan’ın on dört il ve ilçesinde sıkıyönetim ilan eder. Hükümete geniş yetkiler vererek Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılır. Dönemin Başbakanı olan İsmet İnönü’nün önerisiyle İstiklal Mahkemeleri kurulur.

 

Kürt sorununun “çözümü”yle ilgili önlerine üç temel görev koyan General Kemalettin Sami Paşa: Birinci olarak; ayaklanmaya karşı acımasız ve kanlı bir bastırma gereklidir. İkinci olarak; Ayaklanmaya katılsın ya da katılmasın bütün Kürtler silahsızlandırılacak. Üçüncü olarak; Kürtler ülkenin diğer yörelerine çoğunluk oluşturmayacak şekilde dağıtılacak. Türkler ise Kürtlerin yörelerine yerleştirilecek, planını devreye sokar.

 

İş başındaki Kemalist Hükümet bu üç imha ve yok etme planını uygulamaya koyuldu. Bu politika günümüze dek geçerliliğini korumaktadır.

 

 

 

Ararat (Ağrı) İsyanı

 

1925 -1930 yılları arasında Ararat Dağı civarı ile İran topraklarının bir kısmında meydana gelen Kürt ayaklanması 25 Eylül 1930’da Türk ordusunun gerçekleştirdiği katliamla bastırıldı.

 

Ararat İsyanı’na Ermeniler ve Süryaniler de katılır. Ermeni Taşnak örgütünün Ararat İsyanı’nın örgütlenmesinde ve finanse edilmesinde büyük desteği oldu. İsyan, 16 Mayıs 1926’da Biroye Heske Teli’nin öncülüğünde başladı. Modern bir siyasi örgütlenmenin öncülüğünde yürütülmüş ilk büyük ayaklanmadır. İsyanın başında Kürt ulusunun birliğine dayanan bağımsız bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan Xoybun (Hoybun) örgütü bulunmaktaydı. Örgütün başkanı Emir Celadet Bedirxan’dır. Taşnak örgütü, Xoybun’la ittifaka geçer.

 

Xoybun, Kürdistan’ı işgalcilerden kurtarıp ulusal bir Kürt devleti kurmayı programına alır. Silaha siyaset kumanda eder. Bu ayaklanmada ağa, şeyh, eşraf ve beyler geri planda kalırken eğitimli-donanımlı sivil, asker ve aydınlar örgütün başında yer alır. Ve yine ilk defa askeri hiyerarşiye göre örgütlenmeye gidilir. Üniformalı bir Kürt ordusu kurulur. Savaşçılar askeri eğitim alır.

 

Askerlerin şapkalarının önünde Büyük Masis, Küçük Masis dağlarının kabartma resimleri taşıyan metalden arma bulunur. Üniforma ve armaları Ermeni ustalar yapar. İhsan Nuri Paşa Kürt ordusunun Genelkurmay Başkanı olur. Ermeni Taşnak örgütünün öncülerinden Baron Vahan askeri konularda danışmanlık yapar. Ararat (Ağrı) Savaş Konseyi isimli sivil örgüt, bir parlamento niteliği görüyordu. Ararat Savaş Konseyi hakimiyetinin olduğu bölgelere vali, kaymakam, nahiye müdürü atıyordu. Ağrı’da kurulan mahkemede yargılama faaliyeti yürütülüyordu.

 

Kürtler, bu isyanla birlikte ilk kez gerilla tarzında savaşır. Savaş olmadığı dönemde askerler köylerine dönüp üretime katılıyordu. Halk ile askerler iç içe yaşıyordu. İsyana kadınların katılımı etkindi.

 

1926-27 yıllarında yaşanan çatışmalarda sonuç alamayan devlet af çıkararak direnişi kırmak istedi. Çıkarılan genel affa Xoybun örgütü çok sert yanıt verir. Ulusal nitelikli direniş örgütü devleti fazlasıyla tedirgin ediyordu. İsyanın yaygınlaşması durumunda ülkenin bölünme korkusu artıyordu. 28 Aralık 1929 tarihli bakanlar kurulu toplantısına M. Kemal başkanlık eder. Dönemin Genelkurmay Başkanı olan Mareşal Fevzi Çakmak katıldığı bu toplantıda Kürtlere yönelik genel bir saldırı kararı alınır.

 

Kürdistan’ın dört parçasına hakim olan devletlerin (İran-Irak-Suriye) güçlerinin verdiği destekle 60 bin askerle geçilen saldırıda 80 keşif ve bombardıman uçağı harekete geçer. 2 Temmuz 1930’da büyük saldırı başlatılır. Binlerce Kürt katledilir. Bölgedeki bütün köyler yakılır. 15 bin kadar Kürt Zilan deresine doldurulur ve acımasızca katledilir.       

 

Büyük katliam sonrası TC devletinin ideolojik saldırıları başlar. “Türk eli büyüktür. Ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür. Ve her yanı aydınlatan Türk’ün yüzüdür’’ denir. M. Kemal’in bu sözleri ulus-devlet inşasının temel ilkesi olur. Cumhuriyet’in Türk kimliğinden hareketle “Tek Millet-Tek Devlet-Tek Dil-Tek Bayrak’’ olarak savunulan tekçilik anlayışı farklı ulus milliyet ve inançlara yaşam hakkının olmadığının ve asla olamayacağının açık bir göstergesidir.

 

 

 

Zilan Katliamı

 

Van’ın Erciş ilçesine bağlı Zilan Deresi’nde 13 Temmuz 1930’da 44 köy yakıldı.  Binlerce Kürt, Kemalist Cumhuriyet’in soykırımcı ordusu tarafından katledildi. Ararat (Ağrı) Ayaklanması sonrasında Zilan deresine sığınan on binlerce Kürt, soykırımcı Türk ordusunun general ve askerleri tarafında vahşi bir şekilde katledildi. Hamile kadınların karınları deşildi. Binlerce insan birbirlerine bağlanarak toplu şekilde katledildi. Toplam 15 bine yakın Kürt yaşamını yitirdi.

 

 

 

Dersim Tertelesi

 

Irkçı ideolojiyle homojen bir Türkiye ulus-devlet yaratma amacıyla 25 Haziran 1927’de kanun çıkarılır. Bu kanuna göre Umumi Müfettişliklerin geniş yönetsel askeri ve yargısal yetkileri olacaktır. 25 Aralık 1935’te çıkarılan kanunla Dersim ismi değiştirilip Tunceli yapılır. Kürdistan'ın 8 ilinde Elazığ merkezli 4. Genel Valilik kurulur. Valiliğin başına Korgeneral Abdullah Alpdoğan atanır.

 

Bir “çıban başı” olarak tanımlanan ve mutlak suretle koparılması gereken bir yara olarak görülen Dersim’de başlatılan askeri operasyonlar sonucu on binlerce insan katledildi. Kadın çocuk yaşlı demeden insanlar yakıldı. On binlercesi de sürgün edilerek asimilasyona ve özlerinden kopartılıp yok olmaya doğru gönderildi.

 

Devletin temel paradigması olan ulus-devlet inşasını güçlendirmek, cumhuriyetin merkezi otoritesini bölgede tesis etmek, fiili özerkliğe ve olası bir uyanışa müdahale etmek için on binlerce suçsuz günahsız insan en barbar yöntemlerle katledildi.

 

Dersim piri Seyid Rıza ve arkadaşları Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda idam edilir. İdam edilmeden önce tarihe geçecek şu sözleri söyler; “Sizin yalanlarınızla baş edemedim bu bana dert oldu. Ben de size boyun eğmedim bu da size dert olsun.’’

 

Kendilerini korumak öz kimlikleriyle özgürce yaşamak isteyen Kızılbaş-Alevi Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri soykırım ve şiddetle gasp edilir. İstem ve talepleri bastırılır. Sözüm ona bölgeyi eşkıyadan temizlemek, Dersim’i yola getirmek için tüm Dersim halkını hedef alan bir imha ve tehcir gerçekleştirilir. Bütün gerçekleşen soykırımlarda olduğu gibi devlet ağzıyla ileri sürülen gerekçelerin hepsinin birer yalan olduğu açıktır.

 

Dersim soykırımı kanayan bir yara olarak günümüze dek sürüyor. Yasaklı ülkenin yasaklı Dersim’i, aradan onlarca yıl geçse de unutulmadan anılmaya devam ediyor.

 

 

 

Lozan Antlaşması devam ediyor!

 

Lozan Antlaşması, kapitalist-emperyalist devletlerin onay verip varlığını kabul ettiği Türk ulus devletinin inşa temelidir. Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun atıldığı anlaşmadır. Bu antlaşmaya göre Rumlar ve Ermeniler-Yahudiler azınlık olarak kabul edilirken Asuriler ve Süryaniler azınlık haklarından bile yararlanamamışlardır.

 

Bu antlaşmaya göre Kürtler yok sayılmış ve varlıkları görmezlikten gelinmiştir. Kürtlerin bugün yaşadıkları temel sorunları Lozan’la birlikte daha ağır hale gelmiştir. Kemalistler, Kürtlerin temsilcisi olarak Lozan görüşmelerine çağrılmalarına şiddetle karşı çıkmıştır. Lozan görüşmelerine katılan dönemin başbakanı, Türk delegasyonun başı İsmet İnönü; “Biz aynı zamanda Kürtleri de temsil ediyoruz. Kürtlerle Türkler kardeştir. Kürtlerle Türkler arasında ayrım yoktur” diyerek bir yandan Kürtlerin temel haklarını gasp etmiş bir yandan da sinsi bir şekilde sahtekarlıkla görüşmeye katılan devletleri kandırmaya çalışmıştır.

 

Lozan’da yapılan görüşmelerde en ciddi sorun olarak Kürtlerin varlığının yok sayılması ve Kürdistan’ın inkarı görülmektedir. Kürtlerin doğrudan temsil edilmemeleri, emperyalistlerin Türk ulus-devletin kurulması yönünde kararlarına baktığımızda, bu güçlerin tercihlerinin kimlerden yana verdiklerini öğrenmek açısından kayda değerdir. Lozan görüşmelerinde Kürtlerin temsilcisinin olmaması, Türk delegasyonu içinde yer alan Diyarbekir Mebusu Zülfü Tigrel’in konuşma sırası kendisine geldiğinde “hastalanmış” olması vb. “Osmanlı’da Oyun Bitmez” belirlenmesinin tipik bir örneğidir. Kürtlerin göstermelik bir temsilcisine bile tahammül edilmemesi, Lozan Antlaşması’nın Kürtler açısından ne kadar meşru ve adil olduğunu gösterir.  

 

Usta siyasetçi, kurnaz diplomat İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un Türklerin yalanlarına “kanmış” olması ayrı bir konudur. Türkiye'den Lozan’a Kürtlerin ağzından “Biz Kürtler, Türklerden ayrılmıyoruz” telgraflarının gönderilmesini de Osmanlı oyunlarının bir başka örneği olarak okumak gerekir. Ki bu telgrafların çekilmesi de doğrudan Ankara Hükümeti tarafından örgütlenmiştir.

 

Lozan Antlaşması yerine yeni bir antlaşma yapılmadığı sürece bu antlaşmanın hüküm ve kararları devam etmektedir. Türkiye dışında antlaşmayı imzalayan sekiz ülke vardır. İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Belçika, Portekiz gibi sömürgeci kapitalist-emperyalist devletler başta olmak üzere Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Sırp-Hırvat-Sloven cumhuriyet temsilcileri de konferansta hazır bulunmuştur.

 

Bu antlaşma çok açık bir şekilde Kürtlerin ulus olarak yok sayılması, Kürdistan’ın inkar edilmesidir. İradelerinin tanınmamasıdır. Dil ve kültürlerinin yasaklanmasıdır. Kürt isminin bile geçmemesi antlaşmanın niteliğini anlamak açısından önemlidir.

 

Lozan, savaş ve inkarla sürdürülen, 100 yıldır sonlanmayan soykırımcı katliam ve inkarın sürdürülme kararına verilen onaydır. Lozan, emperyalist kapitalist ülkelerin ve imhacı Türk devletinin gerçek yüzüdür. Yüz yıldır değişen ve farklılaşan sadece zamandır. Irkçı milliyetçi Kemalist ideoloji, soykırımcı devlet politikasının, Kürtlerin boynuna astığı kölelik zincirleri daha da ağırlaşarak devam etmektedir.

 

Lozan Antlaşması 100. yılını tamamlamasına karşın geçerliliğini sürdürmektedir. Lozan, belli bir süreyle sınırlanan bir antlaşma değildir. Antlaşmayı imzalayan devletler imzalarını geri çekmediği sürece mevcut dünya konjonktürü değişmediği, yeni bir düzenleme ve yapılanma gerçekleşmedikçe bu türden antlaşmaların, üzerinden on yüz yıl geçse dahi kendiliğinden sonlanacak bir antlaşma olmadığını anlamak görmek gerekir.

 

Lozan Antlaşması’nda azınlıkların haklarının korunmasıyla ilgili maddelerin uygulanmadığı görülmektedir. Antlaşmaya imza atan devletler bugüne kadar Türkiye’nin anlaşmaya aykırı uygulamalarını görmezlikten gelmişlerdir. Çünkü çağımızda ve günümüzde yapılan uluslararası antlaşma ve sözleşmelerde egemen yönetici sınıfların ve kesimlerin çıkarlarının savunulması esas alınır. Her madde sömürücü egemen sınıfların çıkarlarının korunması ve sahiplenilmesine göre düzenlenir. Ve yürürlüğe sokulur.

 

Lozan Antlaşması, Kürt ulusunun temel hak ve özgürlüklerinin gaspı ve yok edilmesi olarak değerlendirilmelidir. Kürtlerin ülkesi parçalanmış, iradesi kırılmak istenmiş, sözü yok sayılmış, kültürel haklarından mahrum bırakılmıştır. İnkar ve imha politikası, her dönem sürecin özgünlüğüne göre biçim ve şekil alarak yoğunluğu azalıp çoğalarak eksilmeden sürmüş ve sürmeye devam etmektedir. Ortadoğu coğrafyasının kadim halklarından biri olan Kürtler, tarihsel toprakları üzerinde ana dilini bile konuşma hakkına sahip olmadan, baskı ve her türlü şiddetle köleleştirilmeye, yok edilmeye çalışılmaktadır.

 

Sınırlı ve etki gücü dar bir alan olan, kısmi sonuç almaktan öte hiçbir ağırlığı olmayan diplomatik ve uluslararası alanda mücadele yürütüp hesap sorulabilir. Diplomatik mücadele ve bu yönde yürütülen çabaların, dünya kapitalist sisteminin gerçek yüzünü açığa çıkarmak açısından belli önemi vardır. Ancak gerçek hesaplar demokratik halk devrimiyle sorulur. Bu hesap, ezilen dünya halklarının uyanışı ve birlikte ortak mücadele etmeleriyle sorulur. Hak ve özgürlükler büyük bedelleri ödemeyi göze almadan elde edilemez. Kazanılamaz.

 

 

 

Yüzyıllık tarihte değişen sadece zamandır

 

Yüz yıl önce Lozan Antlaşması sonrası emperyalist güçlerin destek ve onayıyla bölgedeki sadık müttefikleri olan Ankara Hükümeti, 1925 yılında Kürt ulusal hareketini kanla bastırdı. Binlerce köy yakılıp yıkıldı. Yaklaşık 800 kişi İstiklal Mahkemeleri’nde “vatan haini” olarak yargılandı ve idama mahkum edildi. Binlerce Kürt sorgusuz sualsiz infaz edildi. İstiklal mahkemeleri ve Takrir-i Sükûn kanunlarıyla Kürtler karanlığa mahkum edilip dilleri zincirlenmek istendi.

 

1925 Şeyh Sait ve 47 arkadaşının idam edilmesiyle birlikte Kemalist diktatörlük ırkçı şoven politikalarına daha sistemli bir şekilde devam etti. Kemalistler, “Cumhuriyet’in asli unsuru Türk halkıdır’’ denerek farklı ulustan insanlara nasıl baktığını, ne yapacağını açıkça göstermiş oldu. M. Kemal sadece Kürt muhaliflerini imha ve baskıyla susturmadı. Kendisine rakip olabilecek, ilerde muhalif olarak karşısına çıkacakları da tasfiye ederek, “tek adam rejimi” kurmuş oldu.

 

Resmi ideoloji tarafından sahte tarih yazımına başlandı. Her şeyin Türklerle başladığı, bütün dillerin Türkçe’den türediğini yazacak kadar akıl tutulması yaşadılar. Irkçılık ve şovenizm şaha kalkmıştı. “Milli mücadele”, “Türk ulusal kurtuluş savaşı’’ olarak adlandırılarak yedi düvele karşı sahte kahramanlık türküsü söylemeye başladılar. Oysa “milli” denilen bu mücadelede, sınırlı bir Türk-Yunan savaşının dışında bir güçle karşılaşılmamıştır. Anlatılan ve yazılan tarihin önemli bir bölümü sahte bir tarih yazımı olarak faşist diktatörlüğün utanç sayfalarında yer almıştır.

 

Bir yandan Ermeni ve Rum-Süryani soykırımı gerçekleştirilirken diğer yandan Kürdistan’da Cumhuriyet tarihi boyunca “Umumi Müfettişlikler”, “askeri yönetimler”, “Örfi idareler”, “sıkıyönetim ve olağanüstü haller” dışında Kemalistler Türkiye'yi yönetememişlerdir. Baskı ve zulmün her türlüsü, devlet şiddetinin her rengi uygulanmış ve halen günümüze dek uygulanmaya devam etmektedir.

 

 

 

Çözüm yolu

 

Milliyeti, inancı ve kimliği ne olursa olsun işçiler emekçiler ve tüm ezilenler soykırımcı faşist Türk devletine ve onun ırkçı şoven ideolojisi olan Kemalizm’e karşı ortak bir sınıf savaşımı içinde yer alıp, mücadelelerini ortak yürütmek zorundadır.

 

Demokratik halk devrimi her türlü zulmü, ayrımcılığı, adaletsizliği ortadan kaldıracak; demokratikleşme ve her alanda özgürleşmenin yolunu açıp temel hak ve özgürlükleri güvence altına alacaktır. Gönüllü birlik, öncelikle zoraki birliğin parçalanmasıyla gerçekleşir.

 

Hiçbir ulusa ve dile imtiyaz ve ayrıcalık tanınmayacaktır. Hiçbir ulusa ve azınlığa haksızlık yapılmayacak ve sınırlama getirilmeyecektir. Sömürü ve zulümden kurtulma mücadelesi her alanda özgürlüğü sağlayarak, tüm milliyetlerin nasıl hangi şekilde yaşayacaklarına dair yaşama kararını kendileri verecektir. Faşist diktatörlük yıkılıp demokratikleşmenin tüm yolları açılmadan özgürlük somut bir hakka dönüşemez.

 

Özgürce ayrılma hakkı temel bir haktır. Her türlü zulme imtiyaz ve ayrıcalığa son. Bütün uluslara ve dillere tam hak eşitliği. Zorunlu dil ve inanca hayır.

 

Başka bir özgürlük ve kurtuluş yolu yok, eğer o yol proletarya önderliğinde gerçekleşecek bir devrimle gelişmiyorsa...

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/turk-devletinin-kurulusundan-gunumuze-ulus-ve-azinliklara-uyguladigi-baski

20 Aralık 2023 Çarşamba

ANLATI-YORUM | İyi Yahudiler de Var!

ANLATI-YORUM | İyi Yahudiler de Var!

"1980'de başka bir operasyonda yakalanıp hapishaneye gittiğimde Yuda amcayla tanıştım. Satranç oynamayı bana o öğretti. Kültürlü bir insandı. Müthiş bir kitap okuma tutkusu vardı. Haftada mutlaka bir kitap okurdu. Şeker hastası olduğu için her yemeği yiyemezdi. Ona elimizden geldiğince yiyebileceği yemekler yapmaya çalışırdık"

7 Ekim 2023 tarihinde Filistin ulusal direnişinin HAMAS öncülüğünde İsrail devletine karşı gerçekleştirdiği saldırıya karşı misilleme yapan İsrail devletinin gerçekleştirdiği saldırılar soykırıma dönüştü. Farklı tepki ve değerlendirmelerin ortaya konduğu bu süreçte, tali de olsa Yahudi halkını topyekun olarak suçlayan, siyonist devletle aynılaştıran tutumlar kendini yer yer gösterdi.

 

Bunun elbette yanlış bir değerlendirme olduğu açıktır. İsrail içinde Filistin ulusal mücadelesini destekleyen, savaşın son bulması için çalışan, İsrail saldırısına karşı çıkanların sesleri daha fazla çıkmaya başladı.

 

İsrail içinde dahil olmak üzere İngiltere, Almanya ve ABD’de Filistin ve Yahudi analarının ve halk kitlelerinin birlikte protesto eylemleri gerçekleştirdiğine tanık olduk.

 

F.Engels, insanlık tarihinde iyi Yahudilerin de olduğunu şu sözlerle dile getiriyordu; “Ayrıca, Yahudilere çok şey borçluyuz. Heine ve Börne’den bahsetmiyorum bile, Marx Yahudi kanından geliyordu; Lassalle Yahudi’ydi. En iyi insanlarımızın çoğu Yahudi. Şu anda Viyana’da hapishanede proletarya davasına adanmışlığının kefaretini ödeyen dostum Victor Adler, Londra Sosyal Demokrat’ın editörü Eduard Bernstein, Reichstag’ın en iyi üyelerinden Paul Singer – dostluklarından gurur duyduğum insanlar ve hepsi Yahudi! Ben de ‘Gartenlaube’ (haftalık bir dergi) tarafından bir Yahudi’ye dönüştürüldüm ve gerçekten de seçim yapmak zorunda kalsaydım, ‘Herr von’ olmaktansa bir Yahudi olmayı tercih ederdim!” (Friedrich Engels, “Über den Antisemitismus”, 1890, Marx-Engels, Cilt. 22, s. 49)

 

F.Engels’in bu sözlerini okuyunca aklıma proletarya partisi saflarında mücadele eden Yahudi yoldaşım Yuda Palaçoğlu geldi.

 

Yuda amca (yaşlı olduğundan böyle yazıyorum), bir Yahudi olarak İstanbul’da ticaretle uğraşan zengin sayılabilecek bir iş insanı idi. İleri derecede Fransızca bilirdi. Eşi de Fransızca öğretmeniydi.

 

Yuda amca, 1978 yılına kadar sürdürdüğü ticareti, ülkenin içine girdiği ekonomik ve politik krizden dolayı sürdüremez ve iflas eder.

 

İflas eden Yuda amca bir süre bunalıma girer. Ne yapacağını düşünürken daha önceden tanıdığı, kendisi gibi Yahudi olan bir mafya babasının yanına gider ve iş ister. İş istediği bu mafya babası kendisine kuryelik yapmasını teklif eder. Yuda amca teklifi kabul eder ve işe başlar. Yaptığı iş, para transferidir. İstanbul içinde ve İstanbul dışında şehirler arası çanta içinde bazen de arabayla aldığı paraları söylenen adreslere teslim eder.

 

Ancak işler istediği gibi gitmemeye başlar. Mafya babası zamanla kendisine kötü davranmaya, aşağılamaya başlar. Yuda amca tüm bu yapılanları içine sindiremez, kabul etmez, gururuna yediremez. İntikam almak için günlerce, aylarca düşünür ve plan yapar.

 

1979 yılı proletarya partisinin hızla geliştiği, askeri eylemler yaptığı yıllardır. Her eylemi büyük yankılar uyandırır. Burjuva medya sayfa sayfa eylemleri yazıp çizer. TİKKO ismini artık duymayan yok gibidir.

 

Yuda amca da TİKKO’nun eylemlerini gazetelerden okuyanlardandır. Yuda amcanın kurguladığı intikam alma planı kafasında çakan bir şimşekle birdenbire şekillenir. Artık eylemini gerçekleşmede netleşmiş, ne yapacağını kurgulamıştır. Bir adım daha atması gerekir. Bu adım TİKKO’ya nasıl ulaşacağı, TİKKO’cuları nerede bulacağına gelip dayanır.

 

Zengin olduğu yıllarda yanında çalışan bir ”hizmetçi kadın” vardır. Aklına TİKKO’cuları “bulursa bu kadın bulur” fikri gelir. Akşam eve gittiğinde kadını yanına çağırır. Lafı eveleyip gevelemeden direk olarak “TİKKO’cuları aradığını” söyler. Kadın ne yapacağını, TİKKO’cuları bulmanın öyle kolay olmadığını, tehlikeli olduğunu anlatsa da, Yuda amca TİKKO’cuları bulmada kararlıdır. Bu sohbet günlerce sürer.

 

Kadının yeğeni proletarya partisinin taraftarıdır. Kadın bunu bildiğinden, Yuda amcayla yaptığı konuşmayı yeğenine anlatır. Kadın, Yuda amcanın TİKKO’cularla birlikte iş yaparak, mafyanın parasını TİKKO’ya aktarmak istediğini ve böylece patronundan intikam almak istediğini anlatır.

 

Yoldaş anlatılanlara önce şaşırır. Bunun bir şaka olduğunu sanır. Teyzesi ısrar edince de yoldaş bunu partiye bildirmesi gerektiğini söyler.

 

Yoldaş, bu konuşmanın ertesi günü gelip bizi buldu. Ben daha o zaman “çiçeği burnunda” bir TİKKO’cuyum. Yoldaş da dahil üç kişi biraraya geldik. Yoldaş bize olup biteni başından itibaren anlattı. Tabi konuşma bittiğinde, aklın yolu birdir derler ya… Hepimizin aklına ilk gelen, “Bu sakın MOSSAD ajanı olmasındı?!” Bunun üzerine epeyce sohbet yaptık. Ölçüp biçtik. Sonunda bu sorunun bizi aştığını, buna karar vermesi gerekenin bir üst yoldaşımız olduğuna karar verdik. Aldığımız karara uygun olarak bu olayı proletarya partisine taşıdık.

 

Birkaç gün sonra karar geldi. Karar, kadının yeğeni yoldaşın gidip görüşmesi, aldığı bilgileri getirdikten sonra yeni bir değerlendirme yapılarak, işi yapıp yapılmayacağına karar verilmesiydi.

 

Yoldaş gidip Yuda amcayla görüşür. Yuda amca bunu intikam almak için yapmak istediğini, TİKKO’yu “en zengin örgüt yapacağını, el konulan her parti paradan kendisine de % 30 pay verilmesini” talep eder. Yoldaşa bir de çakmak hediye ederek gönderir.

 

Yoldaş geldi. Sorumlumuzun da olduğu ile bir toplantı gerçekleştirildi. Bu toplantıda da bu işin içinde başka bir komplo vb. olup olamayacağı epey konuşuldu. Öyle ki Yuda amcanın hediye ettiği çakmağın içine alıcı gibi bir şey yerleştirilmiş olabilir diye çakmağı bile attık.

 

Tartışmanın sonunda bu işi yapmaya karar verdik. Kadının yeğeni ve bir diğer yoldaş bu iş için görevlendirildi. Yoldaşlar gidip Yuda amcaya işi yapmayı kabul ettiklerini bildirdiler. Bir iki kez Yuda amca gerçekten doğru söylüyor mu söylemiyor mu diye deneme de yapıldı. Bir seferinde Yuda amca 8 milyon TL’yi bir yerden bir yere transfer ederken yoldaşlar görüyor. Bu kadar büyük bir parayı birarada bulan yoldaşlar parayı hemen almak isterler. Yuda amca, bunun küçük bir miktar olduğunu, daha büyük bir transferi beklemeyi önerir ve yoldaşları ikna eder.

 

Sanırım bir hafta sonra 15 milyonluk bir para transferinin olacağını ve hazır olmaları için haber gönderir. Plan tutar ve Yuda amca 15 milyon TL ile gelir. Plan gereği Yuda amcanın kaçırıldığı süsü verilir. Önceden hazırlanan eve yerleştirilir. Yanına kitaplar ve Emekçi’nin kasetleri bırakılır.

 

Yuda amca, patronuna telefon edilerek kendisinin “kaçırıldığını bir hafta sonra serbest bırakılacağını” söylemelerini söyler. Yuda amca bu şekilde söylendiğinde “patronunun polise gitmeyeceğini, mafya içinde böyle olayların fazla olduğunu, patronu bunun da benzer bir olay olduğunu sanarak, bir şey yapmayacağını” bilmektedir.

 

Ancak yoldaşlar Yuda amcanın dediğini yapmaz ve mafya babasına telefon ettiklerinde “Adamını kaçırdık, bize 50 milyon daha getirmezsen onu öldüreceğiz” tehdidinde bulunurlar. Mafya babası “Parayı vermem aldığınız para sizin olsun, adamı bırakın, bırakmıyorsanız da öldürün” der. Bu diyaloğu Yuda amcaya anlatan yoldaşlara Yuda amca biraz kızar ve adamın kendisi için 1 TL dahi vermeyeceğini söylese de yoldaşlar dinlemez ve ertesi gün gidip mafya babasının evinin bahçesine bomba atarlar.

 

Mafya babası işin ciddi olduğunu anlar ve direk polise giderek olup biteni anlatır. Polis bunun sıradan bir olay olduğunu sanır ve fazla bir şey yapmadan beklemeye başlar.

 

Bir hafta sonra Yuda amca okuduğu kitaplardan ve dinlediği Emekçi kasetlerinden oldukça etkilenmiş ve bir devrimci sempatizan olarak tekrar işine döndüğünde polis Yuda amcayı gözaltına alır. Yuda amca öldürüleceği korkusuyla olup biteni anlatır. Tanıdığı yoldaşı verir. Operasyon yapan polis işin politik yönünü de böylece öğrenmiş olur.

 

1980’de başka bir operasyonda yakalanıp hapishaneye gittiğimde Yuda amcayla tanıştım. Satranç oynamayı bana o öğretti. Kültürlü bir insandı. Müthiş bir kitap okuma tutkusu vardı. Haftada mutlaka bir kitap okurdu. Şeker hastası olduğu için her yemeği yiyemezdi. Ona elimizden geldiğince yiyebileceği yemekler yapmaya çalışırdık.

 

Yarım kalan yoldaşlığımızı hapishane tamamlandı. Cunta olduğunda tereddütsüzce direneceğini söyledi. İşkence gördü, açlık grevlerine girdi, direndi. Artık, proletarya partisinin bir sempatizanı oldu.

 

Hiçbir zaman kendisine verilecek olan 15 milyon TL’nin % 30’unu istemedi. Sadece çıkınca partinin maddi durumu el verirse kendisine bir miktar verilmesini söylerdi.

 

İ.Ünal’ın Tarihe Not anı kitabında geçen GKK’nın elinde kalan 4 milyon TL işte bu paradan ellerinde kalandır. Yuda amca proletarya partisinin 1. Davasında yargılandı. Mahkeme başladığında duruşmaya mafya babası gelmedi, şikâyet geri alınmış sayıldı ve Yuda amca tahliye edildi.

Çıktıktan sonra tanıdığı yoldaşlarla ilişkilerini kesmedi. Öldüğünü duyduğumda büyük bir üzüntü duydum. Aklıma geldikçe “İyi Yahudiler de varmış” diyerek onu hep anıyorum!

 

MİLLİ HAREKETLER KARŞISINDA TAVIR SORUNU

MİLLİ HAREKETLER KARŞISINDA

TAVIR SORUNU

   Her ezilen ulus, sömürge yapıdan, ilhak veya işgalden kaynaklanan köleleştirmeye karşı bir direniş gösterir. Bu direniş, birinci olarak ezilen ulusun sınai, mali, ticari vb. olanakları ile hammadde kaynakları ve iş gücü alanında kurulan ilhak, sömürge ya da işgal statüsüne yönelir.

 

 Direniş ikinci olarak ve aynı zamanda, ezilen ulusun dilini, tarihini, yaşam tarzını, bir bütün olarak kültürünü baskı altına alma, inkar ve asimile etme politikasına yönelir. Bundan dolayı böylesi bir direniş, özünde demokratik bir direniştir ve haklıdır.

 

Direnişe hangi sınıf ve dünya görüşü önderlik ederse etsin, bu önderliğin niteliği, direnişin demokratik içeriğini ve haklılığını ortadan kaldırmaz. Bizim desteğimizi tayin eden şey, harekete önderlik eden sınıfın niteliği değil, hareketin demokratik içeriği ve haklılığıdır.

 

 Bu önderlik, kendi direniş sahası içinde komünist partisinin örgütlenmesine müsaade etsin veya etmesin, emperyalizme darbe vursun veya vurmasın bu gerçek değişmez.

  

Geçen yüz yıl içinde İngiliz ve Rus sosyal emperyalizmine, yüzyılımızda ise Amerika’nın başını çektiği emperyalist NATO blokuna karşı, Afgan ticaret burjuvazisinin en iri kesimleriyle feodallerin önderliğinde verilen milli direniş, haklılığa ve dolayısıyla demokratik bir içeriğe sahipti. Bu önderliklerin sevk ve idaresinde ortaya çıkan direnişlerin şeriatçı olup olmamaları, kadın haklarına karşı olup olmamaları, bu hareketlerin anti-komünist olup olmamaları,  bizim tavrımızın esasını belirlemedi.

   Altını çizerek, döne döne belirtmeliyiz ki haklılığı tayin eden, önderliğin niteliği değil, milli hareketi ortaya çıkaran sorunun doğasıdır. Sorun ciddidir; istilacı bir gücün bir yaşam alanını işgal veya ilhak etmesi, o alanın dilini, kültürünü, tarihini, bir bütün olarak bağımsız hayat hakkını prangalaması, asimilasyon sürecine sokması sorunudur. Bu bir özgürlük sorunudur. Gaspedilen alandaki tüm sınıf ve zümrelerin, cinslerin, inançların ortak sorunudur. Demokratik muhtevayı ve haklılığı ortaya çıkaran da bu yakıcı durumun kendisidir.

   Biz direnen dile, kültüre, tarihe, bağımsız yaşama hakkına ya da nasıl diyelim devlet kurma hakkına yani kendi kaderini tayin etme hakkına destek sunarken, bu hakkın gerçekleşmesi için tarih sahnesine çıkan bir hareketin önderliğine bakarak, bize örgütlenme hakkı tanıyıp tanımamasına bakarak destek sunmuyoruz. Bizim desteğimizi tayin eden şey, sorunun kendisidir. Peki önderlik genel olarak sorunun bir parçası değil mi? Evet, bir parçasıdır, ama sorunun ortaya çıkardığı bir parçadır. Belirleyici olan sorunun kendisidir.

   Bizim görevimiz bir yandan milli hareketin demokratik içeriğine ve haklılığına vurgu yapmak diğer yandan harekete önderlik eden sınıfların politikalarını tüm yönleri ve ayrıntılarıyla halka açıklamak, mevcuda ve geleceğe dair görüşlerimizi serimlemektir.

Biz milli hareketi, demokratik içeriği ve haklılığından dolayı desteklerken, ona önderlik eden sınıfların dünya görüşlerini, çıkarlarını, yakın ve uzak vadedeki amaçlarını tüm yönleriyle eleştirmekten, halkı bu konuda uyarmaktan da geri durmayız.

   Ezen ulus milliyetçiliğini veya politikalarını güçlendiren sol sekter görüşler bu konuda ya tarafsızlık pozisyonu içine giriyorlar ya da sorunu bulanık bir tarzda muallakta bırakıyorlar. Harekete enderlik eden sınıfların niteliğini, politikalarını gericilikle barbarlıkla nitelerken böylesi bir önderlik altındaki bir harekete, haklı da olsa destek vermenin yanlış olduğunu belirtiyorlar.

Bunlar için tayin edici olan önderliğin niteliği ve izlediği politikalardır; milli hareket, gerici sınıfların önderliği altında ise, haklı da olsa desteklenmez. Bundan dolayı, zeminini haklı da bulsalar, Hamas’ın işgale karşı direnişini desteklemiyorlar. Bu noktadan hareketle, İsrail egemenlerinin, batılı emperyalistlerin açık desteğini alarak, Hamas’a ve Filistin halkına karşı yürüttüğü savaş ve kitlesel katliamı, iki gerici güç arasında cereyan eden bir savaş olarak değerlendiriyorlar.

 

Bu değerlendirme, komünistlerin bir bölümünü de etkiliyor. Öyle bir görüş ortaya çıkıyor ki geçmişte destekleyebileceğimiz bir Asya hareketi kalmıyor. Şeyh Şamiller, Şerif Hüseyinler, İzzettin Kassamlar, Emenullah Hanlar, Şeyh Saitler, Ömer Muhtarlar, hepsi güme gidiyor. Bizi ısırmayan, bize biraz uygun düşen bir önderlik arar duruma geliyoruz.

   Ulusal sorun konusunda en geniş ve bence en doğru görüşleri Lenin ile Stalin koydu. Lenin, 1916’da, ‘Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkına Dair Tartışmanın Özeti’nde,

 “Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır ve bizim ulusal ayrıcalıklar sağlama eğiliminden bunu kesin olarak ayırt ederek… kayıtsız şartsız desteklediğimiz işte bu içeriktir,”  der.

 Stalin ise, Lenizmin Sorunları adlı eserinin 65. sayfasında, “Emperyalist baskı koşulları içinde ulusal hareketin devrimci niteliği, harekette mutlaka proleter ögelerin varlığını, hareketin demokratik bir temelinin varlığını gerektirmez.

Afkan Emri’nin, Afganistan’ın bağımsızlığı için mücadelesi, Emir’in ve taraftarlarının kraliyetçi karakterine rağmen nesnel olarak devrimci bir mücadeledir.

 Çünkü bu mücadele emperyalizmi zayıflatır parçalar ve baltalar,” der.

   Yukarıda aktardığım bu doğru yaklaşımlarına rağmen, bu iki liderin, başka yazılarında, yukardaki doğru yaklaşımlarının ruhuyla çelişen tespitler yaptıklarını da görebiliyoruz.

 

Bir milli hareketin desteklenip desteklenmemesi sorununu, o milli hareketin, sınıf mücadelesinin çıkarlarını baltalayıp baltamadığı, komünistlerin çalışmalarını yasaklayıp yasaklamadığı, emperyalizme darbe vurup vurmadığı sorununa bağlıyorlar. Bu durum ister istemez, milli hareketi destekleme sorununu, sınıfların karşılıklı çıkarlarına bağlayan pragmatik bir anlayışa götürüyor bizi.

 

Emperyalizm çağında,

 birbirleriyle çatışan Emperyalist blokların milli hareketler karşısındaki tavırları, blokların çıkarlarına göre biçimleniyor.

Bir blok milli hareketi bastırmaya çalışırken bir başka blok ona destek verebiliyor.

 Bir milli hareketin çıkarları ile bir emperyalist ülkenin o anki  çıkarları bazen örtüşebiliyor.

Onun için temel ölçüt, hareketin haklı olup olmamasıdır.

Bu temel ölçütten saptık mı pratikte tutarsız durumlara da düşebiliriz. Rojavadaki Kürt milli hareketinin, dünya halklarının baş düşmanı Amerikan Emperyalizmine doğrudan darbe vurmadığı ve hatta onunla, örtüşen dönemsel çıkarlardan dolayı kısmi ve zımni bir ittifak içinde olduğunu bilmemize rağmen, bu milli harekete eleştirel desteğimizi sunmaya devam ediyoruz.

   Stalin, ‘Leninizmin Sorunları’nın 64. Sayfasında,  “Öyle durumlar olabilir ki, ezilen belirli bir ülkenin ulusal hareketi, proletarya hareketinin gelişmesinin çıkarlarına aykırı düşebilir. Böyle bir durumda, desteğin hiç söz konusu olmadığı açıktır,” diyor. Buna benzer bir görüşü de Lenin ileri sürüyor.

1921’de İngilizlerle uzlaşma planları kuran Kemalistler, ‘Yeşil Ordu’ ile birlikte hareket eden Çerkez Ethem ve Demirci Mehmet Efe’nin silahlı güçlerini imha ettiklerinde, TKP Merkez Komitesi üyelerini Kara Deniz’de boğdurduklarında, Halk İştirakyun Partisi’nin önderlerini ise tutukladıklarında Bolşevikler, Kurtuluş Savaşı’na verdikleri desteği geri çekmediler.

 

Savaşın haklı karekterini esas aldılar. Kaldı ki bu haklılık da, Batı Ermenistan, Kürdistan, Pontus ve Lazistan’da değil, Türkiye topraklarında geçerliydi.

 

 Bana öyle geliyor ki Lenin ve Stalin’in bu hataları, Marx ve Engels’in hatalarına dayanıyor. Marx ve Engels, Çarlık Rusya’sını Avrupa mutlak yetini kalesi, dolayısıyla Avrupa’daki demokratik gelişmenin, kıpırdanışların, mücadelelerin ve hakların baş düşmanı olarak görüyorlardı.

 

 Bu baş düşmana yönelen, onu zayıflatan hareketleri destekliyor, onunla birlikte hareket eden, onu güçlendiren hareketlere de karşı çıkıyor, destek vermiyorlardı. Polonyalıların ve Macarların, mutlakiyete darbe vuran ama asıl kendi bağımsız devletlerini kurma amacı taşıyan ulusal hareketlerini desteklerken, Çeklerin ve Güney Slavların kendi kaderlerini tayin etmeyi amaçlayan ve Çarlık tarafından desteklenen ulusal hareketlerini da desteklemediler.

 

 Ölçü böyle olunca, Yunanlıların, Bulgarların, Sırpların, Arnavutların ve benzeri hakların Osmanlı’ya karşı yükselen ve Çarlık tarafından desteklenen milli hareketlerini desteklememe gibi bir tutuma da götürüyor bizi. Marks ve Engels’in, Çarlık Rusyasına karşı Osmanlı’ya yakın ilk politika izlediklerini biliyoruz. Bunun yanında, Marks ve Engels Asya, kuzey Afrika ve güney Amerika’daki milli hareketler konusunda görüş ifade ederlerken onların gelişen kapitalizm karşısındaki pozisyonlarını ileri değil geri buluyorlardı.

 

 Mağrip halklarının Avrupa sömürgecileri karşısındaki durumunu değerlendirirken onları tarihsiz halklar olarak nitelemeler, Latin Amerika’da anti sömürgeciliğin başını çeken Simon Bolivar’a destek vermemeleri, İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan‘da olumlu bir rol oynadığı yönündeki görüşleri bize ulusal sorunun bir yanıyla ilerlemeye ve modernizme kurban edildiğini gösteriyor. Bizim esas alacağımız kriter, Marks’ın İrlanda sorunu karşısındaki tutumudur.

 Ezen bir ulus özgür olamaz. Yani özgürlük sadece ezilenin değil ezenin de sorunudur.

   Bir ulusun dilini, kültürünü, tarihini ve bir bütün olarak uzamsal ve mekansal  varlığını baskı altından kurtarma hareketi, onun erime ve yok olma politikalarına karşı direnme, var olup olmama hareketi yani böylesine haklı bir hareket doğası gereği ileri bir harekettir. Hangi sınıfın, zümrenin veya inancın önderliğinde olursa olsun, onun bu doğasıdır tayin edici olan.

Şeriatçı ise gelir kendi şeriat devletini kurar, sınıfı ve cinsi baskı altına alır. Bununla beraber, erimeyi ve yok olmayı yaşayan dil, kültür, tarih ve bir bütün olarak toplumun kendine özgü yaşamı ise baskı altından kısmen kurtulur, canlanır, şu veya bu şekilde gelişme sürecine girer. Bu işin getirisini ve götürüsünü komünistler tüm yönleriyle halka açıklamak durumundadırlar. Kendi diliyle kendini ifade edemeyen, kendi kültüründen ve geçmişinden kopan ezilen bir sınıfın, cinsin veya inancın anatomisini ve sınıf mücadelesindeki konumunu anlamak, açıklamak durumundadırlar.

 

Ben konuşamıyorum, konuşsam bile kolu kanadı kırılmış, prangalara vurulmuş bir dil ile kendimi ifade edemiyorum, kültürümden, tarihimden kendime özgü tüm değerlerimden kopmuşum diye bağıran bir insana ne diyebiliriz? Dilini kaybeden çok derin bir varlık sorunu yaşar. Bu sorunu atlayarak ona hiçbir şey anlatamayız.

   Bana göre milli hareketin desteklenmesi sorununda esas alınacak şey, milli hareketin zulme yönelen demokratik içeriği ve haklı temelidir. Milli hareketi desteklememe durumu, bu demokratik içeriğin ve haklı temelin ortadan kalkmasına veya harekete önderlik eden gücün bu haklı temele ihanet etmesi durumuna bağlı olarak ortaya çıkar.

 

Diğeri, sen gerici önderliksin, sen emperyalizme darbe vurmuyorsun, sen örgütlenmeme izin vermiyorsun, kadrimi kıymetimi bilmiyorsun, onun için seni desteklemiyorum gibi bir tutumdur ki bana pek ciddi bir politika gibi görünmüyor, hatta mülk insanının “her şey karşılıklı” şeklindeki pragmatik tutumunu çağrıştırıyor.

Gazete patika

 

DENİZ ARAS | Çakma komünistler!.... Yeni Yaşam Gazetesi

  Çakma komünistler!..

 

Ama sınıflar mücadelesi ve içinde yaşadığımız toplumun çelişkileri, Kaypakkaya’nın görüşlerini doğrulamaya devam ediyor. Onun coğrafyamızda komünist bir önder olarak ortaya çıkmasına vesile olan çelişkilerin varlığı ve sınıf mücadelesi sürdükçe görüşleri de güncelliğini sürdürüyor.

 

Kaypakkaya’nın Türk devleti tarafından katledilmesinin üzerinden yarım asır geçmesine rağmen ileriye sürdüğü tezlerin günümüz koşullarında halen bir başvuru kaynağı olması, bir yanıyla Kaypakkaya’nın coğrafyamızda sol ve devrimcilik adına en ileri duruşun temsilcisi olduğunu, diğer yanıyla da tezlerinde bahsini ettiği toplumsal çelişkilerin çözülemediğini göstermektedir.

 

Geçtiğimiz hafta Şeyh Said merkezli yaşanan tartışmalar, Kaypakkaya’nın, coğrafyamızda devrim ve komünizm mücadelesinde söz söyleyen ve pratik tutum alanlar açısından nasıl bir ölçü olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Amed Belediyesi’ne atanan kayyumun bir bulvara Şeyh Said ismini vermesi çakma komünistler tarafından “Cumhuriyet’i savunma” adına kınanmış, açıklamaya tepkiler gelmiş ve ardından Şeyh Said adı üzerinden Kürt ulusuna, bu ulusun tarihi şahsiyetlerine saldırıya dönüşmüştür. Öyle ki Şeyh Said’i Hitler faşistiyle karşılaştırıp, Hitler’i yeğ tutan alçaklar bile çıkmıştır.

 

Diğer yandan BDP döneminde Amed Belediyesi tarafından Şeyh Said ismi 2011 yılında bir bulvara verildiği için davalar açıldığı da biliniyor. Bugün mesele, rejimin ve onun emrindeki “bağımsız yargı”nın, Kürt ulusuna ve onun iradesine yönelik faşist yaklaşımının çarpıcı örneklerinden birine dönüşmüştür: Halihazırda Kürtler, Şeyh Said ismi nedeniyle yargılanırken, rejim ise bundan siyasi rant devşirmeye çalışmaktadır. Rejim, Şeyh Said’i kullanarak seçimler için Hizbulkontra Partisi’ne alan açmaya çalışmaktadır.

 

Kendilerine “komünist” adını verenler ise durumdan vazife çıkarıp, rejimin belediyelere kayyum atamasını protesto edip, ikiyüzlülüğünü teşhir edeceklerine, kayyum belediyesinin Şeyh Said ismini kullanmasını mesele yapıp, Kürt halkına saldırmayı marifet sanıyorlar. Şeyh Said’in dini kimliği öne çıkarılarak Kürt ulusal isyanını “şeriat ve feodal gericiliğin” simgesi olarak tanımlayarak Kemalist Cumhuriyet’in gerici faşist karakterini gizlemeye çalışıyorlar. Ve buna da komünistlik diyorlar!

 

Bu çakma komünist, gerçekte ise sosyal şovenistlerin ısrarla görmezden geldiği husus; Kürt ulusal hareketinin, ezen ulusun hakim sınıflarının zulmüne, zorbalığına, imtiyazlarına yönelmiş olmasıdır. Ulusal baskının kaldırılması, ulus ve milliyetler arasında eşitliğin sağlanması, hakim ulusun hakim sınıflarının imtiyazlarının kaldırılması, dil üzerindeki yasaklama ve sınırlamaların son bulması, her alanda ulus ve milliyetler arasında eşitliğin ve ulusal devlet kurma hakkı eşitliğinin tanınması, bütün bunlar demokratik ve ilerici taleplerdir. Dolayısıyla gerçek komünistler, bu demokratik içeriği kayıtsız şartsız desteklerler.

 

Çakma komünistler ise Türk hakim sınıflarından daha çok Kürt ulusal hareketine saldırmaktadırlar. Deyim yerindeyse kraldan daha çok kralcı kesilmektedirler. Kürtlere uygulanan ulusal baskı ve katliamları “gericilikle mücadele” diyerek olumlayan bu sosyal şovenler, örneğin belediyelere kayyum atanmasına karşı çıkmayıp, kayyumun Şeyh Said ismini kullanmasını dert etmektedirler. “Gericiliğe karşı cumhuriyeti savunmak” adı altında Kürt ulusunun en genel demokratik muhtevasının karşısında yer almakta, Türk şovenistleriyle aynı safta buluşmaktadırlar.

 

Bu çakma komünistlerin söz konusu tavrını her daim yapıldığı gibi “alavere dalavere Kürt Memet nöbete” diyerek görmezden gelsek bile “Yaşasın Cumhuriyet” diyerek savundukları rejimin niteliği o dönemden günümüze kadar ortadadır.

 

Adını gasp ettikleri gerçek Türkiye Komünist Partisi’nin lideri Mustafa Suphi ve 15’lerin bir komployla katledilmesinden, 1923’te 1 Mayıs bildirisi dağıttıkları için İstanbul Uluslararası İşçi Birliği’nin kapatılmasına, 1926 yılında Seyrüsefayin Şirketi’nde çalışan işçilerin grevinin bastırılmasından 1927 Ağustos ayında Fransızlara ait Adana-Nusaybin demiryolunda çalışan işçilerin grevine saldırılmasına kadar bir dizi pratiğin sahibi olan cumhuriyeti ilerici ilan etmek ancak ve ancak bu çakma komünistlerin işi olabilir.

 

Bir de bu çakma komünistlerin ve bilumum Kemalistlerin çok sevdikleri ve tekrarlamaktan bıkmadıkları Şeyh Said İsyanı’nın arkasında “İngiliz parmağı” olduğu iddiasıdır. Bu iddianın doğru olmadığı, dahası gerçekte “İngilizlerle iş tutanın” dönemin Cumhuriyet iktidarı olduğu açığa çıkmışken halen bu safsatayı propaganda etmek, tam anlamıyla alçaklıktır.

 

Bu alçaklığa Kaypakkaya yıllar önce şöyle değinmiştir: “İngiliz emperyalizminin, Şeyh Sait hareketinde parmağı olduğunu iddia ederek Türk hükümetinin, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını çiğnemesini, kitle katliamlarına girişmesini vs. haklı ve ilerici göstermeye çalışanlar, bir kere daha tekrarlayalım, iflah olmaz Türk şovenistleridir. …Bir milletin kendi kaderini tayin hakkı, emperyalizme alet oldukları veya olabilecekleri iddiasıyla kısıtlanamaz veya ortadan kaldırılamaz; böyle bir iddiayla bir milletin ‘ezilmesi ve gadre uğraması’ savunulamaz. Kaldı ki, sözkonusu dönemde bizzat Türk hükümeti, İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle işbirliği halindedir.”

 

İflah olmaz Türk şovenistleri, benzer tavrı Rojava devrimi sürecinde de gösterdiler. Kendilerine devrimci ve hatta komünist diyenler, Rojava’da başta Kürt ulusu olmak üzere bölge halklarının DAİŞ’e ve Türk gericiliğine karşı mücadelesine kayıtsız kalıp, dahası Rojava’daki mücadeleye katılan devrimcilere “Ameriga için petrol kuyularına bekçilik yapıyorlar” gibi alçakça iftiralarla saldırmaktan geri durmadılar.

 

Bu iflah olmaz Türk şovenistlerinin, Kürt düşmanlığında somutlanan saldırılarının yanında Türkiye devrimci ve komünistlerinin kahir ekseriyeti Kürt ulusal özgürlük hareketiyle aynı safta ve ortak düşmana karşı birleşik devrimci mücadele içindedir. Bu pratik tutum, ezilen ulus ve milliyetlerin mücadelelerinin demokratik muhtevasını desteklemelerinin doğrudan sonucudur. Coğrafyamızın gerçek komünist ve devrimcileri, aynı yaklaşımla Filistin ulusal hareketinin Siyonist İsrail’e karşı haklı ve meşru mücadelesinin demokratik muhtevasını da desteklemektedirler. Ancak bu destek, bilinçli bir şekilde “Yahudi karşıtlığı” ve dahası “solun antisemitizmi” olarak propaganda edilmektedir. Bu tutum çakma komünistlerin Kürt düşmanlığına kan taşımaktadır.

https://ozgurgelecek51.net/deniz-aras-cakma-komunistler/

Yeni Yaşam Gazetesi 20 Aralık 2023

 

          

Gözaltında Bir Kayıp- Süleyman Cihan


              Adalet Mücadelesinde 43 Küsür Yıl

Yani katiller, Süleyman Cihan’ı bir komünist önder olduğu için hedef seçmiş, onu vur emriyle takip etmiş, 12 Eylül askeri faşizminin devrimciler için bir tür “sürek avı” düzenlediği bir dönemde, bundan yaklaşık 30 yıl önce gözaltına alıp hunharca katletmişlerdir.

 

Kırmanç-Kürt ve Kızılbaş bir ailenin çocuğu olarak, Dêrsim ’38 jenosidinin çıplak yaralarına doğan Süleyman Cihan, gerek onca acının ve gerekse tanık olduğu onca zulmün sebep olduğu öfkesini örgütledikçe, ömrünü devrimci mücadeleye adamakta tereddüt etmeyen bir komünisttir. Devlet de bunu bilmekte ve bu nedenle onu yıllar öncesinden aramaktadır.

Onu ele geçirmek için eşini, kız kardeşini, annesini ve hatta o dönemde 8 yaşındaki kızını dahi gözaltına alan yine bu devlettir. 12 Eylül ile birlikte bu iz sürüşü ‘vur emri’ ile aramaya dönüştüren, ‘özelikle bir komünisti hedeflediklerini kendi ağızlarıyla açıklamış’ olan ve ele geçirdiğinde onu katleden bu devlet, ilgili tüm kurum ve sorumlularıyla bu cinayetin müsebbibi ve muhatabıdır!

(…)

Bu cinayeti belgeleyen yargı dosyasına Nisan 2010’da ulaşıldığında, önceden kurgulanan çalışmalar hemen başlatılmış, Süleyman Cihan’ın pek çok yoldaşının da katkısıyla, belki kimi eksiklerle ama onun devrimci yaşamına yaraşır bir kolektif emekle, sevgiyle, hasretle bu kitap hazırlanmış oldu. Binlerin, on binlerin yaşamlarını adadığı ‘geçmiş’in, aynı zamanda bir gelecek tasavvuru olduğu bilinir. Bunu bir armağan gibi hatırlatmanın, bu tasavvurla doğrudan ilişkisi ve önemi de..

Egemenlerin ısrarla unutturma, tavrına karşın; hayat yine doğrular ki, zalimler suçlarıyla lanetli kalırken, gencecik ömürlerini insanlığın kadim hasretine, yani sınırsız ve sınıfsız bir dünya düşüne adayanlar, mücadele safında hatıra ve hatırlarıyla ölümsüzleşirler. Yaşananlara dair kolektif hafızanın toplumsal bilince ve devrimci var oluşa katkısının, gelecek kuşaklara daha farkında bir ‘geçmiş’ sunma imkânının, biraz da yaşayanların, yaşadıklarını paylaşmalarından geçtiğini, bu çalışma sürecinde yeniden ve yeniden anlamış olduk..

 

Bir ‘kan davası’ değildir ardında olunan; nice devrimci gibi, Süleyman Cihan’ın da hayatını adadığı ‘adalet ve hakkaniyet’ talebidir öncelikli olan. Yani kamu vicdanı, 12 Eylül faşizminin bunca zulmünün hesabını sormadıkça, ‘adalet’ dağıtan kurumlar, hiç değilse Arjantin, Şili, İspanya gibi benzer örneklerde yaşandığı gibi, sorumluluklarını yerine getirmedikçe, 12 Eylül süreci bitmiyor, o derin acılar ‘bir nebze’ dahi olsa, dinmiyor.

 

Partileri, basını, bütün ideolojik aygıtlarıyla devletin, ‘12 Eylül ile hesaplaşma’ sahteciliği sürecek görünüyor. Nitekim “12 Eylül darbesinin sorumlularına cezai ve hukuki dokunulmazlık sağlayan geçici 15. madde” 12 Eylül 2010 referandumuyla ortadan kalkmasına, 13 Eylül 2010 sabahından itibaren, İHD başta olmak üzere, muhatapları, ‘darbecilerin yargılanması’ talebiyle suç duyurusunda bulunmasına rağmen…

Her ne kadar 12 Eylül’den hesap sorulması mahkemelerden önce toplumsal muhalefetin sorunuysa da, 12 Eylül 2010 referandum sürecinde de görüldüğü gibi, kendileri de 12 Eylül ürünü olan, seçim sistemi, baraj vb. gibi, 12 Eylül dönemi keyfiliğiyle semirenler, onlar mı 12 Eylül’den hesap soracaktı. Kamu vicdanının haklı olarak sorduğu gibi, ‘peki ama bunca işkencenin, zulmün, faili belli meçhulün, kayıpların, toplu mezarların, hunharca işlenen bunca cinayetin sorumluları nerede o halde?’

(…)“Ben bu katili gözlerimle gördüm” diyordu Nilgün Türkler; “Devlet önce babamı öldürttü, ondan sonra öldürttüğü katili senelerce korudu, daha sonra gözümüzün içine baka baka davaları görmedi, normal seyrinde görülmesine izin vermedi. Şimdi de gözümüzün içine bakarak, Yargıtay, Kemal Türkler’in katili olduğuna onay verdiği halde, şu anda zamanaşımı nedeniyle bu davanın ortadan kaldırılması gerektiğini söylüyor. Babam 30 yıldır mezarında yatıyor, hâlâ babamın mezarından ve babamdan korkuyorsunuz…”

Korkuyorlar, evet. Yaşattıkları büyük acıların derinleştirdiği farkındalıkla, ‘acının zamanaşımı yok, adaletin de olmamalı’ diyen toplumsal hafızanın binlerce eli, egemenlerin yakasından düşmedi, düşmeyecek..

 

Yaşıyor olsaydı şimdi altmışında olacaktı Süleyman Cihan. A. Camus’nun “Ağaç vardır, insan var olur” demesi gibi, Süleyman Cihan’ın da bir ‘olma’ süreci vardı kuşkusuz. Bundandır ki zamanın geniş avlusunda, onu, içine doğduğu hayattan başlayarak, yaşamını adadığı değerlere hazırlayan iklimle, hatıralarıyla, komünist önderlik süreciyle, aramızdan alınması ve sonrasıyla, yeniden anlamaya çalıştık. Kolektif hatıraların yoldaşlık divanında söyleştik, dertleştik, eksiğiyle, fazlasıyla ama olanca sahiciliğiyle bunları paylaşıma sunmak istedik. Bu anlamda kitabın anlatı bölümü esasen bu tanıklıklar üzerinde sürüyor ve tanıklar da ortak bir hayattan geldikleri için, kolektif hafızada sınanarak geliyorlar.

https://www.suleymancihan.com/

ŞİİR:Süleyman Cihan

https://www.youtube.com/watch?v=fFmOUy7S4vo&t=41s

 







  

18 Aralık 2023 Pazartesi

TKP(ML) KISA TARİHİ_M_Oruçoğlu


 TKP(M-L)’nin kurucu kadroları,Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin içinden çıktı. İlk kıpırdanışlar, 15-16 Haziran İşçi Hareketinin bastırılmasından sonra başladı. Kitle hareketlerinin inişe geçtiği, ekonomik dar boğazın aşılamadığı, ordu içindeki darbecilerin ise faaliyetlerine hız verdiği bir dönemde, Partinin İstanbul örgütünden İbrahim Kaypakkaya, Muzaffer Oruçoğlu, Garbis Altınoğlu ve Adil Ovalıoğlu gibi kadrolar, 15-16 Haziranın değerlendirildiği toplantılarda, büyük işçi hareketinin üç temel noktayı açığa çıkardığını savundular.


 Bunlar, önem sırasına göre: 1- İşçi hareketi, solun çok büyük bir kesiminin orduya ve devlete dair beslediği hayallere ciddi bir darbe vurmuş, egemen sınıflar arasındaki çelişkileri keskinleştirmiş, devrimin dikkatini, reformcu- restorasyoncu bir eğilimden, devletin parçalanması esasına çekmiştir; 2-işçi hareketi, komünist partisi önderliğindeki bir devrimin, şehirlerde toplu bir ayaklanmayla başarıya ulaşamayacağını göstermiştir; 3-İşçi hareketi, partiye, İllegal çalışmanın önemini ve ana kadrolarını, hiç vakit geçirmeksizin, milli zulmün gemi azıya aldığı Doğu Anadolu başta olmak üzere, çelişkilerin en keskin olduğu kırsal alanlarda seferber etmesi görevini hatırlatmıştır.

 

    Ordunun sol kanadını, sağ kanat karşısında zayıf duruma düşürerek, bir sol darbe ihtimalini zayıflatacağı, partiyi şehirlerde yeraltına indirip, iyice tecrit edeceği ve işçi sınıfından koparacağı endişesiyle, silahlı mücadeleye sıcak bakmayan Parti yönetimi, işçi hareketinin derslerine dair bu üç noktadan hiçbirisine açıktan karşı çıkmadı. Sadece kadrolar arasında, Parti yönetiminin, Parti içinde uç vermeye başlayan sol oportünizmin henüz ciddi bir tehlike olmadığına inandığı söylentileri yayıldı.

Türk Solu Dergisinin beş kişilik yazı kurulunda yer alan iki kişiden İbrahim, İşçi Bürosunun, Muzaffer ise Köylü Bürosunun sorumlusu olarak çalışıyorlardı. İşçi Bürosunun amacı, işçi semtlerinde ve sendikalarda faaliyette bulunmak, grevleri örgütlemek, işçileri, ileride kurulacak bir sınıf sendikasına hazırlamak ve partiye kaydetmekti. Köylü Bürosu ise Trakyada, kooperatifleri ve köylü birliklerini kurmayı, toprak işgalleri, mitingler, yürüyüşler örgütlemeyi, ileri çıkan köylüleri gerilla grupları şeklinde seferbet etmeyi görev olarak üstlenmiş, bu amaçla, Bülent Tanör, Yücel Sayman, Halil Berktay gibi aydınların da içinde yer aldığı propaganda ve inceleme gruplarını Trakya’ya göndermeye başlamıştı.

 

    Ordu içindeki güç odaklarının harekete hummalı bir şekilde hazırlandıkları, askeri sol kanadın, sivil devrimci kanatla, Can Yücel’in “askeri müşterekler” diye alay ettiği, “asgari müşterekler”de birleşme toplantıları yaptıkları, Dev-Genç içindeki siyasi grupların da silahlanarak illegal yapılara dönüşmeye başladığı bir dönemde, TİİKP Ankara Toplantısı gerçekleşti.

 

Toplantıya Çağrılan İbrahim ve Muzaffer, görüşlerini 11 İlke Başlığıyla formüle ederek, kürsüden kadrolara açıklayıp bir tartışma başlatmayı amaçladılar. Merkez komitesinin genel hattına bağlı kalan kadrolar, 11 ilke üzerinde tartışmaya bile yanaşmadılar, uzun süreli bir silahlı mücadelenin ve yeraltı örgütlenmesinin önemine vurgu yapan  taslağı reddettiler.

 

Ankara Toplantısından sonra partiden ilk kopanlar, Parti yönetiminin, “Birinci Tasfiyeciler” olarak adlandırıldığı, Garbis ve arkadaşları oldu. Adil Ovalıoğlu’nun Ankara Toplantısından önce birlikte ayrılma önerisi,  İbrahim ve Muzaffer tarafından zamansız bulunarak kabul görmedi.

 

    12 mart muhtırası, çelişkileri daha da kızıştırdı. İkili muhalefet, muhtıranın faşist bir darbe olduğunu, partinin derhal kırlara çekilmesi gerektiğini, İşçi Köylü Gazetesinin, yurtsever subayları sol bir darbeye teşvik etme eğilimi içine girdiğini ve partinin, muhtırayı dolaylı bir şekilde destekleyen Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı çizgisine düştüğünü savundu. Darbecilerin, sol askeri darbe tehlikesini tamamen bertaraf etmelerinden sonra, devrimci harekete ve sol muhalefete karşı planladıkları “Balyoz Hareketi” nin başlamak üzere olduğu günler içinde, ikili muhalafet, soluğu Kürdistan’da aldı.

 

 Kısa zamanda,İbrahim Kaypakkaya, Oral Çalışlar  ve  Muzaffer Oruçoğlu’nun içinde yer aldığı üç kişilik bir Doğu Anadolu Bölge Komitesi oluştu. Oral’ın Antep’te yakalanmasıyla komite, ikiye indi. İbrahim, Ali Taşyapan ve Ali Mercan’la birlikte, Malatya ve Dersim’i, Muzaffer ise Kabil Kocatürkle birlikte, sınırdan Filistin’e kadro geçirme işi dahil, Siverek ve Diyarbakır’ı esas aldı. Komitenin sayısı daha sonra, Bora Gözen’in katılmasıyla üçe çıktı.

 

    1971’in ortalarında, Merkez Komitesi, Muzaffer’i  Filistindeki Kadroları teftiş amacıyla Beyruttaki eğitim kamplarına gönderdi. Burada, Cengiz Çandar, Şahin Alpay, Atıl Ant gibi gizli muhalif  eğilimlere sahip olan üst kadroların içinde yer aldığı, yaklaşık on kişilik bir ekip vardı.

Bu ziyaretten sonra ikili muhalefet ilk kez, muhalafetin kendileriyle sınırlı olmadığını anladı. Yıl sonuna doğru, Parti program Taslağı üzerinde başlatılan  tartışmalarda, ikili muhalefetin görüşleri iyice şekillenmeye başladı. DABK içinde, Siverekte yapılan tartışmalarda, ikili muhalefet, Kurtuluş savaşı ve Kemalist Hareketin değerlendirilmesi, Milli mesele, dünyada ve ülkede durum, baş çelişkiler, baş düşmanlar, mücadele ve örgütlenme biçimleri, Cumhuriyet Tarihinin değerlendirilmesi ve bir dizi sorunda görüş ortaya koydu.

 

Parti yönetimi, özellikle, Kemalist önderliğin, Ermeni ve Rum mallarıyla iyice palazlanan, komprador Türk burjuvazisinin bir siyasal hareketi olduğu tezine, Kürt milletinin kendi kaderini bizzat kendinin tayin hakkının programa konulmasına ve Cumhuriyet tarihinde ortaya çıkan Kürt milli hareketlerinin desteklenmesine, TKP’nin bu hareketler karşısındaki milli-şoven politikalarının açığa çıkarılıp mahkum edilmesine, partinin esas gücünü, Doğu Anadolu Bölgesinde örgütlenecek bir gerilla savaşına hasretmesine yanaşmadı.

 

Tartışmalardan beş ay sonra, 1972’nin şubatında, DABK, yayınladığı bir genelgeyle ayrılığını ilan etti. Nisan ayının sonuna doğru, İbrahim, Muzaffer, Aslan Kılıç, Ali Taşyapan, Ali Mercan, Cem Somel ve  bugüne kadar gerçek adı tesbit edilmemiş bir kişi daha olmak üzere, 7 kişilik bir koordinasyon komitesiyle, İstanbul, Dersim, Malatya ve Siverekte faaliyetlerine başladı.

 

    12 Mart Darbecileri, THKO, THKPC ve TİİKP’i yokettikten sonra, tüm gücüyle TKP(M-L)ye yüklendi. Temel görüşlerini yazılı hale getiren, çalışma bölgelerinde komitelerini kuran ve kadrolarını genişleten  parti hareketi, program ve tüzüğünü hazırlamayı ve resmi kuruluşunu bir kongreyle gerçekleştirmeyi tasarlıyordu. Tasarısını gerçekleştiremedi.

 

Ortaya çıkışından on ay sonra, 1973’ün başlarında, birbirlerini izleyen operasyonlardan, İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, kurucu üyelerinin ve kadrolarının ezici çoğunluğunu koruyamayarak yenildi. İbrahim Kaypakkaya’nın, ortaya koyduğu ve devletin o ana kadar Türkiye komünist hareketinden pek duymadığı köklü görüşlerinden ve işkence altındaki çetin direnişinden dolayı öldürülmesi, TKP(M-L) için yeri doldurulamaz, ağır bir kayıp oldu. Onun görüşleri MİT raporlarına, “tehlikeli görüşler”, siyasal künyesi ise, “komünist ve kızılbaş” olarak geçti.

 

    Kadrolarının yüzde doksan beşi tutuklanan Parti, 1974’den itibaren, kitle hareketinin yükselmesiyle birlikte, yeniden toparlanmaya başladı.

 

1976’da, parti merkezi, Ülkenin sosyo-ekonomik yapısının geri kapitalist olduğunu ve şehirlerdeki faaliyetin önem kazandığını savunan bir tartışma yazısı yayınlayınca, parti, değişimi savunan TKP(M-L) Hareketi ve 1972 çizgisini olduğu gibi savunan TKP(M-L) olmak üzere ikiye bölündü.

 

 TKP(M-L) Hareketinin 1978’de, tavrını Arnavutluk Emek Partisinden yana koyması ve 1972 çıkışını, devrimci küçük burjuva bir çıkış olarak değerlendirmesiyle de iki kanatlı durum, fiilen sona erdi.

 

    TKP(M-L), 1978’de, partinin kuruluş çizgisini, ufak tefek değişikliklerle onaylayan, 1. Konferansını gerçekleştirdi. Enver Hoca çizgisini reddetti, Mao ve Kültür Devrimi çizgisini savundu.

 

 12 Eylül Darbesinden önce, TKP(M-L)’den, bir sol radikal grup daha ayrıldı. Parti,  12 eylül  darbesiyle, sekreteri Süleyman Cihan başta olmak üzere ağır bir kadro kaybına uğradı. Yakalanmayanların bir bölümü kırsal alanlara çekilirken, bir bölümü de yurt dışına çıktı.

Parti, ikinci ciddi bölünmeyi, İkinci Konferans döneminde, Avrupada yaşadı. 1981’de, Merkez Komitesinin izlediği çizgiyi Menşevizm’le niteleyen, büyük bir muhalif kanat, Bolşevik Partizan adıyla, ayrı bir kongre gerçekleştirerek, partiden ayrıldı. Bolşevik Partizan’ın da bir müddet sonra ikiye bölünmesi ve güç kaybederek ciddi bir varlık gösterememesi üzerine, iki büyük kanatlı durum bir kez daha sona ermiş oldu.

 

    Dersim ve İstanbul’da yoğunlaşan TKP(M-L), 12 Eylül Cuntasının saldırıları karşısında, geri çekilme ve güç toplama taktiğini izledi. Dersim ve çevresindeki gerilla faaliyetlerinde bulunan parti, Kazım Cihan (parti sekreteri) başta olmak üzere, seçkin kadrolarını kaybetti.

 

 1987’ye kadar, Diyarbakır kırsalına ve Karadenize açılma teşebbüsünde bulunan, ama Dersim’de sıkışıp kalan Parti, vaktini 3. Konferansa hazırlanma ve iç tartışmalarla geçirdi. Yenilenme cesaretini gösteremedi.

 

 1987’de, 3. Konferansa katılmak üzere giden delegelerinin ezici çoğunluğunu, bir hava saldırısında kaybetti.

 

3. Konferans, bir yıl sonra, moral çöküntüsü içinde gerçekleştirildi ve bu dönemde partinin dağ kanadı, izlenen çizgiyi sağ opportunist bularak, Merkez Komitesini gelişememenin asıl müsebbibi olarak gördü ve TKP(ML)-DABK adı altında, partiden ayrıldı.

 

Bu iki kanatlı durum, 1992’de , I. Olağanüstü Parti Konferansıyla yeniden birliğe dönüştü.

 

Bu birlik, iki yıl sonra, birleşenlerin yeniden ayrılmasıyla parçalandı ve ortaya,  yeniden birbirlerine benzeyen iki büyük kanat çıktı.

Her iki kanat da Dersim ve Karadenizde gerilla faaliyetini yoğunlaştırmayı ve genişlemeyi hedef olarak önlerine koydular.

1997’de, TKP/ML- DABK kanadı, Dersim’de ordu birlikleriyle giriştiği çatışmada, genel sekreteri Cüneyt Kahraman’ı kaybetti.

 

Kahraman, parti içindeki ajanların açığa çıkarılıp, kurşuna dizilmesinde birinci derecede rol oynayan, partinin gelmiş geçmiş en savaşçı ve aynı zamanda şair ruhlu sekreteri olarak biliniyordu.

 

Bu olaydan iki yıl sonra da, TKP-ML-Konferans kanadının genel sekreteri Mehmet Demirağ vuruldu Kardenizde.

 

TKP(ML)-DABK kanadı, 2002’de düzenlediği I. Kongre ile adını Maoist Komünist Partisi olarak değiştirdi ve alanını Türkiye ve Kuzey Kürdistan olarak belirledi.

 

MKP, 2005’de II. Kongresini Dersimde gerçekleştirmeye çalışırken, Mercan Vadisinde uğradığı bir hava saldırısı sonucunda, Parti sekreteri Cafer Cangöz başta olmak üzere, Merkez Komitesi üyeleri ile delegelerinin önemli bir bölümünü kaybetti.

 II. Kongresini iki yıl sonra, 2007’de gerçekleştirdi.

 

    1996 ile 2010 arası, TKP(M-L) nin her iki kanadının, Dersim ve Karadenizin belirli yerlerinde, ağır kadro kayıplarına yol açan ve büyüme istidadı gösteremeyen bir gerilla faaliyetiyle geçti.

 

Genel duruma bakıldığında ise, TKP(M-L), 1972’den bu yana, görüşlerini değişen dünya ve ülke şartlarına bağlı olarak yenileyemeyen, büyüyemeyen ve zaman zaman kesintiye de uğrasa inatla sürdürülen, en uzun  gerilla hareketi tarihine sahip  partilerden biri olarak tanındı.

 

Yüzlerce kadrosu, bu mücadelede vurulup düştü, binlercesi de tutuklandı. TKP(M-L)nin 1972 çıkışını komünist olarak değerlendirip, miras olarak sahiplenen ve faaliyet halinde olan üç kanat veya parti var bugün: MKP, TKP/ML ve TKP/ML-Bolşevik Partizan.

 

    TKP(M-L), bitmez tükenmez, ideolojik, politik ve örgütsel tartışmaların, çizgi mücadelelerinin, irili ufaklı ayrılmaların, birleşmelerin ana rahmi oldu kuruluşundan bu yana.

Bu partinin bağrından onlarca şair, öykücü, müzisyen, romancı, ressam, tiyatrocu, sinemacı ve iş adamı çıktı.

 Kuruluşundan bu yana seçimleri boykot etti. Marks-Engels-Lenin-Stalin ve Mao’yu komünizmin kilometre taşları olarak savundu.

 

Kanatlarını birleştirince güç kaybetti, kanatlara ayrıldığında ise güç topladı, güçlendi. Sekreterlerini sıradan neferleriyle aynı mevziye soktu ve kuruluşundan bu yana, İbrahim Kaypakkaya,  Süleyman Cihan,Kazım Çelik, Cüneyt Kahraman, Mehmet Demirağ ve Cafer Cangöz olmak üzere, toplam altı genel sekreterini kaybetti.

13 Aralık 2023 Çarşamba

EİNSTEİN ÖZELİNDE GÖRELİLİK KURAMI’NIN FELSEFİ ART ALANI YÜKSEK LİSANS TEZİ_SENA ARDİÇ

 ÖZET__ Tarihin her döneminde hareketin nasıl meydana geldiği, hareketin nedenleri, hareketin kanunları, uzay ve zamanın yapısı, filozoflar ve bilim adamları tarafından önemli araştırma alanlarından biri olmuştur. Bazen hareket, antik çağda olduğu gibi maddenin doğası veya gerekliliği olarak, bazen de Newton'un modern zamanlarda yaptığı gibi bazı mutlak yasalara tabi olarak algılandı.

 

Filozofların ve bilim adamlarının hareket anlayışları kozmoloji anlayışlarını etkilemiştir ve kozmoloji anlayışları felsefelerini etkilemiştir. Makro fiziğin en önemli teorisi olan görelilik teorisi hem hareket anlayışımızda hem de uzay ve zaman anlayışımızda devrim niteliğinde değişikliklere neden olmuştur. Fizik alanında devrim niteliğinde değişimlere neden olan bu teorinin dinler ve felsefe açısından da önemli sonuçlar doğurması kaçınılmazdır.

 Bu çalışma ile İzafiyet Teorisi'nin ortaya çıktığı 20. yüzyılın başlarından itibaren bu teori temelinde savunulan fikirler değerlendirilmiş ve Relativite Teorisi'nin sonuçları ortaya konulmaya çalışılmıştır.

 Anahtar Kelimeler: Görelilik, Felsefi Art, Einstein. Danışman: Prof. Dr. Eyüp ERDOĞAN, Bilim Tarihi Anabilim Dalı, Mersin Üniversitesi, Mersin

 


EİNSTEİN ÖZELİNDE GÖRELİLİK KURAMI’NIN FELSEFİ  ART ALANI

YÜKSEK LİSANS TEZİ_SENA ARDİÇ

MERSİN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE ANABİLİM DALI Danışman Prof. Dr. Eyüp ERDOĞAN ORCID: MERSİN ARALIK - 2022

GİRİŞ_ Görelilik kavramı felsefe tarihi boyunca tartışılmış ve her zaman güncelliğini korumuştur. Var olmak ya da belirlenmek için bağıntı yoluyla başka bir şeye bağımlı olma durumu olarak tanımlanmaktadır. Görelilik Kuramı, bilim tarihi boyunca da tartışılan ve her zaman güncelliğini koruyan bir kavramdır.

Görelilik Kuramı, klasik fiziğin mutlak kabul ettiği bazı şeylerin uzay-zamanda düzenli bir sistem seçimine bağlı olduğunu ve bu seçimin gözlemciye göre değişebileceğini öne süren Einstein'ın fizik kuramıdır. Bu kurama göre uzay-zaman nicelikleri, gözlemcinin bakış açısına ve hareket durumuna bağlıdır.

Örneğin, bir mesafeyi ölçerken, bu mesafeye göre durağan bir gözlemcinin sonucu, hareket halindeki bir gözlemcinin sonucundan farklı olacaktır. Bu nedenle ölçüm yaparken her zaman gözlemciyi ve onun bakış açısını dikkate almalıyız. Öte yandan, görelilik kuramı, klasik fiziğin göreli kabul ettiği bazı şeyleri hesaba katar.

TEŞEKKÜR__ Yüksek Lisans Tezimin konusunun seçiminden tamamlanmasına kadar her aşamada araştırmalarımı yönlendiren ve bilimsel bakımdan en iyi şekilde yetişmem hususunda samimi gayretlerini esirgemeyen, tecrübe ve bilgileriyle her zaman yanımda olan değerli danışmanım Prof. Dr. Eyüp ERDOĞAN’a sonsuz teşekkürlerimi sunarım.

 

Tez savunma jürimde bulunarak, yapmış olduğum çalışmanın, doğruya en yakını bulmamda ve tezimin geliştirilmesinde destek olan Dr. Öğr. Üyesi Naciye ATIŞ’a ve Dr. Öğr. Üyesi Onur VAROLUN hocalarıma teşekkür ederim. Ayrıca yüksek lisans eğitim hayatıma başladığım ilk günden son güne kadar desteğini esirgemeyen sevgili eşim Mehmet ARDİÇ’e, kıymetli annem, babam, kardeşlerime ve canım oğlum Mehmet Atlas ARDİÇ’e bana olan desteklerinden dolayı sonsuz teşekkür ederim.

 https://drive.google.com/file/d/14tN9tiyE18MuZ7uTiYxUwALlvCvMsnS2/view?usp=drive_link

 

2 Aralık 2023 Cumartesi

EAST-MED boru hattı projesi

 

  Bir İttifak: EAST-MED boru hattı projesi

 

Adına East-Med Boru Hattı denilen proje, ilk bakışta ekonomik bir anlaşma olarak görünse de aslında hem jeopolitik sınırları hem de deniz sınırlarını belirlemek üzere başlatılan girişimlerle yakından bağlantılı. Mısır, Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) başını çektiği ittifak, Ocak 2019’da Mısır’ın başkenti Kahire’de “1. Doğu Akdeniz Gaz Forumu Bakanlar Buluşması” adlı bir toplantı gerçekleştirdi.

 Görüşmeler böylece artarak devam etti. Ardından 20 Mart 2019 tarihinde Güney Kıbrıs, Yunanistan, İsrail arasında 6’ıncı Üçlü Zirve Kudüs’te yapıldı. Zirve sonrası yapılan açıklamada; “ABD, İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetleri; Doğu Akdeniz bölgesinde refah, güvenlik, barış ve istikrarı teşvik etme konusundaki taahhütlerini tekrarlamaları amacıyla bugün (20 Mart 2019’da) Kudüs’te bir araya geldiler” denildi. Toplantıya, sürpriz bir şekilde Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Mike Pompeo da katıldı.

----------------------------- -----------------

Bölgedeki kararlı duruşu yanı sıra her zaman uluslararası normlara ve hukuk kurallarına saygılı olduğunu ifade eden Türkiye’nin, ulusal menfaatlerini ve gerekli kıta sahanlığı haklarını koruyabilmek için bazı adımları ivedilikle atması gerekiyordu. Bu aşamada Türkiye’yi harekete geçiren iki önemli faktör ön plana çıkıyordu.

 

Bunlardan ilki, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının Avrupa’ya taşınmasını öngören East-Med Boru Hattı Projesi’nin Türkiye’nin hakkı verilmeyip es geçilerek yürütülmesi; ikincisi de Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni küçük bir deniz sınırlarına hapsetmek için atılan adımlar.

 

Türkiye böylece Doğu Akdeniz’deki çalışmalarına hızlıca bir giriş yapma niyetiyle çalışmalarına başladı. Önce sondaj gemileri Barbaros Hayrettin Paşa, Fatih ve Yavuz gemileriyle bölgede sondaj çalışmalarına başlayan Türkiye, kendisine yaptırım kararı alan AB’yi de dinlemeyip Karadeniz ve Marmara’da arama yapan Oruç Reis sismik araştırma gemisinin de Doğu Akdeniz’e inmesine karar verdi. Böylece ‘’bölgede bende varım’’ mesajını dünyaya ileten Türkiye, bu adımlar ile de yetinmedi. 27 Kasım 2019 tarihinde Türkiye ile Feyyaz es-Serraj liderliğindeki Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti arasında imzalanan Deniz Yetki Alanları Anlaşması Türkiye’yi bölgede Antalya Körfezi’ne hapsetme girişimlerine adeta bir cevap niteliği taşıyor ve Türkiye dünyaya adeta ‘’bölgeden vazgeçmeyeceğiz’’ mesajı veriyordu.

-----------------İsrail’in Türkiye Mecburiyeti

Bölgede haklarını korumak isteyen ve adil bir paylaşımdan yana olan ve bölgede oluşan kaosun ancak tüm kıyıdaşların çıkarlarının hesaba katılarak çözüleceğini düşünen Ankara ise diyalog ve iş birliği için her zaman hazır olduğunun da her defasında altını çiziyor. Üstelik bununla ilgili olarak İsrail ile gizli bir temasta söz konusu.

 

“İsrail ve Türkiye doğalgaz boru hattı için müzakerelere hazır” şeklindeki haberleri basına sızdıran tarafın İsrail olması ise açıkça gösteriyor ki iş birliğine hevesli olan taraf Tel Aviv yönetimi. Mevcut şartlar gereği Türkiye’de bu müzakerelere hazır durumda olduğunu belli eder vaziyette. İsrail’in bu yakınlaşmaya oldukça hevesli olmasının altında yatan sebepler ise şunlar;

 

Birinci sebep:

 İsrail gazının Türkiye’yi By-Pass ederek Güney Kıbrıs’ı ve Yunanistan’ı dolaşıp Avrupa’ya satılması hem çok maliyetli hem çok uzun hem de uzmanlara göre teknik olarak neredeyse imkânsız. Denizin altında bulunan bazı büyük çukurlardan ve yer yer şiddetli basınçtan dolayı da epey de riskli bir proje.

 

Uzmanlara göre dünyanın en uzun deniz altı doğalgaz boru hattı olacak olan bu projenin deniz basıncından dolayı taşıyacağı gaz miktarı da oldukça az ve sınırlı kalacak.

Dolayısıyla Türkiye üzerinden yapılacak boru hattına kıyasla gaz muhtemelen üç veya dört kat daha pahalı olacak. Üstelik bu daha da uzun ve tehlikeli bir hat inşa edilmesi anlamına da geliyor.

 

Yani Avrupa’da satılmak istenen İsrail gazı, Rus gazıyla rekabet edemeyecek kadar pahalı olacak ve dolayısıyla elde edilecek kârda oldukça düşecek.

 Bu koşullarda bu hatta yatırım yapacak firma bulmak da oldukça zor bir mesele. Projenin ortaklarından olan Yunanistan’ın da kapasitesi ve tecrübesi Türkiye’nin imkânlarına göre çok kısıtlı.

 

Türkiye bugün hâlihazırda tek başına denizin altına döşediği boru hattı ile KKTC’ye su taşıyor. İsrail için Türkiye ile anlaşılacak bu doğalgaz boru hattının döşenmesi ve bu gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması hiç de zor değil.

 

Üstelik Ankara bu konuda büyük tecrübeye sahip. BOTAŞ veya Türkiye Petrolleri veya özel şirketler bunu kolaylıkla başarabilecek tecrübeye, kaynağa ve altyapıya sahip. Türkiye üzerinden yapılacak muhtemel bir gaz boru hattı çok daha kârlı olacağı için buna yatırım yapacak/finanse edecek firma bulmak da hiç de zor değil.

 

İkinci sebep:

İsrail mali ve teknik zorlukları aşarak, gazını Türkiye’yi By-Pass ederek Avrupa’ya taşımak istese bile bu siyasi ve politik açıdan pek de kolay değil. Türkiye özellikle son dönemde attığı etkili adımlarla kendisinin içinde olmadığı girişimlerin önünü tıkamış vaziyette. Türkiye’nin özelikle Libya ile yapılan deniz yetki alanları anlaşmasından sonra Libya’ya asker göndermesi şimdilik İsrail’in ve bölgesel güçlerin elini ayağını bağlamış durumda. İsrail, sahip olduğu enerji rezervinin ihraç edilmesi hedefi için hâlihazırda Doğu Akdeniz’de oluşan bu karmaşık düğümü bir an önce çözmek zorunda.

 

İsrail’in bu projesinin önünün bir şekilde kesilmiş olması ve Türkiye’nin Kıbrıs’a silahlı insansız hava aracı (SİHA) üssü kurması ve Libya’ya asker göndererek Libya ulusal mutabakat hükümetini desteklemesini de bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

 

İsrail ise mevcut durumda oluşan dengelerden dolayı gaz meselesine tamamen rasyonel bakmakta ve Türkiye olmadan gazını en az maliyetle dünyaya satmasının mümkün olmadığının farkında.

 

Yunanistan, Mısır, Kıbrıs Rum Kesimi ve İtalya ile yapılan görüşmelerin daha çok Türkiye’ye karşı koz olarak siyasi bir blöf yapmak için gerçekleştirildiği aşikâr. Yoksa İsrail’de bu projenin hayata geçirilebileceğinin mevcut şartlarda zor olacağını biliyor.

 

Türkiye ise mevcut durumun farkında ve Tel Aviv’in kapısını yeniden çalmak zorunda olduğunun bilincinde. Öte yandan İsrail ve Filistin devletinin deniz yatakları ve kıta sahanlıklarının jeolojik açıdan bitişik olması nedeniyle; İsrail ve Filistin arasında anlaşmazlığa sebep olan denizdeki bazı bölgelerin hangi devletin kıta sahanlığına girdiğine dair tartışmalar devam ediyor. Ancak bu tartışmalara kulak asmayan İsrail, Filistin devletinin iznini almaksızın bölgede bir dizi arama faaliyeti başlatarak işgalini denizlere de taşımış durumda.

 

Bu durumun farkında olan Ankara ise adil bir paylaşımla Filistin’in payının da göz ardı edilmeyecek şekilde bu konuda iş birliğine hep açık ve eli güçlü olan tarafın kendisi olduğunu, aynı zamanda İsrail’in kendisine mecbur olduğunu da biliyor ve blöflere kulak asmıyor.

 

Doğu Akdeniz’deki enerji savaşlarının ne tarafa eğrileceğini, Moskova ve Berlin’de gerçekleşen barış görüşmelerine rağmen bir türlü çözülemeyen Libya meselesinin nasıl bir çözüme kavuşturulacağını ve İsrail’in Türkiye mecburiyetinin dengeleri nasıl etkileyeceğini hep birlikte bekleyip göreceğiz…

https://medium.com/@alialtunkaya/doğu-akdeni̇zde-enerji̇-savaşlari-ve-i̇srai̇l-i̇n-türki̇ye-mecburi̇yeti̇-95b2621bf670

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)