20 Aralık 2023 Çarşamba

MİLLİ HAREKETLER KARŞISINDA TAVIR SORUNU

MİLLİ HAREKETLER KARŞISINDA

TAVIR SORUNU

   Her ezilen ulus, sömürge yapıdan, ilhak veya işgalden kaynaklanan köleleştirmeye karşı bir direniş gösterir. Bu direniş, birinci olarak ezilen ulusun sınai, mali, ticari vb. olanakları ile hammadde kaynakları ve iş gücü alanında kurulan ilhak, sömürge ya da işgal statüsüne yönelir.

 

 Direniş ikinci olarak ve aynı zamanda, ezilen ulusun dilini, tarihini, yaşam tarzını, bir bütün olarak kültürünü baskı altına alma, inkar ve asimile etme politikasına yönelir. Bundan dolayı böylesi bir direniş, özünde demokratik bir direniştir ve haklıdır.

 

Direnişe hangi sınıf ve dünya görüşü önderlik ederse etsin, bu önderliğin niteliği, direnişin demokratik içeriğini ve haklılığını ortadan kaldırmaz. Bizim desteğimizi tayin eden şey, harekete önderlik eden sınıfın niteliği değil, hareketin demokratik içeriği ve haklılığıdır.

 

 Bu önderlik, kendi direniş sahası içinde komünist partisinin örgütlenmesine müsaade etsin veya etmesin, emperyalizme darbe vursun veya vurmasın bu gerçek değişmez.

  

Geçen yüz yıl içinde İngiliz ve Rus sosyal emperyalizmine, yüzyılımızda ise Amerika’nın başını çektiği emperyalist NATO blokuna karşı, Afgan ticaret burjuvazisinin en iri kesimleriyle feodallerin önderliğinde verilen milli direniş, haklılığa ve dolayısıyla demokratik bir içeriğe sahipti. Bu önderliklerin sevk ve idaresinde ortaya çıkan direnişlerin şeriatçı olup olmamaları, kadın haklarına karşı olup olmamaları, bu hareketlerin anti-komünist olup olmamaları,  bizim tavrımızın esasını belirlemedi.

   Altını çizerek, döne döne belirtmeliyiz ki haklılığı tayin eden, önderliğin niteliği değil, milli hareketi ortaya çıkaran sorunun doğasıdır. Sorun ciddidir; istilacı bir gücün bir yaşam alanını işgal veya ilhak etmesi, o alanın dilini, kültürünü, tarihini, bir bütün olarak bağımsız hayat hakkını prangalaması, asimilasyon sürecine sokması sorunudur. Bu bir özgürlük sorunudur. Gaspedilen alandaki tüm sınıf ve zümrelerin, cinslerin, inançların ortak sorunudur. Demokratik muhtevayı ve haklılığı ortaya çıkaran da bu yakıcı durumun kendisidir.

   Biz direnen dile, kültüre, tarihe, bağımsız yaşama hakkına ya da nasıl diyelim devlet kurma hakkına yani kendi kaderini tayin etme hakkına destek sunarken, bu hakkın gerçekleşmesi için tarih sahnesine çıkan bir hareketin önderliğine bakarak, bize örgütlenme hakkı tanıyıp tanımamasına bakarak destek sunmuyoruz. Bizim desteğimizi tayin eden şey, sorunun kendisidir. Peki önderlik genel olarak sorunun bir parçası değil mi? Evet, bir parçasıdır, ama sorunun ortaya çıkardığı bir parçadır. Belirleyici olan sorunun kendisidir.

   Bizim görevimiz bir yandan milli hareketin demokratik içeriğine ve haklılığına vurgu yapmak diğer yandan harekete önderlik eden sınıfların politikalarını tüm yönleri ve ayrıntılarıyla halka açıklamak, mevcuda ve geleceğe dair görüşlerimizi serimlemektir.

Biz milli hareketi, demokratik içeriği ve haklılığından dolayı desteklerken, ona önderlik eden sınıfların dünya görüşlerini, çıkarlarını, yakın ve uzak vadedeki amaçlarını tüm yönleriyle eleştirmekten, halkı bu konuda uyarmaktan da geri durmayız.

   Ezen ulus milliyetçiliğini veya politikalarını güçlendiren sol sekter görüşler bu konuda ya tarafsızlık pozisyonu içine giriyorlar ya da sorunu bulanık bir tarzda muallakta bırakıyorlar. Harekete enderlik eden sınıfların niteliğini, politikalarını gericilikle barbarlıkla nitelerken böylesi bir önderlik altındaki bir harekete, haklı da olsa destek vermenin yanlış olduğunu belirtiyorlar.

Bunlar için tayin edici olan önderliğin niteliği ve izlediği politikalardır; milli hareket, gerici sınıfların önderliği altında ise, haklı da olsa desteklenmez. Bundan dolayı, zeminini haklı da bulsalar, Hamas’ın işgale karşı direnişini desteklemiyorlar. Bu noktadan hareketle, İsrail egemenlerinin, batılı emperyalistlerin açık desteğini alarak, Hamas’a ve Filistin halkına karşı yürüttüğü savaş ve kitlesel katliamı, iki gerici güç arasında cereyan eden bir savaş olarak değerlendiriyorlar.

 

Bu değerlendirme, komünistlerin bir bölümünü de etkiliyor. Öyle bir görüş ortaya çıkıyor ki geçmişte destekleyebileceğimiz bir Asya hareketi kalmıyor. Şeyh Şamiller, Şerif Hüseyinler, İzzettin Kassamlar, Emenullah Hanlar, Şeyh Saitler, Ömer Muhtarlar, hepsi güme gidiyor. Bizi ısırmayan, bize biraz uygun düşen bir önderlik arar duruma geliyoruz.

   Ulusal sorun konusunda en geniş ve bence en doğru görüşleri Lenin ile Stalin koydu. Lenin, 1916’da, ‘Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkına Dair Tartışmanın Özeti’nde,

 “Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır ve bizim ulusal ayrıcalıklar sağlama eğiliminden bunu kesin olarak ayırt ederek… kayıtsız şartsız desteklediğimiz işte bu içeriktir,”  der.

 Stalin ise, Lenizmin Sorunları adlı eserinin 65. sayfasında, “Emperyalist baskı koşulları içinde ulusal hareketin devrimci niteliği, harekette mutlaka proleter ögelerin varlığını, hareketin demokratik bir temelinin varlığını gerektirmez.

Afkan Emri’nin, Afganistan’ın bağımsızlığı için mücadelesi, Emir’in ve taraftarlarının kraliyetçi karakterine rağmen nesnel olarak devrimci bir mücadeledir.

 Çünkü bu mücadele emperyalizmi zayıflatır parçalar ve baltalar,” der.

   Yukarıda aktardığım bu doğru yaklaşımlarına rağmen, bu iki liderin, başka yazılarında, yukardaki doğru yaklaşımlarının ruhuyla çelişen tespitler yaptıklarını da görebiliyoruz.

 

Bir milli hareketin desteklenip desteklenmemesi sorununu, o milli hareketin, sınıf mücadelesinin çıkarlarını baltalayıp baltamadığı, komünistlerin çalışmalarını yasaklayıp yasaklamadığı, emperyalizme darbe vurup vurmadığı sorununa bağlıyorlar. Bu durum ister istemez, milli hareketi destekleme sorununu, sınıfların karşılıklı çıkarlarına bağlayan pragmatik bir anlayışa götürüyor bizi.

 

Emperyalizm çağında,

 birbirleriyle çatışan Emperyalist blokların milli hareketler karşısındaki tavırları, blokların çıkarlarına göre biçimleniyor.

Bir blok milli hareketi bastırmaya çalışırken bir başka blok ona destek verebiliyor.

 Bir milli hareketin çıkarları ile bir emperyalist ülkenin o anki  çıkarları bazen örtüşebiliyor.

Onun için temel ölçüt, hareketin haklı olup olmamasıdır.

Bu temel ölçütten saptık mı pratikte tutarsız durumlara da düşebiliriz. Rojavadaki Kürt milli hareketinin, dünya halklarının baş düşmanı Amerikan Emperyalizmine doğrudan darbe vurmadığı ve hatta onunla, örtüşen dönemsel çıkarlardan dolayı kısmi ve zımni bir ittifak içinde olduğunu bilmemize rağmen, bu milli harekete eleştirel desteğimizi sunmaya devam ediyoruz.

   Stalin, ‘Leninizmin Sorunları’nın 64. Sayfasında,  “Öyle durumlar olabilir ki, ezilen belirli bir ülkenin ulusal hareketi, proletarya hareketinin gelişmesinin çıkarlarına aykırı düşebilir. Böyle bir durumda, desteğin hiç söz konusu olmadığı açıktır,” diyor. Buna benzer bir görüşü de Lenin ileri sürüyor.

1921’de İngilizlerle uzlaşma planları kuran Kemalistler, ‘Yeşil Ordu’ ile birlikte hareket eden Çerkez Ethem ve Demirci Mehmet Efe’nin silahlı güçlerini imha ettiklerinde, TKP Merkez Komitesi üyelerini Kara Deniz’de boğdurduklarında, Halk İştirakyun Partisi’nin önderlerini ise tutukladıklarında Bolşevikler, Kurtuluş Savaşı’na verdikleri desteği geri çekmediler.

 

Savaşın haklı karekterini esas aldılar. Kaldı ki bu haklılık da, Batı Ermenistan, Kürdistan, Pontus ve Lazistan’da değil, Türkiye topraklarında geçerliydi.

 

 Bana öyle geliyor ki Lenin ve Stalin’in bu hataları, Marx ve Engels’in hatalarına dayanıyor. Marx ve Engels, Çarlık Rusya’sını Avrupa mutlak yetini kalesi, dolayısıyla Avrupa’daki demokratik gelişmenin, kıpırdanışların, mücadelelerin ve hakların baş düşmanı olarak görüyorlardı.

 

 Bu baş düşmana yönelen, onu zayıflatan hareketleri destekliyor, onunla birlikte hareket eden, onu güçlendiren hareketlere de karşı çıkıyor, destek vermiyorlardı. Polonyalıların ve Macarların, mutlakiyete darbe vuran ama asıl kendi bağımsız devletlerini kurma amacı taşıyan ulusal hareketlerini desteklerken, Çeklerin ve Güney Slavların kendi kaderlerini tayin etmeyi amaçlayan ve Çarlık tarafından desteklenen ulusal hareketlerini da desteklemediler.

 

 Ölçü böyle olunca, Yunanlıların, Bulgarların, Sırpların, Arnavutların ve benzeri hakların Osmanlı’ya karşı yükselen ve Çarlık tarafından desteklenen milli hareketlerini desteklememe gibi bir tutuma da götürüyor bizi. Marks ve Engels’in, Çarlık Rusyasına karşı Osmanlı’ya yakın ilk politika izlediklerini biliyoruz. Bunun yanında, Marks ve Engels Asya, kuzey Afrika ve güney Amerika’daki milli hareketler konusunda görüş ifade ederlerken onların gelişen kapitalizm karşısındaki pozisyonlarını ileri değil geri buluyorlardı.

 

 Mağrip halklarının Avrupa sömürgecileri karşısındaki durumunu değerlendirirken onları tarihsiz halklar olarak nitelemeler, Latin Amerika’da anti sömürgeciliğin başını çeken Simon Bolivar’a destek vermemeleri, İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan‘da olumlu bir rol oynadığı yönündeki görüşleri bize ulusal sorunun bir yanıyla ilerlemeye ve modernizme kurban edildiğini gösteriyor. Bizim esas alacağımız kriter, Marks’ın İrlanda sorunu karşısındaki tutumudur.

 Ezen bir ulus özgür olamaz. Yani özgürlük sadece ezilenin değil ezenin de sorunudur.

   Bir ulusun dilini, kültürünü, tarihini ve bir bütün olarak uzamsal ve mekansal  varlığını baskı altından kurtarma hareketi, onun erime ve yok olma politikalarına karşı direnme, var olup olmama hareketi yani böylesine haklı bir hareket doğası gereği ileri bir harekettir. Hangi sınıfın, zümrenin veya inancın önderliğinde olursa olsun, onun bu doğasıdır tayin edici olan.

Şeriatçı ise gelir kendi şeriat devletini kurar, sınıfı ve cinsi baskı altına alır. Bununla beraber, erimeyi ve yok olmayı yaşayan dil, kültür, tarih ve bir bütün olarak toplumun kendine özgü yaşamı ise baskı altından kısmen kurtulur, canlanır, şu veya bu şekilde gelişme sürecine girer. Bu işin getirisini ve götürüsünü komünistler tüm yönleriyle halka açıklamak durumundadırlar. Kendi diliyle kendini ifade edemeyen, kendi kültüründen ve geçmişinden kopan ezilen bir sınıfın, cinsin veya inancın anatomisini ve sınıf mücadelesindeki konumunu anlamak, açıklamak durumundadırlar.

 

Ben konuşamıyorum, konuşsam bile kolu kanadı kırılmış, prangalara vurulmuş bir dil ile kendimi ifade edemiyorum, kültürümden, tarihimden kendime özgü tüm değerlerimden kopmuşum diye bağıran bir insana ne diyebiliriz? Dilini kaybeden çok derin bir varlık sorunu yaşar. Bu sorunu atlayarak ona hiçbir şey anlatamayız.

   Bana göre milli hareketin desteklenmesi sorununda esas alınacak şey, milli hareketin zulme yönelen demokratik içeriği ve haklı temelidir. Milli hareketi desteklememe durumu, bu demokratik içeriğin ve haklı temelin ortadan kalkmasına veya harekete önderlik eden gücün bu haklı temele ihanet etmesi durumuna bağlı olarak ortaya çıkar.

 

Diğeri, sen gerici önderliksin, sen emperyalizme darbe vurmuyorsun, sen örgütlenmeme izin vermiyorsun, kadrimi kıymetimi bilmiyorsun, onun için seni desteklemiyorum gibi bir tutumdur ki bana pek ciddi bir politika gibi görünmüyor, hatta mülk insanının “her şey karşılıklı” şeklindeki pragmatik tutumunu çağrıştırıyor.

Gazete patika

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)