5 Temmuz 2024 Cuma

Tarih/imizden Notlar-KALANLAR VE AYRILANLAR-DARBE GERÇEKLİĞİ-1-2-3-4-5-6


Daha yakın tarihimize bakalım; ‘94 sürecine baktığımızda takındığımız tutum ve mahkum ettiğimiz bir dizi pratiğin bugün azınlık Merkez Komite üyeleri tarafından partiye nasıl dayatıldığını görürüz. Şimdi o dönemin darbecileriyle birlik çağrıları üzerine yürütülen tartışmalara bakalım.

“Birliği bozan veya “ayrılık sürecini tamamlayan” adım II. MK toplantısıdır. Bu toplantı birliğin ruhuna aykırıdır. Partiye rağmen onu reddeden bir içerikte gerçekleşmiştir. Ayrılık bu toplantıyla tescillenmiştir. Darbe bu toplantı ile teminat altına alınmak istenmiş ve ayrılık için şartlar olgunlaşmıştır. Bu toplantı ile MK çoğunluğu parti çoğunluğunu dışlamış ve parti çoğunluğu da onu “parti dışı” ilan etmiştir. (Partizan, sayı: 71, s. 28)

Dönemin darbecilerine verdiğimiz yanıtta neyin darbe olacağını görmeye-göstermeye çalışalım.

KALANLAR VE AYRILANLAR…

ST“dört kriter”e tekabül eden farklı görüşlerin ayrılık nedeni olabileceğinden bahsetmektedir. Aramızdaki ayrılıkların önemli olsa da o seviyede olmadığını özellikle vurgulamaktadır. Çünkü birlik önerisi “dört kriter” zemininde gerçekleşmektedir. Bize böylece, “ayrılık noktalarını abartarak birliğe olumsuz yaklaşmayın” demiş olmaktalar. Oysa bizim ileri sürülen hiçbir “ayrılık noktasını” “bölünme gerekçesi” yapmamız mevzu bahis değildir.

 

Daha da ötesi biz ST’nin ileri sürdüğü “dört kriter” üzerinden de “ayrılık gerekçesi” üretmedik. Aslına bakılırsa biz ne DABK ile ne de “darbe” ile ayrılık gerekçesi ileri sürdük. Her iki yapı da partiden ayrılmalarının sonuçlarını yaşamışlardır. Program veya örgütsel kurallar ya da stratejik ve taktik anlaşmazlık konuları olduğu için ayrılık ilan eden vaktinde DABK olmuştur.

 

DABK II. MK’yı parti çizgisinden sapmakla, revizyonizmle suçluyordu. Sonraki ayrılık ise darbe ve darbeye tavırla şekillenmiştir. “Ayrılık gerekçesi” üretmeye ayrılacakların ihtiyacı olur. Oysa biz hiçbir zaman bu ihtiyacı hissetmedik. Zaten hep kalan biz, ayrılan onlar olmuştur. Komünistler bulundukları partiden ayrılmayı, o parti komünist geleneğin/enternasyonalin temel kurallarına göre kurulduğu ve öyle işlediği sürece esasen ve hatta neredeyse tamamen reddederler. Onlar için esas olan sonuna kadar parti için mücadeledir.

 

TİİKP’in revizyonist önderliğine rağmen Kaypakkaya bu yolu sonuna kadar zorlamış ve kendilerinin varlığı tehdit edildiği, ifade özgürlüğü yok edildiği durumda, belki de “mecburen” demeliyiz, yeni bir parti kurmaya yönelmiştir. Örgüt hukuku açısından meşru olduğu ve bunu bozmadığı sürece önderliği oportünist olsa da komünistler, partiden ayrılmayı bir yol olarak benimsemezler. Bunu bozacak kural, siyasi olarak nitelik değiştirecek bir aşamada partinin önderlik misyonunu oynamaması olabilir.

 

Ustaların ve önderlerin genel tavrı bu yaklaşımı doğrulamaktadır. Lenin’in devrim öngörüsünde bulunup devrime önderlik görevini öne sürmesiyle beraber RSDİP içinde hem de merkezinde yaşanan karmaşa bilinir. Başlangıçta Lenin neredeyse yalnızdır. Lenin’in devrim perspektifi, planı MK tarafından kabul edilmemektedir.

 

 Nihayet Lenin, istifa etmek durumunda kalacağını belirterek partiyi son kez devrime önderlik etme sorumluluğunu almaya çağırır. Ancak ondan sonra RSDİP MK’sı nihai kararı alır. Lenin için bu devrimi kavrayamayan, sürecin gerisinde kalan bir karardır; başka bir ifadeyle, parti, kendiliğinden sürecin altında kalmıştır ve terk edilebilir. Lenin istifa tehdidi içeren mektubuyla komünist partiyi kesin bir ikileme sokmuş ve nihayet onun kendisini aşmasına, devrime önderlik etme kararını almasına neden olmuştur. Aksi halde Lenin mektupta ifade ettiği yolu tercih edebilir, RSDİP’tenkoparak yeni bir örgütlenmeye girişebilirdi! Lenin’in pratiği ST’nin “dört kriteri” ile bire bir açıklanamaz.

 

Sonuçta ideolojik olarak, program açısından, örgüt kurallarında, stratejik ve taktiklerde -Lenin’in devrim öncesinde onlara dair sunduğu “yeni” görüşleri, tezleri hariç tutulursa- bir ayrılık olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Nihayet biliyoruz ki, parti “Lenin’in partisiydi”. Onun hemen her hücresine nüfuz ettiği bir partiydi. Kuşkusuz burada da sonuç olarak “dört kritere” tekabül eden olgulardan bahsedebiliriz.

 

 Ancak bundan “sonuç olarak” bahsedebiliriz. İstifa mektubu bize bu kavramların nasıl biçimleneceği hakkında olabildiğince bilgi vermektedir. Bütün bunlar bize “basit” görünen kimi olguların büyük sonuçlara neden olabileceğini ve aynı zamanda kimi “karmaşık” olguların da aynı partide bir arada olmaya engel olmayabileceğini (elbette mücadelesiz değil) göstermektedir.

 

 “Dört kriter”i referans aldığımızda Lenin’in Menşeviklerle ayrılık gerekçesi üretmeye daha yatkın olduğu halde ayrılmayıp Ekim Devrimi öncesinde Bolşeviklerden “ayrılma gerekçesi” üretmeyi “tercih” ettiğini görüyoruz! (Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin Menşeviklerle aynı partide bulunduklarını ve çoğunluk iradesini kabul etmeyerek çoğunluk ile uyumlu çalışmayı reddedip ayrılığı tercih edenlerin de Menşevikler olduğunu unutmayalım.) Bu, özgün ve ilginç bir deneyimdir.

 

 Buradan çıkaracağımız sonuç şu olmalıdır:

 ST’nin belirlediği “dört kriter” iç içe bulunan halkalardır. Bu halkalar derece derece çoğaltılabilir ve gene her pratiğin, her anın değerlendirilmesine konu olabilir. Bunları belli, önceden belirlenmiş, kesin maddeler olarak kavramak ve uygulamak eksiklik ve yanlışlıklara neden olabilir. Mesela program maddelerindeki önemli bir anlaşmazlık birliğe engel görülmediği halde ve birlik buna rağmen sürdürüldüğünde hata yapılmış olmazken bir tüzük maddesinin çiğnenmesine göz yummak ciddi bir siyasi suç olabilir. Birincisi de “ayrılığa gerekçe” olabilir ama bu ayrılığın doğru/haklı olduğu anlamına gelmez.

İkincisi; görünürde birincisinden daha az “dört kriter” ile ilgili olsa da sonuçta ondan dolayı yaşanacak ayrılık “kaçınılmaz” kabul edilebilir, birlik zemininin kaybedilmesi göze alınabilir. Dolayısıyla “dört kriter” hakkında, sonuç olarak hem fikiriz. Ancak, bunların gerçeklik içerisinde somut olarak kavranışında farklı düşünmekteyiz. Zaten sorunumuz da bu kavrayış farklılığında yatmakta, o darbeyi “dört kritere” uygun olarak mahkûm edememektedir.

 

“ÖRGÜTSEL İLKELERDE BİRLİK VE PARTİDEN KOPMANIN YANLIŞLIĞI

” Şimdi en başa dönelim; darbe sürecine, darbeye ve de “ayrılığa” nasıl yaklaştığımızı tartışalım. Görelim bakalım ST’yle ne derece ortak/uyumlu olabiliyoruz? ST halen basit bir “ayrılıktan” ve halen “ayrılıp giden” olarak bizden bahsetmektedir.

 Ve halen Maoist parti anlayışını “darbeye karşı tavrımızın” karşısına koymaktadır. O halen “ayrılık anı”ndaki durumu doğru görmekten uzak davranmaktadır. Bundandır ki, kimi “düzeltmelerin” esasen bir yenilik, değişim/düzeltme olmadığı biçimindeki değerlendirmemizi anlamamaktadır. ST, II.Kongre’nin aldığı karardaki “ayrılıklarımız” listesinden özel olarak birini temel aldığımızı anlamalıdır. Sorunu çözmek amacındaysa eğer, çözmeye buradan başlamalıdır. Kuşkusuz “ayrı düşündüğümüz” yığınla konu, taktik mesele vardır ve gelecekte de bunun önünü almak mümkün olmayacaktır. Zaten “bunun önünün alınması” kaygısı da taşınmamalıdır.

 

 Denebilir ki, yapıların herhangi birinde yer alıp da birçok konuda diğeri ile daha çok “ortaklaşan” unsurlar bile olabilir… Hatta daha da ileri gidip denebilir ki, örgütlü olmadığı halde teoride herhangi bir yapının görüşlerini “ileri derecede” savunanlar da olabilir... Buna sınır koymak ne anlamlıdır ne de gerçeğe uygundur. “Örgütsel ilkelerde birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı.” Bütün mesele nihayet bundan ibarettir.

ST’yle tartışmamızın ve yahut “tartışmamamızın” özü budur! Diğer tüm meseleler ancak bunun doğru kavranması durumunda ST’nin belirlediği “birlik” hedefi açısından da bir değer kazanmaya başlar. Peki, ST bunu kavrayabilir mi? Şimdiye kadar gördüğümüz şey bunun mümkün olmadığıdır. Neden? Nedeni ayrı bir konudur ve bu soruya yanıt oluşturan konuyu son söze bırakalım… “Örgütsel ilkelerde birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” bu tartışmadaki temel “sorunsal”dır. ST tüm süreci bu kavramı belirsizleştirerek kavramakta veya anlatmaktadır.

Bugün ST ile “apayrı” yerlerde bulunmamızın temelinde bu vardır. Onlar kimi yerde ve zamanlarda bu “ayrılığa” dair “ille de Maoizm”i benimsememeyi, “Stalin Gerçeği” belgesi üzerinde farklı düşünmeyi, “Partimizin Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olduğu” konusundaki sözde uzlaşmazlığı ve daha da ileri gidip “yarı-Hocacılık” eleştirisini gündeme getirseler de, ayrı yaklaşımlara sahip olduğumuz konularda görüşlerimizi çarpıtarak, anlaşılmaz hale getirerek bazı “ayrılık gerekçeleri” uydursalar da temel sorun “örgütsel ilkelerde birlik ve partiden ayrılmanın yanlışlığı”dır.

 

 ST’nin DABK ayrılığına dair, en başından beri vurguladığımız temel zaafa yıllar sonra “değinmesi” aslında konuya pek de yabancı olmadığını gösteriyor! Şimdi bizim temel sorun kabul ettiğimiz olguyu “örgüt kurallarında birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” olarak formüle ediyor olabilmesi de aynı duruma işaret ediyor. Ancak bunun temelde kavranmadığına dair hükmümüzü değiştirmiyor bu durum. ST halen, partiden kopmanın yanlışlığından dem vurabiliyorken de “darbe”nin anlamının bu olduğunu görmezden gelip bizi “ayrılanlar” olarak görmekte/göstermektedir.

 Çevresine halen bunu propaganda etmekte, ortadaki gerçekliği zorlamalar pahasına çarpıtmaktadır.

 

 DARBE GERÇEKLİĞİ…

“Darbeye” dair gerçekleri ve görüşümüzü ortaya koyarak konuyu açalım. ST konferans kararının iki kişi tarafından çiğnenmesinin TKP/ML’nin öne sürdüğü “darbe” olduğunu, “darbe” demenin bundan ibaret olduğunu iddia ederek güya “birlik ve ayrılık” anlayışımızı mahkum etmektedir:

 “Kısaca TKP/ML’nin anlatarak bitiremediği sorun şudur: birlik görüşmeleriyle birlikte TKP/ML’den yoldaşlarında ağırlıklı olarak içerisinde olduğu önderlikler başta olmak üzere, konferans delegeleri de dahil hepsinin birleşerek üyelere darbe yaparak aldıkları kararın, yine bu kültürün bir parçası olan, yine önderlikten iki kişinin konferans delegelerinin iradesine darbe yaparak açıklamasıdır.”

!!! (ags, Sf: 36)

 Böylece hafif bir darbeye karşı benzer hafif darbeler de söz konusu edilerek “Partiden ayrılık ilanı” teşhir edilmiş olmaktadır!

 Şöyle diyor ST 37. sayfada: “TKP/ML’nin gelinen aşamadaki birlik ve ayrılık anlayışı; eğer bir gün bulunduğunuz örgütlenmede bir karar uygulanamaz ya da yanlış uygulanırsa sizlerin o yapıdan ayrılmanız ya da atılmanız için yeterli sebep ortaya çıkmış demektir boyutuna gelmiştir”, “TKP/ML açısından bir ayrılıkta temel meseleler önemli değildir. O gün açısından ayrılığı meşrulaştıracak en uygun şey çok tali bir şey de olsa ayrılığın sebebi yapılabilir.” Bu tespiti üzerinden eleştirilerini sakız çiğner gibi sürdürüyor ST. “Ne kadar çok söylenir ve basitleştirilirse o kadar kabul ettirilebilir” varsaydığı için olsa gerek, bu bölüm, tüm yazıdaki en geri yaklaşımı içerdiği halde gereksizce uzatılıp sürdürülmüştür.

 Ya da bu eleştiriye konu edilen yaklaşım neredeyse kimsenin savunamayacağı bir niteliğe sahip olduğu için sürdürmek mümkün olmuştur! Yazdıkça yazası gelmiştir yazanın! Bu basit yanlışa karşı üstünlüğün verdiği haz abartıya neden olmuştur!..

 Darbe dediğimiz şey nedir?

ST darbeye kadar varan sürecin belki de en dikkat çekici “başlangıcı”ndan söz etmektedir. TKP/ML’nin darbe kabul ettiği şey ise bu değildir. Elbette ST’nin konu ettiği olay ve ona dair tanımı reddetmiyoruz. Onun belirttiği gibi konferans iradesine karşı ona rağmen yapılan bu hareket de bir “darbe”dir. Hakeza daha güçlü bir irade olarak konferansın kararı da partiye karşı “darbe” olarak adlandırılabilir. Bu anlayışla hareket edilerek yığınla yanlış arka arkaya dizilebilir. Ama bu yanlışlar “parti içindeki ayrılıklar” olarak “birlik içindeki sorunlar” olarak kavranılır ve bu çerçevede çözümlenir ki daima bu anlayışla hareket edilmiştir.

“Başlangıç” olarak tanımladığımız ama ST’nin “TKP/ML’yi anlatarak bitiremediği” dediği hareketten devam edelim tartışmaya…

 

Bu hareket başta planlı, amacı belli bir hareket olarak değerlendirilmektedir. Bu hareketin öncesi de vardır sonrası da. Kendisiyle sınırlı olsaydı elbette ne plandan bahsedilebilirdi ne de “sonuç”tan… Tuhaf olan şey, ST’nin sonrasındaki gelişmelerle ve açığa çıkardığını belirttiği düşman oluşumuyla bunu neredeyse hiç bağlantılandırmamasıdır!

 TKP/ML’nin darbe dediği olgu bu değildir.

Darbe, parti iradesinin tamamen gasp edilmeye çalışılması ve hatta bunun gerçekleşmesine paralel olarak, bünyenin “nihayet” dışına atmayı başardığı “sözde irade”nin oluş biçimidir. Parti bu oluşumu henüz gelişim halindeyken, tamamlanmamışken çoğunluk iradesine uymaya çağırdı; Onu konferansa yöneltmeyi denedi. Bu çağrı, uğraş parti birliğine yaklaşımın somut ifadesidir.

Sorunların hangi yöntemle çözülebileceğine verilmiş yanıtlardır bunlar. Açık ki o süreci yaşayanların birçoğu gidişatın nereye olduğunu sezmişlerdi ve daha önce değindiğimiz “kaçınılmazlığı” öngörmüşlerdi. Ancak buna rağmen “sonuna kadar” parti içi çözüm kopmakta olanlara sunulmuştu. Konu ettiğimiz konferans çağrısı, “darbeye doğru yürüyenlere” partide kalma çağrısıdır.

 II. MK’da reddedilen çağrı, birliğin reddi olmuştur. Darbe dediğimiz budur! Partinin üçte birinin talebiyle toplanması mümkün olan konferans, MK kararı ile reddedilmiştir. Böyle davranan MK, parti çoğunluğunun üzerinde irade kurmaya yönelmiştir. ST’nin bunu gizlemek için “iki kişinin konferans kararlarına muhalefeti”nden söz etmesi, gerçekliği çarpıtma girişiminden başka nasıl tanımlanabilir? Üyelerin çoğunluğunun konferans talebi bulunduğu durumda MK’nın konferansı gerçekleştirmekle yükümlü hale gelmesi parti disiplininin, çoğunluk iradesinin tanınmasının bir gereğidir. Bunlar parti birliğinin temelidir.

 ST’nin sıraladığı dört kriter ancak bu temel varken anlamlıdır, güçlüdür… ST’nin bu çarpıtması aynı zamanda şaşırtıcıdır. Olayların yaşandığı zamanda darbe hakkındaki tespitlerimiz, daha çok farklı olgular öne çıkarılarak örtbas edilmeye çalışılmıştı. “Üyelerin çoğunluğu değil, çoğunluk bizden yana tavır aldı”, “şu organ disiplinsizlik yaptı”, “hizipçi örgütlenmenin çağrısı meşru değildir”, “ticaret işini yapanlar korunuyor”, “makyavelist parti anlayışına sahipler” vs. bunlar günümüzde unutulmuş veya “terk” edilmiştir. Şimdi tespitin dayandığı olayı çarpıtmak tercih edilmekte; TKP/ML II. MK toplantısı yerine “iki kişinin konferansın gizli kararına muhalefeti” konulmaktadır. İkincisi bir disiplinsizlik, sıradan bir “darbeci” tavrı, bu kültürün tezahürü şeklinde nitelenebilir.

 

 Ama ya birincisi? ST yazarları, onun için de aynı “küçümseyici” ifadeleri kullanabilecek misiniz? Yoksa ret mi edeceksiniz? Doğru değil, öyle bir şey olmadı; olsa da parti çoğunluğu onay vermedi metne, hatta üçte biri dahi vermedi mi diyeceksiniz?

“Darbe” dediğimiz, parti iradesinin, belli bir plan ile ve belki de düşman yönlendirmesinin payıyla (o dönemdeki operasyonların örgüt mekanizmasına etkisi özellikle dikkat çekicidir) üstelik parti çoğunluğunun konferans çağrısının küstah biçimde reddiyle ele geçirilmesidir. Parti çoğunluğu “irade” kendisine rağmen ele geçtikten sonra onu tasfiye etmiş, birliği korumayı seçmiştir. “Ayrılan” yok, “ayrılmaya gerekçe” de yok! Parti zemininde kalınmıştır. Darbeye tavır alınmasaydı, partiye rağmen kendini dayatan irade kabul edilseydi, parti birliği onulmaz bir yara almış olurdu.

 

 Parti anlayışımız yenilmiş olurdu. Büyük bir siyasal suç işlenmiş olurdu! Ayrıştığımız temel nokta budur! DABK ile de sizinle de ayrıştığımız husus budur.

Şimdi sizler, bu gerçekliği örtbas ederek ama “ileri derecede” birlikçi gibi davranarak “basit” olayları “ayrılık gerekçesi” yapan TKP/ML’ye yol göstererek, onu parti anlayışı konusunda olmadık “suçlama”larla “teşhir” ederek “birliği tartışalım” istiyorsunuz!

Biz ne samimiyet ne de yürünebilir bir yol görüyoruz. Samimiyet için kavramlarımızın, tespitlerimizin çarpıtılmamasını ön koşul sayarız. Yürünecek yol için uygun bir hedef, bir umut ararız!

DARBE OLGUSUYLA YÜZLEŞME GEREĞİ…

  https://partizanarsiv8.net/file/2018/03/partizan_sayi_71.pdf

DARBE OLGUSUYLA YÜZLEŞME GEREĞİ…

ST, başından beri temel sorunun parti anlayışı olduğunu bilmiyor olamaz. Zira bugüne kadar ve hatta DABK ayrılığı da dikkate alınırsa öteden beri ST’nde ifadesini bulan çizginin “parti anlayışı” dışındaki Üyelerin çoğunluğunun konferans talebi bulunduğu durumda MK’nın konferansı gerçekleştirmekle yükümlü hale gelmesi parti disiplininin, çoğunluk iradesinin tanınmasının bir gereğidir.

 Bunlar parti birliğinin temelidir. ST’nin sıraladığı dört kriter ancak bu temel varken anlamlıdır, güçlüdür… rüşleri “ayrılık gerekçesi” olarak tartışılmamıştır! Söz konusu görüşlerin ayrılık nedeni olduğu iddialarının gerçeklerle ilgisi/ilişkisi yoktur.

DABK, farklı görüşler savunduğu, Kaypakkaya çizgisinin yadsınmasına izin vermeyeceği iddiasıyla ayrılmaya karar verdiğinde o savundukları nedeniyle değil, partiyi terk ettiği için eleştirilmiştir.

Sonraki dönemde partiye katılması için yapılan çağrıların özüde buna dayanıyordu. DABK’ın ısrarla “ayrılık gerekçeleri” olarak “derin ayrılık”, “ideolojik-politik-teorik ayrılık”tan bahsetmesi onun temel problemini çözmemiş, aksine parti birliğinin temeli konusundaki sapmasını “düzelemez” noktaya ulaştırmıştır.

 Bugün hepimiz bilmekteyiz ki

“ayrılık gerekçeleri” doğru ve yapılanı açıklayabilir değildir. Yıllar sonra “birlik” iki taraflı olarak, bir şekilde gündeme geldiğinde ve “ayrılık noktaları” üzerinden bazı değerlendirmeler yapıldığında meselenin özü, temeli iyice umursanmaz hale gelmiş, tali (elbette önemli ama ayrılık gerekçesi olmayan anlamında) görüş ayrılıkları ve “örgütsel birleşme”de uzlaşma gerçekleşmiştir.

 Ayrıca parti anlayışının sorgulanması anlamına gelen “DABK ayrılığı” veya “III. Konferansa tavır farklılığı”, çözümü sonraya bırakılan bir mesele olmuştur. Oysa temel noktanın, sorunun o olduğu unutulmamalıydı.

Yıllar sonra temel uzlaşmazlık tekrarlandı!

Böylece yıpratıcı döngüye girilmektedir. ’92’deki birlik hakkındaki değerlendirmemiz nihayetinde bu uzlaşmazlığa dayanmaktadır.Ayrılığı parti anlayışına dayandırmayan ve birliği de bunun üzerine inşa etmeyen yaklaşım kaçınılmaz olarak hüsrana neden olmuştur.

Sonuç olarak bizi asıl ilgilendiren konu “örgütsel ilkelerde birlik ve partiden ayrılmanın yanlışlığı”dır. ST bu meseleye dair lafta “ileri düzeyde” açıklamalar yapıyor. Gerçeklere bakmaksızın yapılacak tartışmalarda öyle görülüyor ki “ille de Maoizm” diyerek bizi bir kaşık suda boğacak kadar kendinden emindir. Üstelik asıl kökleri olarak kabul ettiğimiz DABK’ı tam da bu nedenle mahkum etmiş durumdalar!

Ayrıca ’94 ayrılığında “parti önderliği”ni de ciddi biçimde eleştirdiler. Peki, bu mesele bu biçimde çözüme kavuşturulabilir mi?

Hayır!

 Sorunun nedeni varlığını korudukça onun çözüldüğü iddia edilemez. ST üzerinde bulunduğu zeminin temelleriyle yüzleşmek durumundadır. DABK’ta vücut bulan ve devamında “darbe” pratiğinde yeniden cisimleşen bütün süreçte kendini doğru tanımlamalıdır. Onun DABK’a karşı duruşu ile darbeye karşı duruşu arasında özde bir fark yok.

 Fark şudur:

 zamanında DABK’a tavır almayıp kendini onunla ifade edenler günümüzde darbeye tavır almayıp kendini onunla sürdürmektedir.

Darbe süreci DABK’ı “mahkum” etmelerine kendilerini bir ölçüde arındırmalarına olanak vermiş oldu ama darbeyi savunmak ve sürdürmek pahasına. Bizim için özde bir fark yok. Kuşkusuz gördüğümüz “korkunç” zararı bu değerlendirmeden ayrı tutuyoruz! Şimdi ayrılığı mahkum etmelerini ummanın haklı bir nedeni olabilir mi? Yıllarca onunla var olduktan sonra şimdi onu yadsımak mümkün olmasa gerek…

DABK’ı “mahkûm” etme başarısı gösterenler neden darbeye karşı aynı başarıyı gösteremezler?

 Çünkü, DABK eski bir sayfadır. ’92 birliği bu sayfayı biçimsel olsa da kapatmıştır. Birlik olmadan DABK çıkışı mahkum edilebilseydi nasıl bir boşluk oluşurdu, düşünün?!

Ya da “birlik” süresince bu konunun neredeyse “dokunulmaz” kılındığını hatırlayın ve değindiğimiz “boşluk” ile anlamlandırmayı deneyin… Bu ifadelerimiz DABK’ın devrimci yanını, ödediği bedeli, onun samimi ve fedakâr unsurlarını görmezden gelmek, küçümsemek olarak algılanmamalıdır.

DABK’ı kusurlarına ve parti ile ilişkilerindeki suçuna karşın devrimci bir değer olarak görmekte ve o ölçüde sahiplenmekteyiz.

Ortaya koyduğumuz görüş, ’92 birliğini DABK tarafından işlenmiş suçu açıkça değil ama biçimsel olarak örtmüş olmasına dairdir. VI. Konferans’ın (2. OPK) bu soruna dair aldığı karar bilinmektedir.

Darbeyi mahkûm etmeksizin birliği tartışmak istiyorlar ve kuşkusuz “birlik” istiyorlar… Bu talep ayrılık ilan etmenin, partiden ona zarar vererek ayrılmanın bir kez daha, bu kez darbe için meşrulaşması talebidir. Elbette son ayrılığı biçimlendiren, onu öncekinden daha “sorunlu” hale getiren olgulardan söz etmeye gerek duymayışımız yanlış yorumlara neden olabilir.

Yazdıklarımız “aradaki farkı” örtmez… Ancak şunu tekrarlamak da gerekmektedir:

Bunlar temel sorunlar değildir. Daha samimi olmak şüphesiz önemlidir. Ama ondan da önemli olan politik hattır; parti anlayışındaki seviyedir. Birlik önerisinde bulunanlar neden ayrılık yaşandığını gerçeğe uygun ve doğru olarak ortaya koymalıdır.

Varlıklarının bir darbe üzerine bina edildiğini, bu anlamda partinin reddi ile eşanlamlı bir süreçten ibaret olduklarını kavramalıdır. Yazılarında sözünü ettikleri “ayrılık noktaları” bizim için de birliğe engel oluşturmaz.

 En başından beri bunun bilincindeyiz.

Daha da ötesi, “ayrılık nedeni” olarak parti anlayışı dışındaki daha somut ifadeyle “darbe” dışındaki konulara değindiklerinde, bunu bizim ileri sürdüğümüzü iddia ederek gerçeği çarpıttıklarına tanık oluyoruz sadece!

Bu uydurmalara sadece canımız sıkılıyor ve karalama içerikli olması nedeniyle tepki duyuyoruz!... Sanırız bu meselenin anlaşılması için bu açıklama yeterlidir.

 

 DARBECİLİKTEN ARINMA...

Partiden ayrılmanın türlü biçimleri olur.

Üzerinde durduğumuz biçim darbedir.

 Darbe yapmak; partiden ayrılmaktır.

Partiye rağmen kendini parti ilan etmek; ayrılmadır.

Partiye rağmen “önderliğe” itaati dayatmak; partiden ayrılmadır.

Ayrılık sürecinde; tüm yapıya parti iradesini ortaya koyma çağrısı yapıldıktan sonra buna uymayanlar ayrılmıştır. Meselenin özü budur…

“Birliğin temeli sınıf disiplini, çoğunluğun iradesinin tanınması, bu çoğunluğun saflarında ve onunla yan yana uyumlu çalışmadır.

” (Proletaryanın Sınıf Partisi üzerine, Lenin, Sf: 319)

 Şimdi sizler (birlik önerisinde bulunanlar) birlik hedefinde tutarlı olmak için bizimle aranızdaki bu “temel” soruna bir çözüm bulmak zorundasınız. Halen darbe ile gerçekleşen bu ayrılığı sürdürme nedenini, varlığınızı temellendirerek açıklamalısınız.

Darbeye, darbeyle oluşan yapıya kıyafetler giydirip etrafında dönüp durmanızın bizler tarafından alkışlanabilecek, olumlanacak bir yanı olamaz.

 

Biz o kıyafetler içindeki yapıyı tanıyoruz. Sizler de dil ucundan doğru tanımlara yakın belirlemeler yapıyorsunuz. Ama çekinerek!

 Darbeye değiniyorsunuz, ayrılığı zorlamayı eleştiriyorsunuz, el altından gerçekleştirilen örgütlenmeyi anlayış olarak doğru görmediğinizi ifade ediyorsunuz… Biz darbeye en başından açık tavır alamadığımız için kendimizi eleştirdik. “Birliğin yolunu bu biçimde arayarak, çekingen hareket tarzı izleyerek hata yaptığımız”ı vurguladık.

 Darbe konusundaki tutum farkını ve bunun büyük önemini görmemeniz mümkün mü? Buna inanmak zor! Bu farkın tarafınızdan da görül[1]düğünden emin olduğumuzu söyleyebiliriz.

Bu nedenle birlik tartışmalarını, önerisini “hiç” sağlıklı bulmuyoruz. VI. Konferans “birlik”i mahkûm ederken onu sürdürme çabasının neden olduğu sorunlara da dikkat çekmişti. DABK tam olarak yadsınmadan inşa edilmeye girişilen birlik daha başından parti anlayışı bakımından “uyumsuz” olanların birliği oldu.

Aynı evde “yaşayamayacak” olanların evdeki düzeni sorun etmeleri genellikle kaçınılmazdır. Ve çözümü de ev içinde aramaları “nihayet” gerçekçi değildir. VI. Konferans bizce olası bir birliğin ana özelliği hakkında önemli ve yadsınamayacak bilgiler verebilmiştir. Bu, “partiden ayrılma”nın affedilmez bir suç olduğunun kabul edilmesinin zorunluluğudur.

 

Partiden ayrılmanın suç olması temel argüman olarak kavrandığında, tartışmadan uzak duruşumuzun nedenini de anlamış olacaksınız. ST’nin darbe süreci hakkındaki anlatım ve yorumu “Tarihi Muhasebe” belgesindeki açıklamalara dayanıyor:

“Yakın tarihimizde TKP/ML ile Maoist Parti arasında yaşanan iki ayrılık ve birliğe ilişkin doğru değerlendirme esasta Maoist Partinin muhasebe belgelerinde mevcuttur.”

(ST, Sf. 35) Daha önce değindik, darbe süreci “birilerinin disiplinsizlikleri”ne karşı olup olmamakla açıklanamaz.

Bu süreç parti birliğinin temeline yaklaşımımız ile açıklanabilir. Parti iradesine, çoğunluğun tavrına “iki kanat” nasıl yaklaşmıştır? Buna göre bir parti önderliği ve bir bütün parti değerlendirmesi yapılmalıdır. ST bunu yapmıyor! O “grupçuluk” umacısı ile uğraşmayı tercih ediyor. Hiçbir özeleştiri yapmadığımız iddiasını “grupçuluk hastalığı”mız ile birleştirerek hem ayrılığı olumsuzluyor(!) hem de döneme ait oportünizmi, örgütsel hataları, yanlış anlayışları, suçları; elbette “büyük bir kadirşinaslık”la(!) ve “iki taraflı olarak” mahkum ediyor…

Bir süreci belirleyeninden ayırdığınızda aslında o süreci yok saymış olursunuz. ST’nin yaptığı budur.Yıllar önce bu yöntemi “Komutan Nihat” özgülünde uyguladılar. “Komutanın Cesedine Lanet, Ruhuna Fatiha” başlıklı yazımızda bu özelliği teşhir etmiştik.

Yazının yayımlandığı tarihteki “duygusal” ortam belki dikkatli bir okumayı engellemiştir. Yeniden ve şimdiki ortamda okumak faydalı olabilir…

ST darbe sürecini “grupçuluk” ile açıklamakta, doğal olarak “kişiler”, “klikler” etrafında bir anlatım ve yorum geliştirmektedir. Oysa sorun, temelde önder[1]lik ve partinin birliği sorunudur. Birlik, henüz gerçek[1]35 ST darbe sürecini “grupçuluk” ile açıkla[1]makta, doğal olarak “kişiler”, “klikler” etra[1]fında bir anlatım ve yorum geliştirmektedir. Oysa sorun, temelde önderlik ve partinin birliği sorunudur. leşmişken ve öz itibarıyla sorunluyken “grupçuluk” ya[1]kınmasında bulunmak gerçeklikle zaten örtüşmez. O dönemin üyelerini bu nedenle eleştirmek haksızlık olur.

Asıl sorunu ortaya koymadığınızda sıralayacağınız her türden zaaf, eksiklik ve hata doğru kavranmamış olacaktır. Kimin ne dediğinin, ne yaptığının, ne savundu[1]ğunun, sonradan ne olduğunun, bu meseleyi çözmek için fazla bir önemi yok. Konu tüm açıklığıyla, kesinliğiyle belirtilmelidir:

Parti iradesine karşı suç işlenmiş midir? Evet!

Bu nasıl bir suçtur ve sorumlusu olan çizgiyi kimler temsil etmektedir? Yani mesele ne klik olmak, farklı görüşler savunuyor olmak, iktidar hırsı taşımak ne de başka bir çizgiye tahammülsüzlük olarak açıklanabilir. Bunlar bilimsel açıklamalar değildir, çünkü gerçeklere dayanmamak[1]tadır. Şüphesiz tüm bu saydıklarımız ve bunlara ben[1]zer pek çok sayamadığımız mevcuttu; bu redde[1]dilemez. Ancak bunlar önceden de, belki başka biçim[1]lerde ama vardı; gene başka biçimlerde bugün de var[1]dır, yarın da olacaktır… Tartıştığımız “ayrılma”, somut olarak gerçekleşen darbeye ve bu darbenin partide egemenlik kurmasını engellemeye dayalıdır.

 Darbeyi, darbecileri, parti iradesi üzerinde tahakküm kurma girişimi nedeniyle mah[1]kum edip parti dışına itenler ne onlar gibi farklı görüşleri “ayrılık gerekçesi” yapmışlar ne de sonradan ST’nin çokça sözünü ettiği monolitik parti anlayışını savunmuşlardır. Herhangi bir farklı görüşü, rakip çiz[1]gisine aykırı gördüğü için lanetlemek ve onu savunan[1]ları parti dışı ilan etmek bu partinin bir özelliği değildir… Konu darbedir. Suç darbedir. Bir arada olunamaz olan darbedir. Gerektiği ölçüde mahkum edilemedi[1]ğinde sorun olmaya devam edecek olan da darbedir.

 ST, II. MK toplantısına, o toplantının örgütlenme amacına ve sonuçlarına, parti çoğunluğunun konferans istemine, dolayısıyla darbeye hiç değinmeden değerlendirmeyi noktalıyor:

 “Maoist Komünistlerin 1. Kongre’de onaylanan ve 2. Kongre’de bazı eksikleri giderilen muhasebe belgesindeki ayrılık süreci incelendiğinde görülecektir ki ayrılık nedeni ne “mafyacılık” nede “darbecilik”tir.

Birlik anlayışını kavramamış iki grubun birbirini alt etme anlayışı sonrasında bütün partiyi etkisi altına alarak bölmeleri meselesidir. Maalesef başta komünist kadrolar olmak üzere, tüm partinin her iki kanadının da grupçulukta ve ayrılıkta tartışmasız payı vardır.

” (Ags, Sf: 37)

Bu açıklama hiçbir şey söylememekle, dolayısıyla darbeyi onaylamakla eş anlamlıdır. Biz gene de bu açıklamanın nasıl bir subjektivizme dayandığını gösterelim… ST “genel olarak birlik anlayışı” hakkında açıklamalarda bulunurken I. Kongreye kadar “geçmiş birlik ve ayrılık savunucuları”nın, görüşlerini “temel ilkelere dayanarak ortaya koymadıkları”nı özellikle vurgulama gereği duymuştur.

 Kendi tarihimiz açısından bu tespiti doğru bulmuyoruz. Ancak “gerçekleşen birliği” oportünist değerlendirdik ve “bozulmasını” da içinde taşıdığı “darbe”ciliğe bağladık. Kuşku yok ki bununla beraber birlik sürecindeki “partiye yakışmayan” diğer olumsuzlukların da altını çizdik. Kendi başına darbeye yaklaşımda, kimi ikircikli tutumlar hakkındaki tespitlerimiz bile buna örnek verilebilir.

Ki darbeye tavırdan sonra da önemli yanlışlara, dar[1]beye tekabül eden tutumlara, bunlarla mücadelede başarısızlıklara dair karar altına alınmış değerlendirmeler bulunmaktadır. Eminiz ki, bu olumsuzluklar tamamen yok olmadı ve olmayacaklar. Sonuçta birliğin oportünist karakterine, “birlik anlayışını kavramamış iki grubun” diyerek ve aynı zamanda “temel ilkelere dayanan birlik anlayışının birinci parti kongresine kadar ortaya konamadığını” ifade eden ST de değiniyor (Evet değiniyor ama üzerinde durmuyor.)

 Buna rağmen o, birliğin bozulmasını “grupçuluk” eleştirisiyle açıklamayı sürdürüyor. Bu durumda “sonu belli olan birliği” eleştirmektense sonucu eleştirmek, kadroları “grupçu” diye mahkum etmek ne derece haklı olabilir?

Temel ilkelere dayanmayan bir birlik, birlik anlayışını kavramamış iki grup, ayrılıkçı kültür…

Sonuç olarak ST bu şekilde süreci siyasal olarak açıklamış oluyor! Birlik anında ve sürecinde var olanları sıralamak “ayrılığı” açıklamaya yetiyor onlara göre.

 Bu subjektif bir yaklaşımdır.

Ayrılık denen olay[1]daki somut gelişmeler, tartışmalar veya genel olarak “değişimler” esas olarak göz ardı ediliyor veya gözden ırak tutuluyor… ST daha önce bunu “kişiler ve klikler” merkezli yapıyordu. Şimdi “gruplar” merkezli yapıyor!

“Tarihi Muhasebe” denen belgede iki kliğin neden olduğu ayrılık olumsuzlanıyordu; darbe özellikle korunuyordu. Yaklaşım özünü koruyarak devam ediyor. Zaten bizede “Tarihi Muhasebe”yi eleştirel bir gözle okumayı tavsiye ediyor.

Öyle ki tarihi muhasebenin ilgili bölümünde, ’94 ayrılığı hakkındaki kısmın bilimsel bir yön[1]temle yazılmadığına dair kararları bile bulunmaktadır. II. Kongre “muhasebe belgesindeki hatalar” konusunda ikinci maddede şunu kararlaştırmıştır:

“Partimizdeki ’94 ayrılığının sadece askeri komisyon kliği ile (…) kliği arasındaki çekişmeye bağlanması yanlıştır. Yaşanan ayrılıktan esasta partinin önderliği başta olmak üzere tüm partiyi sorumlu tutmak yerine sadece iki isime ve etrafındaki kliklere bağlamak yanlıştır, bu yönüyle muhasebe belgesinin bilimsel yöntemiyle de örtüşmemektedir.

 Bazılarının birinci derecede rolü olsa da, ayrılıktan MLM kadroların da dahil olduğu önderlik başta olmak üzere tüm parti sorumludur.” (ST, Sayı 12, Sf. 26)

Şimdi durup bize dediklerine göre “ne yapacağımızı” gözden geçirelim: ’94 ayrılığını kavramak için temel ilkeleri doğru anlatılmış birlik anlayışını okuyacağız. Sonra eleştirel bir gözle “bilimsel olmayan bir yöntemle” yazılmış ve yanlış biçimde salt bir çekişmeye bağlanmış muhasebedeki ’94 ayrılığı hakkındaki bölümü okuyacağız!..

Sizce de bir tuhaflık yok mu burada?

Darbe konusunda yazdıklarımızın yok sayıldığı bu bilimsel olmayan belgeden ve temel ilkelere dayanmayan birlik savunuculuğundan ne öğrenmemiz isteniyor?

Subjektivizm aynı zamanda böyle bir şeydir:

 Kerameti kendinden menkul! O öğretir ama sen öğrenemezsin!...

ÖZELEŞTİRİDEN MUAFİYET… ST

Bizi süreci sadece darbe ile açıklayıp, hiçbir özeleştiri yapmamakla da suçluyor. Zaten ona bakılırsa tamamen özeleştiri özürlüyüz!

Şöyle suçluyor ST bizi;

 “94 ayrılığına ya da diğer ayrılıklarında yapılan darbeler, şiddet uygulamaları, grupçuluklar, ticaret gibi insanlık suçu ve daha sayabileceğimiz onlarca eksiklik olmasına karşın Maoist komünistlerin dışında bir tek özeleştiriye rastlamak mümkün değildir.” (ST, Sayı 13, Sf. 40)

Bu suçlama hakkında çok ağır ifadeler kullanabilirdik ama herkes kabul edecektir ki, bu bizlerin en son ihtiyaç duyduğu şeydir.

 Polemiklerde uygun bir düzey yakalamak ve sürdürmek sorumluluk ve hatta görevdir. Gerçeği uluorta, her şeye rağmen ve güven duygusunu yerle bir edecek denli çarpıtmak inanılır gibi değil.

Subjektivizmin, oportünizmin, kimi ilkelerden yoksunluğun sonucu olumsuzluklar başkadır, apaçık gerçeklerin reddi başka! Ticaret meselesi uzun süre çok kötü bir eleştiri, suç[1]ama malzemesi olarak kullanıldı. Öyle ki kimliğimiz bununla tanımlanır oldu arkadaşlarca. Şimdi de yukarıda alıntıladığımız suçlamanın öz olarak aynı amacı taşıyor olması, “nereden nereye kadar gelinebildiğini” somutlaştırıyor. Bu mesele ile ilgili özeleştiri verilmiş ve olay kimliğimizle bağdaşmaz kabul edilmiştir.

Bu özeleştiri kitlelere de sunulmuştur.

 Bu suçlama, amacı itibarıyla çirkindir. ST’nin bu suçlamasına konu ettiği olaylar bir tarafa, bahsi geçen süreçlere dair değerlendirmeler ve kuşku yok ki eleştiriler, özeleştiriler de vardır.

Örneğin darbeye karşı tavırda yeterli bir bütünlük oluşturulamaması, darbeye karşı açık ve güçlü bir mücadelenin geliştirilememesi, partinin yeniden örgütlenmesi esnasındaki hatalar, vs. eleştirilmiş, bunlardan dersler çıkarılmıştır. Bunları tek tek yazmak ne anlamlı ne de doğrudur.

ST’nin bu suçlaması gerçeklerden değil, onun somut süreçten kopuk değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Grupçuluk tanımı hakkında ST’nden farklı olan değerlendirmemizi sunarak bu faydasız ve gereksiz tartışmayı sonlandıralım.

GRUPÇULUK…

“Grupçuluk” tespiti ya da tanımı ST’nin ortaya koyduğu “genel” olumsuz anlamının dışında tartışılan dönemdeki somut görünümü ve hatta esas olarak bu anlamıyla ele alınmalıdır. Soruyu şöyle sormak gerekir:

Ne için, nasıl bir “grupçuluk”?

ST darbe sürecine, darbeye gözünü kapadığı için “grupçuluğu” somut olarak anlamaya hiç yönelmiyor… Süreci kabaca tanımlarken “belli bir aşamadan sonra birlik sürecinin ‘birlik karşıtı’olarak geliştiği”ni ve “kısa bir süre sonra bir kanadın çeşitli, biçim ve yöntemlerle zayıflatılması ve belli bir anlayışın hemen her alanda kendi dayatması”na dönüştüğünü ifade etmiştik.

Bu bir tasfiye sürecidir. ST’ni “tasfiyeci” olarak değerlendirirken onun kökenlerinin burada ve hatta DABK’ın çıkış sürecinde olduğunun bilincindeyiz. Grupçuluğu tanımlarken biz bu tasfiye amacını, darbe sürecini görmezden gelmenin sonucu siyasal bir hata olduğunu belirtiyoruz.

Tasfiye amacını net olarak gördükten ya da tasfiye amacı net olarak açığa çıktıktan sonra “birlik” adı altında bir arada olanların çeşitli zaaflar taşımakla birlikte “grup” tavrı göstermeleri kaçınılmazdır. Buna olumsuz manada “grupçuluk” demek siyasetten, birlik içindeki siyasi durumdan bihaber davranmaktır.

 Bir tasfiye ortamında bulunurken, darbe gelişirken, bir taraf adamakıllı zayıflatılırken “grup” tavrına olumsuz anlam yüklemek gidişata göz yummak olur. Kuşkusuz saflaşmada yanlışlar, usulsüzlükler, gerilikler vardı.  Ama bunlar bütünü görmemeye neden olmamalıdır. Parçadaki zaaflar belirleyici değildir. Bu zaaflara dair eleştiriler parçalarda oldukları ölçüde yapılır.

Özeleştiriler de esas olarak bunlara dairdir. ST ile bütün hakkında farklı düşünüyoruz. Dolayısıyla özeleştiriye yaklaşımımız da, özellikle grupçuluk konusunda farklıdır. ST’nin eleştirisi bahsettiğimiz “ortam” dahilinde bize Troçki’nin “fraksiyonsuzculuk” tavrını hatırlatıyor. Lenin’in “en kötü fraksiyonculuk” olarak tanımladığı fraksiyonsuzculuk! Söz konusu ortamda tavırlar ve buna göre grupçuluk şöyledir:

Darbeye göz yummuş “merkezcilik/MK’cı[1]lık” ve darbeye karşı birliği amaç edinen “çoğunlukçuluk/konferansçılık”.

Burada ST’nin genelleştirerek suçladığı grupçuluk esas olarak Marksist-Leninist[1]Maoist tavırdır. VI. Konferans değerlendirmesine göre ST’nin tanımıyla grupçuluk ama doğru tanım olarak “darbeye karşı birleşme ve mücadele” en başından itibaren açık biçimde gerçekleştirilmeliydi.

 Bu konuda yeterli birlik ve cüret gösterilememiştir. Bunun nedenleri de ortaya kondu konferansta ve zaten kısa bir süre içinde partide bu açıdan sorunun daha da büyük olduğu görüldü!..

Parti ilkelerini korumada, darbeye, tasfiyeciliğe karşı mücadelede “grupçuluk” olumludur ve burjuva tarzdaki yönelimlerden farklıdır. Buna “grupçuluk” denmemelidir. Bu bir gruplaşmadır, taşıdığı kaygı ve amaç onu “parti birliğini doğru temelde koruma çabası” olarak adlandırmayı gerektirir.

İşte ST ile burada anlaşamıyoruz. Bizim için iyi onlar için kötü bir konumlanma!.. ST “muhataplarınca görmezden gelinen” ama “kitlesinde ve devrimci kamuoyunda önemli yansımalar bulduğu”nu iddia ettiği, birlik önerisini/yazılarını aynı zamanda bir iki çizgi mücadelesi olarak değerlendirdiğini belirtmektedir. Onun temel tezi şudur:

Esasta aynı çizgi ve programı savunan “Türkiye ve Kuzey Kürdistan” siyasal coğrafyasında parti, grup, çevre ve bireyler birleşmelidir. Bunun için özel bir politika belirlenip ısrarla uygulanmalıdır. Zira mesele dönemsel değil stratejiktir. Kaba görünüşü pek doğru ve “karşı çıkılamaz” bu tez biraz incelendiğinde hiç de gerçeklere uygun ve muhataplarını ciddiye alan bir içerikte olmadığı görülmektedir.

O, gerçekleri ters yüz ederek olguları-olayları bulunduğu yere göre tanımlayarak ilerlemeyi benimsemektedir. Çoğunlukla meseleleri basitleştirmekte, muhatabını bunun üzerinden suçlu kılmakta ve sonra da ona amansızca saldırmaktadır. “İyi niyetini” sorgulamayı işimiz görmeyip şunu hatırlatmak isteriz:

Hiçbir şey gerçekliğinden koparılıp değerlendirilemez ve de değiştirilemez. Eğer bir şeyi değiştirmek istiyorsanız o şeyle gerçekten ilişkilenmeli, onu olduğu gibi kavramalısınız. Yoksa “kirlenen kültür, örgütlerin tartışma adı altında birbirlerini karalama, iftira atma, abartı, ‘bitirme’, deşifrasyon” gibi yöntemler kaçınılmaz bir biçimde sizin araçlarınız olurlar. Unutmayın, insanlar doğuştan kötü değildir. Koşullar ve düşünüş biçimleri onları belirler…

 Bu yazınızda daha baştan dikkat çekip “Eleştirilerimizin yöntemi, dili, tarzı ve üslubu Maoistlerin açık mücadele anlayışı ile hedeflerine uygun olmalıdır” (ags, sf. 6) dediğiniz halde aynı zaaflardan kendinizi kurtaramamışsınız!

Aynı soruna “Tarihi Muhasebe” ve önceki “birlik mektubu”nda da rastlamıştık… “Birlik” konusunda sonuçta kendi çapınızda haklısınız:

Aynı örgütlenmelerde/yerlerde bulunan komünistlerin birliğini sağlamak stratejik bir görevdir. Eğer komünist kabul ettiğiniz parti, grup, birey var ise onlarla birleşmek birincildir. ST bu amacını açıkça ortaya koymuş ve bunun için çalışmaktadır.

 Bizi ilgilendiren kısım da bundan sonra başlıyor:

ST nasıl bir çalışma yürütmektedir? Kavramlarından ithamlarına, eleştirilerine kadar izlediği yöntem bize sorunlu görünmektedir.

İKİ ÇİZGİ MÜCADELESİ—devami var

  https://partizanarsiv8.net/file/2018/03/partizan_sayi_71.pdf

İKİ ÇİZGİ MÜCADELESİ…

Bu bölüme ST’nin iki çizgi mücadelesi üzerine yazdıklarının kısa bir eleştirisiyle başlamak istiyoruz.

“Ay[1]rılık noktaları” hakkında ST bir dizi konuya değinirken bu meseleye de özellikle yer vermiştir.

Önceki bölümlerde “çizgi” kavramının “ikili” tanımına vurgu yapmıştık. Hem bir hizbin niteliğini belirtmek üzere kullanılan, hem de partinin karşıtların birliği olduğunu açıklayan kavram bağlamında “iki çizgi mücadelesi”ndeki “çizgi” tanımı.

Birinde “her görüş bir çizgi olarak görülemez” denilip “süreklilik” olmadığı ileri sürülebilecekken diğerinde “her görüş bir çizgiye tekabül eder” denilip “süreklilik” olduğu kabul edilir.

 ST’nin bu “ikili” tanımı göz ardı edip eksik, dolayısıyla yanlış bir eleştiri yaptığını açıklamıştık. Eleştirisindeki kısmi doğruluğa (iki çizgi mücadelesinin sürekliliğinin kavranmadığı eleştirisinin doğruluğu) rağmen ST hem bunun geçmişteki bir zaaf olduğunu bilmelidir hem de bu yazı[1]sında ortaya koyduğu “iki çizgi mücadelesi” anlayışının önemli bir zaaf taşıdığını…

Çünkü anlayışları komünist partisini tasfiyeyi içeren bir mantık barındırmaktadır.

 İki çizgi mücadelesi hakkında yazdıklarıyla ST bize bir ölçüde farklı bir tartışma alanı sunmuştur. O, iki çizgi mücadelesini tüm topluma, dünyadaki her fikir ve davranışa ilişkin bir kavram olarak kullandığında bizim kavrayışımızdan farklı bir yaklaşım da sergilemiş oluyor.

Doğrusu böyle bir yaklaşım kaçınılmaz olarak bizimle birlik önerisini de “iki çizgi mücadelesi” olarak tartışacaktır.

Bundan daha doğal bir şey olamaz! ST diyor ki; “İki çizgi mücadelesi ilerici veya gerici her hareketin yaşadığı doğru-yanlış mücadelesidir.

 Dün[1]yada her fikir ve her davranış kendi zıddını (proletarya ya da burjuva çizgileri) içerisinde taşır.” (Sf. 9) Biz ise iki çizgi mücadelesini komünist partilerdeki bir mücadele, daha doğrusu tüm komünist bünyeler[1]deki bir mücadele olarak kavrıyoruz.

 

 Çünkü komünist çizgiyi, proleter ideolojiyi kendiliğinden hareketin bir ürünü olarak değil, ancak onun kavranmış ve sistemleştirilmiş hali olarak algılıyoruz.

 Bu algılayış her fikir ve davranışta burjuva ve proleter çizginin mücadelesi olduğunu kabul etmez. Herhangi bir fikrin veya davranışın nihayet haklı ve doğru olması; ona tekabül etmesi onu bir çizgi ilan etmemizde yeterli değildir.

Bunun olabilmesi için bu fikir veya davranışın tekabül ettiği, nihayet denk düştüğü “çizgi”nin gelişme ve egemen hale gelme olanağı olmalıdır.

Aksi halde sözde bir mücadeleden, değiştirme gücü ve olanağı olmayacak bir “çizgi”nin varlığından bahsedilmiş olunur. Toplumda, komünist unsurların dışında proleter çizginin varlığından söz edemeyiz. Toplumda doğru yanlış arasındaki mücadele de bir çizgi mücadelesi olarak yaşanmaz. Eğer çizgi mücadelesi olarak yaşansaydı kendiliğinden devrim mümkün olurdu; kendiliğinden hareket komünist partiye evrilirdi; proleter ideoloji sınıfın trade unioncu, kendiliğindenci örgütlerinden çıkardı…

Oysa biliyoruz ki, proleter ideoloji, proletaryanın burjuvazi ile karşılaşması ya da bir arada olmasının kendiliğinden sonucu değildir. Proletaryanın kendiliğinden bir sınıf olmaktan kendi için bir sınıf olarak varolmaya geçmesi salt sınıf mücadelesinden gelen deneyimi değil ilkeleri Marks ve Engels tarafından ortaya konmuş kuramı da gerektirir.

 

Marksist öğreti bilimsel olarak açıklanmış, tahlil edilip sentezlenmiş sınıf mücadelesidir. Proletarya ideolojisi ancak Marksist öğretiyi içerdiğinde tamamlanmış olur. Bu yüzden proleter ideoloji denildiğinde akla kendiliğinden/trade unioncu sendikalist mücadele değil …..

Marksizm-Leninizm-Maoizm gelir/gelmelidir.

Marksist tarih,

 toplumsal yapıları sınıf mücadelesi ve devrimciler bilimi proleter ideoloji öğelerdir. Bu nedenle Marksist kuramı içermeyen ideolojiyi burjuva ideolojisine alternatif görmek yanlıştır.

Proleter ideolojiyi diğer ideolojilerden nitelik olarak farklı kılan da onun bilimsel olmasıdır; bunu Marks’a borçlu olduğumuz bilinir.

Kuşkusuz bunu Marks ancak proletaryanın varlığında başarabilirdi. Ne tek başına proletaryanın sınıf mücadelesinden bahsedebiliriz ne de bilimden; proleter ideolojisi dediğimizde ikisinin bileşiminden bahsede[1]riz. Marks bilimsel olarak sınıflar mücadelesini açıklamak, kapitalizmi sentezlemek için muazzam bir çalışma ortaya koydu. Bunu proletaryanın ayaklanmasına hazırlıklı bir bilinç için zorunlu gördü. O yaşamı boyunca proletaryayı “çizgi”si ile birleştirmenin, bilimsel ideolojisi ile kaynaştırmanın çabasını vermiştir.

 

Keza, Lenin’in KP anlayışı da tamamen bunun üzerinden şekillenmiştir. O proletaryaya sınıf bilinci[1]nin/proleter ideolojinin dışarıdan götürüleceğini ve bu nedenle sağlam,sürekliliği olan, sınıf disiplinine sahip, her üyesi profesyonel bir partiye ihtiyacı ısrarla savunmuş ve onu da yaratmıştır. Tarihine baktığımızda hiç[1]bir kendiliğinden proleter hareketin komünist partiyi yaratmadığını ve devrimlerin de kendiliğinden olmadığını görürüz…

 

Neden böyle?

Bunun nedeni proletaryanın varlık alanının her bakımdan burjuvazi tarafından belirleniyor oluşudur. Egemen ideoloji, sınıfın kendiliğinden bilincini (sıradan proleter bilinci) belirlemektedir. Ona karşıt olmakla beraber nihayet ona boyun eğmesinin nedeni de budur.

Proletaryanın MLM’ye ilgisinin nedeni kurtuluşu orada görmesidir ve elbette ondan da önce kendini onda görmesi ve burjuvaziyle mücadeleyi nihayet onda kavramasıdır. MLM başardığı sürece proletaryanın ideolojisi olacaktır. Toplumsal gerçeklikte “sınıf mücadelesi” yerine “iki çizgi mücadelesi”nden söz etmek, ideolojik mücadeleyi komünist parti dışındaki bir olgu olarak tanım[1]lamak, çizgi ve ideoloji kavramlarının tartışılmasını gerektirir. Bu tartışma kendiliğinden mücadelenin sınırlarını ister istemez gündeme getirir.

Elbette sınıfa bilincin dışarıdan götürüleceği ve dolayısıyla komünist partinin misyonu da bu tartışmanın konusu olur… ST anladığımız kadarıyla bu konularda aykırı görüşler savunmuyor. Ama o iki çizgi mücadelesinin tüm toplumda, dünyada, her fikir ve davranışta mevcut olduğunu iddia ederken üstelik bunun iki sınıfın, proletarya ve burjuvazinin ideolojik mücadelesi olduğunu savunurken, bu esaslardan uzaklaşmaktadır.

 

 “İki çizgi mücadelesi” proleter ideolojinin gerçekten var olabildiği, egemenlik sağlayabildiği komünist partilerinde geçerlidir. Ki burada kavram proleter ideolojisinin varlığına dikkat çekmekten çok, burjuva ideolojisinin varlığına dikkat çeker. Komünistleri “sürekli” olarak burjuva ideolojinin partiyi, bünyeyi ele geçirme çabasına karşı uyarır.

ST iki çizgi mücadelesini tüm fikir ve davranışlarda tanımladığında, proleter ideoloji ve komünist partisini komünist bilinç dışında tanımlamış olmaktadır. Biz buna itiraz ediyoruz. O, toplumdaki sınıf mücadelesini “iki çizgi mücadelesi” olarak tanımlayarak kavram karmaşasına neden olmakla kalmıyor, aynı zamanda komünist partisi ve komünist bilincin toplum içindeki özgün durumunu, proleter ideolojiyi temsil yeteneğini ve devrime önderlik misyonunu kavramadığınıda göstermiş oluyor.

Somutlaştırdığımızda, kavramlara dair şu tespitleri yapmak gerekir:

Sınıf mücadelesi toplumsal yaşamın her alanında baştan sona daima hüküm sürer, bunun için bilimsel bilgi şart değildir. Oysa ideolojik mücadele sınıf mücadelesinin bir alanı/düzeyi olarak toplumsal yaşamın her alanında gerçekleşmez. İdeolojik mücadele için proletaryanın sınıf bilincinin geliştirilmiş, örgütlenmiş olması gerekmektedir.

Marks’ın proletaryaya kazandırdığı bu olmuştur. Marks ve Engels’e kadar proletarya burjuva ideolojisinin sınırlarını aşamadı. Proleter ideoloji yalnızca proletaryanın varlığı ile değil, aynı zamanda ekonomik[1]politik, felsefe ve devrim bilimindeki nitel gelişmelerle ve nihayet sosyalizm bilincinin bunlarla birleşmesiyle (ütopik sosyalizmden bilimsel sosyalizme) açıklanabilir.

 Bunların bütünleştiği, bir konsept oluşturduğu yer komünist bilinçtir; proleter ideoloji orada tamamlanır. İdeolojinin henüz proletaryanın ilk zamanlarındaki varlığı, onun “ideoloji” olarak tanımlanmasına, bu nedenle “iki çizgi mücadelesinin” bir öğesi olarak kavranmasına uygun değildir.

Proletaryanın kendiliğinden bilinci burjuva bilinci aşamaz, onun için “dışarıdan taşınan” komünist bilinç ile donatılması gerekecektir. İki ya da çoklu çizgi mücadelesi her şeyin çelişki barındırması anlamında, elbette her yerde ve her şeyde vardır.

Ancak her iki çizgi “proleter ideoloji ile burjuva ideoloji” olarak tanımlanamaz. Bu ancak proleter ideo-lojinin olduğu yerde, komünist unsurun bulunduğu bünyede mümkündür.

Bununla beraber, kavramın özel karakter, anlam kazandığı yer de komünist oluşumlardır.

“Çelişki”

 kavramının veya “zıtların mücadelesi” kavramının yerine ikame edilen/olan bir kavramdan değil, bu kavramların komünist durumlardaki özel halinden bahsetmiş olmaktayız, iki çizgi mücadelesi derken. ST tüm bunları karıştırmaya uygun hale getirmektedir. O, bu haliyle, tanımadığı şeyleri birbi[1]rine benzeten, hatta aynılaştıran “yeni öğrenen”lere benzemektedir.

Oysa Japonlar özü itibarıyla Çinlilere benzemez. İki çizgi mücadelesini, komünist bünyenin/oluşumun varlık koşulu olarak saptadıktan sonra da ST ile anlaşmazlığımız devam ediyor.

 O, iki çizgi mücadelesini bir kez “bu biçimde” kavradıktan sonra “gereksiz ayrılıkların” olmayacağını ya da geçmişte henüz “bu biçimde” bir kavrayış olmadığı zamanlarda “birçok küçük grubun” ortaya çıktığını savunmaktadır:

 

“Nitekim ’92 birlik ve ’94 ayrılığı ve sonrasında birçok küçük grubun her iki tarafta da ortaya çıkması bunun en açık örnekleridir”

 (Sf. 10) İki çizgi mücadelesini kavramak ve komünist partiden ayrılmanın yanlışlığını savunmak hiç kuşku yok ki, “gereksiz ayrılık”ları engeller. Ne var ki, tartışma konusu olan zaten iki çizgi mücadelesini kavramamak, bu anlamda uygulayamamak ve ayrılma yanlışına yol açan siyasi yetmezliktir.

Yani burada tartıştığımız zaten “gereksiz ayrılık” ilan edenlerdir.

ST “parti ile bütünleşememiş”, “ona rağmen var olan” ve “olumsuz tarzıyla varlığını sürdüremez hale gelmişlerin” ayrılmalarını partide iki çizginin kavranamaması olarak açıklarken esasen yanılgı içindedir. Zira komünist partisi ayrılıkları olumlayan bir tutumdan çok, olumsuzlayan bir tutum içinde olmuştur.

 DABK ayrılığı, Komün ayrılığı, :L

darbe hep olumsuzlanmıştır; parti anlayışını kavramadıkları için eleştirilmiştir. Bu ayrılıkların gerekliliği tamamen onları gerçekleştirenlerin tasarrufundaki bir olgudur. Buradan hareketle “gereksiz ayrılık”lar nedeniyle ST’nin partiyi eleştirmesi ve iki çizgi mücadelesini benimsememiş olmakla itham etmesi, olana şaşı bakmaktır.

 

Eğer ayrılığın “gereksiz” olduğu tespit ediliyorsa bundan nihayet ayrılanlar sorumludur.

 

Bunu ters yüz etmek neden? Bununla beraber iki çizgi mücadelesini partinin gelişim dinamiği olarak kavrayamamak, parti içinde ideolojik düzeyde sürekli var olan burjuva çizgiye karşı  mücadelede zayıf kalmak, bu anlamda sürekli bir komünistleşme pratiği sergileyememek, üyelerin dönüşümünü, gelişimini büyük oranda sağlayamamak, politik seviyeyi geliştirememek ve ayrılığı tercih edenlerin de “zaaflı kalması”ndan dolayı eleştiriler esasen ve hatta neredeyse tamamen haklıdır.

 Bu, partideki komünist bilincin, proleter ideolojinin yetmezliğini, güç[1]süzlüğünü işaret eder. Bunlardan öğrenmesini bilmek gerekir.

Bütün bunlar iki çizgi mücadelesinin kavranmamış olmasına tekabül eder.

 Çünkü iki çizgi mücadelesinin perspektifi “gereksiz ayrılık”ları engellemek değildir. -Bu siyasal suçu işleyenler parti ilkelerinden mahrumdurlar- Onun perspektifi, partinin ideolojik düzeyde proleter karakterinin burjuva karaktere karşı sürekli mücadele içinde sağlamlaşması ve politik seviyesinin aralıksız yükselmesidir.

 

ST iki çizgi mücadelesini “gereksiz ayrılık”ları engelleyici bir unsur olarak görürken kısmen haklıdır ancak esasen haksızdır.

Haklı olduğu yan, “gereksiz” ayrılıkların, parti içinde eğitilmemiş, ideolojik olarak burjuva yanlarından yeterince arındırılamamış ve partiye bağlı hale gelememiş unsurların eseri olmasıdır.

ST “gereksiz” ayrılıkların parti ilkelerinden mahrum oluşlarını esas almayarak, burjuva ideolojiye uygun olarak yaptıkları tercihlerden ve verdikleri zararlardan dolayı partiyi suçlarken haksızdır…

 

İKİNCİ ÇİZGİYE ŞİDDET…

Herkes bilmektedir ki, MKP ile TKP-ML aynı kökene sahip iki ayrı partidir.

Önce ’86 yılında “DABK ve Konferans” adlarıyla anılmalarına sebep olan bir “ayrılık” yaşadılar.

Sonra da ’92’de gerçekleşen “birlik”i sürdüremeyerek ’94 yılında iki ayrı partiye dönüştüler.

Kısacası,

iki parti ayrı zamanlarda kurulmuş partiler değildir; anlaşamayarak, birlikte olmayı “başaramayarak” iki partiye dönüşmüş, aynı kökten gelen partilerdir.

 

 ST “ayrılığın sürdürülmesi”ni eleştirip birlik çağrısını yaparken değindiğimiz bu süreci gerçekçi bir biçimde olduğu gibi kavramaktan uzak bir yaklaşım sergilemektedir. Bununla kalmıyor; görüşlerimizi, yaklaşımlarımızı ciddi derecede bozuyor ve ardından “boğmaya” çalışıyor:

 

“TKP/ML ise parti içerisindeki her farklı görüşü farklı bir çizginin yansıması olarak görmemekte ve sadece sistemli hale gelenleri çizgi olarak tanımlamaktadır.

(…) TKP/ML, bir parti içerisinde sistemleşmemiş fikirlerin dışımızdaki sistemleşmiş çizgilerin yani sınıfların sistemli fikirlerinden yansıdığını görememekte ve sorunu kopuk ele almaktadır.

” (Sf. 25) Burada ST’nin ortaya koyduğu sorun geçmişteki bazı anlayışlara dönüktür. Bu anlayış uzun zamandır aşılmıştır. Bununla beraber, ST’nin eleştirisi gene de doğru değildir.

Parti içerisindeki her farklı görüş nihayet partideki iki çizgi mücadelesinin bir tezahürüdür.

İki çizgi mücadelesi sınıf mücadelesinin ideolojik düzeyde parti içinde sürekli varlığını içeren/savunan bir kavramdır. Bunu reddetmemiz söz konusu değildir. ST’nin “tartışma konusu” yaptığı sorun kavramların henüz oturmadığı zamanlarda vardı.

 

Onun eleştirdiği “çizgi” kavramı “iki çizgi mücadelesi”nden ayrıdır. Partide “farklı çizgiler” olamayacağı, her farklı görüşün bir çizgi olarak değerlendirilemeyeceği anlayışı ile her farklı görüşün “iki çizgi”den birinin yansıması olduğu anlayışı birbirini dışlamaz. Burada kavramlar farklıdır.

 

ST dikkatli-özenli bir okumayla değindiğimiz ilk anlayış/kavram kullanımını ustalardan da görebilir. “Çizgi” kavramının iki farklı anlamda kullanıldığını görmek gerekir. ST eğer iki çizgi mücadelesinin sürekliliğinin ortaya konmadığını, sistemli çizgi meselesinin “iki çizgi mücadelesi” ile karıştırıldığını vurgulasaydı haklı görülebilirdi. Ama o “her görüşün bir çizgi olmadığı” doğrusunu eleştirerek kavram karmaşasını sürdürmüş olmaktadır. Üstelik eleştiriyi yaparken “her görüşün bir çizgi olmadığı” anlayışını, “her görüşü farklı bir çizginin yansıması olarak görmemek” anlayışına çevirerek kendini haklı kılmanın “yanlış” bir yöntemini kullanmaktadır.

 

İki çizgi mücadelesi uzun süre önce sapma, akım, hizip, çizgi hatta kanat kavramlarıyla ele alınarak tartışıldı. Partide sürekli bir ideolojik mücadele doğru ile yanlışın sürekli varlığı olarak ele alınmadı.

 

Bu “çelişki yasası”nın parti olgusunda tanımlanamadığı, her şeyin karşıtların birliği olduğunu belirten temel önermenin kavranmadığını gösterir.

Oysa sapma, akım, çizgi gibi olgular iki çizgi mücadelesinin biçimleridir.

Partide iki çizgi mücadelesi sapmalar, akımlar ve çizgiler biçiminde de gerçekleşir. Veya bunlar görünmediğinde de vardır.

 

Her düşünce, düşünce biçimi, inceleme, tavır, davranış ve karar kendinde bu mücadeleyi taşır. Çünkü çelişkinin olmadığı hiçbir şey yoktur. Komünist Parti, proletarya ideolojisinin cisimleştiği yerdir ve onun karşıtı burjuva ideolojisidir. Proleter ideoloji ancak burjuva ideolojisi ile mücadele içinde vardır. Burjuva ideolojisine karşı mücadele yoksa proleter ideolojiden de söz edilemez…

 

İki çizgi mücadelesi böyle bir içeriğe sahiptir. O nedenle süreklidir. Ve partideki olası örgütlenmelerden bağımsız olarak da vardır.

ST bunun savunulmadığını iddia ederken süreçlerden bihaber gibi davranmaktadır. Üstelik birlik ve ayrılık konularındaki farkımızı, bu meseleye dayandırarak açıklamaya kalkması, gerçekleri tümüyle ters yüz etmesidir. Ayrılanlara, kopanlara “şiddet” uygulandığı, halktan kimselere “şiddet uygulandığı” iddiası da gene bu anlayışa koşut olarak ileri sürülmektedir.

Daha önce de gündeme gelmiş, tarafımızdan açıklanmış, yanıtlanmış meselelerin bu derecede üstünkörü dile getirilmeye devam etmesi kabul edilemez. ST iki çizgi mücadelesini kavrayamadığımız, dolayısıyla uygulayamadığımız iddiasıyla “farklı görüşü” dışladığımız, yetinmeyip “kendini ifade edemez hale getirmek” amaçlı şiddete başvurduğumuz propagandasını yapmaktadır. Yine ister istemez “samimiyet” sorunu ve “niyet” tartışması gündeme gelmektedir.

Eğer ST bu konularda açıklamalarımıza, yanıtlarımıza değer vermemeye devam edecekse, inatla yanlışta, gerçek olmayanda ısrar edecekse neyi tartışacağımızı da açıklamalıdır. “İlle de benim tanımladığım gibisin, olaylar da düşündüğüm, kavradığım gibi oldu, kendini savunma!” türünden absürd bir yaklaşımı neden gündemimize sokalım?

 

“Yalancılığımızı”, “inkarcılığımızı”, “ne yaptığını bilmezliğimizi” kanıtlama gayretindeki ST’ni bu yolda yalnız bırakacağız ne yazık ki! Daha önce de vurguladık:

 

Eleştirinin hakaretten niteliksel olarak farkı vardır, buna özen gösterilmelidir.

 ST’ne bu konuda bir uyarımız daha olacak:

Aramızdan türlü sebeplerle ayrılanlarla kurulu ilişkiniz sizleri ilgilendirir. Ancak bu arkadaşların tutumlarına “ortak” olmanız ve saldırganlık pozuna girmeniz açık ki tasfiyeciliğin buluşmasından başka bir şey olmamaktadır. Devrimci mücadelenin ve hatta “partiden ayrılmak yanlıştır” diyerek iki çizgi mücadelesinin olanakları hakkında “takdir edilebilir” bir yaklaşım göstermenize rağmen bu arkadaşların “tasfiyeci”, “çözücü” “bozguncu” ve “dağıtıcı” tutumlarına kucak açmanız “birlikçi” politikanızın değindiğimiz zaafına işaret etmektedir.

Bir taraftan “dört kriter” vurgusu yapıyorsunuz diğer taraftan “demokratik merkeziyetçi” olmayan, çoğunluk iradesini reddeden “çizgi” üzerinde durup gene sizin gibi davrananlara kucak açıyorsunuz.

Hem de “onlara rağmen”! Bu kötü yolda yalnız yürüyeceksiniz ya da -en azından- biz yanınızda olmayacağız!

Aynı konudan devam edelim tartışmaya:

“Fakat TKP/ML son on yılı aşkın bir süredir geçmiş kültürümüzden hızla kopmakta ve saflarında ayrılık ilan edenlere karşı kaba ve sekter bir çizgi savunarak pratikte bunu şiddete kadar vardırmaktadır. (…) Bunu ... polemik yazılarında açıktan açığa savunmaktadırlar.

Aynı politikaları (…) GÖK-Yeniden İnşa-Devrimci Dönüşüm vb. kesimlere karşı politikasını şiddet uygulamalarına kadar vardırmış durumdadır. (…) Örgütsel ayrılık ilan edenlere karşı ‘zor kullanmayı’politika haline getiren TKP/ML bu sekter politika tarzını değiştirmelidir. Parti içinde çelişkilerin çözümünde asla bu yönteme başvurulmaz”… (Sf. 25)

 

 

 

Ve devam ediyor ST öğretmeye; iç sorunların çözümü hakkında yöntem sunmaya!

Öncelikle “saflardan ayrılık ilan edenlere karşı” şiddeti “açıktan açığa” savunduğumuz iddiası daha önceki ithamın abartılı hali olarak daha da şaşırtıcı olmuştur. Bunun için alıntı verilseydi, “okurlardan” sonra belki bizi de ikna ederlerdi! Böyle bir savunu yok! Çünkü böyle bir olay yok! Kimse “saflardan ayrıldığı” için düşman kabul edilmez ya da ceza gerektirecek bir değerlendirmeye tabi tutulamaz.

Bunun bir tek örneği yoktur.

Cezalandırılanların suçu özellikle kendileri tarafından bilinmez değildir. Onların suçu, ayrılmak değil, partiyi çözmek, dağıtmak amacı içeren yalanları ve buna uygun davranışları olmuştur. Kendilerine iletilen tüm uyarılara rağmen bahsi geçen suçları işlemeye devam etmişlerdir.

Partinin, devrimin, halkın çıkarlarına yönelik suçlara karşı gerektiğinde şiddete başvurmayı “asla” diyerek reddetmek, değerlere yapılan saldırıları yanıtsız bırakma olur ki, bu da gerçek adalet anlayışında sakatlık-yetmezlik doğurur.

 TKP/ML’nin uyguladığı şiddet açıkladığımız bu anlayış çerçevesinde gerçekleşmiştir. Yukarıda alıntıladığımız cümleler bu anlayışımızla hiç alakası olmayıp yalan-yanlış ve de çarpıtmadan ibarettir. Bu tanımları yapmaya mecburuz. Çünkü ST’nin suçlaması bizim için çok ağır ve büyük bir haksızlık içermektedir! Cezalandırmalar eleştirilmez değildir elbette.

Ancak “saflardan ayrılma nedeniyle” iddiası üzerinde yapılan suçlamalar eleştiri değil, hakarettir! ST’nin suçlamalarındaki haksızlık ve tarafgirlik bununla kalmıyor, devam ediyor. “GÖK, Yeniden İnşa, Devrimci Dönüşüm vb. kesimlere” diyerek “partiden ayrılma yanlışı”na “grup” olarak düşenlerden bahsediyor ST. Biz bunları değinilen adlarla anmıyoruz. Nitekim ilk ikisi bir “grup” olmayı sürdürememiştir.

 Burada amacımız onları “küçümsemiş” olmak değil. Veya buna göre bir görüş oluşturmak da… Umurumuz da değil ne oldukları! Gerçek olandan bahsediyoruz sadece. Çok açık ki bu sonucun nedeni “şiddet”imiz değildir. Sonuncusunun da ne olduğu ve ne olacağı bugünden bellidir.

Bir tür kaçış yöntemi olarak “ayrılık ilan etmeyi” benimsemiş olmaları geleceklerini belirlemiştir…

Şunu belirtmekte fayda görüyoruz:

Bugüne kadar ve bugünden sonra da devrime sunacakları hizmet, onların esasen “kaçmak” olarak tanımladığımız özelliklerine rağmen vardır. Bu olumsuzlukları onları düşmanlaştırmaz. Hatta devrimcilik için bizim tanımlamalarımıza da ihtiyaçları yok. Ancak “saflardan kaçmak” adına kullandıkları saldırgan biçimleri affetmemiz mümkün değildir.

Bunun gereği esas olarak şiddet değildir. Şiddete “sadece” zorunlu halde başvurmak ilkemizdir.

Aynı cümledeki “vb. kesimlere” ifadesi de dikkat çekicidir. Bu neyi ifade etmektedir?

--Olanları sıraladıktan ve isimlerini de “aynen” belirttikten sonra, başka benzeri kesimler de varmış gibi neden bu “ilave”yi de yaptınız?

-- Sıralamayı isimleriyle “aynen” sürdürmeye mürekkebiniz mi yetmedi?

 Yoksa olmadığı halde “varmış hissi” vermeyi mi amaçladınız?

--Neden bu manipülasyon?

 Nedeni açık. ST bizi “ayrılık ilan edenlere şiddet uygulamayı ilke haline getirmiş” göstermeye ant içmiştir. Bu doğru olmayan ve gerçeklere de dayanmayan iddiasını ancak böyle “çirkin” yöntemlerle, kalemi “hor” kullanmaya dayalı yaklaşımlarla güçlendirmek istiyor. Bu yöntemi, üslubu kınıyoruz ve devrimci hareketin en alt seviyesi ilan ediyoruz! Cümleleri takip ettiğimizde sadece kendi iddialarına dayanan akıl vermelerle karşılaşıyoruz.

 Hiçbir şekilde söz konusu olaylara dair açıklamalarımızın konu edilmediğini görüyoruz: “Bir yandan bunu yaparken öte yandan da Maoist Komünistlerle değişik sebeplerle ayrı düşen yoldaşları ise pragmatist temelde kullanma siyasetini hayata uygulamaktadır.” (Sf. 26)

Gene gerçeklere dayanmayan bir iddia!

Bildiğimiz kadarıyla tartışma konusu yapılan Sevda ve Rıza yoldaşlardır. Bu yararsız bir “tartışma” ve girmeyi genel olarak uygun görmüyoruz.

Bu şehit yoldaşların özeleştirileri ve yoldaşlar ile yapılan görüşmelerin yazılı olarak bulunduğunu kendileri de bilmektedir. Ve “pragmatist temelde” ifadesi ile ilgili olmayan bir ilişkinin temeli atılmıştır, yoldaşlarla. Bu konudaki herhangi bir aksi iddia “kara çalma”dan öte bir anlam içermeyecektir.

Adı geçen bu yoldaşlar dışında, arkadaşların bu iddiasına neden olabilecek başka bir ilişkimiz de yoktur, olmamıştır.

Sonuç olarak, “saflara katılmak isteyenler” haklı bir neden olmadıkça engellenemezler. Bu tüm yapılar için geçerlidir. Bizim için de temel sorun “hukuki/örgütsel” bir engelin kalmamış olmasıdır… Sonuçta bu gibi durumlar için oturmuş bir norm vardır ve bugüne kadar bunun dışına çıkılmamıştır.

BİRLİK KARŞITI DURUŞ

ST “birlik karşıtı duruş”umuzu haklı göstermeye çalışırken, meseleyi salt birlik metnini sorgulamaya dönüştürdüğümüzü iddia ediyor. Duruşunu açıklamak yerine diğerini sorgulamak elbette eksik bir yaklaşımdır. Ama ne tuhaf ki yazının o bölümünden sonra, “samimi” bulmasa da ayrılığa tavrımızın, duruşumuzun esası olduğunu yine kendisi açıklıyor! Üstelik yazı bütününde kitlemizi ve hatta parti üyelerini bir avuç önderin pekala aldatabildiğini de ima ediyor…

Anlaşılan ST sorunun nerede olduğunu çözemiyor. Bir görüşünü reddeder içerikte bir başka görüş ileri sürüyor. Bunun nedeni arkadaşların gerçeklerle bağlantısızlığıdır…

Şu cümlenin gerçeklikle bağı nedir?:

“TKP/ML günlük açıklamalarında birlik diye bir sorunlarının olmadığını iddia etmesine karşın, kitleler tarafından eleştirildiğinde kendi politikasını savunmak ve neden ayrı kalmamız gerektiğini kitlelere anlatmak yerine…” (Sf. 35) Arkadaşlar nerede yaşanıyor bunlar? Hangi “kitleler” eleştiriyor? Kuşkusuz öğrenmek isteyenler vardır ama “kitleler eleştirdiğinde” ifadesi bunu anlatmıyor.

Olmayan bir şeyi var gibi yazmak ve onun üzerinden eleştiri yapmak kendi görüşüne, duruşuna güvenmeyenlerin, kendinden emin olmayanların yöntemidir.

Bu yöntemi polemik yazılarında esas hale getirmek, düşünce geliştirmeye, tartışmaya katkı sunmaz, bilakis onu engeller. ST, aynı yazı içinde başka bir yerde “birlik karşıtı duruşumuz”u haklı göstermeye çalıştığımızı iddia ettikten sonra şunu da yazıyor:

“TKP/ML, ’92 birliğini dayanaksız bir şekilde yapılmaması gereken bir birlik olarak gördüğü gibi ’94 ayrılığını da yapılması gereken bir ayrılık olarak savunmaktadır.” (sf. 35) Ve çok değil dört sayfa sonra da -ama unutacak kadar sonra!- “ ‘Biz ilkeli birlik istiyoruz’söylemiyle sanki Maoistler ilkesiz birlik istiyormuş izlenimi vererek birlik karşıtı duruşunu gizlemeye çalışmaktadır” diyebiliyor. (Sf. 39) 43 ST’ne göre biz “birlik karşıtlığı”nı açıkça savunurken, “birlik karşıtı” duruşumuzu gizliyoruz!...

 Ama yine biz bir yandan da birlik karşıtı duruşumuzu haklı göstermeye çalışırken, birlikçi görünmeye de çalışıyoruz! Yazdıklarınıza ne kadar inanıyorsunuz, bilemiyoruz, merak da etmiyoruz. Amaç, tutarsız, ne savunduğunu bilmez, kendisiyle tamamen çelişen bir TKP/ML imajı çizmekse diyecek söz kalmıyor! Sadece bu yolun sizi düze çıkarmayacağını belirtip, uyarmakla yetiniyoruz!

“FESHEDİN GELİN”…

Biz “ilkeli birlik istiyoruz” diye bir yaklaşım içinde değiliz. Gündemimizde birlik bulunmamaktadır ki, onun ilkeli olmasını isteyelim. Buna karşı ST’nin savunmakta olduğu birliğin sadece ilkeliliği değil aynı zamanda samimiyetine de inanmıyoruz. ST bizlerin “birlik karşıtı duruşu”nu eleştirirken ne tutarlı gözükmektedir ne de samimi. Gene de ekleyelim: “Tutarlı ve samimi olsalar” da birlik gündemimize girmez. Çünkü ST başından beri partiyle yürümemiş, partili olmada dirayet gösterememiş bir çizginin temsilcisidir.

 

 Bunun değişmesi onun gerçek bir muhasebe yapmasını gerektirir. Bu da bize karşı bir tutarlılık, samimiyet değil kendine karşı bir tutarlılık ve samimiyet gerektiriyor. Ayrıca bunun için, bu süreci tamamlamak için yeterince malzeme vardır; olmayan şey doğru bir incelemedir.

 ST “Tüm Maoistlerin temel görevlerinden birisi birlik adına ilkesizlikleri savunan sözde ilkeli birlik savunucularına karşı kitleleri bilinçlendirmek ve mücadele etmektir” (Sf. 39) diyor. Gene kitlelere yönelik yanlış bilinçlendirme içeren bir cümle… Bu apaçık bir manipülasyondur.

Kuşkusuz, tanımlanan “savunuculara” karşı mücadele anlamlıdır ama öncelikle onların gerçekten “savunucu” oldukları bizatihi kendi kararları ve görüşlerinden hareketle ispatlama yoluna gidilmelidir… Onlar siz adlandırdığınızda öyle olmazlar. Eğer gerçekten “öyle oldukları”nı kanıtlarsanız mücadelede başarılı olmanız ihtimali olur.

Aksi halde kendinizi yorarsınız ve elbette okurlarınızı da !...

Aynı yöntemi “mükemmelliyetçilikten kurtulamamak” hakkında yazarken de kullanmış ST. Yazar hiçbir özeleştiri vermediğimizi iddia ediyor bu bölümde. Onlarca yanlışa, ağır suçlara rağmen özeleştiri vermemek, dolayısıyla kendini hatasız görmek!... ST yazarı kısa yoldan bu tanımı yapıyor. Anlaşılıyor ki yazar geçmişi incelememiş ya da objektif değerlendirememiş, kendini bunlardan soyutlamış; ama aynı zamanda pek muteber bir noktadan, seviyeden yorumlar, tanımlar yapmış.

Meselemizin “kendini hatasız görmek ve özeleştiri vermemek” olduğu söyleniyor:

Daha önce özellikle ticaret ve “şiddet” olgularına değindik.

ST bu konuda “hatasızız” söylemimize şunu da eklemektedir:

“Söylenenler esas olarak şunlar olmaktadır:

Bizlere darbe yapılınca biz de bunu yapmak zorunda kaldık, onlar şunu yapınca biz de bunu yapmak biçimindedir.” Devamında, geçmişte kendilerinin yaptığı gibi “bizim de bazı eksikliklerimiz oldu” biçiminde ifadeler kullandığımızı iddia ediyor, ST yazarı: “Ya da en fazla tüm eleştiriler karşısında ‘bizim de çok tali, çok küçük, çok etkisiz bazı grupçu eğilimlerimiz oldu’demekte ya da benzer başlıklara bir kelimelik vurgu yaparak sorunu diğer tarafa yüklemektedir.” (Sf. 40)

 Hemen belirtelim:

 Biz bu süreçleri ST’nin oraya koyduğu gibi tartışmadık, tartışmıyoruz. Bu çok ilkel bir tarz:

“Karşılıklı hatalarımızı ortaya koyalım ve onları mahkum edelim! Siz şunları yaptınız biz de bunları yaptık, yapmak zorunda kaldık. Ama siz başlattınız”! Biz böyle tartışmalardan, yaklaşımlardan haberdar değiliz. ST bunun nerede olduğunu açıklamalıydı, ama bunu yapmıyor. Çünkü bu bir kurgu, gerçek değil.

ST bizim ağzımızdan cümleler kuruyor ve kurduğu bu zavallılık örneği cümleleri küçümseyerek eleştiriyor. Bu bir stand-up’ta hoş karşılanabilir ama bir siyasi polemikte akılsızca duruyor! Bahsi geçen süreci darbe ve darbe merkezli değerlendirdik ve bunda da haklıyız.

 Sizlerin şimdi “stratejik”, “birincil” dediğiniz görev yani birlik, o koşullarda darbenin saldırısı altındaydı. Tüm zaaf ve eksikliklerine, yetmezliklerine rağmen darbeye karşı mücadele ve darbeye karşı tavır belirleyici tutumdu. ST’nin görmekten ısrarla kaçındığı budur. Yoksa kimsenin “mükemmel bir tavır alındı”, “ufak tefek eksiklikler oldu, ama iyiydik”, “karşılıklı hatalarda siz daha ilerdeydiniz”, “grupçu davrandık ama önemli değil” dediği yok.

Bu çocukça bir tartışmadır ve sonuçsuz, aynı zamanda anlamsızdır. Dediğimiz gibi böyle yaklaşımlardan haberdar bile değiliz. ST ayrıca “kendini fesh et gel” “çiğliği ve gayri ciddiliği”yle hareket ettiğimizi belirtiyor. Böyle “şaşırtıcı” iddialar okundukça yazı iyice cazibesini kaybediyor. Absürd durum olağanlaşıyor!

Şimdi bunları reddettiğimizde ne olacağını merak ediyoruz?!

“Kendinizi feshedin gelin” çağrısını “gizli” yapmakla suçlanacağız herhalde!!! ST dergisinin 38 ve 39. sayfasında, 4. maddede “kendini feshetmenin” neden mümkün veya doğru olmayacağını anlatmış arkadaşlar.

Bu bölüm bir tür “gölgesiyle konuşma” üslubu içeriyor bizim için. Kimseden kendisini feshetmesini istemedik. Bu anlamsız bir istektir. Kaba ve meselenin özünü çözümlemeyi içermeyen, gereksiz tartışmalara yol açacak bir talep olur bu. Siyasi açıdan da içi boştur.

 ST bu yorumu nelere dayandırmaktadır?

Asıl mesele bu! Tartışılan nedir? Tartışılan “ayrılığın” zeminidir.

Dolayısıyla “partiden ayrılmanın yanlışlığını” tartışıyoruz.

Bugüne kadar ST’nin sahip olduğu çizgi, bu “yanlışlığın” savunusu üzerine kuruludur. Şimdi DABK’ı mahkum etmeleri ve konu ettiğimiz yanlışlığı “karar altına almaları” bu gerçeği değiştirmiyor. “Bir arada olunamaz” dediğimiz budur. Bu çizgiyi dışlamak, kendinden görmemek, hiçbir biçimde kabul etmemek neden “kendini feshet gel” demek olsun?

Biz…. ST’ne bulunduğu zeminle hesaplaşması gerektiğini söyledik. Darbe ile bağını açık ve net olarak ortaya koymalıdır dedik.

Darbeyi gizlemenin, olmamış göstermenin sorumluluğunu anlattık. Bunlardan yola çıkarak “kendini feshet gel” çağrısını yapmak bizim dışımızda bir olaydır.

Çünkü “kendini feshedip gelmek” bir tür birleşmedir. Bugüne kadar niyetimizin bu olduğunu içeren bir açıklama yapmadık. Çünkü “bulunduğu zemini” doğru kavramak veya kabul etmek bir süreçtir.

 Bu süreç tamamlandığında yeni sürecin ne olacağı şimdiden tam veya esas olarak kestirilemez. Üstelik bu, öncelikle öznenin kendisi tarafından yapılabilir. Bunu biz saptayamayız. Biz bugün bulunduğumuz zeminlerin temel farkından bahsediyoruz. Tartışmamız bununla sınırlıdır. ST tüm ifadeleri, tanımları, “birlik” merkezli okumakta olduğundan “zemin sorgulamasını” “onu reddedin ve gelin” diye yorumlamaktadır.

Oysa biz “sorgulayın ve gerçekliğinizi olduğu gibi kabul edin” demekle yetiniyoruz. Kendiniz hakkında kararı, siz vereceksiniz. Bu sizin yolunuz. Onu belirlemek bizim işimiz olmaz. Durduğumuz yerin bilincindeyiz ve iradenize bu ölçüde bir saygısızlığı doğru bulmayız! “Feshedin gelin” bir tür “birlik” anlayışıdır. Bizim bu içerikte bir birlik anlayışımız olmadı. Buna rağmen güya bu “metni”miz üzerine yapılan yorumlar ST’nin kendini nasıl bir “savaş”ın içinde gördüğünü ortaya koyuyor.

Meğer ne keskin kılıçları, uzun mızrakları, sert kalkanları varmış, “çiğ bir davranışımızda” hepsini görmüş olduk. Bizi en çok etkileyen son öldürücü hamle oldu. Eğer böyle yanlış bir birlik kararı iradeler tarafından kabul edilirse, o durumda feshedilecek olanın TKP/ML olacağından eminlermiş! Bu tartışmaya (feshedin gelin eksenli) “ciddiyetsiz” diyor arkadaşlar.

Evet aynen öyle. Son noktayı da bu hamleyle “tartışma”nın özüne uygun koymuşsunuz! Bu içerikteki bir tartışmayı sürdürmeyi doğru bulmuyoruz. ST bu bölümün girişinde bir “konuşma”dan hareketle bunlardan söz ettiğini ima ediyor. İfadelerin de bu konuşmaya dayandığı izlenimi verilmektedir.

Açıkça belirtelim ki, nerede ve kiminle geçmiş olursa olsun bu yaklaşımı anlamlı ve çizgimiz dâhilinde görmüyoruz. Sonuç olarak, birliği mahkûm eden, baltalayan ve nihayet “terk” eden bir çizginin/ pratiğin ürünü olarak tanımladığımız için kendilerine önerimiz varlıklarını bu şekilde tanımlamalarıdır.

Fesih talebimiz yok. Çünkü kendileriyle birlik amacı gütmüyoruz.

İLKELİ BİRLİK-----------------------------devamı var-45 den 

İLKELİ BİRLİK…

Örgütsel birliğin gündeme geldiği yerde tartışma konusu olması kaçınılmaz konulardan biri de bu olsa gerek… Öncelikle kimseyle ilkeli ya da ilkesiz bir birlik tartışması içinde olmadığımızı belirtelim.

Olası bir birliği de kendi şartlarında tartışırız.

Kuşkusuz ideolojik birliği, politik çizgide hem fikirliği, program ortaklığını ve halk savaşında ısrarı birliğin temeli kabul ederiz.

Bunun sonrasında olacak şey, parti ilkelerinde, temel tüzük ilkelerinde gönüllü ve samimi beraberliktir.

Zira ilk dört unsuru hayata geçirmenin yegâne koşulu parti ilkelerinde yakalanacak üst düzey birlikteliktir. Güçlü, çelik disipline sahip, demokratik merkeziyetçiliği tam olarak benimsemiş bir yoldaşlık ilişkisi olmadıkça ilerlemek mümkün değildir.

 

Kuşku yok ki, bu aynı zamanda bir süreç sorunudur. Yani bu hedefe, bu ilkelere sahip olduktan sonra her şey tamamlanmış olmayacaktır. Sorunlar, kopuşlar, tasfiyeler, gerilemeler olabilecektir. Ancak her şey, nihayet bu ilkelerin benimsenmesine dönük ele alınacak ve çözümlenecektir.

Bu ilkelerde beraberlik olduğu sürece hatalar kavranabilir ve aşılabilir. Meseleye bakışımız öz itibariyle ve kısaca böyledir.

 

Şimdiye kadar anlattığımız, “esas” yönleriyle uygun/doğru görmediğimiz ST’nin “birlik” çağrısı, parti anlayışını ve bunun özgülünde tarihsel yapısını/karakterini analiz etmeyi içermediği ya da başara[1] madığı için “ilkesiz”dir. Bu öneriye “evet” dememiz mümkün değildir. Buna evet demek, “partiye darbe suçu”na ortak olmak demektir.

 

Bu başlı başına bir ilkesizliktir. ST “ilkeli birlik” isteğinde olduğumuzu belirtirken yanılgı içindedir.

Onun çözümlemesi gereken, bizim söz konusu sürece dair değerlendirmemizin önerisiyle ilişkisidir. İlkesizlik, bu ilişki çözümlenmedikçe devam eder. Çözümlendiğinde ise ya birlik gündemlerinden kalkacaktır ya da ST’nin bakış açısı “önemli derecede” değişecektir.

Tekrarlayacak olursak:

Bizim “ilkeli birlik istiyoruz” biçiminde bir söylemiz yok. Bu söylemin gerçek kaynağı hakkında bilgi sahibi değiliz. ST “bu söylem”lerinin kaynağından söz etmiyor. Ama aynı bölümdeki şu ifade düşündürücüdür: “…

nasıl bir ilkeli birlik sorularını açıklamak yerine ‘siz darbecisiniz biz komünist; siz tasfiyecisiniz biz komünist’söylemleriyle kendisi için hayati olan bir sorunu çözmekten uzak durmayı tercih etmektedir.” (Sf. 39) Bu cümlelerde “ilkeli birlik” söyleminin ST’ndeki öneriye yanıt olarak oluşmadığı düşüncesi var.

Zira “birleşemeyecek iki grup”tan bahsediliyor:

 Darbeciler ve komünistler! Bunlar arasında “ilkeli birlik” mümkün müdür?

Hayır, değildir!

O halde ST neden bu söylemi tartışma ihtiyacı duyuyor?

 

Onun derdi/sorunu “darbeci-tasfiyeci” olmadığını, bu iddia sahiplerinin yanlış değerlendirme yaptıklarını ispatlamak olmalıdır… Çünkü söylemin kaynağı budur.

Tasfiyecilikle, darbeyle birlik olamayacağını, olacak birliğin ise ilkeli olamayacağını herkes bilir.

 ST “ilkeli birlik” nasıl olur açıklayın diyor. Bunun cevabı bilinmez değildir ki, bakın siz bile “kriterleri” dizmişsiniz! Üstelik partinin bir varlık zemini zaten vardır. Bu zemin ile uyumlu olanlarla birleşmek, uyumsuz olanlarla mücadele etmek gerekir.

O zemine ihanet edenlerle ise mesafeli olmak gerekir!

AYRILIKÇILIK…

ST’nin manipülasyon yaptığı önemli konulardan biri de ve elbette şimdiye kadarki iddialarıyla uyumlu olarak, “ayrılığı meşrulaştıracak çok tali” konuları öne çıkartmamız ve -birliklere düşmanca yaklaşmamızı öne çıkarmak üzere- “ayrılıklar” hakkındaki düşüncelerimizdir.

“TKP/ML’nin 94 ve sonrası ayrılıkların hep[1]sini incelediğimizde (inceleme dedikleri kulaktan dolmalardır -Partizan) göreceğiz ki yoldaşlarımız ayrılıkları temel ilkeler üzerinden değil, herhangi bir sebeple yapabileceğini savunmaktalar, “çünkü ‘darbeciler’ dışındaki üç beş defa daha bölünmesinin ya da bölünme niteliğinde insan yitirmesinin nedenleri de yine darbeci, bölücü, yıkıcı, tasfiyeci, parti düşmanı biçiminde ortaya koymaktadır.” (Sf. 37)

 

ST sapla samanı karıştırmayı, olguyu bilmeden, incelemeden karar vermeyi, işine geldiği gibi anlamayı seçerek ipe sapa gelmez eleştiriler, tespitler yapmaktadır. TKP/ML’nin ST’nin formüle ettiği gibi bir savunusu nerede gerçekleşmiştir?

 Hiçbir yerde! Düşler içinde misiniz? Yoksa birilerini düşlere gark etmeye mi niyetlisiniz? Ortaya atılan “ayrılık savunuculuğu”, “herhangi bir kararın uygulanmamasının ayrılık için yeterli olduğu” fikirleri arkadaşların yorumudur.

Kulaktan dolma “incelemeler”i onları bu fikre ulaştırmış. Bizler hakkındaki “fikir”lerinin pek olumlu olmadığını hep biliyorduk. Hakkımızda pek çok yere “aktarılan bilgilerin” niteliği artık bizleri şaşırtmıyor. Parti üyelikleri düşürüldükten sonra kimi “sıkıntı”larını paylaşanların durumu hakkında kardeş partilere verilen bilgilerdeki abartılar, doğru olmayan bilgiler bizleri bu tutuma karşı epey hazırlıklı kılmış durumda. Şimdiye kadar önemsemedik. Bundan sonra da önemsemeyeceğiz bu kuru gürültüyü.

 

Yukarıdaki alıntılar bir iki cümleden ibaret değil, yazıda denebilirki “yeterince” yazmışlar. Oysa bahsedilen süreçlerde savunageldiğimiz bir ayrılık yok. Bazıları ayrılmayı seçmiştir, bazıları disiplini benimsememiştir. Sonuçta hepsi partiyle yürümede güçsüzlük göstermiştir.

Ayrılanları eleştirdiğimiz, bölücü, parti düşmanı vb. olarak nitelediğimiz doğrudur.

 

 Sonuç olarak her biri ayrı değerlendirilip nitelikleri saptanmış ve tanımlanmıştır. Ayrılmaları bizleri onlar hakkında değerlendirme yapmaktan, onları tanımlamaktan alıkoymaz. Bu nedenle suçlanmamız ya da eleştirilmemiz anlamsızdır.

Ancak değerlendirme ve tanımlamalarımızın eleştirilmesi mümkündür. Bunun için de somut bilgi, tartışma gerekmektedir. ST bu bölümde aynı sayfada “Partiden atma”lara değiniyor.Ayrılmalarla üyelikten düşürülmeleri ST’nin aynı kategoriye yerleştirmesi ve bunlara aynı biçimde “kalkan” olmaya çalışması pek hayırlı bir davranış değil. Objektif her okuyucu için de bu, dikkat çekici olmalıdır!

ST bu “ayrılıklar”da “birlik zemininin” olup olmadığının sorgulanmadığını iddia ediyor. Bu bilgiye nereden ve nasıl ulaşıldığı “meçhul”! Oysa meçhul değil, o kulağa akan bilgilerin kaynağı ve o bilgilerin ne tür bir inceleme ve düşünme yöntemiyle harmanlandığı çok açık…

Üyelikten düşürülmeler, bireyin parti ile olan “sözleşmesinin” tam da ST’nin ifade ettiği gibi, bireyler tarafından gönüllü olarak “çiğnenmesi”nden ileri gelmektedir. Kendisini iradenin bulunduğu organın, organın dahil olduğu hiyerarşinin üzerinde gören ve bundan hareketle irade ve eylem birliğini bozan kimseler, nihayet partiden atılırlar.

Nihayet diyoruz, çünkü atılmalar bir sürecin sonunda olur.

 Her “bir karara uymayan, bir kararı tanımayan, eleştiren kişi atılır” diye bir kaide yok. Eylemin ve eylemcilerin şartları, savunuları, devamlılık, anlayış düzeyindeki gelişmişlik vs. dikkate değerdir.

Asıl sorun elbette eylem birliğinin bozulma derecesidir!

Şunu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde vurgulayabiliriz ki, partiden atma son tercihtir ve arzu edilmeyendir. ’94’ten sonra, bir başka “birlikçi” KKSG dışında “ayrılık” ve “bölünme” diye nitelendirilebilecek bir pratiğin olmadığını da belirtmek gerekir.

Bazı üyelerin üyeliklerinin düşürülmesi bu kategoriye sokulamaz. ST uzun zamandır belirgin gerçekliğe rağmen bu konuda manipülasyon yapmaktadır. Gereksiz ve yıpratıcı tartışmalar, suçlamalara bu derece yaslanmaları ST’nin sürecimize bakış açısındaki derin subjektivizmin sadece bir sonucudur.

Bir taraftan “birlik” metni, diğer taraftan bu derecede manipülasyon ve yıpratıcı faaliyet başka türlü açıklanamaz. Arkadaşlara aklıselim düşünmelerini ve davranmalarını tavsiye edeceğiz… Bilmediğiniz, vakıf olmadığınız konularda bir ölçüde mütevazı olun, “bildiklerinizle” hareket etmeyi abartmayın. Başkalarının sahasına girdiğinizde ve onlar hakkında yorum yaparken tevazu gösterin…

“Birlik zemini sorgulanmadı” ve “derhal ayrıldılar, attılar” demek için hiçbir haklı nedeniniz yok. Olamaz, çünkü bu gerçek değil. Sonuç olarak anlayış düzeyinde parti iradesini hiçe sayan, kendini onun üzerinde gören, onu beslemeyi değil yalnızca yönetmeyi arzu eden, onun üstünlüğünü inkar eden tutumlar nihayetinde dışlanırlar…

Üyeliklerin sonlandırılmasının temel nedeni budur. “Bir karar uygulanmaz ya da yanlış uygulanırsa sizlerin de o yapıdan ayrılmanız ve atılmanız için ye[1]terli sebep ortaya çıkmış demektir” diyebiliyor ST. İnanılmaz bir cüret! İspatı mümkün olmayan bir iddia; ancak ispata gerek duymama durumunda bu derecede cüretli gündeme gelebilirdi. Bizim bahsi geçen yaklaşımı savunduğumuza dair tek bir kanıt sunabilselerdi ne iyi olurdu! Ama yok.

Kimsenin de kanıt aramayacağını düşünüyorlar. Neye dayanarak bu absürd yaklaşımı yakıştırıyorsun demeyecek hiç kimse! Bu kara çalmayla sadece kendilerini ve gerçeklerden kopuk olanları, sürecin dışında olup ilgisiz kalanları aldatabilirler. Biz ise onların “birlik” amacındaki samimiyetsizliğini bir kez daha tecrübe etmiş oluruz…

PARTİ TARİHİ VE “TARİHİ” MUHASEBE…

ST, 1. Kongre belgelerini değerlendirmememizi sorumsuzluk olarak eleştirmekte, “TKP/ML  Maoist partiye karşı sorumluluk hissetmeden bir yere varamaz” demektedir. Hiç şüphesiz Maoizm adına konuşanların, tarihimiz hakkında kararlar alanların görüşleri bizleri bir başka ilgilendirir. Ancak bu onlarla ilgili “sorumluluk duymamızı” gerektirmez.

Bununla beraber ST’nin eleştirisinin görece haklı olduğunu kabul etmiyor değiliz. Bizim için asıl problem henüz bütünlüklü bir tarih sentezi yapmamış olmamızdır. ST’nin değerlendirme sorumluluğu taşıdığımıza dair öne sürdüğü belgeler ise bir sentez olmaktan çok karmaşık olayların anlatımıdır. Doğru bulmadığımız anlatımlar ve sonuçlar olduğu gibi yöntemini de sağlıklı bulmuyoruz. Şimdi bu belgeler karşısında duyduğumuz asıl sorumluluk zaten kendini öteden beri zorunlu bir gereksinim olarak da[1]yatan “tarihimizin bir sentezini” gerçekleştirmektir.

Ki bu aynı zamanda geleceğimizin sağlam bir temel üzerinde inşası için de zorunludur. Diyebiliriz ki, doğru bir sentez aynı zamanda mevcut koşulları ve önümüzdeki yılları doğru kavramış olmanın da sonucu olacaktır. Ancak ne yapmakta olduğunu, ne yapacağını bilenler geçmişin sentezini de esas olarak başarırlar. Bu düzeydeki bir tarih kavrayışı, olayların anlatımını temel mesele haline getirmekten de büsbütün ayrılır. Böyle bir kavrayış güne ve geleceğe yön veren esas akımların idrakinde olup tarihi sentezlemeyi başarır.

ST’nin sunduğu malzeme böyle bir sentezin parçası olabilir. Ama kendisi olamaz! Ona karşı duyarlılığımız bu çerçevede mümkündür.Ancak ondan önce sorumluluğumuzun gerçekten tarihi sentezleyecek niteliğe gelmek olduğunu tüm açıklığıyla ve çekinmeksizin belirtmeliyiz. Bu da bizim bunun parçası olabilecek belgelerle ilişkimizin düzeyini, sanırız anlaşılır kılacaktır!

 DEH-KOM VE DEKLARASYON “Ayrılık noktaları”nda ST, “DEH-KOM ve Deklarasyon” konusuna da yer vermiş. Bu alan özgülünde aramızda önemli farklılıklar olduğu doğrudur ancak biz  burada farkları tartışmayacağız. Dikkatleri yanlış bilgilendirmelere ve yanlı yönlendirmelere çekmek istiyoruz.

ST bu konuyu hem yüzeysel hem de son değerlendirme ve kararlardan “bihaber” ele almıştır. Kuşkusuz böyle olmasından direkt kendilerinin sorumlu olduğunu söyleyemeyiz.Ancak DEH-KOM aracılığıyla bazı gelişmelerden haberdar olmalarını umuyorduk!

ST, DEH-KOM ve Deklarasyon hakkındaki görüşümüzü eleştirirken bir sorunumuzun da bu meseleyi uzun süre gündemimize almamış olduğumuzu belirtmeliydi. Çünkü ST’nin eleştirisi II. MK tarafından yapılmış değerlendirmeye dairdir ve partimiz bu meseleyi uzun süre ele almamıştır. Ama artık bu süre tamamlanmıştır.

DEH-KOM’a yeni ve süreci açıklayan bir mektup yazılmıştır. Birçok anlaşmazlığa açıklık getirildiği gibi bazı “önemli” eleştirilerimizin de geçerliliğinin kalmadığı “itiraf” edilmiştir.

Örneğin “Mao Zedung Düşüncesi”

kavramının kullanımına yönelik eleştirinin bir hükmü kalmamıştır.

Çünkü Partimiz MLM kavramını ’93’te kabul etmiştir.

Benzeri ve daha bir dizi konudaki değişiklik ve görüşümüz DEH-KOM’a mektupla sunulmuştur. Burada üzerinde duracağımız konu, doğal olarak mektup ve sunduğumuz görüşler olmayacaktır. Bu mektup, yanıt için beklenen makul süre geçtiği ve bu kurumdaki gelişmelerden okunduğuna göre belli bir süre daha ya da hiç yanıt alınamayacağı anlaşıldığı için bu yazıyla aynı tarihlerde kamuoyuna açılacaktır.

Bizim için halihazırda temel sorun DEH ile ilişkimizin netleşmesidir. Bilindiği gibi SB adına yapılan söyleşideki ifadeler nedeniyle DEH üyeliğimize son verildi. Bu karara itiraz etmekle beraber onu bir gerçeklik olarak kabul ettik. Henüz ilişkimizin düzelmesi için bir çaba içindeyiz. Bu çabamız “üyelik” ile sınırlı değildir. Ve hatta esas olarak DEH’in yapısıyla ilgilidir. Çünkü üyeliğimizin sonlandırılması da bu yapıya dönük eleştirilerimizin kabaca ve yersiz biçimde getirilmesine dayanmaktadır.

DEH’e yönelik eleştiride gerekenlerin uygulanmadı, bu anlamda görevlerimizi yerine getirmede başarısız olduğumuzu kabul ediyoruz. Çabamız bu süreci normalleştirme ve sağlıklı çalışma ortamının yaratılması içindir. Bu konudaki eleştiri ve tespitlerinde ST görece haklı olsa da DEH ve deklarasyonla ilişkimizin onun belirlediği veya bildiği gibi olmadığını özellikle vurguluyoruz. Şimdiki durumda “olumsuz ilişki”nin düzeltilmesi çabasından söz edilmelidir.

 DEH üyeleri özellikle de DEH-KOM üyeleri sürecimiz hakkında önemli derecede yanlış veya eksik bilgilere sahiptir. Bu durumdan asıl olarak bizler sorumluyuz. Bununla beraber “yanlış bilgilendirmeler”le -bilgilenme dar/sınırlı olduğu halde- sürecimizle ilgili kesin sonuçlar çıkaran ve tavır geliştirenler de bundan sorumludur. Ne yazık ki, ilişkilerin düzeltilmesi daha doğrusu normalleşmesi, arada “yığıntı”dan kurtulmayı da gerektiriyor.

ST’nin ortaya koyduğu “ayrılık” unsuru bu bakımdan somut duruma uygun değildir. Onun belirttiği ayrılık geçmişte kalmıştır. Asıl ayrılık noktası DEH’in yapısı ve çalışmaları hakkında olabilir. Belirttiğimiz gibi onun da tartışılması için henüz erkendir ve yeri de burası değildir.

MAOİZM…

ST Maoizm konusunda epey ilerlediğinden bahsedip bizlere de sözde değil özde Maoizm’i kavramamız gerektiğini salık veriyor. Hiç şüphesiz “Maoizm’i sözde değil özde kavrayın ve uygulayın” öğüdünü saygıyla karşılamak gerekir. Bu öğüt ST gibi esas olarak olumsuzladığımız bir yapıdan da gelse, kendi başına anlamlıdır ve hatta gereklidir. Bizlerin bu ve benzeri öğütlerle sorunu olmaz.

Sorunumuz öğüdün kendisi değil sunuluş biçimi ve sahibidir. ST, TKP/ML’nin yaşadığı bütün başarısızlıkların, olumsuzlukların temelinde MLM’yi kavrayamama  sorunu bulunduğunu inkar ettiğini ima ederken neye dayanmaktadır, bilmiyoruz. Yayınlara, kitle toplantılarına yansıyan kavrayışsızlık, kafa karışıklığı bir dereceye kadar anlaşılırdır. Bazı tezler, görüşler ST tarafından eleştirilebilir, zaaflı görülebilir, yadırganabilir. Bunlar doğru/haklı da olabilir. Ne var ki bu gibi olgulardan yola çıkarak sorunlarımızın temelinde nihayet ideolojik yetmezlik olduğunu inkar ettiğimizi söyleyemezsiniz.

Hiç kuşku duyulmayacak tezlerden biri de, yanlış yapma, hatalı fikirler savunma, başarısız olma, gerileme ve hatta ilerleyememenin, ideolojik yetmezliğin bir sonucu olduğudur. Dolayısıyla MLM’nin kavranışındaki sorunlara işarettir. Bunu ifade etmek özel bir meziyet değildir. Bunu inkar etmek hiç anlaşılır, kabul edilir bir tutum olur mu?

Elbette hayır!

Maoizm’in, proleter ideolojinin/biliminin doruğu olduğu konusunda partimiz diğer Maoist partilerle hemfikirdir. ’93’teki Birlik Konferansı’nda bu, karar altına alınmış ve o günden bugüne savunulmaktadır. “Maoizm” kavramını kullanmamış olmak veya bu be[1]lirleyici kavramın kabul edilmesinde gecikmek, hem yetmezlik göstergesidir hem de yabancı akımlara karşı mücadelede uyanık olamamanın sonucudur, onların etkisinde kalmaktır.

Bu yetersizliği uzun süre yaşadık. ’93’ten sonra ise formülasyon düzeyinde Maoizm’i kabul etmek onu tüm yönleriyle bilime nitel katkı olarak kavramak bakımından önemli bir gelişme oldu. Ancak henüz bu kavrayışın yeterli olmadığı tarafımızdan çeşitli zaman ve biçimlerde dile getirildi. Maoizm’i kavrayıştan hareketle, Mao’nun Marksizm-Leninizm’e katkıları ve Komintern’in hatalarına ilişkin değerlendirmelerde, kitle çizgisi, iki çizgi mücadelesi, DEH’e yaklaşım ile birlik politikası ve tarihsel gelişmelere bakışta ST’nin bize göre “bir hayli mesafe aldığı” iddiası ispata muhtaç, pek de anlamlı olmayan bir iddiadır.

Yeri geldikçe belli konular üzerinde durulmaya devam edilecektir ama DEH ile ilişkimizdeki sorunların diğer meselelerle ilişkilendirilerek aleyhimize kullanılması, en azından kafa karıştırıcı olduğu için doğru bir tartışmaya engeldir. DEH ile ilişkilerimizin ST’nin iddia ettiği içerikte olmadığını belirtmemiz gerekir. Bununla beraber ST’nin DEH ile ilişkileri genelde sıkı tutması mutlaka olumlu(!) etkilere de neden olmuştur.

Ancak bu tür bir kıyasa malzeme olamaz. Ya da bundan hareketle epey ilerlendiği iddiası kanıtlanmış olmaz. Örneğin başarısızlıkların nedeninin nihayet Maoizm’i kavramamak olduğunun kabulü, alınmış “epey bir mesafe” değildir. Kuşkusuz bu doğrudur. Ama bunun reddedildiği doğru değildir. Ve bunun kabul edildiğinin bir çözüm oluşturduğu da. Bu,sadece “çözmeye yönelmek”te avantajlı bir konumlandırmadır. Asıl olan o avantajı kullanmaktır. Bu noktada bir ilerlemeye ise tanıklık etmiyoruz.

“İlla da” kavramıyla bunun sağlandığı iddia ediliyor ise buna kesinlikle katılmıyoruz. Maoizm’in kavranışındaki sorunlar hemen her başarısızlığın da nedenidir. Dolayısıyla Maoizm savunuculuğu ilerlemek için koşuldur. Ama yeterli değildir. Bizlerin “sözde savunuyu yeterli gördüğü” ise ST’nin bir deli saçmasıdır: “TKP/ML Maoizm’i sıradan bir savunu, söylem olarak ele almaktan kurtulmalıdır”

(Sf. 23)

Aynen öyle! “sıradan bir savunu” hiçbir yere götürmez. Peki “illa da” kavramı “sıradan”lığın reddi, özellikli savununun kanıtı mıdır? Bu konuda da üzgünüz… İçerik olarak Maoizm’in nasıl savunulacağı elbette ki tartışmanın temeli olmalıdır.

 Örneğin darbenin Maoist iki çizgi mücadelesi anlayışıyla nasıl bağdaştığı üzerinde durulmalıdır.

 Ya da Maoizm’in bunca lafzına karşın pratikte gerilemenin sürüyor olmasının bir handikap olup olmadığı sorulmalıdır …

Sonuç olarak şimdi de içeriğe dair her eleştirimiz kaçınılmaz olarak Maoizm’in düzeyinin sorgulanmasıdır. Ama “illa da” kavramına dikkat çekip biçim açısından bir eleştiri yapacağız şimdi.

Daha önce de buna dikkat çekmiştik. “İlla da” kavramı Maoizm’e yönelik bir vurgu için seçilmiştir. Bu kavramın ne anlattığı, neden kullanıldığı üzerinde durmak gerekir. Bu kavramın “özellikle” anlamında kullanılma derdi anlaşılır olmalıdır. PKP’nin kullandığı kavram budur. Ve amaç günümüzün kavranması açısından bilimin ulaştığı doruğa vurgu için Maoizm’e dikkat çekmektir. Bunu olumsuzlamak mümkün de değil. Hiç kuşku yok ki, Maoizm bunları ifade eder.

Zira Maoizm, proletaryanın bilimsel ideolojisinin üçüncü ve son aşamasıdır.

 Eğer savunulmaz veya kavranmazsa Marksizm-Leninizm uygulanamaz olur. “Özellikle” kavramı bu yaklaşımla çelişmez-uyumludur. Ancak “illa da” kavramı “özellikle” anlamını içermekle birlikte bundan daha çok “her zaman, her yerde, her şeye rağmen” anlamında kullanılan bir kavramdır.

Bilimsel bir öğretiyi, bilimsel özelliği olmayan ya da zayıf bir kavramla savunduğunu ileri sürmek onun niteliğine aykırıdır ve pek uygun/akıllıca değildir. Burada bir zorlama olduğu açıktır. Bir şeyi her koşulda, her zaman (geçmişten gele[1]ceğe) ve/veya her şeye rağmen savunduğunu/savunacağını iddia ediyor olmak “sorunlu” bir tutuma işarettir.

ST kavramın bu özelliğini/anlamını bilerek ve tam da öyle olduğu için mi kullanmaktadır? Görebildiğimiz kadarıyla o kavramın bu özelliğini/anlamını pek önemsememektedir. Onun “özellikle” bağlamında bir ele alışından söz edilebilir. Ne var ki, “illa da” için bu anlam, bu tanımlama yetersizdir.

Ya da ST “özellikle” anlamına denk düşen değil, onu aşan bir kavram kullanmakla “yeni” bir tutum geliştirmektedir. Öyleyse bunu açıklamalıdır. Neden “her zaman, her yerde ve nelere rağmen” Maoizm? Bununla beraber bilimsel ilerlemenin sonsuzluğu ve zaman-mekan koşulu zaafa uğratılmış olmuyor mu? “İlla da” kavramının bir özelliği-anlamı da önüne getirdiği ismin uğradığı saldırılara, tahribata, hatta yenilgilere ya da içerdiği olumsuzluklara, yetersizliklere, başarısızlıklara karşın tercih edilmesinin zorunluluğuna vurgu taşımasıdır. “İlla da” kavramının bu anlamı nedeniyle tercih edildiğini düşünmemizi gerektirecek ne var?

Son yıllardaki yenilgiler, burjuva ideolojisinin sağladığı görece üstünlük vs. kavramın bu tarzda kul- lanımını gerektirmez. Kullanım özel bir döneme aittir ve öteki anlamları içermemektedir. Ama ST’nin buna dair bir açıklaması da yoktur. Açıklama bu yönde olursa bu kez tartışma farklı bir mecrada yürür. Şimdilik böylesi bir vurguya ihtiyaç duymadığımızı belirterek geçelim.

Biz, bilimi sırasıyla Marksizm Leninizm Maoizm olarak formüle etmeyi uygun, yeterli görüyoruz, Maoizm’i sıralamanın sonunda olması ona “özellikle” anlamını vermesi bakımından yeterlidir. Bunun ayrıca belirtilmesi gerekli değildir diye düşünüyoruz.

 Sonuçta Maoizm’e ayrıca vurgu yapmanın, onun belirleyici özelliğini öne çıkarmanın anlaşılır olduğunu kabul ediyoruz. Bunu kendi savunumuzla, formülasyonumuzla uyumsuz görmüyoruz.Ancak bunun için bilimsel yönü eksik, sorunlu bir kavram tercih edilmesini uygun-anlamlı görmüyoruz. Bunun için uygun kavramlar “özel[1]likle”, “bilhassa”, “daha da çok” gibi kavramlardır.

ST bu kavramı “ayrılık noktaları” olarak tartışmamıza sunarken şöyle yazmış; “TKP/ML, Mao savunulmadan Marksizm-Leninizm savunulamaz anlayışını sadece sözde değil, ‘sözde’teorik olarak da kabul ederek pratikte hayata uygulamalıdır.” (Sf. 23)

Bu ilginç bir vurgu!

Öncelikle çok açık değil. Sözde değil “sözde” teorik olarak!!! Eğer illa da kavramına dikkat çekiliyorsa bu kavramı kullanmamız salık veriliyorsa, bu anlamda kavrayışımızı yükseltmemiz isteniyorsa yanıtımız “bu yönde bir gelişim içinde değiliz” olacaktır.

 Ayrıca Maoizm’i kavrayışımıza dair eleştirilerin gerekli olduğuna inanmakla beraber, bu eleştirinin yukarıda içeriğine “açıklık” getirmeyi denediğimiz kavram üzerinden gelmesine, baştan itiraz edeceğimizi şimdiden belirtmek isteriz. Bunu “illa ki” reddederiz…

Bilimde bu tür zorlamalara ihtiyaç yoktur. İdeolojik olarak sesimizi yükseltmeyi, yürekleri pratiğin cereyanına tutmayı tercih ederiz!..

ŞEHİRLERİN ÖNEMİ….50.sayfa-devam edecek..

ŞEHİRLERİN ÖNEMİ…

ST bir başka ayrılık nedeni olarak TKP/ML’nin 7. Konferanstaki “bugün şehirler esas olmalıdır” savunusunu göstermektedir.

 Öne sürdüğü bu iddia onun inceleme, kavrama düzeyi hakkında bizi epey kuşkulandırmaktadır.

 7. Konferans belgelerinde şehirlerin devrimdeki öneminin arttığına dair görüşler vardır. Bununla beraber kimi dönem veya yerlerde geçici olarak şehirlerdeki çalışmalara yoğunlaşılabileceği de belirtilmiştir. Ama şehirlerin “esas” olduğuna yönelik bir tespit-belirleme olmamıştır.

ST’nin iddia ettiği düzeyde bir “yenilik” olsaydı kuşku duyulmasın ki, bunun ortaya konuluşu çok farklı olurdu. Bir bölüm içinde, bir cümle içinde yetinilmezdi. Konu hakkında 7. Konferansın üzerinde durduğu olgu hem kırsal alanda hem de şehirlerdeki gelişmelere bağlı olarak halk savaşının ruhuna uygun biçimde kimi zaman ve durumlarda şehirlere yoğunlaşılabileceğidir.

ST bunu reddediyor mu bilmiyoruz. Ama bizim “şehirlerin esas olduğu”na dair yaklaşımı reddettiğimizi herkes biliyor!

ST görüldüğü kadarıyla konferans kararlarında kafa karışıklığına yol açabilecek cümleler bulma çabasındadır. Kendilerinden isteyeceğimiz şey cümleleri olduğu gibi ve içinde yer aldıkları bütünlükle tartışmalarıdır. Aynı eleştiriyi “tarım devrimi” kavramı üzerinden de yaptıklarını da hatırlatıyoruz,

ST’nin. “Toprak devrimi” yerine onu kapsayan içerikte “tarım devrimi” kavramını kullanmamızı “devrim anlayışını” değiştirmekte olduğumuza yormuştu ST.

Bu tarz, bir tür “kavram avcılığı”dır. Elbette kavramların takip edilmesini eleştirmeyiz. Ama bununla yetinmemeyi ve hele ki gerçek anlamından ayırarak, anlayıştan kopararak ve nihayet “ad koyarak” avcılık yapmayı onaylamayız. Günümüz şartlarında şehirlerin devrim mücadelesinde “esas olduğu”na dair bir anlayışımız yoktur. Bununla beraber bizimki gibi ülkelerde şehir çalışmalarının öneminin arttığını düşünüyoruz. Nepal ve Peru’daki gibi gelişmeler ve deneyimler bu bakımdan öğreticidir.

Kendi deneyimlerimiz de bu meselede anlayışımızı derinleştirmek gerektiğini ortaya koyuyor. Bu meselede dikkat edeceğimiz nokta, devrim sürecine bağlı ve halk savaşına hizmet eden tarzda bir şehir çalışması olacağı görüşünde ısrar etmektir. Hazırlık veya daha ileriki bir aşamada olsun, taktiksel olarak şehirlerdeki herhangi bir yoğunlaşma, halk savaşının temel prensiplerini değiştirmez ya da değiştirmeyi gerektirmez. Her durumda üzerinde durulacak husus, biçimin içeriğe uygunluğu veya hizmetidir.

7. Konferansta da halk savaşı anlayışı savunulageldiği içerikte onaylanmış ve şehir çalışmaları da buna bağlı olarak “önemli” addedilmiştir. Sonuçta 8. Konferansta da aynı anlayış içerik olarak vardır hem de 7. Konferansın tutumu bilinmekte ve onaylanmaktadır. Anlaşılacağı üzere, 7’de savunulup da 8. Konferansta terk edilen bir görüş bulunmamaktadır.

ST bu türden “kavram avcılığı”na yöneleceğine, bunların içeriğine ilgi duysa daha faydalı  olur; elbette bizim için de! ST şehirlerin öneminin “arttığı” görüşünün veya yukarda değindiğimiz içerikteki “yoğunlaşmaların” halk savaşını veya “kır şehri kuşatır” tezini boşa çıkartacağını iddia edip, devamla bu ayrılık konusunun henüz sistemleşmiş önemli bir ilkesel ayrılık derekesine gelmediğinin altını çizerken, ortaya koyduğumuz politikayı kavramaktan bir hayli uzak olduğunu ispatlamaktan başka bir şey yapmıyor. Gerçekte o bariz bir dogmatik tavır içindedir. Bırakalım objektif şartları inceleyerek, değerlendirerek tartışmayı; “itiraz ettiği cümlenin” gerçekliğini ve bütün içindeki yerini dahi analiz etmeye erinmektedir. O kafasındaki kalıpla değerlendirme yapmış görünmekte ve böylece yersiz tartışmalara meydan vermektedir. Ama biz iddiayı yalanlamakla ve bu tarzı mahkum etmekle yetineceğiz.

ULUSAL SORUN VE BAŞLICA ÇELİŞME…

ST’nin ayrılık noktalarından olduğunu ileri sürdüğü bir diğer konu da başlıca çelişmelere, ulusal sorunu meydana getiren “ezen ulus burjuvazisi ile ezilen ulus arasındaki çelişme”nin eklenmesidir. Kendileri ikinci kongrelerinde, sunduğumuz gibi tanımladıkları bu çelişmenin “başlıca çelişmeler” arasına konması gerektiğini ve Kaypakkaya’nın bu konuda eksik kaldığını belirtiyorlar.

 Hemen şunu ifade etmeliyiz; Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı sorununun başlıca sorunlardan biri olduğu şüphesizdir. Kaypakkaya’nın da buna “çok önem taşıyan bir sorun” olarak baktığı aynı ölçüde tartışmasızdır. İbrahim yoldaşın başlıca çelişmeler içinde saymayarak bu sorunu küçümsediğini, önemsiz addettiğini söylemek için onun “Türkiye’de ulusal mesele” belgesini yok saymak gerekir. İnceleyen herkesin kabul edeceği gibi orada yazılanlar ve bu belgenin Kaypakkaya’nın 5 temel belgesinden biri olması böyle bir iddiayı kendi başına geçersiz kılar.

 Biz bu konunun yüzeysel ele alınamayacağı ve daha doğru/uygun açıklama ve tanımlarla ortaya konması gerektiği düşüncesindeyiz. Öncelikle “başlıca çelişmeler” kavramını tanımlamak gerekir; Bir çelişmeyi neden “başlıca çelişmeler” arasına sokarız? Bunun için onun devrim sürecindeki önemini mi incelemek gerekir, yoksa devrimdeki rolünü mü saptamak? Yoksa bu kavram mevcut iktisadi-siyasi yapının nedenselliğine mi işaret eder? Elbette “başlıca” kavramı aklımıza hemen “görünen”, “kendini belli eden”, “öne çıkan” gibi tanımlar getirmekte ve bundan hareketle nedeni ile sonucu ne olursa olsun ulusal sorunu başlıca çelişmelerden saymamak pek uygun görünmemektedir.

 

Ama şunu da görmemek olmaz; konu edilen, önder yoldaşın ulusal sorunu var eden çelişmeyi, başlıca çelişmeler içinde görmemesidir! Biz, bunun Kaypakkaya’nın konuya ilgisi ve çözümüne gösterdiği duyarlılık bakımından “izah edilebilir” olmadığını düşünüyoruz. O halde “başlıca çelişmeler” kavramına farklı yönlerden de yaklaşmayı denemeliyiz. Başlıca çelişmeler tespitinin bir nedeni ve amacı olmalıdır.

Kaypakkaya’nın konu hakkındaki tartışması (Seçme Yazılar, Umut Yay. Nisan 2004, Sf. 164)

 ülkedeki “devrim” sürecini tanımlamaya yöneliktir. Çelişmeleri, toplumsal yapıyı, sınıflar mücadelesini inceleyerek ortaya koymak ve ülkenin iktisadi ve politik açıdan bulunduğu aşamayı saptamak için belirlemek gerektiğini görmekteyiz bu yaklaşımda.

Böyle olduğunda Kaypakkaya’nın ezen ulus ile ezilen ulus ve azınlık uluslar arasındaki çelişmeyi “başlıca çelişmeler” arasında saymaması anlaşılırdır. Bu çelişmenin ne toplumsal yapıyı belirleme özelliği ne de devrim sürecini tanımlamaya katkısı vardır.

Kabaca şöyle ifade edebiliriz:

Bu çelişme olsa da olmasa da içinde bulunduğumuz yapı ve dolayısıyla devrim süreci değişmeyecektir. Ulusal sorunu var eden çelişmenin eğer pazara yönelik bir çatışmadan kaynaklandığını savunuyorsak, bunun toplumsal süreci belirleyici özellik taşımadığını, hakeza bir sonraki aşamayı da belirleyemeyeceğini kabul ediyoruz demektir.

Bu durumda Kaypakkaya’nın söz konusu çelişmeyi “başlıca çelişmeler” arasında saymaması anlaşılırdır; sayılan diğer çelişmelere göre daha tali bir unsur olarak görmesi doğrudur. İbrahim yoldaşın kavramı kullanmadaki özgünlüğü ve ele alışı anlarsak onu eleştirirken en azından haksız belirlemeler yapmaktan kendimizi alıkoymuş oluruz…

Bu nedenle ST’nin “başlıca çelişmeler”e ezen ulus burjuvazisi ile ezilen uluslar arasındaki çelişmeyi eklerken ortaya koyduğu Kaypakkaya eleştirisini onaylamıyoruz. Bu ekleme ancak kavramın anlamı ve süreç içindeki değişimlerle açıklandığında gerektiği gibi/uygun biçimde tartışılabilecektir. Kavramın Kaypakkaya’nın kullandığı yerdeki anlamı anlaşılır kıldıktan sonra, ST’nin yüklediği anlama uygun olarak,söz konusu çelişmenin başlıca çelişmelere dahil edilmesi önerisine cevap verebiliriz.

Ulusal sorunu meydana getiren çelişmenin ülkedeki konumu, onu “belli başlı”, “öne çıkan” olarak görmemizi neredeyse zorunlu kılmaktadır. Yukarıda da değindik, zaten Kaypakkaya sorunun bu özelliğine yeterince ve layık olduğu ölçüde dikkat çekmiştir.

 Ne var ki, komünist hareket birçok meselede olduğu gibi bu meselede de önderlik misyonunu oynayamamıştır. Bunu neden vurguladık?

Şu sebeple; sözü edilen çelişmenin “başlıca çelişmeler”den sayılmamış olmasının, o sıralamaya dahil edilmemesinin, başarısızlığın kaynağı olarak gösterilmesine itirazımız var! Zira ancak bunun saptanmasından sonra ulusal soruna kaynaklık eden çelişmenin “başlıca çelişmeler” arasına konması gerekliliğini vurgulayabiliriz. Bunun tartışılmazlığının nedeni söz konusu çelişmenin ülkedeki siyasi etkisinin nitelik ve boyutudur. Devrimci hareketin gelişimini önemli oranda etkileyen; hem Kürt halkının devrimcileşmesinde hem Türk halkının özgürleşmesinde/baskı ve esaret altındaki bilincinin gerilikten arındırılmasında belirleyici fonksiyonu olan bir sorundan bahsediyoruz.

Başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen ulus ve azınlıklar üzerindeki ırkçı-şoven baskı ortadan kaldırılmadıkça ezen ulusun halkı için de özgürlük elde edilemeyecektir. Bilincinde egemen sınıfların ırkçışoven ideolojisini, politikalarını taşıyanlar devrime kapalı olurlar, devrimi kavrayamazlar, devrimi gerçekleştiremezler. Ulusal sorunun varlığına karşı mücadele devrim için bir zorunluluktur. Bu tespit de bizim “başlıca çelişmeler”e konu edilen soruna neden olan çelişmeyi eklememizde bir yanlış olmayacağını içerir.

Aynı zamanda soruna dikkat çekmeyi de içerdiğinden bu yaklaşıma zaten karşı çıkmıyoruz.Ayrılık noktaları olarak tanımlanan bu meseledeki genel yaklaşımımız böyledir. Şimdilik “sonuçta” hemfikir olduğumuzu ifade edebiliriz ama çelişmenin tanımı konusunda farklı düşünüyoruz. ST tanımı “burjuvazi ile ezilen uluslar arasındaki çelişme” biçiminde yapmaktadır. Bu da ülkedeki ulusal sorunun neye dayandığı, daha doğrusu hangi çelişmenin ürünü olduğu konusunda bir belirsizlik olduğunu göstermektedir.

Ezen ulus burjuvaları ile ezilen uluslar arasındaki “anlaşmazlık” nedir? Ülkedeki ulusal sorunun kaynağı nedir? Belli bir nedene/nedenlere dayanan bu sorun nasıl bir kutuplaşmaya neden olmuş ve olmaktadır? Bu konuda savuna geldiğimiz görüş, ulusal sorunun özünün pazar sorunu olduğudur. Pazar sorunu olarak saptandıktan sonra çelişmeyi ST’nin belirlediği gibi tanımlamak doğru değildir; biliyoruz ki pazarda rekabet edecek olanlar burjuvalar ile ezilen uluslar değildir; ezen ve ezilen uluslardan burjuvalardır.

Gelişmekteki pazar üzerinde kimin hakim olacağı sorunu, mevcut ulusal sorunun kaynağı olmuştur. Uluslar içindeki diğer unsurların ulus bilinci ilk zamanlar geri olmakla beraber rekabetin varlığına ve ilerlemesine bağlı olarak gelişmiştir. Bu sadece ezilen ulus için değil ezen ulus için de geçerlidir.

Ezen ulusun da egemenleri dışındaki sınıfları “ulusalcı” akıma, daha önce değil, rekabetten sonra yönelmiştir. Kısacası ulusal soruna neden olan çelişme konu olan ulusların bütün unsurları arasında başlamamıştır. İki ulusun da egemenleri arasında başlamıştır. Burada şuna dikkat çekmek gerekiyor; bu çelişmeden kaynaklanan ulusal sorunun henüz vücut bulmadığı zamanlarda konu edilen toplumlar arasında sorun olmadığı düşünülmemelidir.

 Kuşkusuz vardı ve bunlar feodalizme dayalıydı. Zaten buna dayalı sorunlar (dinsel, mezhepsel, aşiretsel) varlığını henüz sürdürmektedir. Egemenler arasındaki çelişme bilindiği gibi orada kalmaz. Egemenler kendi sorunlarını toplumun diğer sınıf ve katmanlarına ait hale getirirler. Ulusların burjuvaları arasındaki çelişme de nihayet ulusların tüm toplumsal unsurlarına yayılmıştır.

Ezen ulus burjuvaları pazar üzerindeki hakimiyetini kendi dili etrafında bir birlik yaratarak sağlamaya giriştiğinde diğer ulusların/milliyetlerin dillerini yasaklar. Bu yasak sadece ezilen ulus burjuvalarına konmaz.Ama onun gelişimini engellemek için tüm ulusa konur. Bu tür engellemeler ulusun diğer tüm özellikleri (sözlü ve yazınsal, tarihsel ve kültürel vs.) için de uygulanır.

 Hakeza ezilen ulus egemenleri de buna karşı “ulusalcı” bir mücadeleye girişir. Bu mücadelede hem ezilen ulus bütününe yönelmeyi meşrulaştırır hem de arkasına kendi ulusundan halkı almaya çalışır. Ezen ve ezilen ulusların burjuvaları arasındaki çelişme kendi koşullarının belirlediği bir süreç içinde yaşanır ve nihayet gelişen koşula bağlı olarak ezen uluslar ile ezilen uluslar veya milliyetler arasındaki çelişme haline evrilir.

 Dolayısıyla ne başında ne de sonrasında “ezen ulus burjuvaları ile ezilen uluslar arasındaki çelişme” olarak tanımlanabilir bir süreç vardır. Nihayet, yukarıdaki anlamda “başlıca çelişmeler” arasına konulmasında sorun olmayan çelişme, ezen ve ezilen uluslar arasındaki; Türk ulusu ile Kürt ulusu arasındaki çelişmedir.

 52 ST’nin çelişmeyi tanımlama biçimi gerçekliğin doğru yorumlanışından çok “arzu edilene” dayanmaktadır. O, ezen ulusun tüm sınıflarındaki ezilen ulus “düşmanlığı”nı görmemeyi tercih etmektedir. Politik olarak, ezilen ulusun, ezen ulusun bütününe karşı değil onun egemenlerine karşı yöneltilmesi gerektiğinden, çelişmenin de buna göre tanımlanacağı düşünülmektedir.

Çelişmeleri saptamada doğru yöntem bu değildir.

Hem ulusal sorunun kaynağı hakkında belirsizlik yaratma, hem de mevcutta bu sorunun ulusların tüm sınıflarını “ciddi” derecede etkilediğini görmezden gelmeye karşı uyanık olmak gerekir. Ezen ve ezilen uluslar arasındaki ilişki, bu ulusların halkları arasında çıkara dayalı bir özellik taşımadığından, yaptığımız, çelişme tanımlamasına itiraz edilecektir. Ancak bir çelişmeyi tanımladığımızda çelişmenin kaynağından bağımsız olarak onu oluşturan başka etmenler (siyasi, ideolojik ve kültürel) çelişmenin iki tarafı açısından “düşmanlık” nedeni haline gelebilir. Konumuz olan çelişme de çıkara dayalı bir husumet değil ideolojik, politik ve kültürel ayrışmaların milliyetçi temelde körüklenmesinden ileri gelen bir husumettir.

Yani ulusların ezilen sınıfları, fertleri tamamen ulus bilinci ile ulus adına çelişmenin tarafları haline gelebilirler. Feodalizmde mezhepsel, aşiretsel, dinsel çelişmeler tamamen böyledir. Bu çelişmeleri tanımlarken mezheplerin imamları ya da aşiretlerin reisleri veya dinlerin önderleri arasındaki “çelişmeler”e benzer tanımlardan bahsetmiyoruz. Gene aşiretler arasındaki çelişmeyi mesela aşiretin reisi ile bir başka aşiretin üyeleri arasındaki çelişme olarak tanımlamıyoruz…

 Tanımlamalarımız mezhepler, aşiretler, dinler arasındaki çelişmeler biçiminde olmaktadır. Dolayısıyla adı geçen topluluklardaki fertlerin, katmanların birebir çıkarları nedeniyle düşmanlaşmaları karşı karşıya gelmiş olmaları şart değildir.

8. PARTİ KONFERANSI…

ST yetersiz bilgileri ve gizleyemediği önyargılarıyla bu “birlik” gündemli yazısına bir de 8. Konferans değerlendirmesini sıkıştırmayı başarmıştır. Buradaki sözler ve iddiaların hangisine yanıt vermenin anlamı ve gereği vardır, doğrusu şaşırıyoruz. ST, 8. Konferansın “ideolojik-politik meseleleri tartışmaktan çok örgütsel meselelerle ilgilendiği”ni ve sonuç olarak “Marksist Leninist Maoist yaklaşımı yeterince TKP/ML’de görememekte” olduğunu belirtiyor.

Oysa 8. Konferansın örgütsel meselelerle sınırlı bir gündemi ve de çalışması olmamıştır. Ana teması “Halk Savaşı” olan 8. Konferans, belgelerinden de rahatlıkla görülebileceği gibi, aynı zamanda sürecin etraflıca tartışıldığı, önümüzdeki döneme dair genel politikaların da belirlendiği bir konferans olmuştur. Halk Savaşı’nı geliştirememe nedenleri, hatalar ve yanlışlar üzerinde durulurken; esas yönelim, esas alanlar, alanlara dair görevler belirlenmiş ve bir hareket planı oluşturulmuştur.

 ST bunların olmadığını iddia ediyor ama hangi verilerle? Dediğine göre “kamuoyuna” yansıyanlarla! Arkadaşlar eğer elinizde değerlendirme yapacak yeterlilikte belge yok ise bu işe soyunmazsınız.

Bununla beraber belki bilgi verilmediğini eleştirirsiniz; hali hazırda pratik gidişatı değerlendirirsiniz; olanağı olmadığı için “bu olumlulukları yanında 8. Konferans kararlarına yönelik bazı eleştiriler yapmayı da devrimci sorumluluk olarak görmek”ten imtina ettiğinizi belirtirsiniz…

Ne var ki arkadaşlar “kamuoyuna yapılan açıklamaları”, “kısa hatlarla yapılacak bir değerlendirme” için yeterli kabul etmişler!

Gerçekten öyle ise, 8. Konferans’ın “gelişemememizin nedenleri, hatalarımız ve başarılarımız biçiminde teorik-pratik sorunların ele alınması” tarzına uymayan bir konferans olduğunu nasıl iddia edebiliyor?

 Son iki Konferansın belirgin özelliği, sorunların kaynağı olarak önderlik sorunu ve partinin ideolojik ve politik seviyesindeki geriliği göstermeleridir. Önceki bölümlerde arkadaşların meselelerin ana kaynağında Maoizm’den uzaklığı görmediğimize ilişkin iddiaların yanlışlığına değindik.

Bu iddiaların gerçek dışı olduğunu 8. Konferans belgelerini okuyan herkes tam bir netlikle görecektir. Kullanılan kavramlar öne çıkan vurgular ST tarafından hemen hiç sorgulanmamaktadır. Sorunların kaynağında Maoizm’den uzaklaşma olduğunu görmenin mihenk taşı olduğunu özellikle belirten ST’ne soruyoruz: “İdeolojik politik yetmezlik”ten sizin anladığınız nedir?

“Partinin deneyimine ve birikimine yakışmayan bir seviyede olması”nın sizin literatürünüzdeki karşılığı nedir?

Mao’nun ölümünden sonra tüm dünya komünist hareketi ve ezilenlerin önderlik sorunu yaşadığı belirtildiğinde bu sizin “sorunların kaynağında Maoizm’den uzaklaşma vardır” söyleminizin açık ve anlaşılabilir bir karşılığı değil midir?

 Partinin, dolayısıyla kitlelerin önderlik sorunuyla karşı karşıya olduğunu özellikle vurguladığımızda sorunlarımızın nedenlerini dışarıdamı aramış oluyoruz?

 İnsaf! Ya ne dediğinizi bilmiyorsunuz ya da okuduklarınız bizimle ilgili değil.

Alıntılarla, tartışmayı uzatmanın gereğinin olmadığını gösterelim:

“7. Konferans karmaşık, henüz partimiz tarafından yeterince aydınlatılmamış bir dönemden yalnızca ana çizgilerini görmeye başladığımız yeni bir döneme geçildiği koşullarda yapılmıştı.

 

 Söz konusu dönemin genel bir görüntüsünü verecek olursak eğer, şu tabloyu sunmak mümkündür:

Mao’nun ölümünü fırsat bilerek modern revizyonistlerin ÇHC’de gerçekleştirdikleri darbe ve hemen onunla başlayan sosyalizmden geriye dönüşle birlikte dünya çapında Kruşçev revizyonizmine, Rus sosyal emperyalizmine ve çeşitli gerici burjuva akımlara karşı büyük zaferler kazanmış komünist hareketin etkisini gerilemeye, revizyonist ve diğer burjuva akımların görüşlerinin ise görece rağbet gördüğü bir döneme geçilmiştir.

7. Konferans, sönmekte olan bir sürecin özgün bir anında gerçekleşti.

Bu uzun dönem kapsamında kalan ve kimi ülkelerde, bölgelerde farklı biçim ve özelliklerde gelişim gösteren devrimci yükselişlere, parlamalara ve kimi ülkelerde ise gerçek anlamda devrime yönelen silahlı komünist hareketlere rağmen bütün döneme damgasını vuran şey emperyalist burjuvaların ideolojisi ve görece ekonomik istikrarı olmuştur. Kuşkusuz bu istikrar aynı zamanda onun bunalımlarını ve yıkımını da içermektedir.

Ve bu gerçek kimi krizlerde görüldüğü gibi gizlenebilir değildir. Ülkemizde de esas olarak ’80’lerden bu yana devam eden ve değindiğimiz sürecin genel bir parçası olan bir dönemin sonlamaya başladığı görülmektedir.

Ülkede ’88’den 92’ye kadar uzanan dönemde ve 90’lı yılların ortasında hem devrimci harekette hem de kendiliğinden harekette yükselişler olmuştur. Ancak bu yükselmelerin yukarıda değindiğimiz dönemin sonunu getirecek özelliklerden yoksun olduğunu; komünist önderliğin bulunmadığını, uluslararası burjuvalara ve modern revizyonizme karşı geliştirilen yeni saldırılara cevap verebilecek kadar gelişim içermediğini vurgulamak gerekmektedir.

“7. Konferans bu olumsuz gidişata karşı bir duruş içinde şekillendi. Parti Konferansı, halk savaşı, önderlik ve kitle çizgisinde sözünü ettiğimiz anlayışların ışığında durmaya ve MLM kurallarını sahiplenmeye çalıştı. Ancak kabul etmeliyiz ki, konferans sonrasında bunu gerçekleştirmede, örgütü buna göre kavramada ve eğitmede yeterli olunamamıştır.” (8. Konferans belgeleri, K-59)

 Benzer alıntıları daha da sıralamak mümkün. Kötü olan şu ki, ST bunlara; bunca vurguya, açıklamaya karşın mevcudu inkâr etmeye denk “değerlendirme”ler yapmakta, üstelik bunu devrimci sorumluluk gereğine dayandırmaktadır! Sanırız sorumluluk ağır geliyor arkadaşlara! Okunacak bu satırlar söz konusu değerlendirmeye imza atanları hiç olmazsa devrimci sorumluluk konusunda düşündürtmelidir… Devrimci sorumluluk yerine konan ukalalığın, yüzeyselliğin ve kara çalmanın gereği üzerinde durulmalıdır!

 8. Konferansın, birikmiş birçok sorunu ertelediği iddiası neye dayanılarak ileri sürülüyor, bunu da bilmiyoruz. Arkadaşların önyargılarının yol açacağı benzeri iddiaların oluşum biçimini ve bu derecede “cüretli” ileri sürülüşünü biliyor olmak mümkün de olmaz zaten. Buna karşı belirteceğimiz şey, bunun doğru olmadığıdır sadece. ST’nin alıntılayacağımız paragraftaki yaklaşımı onun bizim hakkımızda değerlendirmesinin özetidir.

 

Bu değerlendirmenin mevcut tartışmalarımızla, ele alışımızla, sorunlarımızla esasen ilgili olmadığını, bize çok uzak olduğunu belirtelim: “Yapılan 8. Konferansta aynı hataları devam etmektedir. Birikmiş birçok sorun olmasına rağmen bunları gündemine almaması, bu durumda olmamıza neden olan sorunların siyasi, ideolojik, örgütsel, askeri ve kültürel nedenlerine eğilmemesi bu hatalarını hala dışarıda görmesinden kaynaklanmaktadır. Uygulanan yanlış pratikler, her alanda yaşanan başarısızlıklar, kitlelerden koparak marjinalleşme vb. pratik politika ve siyasetlerin hepsinin teorik sebepleri vardır. Başarısız yürüyen tüm örgütlenmelerde hatalarımızın nereden kaynaklandığını, ideolojik nedenlerini mutlaka bulup ortaya çıkaramazsak ne yaparsak yapalım, aynısonucu almaktan kurtulamayız.” (Sf. 31) Sanırız ST bizi “kendinden” kabul ettiği için bu derecede cüretli yazmaktadır, söyleminde ileri gitmektedir.

 

 Aksi halde, bu cümleler fütursuz bir karalama çabasının, kendine rakip görmekten kaynaklanan bir tahammülsüzlüğün ürünü olabilir!

 ST’nden bize yansıyan yaklaşım çok açık bir “kardeş-düşman” ikilemine-tutumuna sahip. Mümkün olduğunca kötüleyerek “kardeşe” kucak açma tutumunun bariz bir örneği, köşe yazısındaki “12 Eylül baş celladı”na bize dediğiniz kadar darbeci demediniz” ifadesiydi.

Arkadaşlar bu cümlenin içini doldurduklarında neleri karşımıza dikebilirler, tahmin etmek zor! Ama bu “kıyas” en azından çok çirkin kabul edilmelidir... ST’nin bu yaklaşımı Partiyi karalama niyetini apaçık ele veriyor. Hem konferansın salt örgütsel olduğunu güçlü bir biçimde ima/iddia ediyorsunuz hem “yakın çevre”ye saldırganlıkta sınır tanımadığımızı ileri sürüyorsunuz, hem de düşmanla en azından “darbeci”lik üzerinden sizinle uğraştığımız kadar uğraşmadığımızı ifade edebiliyorsunuz!.. Kimle nasıl tartışmakta olduğunuzu bilmiyor olmalısınız…

Bunlarla kendinizi, yakın çevrenizi aldatabilirsiniz; her seferinde kol kanat gerdiğiniz ve “birliğe” çağırdığınız “partiyi terk eden”lerin sınıf mücadelesini kirletmeye dönük çabalarına ortak olursunuz. (Emin olun, onlar sizi bu tutumlarınızdan dolayı alkışlıyorlardır!).

 

Ama onun dışında sadece karanlığa konuşmuş olursunuz. Konferansın geçmiş ve şimdiki sürecin politik ve iktisadi şartlarını değerlendirmeyi içerdiği, özeleştiriler barındırdığı ve örgütsel sorumluluk ve görevleri de bunlara göre saptadığı bilinemez değildir. Kuşku yok ki bunu yapmak bir meziyet değildir, ama bilin ki, bunu nasihat etmek de hiç akıllıca sayılmaz!

8. Konferansın birlik önerisini gündeme almamasına dair eleştiri yine çarpıtma ve onun üzerinden geliştirilen yorumlardan ibaret.

Birlik konusunda kararlı görünüp de bu kadar karalama, gerçeği çarpıtmada dur durak bilmeme hali, eşine az rastlanan bir tutarsızlık ve yol bilmezliktir. Bizi tanımayanlar veyahut yeterince bilmeyenler bu yazılanlardan sonra ne desek inanmazlar artık sanırız! Amaç buysa “kapsam dışında”kileri bu amaca ulaştırabilirsiniz belki… Öyle ya, muazzam bir grupçuluk, kariyerizm, antibirlikçilik, kendinden ayrılana, kopana, olmayana (uçana, kaçana…) saldırganlık, sığ bakış açısı vb. olduğuna göre iflah olmazlığımız tartışmasız!

 

 Dolayısıyla “kitlemiz TKP/ML’nin birlik karşıtı duruşu ve savundukları üzerinden bakarak TKP/ML’nin hayatta değişmeyeceği” (Sf. 43) öngörüsü buna göre yanlış değildir. O halde bu öngörü tarafınızdan “yanılgı” olarak değerlendirilmemeliydi. Bu konuda çok “duygusal” davrandığınız aşikar!!!

8. Konferansın konuyu gündeme almaması bu meselenin epey uzun bir süre önce mektup aracılığıyla gündeme gelmesi ve mektuba verilen yanıtın tüm parti iradesi tarafından benimsenmiş olmasındandır.

Konferans iradesi yeni bir durum olmadığından görüş de zaten oluşturulmuş ve iletilmiş olduğu için tartışmaya, yeni bir karara ihtiyaç duymamıştır. Üstelik “oy birliği” ile! MKP iradesi mektuptan ve yanıtından haberdar olmalıdır. İçeriği hakkında bir tartışmaya bizce ihtiyaç yok. Sadece bütünlüklü birlik istencinizin “büyüklüğü” ile birleşmeyi umduklarınızın niteliği hakkındaki tespitlerin uyumsuzluğu, çelişkili oluşu, bilmelisiniz ki yanıtı da buna uygun koşullayan bir özelliktir.

Parti kitlesini, genel kitleyi önderliğe karşı olmaya çağıran, kışkırtan, bunun için de neredeyse her türlü kötülemeyi, karalamayı yapan sizlerin hemen hiç değişmediğini gösteriyor bu

2. Kongrenizin çağrısına cevap vermemek çok özel bir neden barındırmadığı gibi herhangi bir açmazdan da kaynaklanmamaktadır.

Bugüne kadar ’92 birlik ve ’94 darbesine tavır konusunda savunduklarımızı alt üst edebilecek, yadsıyabilecek yeni bir durumla karşılaşmadık.

1. ve 2. Kongre kararlarının özü genel olarak tavrımızın devamını, değişmemesini sağlar içeriktedir. Bizi “açmaza” sokacak bir değerlendirme, değişim yaşanmamıştır. Eğer kongreleriniz ve “tarihi muhasebe” gerekçe olarak gösteriliyorsa, buna sadece kendinizi inandırabilirsiniz, başkalarını değil! Şunları hatırlatmak gerekiyor: Herhangi bir konunun “toplantı gündemi” kabul edilmesi o konunun daha önce gündeme alınmamış olmasını, eğer alındıysa hakkında görüş değişikliğinin önerilmesini gerektirir. Her iki özelliği de barındırmayan ve daha önce gündemleştirilip hakkında karar alınmış, henüz bu kararın da tümüyle savunulduğu bir durumda her hangi bir konunun “gündeme alınmamasına” başka bir neden aramak, bunun üzerinde bir sis perdesi oluşturmak, kötü niyetli, ön yargılı bir yaklaşımdır.

ST böyle yaparak “birlik” konusunu, kitleleri aldatmanın bir parçasına dönüştürmektedir. Bu ifadelerimizi “niyet okuması” olarak eleştirebilirsiniz veya içinizdeki gerçekten samimi, bu olumsuzluğun farkında olanları görmezden gelmek biçiminde de değerlendirebilirsiniz. Ancak dikkatleri daha önce yazılanlara, “birlik metni” olduğu söylenen ama bize göre “birlik politikasını baltalayıcı” tanımını daha çok hak eden mektuba ve buna verilmiş yanıta çekiyoruz. Bu olumsuzluğu görmemek olası değil, görüp de karşı çıkmamak ise siyasal açıdan suçtur.

 Sonuçta süreci adamakıllı takip edenler ve gelişmelerden haberdar olanlar, “niyet okumasını” (deşifresini) doğru kavrayacaklardır. 8. Konferansın “birlik çağrısı”nı gündemleştirmemesi ile ilgili “siyasal gerilik” değerlendirmesi yapmak ve dahası partiyi önderliğe, kitleleri partiye yönelik hesap sormaya çağırmak kendini bilmezliğin daniskasıdır.

Son konferansta parti yetmezliklerine, zayıflıklarına, önderlik zafiyetine vs. dikkat çekti ve bunların giderilmesinin yolu hakkında kendiyle hesaplaştı.

 Kısacası bu berbat yaklaşıma karşı parti kendini her zaman olduğu gibi gene hazırlamıştır. Bu hazırlığın kökeninde kendine karşı tam bir açıklık, hesap vermişlik ve özgüven vardır. Umuyoruz ki, bunu anlar ve bundan böyle benzer türden “kışkırtıcı” ve devrimci etiğe aykırı yöntemlere başvurmazsınız!

HALK SAVAŞI…  sayfa.56…devam edecek

HALK SAVAŞI… ST, daha giriş bölümünde konferansın gündemiyle ilgili bilgisizliğini (sadece bilgi yoksunu değil, nezaketten de mahrum) ele veriyor. Kendince dört maddelik gündem sıralıyor ve arkasından bunu eleştiriyor. Hem de ne eleştiri?! Konferansın üzerinde asıl olarak durduğu konu Halk Savaşı olmuştur. ST’nin sözünü ettiği ve edemediği diğer gündemler de hemen her konferansta olduğu gibi tartışılmış, değerlendirilmiş ve bu çalışmaların sonucunda karara dönüştürülmüştür.

 

Kısacası ST’nin öne sürdüğü gibi bir ele alış mevzu bahis değildir. ST’nin konu ettiklerinin dışında bir bütün parti değerlendirmesi; önderlik, bölge, alan değerlendirmeleri, uluslar[1]arası durum ve özel olarak bölge ve ülkedeki politik, ekonomik gelişmeler, bunun içinde özel olarak ulusal sorun/Kürt hareketi, genel olarak örgüt sorunları ve örgüt çizgisi, yönelim, gündem olarak bu konferansta tartışılmış ve nihayet kararlaştırılmıştır.

Halk savaşı, konferansın ana temasıdır, doğal olarak diğerleri ile aynı seviyede ele alınmamıştır. Bunun nedeni halk savaşı konusundaki kavrayışsızlığın, eksikliğin, yetmezliğin tartışılma zorunluluğudur. Bu konuda 7. Konferansta da subjektivizmin, halk savaşını somutlaştıramamanın altı çizilmişti. Hatta ST şimdi oradaki belirlemeleri işaret edip “coğrafyamızda “farklı biçimler alacak” ya da “aynı olmayacak” açıklaması yeterli değildir.” diyor. Ona göre “Yapılması gereken tüm görevlerin birbiriyle ilişkileri, gerilla savaşının biçimi, kızıl iktidarların alacağı biçimler, milis ve köy örgütlerinin boyut ve biçimleri, şehirlerin ona uygun örgütlenmesi ve ortaya çıkan yeni görevler vb. ifade.” (Sf. 31) etmekmiş…

Burada yanıtı istenenlerin bir çırpıda, kalemin bir iki oynatılmasıyla dile geldiği çok açık. Biz ülke özgünlüğü ile savaşın somut hali ve alacağı somut biçimler hakkındaki yetmezliği aşma yöneliminden bahsederken arkadaşlar reçeteyi yazmaktan bahsediyorlar. Konuya dair kararlarımız ne ST’nin sunduğu sığlıktadır ne de “reçete”dir.

ST’nin ifade etmemizi istediği konular ve daha bir dizi mesele adım adım çözmemiz gereken, nihayet “yönelimimiz”in hedefi olan konulardır. Genel perspektifin somutlaştırılması için öngörülen çalışmalar içindeyiz. Bu koşullarda partinin örgütlenmesi, bütünlüklü hareketi, süreci yönetmesi belirleyici olmakla beraber gerilla savaşının somut, belli yerlerde alacağı biçimler, savaşçıların niteliği, diğer hareketlerle ilişkiler, eylem biçimleri, eylemlerdeki amaç, köylülerin örgütlenmesi ve bu örgütlenmenin savaşla bağlantısı, köylülerin devrim ve devrimci harekete henüz var olan güvensizliğinin dönüştürülmesi gibi meseleler öne çıkmaktadır.

Son konferans bu konudaki arayışların merkezi olmuştur diyebiliriz. ST’nin “bir çırpıda” sıraladığı meseleler içinde “kızıl iktidarların alacağı biçimler” hakkında ise şunları ifade edebiliriz: Hâlihazırda bu konudaki görüşümüz somut[1]laşmış değildir. Genel, savuna geldiğimiz görüş geçerliliğini korumaktadır.

Bunun somutta alacağı biçimler “temel kaideler” korunmak şartıyla ve elbette onların ışığında, eminiz ki “özgün” olacaktır. Üstelik bu konuda belirleyici olan kitlelerin, özellikle Kürtlerin yaşam koşulları ve biçimleri olduğundan sürecin kızıl iktidarların yaşam bulacağı olgunluğa gelmesini beklemek (pasif değil aktif bir beklemeden söz ediyoruz) gerekir.

Bu sürecin oluşması da politikalarımızın gerçekleşmesiyle ilgilidir. Nihayet bunun alacağı biçimler hakkında şimdi[1]den konuşmak reçete yazmaktır.

ST’nin bu konuda somut açılımları talep etmesi mevcut durumla çelişkilidir. Muhtemel ki bu talep, olgunun derinliğini ve karşısındaki “yüzeyselliğimizi” göstermek, “Kızıl iktidar biçimleri hakkında somut birşey ifade edemiyorlar” demek içindir. Bir tür “köylü kurnazlığı” denmez mi buna?

HAPİSHANELER VE ÖLÜM ORUCU…

ST tarafından 8. Konferansın temel gündemlerin[1]den olduğu belirtilip eleştirilen konulardan biri de hapishanelerdir. ST, hapishanelere dair genel bir politikamız olmadığını iddia ettikten sonra Ölüm Orucu’nda bir yenilginin yaşandığı ve buradaki hakların ortak mücadeleyle geri alınabileceğini vurgulamaktadır.

Fakat burada; TKP/ML’nin hataları nelerdir?

Hangi taktikleri boşa çıkmıştır?

Devrimci hareketin bölünmesindeki payı nedir? gibi sorular yanıtsızdır.

“Genel söylemler yeterli bilinci yaratamaz” gibi öncekilerle aynı biçim ve içerikte bir eleştiri yapmaktadır. Hemen belirtelim ki hapishanelere yönelik genel bir politikamızın olmadığı iddiası bugüne kadarki hapishaneler sürecinde kesintisiz devam eden tutarlı duruşumuzla çelişkilidir. Üzerinde kuşku oluşturulmasına müsamaha etmeyeceğimiz konulardan biri de partimiz ve önderliğindeki militanlarımızın bugüne kadarki açık, anlaşılır ve esasta en ileri duruşla kendini ispatlamış olmasıdır. Partimiz bundan sonra da yarattığı çizgide ısrarlı ve tavizsiz duruşunu sürdürecektir.

Ayrıca belirtelim, hapishaneler sürecindeki devrimci direniş hattının oluşmasında kendimizi bütünün parçası olarak görüyoruz. Bu hattın oluşmasına birçok devrimci örgüt önemli katkılar sunmuştur. Bunun sadece parçası olmak ise onurdur. Bugüne kadarki genel duruşu esasen olumlu ve etkin bir devrimci duruş olarak görüyoruz. Elbette yer yer ve kimi zamanlarda önemli olumsuzluklar yaşandığı gözardı edilemez.

Her biri uygun bir yer ve zamanda değerlendirilmiştir. Bu saptamaya özellikle şunu da eklemek gerekli görülmektedir. Hapishanelerdeki mücadelenin “hapishanelerle sınırlı” olmadığı da tarafımızdan daima vurgulanmıştır. Dolayısıyla “hakların ortak mücadeleyle alınabileceği”ne dair eleştiri cümlesindeki vurgu, görüşümüzü içermekte eksiktir, esasen zaaflıdır.

Son yıllarda aleyhe koşulların oluşmasında genel sınıf mücadelesindeki kendiliğinden gidiş ve devrimci hareketin güçsüzlüğünün önemli pay sahibi olduğunu ve bunun olumlu yöne evrilmesinin zorunluluğunu da özellikle vurguluyoruz.

Son Ölüm Orucu eyleminin siyasi bir yenilgiyle sonuçlandığı şüphesizdir. Zira bu eylem önce F tiplerinin hayata geçmesini engellemeyi sonra da görece tecrit koşullarından arındırılmasını hedefliyordu. Bununla beraber yenilgi, devrimci direnişi teslim almaya yönelik saldırıya karşı mücadelenin sona ermesi anlamına gelmiyor. Hedefe varamamak ile direniş hattını korumak farklı şeylerdir.

Ölüm Orucu eylemi amaca ulaşmayı sağlamadıysa da büyük ve kitlesel olması itibariyle tarihe önemli bir direniş olarak yazılmıştır. ST devrimci hareketin bölünmesindeki payımızı ortaya koymadığımızı ifade edip bu konudaki görüşümüzü de öğrenmek istemiştir!

Burası ilginç…Ama öncelikle siyasi nedenlere da[1]yanan kaygılarımızın konu olan sürece yönelik esaslı bir tartışmaya girmemizi bugüne kadar engellediğini belirtelim. Bu tutumumuz değişmemiştir. Ciddi olumsuzlukların, politik hataların, hatta suçların gerçek[1]leştiğini düşünsek de hapishanelerdeki saldırının ve direnişin neredeyse tüm keskinliğiyle devam ettiği durumda kapsamlı değerlendirmemizi sunmayı uygun bulmadık, bulmuyoruz.

 Burada devrimci hareketin içinde bulunduğu darlık, zayıflık, dolayısıyla birlik ihtiyacı belirleyicidir. Özel olarak hiçbir harekete yönelik ithamda bulunmuyoruz, bu değerlendirmemiz geneldir ve deneyimlerimiz bunun haklı ve doğru olduğuna işaret etmektedir. Nihayet bu bizim politik tercihimizdir. Ve anlayışla karşılanacağını umuyoruz...

Bununla beraber, şansını fazla zorlayanlara, sınırlı olmak kaydıyla beli yanıtlar vermek ve bazı açıklamalarda bulunmaktan kaçınmamız söz konusu olmayacaktır. Genel manada izlediğimiz tutum geçerlidir ve “bölücülük” suçlamasına yanıt vermemizin önünde engel değildir.

Ölüm Orucu eylemi bilinmektedir ki, merkezi koordinasyona ve bölünmeye neden olacağı bilinmesine rağmen başlatıldı. Eylemi zamanlaması nedeniyle uygun görmediğimizi, önerildiği andan itibaren açıkladık. Özellikle ortaklığa verilmekte olan zarara dikkat çektik. Bu eylemle onu başlatanlarla katılmamış olmaktan dolayı “devrimci hareketi bölmekte payımız olduğu” iddiası doğru/uygun bir iddia değildir. Bölünmeden söz etmek birliğin ön kabulünü ge[1]rektirir. Sonuçta birliğin esas alınmadığı ve birliğe rağmen iş yapıldığı yerde, bölünme kaçınılmazdır.

Birliğe uymamak, birliğin inisiyatifini görmezden gelmek onu bozmaktır. Birlik, Ölüm Orucu eylemi başladığında dağılmıştır; bölünme birliğe rağmen başlayan Ölüm Orucuyla gerçekleşmiştir. Eyleme başlayanlar bölünmeyi göze almıştır. ST bu sürecin sorumlularındandır. Eğer göze alınıyorsa, birliğin bozulmasına başka neden aramak ve buradaki sorumluluğun hesabını sormaya kalkmak bir tür kendini bilmezlikten başka bir şey olamaz.

Devrimci hareketin bölünmesine en başından beri karşı durduğumuzu inkâr edebilir misiniz?

Eylemin öncesinde ve esnasında olduğu gibi bitirirken de merkezi ortaklığı savunduğumuzu ve buna uygun hareket ettiğimizi yadsıyabilir misiniz? Devrimci hareketin bölünmesindeki gerçek pay sahipleri Ölüm Orucu eylemini birliğe rağmen başlatanlardır. Diyebiliriz ki, konu olan birliğin zaafını kavramada ve gidermede enazından kontrol etmede nihayet başarısız olduk.

Bu ise “devrimci hareketin bölünmesinde pay sahibi olmak” değildir. Yaklaşımlarımızın merkezinde her zaman, ortak hareket etme politikasının bulunduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Hatta eylem sürmekteyken eylemin başarı şansının artık epey azaldığını saptayarak, direnişin başka araçlarla sürdürülmesine karar verdiğimizde, bunun da gene ortak bir kararla yaşama geçirilmesi gerektiğini düşünerek hareket ettik.

Tüm hareketlere kararımızı açıp ortaklık sağlamayı benimsedik… Sonuç olarak, “bölünmedeki payımız” konusunda ST’nin bizden beklediği yönlü bir olumsuz tavrımızın olduğunu düşünmüyoruz. Ama, ortaklığı koruma ve sonrasında bunu yeniden yakalamada elbette yerinde ve kabul edilebilir eleştiriler olabilir.

Bunun da süreci kavrama düzeyinde ortaya konması gerekir. Sonuçta her şey gibi konu edilen birlik türleri de genel politik sürecin esasen doğru kavranmasına paralel olarak ku[1]rulup korunabilir, geliştirilebilir.

KİTLESELLEŞME VE KİTLE ÇİZGİSİ…

ST kitleselleşme üzerinde durmayı ihmal etmeyerek 8. Konferansı “tamamen” ama kısaca ana hatlarıyla değerlendirmiş olmaktadır! Onun kitleselleşme hakkında yazdıkları da bütün yazının bizde yarattığı “iç sıkıntısı”nı aratmaz niteliktedir. Eleştiri-değerlendirme elbette gereklidir, hatta ihtiyaçtır; ancak ST girdiği hemen her konuda bunun kötü örneği olmaktan ileriye gidememiştir.

Öyle ki bizim “eleştirileri” yanıtlarken ortaya koyduğumuz “eleştiri kabul etmezliğimiz”, bizi bile rahatsız eder oldu!!! Yine konferans karar alıntılarıyla eleştirileri birlikte sunma yöntemini uygulayacağız. Bu sayede ST’nin bizi düşürdüğü “eleştirileri kabul etmez” görüntüsünün gerçekliği rahatlıkla anlaşılacak ve eleştirenin yarattığı doğal bir sonuç olduğu kabul edilecektir.

Okuyucudan istediğimiz, yapılan değerlendirmelerin, eleştirilerin kararlara hangi yönde, nasıl etki yapılabileceğine kafa yormasıdır.

Kısacası, bu eleştiriler haklı ve de faydalı mıdır diye düşünülsün! “…

Bu da dün olduğu gibi karşımıza kitlelerle ilişkilerimizin sorgulamasını ertelenemez görev olarak çıkartmaktadır. 7. Konferans aynı yönelim genelde uygulanmadı, eski ve mahkum edilen tarzın -kitleler dışında ve kitlelerin sorunları, talepleri dışında örgütlenme; kitleselleşmeyi, devrimci, komünist hareketin sorunu olarak değil, kitlelerin kendiliğinden hareketin bir ürünü olarak kavrama, ona önderlik etmeyi, ondan öğrenme süreci olarak da irdeleme- belki farklı biçimleri ama özde aynısı, devam ettirildi.

Önderlik müdahaleleri yetersizleşti ve farklı sorunlarımız çözüme gidilmesinin önüne geçti. Öncelikle örgüt olma bilincini, kolektif tarzı her alanda ve düzeyde politik sürece katılımı benimsemeli ve uygulamalıyız. Komitelerin çalışma alanlarının, tartışma konularının, ilgi alanlarının, raporlarının vs. ne kadar kitle sorunları örgütleri politika, parti sorunları olduğunu tespit etmek, açığa çıkarmak ve bunu getiren etmenleri netleştirmek esas sorunlar kabul edilmelidir.

Bir komitenin ne kadar çalıştığını nasıl çalıştığını anlamak için öncelikle bu konularda neler yaptığını ve yöntemlerini sorgulamalıyız. Sorunların aşılması için atılması gereken adımlar işlerin başarısı için ölçüt olmalıdır.

 “Bunun için sorunların tam açıklaması yapılmalıdır. Bunları kavramaya engel olan yaklaşımları, tutumları açığa çıkartmalı ve düzeltmek üzere eleştirmeliyiz

(…) Kendini sorunların dışında gören tarzın hareketimize, yönelimimize hiçbir katkısı olma[1]yacaktır.

(…) Kitleselleşme kavramını fazlasıyla kullanıyoruz. Diğer devrimci hareketlerin de kullandığı bu kavramın içi boşalmış haldedir. Çok genel olan kavramın içeriği üzerinde durulmalıdır. (…)

Anladığımızşey, ne bir öncü savaşı mantığıdır ne de kendiliğinden harekete tabi kalmaktır. Anladığımız şey, kitlelere politik bilinç taşımaktır.” “Politik bilinç taşımak sürekli olarak düzeyin sorgulanmasını, ilerletilmesini ve doğallığında kitlelerden öğrenmeyi gerektirir.

(…) “Kitle hareketlerinin yaratılması kitleselleşmenin kendisidir. Eğer bu hareketlerin dışında yer alıyorsak, kitle eylemlerinin (haklı, düzeni sorgulamayı içeren, hemen her biçimdeki eylemin) örgütlerinin yapısını analiz etmiyorsak bu görevi başarmamız mümkün değildir.

A/P araçlarına yaklaşımlarımız politik bilinç taşıma görevini algılamamızla ve bundaki düzeyimizle yakından ilgilidir. Ancak hareket içinde çeşitli araçlara ihtiyaç belirecek ve artacaktır. Ancak hareketle birleşen, harekete tabi olan bir arayış olursa A/P araçları kavranabilir, bulunabilir, geliştirilebilir.

Biz bu konuda özellikle araç tartışması yapmamalı bundan önce politika ile kitlelerle ilişki düzeyimizi sorgulamalıyız. Bunun başarılı bir şekilde gerçekleşmesi sayesinde … mümkün olacaktır. Özgüldeki sorunumuzun kökeninde ne olduğu anlaşılırsa çözüme gitmek daha kolay olacaktır.

Bu noktadan sonra tanıdıkça, içinde yer aldıkça yığın hareketinin nitelikleri, kendi içinde ayrımları, farklı sınıf davranışları, bu davranışların örgütlerdeki yansımaları, birleştirici olmakla dağıtıcı olmak arasındaki ilişki ve bunun dinamikleri gibi hususlar görünür olacaktır.

Henüz bu tartışmaların uzağında olduğumuz görülmektedir. Kimi tartışmalar olsa da bunların, kitlelerin talep ve karşı tutumlarıyla açıklanabildiği söylenemez. Oysa tüm tartışmalarımızın farklı fikirlere karşı mücadelemizin hedefi kitlelerin kazanılması; onlara önderlik ederek kurtulmalarını sağlamaktır. Bu çalışmalar, kitle çizgimizin somutlaşmasını beraberinde getirecektir.

” (Komünist 59, Sf. 127-128)

Şimdi de ST’nin bu alıntıları içeren konferans kararlarına yönelik olduğu iddia edilen ‘değerlendirmesi’nden alıntılar yapalım; “Gidip kitleleri kazanacağız ve kitleselleşeceğiz demekle sorunun çözüleceğini sanmak büyük bir yanılgıdır.

(…) Neden güç kaybedildiği açığa çıkarılmadan ilerlemek aynı hataların devamına izin vermektir. Bu biçimiyle teorik açılımımız özeleştiri[1]siz politikasız kitleselleşme olurken, pratik adımımızise marjinalleşmeye devam olmaktan başkası değildir

(…) Maoist parti de dahil TKP/ML’de “devrim kitlelerin eseridir. Kitlelerden kitlelere doğru” değer- lendirmeleri yapılmaktadır. Hatta diğer hareketlerin bu ilkelerin içini boşalttığını ifade etmekteyiz.

Ama gelinen aşamada ciddi güç kaybına uğrayıp daralan hareketler durumuna gelmiş durumdayız. Savunu için buna da bir açıklama bulabiliriz. Ama bu sorunun özünden kaçmaktan başka bir şey olmaz.” (ST, Sayı 13, Sf. 32)

Konferans kararları değerlendirmesi olarak hiç uygun olmayan bu cümlelerden sonra ST kitleselleşme için yöntem sunmayı da ihmal etmiyor

ve üç biçim sıralıyor bunun için…

Parti birliğini sağlamak, kopanlarla hatalarımızın özeleştirisini vererek birleşmek; mümkün olanlarla birleşmek, ayrılıkları ve bizden kaynaklanan yanlışları özeleştiri ile bertaraf etmek, Maoistlerin birliğini politik bir odak haline getirip güven yaratmak; kitlelerin somut sorunları üzerinden örgütlenmelerinin doğru politikalarla hayata geçirilmesini başarmak…

Sonra da “devrimci eylem birlikleri olmalı, akademik, demokratik, ekonomik alanlarda, koşullara uygun araçlar yaratılmalı, kitlelere sahip çıkılmalı” (Sf. 32) deniyor.

 Nihai cümle de bizi sarsmayı amaçlıyor olmalı; “TKP/ML bu konuda da söylemin ilerisinde bir açıklama yapmamaktadır.”! (Sf. 33) “Söylemin ilerisinde açıklama” yapmayı henüz öğrenemedik ve bilmiyoruz.Ama ne bizim ne de sizin sorunu budur; bundan eminiz.

Konferans kararlarını okuyanlar için bu değerlendirme; tek kelime ile “hayal kırıklığı”dır. Anlaşılan arkadaşlar kararları okumamış ya da okuyamamışlar. Okuyamayıp bizi de bu olanağı sağlayamamış olmakla eleştirmiş olsalardı kuşkusuz “hayal kırıklığı”ndan söz etmeyecektik.

Lütfen kıyaslayın alıntıları ve gerçekten ne yapıldığını, yapılmak istendiğini görün… Okuyucu “değerlendirmenin” kararlara rağmen yapıldığını anlayacaktır.

Çünkü “sorunu dışında arama”, “politikasız kitleselleşme”, “salt ‘gidip kazanacağız’söylemi” vb. bu kararlardan yola çıkılarak iddia edilemez. Kararların mantığı, çağrısı, savunduğu anlayışlar bunlarla tamamen zıt! Bir an “kararların okunduğu” sanısını veren “…diğer hareketlerin bu ilkelerin içini boşalttığını ifade etmekteyiz” cümlesi dikkat çekmektedir.

 Çünkü kararlarda da “için boşalması” ifadesi bulunmakta. Ne var ki az zamanlı bir inceleme bu ifadelerin aynı şeyi hem de aynı biçimde içermediğini gösterir. Konferans kararı “kitleselleşme” kavramının anlamının genel olduğunu, birçok devrimci hareketin (anlayışına uygun olarak) aynı kavramı kullandığını belirtmekte ve “bizim” kullanmamızın, ayrımları ortaya koymada yetersiz olduğunu belirtmektedir.

Bundan kaynaklı da kavramın içinin boşaldığını açıklamaktadır. Oysa ST “kitleselleşme” kavramının değil “devrim kitlelerin eseridir” ve “kitlelerden kitlelere” ilkelerinin, üstelik diğer hareketlerce içinin boşaltıldığını iddia ediyor. Bunlar çok farklı şeylerdir! Bizim açımızdan sorun kitleselleşme kavramında. Kavramın yalın hali yanlış anlayışlar için de aynen geçerlidir.

O halde partimize bu kavramın içeriğini tartışmasını ve kavramın anlaşılır, somut ve devrimci bir karaktere kavuşturulmasını söylemiş oluyoruz… Bu söylemimiz yetmezliği kendinde arama ve düzelmeye de oradan başlama anlayışını içermektedir.

Yani ST’nin “hiç” olmadığını iddia ettiği şeyi! Bu “uygunsuz” değerlendirme üzerinde durmaya gerek olmadığı çok açık. Peki, sıralanan üç madde anlamlı mıdır? Savunduklarımıza, yaptıklarımıza, durumumuza yönelik tespitleriniz kitleselleşme hakkında bu üç maddeyi mi akla getiriyor? Sanırız ilk iki maddenin şimdiye kadar yazdıklarımızla ne derecede “tartışmalı”, “sorunlu” olduğunu ortaya koymuş olduk.

Hiç kuşku yok ki, “bölünmeler” kitlelerde güvensizliğe neden olur ve aynı zamanda bunlar örgütsel zayıflamaya, iyi yönetilmedikleri, doğru analiz edilip sentezlenmediklerinde ideolojik[1]politik gerilemeye de neden olur. Bunlar gerçektir ve reddi inkarcılığa denk düşer.

Ama arkadaşların baştan sona görmekten malul oldukları meseleye burada yeniden ışık tutulmalıdır. “Beraber yürüyemediklerimizle”, “yolumuzu terk edenlerle”, “yürümekte olduğumuz yolu kötüleyenlerle” birlikte inşa edilebilecek/yaratılabilecek bir kitleselleşmeyi “içi boş” ve devrime hizmet edemeyecek bir kitleselleşme olabileceği için benimsemiyoruz.

Konferans kararlarında vurgulandığı gibi kavramın içeriği tartışılmalı, doğru tanımlanmalı ve devrimci öğelerle somutlaştırılmalıdır.”

MALİ POLİTİKA…

Bir başka “bozuk” ve samimiyetsiz eleştiri tarzıyla ele alınan konu da mali politikaya ilişkindir.

Tarz bozukluğu, her şeyden önce, ilk başta damgayı vurmak, “haraççı”, “çeteci”, “gaspçı” gibi gösterip, sonra da olası tepkileri göğüslemek adına, “bu çizgisini sistemli hale getirmediğinden ayrılığın (“birliğin” olması gerek –pn) önünde bir engel olarak görmemekteyiz” (Sf. 29) denmek suretiyle gösterilmektedir.

Hem bunu bir “politika” olarak adlandırıp hem de “sistemleşmemiş” olduğundan bahsetmek hangi akla hizmettir?

Arkadaşlar yine de lütufta bulunmuşlar ve böylesi kötü yönlerimize karşın vize vermekte engel çıkarmamışlardır. Yine tamamen spekülasyon üzerinden çirkin iftiralar atılmaktadır.

İbret olsun diye bu bölümü olduğu gibi aktarıp yorumsuz bırakmak, yani hiç yanıt yazmamak belki daha iyi olacaktır.

Ama doğrusu bir de kendi yazımız içerisinde görmeye tahammül edemeyeceğimiz “belirlemeler” bulunmaktadır. ST, tıpkı emperyalist ve faşist devletlerin yürüttükleri propaganda içeriğinde olduğu gibi, zorla para toplandığını (“limit belirleme”, “vergilendirme”) söylemekte, halkın sorunlarına yardımcı olma rolünde sahtekârca davranıp onlardan kazanç sağlamaya çalışıldığını iddia etmektedir.

Bunlara karşı gelmenin “tehdit ve zor alımla” sonuçlandığına dair saptamayla “mali portremiz” tamamlanmaktadır. Devrimci ahlaktan zerre kadar nasibini alamamış, dahası devrimci değerlerden yoksun kişilerin yapabileceği türden pratiklerin “çetecileşme” iması ile sunulması, olsa olsa “birlik” konusunda ne kadar içtenlik taşıdıklarına kanıttır. Aksi halde, husumet ölçümünde bulunup da böyle yazıp çizmenin derdini kurcalamaya kalkarsak, farklı sorunlara kapı aralanabilecektir.

SONUÇ YERİNE…

Nihayet yazımızın son bölümüne gelmiş bulun[1]maktayız.

Bir bölümü kesinlikle değmese de, dikkate alınabilecek her şeyi yanıtladığımızı, daha önemlisi “sorun”a ilişkin esas noktaları açıkladığımızı düşünüyoruz.

ST’nin inceleme ve eleştiri yapma tarzının bizi siyasi açıdan “zorlanmak”la beraber, etik açıdan ve özellikle somut tartışma yürütmek bakımından zorladığını belirtmeliyiz.

Umarız ki bu içerik ve biçimdeki tartışmalar bundan sonra karşımıza çıkmaz.

Niyetimiz mümkün olduğunca gerçekleri göstermek ve ancak gerçeklere yaklaşımlarımızın tartışılmasını, anlaşılmasını sağlamak oldu. Kuşku duyulmasın ki ancak bunlar üzerinden gerçekleşecek polemik faydalı olacaktır. Aksi nitelikteki yazılar ise değersiz malzemeler olarak tanımlanmaktan kurtulamayacaktır.

İlk bölümlerde, ST’nin “örgütsel ilkelerde birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” etrafında dönmekte olan bir anlaşmazlık yaşadığımızı anlamadığını ve bunu kavrayamadığını belirtip bunun nedenini yazının sonunda açıklayacağımızı ifade etmiştik.

Bunu açıklayarak bitirelim.

Kavramak gereğini yapmaktır.

--ST “örgütsel ilkelerde birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” hakkında ahkâm kestiği halde kendi sürecini değerlendirmeye geldiğinde görmez, duymaz, anlamaz olmaktadır. Körlük, sağırlık ve anlama kıtlığı “fiziksel” nedenlerle değil, bakış açısıyla, duruşla ve var olma biçimiyle ilgilidir.

--ST öteden beri bakış açısını, duruşunu ve var olma biçimini değiştirmek istemiyor. Bunu bir tür yok olma olarak anlıyor-algılıyor ki bunda ısrar ediyor.

Yoksa “darbe” tanımını, darbe dediğimiz olayı çarpıtabilirmiydi olanca rahatlığıyla?

Ya da yazı bütününde sunduğumuz ve kuşku duyulmayacak ölçüde kanıtladığımız gerçeklerden bu derece uzak ve neredeyse sürekli bir manipülasyonla hareket eder miydi?

Birlik amacına kilitlenmiş olduğunu “büyük bir özgüven” görüntüsüyle takdim eden ST aynı duruşu tarihe, gerçeklere karşı gösterememektedir.

 Evet, ST yazar ve okurları; darbeyi, 2. MK toplantısını, partililerin konferans önerisini, bunu haksız biçimde reddeden MK tavrını, belli anlayış ve duruştaki kadroların tasfiyesini “örgütsel ilkelerde birlik”in neresine uygun kabul ediyorsunuz?

Darbe ile partiyi tahakküm altına almaya çalışıp bunu başaramayanların partiden kopma yanlışına kesin ve açık bir biçimde düştüğünü neye dayanarak inkâr ediyorsunuz?

 Sözü daha fazla uzatmaya gerek yok;

 baştan sona güven vermiyorsunuz!

Körlük, sağırlık ve anlama kıtlığı benzeri daha başka iddialara neden olabilir ama zaafların bu iddialarla giderilmesi mümkün değildir. Bunun için bakış açınızın, duruşunuzun, var olma biçiminizin değişmesi gerekir.

Gerçekler gün ışığındadır, sadece oraya bakmak ve öyle düşünmek; düşündüğünü tam bir dürüstlükle açıklamak yeterlidir….

Sayfa…60..bitti

 

 

 

 

    

4 Temmuz 2024 Perşembe

Bedenimde değil, Ruhumda sızı _ 2TEMMUZ1993_Sivas-Madımak-YAKILDI

  1931 yılında Adana'nın Saimbeyli ilçesinde doğdu. Daha sonra tüm ailesiyle birlikte Кayseri'nin Sarız ilçesine yerleşti ve bir köy ağasının yanında maraba olarak çalışmaya başladı. Ağanın kızı Dilber'e aşık olunca, birlikte Кayseri'den kaçıp Elbistan'ın Sevdili Köyü'ne yerleştiler. Anadolu Aleviliği'nin yoğun yaşandığı bu bölgede uzun süre kaldıktan sonra İstanbul'a taşındı.

 İşςi olarak Almanya'ya gitmek iςin çabaladı, fakat nefes daɾlığı olduğu iςin başaɾamadı ve ailesiyle beɾabeɾ Osmaniye'nin Кadiɾli ilçesine göç etti. Bu dönemde yazaɾ Yaşaɾ Kemal ile tanıştı ve onun da yaɾdımıyla biɾ fabɾikada işe başladı. Gɾeve çıkan işςileɾin başına geςince işten altıldı ve ailesinin geςimini sağlamak iςin ozanlığa başladı.

1967 yılında Tunceli'de seɾgilenen biɾ Piɾ Sultan Abdal oyununda oynayan ve deyişleɾ söyleyen Nesimi, salonda olay çıkınca gözaltına alındı ve bıyığının yaɾısı tek tek yolunmuş biɾ vaziyette seɾbest bıɾakıldı.

 

biliyom yanıyon
kerem’den beter
her an eyledikçe dumanın tüter
bedenimde değil ruhumda sızı

Ailesiyle biɾlikte Zeytinbuɾnu'nda biɾ gecekonduya yeɾleşti.  Evinde konaklayanlaɾ aɾasında Yaşaɾ Kemal, Atıf Yılmaz, İlhan Selçuk, Behice Boɾan, Mehmet Ali Aybaɾ, Haɾun Кaɾadeniz, Yılmaz Güney, Mahzuni Şeɾif, Aşık İhsani, Emekςi ve Ali Özgentüɾk gibi isimleɾ vaɾdı.

 

Küçük yaşta tüɾkü deɾlemeleɾi yaρan Nesimi, topladığı folkloɾ değeɾleɾini ɾadyo aɾşivleɾine kazandıɾdı. Hatayi, Piɾ Sultan Abdal ve diğeɾ usta ozanlaɾın nefesleɾini söyleyeɾek kendisini tanıttı. Nefesleɾini, tüɾküleɾini bağlama ile değil, göğsünde taşıdığı cuɾa eşliğinde söyledi ve cuɾa çalmada ün kazandı. Kendi yazdığı deyişleɾini de okuyup söylemiştiɾ.

 

2 Temmuz 1993 günü Sivas'ta, Madımak Oteli'nin yakıldığı ve 35 aydının öldüɾüldüğü Sivas Кatliamı'nda hayatını kaybetti.

Cenazesi İstanbul Кaɾacaahmet Mezaɾlığı'na defnedildi. Balet ve müzisyen Mazlum Çimen'in babasıdıɾ.

Şiirleri

Aklı olan, Bağışla beni, Barış güvercini, Barıştan yana, Bir ağızdan haykıralım, Çokça mürekkep yalamış, Daha sabah olmadı mı, Dinle beni kulağını aç, Dinle beni nazlı yârim, Dinle sözümü, Gel göçelim gönül, gidelim burdan, Şifa istemem balından, Ne acaip bir haldeyiz, Senden evvel geçen acı yıllarda, Söylesem derdimi suçlu olurum, Tan yıldızı

 1967 yılında Tunceli'de seɾgilenen biɾ Piɾ Sultan Abdal oyununda oynayan ve deyişleɾ söyleyen Nesimi, salonda olay çıkınca gözaltına alındı ve bıyığının yaɾısı tek tek yolunmuş biɾ vaziyette seɾbest bıɾakıldı.

RUHUMDA SIZI_ Nesimi Çimen, Türk halk ozanı.

bu nasıl bir derttir dermanı yoktur
bedenimde değil ruhumda sızı
görünmez bir yara acısı çoktur
bedenimde değil ruhumda sızı

kurşunsuz hançersiz kansız bir yara
hiçbir tabib buna bulamaz çara
keşke mansur gibi çekseler dara
bedenimde değil ruhumda sızı
doktoru lokmanı yok ilacı yok

görünmez göz ile hiçbir izi yok
saplanmış sineme görünmez bir ok
bedenimde değil ruhumda sızı
yeter nesimi bu feryadın yeter

biliyom yanıyon
kerem’den beter
her an eyledikçe dumanın tüter
bedenimde değil ruhumda sızı

 

 

 

İKİNCİ YÜZYILDA SÖMÜRGECİ-SOYKIRIMCI TÜRK DEVLETİNİN KENDİNİ TEKRARI – 1 Bozan Tekin

Sömürgeci, soykırımcı Türk devletinin hükümetinde, partilerinde önemli tartışmalar yaşanmaktadır. Bunları, tarihsel bir perspektifle değerlendirmekte yarar var. Sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin Önder Apo’ya karşı uyguladığı ağır tecrit ve peş peşe verilen disiplin cezaları, Kurdistan Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmeye yönelik yürüttüğü  diplomasi ve yine yeni anayasa çalışmaları, -ki özellikle özel savaş ve etkili ajanlık yasası-, yumuşama, normalleşme, Kürt soykırımını gerçekleştirmek için yapılan harcamalar, ekonomik kriz, açıklanan tasarruf tedbirleri, Kurdistan Özgürlük Gerillası’na karşı kullanılan kimyasal ve diğer yasaklı patlayıcılar, partiler arasında yürütülen görüşmeler, polemikler, Kobanê Kumpas Davası’nda verilen cezalar, Kuzey-Doğu Suriye’deki seçime yönelik engelleme saldırıları ve en son Colemêrg’te Belediye Eşbaşkanı M. Sıddık Akış‘a karşı gerçekleştirilen darbe ve onun yerine sömürgeci katil bir valinin kayyum atanması vb başlıklar normal bir zamanın konu başlıkları değildir. Birbirinden kopuk ve ayrı konular da değildir.

 Neler oluyor, olanları nasıl anlamak gerekir?

 Halklar, emekçiler, kadınlar, gençler ve egemenler 1990’lı yıllardan başlayarak miladi 21. yüzyılı tartışıyorlardı. Önder Apo da 21. yüzyılın kadın yüzyılı olacağını ve PKK’nin de kadın eksenli bir parti olduğunu söylemişti. Kürt kadınları dağda, şehirde, zindanda, siyasette, ekonomide askerlikte, sanatta, edebiyatta, özetle hayatın her alanında böyle bir inançla tarihi bir mücadele yürütüyor. Dünyanın bütün halklarından kadınlar ve insanlık herkes “Jin, Jiyan, Azadî” şiarını her fırsatta haykırmakta. Bir bütün olarak Kurdistan halkı, 21. yüzyılda Demokratik Ekolojik ve Kadın Özgürlüğü temelinde bir yaşamı kendi topraklarından başlayarak Ortadoğu ve dünyada yaşamın her alanında kurulması için çalışmayı esas almaktadır. Önder Apo 21. yüzyıl stratejisini böyle tanımlamış oluyor.

Kürt halkı cumhuriyetin ikinci yüzyılını Türk devleti tarafından uygulanan soykırım politikalarına son vererek, özgür Kurdistan, demokratik Türkiye stratejisi temelinde karşılamak istemektedir. Bununla, Türk, Arap ve Fars emekçileriyle eşitlik-özgürlük temelinde bir yaşamı kurmadaki kararlılığını her fırsatta dile getirmektedir. Ancak faşist şefler Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli ise Kürt soykırım stratejini, ‘Çöktürme Eylem Planı’ temelinde tamamlamak istemektedir. Buna karşılık Kurdistan halkı da amacına ulaşabilmek için önüne ‘Devrimci Halk Savaşı’nı koymuş bulunuyor. Sömürgeci, soykırımcı Türk devleti Kürt, Ermeni, Asuri, Keldani, Rum vb halklara karşı uyguladığı soykırım politikasını ikinci yüzyılda da sürdürmek istemektedir.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girmeden önce, sömürgeci, soykırımcı Türk devletinin resmi ideolojik, politik güçleri, ‘90’lı yıllardan itibaren 21. yüzyıl tanımlaması için tartışmalar yürütüyorlardı. Irkçı, faşist MHP’lilerden bazıları ‘21. asır Türk asrı olacaktır’ diyorlardı. Tanımlamaları netti. Hatta bunun için 100. Yüzyıl marşı bile hazırlanmıştı. Tıpkı soykırımcı devletin 10. Yıl marşı gibi, ırkçı, sömürgeci, Kürt’ü, Kurdistan’ı inkar eden içeriktedir. 10. Yıl marşı soykırımcı M. Kemal’in 10. Yıl nutkunun bir özeti ve onun notalandırılmış haliydi. 100. Yıl marşı da yeşil faşizmin temsilcisi Erdoğan’ın zihniyetini seslendirmişti.

2023 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü kuruluş yıldönümünden önce yürütülen tartışmalarda faşist iktidar, 21. yüzyılı, ‘Türkiye Yüzyılı’ olarak tanımladı. Muhalefet partilerinden de bu konuda farklı, alternatif bir tanım gelişmediğine göre, Türklük sözleşmesinde buluştukları anlaşılmaktadır. Yani bu eli kanlı Türk sömürgecileri ‘21. asır Türk asrı olacaktır’ hedefinde ortaklaşmaktadırlar. Eğer bunu ağır, yanlış görenler varsa, ikinci yüzyılda nasıl bir Türkiye-Kurdistan görmek istediklerini açıkça ortaya koymalı ve Osmanlı’da hille, oyun devşirme yoluna girmeden tavrını netleştirmelidir. Bunu yapmadıkları sürece, hepsini ‘Türk sözleşmesinin’ yeminli taraftarları  olarak tanımlamak gerekir.

 Türkiye Yüzyılı ne demek oluyor?

 Faşist şef Tayyip Erdoğan ve çevresinin yeni ‘Türkiye Yüzyılı’nı ideolojik, politik ve stratejik bir doğrultuya göre planladıkları kesinleşmiştir. Her şeyi buna göre yapmaya çalışacakları görülmektedir. Bunun en yalın anlamı ise sömürgeci soykırımcı Türk devletinin kuruluşunun ilk günlerinden başlayarak Kurdistan’da gerçekleştirdikleri katliam ve soykırımlardır. Yani Takrir-i Sükûn Yasası, İstiklal Mahkemeleri, İskan Yasası ve Şark Islahat Planı’nın güncellenmesi demektir! Bunu ne kadar başarırlar veya başarmazlar, o ayrı bir konu, ancak sonucu belirleyecek olan Kurdistan özgürlük mücadelesi ve stratejik müttefiklerinin örgütlülük ve direnme gücüdür.

Hala kana doymamış olacaklar ki, Kürt halkının kanını 21. yüzyılda da akıtmaya, sömürgeci soykırımcı stratejisini adım adım tamamlamaya ve bununla beslenmeye devam edecekleri anlaşılmaktadır. Türk halkının payına düşecek olan ise beka edebiyatını İslam ile cilalayarak, beyaz ve kara faşizmi yeşile boyayarak, tümden anti-demokratik, insan haklarına aykırı, her türlü baskı, zulmü geliştirerek Türkiye halkını açlık ve yoksulluğa mahkum etmek olacaktır.

Tayyip Erdoğan, 2002 yılından itibaren, Türk-İslam sentezi temelinde yeşil faşizmin tam kurumlaşmasını, ‘cumhuriyetin ikinci yüzyılının başında’ kurumlaştırmak istemektedir. Türkiye Yüzyılı demek, yeşil faşizmin kurumlaşması, Kürt soykırımının tamamlanması demektir. Bunun da Türkiye’de ve Kurdistan’da geçen yüzyılda kullanılan değişik yol ve yöntemleri aşan Kurdistan’a yağdırılan bombalar, kimyasal silahlar,  diplomatik ilişkiler, eğitim ve medya gücüyle gerçekleştireceği anlaşılmaktadır. En önemlisi de Önder Apo’ya olan yaklaşımlarında bu daha net olarak anlaşılmaktadır. Önder Apo üzerindeki tecridin çeyrek asır sürdürülmesini, son 40 aydan beridir de hiçbir biçimde Önder Apo’dan haber alınmamasını başka türlü tanımlamak mümkün değildir. 

Bir halkın Önderi’ne böyle yaklaşan bir devletin, halkına daha farklı yaklaşacağını beklemek, en hafif deyimle sömürgeci, soykırımcı Türk devletinden hiçbir şey anlamamak, tarih bilincinden yoksun olmak anlamına gelir. Nasıl ki, Şeyh Said’e idam, Kürt halkına soykırım ve Şark Islahat Planı olarak döndüyse, ‘İmralı’da Önder Apo’yu her gün, her saat, her dakika öldürme siyaseti’, şimdi de Kurdistan’da ‘Çöktürme Planı’ olarak dönmektedir. 

Yani sömürgeci AKP-MHP hükümeti anayasada, Kürt halkının varlığına, özgürlüğüne yer vermeyecektir. Kürdün dilinin, kültürününün yasaklaması ve asimilasyon politikalarına devam edilecektir. Anayasadaki ilk maddeler ve 66. Madde korunacaktır. Kurdistan’ın zenginliklerini talan etme, halkı açlığa, yoksulluğa mahkum etme, bu temelde Kurdistan’dan kaçısın zeminini oluşturma, bununla birlikte ajanlaştırma, fuhuş ve uyuşturucu ile yozlaştırma politikaları sürdürülecektir. Kurdistan topraklarına, tıpkı İsrail Siyonistlerinin Filistin’e Yahudileri yerleştirdiği gibi, Kurdistan topraklarına başka yerlerden getirilen Türkler, Araplar, Afganlar vb yerleştirerek demografik değişim politikası yürütülecektir. 

Kurdistan Özgürlük Gerillası’nı ise, yasaklı kimyasal silahlar, termobarik, taktik nükleer bombalar ile imha ederek ulusal soykırım poltikalarını tamamlama, askeri planlamalarının başında gelmektedir. Böylelikle Bakurê Kurdistan devrimini ve Rojava Devrimi’ni tasfiye ederek, Başûrê Kurdistan’da da tam hakimiyet sağlayarak Misak-ı Milli sınırlarına ulaşmak istemektedir. Böylece bölgede hegemonyasını güçlendirerek, Kuzey Afrika’da, Orta Asya’da egemenliğini yaymayı hedeflemektedir.

Sömürgeci-soykırımcı AKP ve onun faşist şefi Tayyip Erdoğan, öyle rastgele siyaset yapan, emanetçi birisi değildir. Bir ideolojik-politik doğrultuya dayanan, stratejik bir planlama temelinde hareket etmektedir. ‘70’li yıllardan beri, faşist ve İslamcı gençliğin örgütlendiği Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) gibi bir öğrenci teşkilatında, Milli Selamet Partisi (MSP), Refah Partisi (RP) gibi partilerde yer almış, İskender Paşa cemaatinde kalmış, RP adına İstanbul Belediye Başkanlığı yapmıştır.

 İstanbul gibi kapitalist modernitenin merkezlerinden birisinin belediye başkanı olarak, uluslararası sermaye güçleriyle, özelikle de ABD düşünce kuruluşları ve sermaye çevreleriyle ilişkilenmiştir. Sömürgeci Türk devletinin gerçekleştirdiği 28 Şubat askeri darbesinden sonra RP’de yaşanan tartışmalarda, kendisini ‘yenilikçiler’in lideri olarak konumlandırmıştır. 12 Eylül askeri faşist cuntası sürecinde cemaatlerle bağlantılı olarak iyice palazlanmış yeşil sermaye çevreleri, dünyada esen neo-liberal ekonomi rüzgarlarının da etkisiyle, önce Türkiye’nin klasik sermaye çevrelerinden alan kapma, giderek uluslararası sermaye ile bütünleşme peşindeydi. 2001 yılında AKP’yi kuran faşist Tayyip Erdoğan ve çevresi bu kesimlerin partileşme ihtiyaçlarına karşılık vermiştir. 2002 seçimlerinde seçilme yasağı olduğu için, seçime girmemiş olsa da kurduğu parti seçimi kazanmış, kendisi de özel bir yasayla yasağı kaldırıldıktan sonra seçilmiş ve 2003’te başbakan olmuştur.

İnkar, imha temelinde kurulan soykırımcı Türk devleti, 87 yıllık tarihinde Kürt soykırımını tamamlamak için her türlü insanlık dışı yol ve yöntemi kullanmasına rağmen, İnönü’sü, Menderes’i, Demirel’i, Nihat Erim’i Ecevit’i, Kenan Evren’i, Özal ve Erbakan’ı vb gelip geçmesine rağmen başaramamışlardır. Tam başardıklarını sandıkları ‘70’li yılların başında ise Rêber Apo’nun öncülüğünde PKK ortaya çıkmış ve Kürt halkının varlık-özgürlük mücadelesini sürekli yükselen bir tarzda ilerletmiştir. ‘90’lı yıllarda ise artık, yok sayılan Kürt halkı açısından, Önder Apo’nun deyimiyle ‘Diriliş başarılmış, sıra kurtuluşa gelmişti’.

Sömürgeci, soykırımcı Türk devletinin ve hükümetlerinin kullandığı, kimi yöntem farklılıkları gösteren özünde ise aynı olan, soykırım politikalarının yanı sıra, aynı zamanda iflas eden klasik Kemalist paradigma olmuştur. Reel sosyalizmin yıkılması, dünyada esen liberal politikalar, iktidarın dışında tutulan İslami kesimlerin özellikle 12 Eylül askeri faşist cuntasının geliştirdiği Türk-İslam sentezi politikasının oluşturduğu zeminde önü açılan, yaygınlaşan cemaat ve tarikatların holdingleşmesi yeşil faşizmin ekonomik zeminini oluşturmuştur. Bu kadar ekonomik güce ulaşan holdingler, artık sömürgeci devlet siyasetinde rol almak istediler ve bu temelde de partileştiler. ‘60’lı yıllardan gelen partileşme süreci, faşist askeri şef Kenan Evren, Turgut Özal ve ardından Refah Partisi iktidarlarıyla birlikte iyice güçlendiler. 

Özellikle Kemalist zihniyetli devlet çekirdeğinin politikalarının 2000’li yıllara dayandıklarında adeta Kurdistan özgürlük mücadelesi karşısında nefessiz kalması, İslam’ı bir iktidarlaşma aracı olarak gören kesimlere, ABD’nin de gelişen radikal İslam’a karşı ılımlı İslam projesini geliştirmesi kapsamında faşist Erdoğan’a iktidar yolunu açtı. Bu konuda ABD ile yapılan gizli, açık görüşmeler bilinmektedir. Özetle, Beyaz Türkçülüğün, beyaz faşizmin iflası sonucu yeşil faşizmin önü açılarak, Kurdistan halkının başına bela edildi.

 

Yeşil faşizm ne yapmayı düşünmekte, neyi planlamaktadır?

 

Önder Apo’nun 2010 yılında yaptığı tespitler, bu konuya ışık tutmaktadır. Önder Apo’nun AKP faşist yönetiminin nasıl bir yol izlediği ve bundan sonra da nasıl bir yol izleyebileceğine ilişkin yaptığı tespitler, güncel olarak çarpıcı bir biçimde doğrulanmaktadır.

AKP iktidarının ilk sekiz yılı CHP’nin ilk sekiz yılına (1923-1931) çok benzemektedir. İkisinde de tek partili rejim egemendir. Tıpkı 1931’den itibaren (M. Kemal’in Serbest Fırka denemesine rağmen) ağırlaşan İsmet İnönü ve Recep Peker faşizmi gibi, AKP’nin de 2011 seçimlerinden itibaren (Hitler’in 1933 seçimlerindeki konumuna oldukça benzemektedir) diktatoryasını yoğunlaştırma ve kendi anayasasıyla pekiştirme olasılığı yüksektir…

‘AKP’nin yeni hegemonik iktidar döneminde, Kürt varlığı ve özgürlüğünü tasfiye amaçlı özel savaş rejimi daha da güçlendirilerek yürütülecekti. Zaten AKP’nin ordu şahsında rejimin eski iktidar sahipleriyle yaptığı uzlaşmanın temelinde Kürt varlığının (ontolojik gerçeklik) ve özgürlüğünün (bilinç ve örgütlülük) tasfiyesi ve kültürel soykırımın sürdürülmesi yatmaktaydı. İktidar başka türlü AKP’ye teslim edilemezdi…Bu uzlaşma AKP döneminde sadece olduğu gibi kabullenilmekle kalmamış, İslâmî argümanlarla daha da güçlendirilerek devam ettirilmiştir.’

Soykırımcı CHP’nin ilk sekiz yılında neler olmuştu? Uzun uzadıya ayrıntılı anlatmak, bu yazının sınırlarını aşar. Satır başlarıyla hatırlatmakla yetineceğiz.

1923 yılının 29 Ekim’inde Kürt halkını yok etme, Kurdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirme stratejisi temelinde kurulan Türk devleti, 2023 yılının 29 Ekim’inden sonra da yine Kürt soykırımını devam ettirerek, kuruluş felsefesi ve planlamasını bire bir hayata geçirerek, tümden yok etmek istiyor? Tüm belirtiler, söylem ve atılan adımlar bunu fazlasıyla ortaya koymaktadır. Çünkü bugün dünden ve öncesinden hazırlanmıştır. Onun için de soykırımcı Türk devletinin kuruluş felsefesi ve yılları önemlidir.

 

Türk devletinin kuruluş felsefesi nedir ve kuruluş yıllarında olanlar neydi?

 

20. yüzyılın başlarında, ortada ayakta kalmakta zorlanan bir sömürgeci Osmanlı İmparatorluğu vardı. İngiliz. Fransız emperyalistleri bölge hakimiyetini elde tutmak, ticaret yollarını kontrol etmek ve gelişmekte olan Sovyet devrimini durdurup sınırlamak için, bu imparatorluğun enkazından, bir Türk ulus-devleti yaratmayı hedeflemişti. M. Kemal ve etrafındaki çeteler, bu soykırımcı sistem için adeta biçilmiş kaftanlardı.

Diğer halklar sömürgeci Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ulusal kurtuluş mücadelelerini yürütüp başarıya ulaştıkları ve Ermeni, Rum, Asuri-Keldani halklar soykırımdan geçirildiği için, M. Kemal’in ilk gittiği yerin Kurdistan olması tesadüf değildir. Çünkü gidebileceği, ayak basacağı ve kabul edileceği başka bir yer kalmamıştı. Onun için de Kürtlerin yanına gitmiştir. Giderken de Kürtleri kandırmak için ortak vatan, ortak devlet, ortak din, ortak kurtuluş ve ortak yönetim vb birçok vaatte bulunmuştur. Bunlar tarihi belgelerde fazlasıyla vardır. M. Kemal’in Kürt önde gelenleri karşısında döktüğü dil, verdiği vaatleri ve el-etek öpmeleri saymakla bitmez. Bunlar genellikle bilinen gerçeklerdir. Kürtlerin yanında kurulacak devletin, bir Kürt-Türk devleti olacağını da açıkça belirtiyordu. Onun bu söylemi, Lozan Antlaşması imzalanıncaya kadar sürdürülmüştür. Hatta Lozan’da bile, Kürtler söz konusu olunca, İsmet İnönü ve beraberindeki kendisi gibi Kürt soykırımcısı delegasyon ‘TBMM Hükümeti Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir; Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Milli Meclis’e girmiştir ve Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadır’ diyerek yalan söylemiş ve iki yüzlüce davranmıştır. Lozan konferansında, konferansın bütün maddeleri tek tek incelendiğinde, bin yılların halkı ‘tek kelime’ ile anılmamış, yok sayılmıştır. Türk devleti ile birlikte bu metne imza atan emperyalist devletler Türk devletinin ileride uygulayacağı soykırımın zeminini Lozan’da hazırlamıştır.

Rıza Nur denilen soykırımcı da Kürtlerin haklarının tartışıldığı oturumda, bin bir dereden su getirerek, yalan üstüne yalan, demagoji üstüne demagoji üreterek, Kürt’ün inkarında ve Kurdistan’ın parçalanmasında İsmet İnönü’den geri kalmamıştır.

Türk egemenlerinin, sadece zihniyetlerini değil, duygularını, hislerini de tanımak ve anlamak gerekir. Kürtler söz konusu olunca, genel insani ölçüler, duygu, vicdan, ahlak vb ile hiçbir ilgilerinin olmadığı tüm tarihi gerçeklerden açığa çıkmaktadır. M. Kemal’in 1919-23 yılları arasında hiçbir yoruma izin vermeyecek kadar Kürt’ü haklarıyla birlikte tanıyan sözlerinin hepsinin baştan sona taktik, takiye, yalan ve yanıltma olduğu anlaşılıyor.

Erdoğan da ‘düşünmezsen Kürt sorunu yoktur’ dedi. Daha sonra ‘Kürt sorunu benim sorunumdur’ dedi. Şimdi yine ‘Kürt sorunu yoktur, nerede bir Kurdistan kurulursa gider engellerim’ diyor. Bu kaç yüzlü bir insan hali ve davranışıdır? İnsan, dostuna, komşusuna değil, düşmanına karşı bu kadar taktik, takiye, gizli, sinsi hesap yapar. Peki, bunlar bu sözleri söylerken duygularını nasıl gizlediler, yüzlerine hangi maskeleri geçirdiler? Bu kadar yalan üretme, bu yalanları Kürtlerin yüzüne söyleyecek kadar, duygularını gizleme gereğini duymak, içlerindeki Kürt düşmanlığının derinliğini, sinsi plan sahibi olduklarını göstermiyor mu? O halde bundan sonra Türk egemenleri konuşunca, bir de bu açıdan bakmak gerekiyor. 

Her sözlerine, ister namus, şeref adına, ister hukuk, anayasa adına ister laiklik ister din adına, isterse de kardeşlik adına olsun; ne adına söylenirse söylensin inanmamak gerekir. Çünkü burada belirtilen kavramların hiçbirisi kendi doğal evrimi içinde, kendi yaşamlarından üretilmiş bir kavram değildir. Oradan buradan, çıkarları için devşirilmiş kavramlardır. Hele İslam ve din adına söylenenlere hiç mi hiç inanmamak gerekir. 

Çünkü kutsal İslam dinini, yayılmada Muaviye’nin savaşta mızrak uçlarına Kuran’ı Kerim sayfalarını taktırması gibi, sadece kullanmışlardır. Yezidlikte sınır tanımamışlardır. Halen de öyledir. Kürtlerin tarihi bir sözü vardır, hatırdan hiç çıkarılmamalı: Bextê Romê tune ye!

 

Lozan’dan hemen sonra ne yapıldı?

 Kürt soykırımcılarının başı M. Kemal’in yaptığı ilk iş, Büyük Millet Meclisi’ni bir erken seçime götürerek, içinde Kürtlerin ve sol, demokratik kesimlerin olmadığı bir meclis oluşturmak olmuştur. Seçimi öne almış, seçim kanunlarında kendi lehine gerekli değişiklikleri yaparak, hatta kimlerin meclise gireceğini tek tek tespit ederek bu amacını fazla zorlanmadan gerçekleştirmiştir. 1923 Ağustos ayında ise, Kurdistan’ı ve Kürt halkını yok sayan Lozan Antlaşması’nı oluşturdukları Kürtsüz meclisleri tarafından onaylatmıştır. Eylül ayında ise, M. Kemal soykırımcı Cumhuriyet Halk Fırkası’nı kurmuş ve kendisini de genel başkan olmuştur.

Böylelikle tek adamlığa giden yolda ilk adımı atmıştır. Kürt katili M. Kemal, 28-29 Ekim tarihlerinde ise muhalefetsiz tek partili ortamda 1921 Anayasası’nda yaptığı değişikliği meclisten hızla geçirmiş ve 1921 Anayasası’nda, Kürt halkını ve diğer halkları yok sayan, ‘Türk devletinin dili Türkçedir’ şeklinde değişiklik yapmış, böylece 29 Ekim’de yangından mal kaçırırcasına yaptığı hazırlıklar temelinde sömürgeci, soykırımcı ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan etmiştir. Hemen arkasından ise, Kürt soykırımcısı İsmet İnönü’yü başbakan olarak atamış ve soykırımcı katillerden oluşan bir hükümet kurmuştur. Tabii kendisini de tek şef ilan etmiş, var olan koşullar içinde kullanılabilecek tüm siyasi, askeri, hukuki, diplomatik, ekonomik, mali vb yetkilerle donatmıştır.

1924 Mart’ında çıkardıkları bir kanunla halifelik kaldırılırken, aslında Nisan 1924’de oluşturulan ve 24 Nisan 1924’te yürürlüğe giren 1924 Anayasası’nda bir çırpıda başta halkımız olmak üzere, Türkler dışında diğer tüm halklar yok sayılmıştır. ‘Türkiye Türklerindir’ deyişi, adına Türkiye dedikleri alanları, Türkleştirerek, sadece Türklerin kılınmak istendiği için, ‘Türkiye Türklerindir’ denilmiştir. Eğitim sistemi ve bakanlığı bu temelde oluşturulmuştur. Tabii ki, başta Kürtler ve diğer halklar sadece yok sayılmakla yetinilmemiş, ardından nasıl yok edileceği de stratejik bir planlamaya kavuşturulmuştur. Tüm bu yaptıklarına olası karşı çıkışları engellemek ve caydırmak için de var olan Hıyanet-Vataniye Yasası güncellenmiştir.

Özetle daha önce Kürt’ü yok etmek için oluşturulan strateji ve taktik doğrultusunda hareket edilmiştir. Kürtler dağınık ve örgütsüz olsalar da kendilerine yönelik geliştirilen planı derinlikli olmasa da fark etmişler ve boşa çıkarmak için bir arayış içine girmişlerdir. Azadî Örgütü’nü kurmaları bunun bir sonucudur. Ancak Azadî örgütlülüğü, düşmanın ideolojik, politik ve stratejik bakımından derin örgütlülüğünü ve hazırlığını ne yeterince görmüş ne de onu karşılayacak bir düzeyde örgütlülük geliştirebilmiştir. 

Bu gerçeklik, hareketin önderlerinden Cîbranlı Xalid’ın 1924 Aralık ayında düşmana esir düşmesinde daha net görülmektedir. İsyanı ancak iki ay sürdürebilmişlerdir. Soykırımcı Kemalist hareketin Teşkilat-ı Mahsusa’dan kalan yoğun istihbarat birikimi ve faaliyetleri sonucu Kürt halkı içindeki gelişmelerden önemli oranda bilgi sahibi olmuşlar ve hareketi provoke ederek, hareketin istediği zamanda değil de kendilerinin istediği zamanda harekete geçmelerini sağlamışlardır.

Şeyh Sait önderliğinde gelişen isyanda da görüldüğü gibi bir provokasyonla zamanından önce harekete geçmek zorunda kalan isyan önderliği, kısa süre içinde yenilgiyle yüz yüze gelmiştir. Güçlü bir örgütlü öncülüğe, hazırlığa, stratejiye, örgütlülük ve birliğe dayanmayan çıkışın daha farklı sonuçlanması da zaten mümkün değildi. Bu süreci adeta adım adım bir stratejik planlamaya tabi tutan ve ona göre hareket eden sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin yönetim çekirdeğinin hazırlıklarına, Kürtlere karşı besledikleri derin stratejik düşmanlığa karşılık, süreci doğru okuyamayan ve buna göre hazırlıklı olamayan Kürt öncülüğünün başarı şansı zaten yoktu.

24 Şubat günü ise, yani isyan başladıktan 10 gün sonra, sömürgeci Türk devletinin başbakanı Ali Fethi Okyar, meclise konu hakkında bilgi verir ve isyanı bastırmak için almış oldukları tedbirleri aktarır. Tedbirlerin ilki Kurdistan’da sıkıyönetim ilanı, ikincisi ise daha önce de var olan İhaneti-Vataniye Kanunu’nun güncellenmesidir. Her ikisi de oybirliğiyle kabul edilir. 

 Ancak kısa bir süre sonra 2 Mart günü, Cumhuriyet Halk Fırkası içinde bazı kesimler M. Kemal’in yönlendirmesiyle alınan tedbirleri yeterli görmez ve daha farklı siyasi, idari ve askeri tedbirler için de diretirler. Daha sonra da faşist şefin toplantıya katılmasında ısrarcı olurlar. Faşist soykırımcı şef de toplantıya katılır ve Kürt isyanına karşı alınan tedbirlerin yetersiz olduğunu söyler, ‘inkılabı başlatan tamamlayacaktır’ diyerek Kürtleri soykırımdan geçirmekten ve kendisine engel olmaktan çıkarmayı ifade eder. 

Bundan hareketle de hükümeti yetersiz kalmakla eleştirerek, daha farklı tedbirlerin alınmasına işaret eder. Bu durum karşısında ise A. Fethi Okyar, aldığı tedbirleri yeterli gördüğünü söyler, ardından da daha şedit tedbirlerle elimi Kürt kanına bulamak istemiyorum, mealinden sözlerle itirazını dile getirir ve istifa eder.

 

DEVAM EDECEK

https://serxwebun.org/ikinci-yuzyilda-somurgeci-soykirimci-turk-devletinin-kendini-tekrari-1/

 

 

ADİL OLAMASINI BECEREMEYECEKSEK; BU SİSTEMİ YIKMAYA NE GEREK VAR Kİ?

Bugün, Devletin “üst aklı” denilen birimlerince organize edilip, şeriat özlemcisi dinci yobaz karanlık güçlerce gerçekleştirilen Sivas-Madımak vahşetinin 31. Yıl dönümü. Tam iki gün sonra da yine devletin aynı karanlık derin güçlerinin bir şekilde yönlendirdiği besbelli olan bir başka vahşetin, Erzincan-Başbağlar katliamının 31. Yıl dönümü.

 

Her ne kadar da fiilen ilkini dinci yobazlar güruhu, ikincisini de Kürt Ulusal Hareketine bağlı güçler gerçekleştirmiş olsa da fakat şunu her seferinde net ve doğrudan ifade etmek gerekiyor ki bu her iki vahşetin asıl sorumlusu, bunları tertipleyip yaptıran irade olarak; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “üst aklı” denilen, o karanlık güçleridir: Yani MİT ve bir kontrgerilla oluşumu olan, Özel Harp Dairesi’dir.

 

Bir yıl önce; “Katliamının 30. Yılında Madımak ve es geçilen Başbağlar…” başlığı altında şöyle seslenmiştim: 

 

“Sözüm öncelikle komünist ve sol-sosyalist kesime: Ne zaman gerçek anlamıyla adil olmayı ve çifte standartçı yaklaşımları terk etmeyi başaracağız acaba? Ne zaman ‘bizim cenah’ dediğimiz kesimlerce de halka karşı işlenmiş ağır suçları tereddütsüzce kınayacağız?”

 

“Her 2 Temmuz’da Madımak katliamı kınanırken; Başbağlar katliamı neden sessizce es geçiliyor acaba?”

 

“Oysa Başbağlar Köyü’nde de toplam 33 insanımız hunharca katledilmişti. (28 erkek kurşuna dizilerek, 5 kadın ise yakılan evlerden çıkamayarak, yanarak can vermişti.)”

 

“Burada şöylesi çok özgün bir yan var: Madımak katliamı ile Başbağlar katliamı aynı senaryonun birbirini tamamlayan iki perdesidir. Dolayısıyla da bu her iki katliam karşısında ‘tarafgirli’ bir pozisyon sergilenemez. Madımak katliamı yüreklerimizde nasıl dinmeyen bir sızı ve acı olarak anlam kazanıyorsa; Madımak ateşinde yakılarak kıyıma uğratılan Başbağlar’da ki 33 masum, günahsız halktan insanımız da aynı şekilde karşılık bulmak zorundadır. Aksi takdirde bizim hem vicdan terazimizde ve hem de adil olma desturumuzda sorunlu yanlar var demektir.”

 

Bugün başta Kürt Ulusal Hareketi bileşenleri olmak üzere, diğer pek çok sol-sosyalist ve komünist yapının gün vesilesiyle verdikleri demeçler, maalesef ki önceki yılların o, “vicdan terazimizde ve hem de adil olma desturumuzda sorunlu yanlar var demektir” ifadesinde dile gelen gerçeği doğrulayan demeçleriyle adeta birebir aynı. Yani yine Başbağlar katliamının sessizce es geçilmesi tercih edilmiş.

 

KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı, 1 Temmuz 2024 tarihli yazılı açıklamasında; “(…) Zaten Sivas Katliamı’nın tertiplenmesi esas olarak Kürdistan’da gelişen mücadeleyle Alevi toplumunun mücadelesinin buluşmasını önlemek içindir. Kürt halkının mücadelesini gören ve buna olumlu yaklaşan Alevi aydınları katledilerek bunun önü alınmak istenmiştir. Katliamın Sivas’ta tertiplenmesi ise son derece bilinçlidir, çünkü hem Kürt-Alevi halkının hem de Türk-Alevi halkının birlikte yaşadığı bir bölgedir.” dedikten sonra; “Tarihsel sorumlulukla hareket etme çağrısı” alt başlığı altında şöyle devam edilmekte:

 

“(…) Sivas Katliamı’nı andığımız böylesi bir dönemde bunun gereklerine göre hareket etmek, bu temelde halklar arasındaki ilişkileri güçlendirmek ve halkların kardeşliğine ve bir arada eşitçe yaşamasına dayalı birleşik mücadeleyi daha da geliştirmek tarihsel sorumluluğumuz gereğidir. (…)” (abç)

 

Bunların söylendiği bir durumda, doğal olarak, şöyle demek gerekiyor herhalde: Tamam, vicdan ve adil olma gereğiyle, altında PKK’nin imzası olan Başbağlar katliamının özeleştirisinin yapılması ve Madımak katliamının her yıl dönümünde, Madımak ateşinde yakılan Başbağlarlı o masum halktan insanların katli, tıpkı Madımak katliamının lanetlediği gibi, lanetleme olgunluğu ve sorumluluğu henüz oluşmamışsa şayet; o halde bari yapılan açıklamada ileri sürülen şu: “halklar arasındaki ilişkileri güçlendirmek ve halkların kardeşliğine ve bir arada eşitçe yaşaması”nı mümkün kılacak koşullardan biri olan, kendi adınıza “güven oluşturma”/”güven verme” gereğince o özrün dilenmesi ve her yıl dönümünde tıpkı Madımak için gösterilen duyarlılığın gösterilmesinden neden itinayla imtina ediliyor acaba?

 

Keza, madem samimi olarak Devletin “Sivas Katlimı”nı, Kürt ve Alevi mücadelesinin birleşmesini engellemek amacıyla ve keza farklı inanç ve uluslardan halkımız arasında düşmanlık geliştirmek için özel bir tercihle Kürt-Türk ve Alevi-Sünnilerin bir arada yaşadığı Sivas’ı tercih ettiği söyleniyorsa ve gerçekten buna inanılıyorsa; o halde bu çifte standart ve bu muazzam tutarsızlık niye?

Çünkü Başbağlar’ın yer aldığı Erzincan da bire bir aynı özellik ve hassasiyetlere sahip bir yer! Peki nasıl oluyor da Devletin Sivas’ta tertiplediği katliam, bahsi edilen amaca ve sonuçlara hizmet ediyor da aynı sonuçları fazlasıyla doğuran Başbağlar katliamı neden o aynı amaç ve sonuçlara hizmet etmiyor? 

 

Ettiği besbelli! O halde bari, çok çok geç kalınmış olsa da “zararın neresinden dönülürse kârdır” desturuyla; sırf düşmanın oyun ve tuzağının boşa çıkartılması ve halklar arasında oluşan o güven yıkımının, bir nebze de olsa onarılmasına zemin oluşturulması ve katkı sunulması adına neden bahsi edilen o “tarihi sorumluluğun gereği” yerine getirilmiyor acaba?

 

Aslında bu, sırf sorunun pragmatist ele alınışı boyutuyla bile böyle olması gerekirken; ama esas olarak, demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin temel omurgasını oluşturan ve de olmazsa olmazı sayılan eşitlik ve adalet prensiplerinin gereğince yapılması gerekiyor. O çağrısı yapılan “tarihi sorumluluğun gereği” aslında tamda bu olmak zorundadır. Çünkü asıl güven ancak ki bu ilkesel duruş ve pratik tutumla oluşabilir.

 

Bunu bugünden bile beceremiyorsak; sahi, o halde yıkmak istediğimizden farkımız ne?  

Halil Gündoğan

Halil Gündoğan: ADİL OLAMASINI BECEREMEYECEKSEK; BU SİSTEMİ YIKMAYA NE GEREK VAR Kİ? (halilgundogan.blogspot.com)

 

 

30 Haziran 2024 Pazar

Sivas Mahkemesinden Umut Yok! Umut Halkın adeletinde ! 2TEMMUZ1993

2 Temmuz 1993'te 33 kişinin yakılarak öldürüldüğü Sivas Katliamı'nın 31. yıldönümü.TIKLA_VideoKlip


Sivas davası sanıklarını Kırşehir'den Ankara'ya götüren zırhlı cezaevi aracı, TİKKO militanlarının bombalı ve Kalaşnikoflu saldırısına uğradı. Aracın geçeceği yola park edilen bomba yüklü otomobil, patlatıldı. Biri kadın 4 militan da, aracı kurşun yağmuruna tuttu. Saldırıda cezaevi sürücüsü, iki jandarma ve bir tutuklu yaralandı.

Sıvas olayları davasında idam istemiyle yargılanan 8 sanığı, Kırşehir'den Ankara'ya götüren cezaevi aracı, dün Akpınar İlçesi yakınlarında bombalı, Kalaşnikoflu saldırıya uğradı. Yol kenarına park edilen eski bir otomobildeki patlayıcıların, cezaevi aracı geçerken patlatılmasıyla gerçekleştirilen saldırıda, 3 görevli ile 1 tutuklu yaralandı. Saldırıyı gerçekleştiren 1'i kadın 4 terörist, olay yerine TKPML-TİKKO flaması bıraktı.

Ankara DGM'de dün yapılacak duruşmada bulunmaları gereken sanıklardan Sıvas Cezaevi'nde tutulan Ekrem Kurt, Mevlüt Atalay, Halil İbrahim Düzbiçer, Osman Çıbıkçı, Yıldırım Yüksel ve Özay Karatürk çarşamba günü, Gürün Cezaevi'nde tutulan Durmuş Tufan ve Ali Kurt da perşembe günü Kırşehir E Tipi Cezaevi'ne getirildi. Sanıkları Ankara DGM'deki duruşmaya getirmek için Ankara'dan önceki gün Kırşehir'e gönderilen cezaevi aracı, dün sabah 08.00'de 8 sanığı alarak, 16 kişilik jandarma eskortu eşliğinde yola çıktı.

Sürücü Uğur Küçük yönetimindeki 06 YAT 36 plakalı zırhlı cezaevi aracı saat 09.20 sıralarında, Kırşehir'e 60 kilometre uzaklıktaki Akpınar İlçesi'nin Sofrazlı Köyü yakınlarına geldi. Cezaevi aracı geçerken, teröristler yol kenarına park ettikleri bomba yüklü 34 YVR 61 sahte plakalı 1990 model Şahin marka otomobile bağladıkları 50 metrelik fitili ateşleyerek, infilak ettirdi. Sürücü Küçük, ön kısmı hasar gören zırhlı aracı, olay yerinden 500 metre uzaklaştırmayı başardı. Böylece patlamanın hemen ardından cezaevi aracını Kalaşnikoflarla tarayan teröristlerin katliam yapmasını önledi. Ancak buna rağmen, sürücü Uğur Küçük, Jandarma Astsubay Kıdemli Başçavuş Faruk Akdoğan, jandarma onbaşı Hakan Turgut ve tutuklulardan Ali Kurt yaralandı. Diğer tutuklulara bir şey olmadı. Patlamadan hemen sonra 1'i kadın 4 terörist oldukları belirlenen saldırganlar Kalaşnikof tüfeklerle cezaevi aracını taradıktan sonra beyaz renkli bir otomobille Sofrazlı Köyü'ne doğru kaçarak izlerini kaybettirdiler.

Akpınar Jandarma Karakolu'ndan gelen jandarmalar, cezaevi aracının etrafını kuşatarak, tutukluların kaçmasını önledi. Yaralılar, Akpınar Sağlık Ocağı'nda ilk müdahaleden sonra Kırşehir Devlet Hastanesi'ne sevk edildi.

Kırşehir Vali Vekili Osman Gürbüz, yaralıların sağlık durumlarının iyi olduğunu, olaydan sonra bölgede geniş bir operasyon başlatıldığını söyledi. Gürbüz, ‘‘Bomba yüklü bir otomobil patlatılmış. Zırhlı aracın sadece ön kısmı hasar görmüş. 4 kişi bombanın parça tesirli olması nedeniyle yaralanmış'' dedi.

EYLEMİ TİKKO YAPTI

Kaçan teröristlerin, zaman zaman PKK ile ortak haraket eden TİKKO üyesi oldukları, geride bıraktıkları örgüt flamasından anlaşıldı. Eylem timinin Tokat'ın kırsal kesiminden ya da İstanbul'dan geldiği sanılıyor. Militanların bu olayla Sıvas'ta ölenlerin intikamını aldıklarını söyleyerek, laik- antilaik gerginliğini tırmandırmayı ve Sıvas'ı karıştırarak Alevi- Sünni çatışmasını körüklemeyi amaçlamış olabilecekleri kaydedildi. Bu arada Ankara 1 No'lu DGM'de dün görülen duruşmaya, tutuklu asker sanık Fatih Erdem ile iki sanık avukatı ve çok sayıda müdahil avukatı katıldı. Duruşma, sanıkların esas hakkındaki savunmalarının alınması için eylül başına ertelendi.

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/cezaevi-otosuna-bomba-39257849 

29 Haziran 2024 Cumartesi

Kemalizmin karşı-devrimci karakterinin Stalin tarafından tahlil edilmesi

"KEMALİST BİR DEVRİM ÇİN'DE MÜMKÜN MÜDÜR?"

Ben bunu ihtimal dışı ve bu sebeple imkansız görüyorum.

Kemalist bir devrim, sadece Türkiye, İran ve Afganistan gibi, sanayi proletaryası hiç olmayan veya hiç denecek kadar az olan, köylülerin güçlü bir toprak devriminin gelişmediği ülkelerde mümkündür. Kemalist devrim, bir üst tabaka devrimidir, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir. Bu devrime, yabancı emperyalistlerle karşı-mücadele içinde varıldı ve devrimin sonraki gelişmesi, esas olarak köylü ve işçilere karşı, evet toprak devrimi imkanlarına karşı yöneliyor.

Kemalist bir devrim Çin'de imkansızdır.

a ) Çünkü orada, Çin'de, köylüler arasında güçlü bir otoritesi olan, belli bir asgari sayıda, mücadeleci ve aktif sanayi proletaryası vardır.

b ) Çünkü orada, yolu üzerindeki feodal kalıntıları silip süpüren, gelişmiş bir toprak devrimi ilerlemektedir.

Bir çok eyalette şimdiden topraklara el koyan ve mücadelesine devrimci Çin proletaryasının önderlik ettiği milyonlarca köylü, işte bu Kemalist devrim adı verilen devrim imkanına karşı panzehirdir.

 

Kemalistlerin partisi ve Vuhan'daki sol Guodindang'ın partisi ayni kefeye konamaz. Tıpkı Türkiye ile Çin'in aynı kefeye konamayacağı gibi. Türkiye'de Sanghay, Vuhan, Nanking, Dienzin vb. gibi merkezler yoktur. Nasıl Ankara Vuhan ile boy ölçüşemezse, Kemalistlerin partisi de hiç bir zaman sol Guomindang ile boy ölçüşemez.

 

Çin ile Türkiye'nin uluslararası durum açısından farklarını da göz ardı etmemek gerekir. Türkiye ile ilgili olarak, emperyalizm başlıca isteklerinin birçoğunu zaten elde etmişti. Türkiye'nin elinden, Suriye, Filistin, Mezopotamya ve emperyalistler için önemli diğer bölgeler alınmıştı. Türkiye şimdi 10-12 milyon nüfuslu küçük bir devlet haline getirildi. Türkiye, emperyalizm için ne önemli bir pazar, ne de tayin edici bir yatırım alanıdır. Diğer sebeplerin yanında bu gelişme su sebepten dolayı olabildi: Çünkü eski Türkiye, milliyetlerin bir bileşiminden oluşuyordu ve yoğun bir Türk nüfusu sadece Anadolu'da vardı.

 

Çin'in durumu başkadır. Çin, bütün dünyada en önemli sürüm pazarı ve en önemli sermaye ihraç pazarı olan, bir kaç yüz milyon nüfusuyla bir milletin yoğun olduğu bir ülkedir. Emperyalizm orada, yani Türkiye'de, eski Türkiye içindeki Türkler ve Araplar arasındaki uzlaşmaz milli çelişmelerden yararlanarak, doğuda birçok büyük öneme sahip bölgeyi kopartmakla yetinebildiği halde, emperyalizm burada, yani Çin'de, eğer eski durumunu korumak veya en azından bu durumun bir kısmını elde tutmak istiyorsa, bıçağı milli Çin'in diri vücuduna saplamak, onu parçalara ayırmak ve bütün eyaletlerini elinden almak zorundadır.

 

Orada, yani Türkiye'de emperyalizme karşı mücadele, Kemalistlerin cılız kalan anti-emperyalist devrimiyle sona erebildi. Buna karşılık burada, Çin'de emperyalizme karşı mücadele, gerçek bir halk karakteri, tam anlamıyla milli bir karakter almak, adım adım derinleşmek, emperyalizme karşı şiddetli savaşlara yönelmek ve hatta bütün dünyada emperyalizmin temelini sarsmak zorundadır.

 

Muhalefetin ( Zinovyev, Radek, Trocki ) en büyük hatası, Türkiye ve Çin arasındaki bütün bu farkları göremeyişinde, Kemalist devrimi toprak devrimi ile karıştırmasında ve hepsini ayırmadan bir sepete atmasındadır.

 

Çin milliyetçileri arasında Kemalizm taraftarlarının olduğunu biliyorum. Kemal'in rolüne talip olan şimdi orada az değildir. Bunların arasında en başta geleni Can Kay-sek'tir. Bazı Japon gazetecilerinin, Cay Kay-sek'i Çin'in Kemal'i olarak görme eğiliminde olduğunu biliyorum.

 

Fakat bütün bunlar rüyadır, korkuya kapılan burjuvazinin hayaletidir. Çin'de, ya sonradan toprak devriminin darbesi ile yıkılmak üzere Cang Zo-lin ve Cang Zu-can gibi Çin Mussolinileri kazanacaktır, ya da Vuhan kazanacaktır. Bu iki kamp arasında orta yolu tutmaya çabalayan Can Kay-sek ve hempaları, kaçınılmaz olarak devrilmek zorundadırlar ve Cank Zo-lin ile Cang Zun-can'in kaderini paylaşacaklardır."

 

Josef STALİN,

13 Mayıs 1927

 

Burada Kemalist devrimin açıkça:

 

1 - Bir "üst tabaka devrimi" olarak kaldığı (yani bir halk devrimi karakterini alamadığı, proletaryanın ulusal kurtuluş savaşına önderlik edecek güçte olmamasından dolayı ulusal kurtuluş savaşının önderliğini eline geçirebilen ticaret burjuvazisini iktidara getiren bir devrim olduğu) saptıyor.

 

2 - Devrimin sonraki gelişimi içinde Kemalist iktidarın açıkça "esas olarak köylü ve işçilere karşı" hatta bir toprak devrimi olasılığına karşı bir devrim olarak geliştiğini ortaya koyuyor, yani Kemalist iktidarın burjuva demokratik devrim anlamında bile kısır kalan, burjuva tutucu ve özellikle ekonomik özü bakımından karşı-devrimci niteliği, işçi ve köylü düşmanı niteliğini açıkça saptıyor.

 

3 - Çin'in Türkiye olmadığı, Çin'in sadece küçük bir üst tabakayı iktidara getiren Kemalist devrim tipinde "cılız bir anti-emperyalist devrim"le yetinemeyeceği, proletaryanın önderlik ettiği bir halk devriminin ve özellikle büyük bir köylü yani toprak devriminin gündemde olduğu Çin'de Çin burjuvazisinin, Çan Kay Şeyk ve onu destekleyen emperyalist çevrelerin Kemalist tipte yalnızca ticaret burjuvazisini iktidara getiren bir üst tabaka devrimi yapma hayallerinin Çin'deki sınıflar arasındaki nesnel güç dengeleri gereği suya düşmeye mahkum olduğu saptanıyor. Daha da ilginci ve önemlisi, Çin'de ulusal kurtuluş mücadelesini ellerine geçirerek Kemalist tipte bir devrim yoluyla köylü devrimi olasılığını ortadan kaldırarak iktidarlarını kurmak isteyen burjuva unsurlar açıkça "Çin'in Mussolini'leri" olarak karakterize ediliyor.

 

Emperyalist işgalcilere karşı ulusal kurtuluş savaşının sözkonusu olduğu 20'lerin Çin'inde bu mücadeleye katılan "Çin'in Mussolinileri"nin yani Çinli faşist burjuva unsurların, Kemalist devrimden esinlenmeleri, iktidar umutlarını bu tip bir devrim yapma hayallerine bağlamaları karakteristiktir. Stalin'e göre komünistler Kemalist tipte bir işçilere ve köylülere karşı, toprak devrimine karşı savaş hükümeti kurmak isteyen Çin'in Mussolini'lerine karşı bir ölüm kalım savaşı vermekten başka hiçbir şey yapamazdı.

 

Stalin Çin ve Kemalizm karşılaştırması yaptığı tek konuşması bu değildir.

 

Yine 1917'de Komünist Enternasyonal Yürütme Konseyi'nin Çin Devriminin tartışıldığı bir toplantısında Stalin bu konuyu ele alır. Burada, Komünistlerin de katıldığı Çin'deki Wuhan hükümetini Kemalist olarak niteleyen ama ona en enerjik şekilde destek verilmesini savunan Zinovyev'e karşı Stalin açıkça şunları söyler:

 

"... Zinovyev Wuhan'daki Kuomintang' 1920'lerdeki Kemalist hükümet tipinde bir hükümet olarak karakterize etti. Ama bir Kemalist hükümet işçilere ve köylülere karşı savaşan bir hükümettir, Komünistlere hiçbir yer olmayan ve olması da mümkün olmayan bir hükümettir. Wuhan hükümetinin böyle bir karakterizasyon'dan yalnızca tek bir sonuç çıkarılabilir: Wuhan'a karşı kararlı bir mücadele, Wuhan hükümetinin alaşağı edilmesi." ["... Zinoviev characterised the Kuomintang in Wuhan as a Kemalist government of the 1920 period. But a Kemalist government is a government which fights the workers and peasants, a government in which there is not, and cannot be, any place for Communists. It would seem that only one conclusion could be drawn from such a characterisation of Wuhan: a determined struggle against Wuhan, the overthrow of the Wuhan government."] (Stalin, Çin'de Devrim ve Komintern'in Görevleri, 24 Mayıs 1924, http://www.marx2mao.com/Stalin/RCTC27.html)

 

Yani Stalin'e göre 20'lerdeki Kemalist hükümetin ayırdedici özelliği, karakteristik özelliği, onun işçi ve köylülere karşı üst tabakanın çıkarları ve iktidarı için savaşan bir hükümet olmasıydı. Temel karakteri bu olan bir hükümete karşı komünistler tek bir tutum alabilirdi, onu ne yapıp yapıp alaşağı etmek için kararlı bir mücadele!

 

Stalin dönemindeki tüm Sovyet yayınlarında Kemalizmin işçi ve köylü düşmanı karakteri, hiçbir demokratik özgürlüğü tanımayan karakteri açıkça vurgulanmıştır. Stalin'den sonraki Sovyet literatürü ise tam tersi bir tutum almıştır, Kemalizme övgülerle doludur, Stalin sonrası dönemde yazılanlar şu anda resmi Kemalist tarihçiliğin en önemli dayanakları arasındadır.

 

Stalin'in dediği gibi; "Acaba bu bir tesadüf müdür yoldaşlar? Hayır, bu kesinlikle bir tesadüf değildir."

ALINTI_İnternet

 

“TÜRKİYE YÜZYILI MAARİF MODELİ” VE KÜRTLERİN İRADESİNİN GASPI KARŞISINDA CHP’NİN LAİSİZM VE HUKUK SINAVI. Halil Gündoğan 29.06.2024

İslamo-faşist Erdoğan diktatörlüğünün, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile yapmaya çalıştığının, tam olarak, eğitim ve öğretim sisteminin Sunni İslamcı dini esasları üzerine oturtulması olduğu, daha önceki iki yazıda ve keza Kürtlerin iradesine karşı bir sömürge siyaseti olan kayyum uygulaması da bir başka yazıda özetlenmişti.

Toplumun ilerici-demokrat, laik ve seküler yaşam savunucusu çeşitli kesimleri, bu model ile amaçlananın ne olduğunun bilincinde olarak, buna karşı itiraz sesleri yükseltip, örgütlü bir direniş hattı kurmaya çalışırken; laisizm ve seküler yaşamın, kırmızı çizgileri olduğunu ileri süren ve iktidar taliplisi ana muhalefet partisi CHP’nin ve özel olarak da mevcuttaki yönetiminin, bizzat doğrudan kendisinin örgütleyip organize etmesi gereken bu toplumsal itiraz ve direniş karşısında ve keza kayyuma karşı ayakta olan Kürtlerin direnişi karşısında kendi konum ve misyonunu; “yanınızdayız, destekliyoruz” olarak ortaya koyması, daha başka bir çok sebeple birlikte, tabii ki esasen, söylemde üst perdeden ifade ettiği hukuk, demokrasi ve özgürlükler karşısındaki tutarsızlığı, tipik, liberal burjuva iki yüzlülüğü ve de mücadele tarzındaki oportünizmiyle alakalıdır.

 

Kurum olarak CHP’nin zaten tarihinin hiçbir döneminde bütünlüklü bir laisizm savunucusu olmadığı, bilakis ta Cumhuriyetin kuruluş süreciyle birlikte, bizzat Atatürk’ün öngörmesiyle, bir taraftan burjuva demokrasisi adına hilafet ve şeriat kaldırılırken; ama öte taraftan da bunun yerine tercih edildiği söylenen ve demokrasinin olmazsa olmazlarından olan laisizm, dini kamunun dışına çıkarmayıp, doğrudan bir devlet kurumu olarak yapılandırılan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla, devletin toplumu yönlendirip yönetmesinin bir diğer önemli aracı olarak kullanımda tutularak iğdiş edildiği, tarihi olgusal bir gerçektir.

Dolayısıyla da denilebilir ki CHP’nin laisizmi, zaten oldum olası çarpık ve esasen de kısmi olduğundan, onun kararlı, tutarlı ve de bütünlüklü bir laisizm savunusu içinde olması, doğallığıyla, pek de olası değil aslında.

Keza, dinin kamu alanı dışında tutulması temel ilkesi üzerinden sorgulandığında, T.C. Devlet sisteminin hiçbir döneminde de laisizm gerçek anlamıyla uygulanmamıştır.

CHP kendisini “ortanın solu” ve daha sonra da sosyal demokrat olarak dönüştürdüğünü iddia ettiği süreçlerin hiçbir kesitinde de gerçek anlamıyla bir laisizm istemcisi olmamış, devam edegelen statükoya uyum sağlamıştır.

CHP ve devlet içindeki Kemalist asker ve sivil bürokrat kesimin laisizm hassasiyetleri ancak ki o çarpık ve kısmi laisizmleri siyasal İslamcılar tarafından ciddi biçimde tehdit edilmeye başlandığı dönemlerde (yani “eldeki topal ve bir gözü kör, bir kulağı sağır katırdan da mahrum kalma” ciddi riskinin baş gösterdiği dönemlerde) kendisini gösteriyor. Bunun dışında onların derdi değildir Anayasalarında; “T.C. Devleti laik bir devlettir” hükmüne rağmen, Sunni-İslami dini değerlerin basbayağısından devlet dini olması. Keza onların derdi değildir bir devlet dini olarak Sünni-İslam’ın farklı inanç sistemleri ve de herhangi bir din mensubiyeti bulunmayan milyonlarca insan üzerinde kurmuş olduğu dinci-gerici baskı ve tahakküm. Keza onların derdi değildir demokrasinin en temel ilkelerinden olan “inanç ve düşünce özgürlüğü”nün bununla ayaklar altına alınmış olması. Keza onların derdi değildir ve de laisizmlerine herhangi bir kara leke de düşürmez, Diyanet İşleri Başkanlığı’ bütçesinin ve çatısı altındaki yüzbinlerce “dini misyonerler” ordusu mensubunun maaşlarının halktan toplanan vergilerle karşılanıyor olması. Vs. vs. İşte genel olarak T.C Devleti’nin ve özel olarak da CHP’nin laisizmi bu kadardır ve bundan ibarettir denilirse, bu, asla yanlış olmaz.

CHP’nin, İslamo-faşist Erdoğan iktidarının devlet ve toplum düzeninin önemli oranda dini esaslar temelinde reorganize etme doğrultusunda, uzunca bir sürece yayılı olarak yaptığı ardışık hamlelerinden belki de en tayin edicisi olan, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” karşısında gösterdiği reaksiyon, elde var olan o çarpık, yarım yamalak laisizminin, bu kez gerçekten de tümden yitiriliyor olma durumunun ortaya çıkmasından ötürüdür.

Ama pratikte de görüldüğü gibi bu tepki ve itiraz kuru sözden öteye geçmiyor. Öyle ki önemli bir çoğunluğu kendi seçmenlerinden oluşan “Müfredatı Geri Çekin Platformu”nun organize ettiği direniş hareketinin doğrudan bir bileşeni dahi olmayıp, sadece “destekleyeni” konumunda kalmayı yeğleyecek kadar, düşük profilli bir itirazla yetiniyor. Muhtemelen bu tavrı domine eden arka plan düşüncesi (tıpkı Taksim’in 1 Mayıs Alanı olarak açılması istemi karşısında söyledikleri gibi), şöylesi bir şeydir: “Nasılsa yakında iktidar olacağız, o zaman bu müfredatı kaldırıp atarız.”

Elbette teorik olarak bu mümkün; ancak sadece bir olasılıktan ibaret olan böylesi bir gerekçeye sığınmak hem anın realitesi içinde ortaya çıkan siyasi sorumluluğundan kaçmaktır ve hem de toplumda oluşan ve mobilize olan kitlesel itiraz ve başkaldırının pasifize olmasının psikolojik zeminin oluşmasına hizmet etmektir. 

Evet, CHP’nin yaptığı tamda budur. Çünkü hem CHP’nin demokrasi ufku zaten normal bir burjuva demokrasisinin çok çok gerisindedir ve hem de CHP’nin temsil iddiasında bulunduğu burjuva demokrasisi, emperyalist aşamayla birlikte, kaçınılmaz bir sonuç olarak; genel, gerici bir karakter edinmiştir. Hele ki 3.Dünya savaşı tamtamlarının kuvvetle çaldığı ve “demokrasinin beşiği” olarak addedilen birçok yerde savaş hazırlıkları kapsamında, hızla “iç faşistleşme” sürecine girildiği böylesi bir konjonktürde CHP, zaten vadettiği ve de edeceklerinin sınırında dolaşıyor; ondan bunun ötesi bir şeyler beklemek, aslında bir bakıma onun gerçek karakterini kavramamak demektir de.

Peki böyledir diye CHP, yakıcı bir şekilde güncel olan, örneğin söz konusu müfredat somutunda, dinci-gericilik tehdidi karşısında laikliği sahiplenip, savunmaya; keza Kürtlerin seçim iradelerine atanan ve bir sömürge hukuku olan kayyum somutunda normal burjuva hukukunu savunup, sahiplenmeye zorlanamaz mı?

Olguların diliyle konuşulacaksa; bu pek âlâ da mümkün. Ancak bunu, onun bugün yakıcı bir şekilde laisizm talep eden seçmen tabanının ve de oylarına ihtiyaç duyduğu/duyacağı ve yakıcı bir şekilde demokrasi talep eden Kürtlerin yaratacağı güçlü taban basıncı mümkün kılabilir.

İşte bunun bir olasılıktan çıkarılıp, gerçekliğe dönüştürülebilmesi için, bugünün somutunun en keskin bu iki sorunu zemininde toplumsal bir direnişin örgütlenmesinin başarılması halinde, bu, hem CHP ve diğer ikircikli ara güçler, direniş platformuna katılmaya zorlayabilir ve hem de böylece daha da büyüyüp genişleyen toplumsal bir karşı koyuşla, iktidara geri adım attırmak daha bir olanaklı hale gelebilir.     

Halil Gündoğan

 

 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)