30 Mayıs 2024 Perşembe

BURJUVA BASINDAN_Takvim

 

Kayıt dışı..**Ergün Diler Takvim

FİLM şeridinin son karesinden bakarak olayları anlamaya çalışmak gibi bir özelliğimiz var.
Yetmiyor yine de bu metottan vazgeçilmiyor. Biliyorum olaylar benim baktığım pencereden izlenmiyor. Tamamen farklı ve bence yetersiz pek çok kulvar kullanılıyor. Bunun altında yatan neden ise YAŞANMAKTA olanları, YAŞANACAK OLANLARI bir BÜTÜN olarak değerlendirme eksikliğimiz...
Uzun zamandır odak olarak MHP'yi buraya taşıyorum.

Hiç olmadığı kadar fazla... Çünkü KÜRESEL sonuçlar verecek bölgesel değişimlerin Devlet Bey ve partisiyle yakından ilgisi vardı. Gelin isterseniz bugün konuyu biraz daha açalım. Net adımlarla ilerleyelim...
Trump'ın Başkan Erdoğan'a yazdığı mektubu birkaç kez burada konu ettim. Ne diyordu?
"Sorunlarınızın bazılarını çözmek için çok uğraştım. Dünyayı yüzüstü bırakmayın. Harika bir anlaşma yapabilirsiniz. General Mazlum sizinle müzakere etmek istiyor ve daha önce vermedikleri bazı ödünleri vermeye niyeti olduğunu söylüyor. Size güvenerek, (Mazlum Kobani'nin) bana yazdığı, elime yeni ulaşan mektubu da ekliyorum..." Mektup ANKARA'ya gelir gelmez cevap hazırdı: ÇÖPE ATTIK.
Dikkat ederseniz ABD SURİYE'deki YPG/SDG ile o bölge ile ilgileniyordu. Bir de PUZZLE'ın KUZEY IRAK tarafı vardı. İşte bu noktada kompartımanları ayırıp bakmak ve büyük mücadeleyi görmek gerekiyordu. Trump'ın birkaç kez övgüyle sözünü ettiği Mazlum Kobani ya da Ferhat Abdi Şahin ile KANDİL arasında bir çekişme vardı. TERÖR ÖRGÜTÜ de OLSA mevzileri, kulvarları ve en önemlisi arkadakiler farklıydı!
Seçimler döneminden hatırlayın!
KANDİL her zaman Demirtaş ile ilgili bir koruma sağlıyordu! Aynı KANDİL Ferhat Abdi Şahin'e ABD ile olan temaslarından dolayı mesafeliydi. Washington yaptığı yardımları gizlemiyor her fırsatta ŞAHİN'i legalleştirmek için çaba harcıyordu. Kandil ve HDP'nin ise buna sahip çıkan tek satır sözü yoktu! İlginç değil mi! ABD bir teröristin arkasında duruyor, terör yuvası KANDİL bunu görmezden geliyordu! Garip değil mi?
Değil tabii ki...
Mesela Zeytin Dalı Harekatı sırasında Mazlum Kobani ya da Ferhat Abdi Şahin zorda kalsın, silinsin diye KANDİL güçlerini geri çekiyordu! Şahin bitsin tükensin SURİYE'deki oyun ellerine geçsin diye... Aslında kendi aralarında farklı yollar rotalar oluşturulmuştu. Neden?
Elbette ABD ile İNGİLTERE, ABD ile AVRUPA arasındaki çekişmeden dolayı... Çok nedeni olsa da "ENERJİ BASRA'ya mı aksın, AKDENİZ'le mi buluşsun" savaşı olarak da bakabilirdik buna... ABD net olarak YPG'nin Mazlum Kobani'nin arkasındaydı. Kuzey Irak'ta ise TALABANİ adamlarıydı. Barzani ise AVRUPA'ya yakın bir odaktı.
Enerji savaşı, terör örgütü ile bizleri karşı karşıya getiriyordu. Siyasal çözümlerle kapıya geliniyordu.
AVRUPA başka İngiltere başka ABD ise bambaşka bir çerçeve çiziyordu. Mesele buydu!
Devam...
AK PARTİ iktidara geldikten sonra ABD ile uyumun tam olduğu dönemlerde de MHP hedef oluyordu. Deniz Baykal, kasetle gidiyor CHP'nin resmi ideolojiyi savunan tarafı biçiliyordu. Kemal Bey bilerek ya da bilmeyerek bu görevi yerine getiriyordu. Görevin sonuçlarını görünce onca seçim kaybına rağmen ekranlara çıkıp partiyi geri istiyordu. Olan biteni doğru değerlendiremiyordu.
Göremiyordu. CHP'nin dönüşümü belli noktaya gelse de bir engel daha vardı. Önemliydi. MHP!
Devlet Bey ve partisinin sahip olduğu ideoloji Türkiye'ye verilmek istenen bölgesel rolle asla ve kat'a uyumlu değildi. MHP, Türkiye içinde siyaset yapan dışarı sarkan bir tarafı olmayan bir partiydi.
Ülke içinde de herkesi kapsaması BİRİNCİ PARTİ olması pek mümkün değildi. Sahip çıktıkları MİLLİYETÇİLİK TONU buna engeldi. IRAK'a iki kez asker yollayan bölgeyi değiştirmek ve küresel rakiplerini burada yenmek isteyen bir ABD vardı. Amerika Birleşik Devletleri'nde, MHP'nin anladığı şekilde milletten söz edilemezdi. Ancak tartışmasız dünyanın en büyük gücüydü.
Ve o ABD, bölgede yolunu tıkayan MHP'nin o ideolojisi ile çatışıyordu.
Tasfiye etmek istiyordu. NET!
Bu saptamayı yapınca içeri girip yaşananları anlamak daha kolaydı...
Sinan Ateş suikastını çok yazdım. Türkiye'de yaşanan bunca siyasi cinayet arasında ilk kez bu kadar açık, net, şeffaf işlenen bir suikast ve çuvallar dolusu DELİL bulunmaktaydı. ORTADAYDI!
Polisin aradığı bulduğu bir şey değildi bunlar. KURGUYU hayata geçiren akıl, bunun böyle olmasını istiyordu. Tüm OKLAR'ın MHP'yi, ÜLKÜCÜ CAMİAYI hedef alması isteniyordu. İsimlere, iletişimlere, tetiği çekenlere, çektirenlere, içeri alınanlara, kendini savunanlara girmiyorum. Konumuz onlar değil.
Siyasi suikastlar siyasi sonuçlar için yapılırdı. TAMAM! Ama burada çok daha farklı bir şey vardı. Bunu da ilk kez görüyorduk.
Tetiği çeken muhtemelen neden çektiğini bilmiyordu. Kurgu öyle işler genellikle. Yakalanan kişi tutuklanıp hapse konuldu. İlişkiler ve iddia edilen AĞ konusunda kimse net konuşamıyordu.
İşin ucunun nereye gideceği kestirilemiyordu! TETKİKÇİ Sinan Ateş'e kurşun yağdırırken kurgu içinde yer alan bir başka isim bunu kayda alıyordu.
CANLI YAYIN YAPMAKLA KALMAYIP kayıtları bir başkasına ya da başkalarına yolluyordu.
Tetikçi yakalanıyor içeri atılıyordu.
Avukatıyla yaptığı tüm görüşmeler de günlerce haftalarca ses ve görüntü olarak kaydediliyordu. Yani TETİKÇİ'nin ağzından olayı alıp kaydediyorlardı. Siyasi sonuçları beklemeden sonuçların sarsıcı hale gelmesi için daha önce yapılmayan bir yöntemle sahne alınıyordu. TETİKÇİ muhtemelen bilebildiğini anlatıyor bunlar da SUİKAST HAVUZUNA AKIYORDU. Haliyle YASA GEREĞİ kayıtların imha edildiği söyleniyordu, söylenecekti. Gerçek öyle olamazdı. Mümkün değildi.
MHP'nin sahip olduğu ideolojiden sapması için katlanarak gelen bir fırtına hazırlığı vardı.
Devlet Bey'in "Türkiye Cumhuriyeti, Suriye yönetimiyle el ele vererek, iş birliği köprüsü inşa ederek, askeri operasyonlarla bölücü terör örgütünün kaynağında kökü kurutulmalıdır..." çıkışına imza attığı gün Sinan Ateş'i öldüren TETİKÇİ'nin kayıtlarının bulunduğu gerçeğini öğreniyorduk.
Bir el, Bahçeli'nin açıklamasının karşısında adeta el yükseltiyordu.
Bahçeli de zaten "ESAD" diyerek "İşbirliği" diyerek YPG'yi yani ABD'nin kontrol ettiği bölgeyi işaret ediyordu!
MHP ve ÜLKÜ OCAKLARI bir şekilde büyük bir sızıntıyla iç içeydi, karşı karşıyaydı. MHP'yi değiştirmek isteyenler, MHP'nin içinden geliyordu. MHP'yi, AK PARTİ'nin taşıyamayacağı bir noktaya sürüklüyorlardı. MHP giderse ANLAŞMA olacak CHP gelecekti. O da gerçekleşmezse, Başkan Erdoğan ve partisi büyük basınç altında kalacaktı.
ANKARA'da büyük ve şiddetli bir mücadele vardı. Mesele KÜRESEL SONUÇLAR DOĞURACAK olan bölgesel değişimdi...
BİNLERCE KEZ YAZDIM!
NEREDEN BAKARSANIZ BAKIN TÜM YOLLAR KÜRT KARTINA ÇIKACAKTI...
MHP'nin ABD ile savaşı buydu...

 

 

Yeni senaryo

TÜRKİYE'DE neler olacak?

İran Cumhurbaşkanı Reisi'nin helikopterin düşmesi ya da düşürülmesi sonucu ölmesi haliyle tüm dikkatleri yine bölgeye çekti. Türkiye seçimleri geride bıraksa da atlatamadığı krizlerle, tartışmalarla, türbülanslarla uğraşmakta.
Sinan Ateş suikastı, tanıkların, dostların, olayın içindekilerin konuşması, Ankara'dan yükselen mafyaya ait frekanslar, içeri alınanlar, kaçanlar, sembol isim haline gelenlerin tutukluluğu ya da serbest kalması gibi yakıcı konular hiç eksik olmuyor.
Bu iklimde "Türkiye ne yapacak?" ya da "Türkiye'yi neler bekliyor?" diye sormak son derece yerinde...
Açalım...
MHP'yi merkeze alarak ilerleyelim. Çünkü MHP KÜRESEL odak HALİNE GELMEKTE, GETİRİLMEK İSTENMEKTE. Bunun da yerel, bölgesel ve küresel sonuçları olacaktı.
Yaşı tutanlar bilecektir.
MHP, Sovyet döneminde KOMÜNİZM ile ciddi mücadele verdi. SOL ile karşı karşıya geldi. Genel Merkez, Sovyetler Birliği'ni karşısına alarak ilerliyordu. Ritmi belliydi. Duruşu da sesi de tonu da... Sonra dengelerle birlikte ROL de değişti.
Lider de... CHP'de Deniz Bey'den sonraki değişimin bir benzeri MHP'de yaşanıyordu.
ABD ile uyumlu olan ve KOMÜNİSTLERE karşı mücadele eden parti gidiyor, yerine ABD ile kavga eden karşı çıkan dik duran bir siyasi anlayış geliyordu. Doğal olarak bu küçük ölçekte, MHP'nin ülke içindeki yerini, küresel ölçekte ise DÜNYADAKİ Türkiye idealini ortaya koyuyordu.
Böyle bakılmalıydı gelişmelere, tercihlere, olaylara! Partiler liderleri hangi ittifakı çizgiyi benimsiyor? TÜRKİYE nerede kiminle duracaktı? SORULAR BUYDU! Siyaset bu nedenle yapılırdı... NET!
Sık sık yazdığım gibi her partide iki ana ekol kollarını bulundurmaktadır. AK PARTİ geldiğinde KÜRESEL POLİTİKALARA yakınken şimdi uzağındaydı. MHP ile birlikte... Milliyetçi Hareket Partisi DNA'sı gereği, MİLLİYETÇİLİK damarı nedeniyle KÜRESEL anlayışa yakın olamazdı. Mümkün değildi. Ancak parti içinde de Devlet Bey gibi düşünmeyen insanlar vardı. Devlet Bey ve partisi bu nedenle hedefteydi.
Kasetlerle gelinmesi LİDERİN değişmesi eskisi gibi aynı kulvara dönülmesi içindi. Devlet Bey partisini korudu. Aradan zaman geçti. Bölgesel denklem sıkıştı. Türkiye'den hamle bekleyenler, karşısında MHP'yi buldu. Bu nedenle Bahçeli ve partisi yine UYGULANMASI DÜŞÜNÜLEN politikaların önündeki ENGEL olarak görülmeye başlandı. Sinan Ateş cinayeti ve mafya ile MHP'yi yan yana getirme çabalarının altında yatan gerçek buydu.
MHP TÜRKÇÜ olduğu için bölgeyle etkileşimi de iletişimi de farklıydı.
Bu partinin KOD'ları ile ilintiliydi. Anlaşılırdı. Anlamayan dışarısıydı! MHP ülkenin içiyle ilgileniyor dışarıdaki dengelere gelişmelere sırtını dönüyordu. Bölgesel güç haline getirilmek istenen Türkiye'de MİLLİYETÇİLİK yapılması çok anlamlı olmazdı. Dün de bugün de Devlet Bey bölgesel politikaların uygulanması için tasfiyesi istenen liderdi.
MHP, TÜRKİYE'nin ÇIKARLARINI "MİLLİYETÇİLİK" olarak savunacak bir isme verilmek istenmekteydi. Bu partinin ideolojisinin yumuşaması fakat politikasının tamamen değişmesi anlamına gelecekti. Zaten operasyonlar da bu nedene yapılırdı.
Rahmetli Adnan Menderes Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında mutabakata varılan Üçlü Kıbrıs Antlaşması'nı imzalamak üzere 1959'da Londra'ya gitmek için havalandı.
Uçak Gatwick Havalimanı'na 4,5 kilometre kala, Surrey bölgesindeki Newdigate köyü yakınlarındaki ormanlık alana çakıldı. Uçaktaki 14 kişi hayatını kaybederken içinde Menderes'in de bulunduğu 7 kişi şans eseri yaşama tutunuyordu. Sonra DARBE ile tasfiye ediliyordu!
Rahmetli Özal da bölgesel politikalardaki cesur tavrı nedeniyle saf dışı bırakılıyordu.
Reisi'nin başına gelenler bize yabancı değildi yani...
Hepsi KÜRESEL sonuçlar DOĞURACAK bölgesel POLİTİKALARI engellemek içindi!
Bahçeli ve arkadaşları, MİLLİ sınırlar içinde MİLLİ olmayı savunan bir siyasi organizasyon olarak KÜRESELLEŞME karşıtı bir duruş sergiliyordu. NET... Bu da rahatsızlık veriyordu. Çatışma burada başlıyordu. AK PARTİ içinde her ne kadar tasfiye edilse de KÜRESELCİ ruha yakın çok isim vardı. MHP'de olduğu gibi... CUMHUR İTTİFAKI'na uygulanan basıncın nedeni, ÇATLAMAYI MEYDANA getirmekti.
Sorti'ler sürecekti! AK PARTİ ile MHP arasındaki felsefe farkı yani TABANLARININ dayandığı RUH kaşınacaktı.
Farklılıkları zenginlik olarak değil, AYRILIK NEDENİ olarak öne çıkartılacaktı. Öyle de yapılmakta.
Tam da bu nedenle Devlet Bahçeli, Ülkücü Şehitleri Anma Günü'nde Ülkücü Şehitler Anıtı'nı ziyaret ettikten sonra açıklamalarda bulunuyordu...
"Dünün ülkücü katilleri sözde ülkücü savunması yapıyor.
Bir senaryo ile üstümüze geliniyor. Müfterilerle helalleşmeyeceğiz. Ülkücü katilleri ile hesaplaşacağız...
Bizden olmadığı halde bizimle ilgili konuşan, kokuşmuş zevatın kuyruk acısını biliyoruz. Cumhur İttifakı'nı zafiyete uğratmak maksadı ile bir senaryo ile üzerimize gelenlerin yumuşak karnımızı yoklayanların dış bağlantılı ajanlarla taşeronluk yapanları karşılayıp paramparça etmek nimet borcumuzdur..." Oysa biz konulara kişi, isim, parti ve tepki ekseninde bakıyoruz... Bölgesel ve küresel oyun kurucuların ne yapmak istediği ne yaptığı ile ilgili tek saniyelik enerji bile harcamıyoruz. CHP şu hali ile kesinlikle AK PARTİ-MHP çizgisinde değildi. Olmayacaktı.
Diğer partiler de... AK PARTİ ile yollarını ayıran etkili isimlerle ideolojileri farklı da olsa aynı kulvarı paylaşmaktaydılar.
CUMHUR İTTİFAKI'nın ruhuna itiraz edenler politikasına karşı çıkanlar, DIŞARISININ da desteğiyle kapıları zorlayacaktı...
Mesele MHP'nin ne yaptığından çok ABD'nin ÇİN ile olan mücadelesini daha fazla erteleme şansının bulunmayışıydı. Bu da Türkiye için önemli ve hassas bir nokta oluşturmaktaydı.
Yaşadıklarımızın ana özeti bu.
Konu Kürt Kartı üzerinden Demirtaş'a, Kavala'ya, Kerkük'e, YPG'ye, Talabani'ye, Barzani'ye, HAMAS'a, siyasette yumuşamaya da gitse, son durak ÇİN'di...

 

 

KÜRESEL ARENADAN, BÖLGEYE gelelim...

Avustralya ve Fiji arasındaki takım adalardan oluşan Yeni Kaledonya, 19. yüzyıldan bu yana Fransa'ya ait bir bölge. Paris yönetimi ile takım adada nüfusun yüzde 40'ını oluşturan yerli Kanak halkı arasındaki gerilim bir süredir yüksekti. Kanaklar, bölgede 10 yıldan fazla yaşayan Fransızların oy hakkına sahip olmasını öngören yeni anayasanın, yerel halkın yönetimdeki gücünü azaltacağından duydukları kaygı nedeniyle sokağa çıktı.
ADALAR savaş alanına döndü.

Olağanüstü hal ilan edildi. 3 bin kişilik ÖZEL FRANSIZ birlikleri yollandı. Macron 24 saatlik uçuşla bölgeye gitti. Sorun hala çözülmüş değil.
Peki ne oluyordu?

Çok sık yazdığım gibi ABD İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'ndan sonra aldığı imparatorluğu ısrarla geri isteyen İNGİLTERE ile çatışma halindeydi.
Bu savaş her yerdeydi! İngiltere'yi düşünün! Küçük bir ADA! Nüfusu da etkisi de görünürde sınırlı. Nasıl oluyordu da görünür güç ABD ile mücadele edebiliyordu? Londra'ya akan PARA ve emperyal olarak kağıt üzerinde "yönetmediği ülkeleri" bir araya getirerek oluşturduğu mukavemetle...

Türkiye'yi düşünün. Londra'da evi, parası, varlığı olan ne kadar sanatçı-siyasetçi-sporcu-işadamı var... Bunu KÖRFEZ'e ve Çin'e oradan da RUSYA'ya oligarklara uzatın! Diktatörlere kadar esnetin.
Devasa zenginlik İNGİLTERE'ye yani City of London'un kontrolüne akıyordu.

 Bu ABD'nin Bretton Woods'ta kurduğu DOLAR sistemi üzerindeki koca bir delikti. ABD silahla, askerle, teknoloji ile bunu kapatıyor olsa da İNGİLTERE çok az maliyetle, akılla buna karşı çıkıyordu. ÇİN bunun sonucuydu!
Eğitim sistemimiz bir İNGİLİZ'in nasıl düşüneceğini bize açıklamazdı.
Anlayamazdık.
Günün sonunda ABD'ye "Bize imparatorluğumuzu verin.
Karışmayız ha..." tehdidinde bulunuyorlardı. ABD de boş durmuyordu. Duramazdı.

 

 Yeni Kaledonya da Suriye de Kuzey Irak da aynı savaşın farklı ve birbirine uzak mevzileriydi.
ABD, İngiltere'nin elinden AVUSTRALYA'yı çekip aldı.
AUKUS bunun içindi. Çin ile arası iyi olan AVUSTRALYA artık sert ve netti. ABD'nin yanındaydı.
Pentagon da oradaki ÜSLERDEN tüm bölgeyi saniye saniye dinliyor ve izliyordu. 

OKYANUSLARI kontrol edemeden dünyayı yönetemezdiniz. Avustralya gidince Fransızlar'ın elindeki YENİ KALEDONYA'nın da gitmesi gerekiyordu. Nasıl AFRİKA'da pek çok ülke elinden alındıysa, aynısı yapılmaktaydı.
Operasyon buydu.
ÇİN'i kuşatıyor aynı anda aynı akılla ÇİN'e güç verenleri de buduyorlardı. Afrika operasyonları neyse, Yeni Kaledonya neyse HAMAS da oydu! Reisi'nin öldürülmesi de oydu! Çin'in havuzuna su taşıyan herkes hedefti. Bu bize KÜRESEL MÜCADELENİN nasıl yaşandığını gösteriyordu. Tabii alışkanlıklarımız ve kafa konforumuz bunu görmeyi zorlaştırıyordu. İsimlere, demeçlere bakarak olan biteni anlamaya gayret ediyorduk.

Hiç şansımız yoktu!
Devletlerin üzerinde bir güç net olarak vardı. Fransız yayıncı ve Cizvit din adamı Abbé Augustin Barruel, 1797'de İlluminati Düzeni gibi gizli toplulukların Fransız Devrimi'ne öncülük ettiğini öne sürdü. Öncesinde ABD'deki DEVRİM, SAVAŞLARI ve sonuçları kontrol edenin de aynı akıl olduğu iddia edildi.
ABD'nin üçüncü başkanı Thomas Jefferson'ın, bu örgüte üye olduğu ileri sürüldü. George Washington'ın da yazdığı bir mektupta İlluminati'den söz ettiği SIR değildi. Bu örgüt mü yapıyordu?
Bilemem. Acaba dünyada olan bitenin önemli bir kısmını BAVYERA KÖKENLİ, ALMAN KÖKENLİ İLLUMİNATLAR MI gerçekleştiriyordu... Açık kaynak haliyle yok. Olanları sorgulayınca bir iktidarın yapacaklarından çok fazlası gibi durmakta... Bence...
Neyse...
Kafanızı karıştırmak istemem.

Oyunun büyük olduğu büyük akılların çarpıştığı kesin.

 Ve bizler devamlı olarak içeride şablonlarla, etiketlerle, alışkanlıklarla konuşuyoruz. Anlamak gayreti içinde değiliz. Bölerek, ayrıştırarak, dışlayıp yürüyoruz.

 Aylardır burada "KÜRT KARTI" önümüze gelecek diye yazıyorum Savaşın tonu ve amacı belli.

Gelmemesi mümkün değil. İşte Devlet Bey bunca yılın tecrübesiyle olayları merkezinde izlemenin verdiği avantajla çok önemli bir çıkışa imza attı. Devlet Bey'in "Türkiye, Suriye yönetimi ile karşılıklı el ele vererek işbirliği köprüsü inşa ederek terör örgütünün istilasına müsaade edilmemelidir. Bölücü terör örgütünün kaynağında askeri operasyonlarla kökü kurutulmalıdır..." sözleri çok kritik ve önemliydi.

DEM üzerinden, Demirtaş üzerinden Özgür Özel'e yüklenmesi, İmamoğlu'nu pas geçmemesi de... Ve "Türk cihan hakimiyetinin ilk merkezi İstanbul'dur..." çıkışı da...

Devlet Bey, Sinan Ateş suikastı ve MAFYA üzerinden ÜLKÜCÜLER'i hedef alan, almaya çalışanlara SURİYE üzerinden cevap veriyordu. Adres doğrudan ABD'ydi. CHP'ydi. Ve MHP lideri bu çok konuşulacak çıkışı Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği'nin değişmesinden sonra gerçekleştiriyordu.

Reisi, İSRAİL'LE SAVAŞ İSTEMEDİĞİ için tasfiye ediliyordu. ORTA DOĞU'nun kaynaması, KÜRESEL hesapların alt üst olması ve tansiyonun buraya park etmesi anlamına gelmekteydi. Görünen o ki oraya doğru hızla gidilmekte... Reisi'nin yerine kimin geldiği yeterince ipucu verecekti. Belki de daha önce hiç yaşamadığımız sertlikte bir türbülans bölgeyi bekliyordu.
Yaşayıp göreceğiz. Her ne olursa olsun Devlet Bey'in açıklamalarını tekrar tekrar okuyun. İyi okuyun.
Not edin. Olacakları bu yazı üzerinden değerlendirin...

………………….

Teröre Şam'ar

O KADAR kritik gelişme oluyor ki hangisini buraya taşıyacağımı şaşırıyorum. Yıllardır DIŞ GÜCÜN ne olduğunu nasıl sonuç aldığını aktardım. Sadece Türkiye değildi oyun alanı. Binlerce örnek vardı. Ve şimdi klavyenin başında bütün olan bitenin hesabını yaptığımda DEVLETLERÜSTÜ BİR AKILLA karşı karşıya olduğumuzu görüyorum. NET!
Hiçbir zaman dünya üzerindeki devletlerin kendi istediklerini yapıp sonuçta ortaya çıkan tablo üzerinden konuşulduğunu varsaymadım!
Mümkün değildi bu! Hiçbir zaman...
Bugün çok geniş yelpazeden gidelim. Türkiye'ye gelelim... Ve o aklı görmeye çabalayalım...
Sokakta çevirdiğimiz yüz kişiden 99'nun bile haritada yerini gösteremeyeceği YENİ KALEDONYA diye bir OKYANUS DEVLETİ var.
Fransa'ya bağlı. Orası karıştı.
Devlet Bey içeride MHP'ye ve ÜLKÜCÜLER'e gelen rüzgarı gördü ve elini yükseltti.
"ESAD ile anlaşalım. Terörün kökünü birlikte kazıyalım..." dedi. Üstüne bir de CHP lideri Özgür Özel'in YUMUŞAMA ve NORMALLEŞME çıkışlarına değindi. İyice yüklendi: Türkiye'de anormal bir şey yoktur. Özgür Bey'e adam gibi duruş sergilemesini tavsiye ediyorum...
Yani günlerdir yazdıklarım yavaş yavaş sahne alıyordu.
Alacaktı. Kaçış mümkün değildi.
Açalım isterseniz...
KÜRESEL ARENADAN, BÖLGEYE gelelim... Avustralya ve Fiji arasındaki takım adalardan oluşan Yeni Kaledonya, 19. yüzyıldan bu yana Fransa'ya ait bir bölge. Paris yönetimi ile takım adada nüfusun yüzde 40'ını oluşturan yerli Kanak halkı arasındaki gerilim bir süredir yüksekti. Kanaklar, bölgede 10 yıldan fazla yaşayan Fransızların oy hakkına sahip olmasını öngören yeni anayasanın, yerel halkın yönetimdeki gücünü azaltacağından duydukları kaygı nedeniyle sokağa çıktı.
ADALAR savaş alanına döndü.
Olağanüstü hal ilan edildi. 3 bin kişilik ÖZEL FRANSIZ birlikleri yollandı. Macron 24 saatlik uçuşla bölgeye gitti. Sorun hala çözülmüş değil.
Peki ne oluyordu?
Çok sık yazdığım gibi ABD İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'ndan sonra aldığı imparatorluğu ısrarla geri isteyen İNGİLTERE ile çatışma halindeydi.
Bu savaş her yerdeydi! İngiltere'yi düşünün! Küçük bir ADA! Nüfusu da etkisi de görünürde sınırlı. Nasıl oluyordu da görünür güç ABD ile mücadele edebiliyordu? Londra'ya akan PARA ve emperyal olarak kağıt üzerinde "yönetmediği ülkeleri" bir araya getirerek oluşturduğu mukavemetle...
Türkiye'yi düşünün. Londra'da evi, parası, varlığı olan ne kadar sanatçı-siyasetçi-sporcu-işadamı var... Bunu KÖRFEZ'e ve Çin'e oradan da RUSYA'ya oligarklara uzatın! Diktatörlere kadar esnetin.
Devasa zenginlik İNGİLTERE'ye yani City of London'un kontrolüne akıyordu. Bu ABD'nin Bretton Woods'ta kurduğu DOLAR sistemi üzerindeki koca bir delikti. ABD silahla, askerle, teknoloji ile bunu kapatıyor olsa da İNGİLTERE çok az maliyetle, akılla buna karşı çıkıyordu. ÇİN bunun sonucuydu!
Eğitim sistemimiz bir İNGİLİZ'in nasıl düşüneceğini bize açıklamazdı.
Anlayamazdık.
Günün sonunda ABD'ye "Bize imparatorluğumuzu verin.
Karışmayız ha..." tehdidinde bulunuyorlardı. ABD de boş durmuyordu. Duramazdı. Yeni Kaledonya da Suriye de Kuzey Irak da aynı savaşın farklı ve birbirine uzak mevzileriydi.
ABD, İngiltere'nin elinden AVUSTRALYA'yı çekip aldı.
AUKUS bunun içindi. Çin ile arası iyi olan AVUSTRALYA artık sert ve netti. ABD'nin yanındaydı.
Pentagon da oradaki ÜSLERDEN tüm bölgeyi saniye saniye dinliyor ve izliyordu. OKYANUSLARI kontrol edemeden dünyayı yönetemezdiniz. Avustralya gidince Fransızlar'ın elindeki YENİ KALEDONYA'nın da gitmesi gerekiyordu. Nasıl AFRİKA'da pek çok ülke elinden alındıysa, aynısı yapılmaktaydı.
Operasyon buydu.
ÇİN'i kuşatıyor aynı anda aynı akılla ÇİN'e güç verenleri de buduyorlardı. Afrika operasyonları neyse, Yeni Kaledonya neyse HAMAS da oydu! Reisi'nin öldürülmesi de oydu! Çin'in havuzuna su taşıyan herkes hedefti. Bu bize KÜRESEL MÜCADELENİN nasıl yaşandığını gösteriyordu. Tabii alışkanlıklarımız ve kafa konforumuz bunu görmeyi zorlaştırıyordu. İsimlere, demeçlere bakarak olan biteni anlamaya gayret ediyorduk. Hiç şansımız yoktu!
Devletlerin üzerinde bir güç net olarak vardı. Fransız yayıncı ve Cizvit din adamı Abbé Augustin Barruel, 1797'de İlluminati Düzeni gibi gizli toplulukların Fransız Devrimi'ne öncülük ettiğini öne sürdü. Öncesinde ABD'deki DEVRİM, SAVAŞLARI ve sonuçları kontrol edenin de aynı akıl olduğu iddia edildi.
ABD'nin üçüncü başkanı Thomas Jefferson'ın, bu örgüte üye olduğu ileri sürüldü. George Washington'ın da yazdığı bir mektupta İlluminati'den söz ettiği SIR değildi. Bu örgüt mü yapıyordu?
Bilemem. Acaba dünyada olan bitenin önemli bir kısmını BAVYERA KÖKENLİ, ALMAN KÖKENLİ İLLUMİNATLAR MI gerçekleştiriyordu... Açık kaynak haliyle yok. Olanları sorgulayınca bir iktidarın yapacaklarından çok fazlası gibi durmakta... Bence...
Neyse...
Kafanızı karıştırmak istemem.
Oyunun büyük olduğu büyük akılların çarpıştığı kesin. Ve bizler devamlı olarak içeride şablonlarla, etiketlerle, alışkanlıklarla konuşuyoruz. Anlamak gayreti içinde değiliz. Bölerek, ayrıştırarak, dışlayıp yürüyoruz. Aylardır burada "KÜRT KARTI" önümüze gelecek diye yazıyorum Savaşın tonu ve amacı belli. Gelmemesi mümkün değil. İşte Devlet Bey bunca yılın tecrübesiyle olayları merkezinde izlemenin verdiği avantajla çok önemli bir çıkışa imza attı. Devlet Bey'in "Türkiye, Suriye yönetimi ile karşılıklı el ele vererek işbirliği köprüsü inşa ederek terör örgütünün istilasına müsaade edilmemelidir. Bölücü terör örgütünün kaynağında askeri operasyonlarla kökü kurutulmalıdır..." sözleri çok kritik ve önemliydi. DEM üzerinden, Demirtaş üzerinden Özgür Özel'e yüklenmesi, İmamoğlu'nu pas geçmemesi de... Ve "Türk cihan hakimiyetinin ilk merkezi İstanbul'dur..." çıkışı da...
Devlet Bey, Sinan Ateş suikastı ve MAFYA üzerinden ÜLKÜCÜLER'i hedef alan, almaya çalışanlara SURİYE üzerinden cevap veriyordu. Adres doğrudan ABD'ydi. CHP'ydi. Ve MHP lideri bu çok konuşulacak çıkışı Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği'nin değişmesinden sonra gerçekleştiriyordu.
Reisi, İSRAİL'LE SAVAŞ İSTEMEDİĞİ için tasfiye ediliyordu. ORTA DOĞU'nun kaynaması, KÜRESEL hesapların alt üst olması ve tansiyonun buraya park etmesi anlamına gelmekteydi. Görünen o ki oraya doğru hızla gidilmekte... Reisi'nin yerine kimin geldiği yeterince ipucu verecekti. Belki de daha önce hiç yaşamadığımız sertlikte bir türbülans bölgeyi bekliyordu.
Yaşayıp göreceğiz. Her ne olursa olsun Devlet Bey'in açıklamalarını tekrar tekrar okuyun. İyi okuyun.
Not edin. Olacakları bu yazı üzerinden değerlendirin...

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)