Daha yakın tarihimize bakalım; ‘94 sürecine baktığımızda
takındığımız tutum ve mahkum ettiğimiz bir dizi pratiğin bugün azınlık Merkez
Komite üyeleri tarafından partiye nasıl dayatıldığını görürüz. Şimdi o dönemin
darbecileriyle birlik çağrıları üzerine yürütülen tartışmalara bakalım.
“Birliği bozan veya “ayrılık sürecini tamamlayan” adım II.
MK toplantısıdır. Bu toplantı birliğin ruhuna aykırıdır. Partiye rağmen onu
reddeden bir içerikte gerçekleşmiştir. Ayrılık bu toplantıyla tescillenmiştir.
Darbe bu toplantı ile teminat altına alınmak istenmiş ve ayrılık için şartlar
olgunlaşmıştır. Bu toplantı ile MK çoğunluğu parti çoğunluğunu dışlamış ve
parti çoğunluğu da onu “parti dışı” ilan etmiştir. (Partizan, sayı: 71, s. 28)
Dönemin darbecilerine verdiğimiz yanıtta neyin darbe
olacağını görmeye-göstermeye çalışalım.
KALANLAR VE AYRILANLAR…
ST“dört kriter”e tekabül eden farklı görüşlerin ayrılık
nedeni olabileceğinden bahsetmektedir. Aramızdaki ayrılıkların önemli olsa da o
seviyede olmadığını özellikle vurgulamaktadır. Çünkü birlik önerisi “dört
kriter” zemininde gerçekleşmektedir. Bize böylece, “ayrılık noktalarını
abartarak birliğe olumsuz yaklaşmayın” demiş olmaktalar. Oysa bizim ileri
sürülen hiçbir “ayrılık noktasını” “bölünme gerekçesi” yapmamız mevzu bahis
değildir.
Daha da ötesi biz ST’nin ileri sürdüğü “dört kriter”
üzerinden de “ayrılık gerekçesi” üretmedik. Aslına bakılırsa biz ne DABK ile ne
de “darbe” ile ayrılık gerekçesi ileri sürdük. Her iki yapı da partiden
ayrılmalarının sonuçlarını yaşamışlardır. Program veya örgütsel kurallar ya da
stratejik ve taktik anlaşmazlık konuları olduğu için ayrılık ilan eden vaktinde
DABK olmuştur.
DABK II. MK’yı parti çizgisinden sapmakla, revizyonizmle
suçluyordu. Sonraki ayrılık ise darbe ve darbeye tavırla şekillenmiştir.
“Ayrılık gerekçesi” üretmeye ayrılacakların ihtiyacı olur. Oysa biz hiçbir
zaman bu ihtiyacı hissetmedik. Zaten hep kalan biz, ayrılan onlar olmuştur.
Komünistler bulundukları partiden ayrılmayı, o parti komünist
geleneğin/enternasyonalin temel kurallarına göre kurulduğu ve öyle işlediği
sürece esasen ve hatta neredeyse tamamen reddederler. Onlar için esas olan
sonuna kadar parti için mücadeledir.
TİİKP’in revizyonist önderliğine rağmen Kaypakkaya bu yolu
sonuna kadar zorlamış ve kendilerinin varlığı tehdit edildiği, ifade özgürlüğü
yok edildiği durumda, belki de “mecburen” demeliyiz, yeni bir parti kurmaya
yönelmiştir. Örgüt hukuku açısından meşru olduğu ve bunu bozmadığı sürece
önderliği oportünist olsa da komünistler, partiden ayrılmayı bir yol olarak
benimsemezler. Bunu bozacak kural, siyasi olarak nitelik değiştirecek bir
aşamada partinin önderlik misyonunu oynamaması olabilir.
Ustaların ve önderlerin genel tavrı bu yaklaşımı
doğrulamaktadır. Lenin’in devrim öngörüsünde bulunup devrime önderlik görevini
öne sürmesiyle beraber RSDİP içinde hem de merkezinde yaşanan karmaşa bilinir.
Başlangıçta Lenin neredeyse yalnızdır. Lenin’in devrim perspektifi, planı MK
tarafından kabul edilmemektedir.
Nihayet Lenin, istifa etmek durumunda kalacağını
belirterek partiyi son kez devrime önderlik etme sorumluluğunu almaya çağırır.
Ancak ondan sonra RSDİP MK’sı nihai kararı alır. Lenin için bu devrimi
kavrayamayan, sürecin gerisinde kalan bir karardır; başka bir ifadeyle, parti,
kendiliğinden sürecin altında kalmıştır ve terk edilebilir. Lenin istifa
tehdidi içeren mektubuyla komünist partiyi kesin bir ikileme sokmuş ve nihayet
onun kendisini aşmasına, devrime önderlik etme kararını almasına neden
olmuştur. Aksi halde Lenin mektupta ifade ettiği yolu tercih edebilir,
RSDİP’tenkoparak yeni bir örgütlenmeye girişebilirdi! Lenin’in pratiği ST’nin
“dört kriteri” ile bire bir açıklanamaz.
Sonuçta ideolojik olarak, program açısından, örgüt
kurallarında, stratejik ve taktiklerde -Lenin’in devrim öncesinde onlara dair
sunduğu “yeni” görüşleri, tezleri hariç tutulursa- bir ayrılık olduğunu iddia
etmek mümkün değildir. Nihayet biliyoruz ki, parti “Lenin’in partisiydi”. Onun
hemen her hücresine nüfuz ettiği bir partiydi. Kuşkusuz burada da sonuç olarak
“dört kritere” tekabül eden olgulardan bahsedebiliriz.
Ancak bundan “sonuç olarak” bahsedebiliriz. İstifa
mektubu bize bu kavramların nasıl biçimleneceği hakkında olabildiğince bilgi
vermektedir. Bütün bunlar bize “basit” görünen kimi olguların büyük sonuçlara
neden olabileceğini ve aynı zamanda kimi “karmaşık” olguların da aynı partide
bir arada olmaya engel olmayabileceğini (elbette mücadelesiz değil)
göstermektedir.
“Dört kriter”i referans aldığımızda Lenin’in
Menşeviklerle ayrılık gerekçesi üretmeye daha yatkın olduğu halde ayrılmayıp
Ekim Devrimi öncesinde Bolşeviklerden “ayrılma gerekçesi” üretmeyi “tercih”
ettiğini görüyoruz! (Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin Menşeviklerle aynı
partide bulunduklarını ve çoğunluk iradesini kabul etmeyerek çoğunluk ile
uyumlu çalışmayı reddedip ayrılığı tercih edenlerin de Menşevikler olduğunu
unutmayalım.) Bu, özgün ve ilginç bir deneyimdir.
Buradan çıkaracağımız sonuç şu olmalıdır:
ST’nin belirlediği “dört kriter” iç içe bulunan
halkalardır. Bu halkalar derece derece çoğaltılabilir ve gene her pratiğin, her
anın değerlendirilmesine konu olabilir. Bunları belli, önceden belirlenmiş,
kesin maddeler olarak kavramak ve uygulamak eksiklik ve yanlışlıklara neden
olabilir. Mesela program maddelerindeki önemli bir anlaşmazlık birliğe engel
görülmediği halde ve birlik buna rağmen sürdürüldüğünde hata yapılmış olmazken
bir tüzük maddesinin çiğnenmesine göz yummak ciddi bir siyasi suç olabilir.
Birincisi de “ayrılığa gerekçe” olabilir ama bu ayrılığın doğru/haklı olduğu
anlamına gelmez.
İkincisi; görünürde birincisinden daha az “dört kriter” ile
ilgili olsa da sonuçta ondan dolayı yaşanacak ayrılık “kaçınılmaz” kabul
edilebilir, birlik zemininin kaybedilmesi göze alınabilir. Dolayısıyla “dört
kriter” hakkında, sonuç olarak hem fikiriz. Ancak, bunların gerçeklik içerisinde
somut olarak kavranışında farklı düşünmekteyiz. Zaten sorunumuz da bu kavrayış
farklılığında yatmakta, o darbeyi “dört kritere” uygun olarak mahkûm
edememektedir.
“ÖRGÜTSEL İLKELERDE BİRLİK VE PARTİDEN KOPMANIN YANLIŞLIĞI
” Şimdi en başa dönelim; darbe sürecine, darbeye ve de
“ayrılığa” nasıl yaklaştığımızı tartışalım. Görelim bakalım ST’yle ne derece
ortak/uyumlu olabiliyoruz? ST halen basit bir “ayrılıktan” ve halen “ayrılıp
giden” olarak bizden bahsetmektedir.
Ve halen Maoist parti anlayışını “darbeye karşı
tavrımızın” karşısına koymaktadır. O halen “ayrılık anı”ndaki durumu doğru
görmekten uzak davranmaktadır. Bundandır ki, kimi “düzeltmelerin” esasen bir
yenilik, değişim/düzeltme olmadığı biçimindeki değerlendirmemizi anlamamaktadır.
ST, II.Kongre’nin aldığı karardaki “ayrılıklarımız” listesinden özel olarak
birini temel aldığımızı anlamalıdır. Sorunu çözmek amacındaysa eğer, çözmeye
buradan başlamalıdır. Kuşkusuz “ayrı düşündüğümüz” yığınla konu, taktik mesele
vardır ve gelecekte de bunun önünü almak mümkün olmayacaktır. Zaten “bunun
önünün alınması” kaygısı da taşınmamalıdır.
Denebilir ki, yapıların herhangi birinde yer alıp da
birçok konuda diğeri ile daha çok “ortaklaşan” unsurlar bile olabilir… Hatta
daha da ileri gidip denebilir ki, örgütlü olmadığı halde teoride herhangi bir
yapının görüşlerini “ileri derecede” savunanlar da olabilir... Buna sınır
koymak ne anlamlıdır ne de gerçeğe uygundur. “Örgütsel ilkelerde birlik ve
partiden kopmanın yanlışlığı.” Bütün mesele nihayet bundan ibarettir.
ST’yle tartışmamızın ve yahut “tartışmamamızın” özü budur!
Diğer tüm meseleler ancak bunun doğru kavranması durumunda ST’nin belirlediği
“birlik” hedefi açısından da bir değer kazanmaya başlar. Peki, ST bunu
kavrayabilir mi? Şimdiye kadar gördüğümüz şey bunun mümkün olmadığıdır. Neden?
Nedeni ayrı bir konudur ve bu soruya yanıt oluşturan konuyu son söze bırakalım…
“Örgütsel ilkelerde birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” bu tartışmadaki
temel “sorunsal”dır. ST tüm süreci bu kavramı belirsizleştirerek kavramakta
veya anlatmaktadır.
Bugün ST ile “apayrı” yerlerde bulunmamızın temelinde bu
vardır. Onlar kimi yerde ve zamanlarda bu “ayrılığa” dair “ille de Maoizm”i
benimsememeyi, “Stalin Gerçeği” belgesi üzerinde farklı düşünmeyi, “Partimizin
Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olduğu” konusundaki sözde uzlaşmazlığı
ve daha da ileri gidip “yarı-Hocacılık” eleştirisini gündeme getirseler de,
ayrı yaklaşımlara sahip olduğumuz konularda görüşlerimizi çarpıtarak,
anlaşılmaz hale getirerek bazı “ayrılık gerekçeleri” uydursalar da temel sorun
“örgütsel ilkelerde birlik ve partiden ayrılmanın yanlışlığı”dır.
ST’nin DABK ayrılığına dair, en başından beri
vurguladığımız temel zaafa yıllar sonra “değinmesi” aslında konuya pek de
yabancı olmadığını gösteriyor! Şimdi bizim temel sorun kabul ettiğimiz olguyu
“örgüt kurallarında birlik ve partiden kopmanın yanlışlığı” olarak formüle
ediyor olabilmesi de aynı duruma işaret ediyor. Ancak bunun temelde
kavranmadığına dair hükmümüzü değiştirmiyor bu durum. ST halen, partiden
kopmanın yanlışlığından dem vurabiliyorken de “darbe”nin anlamının bu olduğunu
görmezden gelip bizi “ayrılanlar” olarak görmekte/göstermektedir.
Çevresine halen bunu propaganda etmekte, ortadaki
gerçekliği zorlamalar pahasına çarpıtmaktadır.
DARBE GERÇEKLİĞİ…
“Darbeye” dair gerçekleri ve görüşümüzü ortaya koyarak
konuyu açalım. ST konferans kararının iki kişi tarafından çiğnenmesinin
TKP/ML’nin öne sürdüğü “darbe” olduğunu, “darbe” demenin bundan ibaret olduğunu
iddia ederek güya “birlik ve ayrılık” anlayışımızı mahkum etmektedir:
“Kısaca TKP/ML’nin anlatarak bitiremediği sorun şudur:
birlik görüşmeleriyle birlikte TKP/ML’den yoldaşlarında ağırlıklı olarak
içerisinde olduğu önderlikler başta olmak üzere, konferans delegeleri de dahil
hepsinin birleşerek üyelere darbe yaparak aldıkları kararın, yine bu kültürün
bir parçası olan, yine önderlikten iki kişinin konferans delegelerinin
iradesine darbe yaparak açıklamasıdır.”
!!! (ags, Sf: 36)
Böylece hafif bir darbeye karşı benzer hafif darbeler
de söz konusu edilerek “Partiden ayrılık ilanı” teşhir edilmiş olmaktadır!
Şöyle diyor ST 37. sayfada: “TKP/ML’nin gelinen
aşamadaki birlik ve ayrılık anlayışı; eğer bir gün bulunduğunuz örgütlenmede
bir karar uygulanamaz ya da yanlış uygulanırsa sizlerin o yapıdan ayrılmanız ya
da atılmanız için yeterli sebep ortaya çıkmış demektir boyutuna gelmiştir”,
“TKP/ML açısından bir ayrılıkta temel meseleler önemli değildir. O gün
açısından ayrılığı meşrulaştıracak en uygun şey çok tali bir şey de olsa
ayrılığın sebebi yapılabilir.” Bu tespiti üzerinden eleştirilerini sakız çiğner
gibi sürdürüyor ST. “Ne kadar çok söylenir ve basitleştirilirse o kadar kabul
ettirilebilir” varsaydığı için olsa gerek, bu bölüm, tüm yazıdaki en geri
yaklaşımı içerdiği halde gereksizce uzatılıp sürdürülmüştür.
Ya da bu eleştiriye konu edilen yaklaşım neredeyse
kimsenin savunamayacağı bir niteliğe sahip olduğu için sürdürmek mümkün
olmuştur! Yazdıkça yazası gelmiştir yazanın! Bu basit yanlışa karşı üstünlüğün
verdiği haz abartıya neden olmuştur!..
Darbe dediğimiz şey nedir?
ST darbeye kadar varan sürecin belki de en dikkat çekici
“başlangıcı”ndan söz etmektedir. TKP/ML’nin darbe kabul ettiği şey ise bu
değildir. Elbette ST’nin konu ettiği olay ve ona dair tanımı reddetmiyoruz.
Onun belirttiği gibi konferans iradesine karşı ona rağmen yapılan bu hareket de
bir “darbe”dir. Hakeza daha güçlü bir irade olarak konferansın kararı da
partiye karşı “darbe” olarak adlandırılabilir. Bu anlayışla hareket edilerek
yığınla yanlış arka arkaya dizilebilir. Ama bu yanlışlar “parti içindeki
ayrılıklar” olarak “birlik içindeki sorunlar” olarak kavranılır ve bu çerçevede
çözümlenir ki daima bu anlayışla hareket edilmiştir.
“Başlangıç” olarak tanımladığımız ama ST’nin “TKP/ML’yi
anlatarak bitiremediği” dediği hareketten devam edelim tartışmaya…
Bu hareket başta planlı, amacı belli bir hareket olarak
değerlendirilmektedir. Bu hareketin öncesi de vardır sonrası da. Kendisiyle
sınırlı olsaydı elbette ne plandan bahsedilebilirdi ne de “sonuç”tan… Tuhaf
olan şey, ST’nin sonrasındaki gelişmelerle ve açığa çıkardığını belirttiği
düşman oluşumuyla bunu neredeyse hiç bağlantılandırmamasıdır!
TKP/ML’nin darbe dediği olgu bu değildir.
Darbe, parti iradesinin tamamen gasp edilmeye çalışılması ve
hatta bunun gerçekleşmesine paralel olarak, bünyenin “nihayet” dışına atmayı
başardığı “sözde irade”nin oluş biçimidir. Parti bu oluşumu henüz gelişim
halindeyken, tamamlanmamışken çoğunluk iradesine uymaya çağırdı; Onu konferansa
yöneltmeyi denedi. Bu çağrı, uğraş parti birliğine yaklaşımın somut ifadesidir.
Sorunların hangi yöntemle çözülebileceğine verilmiş
yanıtlardır bunlar. Açık ki o süreci yaşayanların birçoğu gidişatın nereye
olduğunu sezmişlerdi ve daha önce değindiğimiz “kaçınılmazlığı” öngörmüşlerdi. Ancak
buna rağmen “sonuna kadar” parti içi çözüm kopmakta olanlara sunulmuştu. Konu
ettiğimiz konferans çağrısı, “darbeye doğru yürüyenlere” partide kalma
çağrısıdır.
II. MK’da reddedilen çağrı, birliğin reddi olmuştur.
Darbe dediğimiz budur! Partinin üçte birinin talebiyle toplanması mümkün olan
konferans, MK kararı ile reddedilmiştir. Böyle davranan MK, parti çoğunluğunun
üzerinde irade kurmaya yönelmiştir. ST’nin bunu gizlemek için “iki kişinin
konferans kararlarına muhalefeti”nden söz etmesi, gerçekliği çarpıtma
girişiminden başka nasıl tanımlanabilir? Üyelerin çoğunluğunun konferans talebi
bulunduğu durumda MK’nın konferansı gerçekleştirmekle yükümlü hale gelmesi
parti disiplininin, çoğunluk iradesinin tanınmasının bir gereğidir. Bunlar
parti birliğinin temelidir.
ST’nin sıraladığı dört kriter ancak bu temel varken
anlamlıdır, güçlüdür… ST’nin bu çarpıtması aynı zamanda şaşırtıcıdır. Olayların
yaşandığı zamanda darbe hakkındaki tespitlerimiz, daha çok farklı olgular öne
çıkarılarak örtbas edilmeye çalışılmıştı. “Üyelerin çoğunluğu değil, çoğunluk
bizden yana tavır aldı”, “şu organ disiplinsizlik yaptı”, “hizipçi
örgütlenmenin çağrısı meşru değildir”, “ticaret işini yapanlar
korunuyor”, “makyavelist parti anlayışına sahipler” vs.
bunlar günümüzde unutulmuş veya “terk” edilmiştir. Şimdi tespitin dayandığı
olayı çarpıtmak tercih edilmekte; TKP/ML II. MK toplantısı yerine “iki kişinin
konferansın gizli kararına muhalefeti” konulmaktadır. İkincisi bir
disiplinsizlik, sıradan bir “darbeci” tavrı, bu kültürün tezahürü şeklinde
nitelenebilir.
Ama ya birincisi? ST yazarları, onun için de aynı
“küçümseyici” ifadeleri kullanabilecek misiniz? Yoksa ret mi edeceksiniz? Doğru
değil, öyle bir şey olmadı; olsa da parti çoğunluğu onay vermedi metne, hatta
üçte biri dahi vermedi mi diyeceksiniz?
“Darbe” dediğimiz, parti iradesinin, belli bir plan ile ve
belki de düşman yönlendirmesinin payıyla (o dönemdeki operasyonların örgüt
mekanizmasına etkisi özellikle dikkat çekicidir) üstelik parti
çoğunluğunun konferans çağrısının küstah biçimde reddiyle ele geçirilmesidir. Parti
çoğunluğu “irade” kendisine rağmen ele geçtikten sonra onu tasfiye etmiş,
birliği korumayı seçmiştir. “Ayrılan” yok, “ayrılmaya gerekçe” de yok! Parti
zemininde kalınmıştır. Darbeye tavır alınmasaydı, partiye rağmen kendini
dayatan irade kabul edilseydi, parti birliği onulmaz bir yara almış olurdu.
Parti anlayışımız yenilmiş olurdu. Büyük bir siyasal
suç işlenmiş olurdu! Ayrıştığımız temel nokta budur! DABK ile de
sizinle de ayrıştığımız husus budur.
Şimdi sizler, bu gerçekliği örtbas ederek ama “ileri
derecede” birlikçi gibi davranarak “basit” olayları “ayrılık gerekçesi” yapan
TKP/ML’ye yol göstererek, onu parti anlayışı konusunda olmadık “suçlama”larla
“teşhir” ederek “birliği tartışalım” istiyorsunuz!
Biz ne samimiyet ne de yürünebilir bir yol görüyoruz.
Samimiyet için kavramlarımızın, tespitlerimizin çarpıtılmamasını ön koşul
sayarız. Yürünecek yol için uygun bir hedef, bir umut ararız!
DARBE OLGUSUYLA YÜZLEŞME GEREĞİ…
https://partizanarsiv8.net/file/2018/03/partizan_sayi_71.pdf
DARBE OLGUSUYLA YÜZLEŞME GEREĞİ…
ST, başından beri temel sorunun parti anlayışı olduğunu
bilmiyor olamaz. Zira bugüne kadar ve hatta DABK ayrılığı da dikkate alınırsa
öteden beri ST’nde ifadesini bulan çizginin “parti anlayışı” dışındaki Üyelerin
çoğunluğunun konferans talebi bulunduğu durumda MK’nın konferansı
gerçekleştirmekle yükümlü hale gelmesi parti disiplininin, çoğunluk iradesinin
tanınmasının bir gereğidir.
Bunlar parti birliğinin temelidir. ST’nin sıraladığı
dört kriter ancak bu temel varken anlamlıdır, güçlüdür… rüşleri “ayrılık
gerekçesi” olarak tartışılmamıştır! Söz konusu görüşlerin ayrılık nedeni olduğu
iddialarının gerçeklerle ilgisi/ilişkisi yoktur.
DABK, farklı görüşler savunduğu, Kaypakkaya çizgisinin
yadsınmasına izin vermeyeceği iddiasıyla ayrılmaya karar verdiğinde o
savundukları nedeniyle değil, partiyi terk ettiği için eleştirilmiştir.
Sonraki dönemde partiye katılması için yapılan
çağrıların özüde buna dayanıyordu. DABK’ın ısrarla “ayrılık gerekçeleri” olarak
“derin ayrılık”, “ideolojik-politik-teorik ayrılık”tan bahsetmesi onun temel
problemini çözmemiş, aksine parti birliğinin temeli konusundaki sapmasını
“düzelemez” noktaya ulaştırmıştır.
Bugün hepimiz bilmekteyiz ki
“ayrılık gerekçeleri” doğru ve yapılanı açıklayabilir
değildir. Yıllar sonra “birlik” iki taraflı olarak, bir şekilde gündeme
geldiğinde ve “ayrılık noktaları” üzerinden bazı değerlendirmeler yapıldığında
meselenin özü, temeli iyice umursanmaz hale gelmiş, tali (elbette önemli ama
ayrılık gerekçesi olmayan anlamında) görüş ayrılıkları ve “örgütsel birleşme”de
uzlaşma gerçekleşmiştir.
Ayrıca parti anlayışının sorgulanması anlamına gelen
“DABK ayrılığı” veya “III. Konferansa tavır farklılığı”, çözümü sonraya
bırakılan bir mesele olmuştur. Oysa temel noktanın, sorunun o olduğu
unutulmamalıydı.
Yıllar sonra temel uzlaşmazlık tekrarlandı!
Böylece yıpratıcı döngüye girilmektedir. ’92’deki birlik
hakkındaki değerlendirmemiz nihayetinde bu uzlaşmazlığa dayanmaktadır.Ayrılığı
parti anlayışına dayandırmayan ve birliği de bunun üzerine inşa etmeyen
yaklaşım kaçınılmaz olarak hüsrana neden olmuştur.
Sonuç olarak bizi asıl ilgilendiren konu “örgütsel
ilkelerde birlik ve partiden ayrılmanın yanlışlığı”dır. ST bu meseleye
dair lafta “ileri düzeyde” açıklamalar yapıyor. Gerçeklere bakmaksızın
yapılacak tartışmalarda öyle görülüyor ki “ille de Maoizm” diyerek bizi bir
kaşık suda boğacak kadar kendinden emindir. Üstelik asıl kökleri olarak kabul
ettiğimiz DABK’ı tam da bu nedenle mahkum etmiş durumdalar!
Ayrıca ’94 ayrılığında “parti önderliği”ni de ciddi biçimde
eleştirdiler. Peki, bu mesele bu biçimde çözüme kavuşturulabilir mi?
Hayır!
Sorunun nedeni varlığını korudukça onun çözüldüğü
iddia edilemez. ST üzerinde bulunduğu zeminin temelleriyle yüzleşmek
durumundadır. DABK’ta vücut bulan ve devamında “darbe” pratiğinde yeniden
cisimleşen bütün süreçte kendini doğru tanımlamalıdır. Onun DABK’a karşı duruşu
ile darbeye karşı duruşu arasında özde bir fark yok.
Fark şudur:
zamanında DABK’a tavır almayıp kendini onunla ifade
edenler günümüzde darbeye tavır almayıp kendini onunla sürdürmektedir.
Darbe süreci DABK’ı “mahkum” etmelerine kendilerini bir
ölçüde arındırmalarına olanak vermiş oldu ama darbeyi savunmak ve sürdürmek
pahasına. Bizim için özde bir fark yok. Kuşkusuz gördüğümüz
“korkunç” zararı bu değerlendirmeden ayrı tutuyoruz! Şimdi ayrılığı mahkum
etmelerini ummanın haklı bir nedeni olabilir mi? Yıllarca onunla var olduktan
sonra şimdi onu yadsımak mümkün olmasa gerek…
DABK’ı “mahkûm” etme başarısı gösterenler neden darbeye
karşı aynı başarıyı gösteremezler?
Çünkü, DABK eski bir sayfadır. ’92 birliği bu sayfayı
biçimsel olsa da kapatmıştır. Birlik olmadan DABK çıkışı mahkum edilebilseydi
nasıl bir boşluk oluşurdu, düşünün?!
Ya da “birlik” süresince bu konunun neredeyse “dokunulmaz”
kılındığını hatırlayın ve değindiğimiz “boşluk” ile anlamlandırmayı deneyin… Bu
ifadelerimiz DABK’ın devrimci yanını, ödediği bedeli, onun samimi ve fedakâr
unsurlarını görmezden gelmek, küçümsemek olarak algılanmamalıdır.
DABK’ı kusurlarına ve parti ile ilişkilerindeki suçuna
karşın devrimci bir değer olarak görmekte ve o ölçüde sahiplenmekteyiz.
Ortaya koyduğumuz görüş, ’92 birliğini DABK tarafından
işlenmiş suçu açıkça değil ama biçimsel olarak örtmüş olmasına dairdir. VI.
Konferans’ın (2. OPK) bu soruna dair aldığı karar bilinmektedir.
Darbeyi mahkûm etmeksizin birliği tartışmak istiyorlar ve
kuşkusuz “birlik” istiyorlar… Bu talep ayrılık ilan etmenin, partiden
ona zarar vererek ayrılmanın bir kez daha, bu kez darbe için meşrulaşması
talebidir. Elbette son ayrılığı biçimlendiren, onu öncekinden daha “sorunlu”
hale getiren olgulardan söz etmeye gerek duymayışımız yanlış yorumlara neden
olabilir.
Yazdıklarımız “aradaki farkı” örtmez… Ancak şunu tekrarlamak
da gerekmektedir:
Bunlar temel sorunlar değildir. Daha samimi olmak şüphesiz
önemlidir. Ama ondan da önemli olan politik hattır; parti anlayışındaki
seviyedir. Birlik önerisinde bulunanlar neden ayrılık yaşandığını
gerçeğe uygun ve doğru olarak ortaya koymalıdır.
Varlıklarının bir darbe üzerine bina edildiğini, bu anlamda
partinin reddi ile eşanlamlı bir süreçten ibaret olduklarını kavramalıdır.
Yazılarında sözünü ettikleri “ayrılık noktaları” bizim için de birliğe engel
oluşturmaz.
En başından beri bunun bilincindeyiz.
Daha da ötesi, “ayrılık nedeni” olarak parti anlayışı
dışındaki daha somut ifadeyle “darbe” dışındaki konulara değindiklerinde, bunu
bizim ileri sürdüğümüzü iddia ederek gerçeği çarpıttıklarına tanık oluyoruz
sadece!
Bu uydurmalara sadece canımız sıkılıyor ve karalama
içerikli olması nedeniyle tepki duyuyoruz!... Sanırız bu meselenin anlaşılması
için bu açıklama yeterlidir.
DARBECİLİKTEN ARINMA...
Partiden ayrılmanın türlü biçimleri olur.
Üzerinde durduğumuz biçim darbedir.
Darbe yapmak; partiden ayrılmaktır.
Partiye rağmen kendini parti ilan etmek; ayrılmadır.
Partiye rağmen “önderliğe” itaati dayatmak; partiden
ayrılmadır.
Ayrılık sürecinde; tüm yapıya parti iradesini ortaya koyma
çağrısı yapıldıktan sonra buna uymayanlar ayrılmıştır. Meselenin özü budur…
“Birliğin temeli sınıf disiplini, çoğunluğun iradesinin
tanınması, bu çoğunluğun saflarında ve onunla yan yana uyumlu çalışmadır.
” (Proletaryanın Sınıf Partisi üzerine, Lenin, Sf: 319)
Şimdi sizler (birlik önerisinde bulunanlar)
birlik hedefinde tutarlı olmak için bizimle aranızdaki bu “temel” soruna bir
çözüm bulmak zorundasınız. Halen darbe ile gerçekleşen bu ayrılığı
sürdürme nedenini, varlığınızı temellendirerek açıklamalısınız.
Darbeye, darbeyle oluşan yapıya kıyafetler giydirip
etrafında dönüp durmanızın bizler tarafından alkışlanabilecek, olumlanacak bir
yanı olamaz.
Biz o kıyafetler içindeki yapıyı tanıyoruz. Sizler de dil
ucundan doğru tanımlara yakın belirlemeler yapıyorsunuz. Ama çekinerek!
Darbeye değiniyorsunuz, ayrılığı zorlamayı
eleştiriyorsunuz, el altından gerçekleştirilen örgütlenmeyi anlayış olarak
doğru görmediğinizi ifade ediyorsunuz… Biz darbeye en başından açık
tavır alamadığımız için kendimizi eleştirdik. “Birliğin yolunu bu
biçimde arayarak, çekingen hareket tarzı izleyerek hata yaptığımız”ı
vurguladık.
Darbe konusundaki tutum farkını ve bunun büyük önemini
görmemeniz mümkün mü? Buna inanmak zor! Bu farkın tarafınızdan da görül[1]düğünden
emin olduğumuzu söyleyebiliriz.
Bu nedenle birlik tartışmalarını, önerisini “hiç”
sağlıklı bulmuyoruz. VI. Konferans “birlik”i mahkûm ederken onu sürdürme
çabasının neden olduğu sorunlara da dikkat çekmişti. DABK tam olarak
yadsınmadan inşa edilmeye girişilen birlik daha başından parti anlayışı
bakımından “uyumsuz” olanların birliği oldu.
Aynı evde “yaşayamayacak” olanların evdeki düzeni
sorun etmeleri genellikle kaçınılmazdır. Ve çözümü de ev içinde aramaları
“nihayet” gerçekçi değildir. VI. Konferans bizce olası bir birliğin ana
özelliği hakkında önemli ve yadsınamayacak bilgiler verebilmiştir. Bu,
“partiden ayrılma”nın affedilmez bir suç olduğunun kabul edilmesinin
zorunluluğudur.
Partiden ayrılmanın suç olması temel argüman olarak
kavrandığında, tartışmadan uzak duruşumuzun nedenini de anlamış
olacaksınız. ST’nin darbe süreci hakkındaki anlatım ve yorumu “Tarihi Muhasebe”
belgesindeki açıklamalara dayanıyor:
“Yakın tarihimizde TKP/ML ile Maoist Parti arasında yaşanan
iki ayrılık ve birliğe ilişkin doğru değerlendirme esasta Maoist Partinin
muhasebe belgelerinde mevcuttur.”
(ST, Sf. 35) Daha önce değindik, darbe süreci “birilerinin
disiplinsizlikleri”ne karşı olup olmamakla açıklanamaz.
Bu süreç parti birliğinin temeline yaklaşımımız ile
açıklanabilir. Parti iradesine, çoğunluğun tavrına “iki kanat” nasıl
yaklaşmıştır? Buna göre bir parti önderliği ve bir bütün parti değerlendirmesi
yapılmalıdır. ST bunu yapmıyor! O “grupçuluk” umacısı ile uğraşmayı tercih
ediyor. Hiçbir özeleştiri yapmadığımız iddiasını “grupçuluk hastalığı”mız ile
birleştirerek hem ayrılığı olumsuzluyor(!) hem de döneme ait oportünizmi,
örgütsel hataları, yanlış anlayışları, suçları; elbette “büyük bir
kadirşinaslık”la(!) ve “iki taraflı olarak” mahkum ediyor…
Bir süreci belirleyeninden ayırdığınızda aslında o süreci
yok saymış olursunuz. ST’nin yaptığı budur.Yıllar önce bu yöntemi
“Komutan Nihat” özgülünde uyguladılar. “Komutanın Cesedine Lanet,
Ruhuna Fatiha” başlıklı yazımızda bu özelliği teşhir etmiştik.
Yazının yayımlandığı tarihteki “duygusal” ortam belki
dikkatli bir okumayı engellemiştir. Yeniden ve şimdiki ortamda okumak faydalı
olabilir…
ST darbe sürecini “grupçuluk” ile açıklamakta, doğal olarak
“kişiler”, “klikler” etrafında bir anlatım ve yorum geliştirmektedir. Oysa
sorun, temelde önder[1]lik ve partinin birliği sorunudur. Birlik, henüz gerçek[1]35
ST darbe sürecini “grupçuluk” ile açıkla[1]makta, doğal olarak “kişiler”,
“klikler” etra[1]fında bir anlatım ve yorum geliştirmektedir. Oysa sorun,
temelde önderlik ve partinin birliği sorunudur. leşmişken ve öz itibarıyla
sorunluyken “grupçuluk” ya[1]kınmasında bulunmak gerçeklikle zaten örtüşmez. O
dönemin üyelerini bu nedenle eleştirmek haksızlık olur.
Asıl sorunu ortaya koymadığınızda sıralayacağınız her türden
zaaf, eksiklik ve hata doğru kavranmamış olacaktır. Kimin ne dediğinin, ne
yaptığının, ne savundu[1]ğunun, sonradan ne olduğunun, bu meseleyi çözmek için
fazla bir önemi yok. Konu tüm açıklığıyla, kesinliğiyle belirtilmelidir:
Parti iradesine karşı suç işlenmiş midir? Evet!
Bu nasıl bir suçtur ve sorumlusu olan çizgiyi kimler temsil
etmektedir? Yani mesele ne klik olmak, farklı görüşler savunuyor olmak, iktidar
hırsı taşımak ne de başka bir çizgiye tahammülsüzlük olarak açıklanabilir.
Bunlar bilimsel açıklamalar değildir, çünkü gerçeklere dayanmamak[1]tadır.
Şüphesiz tüm bu saydıklarımız ve bunlara ben[1]zer pek çok sayamadığımız
mevcuttu; bu redde[1]dilemez. Ancak bunlar önceden de, belki başka biçim[1]lerde
ama vardı; gene başka biçimlerde bugün de var[1]dır, yarın da olacaktır…
Tartıştığımız “ayrılma”, somut olarak gerçekleşen darbeye ve bu darbenin
partide egemenlik kurmasını engellemeye dayalıdır.
Darbeyi, darbecileri, parti iradesi üzerinde tahakküm
kurma girişimi nedeniyle mah[1]kum edip parti dışına itenler ne onlar gibi
farklı görüşleri “ayrılık gerekçesi” yapmışlar ne de sonradan ST’nin çokça
sözünü ettiği monolitik parti anlayışını savunmuşlardır. Herhangi bir farklı
görüşü, rakip çiz[1]gisine aykırı gördüğü için lanetlemek ve onu savunan[1]ları
parti dışı ilan etmek bu partinin bir özelliği değildir… Konu darbedir. Suç
darbedir. Bir arada olunamaz olan darbedir. Gerektiği ölçüde mahkum edilemedi[1]ğinde
sorun olmaya devam edecek olan da darbedir.
ST, II. MK toplantısına, o toplantının örgütlenme
amacına ve sonuçlarına, parti çoğunluğunun konferans istemine, dolayısıyla
darbeye hiç değinmeden değerlendirmeyi noktalıyor:
“Maoist Komünistlerin 1. Kongre’de onaylanan ve 2.
Kongre’de bazı eksikleri giderilen muhasebe belgesindeki ayrılık süreci
incelendiğinde görülecektir ki ayrılık nedeni ne “mafyacılık” nede
“darbecilik”tir.
Birlik anlayışını kavramamış iki grubun birbirini alt etme
anlayışı sonrasında bütün partiyi etkisi altına alarak bölmeleri meselesidir.
Maalesef başta komünist kadrolar olmak üzere, tüm partinin her iki kanadının da
grupçulukta ve ayrılıkta tartışmasız payı vardır.
” (Ags, Sf: 37)
Bu açıklama hiçbir şey söylememekle, dolayısıyla darbeyi
onaylamakla eş anlamlıdır. Biz gene de bu açıklamanın nasıl bir subjektivizme
dayandığını gösterelim… ST “genel olarak birlik anlayışı” hakkında
açıklamalarda bulunurken I. Kongreye kadar “geçmiş birlik ve ayrılık
savunucuları”nın, görüşlerini “temel ilkelere dayanarak ortaya koymadıkları”nı
özellikle vurgulama gereği duymuştur.
Kendi tarihimiz açısından bu tespiti doğru bulmuyoruz.
Ancak “gerçekleşen birliği” oportünist değerlendirdik ve “bozulmasını” da
içinde taşıdığı “darbe”ciliğe bağladık. Kuşku yok ki bununla beraber birlik
sürecindeki “partiye yakışmayan” diğer olumsuzlukların da altını çizdik. Kendi
başına darbeye yaklaşımda, kimi ikircikli tutumlar hakkındaki tespitlerimiz
bile buna örnek verilebilir.
Ki darbeye tavırdan sonra da önemli yanlışlara, dar[1]beye
tekabül eden tutumlara, bunlarla mücadelede başarısızlıklara dair karar altına
alınmış değerlendirmeler bulunmaktadır. Eminiz ki, bu olumsuzluklar tamamen yok
olmadı ve olmayacaklar. Sonuçta birliğin oportünist karakterine, “birlik
anlayışını kavramamış iki grubun” diyerek ve aynı zamanda “temel ilkelere
dayanan birlik anlayışının birinci parti kongresine kadar ortaya konamadığını”
ifade eden ST de değiniyor (Evet değiniyor ama üzerinde durmuyor.)
Buna rağmen o, birliğin bozulmasını “grupçuluk”
eleştirisiyle açıklamayı sürdürüyor. Bu durumda “sonu belli olan birliği”
eleştirmektense sonucu eleştirmek, kadroları “grupçu” diye mahkum etmek ne
derece haklı olabilir?
Temel ilkelere dayanmayan bir birlik, birlik anlayışını
kavramamış iki grup, ayrılıkçı kültür…
Sonuç olarak ST bu şekilde süreci siyasal olarak açıklamış
oluyor! Birlik anında ve sürecinde var olanları sıralamak “ayrılığı” açıklamaya
yetiyor onlara göre.
Bu subjektif bir yaklaşımdır.
Ayrılık denen olay[1]daki somut gelişmeler, tartışmalar veya
genel olarak “değişimler” esas olarak göz ardı ediliyor veya gözden ırak
tutuluyor… ST daha önce bunu “kişiler ve klikler” merkezli yapıyordu. Şimdi
“gruplar” merkezli yapıyor!
“Tarihi Muhasebe” denen belgede iki kliğin neden olduğu
ayrılık olumsuzlanıyordu; darbe özellikle korunuyordu. Yaklaşım özünü koruyarak
devam ediyor. Zaten bizede “Tarihi Muhasebe”yi eleştirel bir gözle okumayı
tavsiye ediyor.
Öyle ki tarihi muhasebenin ilgili bölümünde, ’94 ayrılığı
hakkındaki kısmın bilimsel bir yön[1]temle yazılmadığına dair kararları bile
bulunmaktadır. II. Kongre “muhasebe belgesindeki hatalar” konusunda ikinci
maddede şunu kararlaştırmıştır:
“Partimizdeki ’94 ayrılığının sadece askeri komisyon
kliği ile (…) kliği arasındaki çekişmeye bağlanması yanlıştır. Yaşanan
ayrılıktan esasta partinin önderliği başta olmak üzere tüm partiyi sorumlu
tutmak yerine sadece iki isime ve etrafındaki kliklere bağlamak yanlıştır, bu
yönüyle muhasebe belgesinin bilimsel yöntemiyle de örtüşmemektedir.
Bazılarının birinci derecede rolü olsa da,
ayrılıktan MLM kadroların da dahil olduğu önderlik başta olmak üzere tüm parti
sorumludur.” (ST, Sayı 12, Sf. 26)
Şimdi durup bize dediklerine göre “ne yapacağımızı” gözden
geçirelim: ’94 ayrılığını kavramak için temel ilkeleri doğru anlatılmış birlik
anlayışını okuyacağız. Sonra eleştirel bir gözle “bilimsel olmayan bir
yöntemle” yazılmış ve yanlış biçimde salt bir çekişmeye bağlanmış muhasebedeki
’94 ayrılığı hakkındaki bölümü okuyacağız!..
Sizce de bir tuhaflık yok mu burada?
Darbe konusunda yazdıklarımızın yok sayıldığı bu bilimsel
olmayan belgeden ve temel ilkelere dayanmayan birlik savunuculuğundan ne
öğrenmemiz isteniyor?
Subjektivizm aynı zamanda böyle bir şeydir:
Kerameti kendinden menkul! O öğretir ama sen
öğrenemezsin!...
ÖZELEŞTİRİDEN MUAFİYET… ST
Bizi süreci sadece darbe ile açıklayıp, hiçbir özeleştiri
yapmamakla da suçluyor. Zaten ona bakılırsa tamamen özeleştiri özürlüyüz!
Şöyle suçluyor ST bizi;
“94 ayrılığına ya da diğer ayrılıklarında yapılan
darbeler, şiddet uygulamaları, grupçuluklar, ticaret gibi insanlık suçu ve daha
sayabileceğimiz onlarca eksiklik olmasına karşın Maoist komünistlerin dışında
bir tek özeleştiriye rastlamak mümkün değildir.” (ST, Sayı 13, Sf. 40)
Bu suçlama hakkında çok ağır ifadeler kullanabilirdik ama
herkes kabul edecektir ki, bu bizlerin en son ihtiyaç duyduğu şeydir.
Polemiklerde uygun bir düzey yakalamak ve sürdürmek
sorumluluk ve hatta görevdir. Gerçeği uluorta, her şeye rağmen ve güven
duygusunu yerle bir edecek denli çarpıtmak inanılır gibi değil.
Subjektivizmin, oportünizmin, kimi ilkelerden yoksunluğun
sonucu olumsuzluklar başkadır, apaçık gerçeklerin reddi başka! Ticaret
meselesi uzun süre çok kötü bir eleştiri, suç[1]ama malzemesi olarak
kullanıldı. Öyle ki kimliğimiz bununla tanımlanır oldu arkadaşlarca.
Şimdi de yukarıda alıntıladığımız suçlamanın öz olarak aynı amacı taşıyor
olması, “nereden nereye kadar gelinebildiğini” somutlaştırıyor. Bu mesele ile
ilgili özeleştiri verilmiş ve olay kimliğimizle bağdaşmaz kabul edilmiştir.
Bu özeleştiri kitlelere de sunulmuştur.
Bu suçlama, amacı itibarıyla çirkindir. ST’nin bu
suçlamasına konu ettiği olaylar bir tarafa, bahsi geçen süreçlere dair
değerlendirmeler ve kuşku yok ki eleştiriler, özeleştiriler de vardır.
Örneğin darbeye karşı tavırda yeterli bir
bütünlük oluşturulamaması, darbeye karşı açık ve güçlü bir mücadelenin
geliştirilememesi, partinin yeniden örgütlenmesi esnasındaki hatalar, vs.
eleştirilmiş, bunlardan dersler çıkarılmıştır. Bunları tek tek yazmak ne
anlamlı ne de doğrudur.
ST’nin bu suçlaması gerçeklerden değil, onun somut
süreçten kopuk değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Grupçuluk tanımı
hakkında ST’nden farklı olan değerlendirmemizi sunarak bu faydasız ve gereksiz
tartışmayı sonlandıralım.
GRUPÇULUK…
“Grupçuluk” tespiti ya da tanımı ST’nin ortaya koyduğu
“genel” olumsuz anlamının dışında tartışılan dönemdeki somut görünümü ve hatta
esas olarak bu anlamıyla ele alınmalıdır. Soruyu şöyle sormak gerekir:
Ne için, nasıl bir “grupçuluk”?
ST darbe sürecine, darbeye gözünü kapadığı için “grupçuluğu”
somut olarak anlamaya hiç yönelmiyor… Süreci kabaca tanımlarken “belli bir
aşamadan sonra birlik sürecinin ‘birlik karşıtı’olarak geliştiği”ni ve “kısa
bir süre sonra bir kanadın çeşitli, biçim ve yöntemlerle zayıflatılması ve
belli bir anlayışın hemen her alanda kendi dayatması”na dönüştüğünü ifade
etmiştik.
Bu bir tasfiye sürecidir. ST’ni “tasfiyeci” olarak
değerlendirirken onun kökenlerinin burada ve hatta DABK’ın çıkış sürecinde
olduğunun bilincindeyiz. Grupçuluğu tanımlarken biz bu tasfiye amacını, darbe
sürecini görmezden gelmenin sonucu siyasal bir hata olduğunu belirtiyoruz.
Tasfiye amacını net olarak gördükten ya da tasfiye
amacı net olarak açığa çıktıktan sonra “birlik” adı altında bir arada olanların
çeşitli zaaflar taşımakla birlikte “grup” tavrı göstermeleri kaçınılmazdır.
Buna olumsuz manada “grupçuluk” demek siyasetten, birlik içindeki siyasi
durumdan bihaber davranmaktır.
Bir tasfiye ortamında bulunurken, darbe gelişirken,
bir taraf adamakıllı zayıflatılırken “grup” tavrına olumsuz anlam yüklemek
gidişata göz yummak olur. Kuşkusuz saflaşmada yanlışlar, usulsüzlükler,
gerilikler vardı. Ama bunlar bütünü görmemeye neden olmamalıdır.
Parçadaki zaaflar belirleyici değildir. Bu zaaflara dair eleştiriler parçalarda
oldukları ölçüde yapılır.
Özeleştiriler de esas olarak bunlara dairdir. ST ile
bütün hakkında farklı düşünüyoruz. Dolayısıyla özeleştiriye yaklaşımımız da,
özellikle grupçuluk konusunda farklıdır. ST’nin eleştirisi bahsettiğimiz
“ortam” dahilinde bize Troçki’nin “fraksiyonsuzculuk” tavrını hatırlatıyor.
Lenin’in “en kötü fraksiyonculuk” olarak tanımladığı fraksiyonsuzculuk! Söz
konusu ortamda tavırlar ve buna göre grupçuluk şöyledir:
Darbeye göz yummuş “merkezcilik/MK’cı[1]lık” ve darbeye
karşı birliği amaç edinen “çoğunlukçuluk/konferansçılık”.
Burada ST’nin genelleştirerek suçladığı grupçuluk esas
olarak Marksist-Leninist[1]Maoist tavırdır. VI. Konferans değerlendirmesine
göre ST’nin tanımıyla grupçuluk ama doğru tanım olarak “darbeye karşı birleşme
ve mücadele” en başından itibaren açık biçimde gerçekleştirilmeliydi.
Bu konuda yeterli birlik ve cüret
gösterilememiştir. Bunun nedenleri de ortaya kondu konferansta ve
zaten kısa bir süre içinde partide bu açıdan sorunun daha da büyük olduğu
görüldü!..
Parti ilkelerini korumada, darbeye, tasfiyeciliğe
karşı mücadelede “grupçuluk” olumludur ve burjuva tarzdaki yönelimlerden farklıdır.
Buna “grupçuluk” denmemelidir. Bu bir gruplaşmadır, taşıdığı kaygı ve amaç onu
“parti birliğini doğru temelde koruma çabası” olarak adlandırmayı gerektirir.
İşte ST ile burada anlaşamıyoruz. Bizim için iyi onlar için
kötü bir konumlanma!.. ST “muhataplarınca görmezden gelinen” ama “kitlesinde ve
devrimci kamuoyunda önemli yansımalar bulduğu”nu iddia ettiği, birlik
önerisini/yazılarını aynı zamanda bir iki çizgi mücadelesi olarak
değerlendirdiğini belirtmektedir. Onun temel tezi şudur:
Esasta aynı çizgi ve programı savunan “Türkiye ve
Kuzey Kürdistan” siyasal coğrafyasında parti, grup, çevre ve bireyler
birleşmelidir. Bunun için özel bir politika belirlenip ısrarla uygulanmalıdır.
Zira mesele dönemsel değil stratejiktir. Kaba görünüşü pek doğru ve “karşı
çıkılamaz” bu tez biraz incelendiğinde hiç de gerçeklere uygun ve muhataplarını
ciddiye alan bir içerikte olmadığı görülmektedir.
O, gerçekleri ters yüz ederek olguları-olayları bulunduğu
yere göre tanımlayarak ilerlemeyi benimsemektedir. Çoğunlukla meseleleri
basitleştirmekte, muhatabını bunun üzerinden suçlu kılmakta ve sonra da ona
amansızca saldırmaktadır. “İyi niyetini” sorgulamayı işimiz görmeyip şunu
hatırlatmak isteriz:
Hiçbir şey gerçekliğinden koparılıp değerlendirilemez ve de
değiştirilemez. Eğer bir şeyi değiştirmek istiyorsanız o şeyle gerçekten
ilişkilenmeli, onu olduğu gibi kavramalısınız. Yoksa “kirlenen kültür,
örgütlerin tartışma adı altında birbirlerini karalama, iftira atma, abartı,
‘bitirme’, deşifrasyon” gibi yöntemler kaçınılmaz bir biçimde sizin araçlarınız
olurlar. Unutmayın, insanlar doğuştan kötü değildir. Koşullar ve
düşünüş biçimleri onları belirler…
Bu yazınızda daha baştan dikkat çekip
“Eleştirilerimizin yöntemi, dili, tarzı ve üslubu Maoistlerin açık mücadele
anlayışı ile hedeflerine uygun olmalıdır” (ags, sf. 6) dediğiniz halde aynı
zaaflardan kendinizi kurtaramamışsınız!
Aynı soruna “Tarihi Muhasebe” ve önceki “birlik mektubu”nda
da rastlamıştık… “Birlik” konusunda sonuçta kendi çapınızda haklısınız:
Aynı örgütlenmelerde/yerlerde bulunan komünistlerin
birliğini sağlamak stratejik bir görevdir. Eğer komünist kabul
ettiğiniz parti, grup, birey var ise onlarla birleşmek birincildir. ST bu
amacını açıkça ortaya koymuş ve bunun için çalışmaktadır.
Bizi ilgilendiren kısım da bundan sonra
başlıyor:
ST nasıl bir çalışma yürütmektedir? Kavramlarından
ithamlarına, eleştirilerine kadar izlediği yöntem bize sorunlu görünmektedir.
İKİ ÇİZGİ MÜCADELESİ—devami var
https://partizanarsiv8.net/file/2018/03/partizan_sayi_71.pdf
İKİ ÇİZGİ MÜCADELESİ…
Bu bölüme ST’nin iki çizgi mücadelesi üzerine
yazdıklarının kısa bir eleştirisiyle başlamak istiyoruz.
“Ay[1]rılık noktaları” hakkında ST bir dizi konuya
değinirken bu meseleye de özellikle yer vermiştir.
Önceki bölümlerde “çizgi” kavramının “ikili” tanımına vurgu
yapmıştık. Hem bir hizbin niteliğini belirtmek üzere kullanılan, hem de
partinin karşıtların birliği olduğunu açıklayan kavram bağlamında “iki çizgi
mücadelesi”ndeki “çizgi” tanımı.
Birinde “her görüş bir çizgi olarak görülemez” denilip
“süreklilik” olmadığı ileri sürülebilecekken diğerinde “her görüş bir çizgiye
tekabül eder” denilip “süreklilik” olduğu kabul edilir.
ST’nin bu “ikili” tanımı göz ardı edip eksik,
dolayısıyla yanlış bir eleştiri yaptığını açıklamıştık. Eleştirisindeki kısmi
doğruluğa (iki çizgi mücadelesinin sürekliliğinin kavranmadığı eleştirisinin
doğruluğu) rağmen ST hem bunun geçmişteki bir zaaf olduğunu bilmelidir hem de
bu yazı[1]sında ortaya koyduğu “iki çizgi mücadelesi” anlayışının önemli bir
zaaf taşıdığını…
Çünkü anlayışları komünist partisini tasfiyeyi içeren bir
mantık barındırmaktadır.
İki çizgi mücadelesi hakkında yazdıklarıyla ST bize
bir ölçüde farklı bir tartışma alanı sunmuştur. O, iki çizgi mücadelesini tüm
topluma, dünyadaki her fikir ve davranışa ilişkin bir kavram olarak
kullandığında bizim kavrayışımızdan farklı bir yaklaşım da sergilemiş oluyor.
Doğrusu böyle bir yaklaşım kaçınılmaz olarak bizimle
birlik önerisini de “iki çizgi mücadelesi” olarak tartışacaktır.
Bundan daha doğal bir şey olamaz! ST diyor ki; “İki çizgi
mücadelesi ilerici veya gerici her hareketin yaşadığı doğru-yanlış
mücadelesidir.
Dün[1]yada her fikir ve her davranış kendi zıddını
(proletarya ya da burjuva çizgileri) içerisinde taşır.” (Sf. 9) Biz ise iki
çizgi mücadelesini komünist partilerdeki bir mücadele, daha doğrusu tüm
komünist bünyeler[1]deki bir mücadele olarak kavrıyoruz.
Çünkü komünist çizgiyi, proleter ideolojiyi
kendiliğinden hareketin bir ürünü olarak değil, ancak onun kavranmış ve
sistemleştirilmiş hali olarak algılıyoruz.
Bu algılayış her fikir ve davranışta burjuva ve
proleter çizginin mücadelesi olduğunu kabul etmez. Herhangi bir fikrin veya
davranışın nihayet haklı ve doğru olması; ona tekabül etmesi onu bir çizgi ilan
etmemizde yeterli değildir.
Bunun olabilmesi için bu fikir veya davranışın tekabül
ettiği, nihayet denk düştüğü “çizgi”nin gelişme ve egemen hale gelme olanağı
olmalıdır.
Aksi halde sözde bir mücadeleden, değiştirme gücü ve olanağı
olmayacak bir “çizgi”nin varlığından bahsedilmiş olunur. Toplumda, komünist
unsurların dışında proleter çizginin varlığından söz edemeyiz. Toplumda doğru
yanlış arasındaki mücadele de bir çizgi mücadelesi olarak yaşanmaz. Eğer çizgi
mücadelesi olarak yaşansaydı kendiliğinden devrim mümkün olurdu; kendiliğinden
hareket komünist partiye evrilirdi; proleter ideoloji sınıfın trade unioncu,
kendiliğindenci örgütlerinden çıkardı…
Oysa biliyoruz ki, proleter ideoloji, proletaryanın
burjuvazi ile karşılaşması ya da bir arada olmasının kendiliğinden sonucu
değildir. Proletaryanın kendiliğinden bir sınıf olmaktan kendi için bir sınıf
olarak varolmaya geçmesi salt sınıf mücadelesinden gelen deneyimi değil
ilkeleri Marks ve Engels tarafından ortaya konmuş kuramı da gerektirir.
Marksist öğreti bilimsel olarak açıklanmış, tahlil edilip
sentezlenmiş sınıf mücadelesidir. Proletarya ideolojisi ancak Marksist öğretiyi
içerdiğinde tamamlanmış olur. Bu yüzden proleter ideoloji denildiğinde akla
kendiliğinden/trade unioncu sendikalist mücadele değil …..
Marksizm-Leninizm-Maoizm gelir/gelmelidir.
Marksist tarih,
toplumsal yapıları sınıf mücadelesi ve devrimciler
bilimi proleter ideoloji öğelerdir. Bu nedenle Marksist kuramı içermeyen
ideolojiyi burjuva ideolojisine alternatif görmek yanlıştır.
Proleter ideolojiyi diğer ideolojilerden nitelik olarak farklı
kılan da onun bilimsel olmasıdır; bunu Marks’a borçlu olduğumuz bilinir.
Kuşkusuz bunu Marks ancak proletaryanın varlığında
başarabilirdi. Ne tek başına proletaryanın sınıf mücadelesinden bahsedebiliriz
ne de bilimden; proleter ideolojisi dediğimizde ikisinin bileşiminden bahsede[1]riz.
Marks bilimsel olarak sınıflar mücadelesini açıklamak, kapitalizmi sentezlemek
için muazzam bir çalışma ortaya koydu. Bunu proletaryanın ayaklanmasına
hazırlıklı bir bilinç için zorunlu gördü. O yaşamı boyunca proletaryayı
“çizgi”si ile birleştirmenin, bilimsel ideolojisi ile kaynaştırmanın çabasını
vermiştir.
Keza, Lenin’in KP anlayışı da tamamen bunun üzerinden
şekillenmiştir. O proletaryaya sınıf bilinci[1]nin/proleter ideolojinin
dışarıdan götürüleceğini ve bu nedenle sağlam,sürekliliği olan, sınıf
disiplinine sahip, her üyesi profesyonel bir partiye ihtiyacı ısrarla savunmuş
ve onu da yaratmıştır. Tarihine baktığımızda hiç[1]bir kendiliğinden proleter
hareketin komünist partiyi yaratmadığını ve devrimlerin de kendiliğinden
olmadığını görürüz…
Neden böyle?
Bunun nedeni proletaryanın varlık alanının her bakımdan
burjuvazi tarafından belirleniyor oluşudur. Egemen ideoloji, sınıfın
kendiliğinden bilincini (sıradan proleter bilinci) belirlemektedir. Ona karşıt
olmakla beraber nihayet ona boyun eğmesinin nedeni de budur.
Proletaryanın MLM’ye ilgisinin nedeni kurtuluşu orada
görmesidir ve elbette ondan da önce kendini onda görmesi ve burjuvaziyle
mücadeleyi nihayet onda kavramasıdır. MLM başardığı sürece proletaryanın ideolojisi
olacaktır. Toplumsal gerçeklikte “sınıf mücadelesi” yerine “iki çizgi
mücadelesi”nden söz etmek, ideolojik mücadeleyi komünist parti dışındaki bir
olgu olarak tanım[1]lamak, çizgi ve ideoloji kavramlarının tartışılmasını
gerektirir. Bu tartışma kendiliğinden mücadelenin sınırlarını ister istemez
gündeme getirir.
Elbette sınıfa bilincin dışarıdan götürüleceği ve
dolayısıyla komünist partinin misyonu da bu tartışmanın konusu olur… ST
anladığımız kadarıyla bu konularda aykırı görüşler savunmuyor. Ama o iki çizgi
mücadelesinin tüm toplumda, dünyada, her fikir ve davranışta mevcut olduğunu
iddia ederken üstelik bunun iki sınıfın, proletarya ve burjuvazinin ideolojik
mücadelesi olduğunu savunurken, bu esaslardan uzaklaşmaktadır.
“İki çizgi mücadelesi” proleter ideolojinin gerçekten
var olabildiği, egemenlik sağlayabildiği komünist partilerinde geçerlidir. Ki
burada kavram proleter ideolojisinin varlığına dikkat çekmekten çok, burjuva
ideolojisinin varlığına dikkat çeker. Komünistleri “sürekli” olarak burjuva
ideolojinin partiyi, bünyeyi ele geçirme çabasına karşı uyarır.
ST iki çizgi mücadelesini tüm fikir ve davranışlarda
tanımladığında, proleter ideoloji ve komünist partisini komünist bilinç dışında
tanımlamış olmaktadır. Biz buna itiraz ediyoruz. O, toplumdaki sınıf
mücadelesini “iki çizgi mücadelesi” olarak tanımlayarak kavram karmaşasına
neden olmakla kalmıyor, aynı zamanda komünist partisi ve komünist bilincin
toplum içindeki özgün durumunu, proleter ideolojiyi temsil yeteneğini ve
devrime önderlik misyonunu kavramadığınıda göstermiş oluyor.
Somutlaştırdığımızda, kavramlara dair şu tespitleri
yapmak gerekir:
Sınıf mücadelesi toplumsal yaşamın her alanında baştan sona
daima hüküm sürer, bunun için bilimsel bilgi şart değildir. Oysa ideolojik
mücadele sınıf mücadelesinin bir alanı/düzeyi olarak toplumsal yaşamın her
alanında gerçekleşmez. İdeolojik mücadele için proletaryanın sınıf bilincinin
geliştirilmiş, örgütlenmiş olması gerekmektedir.
Marks’ın proletaryaya kazandırdığı bu olmuştur. Marks ve
Engels’e kadar proletarya burjuva ideolojisinin sınırlarını aşamadı. Proleter
ideoloji yalnızca proletaryanın varlığı ile değil, aynı zamanda ekonomik[1]politik,
felsefe ve devrim bilimindeki nitel gelişmelerle ve nihayet sosyalizm
bilincinin bunlarla birleşmesiyle (ütopik sosyalizmden bilimsel sosyalizme)
açıklanabilir.
Bunların bütünleştiği, bir konsept oluşturduğu yer
komünist bilinçtir; proleter ideoloji orada tamamlanır. İdeolojinin henüz
proletaryanın ilk zamanlarındaki varlığı, onun “ideoloji” olarak tanımlanmasına,
bu nedenle “iki çizgi mücadelesinin” bir öğesi olarak kavranmasına uygun
değildir.
Proletaryanın kendiliğinden bilinci burjuva bilinci aşamaz,
onun için “dışarıdan taşınan” komünist bilinç ile donatılması gerekecektir. İki
ya da çoklu çizgi mücadelesi her şeyin çelişki barındırması anlamında, elbette
her yerde ve her şeyde vardır.
Ancak her iki çizgi “proleter ideoloji ile burjuva ideoloji”
olarak tanımlanamaz. Bu ancak proleter ideo-lojinin olduğu yerde, komünist
unsurun bulunduğu bünyede mümkündür.
Bununla beraber, kavramın özel karakter, anlam kazandığı yer
de komünist oluşumlardır.
“Çelişki”
kavramının veya “zıtların mücadelesi” kavramının
yerine ikame edilen/olan bir kavramdan değil, bu kavramların komünist
durumlardaki özel halinden bahsetmiş olmaktayız, iki çizgi mücadelesi derken.
ST tüm bunları karıştırmaya uygun hale getirmektedir. O, bu haliyle, tanımadığı
şeyleri birbi[1]rine benzeten, hatta aynılaştıran “yeni öğrenen”lere
benzemektedir.
Oysa Japonlar özü itibarıyla Çinlilere benzemez. İki çizgi
mücadelesini, komünist bünyenin/oluşumun varlık koşulu olarak saptadıktan sonra
da ST ile anlaşmazlığımız devam ediyor.
O, iki çizgi mücadelesini bir kez “bu biçimde”
kavradıktan sonra “gereksiz ayrılıkların” olmayacağını ya da geçmişte henüz “bu
biçimde” bir kavrayış olmadığı zamanlarda “birçok küçük grubun” ortaya
çıktığını savunmaktadır:
“Nitekim ’92 birlik ve ’94 ayrılığı ve sonrasında
birçok küçük grubun her iki tarafta da ortaya çıkması bunun en açık
örnekleridir”
(Sf. 10) İki çizgi mücadelesini kavramak ve komünist
partiden ayrılmanın yanlışlığını savunmak hiç kuşku yok ki, “gereksiz ayrılık”ları
engeller. Ne var ki, tartışma konusu olan zaten iki çizgi mücadelesini
kavramamak, bu anlamda uygulayamamak ve ayrılma yanlışına yol açan siyasi
yetmezliktir.
Yani burada tartıştığımız zaten “gereksiz ayrılık” ilan
edenlerdir.
ST “parti ile bütünleşememiş”, “ona rağmen var olan” ve
“olumsuz tarzıyla varlığını sürdüremez hale gelmişlerin” ayrılmalarını partide
iki çizginin kavranamaması olarak açıklarken esasen yanılgı içindedir. Zira
komünist partisi ayrılıkları olumlayan bir tutumdan çok, olumsuzlayan bir tutum
içinde olmuştur.
DABK ayrılığı, Komün ayrılığı, :L
darbe hep olumsuzlanmıştır; parti anlayışını kavramadıkları
için eleştirilmiştir. Bu ayrılıkların gerekliliği tamamen onları
gerçekleştirenlerin tasarrufundaki bir olgudur. Buradan hareketle “gereksiz
ayrılık”lar nedeniyle ST’nin partiyi eleştirmesi ve iki çizgi mücadelesini
benimsememiş olmakla itham etmesi, olana şaşı bakmaktır.
Eğer ayrılığın “gereksiz” olduğu tespit ediliyorsa bundan
nihayet ayrılanlar sorumludur.
Bunu ters yüz etmek neden? Bununla beraber iki çizgi
mücadelesini partinin gelişim dinamiği olarak kavrayamamak, parti içinde
ideolojik düzeyde sürekli var olan burjuva çizgiye karşı mücadelede zayıf
kalmak, bu anlamda sürekli bir komünistleşme pratiği sergileyememek, üyelerin
dönüşümünü, gelişimini büyük oranda sağlayamamak, politik seviyeyi
geliştirememek ve ayrılığı tercih edenlerin de “zaaflı kalması”ndan dolayı
eleştiriler esasen ve hatta neredeyse tamamen haklıdır.
Bu, partideki komünist bilincin, proleter ideolojinin
yetmezliğini, güç[1]süzlüğünü işaret eder. Bunlardan öğrenmesini bilmek
gerekir.
Bütün bunlar iki çizgi mücadelesinin kavranmamış olmasına
tekabül eder.
Çünkü iki çizgi mücadelesinin perspektifi
“gereksiz ayrılık”ları engellemek değildir. -Bu siyasal suçu işleyenler parti
ilkelerinden mahrumdurlar- Onun perspektifi, partinin ideolojik düzeyde
proleter karakterinin burjuva karaktere karşı sürekli mücadele içinde
sağlamlaşması ve politik seviyesinin aralıksız yükselmesidir.
ST iki çizgi mücadelesini “gereksiz ayrılık”ları
engelleyici bir unsur olarak görürken kısmen haklıdır ancak esasen
haksızdır.
Haklı olduğu yan, “gereksiz” ayrılıkların, parti
içinde eğitilmemiş, ideolojik olarak burjuva yanlarından yeterince
arındırılamamış ve partiye bağlı hale gelememiş unsurların eseri olmasıdır.
ST “gereksiz” ayrılıkların parti ilkelerinden mahrum
oluşlarını esas almayarak, burjuva ideolojiye uygun olarak yaptıkları
tercihlerden ve verdikleri zararlardan dolayı partiyi suçlarken haksızdır…
İKİNCİ ÇİZGİYE ŞİDDET…
Herkes bilmektedir ki, MKP ile TKP-ML aynı kökene sahip
iki ayrı partidir.
Önce ’86 yılında “DABK ve Konferans” adlarıyla
anılmalarına sebep olan bir “ayrılık” yaşadılar.
Sonra da ’92’de gerçekleşen “birlik”i sürdüremeyerek ’94
yılında iki ayrı partiye dönüştüler.
Kısacası,
iki parti ayrı zamanlarda kurulmuş partiler değildir; anlaşamayarak,
birlikte olmayı “başaramayarak” iki partiye dönüşmüş, aynı kökten
gelen partilerdir.
ST “ayrılığın sürdürülmesi”ni eleştirip
birlik çağrısını yaparken değindiğimiz bu süreci gerçekçi bir biçimde
olduğu gibi kavramaktan uzak bir yaklaşım sergilemektedir. Bununla kalmıyor;
görüşlerimizi, yaklaşımlarımızı ciddi derecede bozuyor ve ardından “boğmaya”
çalışıyor:
“TKP/ML ise parti içerisindeki her farklı görüşü farklı
bir çizginin yansıması olarak görmemekte ve sadece sistemli hale gelenleri
çizgi olarak tanımlamaktadır.
(…) TKP/ML, bir parti içerisinde sistemleşmemiş fikirlerin
dışımızdaki sistemleşmiş çizgilerin yani sınıfların sistemli fikirlerinden
yansıdığını görememekte ve sorunu kopuk ele almaktadır.
” (Sf. 25) Burada ST’nin ortaya koyduğu sorun geçmişteki
bazı anlayışlara dönüktür. Bu anlayış uzun zamandır aşılmıştır. Bununla
beraber, ST’nin eleştirisi gene de doğru değildir.
Parti içerisindeki her farklı görüş nihayet partideki iki
çizgi mücadelesinin bir tezahürüdür.
İki çizgi mücadelesi sınıf mücadelesinin ideolojik düzeyde
parti içinde sürekli varlığını içeren/savunan bir kavramdır. Bunu reddetmemiz
söz konusu değildir. ST’nin “tartışma konusu” yaptığı sorun kavramların henüz
oturmadığı zamanlarda vardı.
Onun eleştirdiği “çizgi” kavramı “iki çizgi
mücadelesi”nden ayrıdır. Partide “farklı çizgiler” olamayacağı, her farklı
görüşün bir çizgi olarak değerlendirilemeyeceği anlayışı ile her farklı görüşün
“iki çizgi”den birinin yansıması olduğu anlayışı birbirini dışlamaz. Burada
kavramlar farklıdır.
ST dikkatli-özenli bir okumayla değindiğimiz ilk
anlayış/kavram kullanımını ustalardan da görebilir. “Çizgi” kavramının
iki farklı anlamda kullanıldığını görmek gerekir. ST eğer iki çizgi
mücadelesinin sürekliliğinin ortaya konmadığını, sistemli çizgi
meselesinin “iki çizgi mücadelesi” ile karıştırıldığını
vurgulasaydı haklı görülebilirdi. Ama o “her görüşün bir çizgi olmadığı”
doğrusunu eleştirerek kavram karmaşasını sürdürmüş olmaktadır. Üstelik
eleştiriyi yaparken “her görüşün bir çizgi olmadığı” anlayışını, “her görüşü
farklı bir çizginin yansıması olarak görmemek” anlayışına çevirerek kendini
haklı kılmanın “yanlış” bir yöntemini kullanmaktadır.
İki çizgi mücadelesi uzun süre önce sapma, akım, hizip,
çizgi hatta kanat kavramlarıyla ele alınarak tartışıldı. Partide sürekli bir
ideolojik mücadele doğru ile yanlışın sürekli varlığı olarak ele alınmadı.
Bu “çelişki yasası”nın parti olgusunda
tanımlanamadığı, her şeyin karşıtların birliği olduğunu belirten temel
önermenin kavranmadığını gösterir.
Oysa sapma, akım, çizgi gibi olgular iki çizgi
mücadelesinin biçimleridir.
Partide iki çizgi mücadelesi sapmalar, akımlar ve çizgiler
biçiminde de gerçekleşir. Veya bunlar görünmediğinde de vardır.
Her düşünce, düşünce biçimi, inceleme, tavır, davranış ve
karar kendinde bu mücadeleyi taşır. Çünkü çelişkinin olmadığı hiçbir şey
yoktur. Komünist Parti, proletarya ideolojisinin cisimleştiği yerdir ve onun
karşıtı burjuva ideolojisidir. Proleter ideoloji ancak burjuva ideolojisi ile
mücadele içinde vardır. Burjuva ideolojisine karşı mücadele yoksa proleter
ideolojiden de söz edilemez…
İki çizgi mücadelesi böyle bir içeriğe sahiptir. O
nedenle süreklidir. Ve partideki olası örgütlenmelerden bağımsız olarak da
vardır.
ST bunun savunulmadığını iddia ederken süreçlerden bihaber
gibi davranmaktadır. Üstelik birlik ve ayrılık konularındaki farkımızı, bu
meseleye dayandırarak açıklamaya kalkması, gerçekleri tümüyle ters yüz
etmesidir. Ayrılanlara, kopanlara “şiddet” uygulandığı, halktan kimselere
“şiddet uygulandığı” iddiası da gene bu anlayışa koşut olarak ileri
sürülmektedir.
Daha önce de gündeme gelmiş, tarafımızdan açıklanmış,
yanıtlanmış meselelerin bu derecede üstünkörü dile getirilmeye devam etmesi
kabul edilemez. ST iki çizgi mücadelesini kavrayamadığımız, dolayısıyla
uygulayamadığımız iddiasıyla “farklı görüşü” dışladığımız, yetinmeyip “kendini
ifade edemez hale getirmek” amaçlı şiddete başvurduğumuz propagandasını
yapmaktadır. Yine ister istemez “samimiyet” sorunu ve “niyet” tartışması
gündeme gelmektedir.
Eğer ST bu konularda açıklamalarımıza, yanıtlarımıza
değer vermemeye devam edecekse, inatla yanlışta, gerçek olmayanda ısrar
edecekse neyi tartışacağımızı da açıklamalıdır. “İlle de benim tanımladığım
gibisin, olaylar da düşündüğüm, kavradığım gibi oldu, kendini savunma!”
türünden absürd bir yaklaşımı neden gündemimize sokalım?
“Yalancılığımızı”, “inkarcılığımızı”, “ne yaptığını
bilmezliğimizi” kanıtlama gayretindeki ST’ni bu yolda yalnız bırakacağız ne
yazık ki! Daha önce de vurguladık:
Eleştirinin hakaretten niteliksel olarak farkı vardır,
buna özen gösterilmelidir.
ST’ne bu konuda bir uyarımız daha olacak:
Aramızdan türlü sebeplerle ayrılanlarla kurulu ilişkiniz
sizleri ilgilendirir. Ancak bu arkadaşların tutumlarına “ortak” olmanız ve
saldırganlık pozuna girmeniz açık ki tasfiyeciliğin buluşmasından başka bir şey
olmamaktadır. Devrimci mücadelenin ve hatta “partiden ayrılmak yanlıştır”
diyerek iki çizgi mücadelesinin olanakları hakkında “takdir edilebilir” bir
yaklaşım göstermenize rağmen bu arkadaşların “tasfiyeci”, “çözücü” “bozguncu”
ve “dağıtıcı” tutumlarına kucak açmanız “birlikçi” politikanızın değindiğimiz
zaafına işaret etmektedir.
Bir taraftan “dört kriter” vurgusu yapıyorsunuz diğer
taraftan “demokratik merkeziyetçi” olmayan, çoğunluk iradesini reddeden “çizgi”
üzerinde durup gene sizin gibi davrananlara kucak açıyorsunuz.
Hem de “onlara rağmen”! Bu kötü yolda yalnız
yürüyeceksiniz ya da -en azından- biz yanınızda olmayacağız!
Aynı konudan devam edelim tartışmaya:
“Fakat TKP/ML son on yılı aşkın bir süredir geçmiş
kültürümüzden hızla kopmakta ve saflarında ayrılık ilan edenlere karşı kaba ve
sekter bir çizgi savunarak pratikte bunu şiddete kadar vardırmaktadır. (…) Bunu
... polemik yazılarında açıktan açığa savunmaktadırlar.
Aynı politikaları (…) GÖK-Yeniden İnşa-Devrimci Dönüşüm
vb. kesimlere karşı politikasını şiddet uygulamalarına kadar vardırmış
durumdadır. (…) Örgütsel ayrılık ilan edenlere karşı ‘zor kullanmayı’politika
haline getiren TKP/ML bu sekter politika tarzını değiştirmelidir. Parti içinde
çelişkilerin çözümünde asla bu yönteme başvurulmaz”… (Sf. 25)
Ve devam ediyor ST öğretmeye; iç sorunların çözümü
hakkında yöntem sunmaya!
Öncelikle “saflardan ayrılık ilan edenlere karşı” şiddeti
“açıktan açığa” savunduğumuz iddiası daha önceki ithamın abartılı hali olarak
daha da şaşırtıcı olmuştur. Bunun için alıntı verilseydi, “okurlardan” sonra
belki bizi de ikna ederlerdi! Böyle bir savunu yok! Çünkü böyle bir olay yok!
Kimse “saflardan ayrıldığı” için düşman kabul edilmez ya da ceza gerektirecek
bir değerlendirmeye tabi tutulamaz.
Bunun bir tek örneği yoktur.
Cezalandırılanların suçu özellikle kendileri
tarafından bilinmez değildir. Onların suçu, ayrılmak değil, partiyi çözmek,
dağıtmak amacı içeren yalanları ve buna uygun davranışları olmuştur.
Kendilerine iletilen tüm uyarılara rağmen bahsi geçen suçları işlemeye devam
etmişlerdir.
Partinin, devrimin, halkın çıkarlarına yönelik suçlara
karşı gerektiğinde şiddete başvurmayı “asla” diyerek reddetmek, değerlere
yapılan saldırıları yanıtsız bırakma olur ki, bu da gerçek adalet anlayışında
sakatlık-yetmezlik doğurur.
TKP/ML’nin uyguladığı şiddet açıkladığımız bu anlayış
çerçevesinde gerçekleşmiştir. Yukarıda alıntıladığımız cümleler bu
anlayışımızla hiç alakası olmayıp yalan-yanlış ve de çarpıtmadan ibarettir. Bu
tanımları yapmaya mecburuz. Çünkü ST’nin suçlaması bizim için çok ağır ve büyük
bir haksızlık içermektedir! Cezalandırmalar eleştirilmez değildir
elbette.
Ancak “saflardan ayrılma nedeniyle” iddiası üzerinde
yapılan suçlamalar eleştiri değil, hakarettir! ST’nin suçlamalarındaki
haksızlık ve tarafgirlik bununla kalmıyor, devam ediyor. “GÖK, Yeniden İnşa,
Devrimci Dönüşüm vb. kesimlere” diyerek “partiden ayrılma yanlışı”na “grup”
olarak düşenlerden bahsediyor ST. Biz bunları değinilen adlarla anmıyoruz.
Nitekim ilk ikisi bir “grup” olmayı sürdürememiştir.
Burada amacımız onları “küçümsemiş” olmak değil. Veya
buna göre bir görüş oluşturmak da… Umurumuz da değil ne oldukları! Gerçek
olandan bahsediyoruz sadece. Çok açık ki bu sonucun nedeni “şiddet”imiz
değildir. Sonuncusunun da ne olduğu ve ne olacağı bugünden bellidir.
Bir tür kaçış yöntemi olarak “ayrılık ilan etmeyi”
benimsemiş olmaları geleceklerini belirlemiştir…
Şunu belirtmekte fayda görüyoruz:
Bugüne kadar ve bugünden sonra da devrime sunacakları
hizmet, onların esasen “kaçmak” olarak tanımladığımız özelliklerine rağmen
vardır. Bu olumsuzlukları onları düşmanlaştırmaz. Hatta devrimcilik için bizim
tanımlamalarımıza da ihtiyaçları yok. Ancak “saflardan kaçmak” adına
kullandıkları saldırgan biçimleri affetmemiz mümkün değildir.
Bunun gereği esas olarak şiddet değildir. Şiddete “sadece”
zorunlu halde başvurmak ilkemizdir.
Aynı cümledeki “vb. kesimlere” ifadesi de dikkat
çekicidir. Bu neyi ifade etmektedir?
--Olanları sıraladıktan ve isimlerini de “aynen”
belirttikten sonra, başka benzeri kesimler de varmış gibi neden bu “ilave”yi de
yaptınız?
-- Sıralamayı isimleriyle “aynen” sürdürmeye mürekkebiniz mi
yetmedi?
Yoksa olmadığı halde “varmış hissi” vermeyi mi
amaçladınız?
--Neden bu manipülasyon?
Nedeni açık. ST bizi “ayrılık ilan edenlere şiddet
uygulamayı ilke haline getirmiş” göstermeye ant içmiştir. Bu doğru olmayan ve
gerçeklere de dayanmayan iddiasını ancak böyle “çirkin” yöntemlerle, kalemi
“hor” kullanmaya dayalı yaklaşımlarla güçlendirmek istiyor. Bu yöntemi,
üslubu kınıyoruz ve devrimci hareketin en alt seviyesi ilan ediyoruz! Cümleleri
takip ettiğimizde sadece kendi iddialarına dayanan akıl vermelerle
karşılaşıyoruz.
Hiçbir şekilde söz konusu olaylara dair
açıklamalarımızın konu edilmediğini görüyoruz: “Bir yandan bunu yaparken öte
yandan da Maoist Komünistlerle değişik sebeplerle ayrı düşen yoldaşları ise
pragmatist temelde kullanma siyasetini hayata uygulamaktadır.” (Sf. 26)
Gene gerçeklere dayanmayan bir iddia!
Bildiğimiz kadarıyla tartışma konusu yapılan Sevda
ve Rıza yoldaşlardır. Bu yararsız bir “tartışma” ve girmeyi
genel olarak uygun görmüyoruz.
Bu şehit yoldaşların özeleştirileri ve yoldaşlar ile yapılan
görüşmelerin yazılı olarak bulunduğunu kendileri de bilmektedir. Ve
“pragmatist temelde” ifadesi ile ilgili olmayan bir ilişkinin temeli
atılmıştır, yoldaşlarla. Bu konudaki herhangi bir aksi iddia “kara çalma”dan
öte bir anlam içermeyecektir.
Adı geçen bu yoldaşlar dışında, arkadaşların bu
iddiasına neden olabilecek başka bir ilişkimiz de yoktur, olmamıştır.
Sonuç olarak, “saflara katılmak isteyenler” haklı bir
neden olmadıkça engellenemezler. Bu tüm yapılar için geçerlidir. Bizim için de
temel sorun “hukuki/örgütsel” bir engelin kalmamış olmasıdır… Sonuçta bu gibi
durumlar için oturmuş bir norm vardır ve bugüne kadar bunun dışına
çıkılmamıştır.
BİRLİK KARŞITI DURUŞ
ST “birlik karşıtı duruş”umuzu haklı göstermeye çalışırken,
meseleyi salt birlik metnini sorgulamaya dönüştürdüğümüzü iddia ediyor.
Duruşunu açıklamak yerine diğerini sorgulamak elbette eksik bir yaklaşımdır.
Ama ne tuhaf ki yazının o bölümünden sonra, “samimi” bulmasa da ayrılığa
tavrımızın, duruşumuzun esası olduğunu yine kendisi açıklıyor! Üstelik yazı
bütününde kitlemizi ve hatta parti üyelerini bir avuç önderin pekala
aldatabildiğini de ima ediyor…
Anlaşılan ST sorunun nerede olduğunu çözemiyor. Bir görüşünü
reddeder içerikte bir başka görüş ileri sürüyor. Bunun nedeni arkadaşların
gerçeklerle bağlantısızlığıdır…
Şu cümlenin gerçeklikle bağı nedir?:
“TKP/ML günlük açıklamalarında birlik diye bir sorunlarının
olmadığını iddia etmesine karşın, kitleler tarafından eleştirildiğinde kendi
politikasını savunmak ve neden ayrı kalmamız gerektiğini kitlelere anlatmak
yerine…” (Sf. 35) Arkadaşlar nerede yaşanıyor bunlar? Hangi “kitleler”
eleştiriyor? Kuşkusuz öğrenmek isteyenler vardır ama “kitleler eleştirdiğinde”
ifadesi bunu anlatmıyor.
Olmayan bir şeyi var gibi yazmak ve onun üzerinden
eleştiri yapmak kendi görüşüne, duruşuna güvenmeyenlerin, kendinden emin
olmayanların yöntemidir.
Bu yöntemi polemik yazılarında esas hale getirmek, düşünce
geliştirmeye, tartışmaya katkı sunmaz, bilakis onu engeller. ST, aynı yazı
içinde başka bir yerde “birlik karşıtı duruşumuz”u haklı göstermeye
çalıştığımızı iddia ettikten sonra şunu da yazıyor:
“TKP/ML, ’92 birliğini dayanaksız bir şekilde yapılmaması
gereken bir birlik olarak gördüğü gibi ’94 ayrılığını da yapılması gereken bir
ayrılık olarak savunmaktadır.” (sf. 35) Ve çok değil dört sayfa sonra da -ama
unutacak kadar sonra!- “ ‘Biz ilkeli birlik istiyoruz’söylemiyle sanki
Maoistler ilkesiz birlik istiyormuş izlenimi vererek birlik karşıtı duruşunu
gizlemeye çalışmaktadır” diyebiliyor. (Sf. 39) 43 ST’ne göre biz
“birlik karşıtlığı”nı açıkça savunurken, “birlik karşıtı” duruşumuzu gizliyoruz!...
Ama yine biz bir yandan da birlik karşıtı duruşumuzu
haklı göstermeye çalışırken, birlikçi görünmeye de çalışıyoruz! Yazdıklarınıza
ne kadar inanıyorsunuz, bilemiyoruz, merak da etmiyoruz. Amaç, tutarsız, ne
savunduğunu bilmez, kendisiyle tamamen çelişen bir TKP/ML imajı çizmekse
diyecek söz kalmıyor! Sadece bu yolun sizi düze çıkarmayacağını belirtip, uyarmakla
yetiniyoruz!
“FESHEDİN GELİN”…
Biz “ilkeli birlik istiyoruz” diye bir yaklaşım içinde
değiliz. Gündemimizde birlik bulunmamaktadır ki, onun ilkeli olmasını
isteyelim. Buna karşı ST’nin savunmakta olduğu birliğin sadece ilkeliliği değil
aynı zamanda samimiyetine de inanmıyoruz. ST bizlerin “birlik karşıtı duruşu”nu
eleştirirken ne tutarlı gözükmektedir ne de samimi. Gene de ekleyelim: “Tutarlı
ve samimi olsalar” da birlik gündemimize girmez. Çünkü ST başından beri
partiyle yürümemiş, partili olmada dirayet gösterememiş bir çizginin
temsilcisidir.
Bunun değişmesi onun gerçek bir muhasebe yapmasını
gerektirir. Bu da bize karşı bir tutarlılık, samimiyet değil kendine karşı bir
tutarlılık ve samimiyet gerektiriyor. Ayrıca bunun için, bu süreci tamamlamak
için yeterince malzeme vardır; olmayan şey doğru bir incelemedir.
ST “Tüm Maoistlerin temel görevlerinden birisi birlik
adına ilkesizlikleri savunan sözde ilkeli birlik savunucularına karşı kitleleri
bilinçlendirmek ve mücadele etmektir” (Sf. 39) diyor. Gene kitlelere yönelik
yanlış bilinçlendirme içeren bir cümle… Bu apaçık bir manipülasyondur.
Kuşkusuz, tanımlanan “savunuculara” karşı mücadele
anlamlıdır ama öncelikle onların gerçekten “savunucu” oldukları bizatihi kendi
kararları ve görüşlerinden hareketle ispatlama yoluna gidilmelidir… Onlar siz
adlandırdığınızda öyle olmazlar. Eğer gerçekten “öyle oldukları”nı
kanıtlarsanız mücadelede başarılı olmanız ihtimali olur.
Aksi halde kendinizi yorarsınız ve elbette okurlarınızı da
!...
Aynı yöntemi “mükemmelliyetçilikten kurtulamamak” hakkında
yazarken de kullanmış ST. Yazar hiçbir özeleştiri vermediğimizi iddia ediyor bu
bölümde. Onlarca yanlışa, ağır suçlara rağmen özeleştiri vermemek, dolayısıyla
kendini hatasız görmek!... ST yazarı kısa yoldan bu tanımı yapıyor. Anlaşılıyor
ki yazar geçmişi incelememiş ya da objektif değerlendirememiş, kendini bunlardan
soyutlamış; ama aynı zamanda pek muteber bir noktadan, seviyeden yorumlar,
tanımlar yapmış.
Meselemizin “kendini hatasız görmek ve özeleştiri vermemek”
olduğu söyleniyor:
Daha önce özellikle ticaret ve “şiddet” olgularına
değindik.
ST bu konuda “hatasızız” söylemimize şunu da eklemektedir:
“Söylenenler esas olarak şunlar olmaktadır:
Bizlere darbe yapılınca biz de bunu yapmak zorunda kaldık,
onlar şunu yapınca biz de bunu yapmak biçimindedir.” Devamında, geçmişte
kendilerinin yaptığı gibi “bizim de bazı eksikliklerimiz oldu” biçiminde
ifadeler kullandığımızı iddia ediyor, ST yazarı: “Ya da en fazla tüm
eleştiriler karşısında ‘bizim de çok tali, çok küçük, çok etkisiz bazı grupçu
eğilimlerimiz oldu’demekte ya da benzer başlıklara bir kelimelik vurgu yaparak
sorunu diğer tarafa yüklemektedir.” (Sf. 40)
Hemen belirtelim:
Biz bu süreçleri ST’nin oraya koyduğu gibi
tartışmadık, tartışmıyoruz. Bu çok ilkel bir tarz:
“Karşılıklı hatalarımızı ortaya koyalım ve onları mahkum
edelim! Siz şunları yaptınız biz de bunları yaptık, yapmak zorunda kaldık. Ama
siz başlattınız”! Biz böyle tartışmalardan, yaklaşımlardan haberdar değiliz. ST
bunun nerede olduğunu açıklamalıydı, ama bunu yapmıyor. Çünkü bu bir
kurgu, gerçek değil.
ST bizim ağzımızdan cümleler kuruyor ve kurduğu bu
zavallılık örneği cümleleri küçümseyerek eleştiriyor. Bu bir stand-up’ta hoş
karşılanabilir ama bir siyasi polemikte akılsızca duruyor! Bahsi geçen süreci
darbe ve darbe merkezli değerlendirdik ve bunda da haklıyız.
Sizlerin şimdi “stratejik”, “birincil” dediğiniz görev
yani birlik, o koşullarda darbenin saldırısı altındaydı. Tüm zaaf ve
eksikliklerine, yetmezliklerine rağmen darbeye karşı mücadele ve darbeye karşı
tavır belirleyici tutumdu. ST’nin görmekten ısrarla kaçındığı budur. Yoksa
kimsenin “mükemmel bir tavır alındı”, “ufak tefek eksiklikler oldu, ama
iyiydik”, “karşılıklı hatalarda siz daha ilerdeydiniz”, “grupçu davrandık ama
önemli değil” dediği yok.
Bu çocukça bir tartışmadır ve sonuçsuz, aynı zamanda
anlamsızdır. Dediğimiz gibi böyle yaklaşımlardan haberdar bile değiliz. ST
ayrıca “kendini fesh et gel” “çiğliği ve gayri ciddiliği”yle hareket ettiğimizi
belirtiyor. Böyle “şaşırtıcı” iddialar okundukça yazı iyice cazibesini
kaybediyor. Absürd durum olağanlaşıyor!
Şimdi bunları reddettiğimizde ne olacağını merak ediyoruz?!
“Kendinizi feshedin gelin” çağrısını “gizli” yapmakla
suçlanacağız herhalde!!! ST dergisinin 38 ve 39. sayfasında, 4. maddede
“kendini feshetmenin” neden mümkün veya doğru olmayacağını anlatmış arkadaşlar.
Bu bölüm bir tür “gölgesiyle konuşma” üslubu içeriyor bizim
için. Kimseden kendisini feshetmesini istemedik. Bu anlamsız bir
istektir. Kaba ve meselenin özünü çözümlemeyi içermeyen, gereksiz tartışmalara
yol açacak bir talep olur bu. Siyasi açıdan da içi boştur.
ST bu yorumu nelere dayandırmaktadır?
Asıl mesele bu! Tartışılan nedir? Tartışılan “ayrılığın”
zeminidir.
Dolayısıyla “partiden ayrılmanın yanlışlığını”
tartışıyoruz.
Bugüne kadar ST’nin sahip olduğu çizgi, bu “yanlışlığın”
savunusu üzerine kuruludur. Şimdi DABK’ı mahkum etmeleri ve konu ettiğimiz
yanlışlığı “karar altına almaları” bu gerçeği değiştirmiyor. “Bir arada
olunamaz” dediğimiz budur. Bu çizgiyi dışlamak, kendinden görmemek, hiçbir
biçimde kabul etmemek neden “kendini feshet gel” demek olsun?
Biz…. ST’ne bulunduğu zeminle hesaplaşması gerektiğini
söyledik. Darbe ile bağını açık ve net olarak ortaya koymalıdır
dedik.
Darbeyi gizlemenin, olmamış göstermenin sorumluluğunu
anlattık. Bunlardan yola çıkarak “kendini feshet gel” çağrısını yapmak
bizim dışımızda bir olaydır.
Çünkü “kendini feshedip gelmek” bir tür birleşmedir.
Bugüne kadar niyetimizin bu olduğunu içeren bir açıklama yapmadık. Çünkü
“bulunduğu zemini” doğru kavramak veya kabul etmek bir süreçtir.
Bu süreç tamamlandığında yeni sürecin ne olacağı
şimdiden tam veya esas olarak kestirilemez. Üstelik bu, öncelikle öznenin
kendisi tarafından yapılabilir. Bunu biz saptayamayız. Biz bugün bulunduğumuz
zeminlerin temel farkından bahsediyoruz. Tartışmamız bununla sınırlıdır. ST tüm
ifadeleri, tanımları, “birlik” merkezli okumakta olduğundan “zemin
sorgulamasını” “onu reddedin ve gelin” diye yorumlamaktadır.
Oysa biz “sorgulayın ve gerçekliğinizi olduğu gibi
kabul edin” demekle yetiniyoruz. Kendiniz hakkında kararı, siz vereceksiniz. Bu
sizin yolunuz. Onu belirlemek bizim işimiz olmaz. Durduğumuz yerin
bilincindeyiz ve iradenize bu ölçüde bir saygısızlığı doğru bulmayız! “Feshedin
gelin” bir tür “birlik” anlayışıdır. Bizim bu içerikte bir birlik anlayışımız
olmadı. Buna rağmen güya bu “metni”miz üzerine yapılan yorumlar ST’nin kendini
nasıl bir “savaş”ın içinde gördüğünü ortaya koyuyor.
Meğer ne keskin kılıçları, uzun mızrakları, sert kalkanları
varmış, “çiğ bir davranışımızda” hepsini görmüş olduk. Bizi en çok etkileyen
son öldürücü hamle oldu. Eğer böyle yanlış bir birlik kararı iradeler
tarafından kabul edilirse, o durumda feshedilecek olanın TKP/ML olacağından
eminlermiş! Bu tartışmaya (feshedin gelin eksenli) “ciddiyetsiz” diyor
arkadaşlar.
Evet aynen öyle. Son noktayı da bu hamleyle “tartışma”nın
özüne uygun koymuşsunuz! Bu içerikteki bir tartışmayı sürdürmeyi doğru
bulmuyoruz. ST bu bölümün girişinde bir “konuşma”dan hareketle bunlardan söz
ettiğini ima ediyor. İfadelerin de bu konuşmaya dayandığı izlenimi
verilmektedir.
Açıkça belirtelim ki, nerede ve kiminle geçmiş olursa olsun
bu yaklaşımı anlamlı ve çizgimiz dâhilinde görmüyoruz. Sonuç olarak, birliği
mahkûm eden, baltalayan ve nihayet “terk” eden bir çizginin/ pratiğin ürünü
olarak tanımladığımız için kendilerine önerimiz varlıklarını bu şekilde
tanımlamalarıdır.
Fesih talebimiz yok. Çünkü kendileriyle birlik amacı
gütmüyoruz.
İLKELİ BİRLİK-----------------------------devamı var-45 den
İLKELİ BİRLİK…
Örgütsel birliğin gündeme geldiği yerde tartışma konusu
olması kaçınılmaz konulardan biri de bu olsa gerek… Öncelikle kimseyle ilkeli
ya da ilkesiz bir birlik tartışması içinde olmadığımızı belirtelim.
Olası bir birliği de kendi şartlarında tartışırız.
Kuşkusuz ideolojik birliği, politik çizgide hem fikirliği,
program ortaklığını ve halk savaşında ısrarı birliğin temeli kabul
ederiz.
Bunun sonrasında olacak şey, parti ilkelerinde, temel
tüzük ilkelerinde gönüllü ve samimi beraberliktir.
Zira ilk dört unsuru hayata geçirmenin yegâne koşulu
parti ilkelerinde yakalanacak üst düzey birlikteliktir. Güçlü, çelik disipline
sahip, demokratik merkeziyetçiliği tam olarak benimsemiş bir yoldaşlık ilişkisi
olmadıkça ilerlemek mümkün değildir.
Kuşku yok ki, bu aynı zamanda bir süreç sorunudur.
Yani bu hedefe, bu ilkelere sahip olduktan sonra her şey tamamlanmış
olmayacaktır. Sorunlar, kopuşlar, tasfiyeler, gerilemeler olabilecektir. Ancak
her şey, nihayet bu ilkelerin benimsenmesine dönük ele alınacak ve
çözümlenecektir.
Bu ilkelerde beraberlik olduğu sürece hatalar
kavranabilir ve aşılabilir. Meseleye bakışımız öz itibariyle ve kısaca
böyledir.
Şimdiye kadar anlattığımız, “esas” yönleriyle
uygun/doğru görmediğimiz ST’nin “birlik” çağrısı, parti anlayışını ve bunun
özgülünde tarihsel yapısını/karakterini analiz etmeyi içermediği ya da başara[1] madığı
için “ilkesiz”dir. Bu öneriye “evet” dememiz mümkün değildir. Buna evet
demek, “partiye darbe suçu”na ortak olmak demektir.
Bu başlı başına bir ilkesizliktir. ST “ilkeli birlik”
isteğinde olduğumuzu belirtirken yanılgı içindedir.
Onun çözümlemesi gereken, bizim söz konusu sürece dair
değerlendirmemizin önerisiyle ilişkisidir. İlkesizlik, bu ilişki
çözümlenmedikçe devam eder. Çözümlendiğinde ise ya birlik gündemlerinden
kalkacaktır ya da ST’nin bakış açısı “önemli derecede” değişecektir.
Tekrarlayacak olursak:
Bizim “ilkeli birlik istiyoruz” biçiminde bir söylemiz
yok. Bu söylemin gerçek kaynağı hakkında bilgi sahibi değiliz. ST
“bu söylem”lerinin kaynağından söz etmiyor. Ama aynı bölümdeki şu ifade
düşündürücüdür: “…
nasıl bir ilkeli birlik sorularını açıklamak yerine ‘siz
darbecisiniz biz komünist; siz tasfiyecisiniz biz komünist’söylemleriyle
kendisi için hayati olan bir sorunu çözmekten uzak durmayı tercih etmektedir.”
(Sf. 39) Bu cümlelerde “ilkeli birlik” söyleminin ST’ndeki öneriye yanıt olarak
oluşmadığı düşüncesi var.
Zira “birleşemeyecek iki grup”tan bahsediliyor:
Darbeciler ve komünistler! Bunlar arasında “ilkeli
birlik” mümkün müdür?
Hayır, değildir!
O halde ST neden bu söylemi tartışma ihtiyacı duyuyor?
Onun derdi/sorunu “darbeci-tasfiyeci” olmadığını, bu iddia
sahiplerinin yanlış değerlendirme yaptıklarını ispatlamak olmalıdır… Çünkü
söylemin kaynağı budur.
Tasfiyecilikle, darbeyle birlik olamayacağını, olacak
birliğin ise ilkeli olamayacağını herkes bilir.
ST “ilkeli birlik” nasıl olur açıklayın diyor. Bunun
cevabı bilinmez değildir ki, bakın siz bile “kriterleri” dizmişsiniz! Üstelik
partinin bir varlık zemini zaten vardır. Bu zemin ile uyumlu olanlarla
birleşmek, uyumsuz olanlarla mücadele etmek gerekir.
O zemine ihanet edenlerle ise mesafeli olmak gerekir!
AYRILIKÇILIK…
ST’nin manipülasyon yaptığı önemli konulardan biri de ve
elbette şimdiye kadarki iddialarıyla uyumlu olarak, “ayrılığı meşrulaştıracak
çok tali” konuları öne çıkartmamız ve -birliklere düşmanca yaklaşmamızı öne
çıkarmak üzere- “ayrılıklar” hakkındaki düşüncelerimizdir.
“TKP/ML’nin 94 ve sonrası ayrılıkların hep[1]sini
incelediğimizde (inceleme dedikleri kulaktan dolmalardır -Partizan) göreceğiz
ki yoldaşlarımız ayrılıkları temel ilkeler üzerinden değil, herhangi bir
sebeple yapabileceğini savunmaktalar, “çünkü ‘darbeciler’ dışındaki üç beş defa
daha bölünmesinin ya da bölünme niteliğinde insan yitirmesinin nedenleri de
yine darbeci, bölücü, yıkıcı, tasfiyeci, parti düşmanı biçiminde ortaya koymaktadır.”
(Sf. 37)
ST sapla samanı karıştırmayı, olguyu bilmeden, incelemeden
karar vermeyi, işine geldiği gibi anlamayı seçerek ipe sapa gelmez eleştiriler,
tespitler yapmaktadır. TKP/ML’nin ST’nin formüle ettiği gibi bir savunusu
nerede gerçekleşmiştir?
Hiçbir yerde! Düşler içinde misiniz? Yoksa birilerini
düşlere gark etmeye mi niyetlisiniz? Ortaya atılan “ayrılık savunuculuğu”,
“herhangi bir kararın uygulanmamasının ayrılık için yeterli olduğu” fikirleri
arkadaşların yorumudur.
Kulaktan dolma “incelemeler”i onları bu fikre ulaştırmış.
Bizler hakkındaki “fikir”lerinin pek olumlu olmadığını hep biliyorduk.
Hakkımızda pek çok yere “aktarılan bilgilerin” niteliği artık bizleri
şaşırtmıyor. Parti üyelikleri düşürüldükten sonra kimi “sıkıntı”larını paylaşanların
durumu hakkında kardeş partilere verilen bilgilerdeki abartılar, doğru olmayan
bilgiler bizleri bu tutuma karşı epey hazırlıklı kılmış durumda. Şimdiye kadar
önemsemedik. Bundan sonra da önemsemeyeceğiz bu kuru gürültüyü.
Yukarıdaki alıntılar bir iki cümleden ibaret değil, yazıda
denebilirki “yeterince” yazmışlar. Oysa bahsedilen süreçlerde savunageldiğimiz
bir ayrılık yok. Bazıları ayrılmayı seçmiştir, bazıları disiplini
benimsememiştir. Sonuçta hepsi partiyle yürümede güçsüzlük göstermiştir.
Ayrılanları eleştirdiğimiz, bölücü, parti düşmanı vb.
olarak nitelediğimiz doğrudur.
Sonuç olarak her biri ayrı
değerlendirilip nitelikleri saptanmış ve tanımlanmıştır. Ayrılmaları bizleri
onlar hakkında değerlendirme yapmaktan, onları tanımlamaktan alıkoymaz. Bu
nedenle suçlanmamız ya da eleştirilmemiz anlamsızdır.
Ancak değerlendirme ve tanımlamalarımızın eleştirilmesi
mümkündür. Bunun için de somut bilgi, tartışma gerekmektedir. ST bu bölümde
aynı sayfada “Partiden atma”lara değiniyor.Ayrılmalarla üyelikten düşürülmeleri
ST’nin aynı kategoriye yerleştirmesi ve bunlara aynı biçimde “kalkan” olmaya
çalışması pek hayırlı bir davranış değil. Objektif her okuyucu için de
bu, dikkat çekici olmalıdır!
ST bu “ayrılıklar”da “birlik zemininin” olup olmadığının
sorgulanmadığını iddia ediyor. Bu bilgiye nereden ve nasıl ulaşıldığı “meçhul”!
Oysa meçhul değil, o kulağa akan bilgilerin kaynağı ve o bilgilerin ne tür bir
inceleme ve düşünme yöntemiyle harmanlandığı çok açık…
Üyelikten düşürülmeler, bireyin parti ile
olan “sözleşmesinin” tam da ST’nin ifade ettiği gibi, bireyler tarafından
gönüllü olarak “çiğnenmesi”nden ileri gelmektedir. Kendisini iradenin bulunduğu
organın, organın dahil olduğu hiyerarşinin üzerinde gören ve bundan hareketle
irade ve eylem birliğini bozan kimseler, nihayet partiden atılırlar.
Nihayet diyoruz, çünkü atılmalar bir sürecin sonunda
olur.
Her “bir karara uymayan, bir kararı tanımayan,
eleştiren kişi atılır” diye bir kaide yok. Eylemin ve eylemcilerin şartları,
savunuları, devamlılık, anlayış düzeyindeki gelişmişlik vs. dikkate değerdir.
Asıl sorun elbette eylem birliğinin bozulma derecesidir!
Şunu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde vurgulayabiliriz
ki, partiden atma son tercihtir ve arzu edilmeyendir. ’94’ten
sonra, bir başka “birlikçi” KKSG dışında “ayrılık” ve “bölünme” diye
nitelendirilebilecek bir pratiğin olmadığını da belirtmek gerekir.
Bazı üyelerin üyeliklerinin düşürülmesi bu kategoriye
sokulamaz. ST uzun zamandır belirgin gerçekliğe rağmen bu konuda
manipülasyon yapmaktadır. Gereksiz ve yıpratıcı tartışmalar, suçlamalara bu
derece yaslanmaları ST’nin sürecimize bakış açısındaki derin
subjektivizmin sadece bir sonucudur.
Bir taraftan “birlik” metni, diğer taraftan bu derecede
manipülasyon ve yıpratıcı faaliyet başka türlü açıklanamaz. Arkadaşlara
aklıselim düşünmelerini ve davranmalarını tavsiye edeceğiz… Bilmediğiniz, vakıf
olmadığınız konularda bir ölçüde mütevazı olun, “bildiklerinizle” hareket
etmeyi abartmayın. Başkalarının sahasına girdiğinizde ve onlar hakkında yorum
yaparken tevazu gösterin…
“Birlik zemini sorgulanmadı” ve “derhal ayrıldılar, attılar”
demek için hiçbir haklı nedeniniz yok. Olamaz, çünkü bu gerçek değil. Sonuç
olarak anlayış düzeyinde parti iradesini hiçe sayan, kendini onun üzerinde
gören, onu beslemeyi değil yalnızca yönetmeyi arzu eden, onun üstünlüğünü inkar
eden tutumlar nihayetinde dışlanırlar…
Üyeliklerin sonlandırılmasının temel nedeni budur. “Bir
karar uygulanmaz ya da yanlış uygulanırsa sizlerin de o yapıdan ayrılmanız ve
atılmanız için ye[1]terli sebep ortaya çıkmış demektir” diyebiliyor ST.
İnanılmaz bir cüret! İspatı mümkün olmayan bir iddia; ancak ispata gerek
duymama durumunda bu derecede cüretli gündeme gelebilirdi. Bizim bahsi geçen
yaklaşımı savunduğumuza dair tek bir kanıt sunabilselerdi ne iyi olurdu! Ama
yok.
Kimsenin de kanıt aramayacağını düşünüyorlar. Neye dayanarak
bu absürd yaklaşımı yakıştırıyorsun demeyecek hiç kimse! Bu kara çalmayla
sadece kendilerini ve gerçeklerden kopuk olanları, sürecin dışında
olup ilgisiz kalanları aldatabilirler. Biz ise onların “birlik”
amacındaki samimiyetsizliğini bir kez daha tecrübe etmiş oluruz…
PARTİ TARİHİ VE “TARİHİ” MUHASEBE…
ST, 1. Kongre belgelerini değerlendirmememizi sorumsuzluk
olarak eleştirmekte, “TKP/ML Maoist partiye karşı sorumluluk hissetmeden
bir yere varamaz” demektedir. Hiç şüphesiz Maoizm adına konuşanların, tarihimiz
hakkında kararlar alanların görüşleri bizleri bir başka ilgilendirir. Ancak
bu onlarla ilgili “sorumluluk duymamızı” gerektirmez.
Bununla beraber ST’nin eleştirisinin görece haklı olduğunu
kabul etmiyor değiliz. Bizim için asıl problem henüz bütünlüklü bir
tarih sentezi yapmamış olmamızdır. ST’nin değerlendirme sorumluluğu
taşıdığımıza dair öne sürdüğü belgeler ise bir sentez olmaktan çok karmaşık
olayların anlatımıdır. Doğru bulmadığımız anlatımlar ve sonuçlar olduğu gibi
yöntemini de sağlıklı bulmuyoruz. Şimdi bu belgeler karşısında duyduğumuz asıl
sorumluluk zaten kendini öteden beri zorunlu bir gereksinim olarak da[1]yatan
“tarihimizin bir sentezini” gerçekleştirmektir.
Ki bu aynı zamanda geleceğimizin sağlam bir temel
üzerinde inşası için de zorunludur. Diyebiliriz ki, doğru bir sentez
aynı zamanda mevcut koşulları ve önümüzdeki yılları doğru kavramış olmanın da
sonucu olacaktır. Ancak ne yapmakta olduğunu, ne yapacağını bilenler geçmişin
sentezini de esas olarak başarırlar. Bu düzeydeki bir tarih kavrayışı,
olayların anlatımını temel mesele haline getirmekten de büsbütün ayrılır. Böyle
bir kavrayış güne ve geleceğe yön veren esas akımların idrakinde olup tarihi
sentezlemeyi başarır.
ST’nin sunduğu malzeme böyle bir sentezin parçası olabilir.
Ama kendisi olamaz! Ona karşı duyarlılığımız bu çerçevede mümkündür.Ancak ondan
önce sorumluluğumuzun gerçekten tarihi sentezleyecek niteliğe gelmek olduğunu
tüm açıklığıyla ve çekinmeksizin belirtmeliyiz. Bu da bizim bunun parçası
olabilecek belgelerle ilişkimizin düzeyini, sanırız anlaşılır kılacaktır!
DEH-KOM VE DEKLARASYON “Ayrılık noktaları”nda ST,
“DEH-KOM ve Deklarasyon” konusuna da yer vermiş. Bu alan özgülünde aramızda
önemli farklılıklar olduğu doğrudur ancak biz burada farkları
tartışmayacağız. Dikkatleri yanlış bilgilendirmelere ve yanlı yönlendirmelere
çekmek istiyoruz.
ST bu konuyu hem yüzeysel hem de son değerlendirme ve
kararlardan “bihaber” ele almıştır. Kuşkusuz böyle olmasından direkt
kendilerinin sorumlu olduğunu söyleyemeyiz.Ancak DEH-KOM aracılığıyla bazı
gelişmelerden haberdar olmalarını umuyorduk!
ST, DEH-KOM ve Deklarasyon hakkındaki görüşümüzü
eleştirirken bir sorunumuzun da bu meseleyi uzun süre gündemimize almamış
olduğumuzu belirtmeliydi. Çünkü ST’nin eleştirisi II. MK tarafından yapılmış
değerlendirmeye dairdir ve partimiz bu meseleyi uzun süre ele almamıştır. Ama
artık bu süre tamamlanmıştır.
DEH-KOM’a yeni ve süreci açıklayan bir mektup yazılmıştır.
Birçok anlaşmazlığa açıklık getirildiği gibi bazı “önemli” eleştirilerimizin de
geçerliliğinin kalmadığı “itiraf” edilmiştir.
Örneğin “Mao Zedung Düşüncesi”
kavramının kullanımına yönelik eleştirinin bir hükmü
kalmamıştır.
Çünkü Partimiz MLM kavramını ’93’te kabul etmiştir.
Benzeri ve daha bir dizi konudaki değişiklik ve görüşümüz
DEH-KOM’a mektupla sunulmuştur. Burada üzerinde duracağımız konu, doğal olarak
mektup ve sunduğumuz görüşler olmayacaktır. Bu mektup, yanıt için beklenen
makul süre geçtiği ve bu kurumdaki gelişmelerden okunduğuna göre belli bir süre
daha ya da hiç yanıt alınamayacağı anlaşıldığı için bu yazıyla aynı tarihlerde kamuoyuna
açılacaktır.
Bizim için halihazırda temel sorun DEH ile ilişkimizin
netleşmesidir. Bilindiği gibi SB adına yapılan söyleşideki ifadeler nedeniyle
DEH üyeliğimize son verildi. Bu karara itiraz etmekle beraber onu bir gerçeklik
olarak kabul ettik. Henüz ilişkimizin düzelmesi için bir çaba içindeyiz. Bu
çabamız “üyelik” ile sınırlı değildir. Ve hatta esas olarak DEH’in yapısıyla
ilgilidir. Çünkü üyeliğimizin sonlandırılması da bu yapıya dönük
eleştirilerimizin kabaca ve yersiz biçimde getirilmesine dayanmaktadır.
DEH’e yönelik eleştiride gerekenlerin uygulanmadı, bu
anlamda görevlerimizi yerine getirmede başarısız olduğumuzu kabul ediyoruz.
Çabamız bu süreci normalleştirme ve sağlıklı çalışma ortamının yaratılması
içindir. Bu konudaki eleştiri ve tespitlerinde ST görece haklı olsa da DEH ve
deklarasyonla ilişkimizin onun belirlediği veya bildiği gibi olmadığını
özellikle vurguluyoruz. Şimdiki durumda “olumsuz ilişki”nin düzeltilmesi
çabasından söz edilmelidir.
DEH üyeleri özellikle de DEH-KOM üyeleri sürecimiz
hakkında önemli derecede yanlış veya eksik bilgilere sahiptir. Bu durumdan asıl
olarak bizler sorumluyuz. Bununla beraber “yanlış bilgilendirmeler”le
-bilgilenme dar/sınırlı olduğu halde- sürecimizle ilgili kesin sonuçlar çıkaran
ve tavır geliştirenler de bundan sorumludur. Ne yazık ki, ilişkilerin
düzeltilmesi daha doğrusu normalleşmesi, arada “yığıntı”dan kurtulmayı da
gerektiriyor.
ST’nin ortaya koyduğu “ayrılık” unsuru bu bakımdan somut
duruma uygun değildir. Onun belirttiği ayrılık geçmişte kalmıştır. Asıl ayrılık
noktası DEH’in yapısı ve çalışmaları hakkında olabilir. Belirttiğimiz gibi onun
da tartışılması için henüz erkendir ve yeri de burası değildir.
MAOİZM…
ST Maoizm konusunda epey ilerlediğinden bahsedip bizlere de
sözde değil özde Maoizm’i kavramamız gerektiğini salık veriyor. Hiç şüphesiz
“Maoizm’i sözde değil özde kavrayın ve uygulayın” öğüdünü saygıyla karşılamak
gerekir. Bu öğüt ST gibi esas olarak olumsuzladığımız bir yapıdan da gelse,
kendi başına anlamlıdır ve hatta gereklidir. Bizlerin bu ve benzeri öğütlerle
sorunu olmaz.
Sorunumuz öğüdün kendisi değil sunuluş biçimi ve sahibidir.
ST, TKP/ML’nin yaşadığı bütün başarısızlıkların, olumsuzlukların temelinde
MLM’yi kavrayamama sorunu bulunduğunu inkar ettiğini ima ederken neye
dayanmaktadır, bilmiyoruz. Yayınlara, kitle toplantılarına yansıyan
kavrayışsızlık, kafa karışıklığı bir dereceye kadar anlaşılırdır. Bazı tezler,
görüşler ST tarafından eleştirilebilir, zaaflı görülebilir, yadırganabilir.
Bunlar doğru/haklı da olabilir. Ne var ki bu gibi olgulardan yola çıkarak
sorunlarımızın temelinde nihayet ideolojik yetmezlik olduğunu inkar ettiğimizi
söyleyemezsiniz.
Hiç kuşku duyulmayacak tezlerden biri de, yanlış yapma,
hatalı fikirler savunma, başarısız olma, gerileme ve hatta ilerleyememenin,
ideolojik yetmezliğin bir sonucu olduğudur. Dolayısıyla MLM’nin kavranışındaki
sorunlara işarettir. Bunu ifade etmek özel bir meziyet değildir. Bunu inkar
etmek hiç anlaşılır, kabul edilir bir tutum olur mu?
Elbette hayır!
Maoizm’in, proleter ideolojinin/biliminin doruğu olduğu
konusunda partimiz diğer Maoist partilerle hemfikirdir. ’93’teki Birlik
Konferansı’nda bu, karar altına alınmış ve o günden bugüne savunulmaktadır.
“Maoizm” kavramını kullanmamış olmak veya bu be[1]lirleyici kavramın kabul edilmesinde
gecikmek, hem yetmezlik göstergesidir hem de yabancı akımlara karşı mücadelede
uyanık olamamanın sonucudur, onların etkisinde kalmaktır.
Bu yetersizliği uzun süre yaşadık. ’93’ten sonra ise
formülasyon düzeyinde Maoizm’i kabul etmek onu tüm yönleriyle bilime nitel
katkı olarak kavramak bakımından önemli bir gelişme oldu. Ancak henüz bu
kavrayışın yeterli olmadığı tarafımızdan çeşitli zaman ve biçimlerde dile
getirildi. Maoizm’i kavrayıştan hareketle, Mao’nun Marksizm-Leninizm’e
katkıları ve Komintern’in hatalarına ilişkin
değerlendirmelerde, kitle çizgisi, iki çizgi mücadelesi, DEH’e yaklaşım ile
birlik politikası ve tarihsel gelişmelere bakışta ST’nin bize göre “bir hayli
mesafe aldığı” iddiası ispata muhtaç, pek de anlamlı olmayan bir iddiadır.
Yeri geldikçe belli konular üzerinde durulmaya devam
edilecektir ama DEH ile ilişkimizdeki sorunların diğer meselelerle
ilişkilendirilerek aleyhimize kullanılması, en azından kafa karıştırıcı olduğu
için doğru bir tartışmaya engeldir. DEH ile ilişkilerimizin ST’nin iddia ettiği
içerikte olmadığını belirtmemiz gerekir. Bununla beraber ST’nin DEH ile
ilişkileri genelde sıkı tutması mutlaka olumlu(!) etkilere de neden olmuştur.
Ancak bu tür bir kıyasa malzeme olamaz. Ya da bundan
hareketle epey ilerlendiği iddiası kanıtlanmış olmaz. Örneğin başarısızlıkların
nedeninin nihayet Maoizm’i kavramamak olduğunun kabulü, alınmış “epey bir
mesafe” değildir. Kuşkusuz bu doğrudur. Ama bunun reddedildiği doğru değildir.
Ve bunun kabul edildiğinin bir çözüm oluşturduğu da. Bu,sadece “çözmeye
yönelmek”te avantajlı bir konumlandırmadır. Asıl olan o avantajı kullanmaktır.
Bu noktada bir ilerlemeye ise tanıklık etmiyoruz.
“İlla da” kavramıyla bunun sağlandığı iddia ediliyor ise
buna kesinlikle katılmıyoruz. Maoizm’in kavranışındaki sorunlar hemen her
başarısızlığın da nedenidir. Dolayısıyla Maoizm savunuculuğu ilerlemek için
koşuldur. Ama yeterli değildir. Bizlerin “sözde savunuyu yeterli gördüğü” ise
ST’nin bir deli saçmasıdır: “TKP/ML Maoizm’i sıradan bir savunu, söylem olarak ele
almaktan kurtulmalıdır”
(Sf. 23)
Aynen öyle! “sıradan bir savunu” hiçbir yere götürmez. Peki
“illa da” kavramı “sıradan”lığın reddi, özellikli savununun kanıtı mıdır? Bu
konuda da üzgünüz… İçerik olarak Maoizm’in nasıl savunulacağı elbette ki
tartışmanın temeli olmalıdır.
Örneğin darbenin Maoist iki çizgi mücadelesi
anlayışıyla nasıl bağdaştığı üzerinde durulmalıdır.
Ya da Maoizm’in bunca lafzına karşın pratikte
gerilemenin sürüyor olmasının bir handikap olup olmadığı sorulmalıdır …
Sonuç olarak şimdi de içeriğe dair her eleştirimiz
kaçınılmaz olarak Maoizm’in düzeyinin sorgulanmasıdır. Ama “illa da” kavramına
dikkat çekip biçim açısından bir eleştiri yapacağız şimdi.
Daha önce de buna dikkat çekmiştik. “İlla da” kavramı
Maoizm’e yönelik bir vurgu için seçilmiştir. Bu kavramın ne anlattığı, neden
kullanıldığı üzerinde durmak gerekir. Bu kavramın “özellikle” anlamında
kullanılma derdi anlaşılır olmalıdır. PKP’nin kullandığı kavram budur. Ve amaç
günümüzün kavranması açısından bilimin ulaştığı doruğa vurgu için Maoizm’e
dikkat çekmektir. Bunu olumsuzlamak mümkün de değil. Hiç kuşku yok ki, Maoizm
bunları ifade eder.
Zira Maoizm, proletaryanın bilimsel ideolojisinin üçüncü ve
son aşamasıdır.
Eğer savunulmaz veya kavranmazsa Marksizm-Leninizm
uygulanamaz olur. “Özellikle” kavramı bu yaklaşımla çelişmez-uyumludur. Ancak “illa
da” kavramı “özellikle” anlamını içermekle birlikte bundan daha çok “her zaman,
her yerde, her şeye rağmen” anlamında kullanılan bir kavramdır.
Bilimsel bir öğretiyi, bilimsel özelliği olmayan ya da zayıf
bir kavramla savunduğunu ileri sürmek onun niteliğine aykırıdır ve pek
uygun/akıllıca değildir. Burada bir zorlama olduğu açıktır. Bir şeyi her
koşulda, her zaman (geçmişten gele[1]ceğe) ve/veya her şeye rağmen
savunduğunu/savunacağını iddia ediyor olmak “sorunlu” bir tutuma işarettir.
ST kavramın bu özelliğini/anlamını bilerek ve tam da öyle
olduğu için mi kullanmaktadır? Görebildiğimiz kadarıyla o kavramın bu
özelliğini/anlamını pek önemsememektedir. Onun “özellikle” bağlamında bir ele
alışından söz edilebilir. Ne var ki, “illa da” için bu anlam, bu tanımlama
yetersizdir.
Ya da ST “özellikle” anlamına denk düşen değil, onu aşan bir
kavram kullanmakla “yeni” bir tutum geliştirmektedir. Öyleyse bunu
açıklamalıdır. Neden “her zaman, her yerde ve nelere rağmen” Maoizm? Bununla
beraber bilimsel ilerlemenin sonsuzluğu ve zaman-mekan koşulu zaafa uğratılmış
olmuyor mu? “İlla da” kavramının bir özelliği-anlamı da önüne getirdiği ismin
uğradığı saldırılara, tahribata, hatta yenilgilere ya da içerdiği
olumsuzluklara, yetersizliklere, başarısızlıklara karşın tercih edilmesinin
zorunluluğuna vurgu taşımasıdır. “İlla da” kavramının bu anlamı nedeniyle
tercih edildiğini düşünmemizi gerektirecek ne var?
Son yıllardaki yenilgiler, burjuva ideolojisinin sağladığı
görece üstünlük vs. kavramın bu tarzda kul- lanımını gerektirmez. Kullanım özel
bir döneme aittir ve öteki anlamları içermemektedir. Ama ST’nin buna dair bir
açıklaması da yoktur. Açıklama bu yönde olursa bu kez tartışma farklı bir
mecrada yürür. Şimdilik böylesi bir vurguya ihtiyaç duymadığımızı belirterek
geçelim.
Biz, bilimi sırasıyla Marksizm Leninizm Maoizm olarak
formüle etmeyi uygun, yeterli görüyoruz, Maoizm’i sıralamanın sonunda olması
ona “özellikle” anlamını vermesi bakımından yeterlidir. Bunun ayrıca
belirtilmesi gerekli değildir diye düşünüyoruz.
Sonuçta Maoizm’e ayrıca vurgu yapmanın, onun
belirleyici özelliğini öne çıkarmanın anlaşılır olduğunu kabul ediyoruz. Bunu
kendi savunumuzla, formülasyonumuzla uyumsuz görmüyoruz.Ancak bunun için
bilimsel yönü eksik, sorunlu bir kavram tercih edilmesini uygun-anlamlı
görmüyoruz. Bunun için uygun kavramlar “özel[1]likle”, “bilhassa”, “daha da
çok” gibi kavramlardır.
ST bu kavramı “ayrılık noktaları” olarak tartışmamıza
sunarken şöyle yazmış; “TKP/ML, Mao savunulmadan Marksizm-Leninizm savunulamaz
anlayışını sadece sözde değil, ‘sözde’teorik olarak da kabul ederek
pratikte hayata uygulamalıdır.” (Sf. 23)
Bu ilginç bir vurgu!
Öncelikle çok açık değil. Sözde değil “sözde” teorik
olarak!!! Eğer illa da kavramına dikkat çekiliyorsa bu kavramı kullanmamız
salık veriliyorsa, bu anlamda kavrayışımızı yükseltmemiz isteniyorsa yanıtımız
“bu yönde bir gelişim içinde değiliz” olacaktır.
Ayrıca Maoizm’i kavrayışımıza dair eleştirilerin
gerekli olduğuna inanmakla beraber, bu eleştirinin yukarıda içeriğine “açıklık”
getirmeyi denediğimiz kavram üzerinden gelmesine, baştan itiraz edeceğimizi
şimdiden belirtmek isteriz. Bunu “illa ki” reddederiz…
Bilimde bu tür zorlamalara ihtiyaç yoktur. İdeolojik olarak
sesimizi yükseltmeyi, yürekleri pratiğin cereyanına tutmayı tercih ederiz!..
ŞEHİRLERİN ÖNEMİ….50.sayfa-devam edecek..
ŞEHİRLERİN ÖNEMİ…
ST bir başka ayrılık nedeni olarak TKP/ML’nin 7.
Konferanstaki “bugün şehirler esas olmalıdır” savunusunu göstermektedir.
Öne sürdüğü bu iddia onun inceleme, kavrama düzeyi hakkında
bizi epey kuşkulandırmaktadır.
7. Konferans belgelerinde şehirlerin devrimdeki
öneminin arttığına dair görüşler vardır. Bununla beraber kimi dönem veya
yerlerde geçici olarak şehirlerdeki çalışmalara yoğunlaşılabileceği de
belirtilmiştir. Ama şehirlerin “esas” olduğuna yönelik bir tespit-belirleme
olmamıştır.
ST’nin iddia ettiği düzeyde bir “yenilik” olsaydı kuşku
duyulmasın ki, bunun ortaya konuluşu çok farklı olurdu. Bir bölüm içinde, bir
cümle içinde yetinilmezdi. Konu hakkında 7. Konferansın üzerinde
durduğu olgu hem kırsal alanda hem de şehirlerdeki gelişmelere bağlı olarak
halk savaşının ruhuna uygun biçimde kimi zaman ve durumlarda şehirlere
yoğunlaşılabileceğidir.
ST bunu reddediyor mu bilmiyoruz. Ama bizim
“şehirlerin esas olduğu”na dair yaklaşımı reddettiğimizi herkes biliyor!
ST görüldüğü kadarıyla konferans kararlarında kafa
karışıklığına yol açabilecek cümleler bulma çabasındadır. Kendilerinden
isteyeceğimiz şey cümleleri olduğu gibi ve içinde yer aldıkları bütünlükle
tartışmalarıdır. Aynı eleştiriyi “tarım devrimi” kavramı üzerinden de
yaptıklarını da hatırlatıyoruz,
ST’nin. “Toprak devrimi” yerine onu
kapsayan içerikte “tarım devrimi” kavramını kullanmamızı “devrim
anlayışını” değiştirmekte olduğumuza yormuştu ST.
Bu tarz, bir tür “kavram avcılığı”dır. Elbette kavramların
takip edilmesini eleştirmeyiz. Ama bununla yetinmemeyi ve hele ki gerçek
anlamından ayırarak, anlayıştan kopararak ve nihayet “ad koyarak” avcılık
yapmayı onaylamayız. Günümüz şartlarında şehirlerin devrim mücadelesinde “esas
olduğu”na dair bir anlayışımız yoktur. Bununla beraber bizimki gibi ülkelerde
şehir çalışmalarının öneminin arttığını düşünüyoruz. Nepal ve Peru’daki gibi
gelişmeler ve deneyimler bu bakımdan öğreticidir.
Kendi deneyimlerimiz de bu meselede anlayışımızı
derinleştirmek gerektiğini ortaya koyuyor. Bu meselede dikkat edeceğimiz nokta,
devrim sürecine bağlı ve halk savaşına hizmet eden tarzda bir şehir çalışması
olacağı görüşünde ısrar etmektir. Hazırlık veya daha ileriki bir aşamada
olsun, taktiksel olarak şehirlerdeki herhangi bir yoğunlaşma, halk savaşının
temel prensiplerini değiştirmez ya da değiştirmeyi gerektirmez. Her
durumda üzerinde durulacak husus, biçimin içeriğe uygunluğu veya hizmetidir.
7. Konferansta da halk savaşı anlayışı savunulageldiği
içerikte onaylanmış ve şehir çalışmaları da buna bağlı olarak “önemli”
addedilmiştir. Sonuçta 8. Konferansta da aynı anlayış içerik olarak
vardır hem de 7. Konferansın tutumu bilinmekte ve onaylanmaktadır.
Anlaşılacağı üzere, 7’de savunulup da 8. Konferansta terk edilen bir görüş
bulunmamaktadır.
ST bu türden “kavram avcılığı”na yöneleceğine, bunların
içeriğine ilgi duysa daha faydalı olur; elbette bizim için de! ST
şehirlerin öneminin “arttığı” görüşünün veya yukarda değindiğimiz içerikteki
“yoğunlaşmaların” halk savaşını veya “kır şehri kuşatır” tezini boşa
çıkartacağını iddia edip, devamla bu ayrılık konusunun henüz sistemleşmiş
önemli bir ilkesel ayrılık derekesine gelmediğinin altını çizerken, ortaya
koyduğumuz politikayı kavramaktan bir hayli uzak olduğunu ispatlamaktan başka
bir şey yapmıyor. Gerçekte o bariz bir dogmatik tavır içindedir. Bırakalım
objektif şartları inceleyerek, değerlendirerek tartışmayı; “itiraz ettiği
cümlenin” gerçekliğini ve bütün içindeki yerini dahi analiz etmeye
erinmektedir. O kafasındaki kalıpla değerlendirme yapmış görünmekte ve böylece
yersiz tartışmalara meydan vermektedir. Ama biz iddiayı yalanlamakla ve bu
tarzı mahkum etmekle yetineceğiz.
ULUSAL SORUN VE BAŞLICA ÇELİŞME…
ST’nin ayrılık noktalarından olduğunu ileri sürdüğü bir
diğer konu da başlıca çelişmelere, ulusal sorunu meydana getiren “ezen ulus
burjuvazisi ile ezilen ulus arasındaki çelişme”nin eklenmesidir. Kendileri
ikinci kongrelerinde, sunduğumuz gibi tanımladıkları bu çelişmenin “başlıca
çelişmeler” arasına konması gerektiğini ve Kaypakkaya’nın bu konuda
eksik kaldığını belirtiyorlar.
Hemen şunu ifade etmeliyiz; Kürt ulusunun kendi
kaderini tayin hakkı sorununun başlıca sorunlardan biri olduğu şüphesizdir.
Kaypakkaya’nın da buna “çok önem taşıyan bir sorun” olarak baktığı aynı ölçüde
tartışmasızdır. İbrahim yoldaşın başlıca çelişmeler içinde saymayarak bu sorunu
küçümsediğini, önemsiz addettiğini söylemek için onun “Türkiye’de ulusal
mesele” belgesini yok saymak gerekir. İnceleyen herkesin kabul edeceği gibi
orada yazılanlar ve bu belgenin Kaypakkaya’nın 5 temel belgesinden biri olması
böyle bir iddiayı kendi başına geçersiz kılar.
Biz bu konunun yüzeysel ele alınamayacağı ve daha
doğru/uygun açıklama ve tanımlarla ortaya konması gerektiği
düşüncesindeyiz. Öncelikle “başlıca çelişmeler” kavramını tanımlamak
gerekir; Bir çelişmeyi neden “başlıca çelişmeler” arasına sokarız? Bunun
için onun devrim sürecindeki önemini mi incelemek gerekir, yoksa devrimdeki
rolünü mü saptamak? Yoksa bu kavram mevcut iktisadi-siyasi yapının
nedenselliğine mi işaret eder? Elbette “başlıca” kavramı aklımıza hemen
“görünen”, “kendini belli eden”, “öne çıkan” gibi tanımlar getirmekte ve bundan
hareketle nedeni ile sonucu ne olursa olsun ulusal sorunu başlıca çelişmelerden
saymamak pek uygun görünmemektedir.
Ama şunu da görmemek olmaz; konu edilen, önder yoldaşın
ulusal sorunu var eden çelişmeyi, başlıca çelişmeler içinde görmemesidir! Biz,
bunun Kaypakkaya’nın konuya ilgisi ve çözümüne gösterdiği duyarlılık bakımından
“izah edilebilir” olmadığını düşünüyoruz. O halde “başlıca çelişmeler”
kavramına farklı yönlerden de yaklaşmayı denemeliyiz. Başlıca çelişmeler
tespitinin bir nedeni ve amacı olmalıdır.
Kaypakkaya’nın konu hakkındaki tartışması (Seçme Yazılar,
Umut Yay. Nisan 2004, Sf. 164)
ülkedeki “devrim” sürecini tanımlamaya yöneliktir.
Çelişmeleri, toplumsal yapıyı, sınıflar mücadelesini inceleyerek ortaya koymak
ve ülkenin iktisadi ve politik açıdan bulunduğu aşamayı saptamak için
belirlemek gerektiğini görmekteyiz bu yaklaşımda.
Böyle olduğunda Kaypakkaya’nın ezen ulus ile ezilen ulus ve
azınlık uluslar arasındaki çelişmeyi “başlıca çelişmeler” arasında
saymaması anlaşılırdır. Bu çelişmenin ne toplumsal yapıyı belirleme
özelliği ne de devrim sürecini tanımlamaya katkısı vardır.
Kabaca şöyle ifade edebiliriz:
Bu çelişme olsa da olmasa da içinde bulunduğumuz yapı ve
dolayısıyla devrim süreci değişmeyecektir. Ulusal sorunu var
eden çelişmenin eğer pazara yönelik bir çatışmadan kaynaklandığını
savunuyorsak, bunun toplumsal süreci belirleyici özellik taşımadığını,
hakeza bir sonraki aşamayı da belirleyemeyeceğini kabul ediyoruz demektir.
Bu durumda Kaypakkaya’nın söz konusu çelişmeyi “başlıca
çelişmeler” arasında saymaması anlaşılırdır; sayılan diğer çelişmelere göre
daha tali bir unsur olarak görmesi doğrudur. İbrahim yoldaşın kavramı
kullanmadaki özgünlüğü ve ele alışı anlarsak onu eleştirirken en azından haksız
belirlemeler yapmaktan kendimizi alıkoymuş oluruz…
Bu nedenle ST’nin “başlıca çelişmeler”e ezen ulus
burjuvazisi ile ezilen uluslar arasındaki çelişmeyi eklerken ortaya koyduğu
Kaypakkaya eleştirisini onaylamıyoruz. Bu ekleme ancak kavramın anlamı ve süreç
içindeki değişimlerle açıklandığında gerektiği gibi/uygun biçimde
tartışılabilecektir. Kavramın Kaypakkaya’nın kullandığı yerdeki anlamı
anlaşılır kıldıktan sonra, ST’nin yüklediği anlama uygun olarak,söz konusu
çelişmenin başlıca çelişmelere dahil edilmesi önerisine cevap verebiliriz.
Ulusal sorunu meydana getiren çelişmenin ülkedeki konumu,
onu “belli başlı”, “öne çıkan” olarak görmemizi neredeyse zorunlu kılmaktadır.
Yukarıda da değindik, zaten Kaypakkaya sorunun bu özelliğine yeterince ve layık
olduğu ölçüde dikkat çekmiştir.
Ne var ki, komünist hareket birçok meselede olduğu
gibi bu meselede de önderlik misyonunu oynayamamıştır. Bunu neden vurguladık?
Şu sebeple; sözü edilen çelişmenin “başlıca çelişmeler”den
sayılmamış olmasının, o sıralamaya dahil edilmemesinin, başarısızlığın kaynağı
olarak gösterilmesine itirazımız var! Zira ancak bunun saptanmasından sonra
ulusal soruna kaynaklık eden çelişmenin “başlıca çelişmeler” arasına konması
gerekliliğini vurgulayabiliriz. Bunun tartışılmazlığının nedeni söz konusu
çelişmenin ülkedeki siyasi etkisinin nitelik ve boyutudur. Devrimci hareketin
gelişimini önemli oranda etkileyen; hem Kürt halkının devrimcileşmesinde hem
Türk halkının özgürleşmesinde/baskı ve esaret altındaki bilincinin gerilikten
arındırılmasında belirleyici fonksiyonu olan bir sorundan bahsediyoruz.
Başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen ulus ve azınlıklar
üzerindeki ırkçı-şoven baskı ortadan kaldırılmadıkça ezen ulusun halkı için de
özgürlük elde edilemeyecektir. Bilincinde egemen sınıfların ırkçışoven
ideolojisini, politikalarını taşıyanlar devrime kapalı olurlar, devrimi
kavrayamazlar, devrimi gerçekleştiremezler. Ulusal sorunun varlığına karşı
mücadele devrim için bir zorunluluktur. Bu tespit de bizim “başlıca
çelişmeler”e konu edilen soruna neden olan çelişmeyi eklememizde bir yanlış
olmayacağını içerir.
Aynı zamanda soruna dikkat çekmeyi de içerdiğinden bu
yaklaşıma zaten karşı çıkmıyoruz.Ayrılık noktaları olarak tanımlanan bu
meseledeki genel yaklaşımımız böyledir. Şimdilik “sonuçta” hemfikir olduğumuzu
ifade edebiliriz ama çelişmenin tanımı konusunda farklı düşünüyoruz. ST tanımı
“burjuvazi ile ezilen uluslar arasındaki çelişme” biçiminde yapmaktadır. Bu da
ülkedeki ulusal sorunun neye dayandığı, daha doğrusu hangi çelişmenin ürünü
olduğu konusunda bir belirsizlik olduğunu göstermektedir.
Ezen ulus burjuvaları ile ezilen uluslar arasındaki
“anlaşmazlık” nedir? Ülkedeki ulusal sorunun kaynağı nedir? Belli bir
nedene/nedenlere dayanan bu sorun nasıl bir kutuplaşmaya neden olmuş ve
olmaktadır? Bu konuda savuna geldiğimiz görüş, ulusal sorunun özünün pazar
sorunu olduğudur. Pazar sorunu olarak saptandıktan sonra çelişmeyi ST’nin
belirlediği gibi tanımlamak doğru değildir; biliyoruz ki pazarda rekabet edecek
olanlar burjuvalar ile ezilen uluslar değildir; ezen ve ezilen uluslardan
burjuvalardır.
Gelişmekteki pazar üzerinde kimin hakim olacağı sorunu,
mevcut ulusal sorunun kaynağı olmuştur. Uluslar içindeki diğer unsurların ulus
bilinci ilk zamanlar geri olmakla beraber rekabetin varlığına ve ilerlemesine
bağlı olarak gelişmiştir. Bu sadece ezilen ulus için değil ezen ulus için de
geçerlidir.
Ezen ulusun da egemenleri dışındaki sınıfları “ulusalcı”
akıma, daha önce değil, rekabetten sonra yönelmiştir. Kısacası ulusal soruna
neden olan çelişme konu olan ulusların bütün unsurları arasında başlamamıştır.
İki ulusun da egemenleri arasında başlamıştır. Burada şuna dikkat çekmek gerekiyor;
bu çelişmeden kaynaklanan ulusal sorunun henüz vücut bulmadığı zamanlarda konu
edilen toplumlar arasında sorun olmadığı düşünülmemelidir.
Kuşkusuz vardı ve bunlar feodalizme dayalıydı. Zaten
buna dayalı sorunlar (dinsel, mezhepsel, aşiretsel) varlığını henüz
sürdürmektedir. Egemenler arasındaki çelişme bilindiği gibi orada kalmaz.
Egemenler kendi sorunlarını toplumun diğer sınıf ve katmanlarına ait hale
getirirler. Ulusların burjuvaları arasındaki çelişme de nihayet ulusların tüm
toplumsal unsurlarına yayılmıştır.
Ezen ulus burjuvaları pazar üzerindeki hakimiyetini kendi
dili etrafında bir birlik yaratarak sağlamaya giriştiğinde diğer
ulusların/milliyetlerin dillerini yasaklar. Bu yasak sadece ezilen ulus
burjuvalarına konmaz.Ama onun gelişimini engellemek için tüm ulusa konur.
Bu tür engellemeler ulusun diğer tüm özellikleri (sözlü ve yazınsal, tarihsel
ve kültürel vs.) için de uygulanır.
Hakeza ezilen ulus egemenleri de buna karşı
“ulusalcı” bir mücadeleye girişir. Bu mücadelede hem ezilen ulus
bütününe yönelmeyi meşrulaştırır hem de arkasına kendi ulusundan halkı almaya
çalışır. Ezen ve ezilen ulusların burjuvaları arasındaki çelişme kendi
koşullarının belirlediği bir süreç içinde yaşanır ve nihayet gelişen koşula bağlı
olarak ezen uluslar ile ezilen uluslar veya milliyetler arasındaki çelişme
haline evrilir.
Dolayısıyla ne başında ne de sonrasında “ezen ulus
burjuvaları ile ezilen uluslar arasındaki çelişme” olarak tanımlanabilir bir
süreç vardır. Nihayet, yukarıdaki anlamda “başlıca çelişmeler” arasına
konulmasında sorun olmayan çelişme, ezen ve ezilen uluslar arasındaki; Türk
ulusu ile Kürt ulusu arasındaki çelişmedir.
52 ST’nin çelişmeyi tanımlama biçimi gerçekliğin doğru
yorumlanışından çok “arzu edilene” dayanmaktadır. O, ezen ulusun tüm
sınıflarındaki ezilen ulus “düşmanlığı”nı görmemeyi tercih etmektedir. Politik
olarak, ezilen ulusun, ezen ulusun bütününe karşı değil onun egemenlerine karşı
yöneltilmesi gerektiğinden, çelişmenin de buna göre tanımlanacağı düşünülmektedir.
Çelişmeleri saptamada doğru yöntem bu değildir.
Hem ulusal sorunun kaynağı hakkında belirsizlik yaratma, hem
de mevcutta bu sorunun ulusların tüm sınıflarını “ciddi” derecede etkilediğini
görmezden gelmeye karşı uyanık olmak gerekir. Ezen ve ezilen uluslar arasındaki
ilişki, bu ulusların halkları arasında çıkara dayalı bir özellik
taşımadığından, yaptığımız, çelişme tanımlamasına itiraz edilecektir. Ancak bir
çelişmeyi tanımladığımızda çelişmenin kaynağından bağımsız olarak onu oluşturan
başka etmenler (siyasi, ideolojik ve kültürel) çelişmenin iki tarafı açısından
“düşmanlık” nedeni haline gelebilir. Konumuz olan çelişme de çıkara dayalı bir
husumet değil ideolojik, politik ve kültürel ayrışmaların milliyetçi temelde
körüklenmesinden ileri gelen bir husumettir.
Yani ulusların ezilen sınıfları, fertleri tamamen ulus
bilinci ile ulus adına çelişmenin tarafları haline gelebilirler. Feodalizmde
mezhepsel, aşiretsel, dinsel çelişmeler tamamen böyledir. Bu
çelişmeleri tanımlarken mezheplerin imamları ya da aşiretlerin reisleri veya
dinlerin önderleri arasındaki “çelişmeler”e benzer tanımlardan bahsetmiyoruz.
Gene aşiretler arasındaki çelişmeyi mesela aşiretin reisi ile bir başka
aşiretin üyeleri arasındaki çelişme olarak tanımlamıyoruz…
Tanımlamalarımız mezhepler, aşiretler, dinler
arasındaki çelişmeler biçiminde olmaktadır. Dolayısıyla adı geçen
topluluklardaki fertlerin, katmanların birebir çıkarları nedeniyle
düşmanlaşmaları karşı karşıya gelmiş olmaları şart değildir.
8. PARTİ KONFERANSI…
ST yetersiz bilgileri ve gizleyemediği önyargılarıyla bu
“birlik” gündemli yazısına bir de 8. Konferans değerlendirmesini sıkıştırmayı
başarmıştır. Buradaki sözler ve iddiaların hangisine yanıt vermenin anlamı ve
gereği vardır, doğrusu şaşırıyoruz. ST, 8. Konferansın “ideolojik-politik
meseleleri tartışmaktan çok örgütsel meselelerle ilgilendiği”ni ve sonuç olarak
“Marksist Leninist Maoist yaklaşımı yeterince TKP/ML’de görememekte” olduğunu
belirtiyor.
Oysa 8. Konferansın örgütsel meselelerle sınırlı bir gündemi
ve de çalışması olmamıştır. Ana teması “Halk Savaşı” olan 8. Konferans,
belgelerinden de rahatlıkla görülebileceği gibi, aynı zamanda sürecin etraflıca
tartışıldığı, önümüzdeki döneme dair genel politikaların da belirlendiği bir
konferans olmuştur. Halk Savaşı’nı geliştirememe nedenleri, hatalar ve
yanlışlar üzerinde durulurken; esas yönelim, esas alanlar, alanlara dair
görevler belirlenmiş ve bir hareket planı oluşturulmuştur.
ST bunların olmadığını iddia ediyor ama hangi
verilerle? Dediğine göre “kamuoyuna” yansıyanlarla! Arkadaşlar
eğer elinizde değerlendirme yapacak yeterlilikte belge yok ise
bu işe soyunmazsınız.
Bununla beraber belki bilgi verilmediğini eleştirirsiniz;
hali hazırda pratik gidişatı değerlendirirsiniz; olanağı olmadığı için “bu olumlulukları
yanında 8. Konferans kararlarına yönelik bazı eleştiriler yapmayı da devrimci
sorumluluk olarak görmek”ten imtina ettiğinizi belirtirsiniz…
Ne var ki arkadaşlar “kamuoyuna yapılan açıklamaları”,
“kısa hatlarla yapılacak bir değerlendirme” için yeterli kabul etmişler!
Gerçekten öyle ise, 8. Konferans’ın “gelişemememizin
nedenleri, hatalarımız ve başarılarımız biçiminde teorik-pratik sorunların ele
alınması” tarzına uymayan bir konferans olduğunu nasıl iddia edebiliyor?
Son iki Konferansın belirgin özelliği, sorunların
kaynağı olarak önderlik sorunu ve partinin ideolojik ve politik seviyesindeki
geriliği göstermeleridir. Önceki bölümlerde arkadaşların meselelerin ana
kaynağında Maoizm’den uzaklığı görmediğimize ilişkin iddiaların yanlışlığına değindik.
Bu iddiaların gerçek dışı olduğunu 8. Konferans belgelerini
okuyan herkes tam bir netlikle görecektir. Kullanılan kavramlar öne çıkan
vurgular ST tarafından hemen hiç sorgulanmamaktadır. Sorunların kaynağında
Maoizm’den uzaklaşma olduğunu görmenin mihenk taşı olduğunu özellikle
belirten ST’ne soruyoruz: “İdeolojik politik yetmezlik”ten sizin anladığınız
nedir?
“Partinin deneyimine ve birikimine yakışmayan bir seviyede
olması”nın sizin literatürünüzdeki karşılığı nedir?
Mao’nun ölümünden sonra tüm dünya komünist hareketi ve
ezilenlerin önderlik sorunu yaşadığı belirtildiğinde bu sizin “sorunların
kaynağında Maoizm’den uzaklaşma vardır” söyleminizin açık ve anlaşılabilir bir
karşılığı değil midir?
Partinin, dolayısıyla kitlelerin önderlik sorunuyla
karşı karşıya olduğunu özellikle vurguladığımızda sorunlarımızın nedenlerini
dışarıdamı aramış oluyoruz?
İnsaf! Ya ne dediğinizi bilmiyorsunuz ya
da okuduklarınız bizimle ilgili değil.
Alıntılarla, tartışmayı uzatmanın gereğinin olmadığını
gösterelim:
“7. Konferans karmaşık, henüz partimiz tarafından
yeterince aydınlatılmamış bir dönemden yalnızca ana çizgilerini görmeye
başladığımız yeni bir döneme geçildiği koşullarda yapılmıştı.
Söz konusu dönemin genel bir görüntüsünü verecek
olursak eğer, şu tabloyu sunmak mümkündür:
Mao’nun ölümünü fırsat bilerek modern revizyonistlerin
ÇHC’de gerçekleştirdikleri darbe ve hemen onunla başlayan sosyalizmden
geriye dönüşle birlikte dünya çapında Kruşçev revizyonizmine, Rus sosyal
emperyalizmine ve çeşitli gerici burjuva akımlara karşı büyük zaferler kazanmış
komünist hareketin etkisini gerilemeye, revizyonist ve diğer burjuva akımların
görüşlerinin ise görece rağbet gördüğü bir döneme geçilmiştir.
7. Konferans, sönmekte olan bir sürecin özgün bir anında
gerçekleşti.
Bu uzun dönem kapsamında kalan ve kimi ülkelerde, bölgelerde
farklı biçim ve özelliklerde gelişim gösteren devrimci yükselişlere,
parlamalara ve kimi ülkelerde ise gerçek anlamda devrime yönelen silahlı
komünist hareketlere rağmen bütün döneme damgasını vuran şey emperyalist
burjuvaların ideolojisi ve görece ekonomik istikrarı olmuştur. Kuşkusuz bu
istikrar aynı zamanda onun bunalımlarını ve yıkımını da içermektedir.
Ve bu gerçek kimi krizlerde görüldüğü gibi gizlenebilir
değildir. Ülkemizde de esas olarak ’80’lerden bu yana devam eden ve
değindiğimiz sürecin genel bir parçası olan bir dönemin sonlamaya başladığı
görülmektedir.
Ülkede ’88’den 92’ye kadar uzanan dönemde ve 90’lı
yılların ortasında hem devrimci harekette hem de kendiliğinden harekette
yükselişler olmuştur. Ancak bu yükselmelerin yukarıda değindiğimiz dönemin
sonunu getirecek özelliklerden yoksun olduğunu; komünist önderliğin
bulunmadığını, uluslararası burjuvalara ve modern revizyonizme karşı
geliştirilen yeni saldırılara cevap verebilecek kadar gelişim içermediğini
vurgulamak gerekmektedir.
“7. Konferans bu olumsuz gidişata karşı bir duruş içinde
şekillendi. Parti Konferansı, halk savaşı, önderlik ve kitle çizgisinde sözünü
ettiğimiz anlayışların ışığında durmaya ve MLM kurallarını sahiplenmeye
çalıştı. Ancak kabul etmeliyiz ki, konferans sonrasında bunu gerçekleştirmede,
örgütü buna göre kavramada ve eğitmede yeterli olunamamıştır.” (8. Konferans
belgeleri, K-59)
Benzer alıntıları daha da sıralamak mümkün. Kötü olan
şu ki, ST bunlara; bunca vurguya, açıklamaya karşın mevcudu inkâr etmeye denk
“değerlendirme”ler yapmakta, üstelik bunu devrimci sorumluluk gereğine
dayandırmaktadır! Sanırız sorumluluk ağır geliyor arkadaşlara! Okunacak
bu satırlar söz konusu değerlendirmeye imza atanları hiç olmazsa devrimci
sorumluluk konusunda düşündürtmelidir… Devrimci sorumluluk yerine konan
ukalalığın, yüzeyselliğin ve kara çalmanın gereği üzerinde durulmalıdır!
8. Konferansın, birikmiş birçok sorunu ertelediği
iddiası neye dayanılarak ileri sürülüyor, bunu da bilmiyoruz. Arkadaşların
önyargılarının yol açacağı benzeri iddiaların oluşum biçimini ve bu derecede
“cüretli” ileri sürülüşünü biliyor olmak mümkün de olmaz zaten. Buna karşı
belirteceğimiz şey, bunun doğru olmadığıdır sadece. ST’nin alıntılayacağımız
paragraftaki yaklaşımı onun bizim hakkımızda değerlendirmesinin özetidir.
Bu değerlendirmenin mevcut tartışmalarımızla, ele
alışımızla, sorunlarımızla esasen ilgili olmadığını, bize çok uzak olduğunu
belirtelim: “Yapılan 8. Konferansta aynı hataları devam etmektedir. Birikmiş
birçok sorun olmasına rağmen bunları gündemine almaması, bu durumda olmamıza
neden olan sorunların siyasi, ideolojik, örgütsel, askeri ve kültürel
nedenlerine eğilmemesi bu hatalarını hala dışarıda görmesinden
kaynaklanmaktadır. Uygulanan yanlış pratikler, her alanda yaşanan
başarısızlıklar, kitlelerden koparak marjinalleşme vb. pratik politika ve
siyasetlerin hepsinin teorik sebepleri vardır. Başarısız yürüyen tüm
örgütlenmelerde hatalarımızın nereden kaynaklandığını, ideolojik nedenlerini
mutlaka bulup ortaya çıkaramazsak ne yaparsak yapalım, aynısonucu almaktan
kurtulamayız.” (Sf. 31) Sanırız ST bizi “kendinden” kabul ettiği için bu
derecede cüretli yazmaktadır, söyleminde ileri gitmektedir.
Aksi halde, bu cümleler fütursuz bir karalama
çabasının, kendine rakip görmekten kaynaklanan bir tahammülsüzlüğün ürünü
olabilir!
ST’nden bize yansıyan yaklaşım çok açık bir
“kardeş-düşman” ikilemine-tutumuna sahip. Mümkün olduğunca kötüleyerek
“kardeşe” kucak açma tutumunun bariz bir örneği, köşe yazısındaki “12 Eylül baş
celladı”na bize dediğiniz kadar darbeci demediniz” ifadesiydi.
Arkadaşlar bu cümlenin içini doldurduklarında neleri
karşımıza dikebilirler, tahmin etmek zor! Ama bu “kıyas” en azından çok çirkin
kabul edilmelidir... ST’nin bu yaklaşımı Partiyi karalama niyetini apaçık ele
veriyor. Hem konferansın salt örgütsel olduğunu güçlü bir biçimde ima/iddia
ediyorsunuz hem “yakın çevre”ye saldırganlıkta sınır tanımadığımızı ileri
sürüyorsunuz, hem de düşmanla en azından “darbeci”lik üzerinden sizinle
uğraştığımız kadar uğraşmadığımızı ifade edebiliyorsunuz!.. Kimle nasıl
tartışmakta olduğunuzu bilmiyor olmalısınız…
Bunlarla kendinizi, yakın çevrenizi aldatabilirsiniz; her
seferinde kol kanat gerdiğiniz ve “birliğe” çağırdığınız “partiyi terk
eden”lerin sınıf mücadelesini kirletmeye dönük çabalarına ortak olursunuz. (Emin
olun, onlar sizi bu tutumlarınızdan dolayı alkışlıyorlardır!).
Ama onun dışında sadece karanlığa konuşmuş olursunuz.
Konferansın geçmiş ve şimdiki sürecin politik ve iktisadi şartlarını
değerlendirmeyi içerdiği, özeleştiriler barındırdığı ve örgütsel sorumluluk ve
görevleri de bunlara göre saptadığı bilinemez değildir. Kuşku yok ki bunu
yapmak bir meziyet değildir, ama bilin ki, bunu nasihat etmek de hiç akıllıca
sayılmaz!
8. Konferansın birlik önerisini gündeme almamasına dair
eleştiri yine çarpıtma ve onun üzerinden geliştirilen yorumlardan ibaret.
Birlik konusunda kararlı görünüp de bu kadar karalama,
gerçeği çarpıtmada dur durak bilmeme hali, eşine az rastlanan bir tutarsızlık
ve yol bilmezliktir. Bizi tanımayanlar veyahut yeterince bilmeyenler bu
yazılanlardan sonra ne desek inanmazlar artık sanırız! Amaç buysa “kapsam
dışında”kileri bu amaca ulaştırabilirsiniz belki… Öyle ya, muazzam bir
grupçuluk, kariyerizm, antibirlikçilik, kendinden ayrılana, kopana, olmayana
(uçana, kaçana…) saldırganlık, sığ bakış açısı vb. olduğuna göre iflah
olmazlığımız tartışmasız!
Dolayısıyla “kitlemiz TKP/ML’nin birlik karşıtı duruşu
ve savundukları üzerinden bakarak TKP/ML’nin hayatta değişmeyeceği” (Sf. 43)
öngörüsü buna göre yanlış değildir. O halde bu öngörü tarafınızdan “yanılgı”
olarak değerlendirilmemeliydi. Bu konuda çok “duygusal” davrandığınız aşikar!!!
8. Konferansın konuyu gündeme almaması bu meselenin
epey uzun bir süre önce mektup aracılığıyla gündeme gelmesi ve mektuba verilen
yanıtın tüm parti iradesi tarafından benimsenmiş olmasındandır.
Konferans iradesi yeni bir durum olmadığından görüş de
zaten oluşturulmuş ve iletilmiş olduğu için tartışmaya, yeni bir karara ihtiyaç
duymamıştır. Üstelik “oy birliği” ile! MKP iradesi mektuptan ve
yanıtından haberdar olmalıdır. İçeriği hakkında bir tartışmaya bizce ihtiyaç
yok. Sadece bütünlüklü birlik istencinizin “büyüklüğü” ile birleşmeyi
umduklarınızın niteliği hakkındaki tespitlerin uyumsuzluğu, çelişkili oluşu,
bilmelisiniz ki yanıtı da buna uygun koşullayan bir özelliktir.
Parti kitlesini, genel kitleyi önderliğe karşı olmaya
çağıran, kışkırtan, bunun için de neredeyse her türlü kötülemeyi, karalamayı
yapan sizlerin hemen hiç değişmediğini gösteriyor bu…
2. Kongrenizin çağrısına cevap vermemek çok özel bir
neden barındırmadığı gibi herhangi bir açmazdan da kaynaklanmamaktadır.
Bugüne kadar ’92 birlik ve ’94 darbesine tavır konusunda
savunduklarımızı alt üst edebilecek, yadsıyabilecek yeni bir durumla
karşılaşmadık.
1. ve 2. Kongre kararlarının özü genel olarak tavrımızın
devamını, değişmemesini sağlar içeriktedir. Bizi “açmaza” sokacak bir
değerlendirme, değişim yaşanmamıştır. Eğer kongreleriniz ve “tarihi
muhasebe” gerekçe olarak gösteriliyorsa, buna sadece kendinizi
inandırabilirsiniz, başkalarını değil! Şunları hatırlatmak gerekiyor: Herhangi
bir konunun “toplantı gündemi” kabul edilmesi o konunun daha önce gündeme
alınmamış olmasını, eğer alındıysa hakkında görüş değişikliğinin önerilmesini
gerektirir. Her iki özelliği de barındırmayan ve daha önce gündemleştirilip
hakkında karar alınmış, henüz bu kararın da tümüyle savunulduğu bir durumda her
hangi bir konunun “gündeme alınmamasına” başka bir neden aramak, bunun üzerinde
bir sis perdesi oluşturmak, kötü niyetli, ön yargılı bir yaklaşımdır.
ST böyle yaparak “birlik” konusunu, kitleleri
aldatmanın bir parçasına dönüştürmektedir. Bu ifadelerimizi “niyet
okuması” olarak eleştirebilirsiniz veya içinizdeki gerçekten samimi, bu
olumsuzluğun farkında olanları görmezden gelmek biçiminde de
değerlendirebilirsiniz. Ancak dikkatleri daha önce yazılanlara, “birlik metni”
olduğu söylenen ama bize göre “birlik politikasını baltalayıcı” tanımını daha
çok hak eden mektuba ve buna verilmiş yanıta çekiyoruz. Bu olumsuzluğu görmemek
olası değil, görüp de karşı çıkmamak ise siyasal açıdan suçtur.
Sonuçta süreci adamakıllı takip edenler ve
gelişmelerden haberdar olanlar, “niyet okumasını” (deşifresini) doğru
kavrayacaklardır. 8. Konferansın “birlik çağrısı”nı gündemleştirmemesi
ile ilgili “siyasal gerilik” değerlendirmesi yapmak ve dahası partiyi
önderliğe, kitleleri partiye yönelik hesap sormaya çağırmak kendini bilmezliğin
daniskasıdır.
Son konferansta parti yetmezliklerine, zayıflıklarına,
önderlik zafiyetine vs. dikkat çekti ve bunların giderilmesinin yolu hakkında
kendiyle hesaplaştı.
Kısacası bu berbat yaklaşıma karşı parti kendini her
zaman olduğu gibi gene hazırlamıştır. Bu hazırlığın kökeninde kendine karşı tam
bir açıklık, hesap vermişlik ve özgüven vardır. Umuyoruz ki, bunu anlar ve
bundan böyle benzer türden “kışkırtıcı” ve devrimci etiğe aykırı yöntemlere
başvurmazsınız!
HALK SAVAŞI… sayfa.56…devam edecek
HALK SAVAŞI… ST, daha giriş bölümünde konferansın gündemiyle
ilgili bilgisizliğini (sadece bilgi yoksunu değil, nezaketten de mahrum) ele
veriyor. Kendince dört maddelik gündem sıralıyor ve arkasından bunu
eleştiriyor. Hem de ne eleştiri?! Konferansın üzerinde asıl olarak durduğu konu
Halk Savaşı olmuştur. ST’nin sözünü ettiği ve edemediği diğer gündemler de
hemen her konferansta olduğu gibi tartışılmış, değerlendirilmiş ve bu çalışmaların
sonucunda karara dönüştürülmüştür.
Kısacası ST’nin öne sürdüğü gibi bir ele alış mevzu bahis
değildir. ST’nin konu ettiklerinin dışında bir bütün parti değerlendirmesi;
önderlik, bölge, alan değerlendirmeleri, uluslar[1]arası durum ve özel olarak
bölge ve ülkedeki politik, ekonomik gelişmeler, bunun içinde özel olarak ulusal
sorun/Kürt hareketi, genel olarak örgüt sorunları ve örgüt çizgisi, yönelim,
gündem olarak bu konferansta tartışılmış ve nihayet kararlaştırılmıştır.
Halk savaşı, konferansın ana temasıdır, doğal
olarak diğerleri ile aynı seviyede ele alınmamıştır. Bunun nedeni halk savaşı
konusundaki kavrayışsızlığın, eksikliğin, yetmezliğin tartışılma
zorunluluğudur. Bu konuda 7. Konferansta da subjektivizmin, halk savaşını
somutlaştıramamanın altı çizilmişti. Hatta ST şimdi oradaki belirlemeleri
işaret edip “coğrafyamızda “farklı biçimler alacak” ya da “aynı olmayacak”
açıklaması yeterli değildir.” diyor. Ona göre “Yapılması gereken tüm görevlerin
birbiriyle ilişkileri, gerilla savaşının biçimi, kızıl iktidarların alacağı
biçimler, milis ve köy örgütlerinin boyut ve biçimleri, şehirlerin ona uygun
örgütlenmesi ve ortaya çıkan yeni görevler vb. ifade.” (Sf. 31) etmekmiş…
Burada yanıtı istenenlerin bir çırpıda, kalemin bir iki
oynatılmasıyla dile geldiği çok açık. Biz ülke özgünlüğü ile savaşın somut hali
ve alacağı somut biçimler hakkındaki yetmezliği aşma yöneliminden
bahsederken arkadaşlar reçeteyi yazmaktan bahsediyorlar. Konuya dair
kararlarımız ne ST’nin sunduğu sığlıktadır ne de “reçete”dir.
ST’nin ifade etmemizi istediği konular ve daha bir dizi
mesele adım adım çözmemiz gereken, nihayet “yönelimimiz”in hedefi olan
konulardır. Genel perspektifin somutlaştırılması için öngörülen çalışmalar
içindeyiz. Bu koşullarda partinin örgütlenmesi, bütünlüklü hareketi, süreci
yönetmesi belirleyici olmakla beraber gerilla savaşının somut, belli
yerlerde alacağı biçimler, savaşçıların niteliği, diğer hareketlerle ilişkiler,
eylem biçimleri, eylemlerdeki amaç, köylülerin örgütlenmesi ve bu örgütlenmenin
savaşla bağlantısı, köylülerin devrim ve devrimci harekete henüz var olan
güvensizliğinin dönüştürülmesi gibi meseleler öne çıkmaktadır.
Son konferans bu konudaki arayışların merkezi olmuştur
diyebiliriz. ST’nin “bir çırpıda” sıraladığı meseleler içinde “kızıl
iktidarların alacağı biçimler” hakkında ise şunları ifade edebiliriz:
Hâlihazırda bu konudaki görüşümüz somut[1]laşmış değildir. Genel, savuna
geldiğimiz görüş geçerliliğini korumaktadır.
Bunun somutta alacağı biçimler “temel kaideler” korunmak şartıyla
ve elbette onların ışığında, eminiz ki “özgün” olacaktır. Üstelik bu konuda
belirleyici olan kitlelerin, özellikle Kürtlerin yaşam koşulları ve biçimleri
olduğundan sürecin kızıl iktidarların yaşam bulacağı olgunluğa
gelmesini beklemek (pasif değil aktif bir beklemeden söz ediyoruz) gerekir.
Bu sürecin oluşması da politikalarımızın gerçekleşmesiyle
ilgilidir. Nihayet bunun alacağı biçimler hakkında şimdi[1]den konuşmak reçete
yazmaktır.
ST’nin bu konuda somut açılımları talep etmesi mevcut
durumla çelişkilidir. Muhtemel ki bu talep, olgunun derinliğini ve karşısındaki
“yüzeyselliğimizi” göstermek, “Kızıl iktidar biçimleri hakkında somut birşey
ifade edemiyorlar” demek içindir. Bir tür “köylü kurnazlığı” denmez mi buna?
HAPİSHANELER VE ÖLÜM ORUCU…
ST tarafından 8. Konferansın temel gündemlerin[1]den olduğu
belirtilip eleştirilen konulardan biri de hapishanelerdir. ST, hapishanelere
dair genel bir politikamız olmadığını iddia ettikten sonra Ölüm Orucu’nda bir
yenilginin yaşandığı ve buradaki hakların ortak mücadeleyle geri
alınabileceğini vurgulamaktadır.
Fakat burada; TKP/ML’nin hataları nelerdir?
Hangi taktikleri boşa çıkmıştır?
Devrimci hareketin bölünmesindeki payı nedir? gibi sorular
yanıtsızdır.
“Genel söylemler yeterli bilinci yaratamaz” gibi öncekilerle
aynı biçim ve içerikte bir eleştiri yapmaktadır. Hemen belirtelim ki
hapishanelere yönelik genel bir politikamızın olmadığı iddiası bugüne kadarki
hapishaneler sürecinde kesintisiz devam eden tutarlı duruşumuzla çelişkilidir.
Üzerinde kuşku oluşturulmasına müsamaha etmeyeceğimiz konulardan biri de
partimiz ve önderliğindeki militanlarımızın bugüne kadarki açık, anlaşılır ve
esasta en ileri duruşla kendini ispatlamış olmasıdır. Partimiz bundan sonra da
yarattığı çizgide ısrarlı ve tavizsiz duruşunu sürdürecektir.
Ayrıca belirtelim, hapishaneler sürecindeki devrimci direniş
hattının oluşmasında kendimizi bütünün parçası olarak görüyoruz. Bu hattın
oluşmasına birçok devrimci örgüt önemli katkılar sunmuştur. Bunun sadece
parçası olmak ise onurdur. Bugüne kadarki genel duruşu esasen olumlu ve etkin
bir devrimci duruş olarak görüyoruz. Elbette yer yer ve kimi zamanlarda önemli
olumsuzluklar yaşandığı gözardı edilemez.
Her biri uygun bir yer ve zamanda değerlendirilmiştir. Bu
saptamaya özellikle şunu da eklemek gerekli görülmektedir. Hapishanelerdeki
mücadelenin “hapishanelerle sınırlı” olmadığı da tarafımızdan daima
vurgulanmıştır. Dolayısıyla “hakların ortak mücadeleyle alınabileceği”ne dair eleştiri
cümlesindeki vurgu, görüşümüzü içermekte eksiktir, esasen zaaflıdır.
Son yıllarda aleyhe koşulların oluşmasında genel sınıf
mücadelesindeki kendiliğinden gidiş ve devrimci hareketin güçsüzlüğünün önemli
pay sahibi olduğunu ve bunun olumlu yöne evrilmesinin zorunluluğunu da
özellikle vurguluyoruz.
Son Ölüm Orucu eyleminin siyasi bir yenilgiyle sonuçlandığı
şüphesizdir. Zira bu eylem önce F tiplerinin hayata geçmesini engellemeyi sonra
da görece tecrit koşullarından arındırılmasını hedefliyordu. Bununla beraber
yenilgi, devrimci direnişi teslim almaya yönelik saldırıya karşı mücadelenin
sona ermesi anlamına gelmiyor. Hedefe varamamak ile direniş hattını korumak
farklı şeylerdir.
Ölüm Orucu eylemi amaca ulaşmayı sağlamadıysa da büyük ve
kitlesel olması itibariyle tarihe önemli bir direniş olarak yazılmıştır. ST
devrimci hareketin bölünmesindeki payımızı ortaya koymadığımızı ifade edip bu
konudaki görüşümüzü de öğrenmek istemiştir!
Burası ilginç…Ama öncelikle siyasi nedenlere da[1]yanan
kaygılarımızın konu olan sürece yönelik esaslı bir tartışmaya girmemizi bugüne
kadar engellediğini belirtelim. Bu tutumumuz değişmemiştir. Ciddi
olumsuzlukların, politik hataların, hatta suçların gerçek[1]leştiğini düşünsek
de hapishanelerdeki saldırının ve direnişin neredeyse tüm keskinliğiyle devam
ettiği durumda kapsamlı değerlendirmemizi sunmayı uygun bulmadık, bulmuyoruz.
Burada devrimci hareketin içinde bulunduğu darlık,
zayıflık, dolayısıyla birlik ihtiyacı belirleyicidir. Özel olarak hiçbir
harekete yönelik ithamda bulunmuyoruz, bu değerlendirmemiz geneldir ve
deneyimlerimiz bunun haklı ve doğru olduğuna işaret etmektedir. Nihayet bu
bizim politik tercihimizdir. Ve anlayışla karşılanacağını umuyoruz...
Bununla beraber, şansını fazla zorlayanlara, sınırlı olmak
kaydıyla beli yanıtlar vermek ve bazı açıklamalarda bulunmaktan kaçınmamız söz
konusu olmayacaktır. Genel manada izlediğimiz tutum geçerlidir ve “bölücülük”
suçlamasına yanıt vermemizin önünde engel değildir.
Ölüm Orucu eylemi bilinmektedir ki, merkezi koordinasyona ve
bölünmeye neden olacağı bilinmesine rağmen başlatıldı. Eylemi zamanlaması
nedeniyle uygun görmediğimizi, önerildiği andan itibaren açıkladık. Özellikle
ortaklığa verilmekte olan zarara dikkat çektik. Bu eylemle onu başlatanlarla
katılmamış olmaktan dolayı “devrimci hareketi bölmekte payımız olduğu” iddiası
doğru/uygun bir iddia değildir. Bölünmeden söz etmek birliğin ön kabulünü ge[1]rektirir.
Sonuçta birliğin esas alınmadığı ve birliğe rağmen iş yapıldığı yerde, bölünme
kaçınılmazdır.
Birliğe uymamak, birliğin inisiyatifini görmezden gelmek onu
bozmaktır. Birlik, Ölüm Orucu eylemi başladığında dağılmıştır; bölünme birliğe
rağmen başlayan Ölüm Orucuyla gerçekleşmiştir. Eyleme başlayanlar bölünmeyi
göze almıştır. ST bu sürecin sorumlularındandır. Eğer göze alınıyorsa, birliğin
bozulmasına başka neden aramak ve buradaki sorumluluğun hesabını sormaya
kalkmak bir tür kendini bilmezlikten başka bir şey olamaz.
Devrimci hareketin bölünmesine en başından beri karşı
durduğumuzu inkâr edebilir misiniz?
Eylemin öncesinde ve esnasında olduğu gibi bitirirken de
merkezi ortaklığı savunduğumuzu ve buna uygun hareket ettiğimizi yadsıyabilir
misiniz? Devrimci hareketin bölünmesindeki gerçek pay sahipleri Ölüm
Orucu eylemini birliğe rağmen başlatanlardır. Diyebiliriz ki, konu
olan birliğin zaafını kavramada ve gidermede enazından kontrol etmede nihayet
başarısız olduk.
Bu ise “devrimci hareketin bölünmesinde pay sahibi olmak”
değildir. Yaklaşımlarımızın merkezinde her zaman, ortak hareket etme
politikasının bulunduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Hatta eylem sürmekteyken
eylemin başarı şansının artık epey azaldığını saptayarak, direnişin başka
araçlarla sürdürülmesine karar verdiğimizde, bunun da gene ortak bir kararla
yaşama geçirilmesi gerektiğini düşünerek hareket ettik.
Tüm hareketlere kararımızı açıp ortaklık sağlamayı
benimsedik… Sonuç olarak, “bölünmedeki payımız” konusunda ST’nin bizden
beklediği yönlü bir olumsuz tavrımızın olduğunu düşünmüyoruz. Ama, ortaklığı
koruma ve sonrasında bunu yeniden yakalamada elbette yerinde ve kabul
edilebilir eleştiriler olabilir.
Bunun da süreci kavrama düzeyinde ortaya konması gerekir.
Sonuçta her şey gibi konu edilen birlik türleri de genel politik sürecin esasen
doğru kavranmasına paralel olarak ku[1]rulup korunabilir, geliştirilebilir.
KİTLESELLEŞME VE KİTLE ÇİZGİSİ…
ST kitleselleşme üzerinde durmayı ihmal etmeyerek 8.
Konferansı “tamamen” ama kısaca ana hatlarıyla değerlendirmiş olmaktadır! Onun
kitleselleşme hakkında yazdıkları da bütün yazının bizde yarattığı “iç sıkıntısı”nı
aratmaz niteliktedir. Eleştiri-değerlendirme elbette gereklidir, hatta
ihtiyaçtır; ancak ST girdiği hemen her konuda bunun kötü örneği olmaktan
ileriye gidememiştir.
Öyle ki bizim “eleştirileri” yanıtlarken ortaya koyduğumuz
“eleştiri kabul etmezliğimiz”, bizi bile rahatsız eder oldu!!! Yine konferans
karar alıntılarıyla eleştirileri birlikte sunma yöntemini uygulayacağız. Bu
sayede ST’nin bizi düşürdüğü “eleştirileri kabul etmez” görüntüsünün gerçekliği
rahatlıkla anlaşılacak ve eleştirenin yarattığı doğal bir sonuç olduğu kabul
edilecektir.
Okuyucudan istediğimiz, yapılan değerlendirmelerin,
eleştirilerin kararlara hangi yönde, nasıl etki yapılabileceğine kafa
yormasıdır.
Kısacası, bu eleştiriler haklı ve de faydalı mıdır diye
düşünülsün! “…
Bu da dün olduğu gibi karşımıza kitlelerle ilişkilerimizin
sorgulamasını ertelenemez görev olarak çıkartmaktadır. 7. Konferans aynı
yönelim genelde uygulanmadı, eski ve mahkum edilen tarzın -kitleler dışında ve
kitlelerin sorunları, talepleri dışında örgütlenme; kitleselleşmeyi, devrimci,
komünist hareketin sorunu olarak değil, kitlelerin kendiliğinden hareketin bir
ürünü olarak kavrama, ona önderlik etmeyi, ondan öğrenme süreci olarak da
irdeleme- belki farklı biçimleri ama özde aynısı, devam ettirildi.
Önderlik müdahaleleri yetersizleşti ve farklı sorunlarımız
çözüme gidilmesinin önüne geçti. Öncelikle örgüt olma bilincini, kolektif tarzı
her alanda ve düzeyde politik sürece katılımı benimsemeli ve uygulamalıyız.
Komitelerin çalışma alanlarının, tartışma konularının, ilgi alanlarının,
raporlarının vs. ne kadar kitle sorunları örgütleri politika, parti sorunları
olduğunu tespit etmek, açığa çıkarmak ve bunu getiren etmenleri netleştirmek
esas sorunlar kabul edilmelidir.
Bir komitenin ne kadar çalıştığını nasıl çalıştığını anlamak
için öncelikle bu konularda neler yaptığını ve yöntemlerini sorgulamalıyız.
Sorunların aşılması için atılması gereken adımlar işlerin başarısı için ölçüt
olmalıdır.
“Bunun için sorunların tam açıklaması yapılmalıdır.
Bunları kavramaya engel olan yaklaşımları, tutumları açığa çıkartmalı ve
düzeltmek üzere eleştirmeliyiz
(…) Kendini sorunların dışında gören tarzın hareketimize,
yönelimimize hiçbir katkısı olma[1]yacaktır.
(…) Kitleselleşme kavramını fazlasıyla kullanıyoruz. Diğer
devrimci hareketlerin de kullandığı bu kavramın içi boşalmış haldedir. Çok
genel olan kavramın içeriği üzerinde durulmalıdır. (…)
Anladığımızşey, ne bir öncü savaşı mantığıdır ne de
kendiliğinden harekete tabi kalmaktır. Anladığımız şey, kitlelere politik
bilinç taşımaktır.” “Politik bilinç taşımak sürekli olarak düzeyin
sorgulanmasını, ilerletilmesini ve doğallığında kitlelerden öğrenmeyi
gerektirir.
(…) “Kitle hareketlerinin yaratılması kitleselleşmenin
kendisidir. Eğer bu hareketlerin dışında yer alıyorsak, kitle eylemlerinin
(haklı, düzeni sorgulamayı içeren, hemen her biçimdeki eylemin) örgütlerinin
yapısını analiz etmiyorsak bu görevi başarmamız mümkün değildir.
A/P araçlarına yaklaşımlarımız politik bilinç taşıma
görevini algılamamızla ve bundaki düzeyimizle yakından ilgilidir. Ancak hareket
içinde çeşitli araçlara ihtiyaç belirecek ve artacaktır. Ancak hareketle
birleşen, harekete tabi olan bir arayış olursa A/P araçları kavranabilir,
bulunabilir, geliştirilebilir.
Biz bu konuda özellikle araç tartışması yapmamalı bundan
önce politika ile kitlelerle ilişki düzeyimizi sorgulamalıyız. Bunun başarılı
bir şekilde gerçekleşmesi sayesinde … mümkün olacaktır. Özgüldeki sorunumuzun
kökeninde ne olduğu anlaşılırsa çözüme gitmek daha kolay olacaktır.
Bu noktadan sonra tanıdıkça, içinde yer aldıkça yığın
hareketinin nitelikleri, kendi içinde ayrımları, farklı sınıf davranışları, bu
davranışların örgütlerdeki yansımaları, birleştirici olmakla dağıtıcı olmak
arasındaki ilişki ve bunun dinamikleri gibi hususlar görünür olacaktır.
Henüz bu tartışmaların uzağında olduğumuz görülmektedir.
Kimi tartışmalar olsa da bunların, kitlelerin talep ve karşı tutumlarıyla
açıklanabildiği söylenemez. Oysa tüm tartışmalarımızın farklı fikirlere karşı
mücadelemizin hedefi kitlelerin kazanılması; onlara önderlik ederek
kurtulmalarını sağlamaktır. Bu çalışmalar, kitle çizgimizin somutlaşmasını
beraberinde getirecektir.
” (Komünist 59, Sf. 127-128)
Şimdi de ST’nin bu alıntıları içeren konferans kararlarına
yönelik olduğu iddia edilen ‘değerlendirmesi’nden alıntılar yapalım; “Gidip
kitleleri kazanacağız ve kitleselleşeceğiz demekle sorunun çözüleceğini sanmak
büyük bir yanılgıdır.
(…) Neden güç kaybedildiği açığa çıkarılmadan ilerlemek aynı
hataların devamına izin vermektir. Bu biçimiyle teorik açılımımız özeleştiri[1]siz
politikasız kitleselleşme olurken, pratik adımımızise marjinalleşmeye devam
olmaktan başkası değildir
(…) Maoist parti de dahil TKP/ML’de “devrim kitlelerin
eseridir. Kitlelerden kitlelere doğru” değer- lendirmeleri yapılmaktadır. Hatta
diğer hareketlerin bu ilkelerin içini boşalttığını ifade etmekteyiz.
Ama gelinen aşamada ciddi güç kaybına uğrayıp daralan
hareketler durumuna gelmiş durumdayız. Savunu için buna da bir
açıklama bulabiliriz. Ama bu sorunun özünden kaçmaktan başka bir şey olmaz.”
(ST, Sayı 13, Sf. 32)
Konferans kararları değerlendirmesi olarak hiç uygun olmayan
bu cümlelerden sonra ST kitleselleşme için yöntem sunmayı da ihmal etmiyor
ve üç biçim sıralıyor bunun için…
Parti birliğini sağlamak, kopanlarla hatalarımızın
özeleştirisini vererek birleşmek; mümkün olanlarla birleşmek, ayrılıkları ve
bizden kaynaklanan yanlışları özeleştiri ile bertaraf etmek, Maoistlerin
birliğini politik bir odak haline getirip güven yaratmak; kitlelerin somut
sorunları üzerinden örgütlenmelerinin doğru politikalarla hayata geçirilmesini
başarmak…
Sonra da “devrimci eylem birlikleri olmalı,
akademik, demokratik, ekonomik alanlarda, koşullara uygun araçlar yaratılmalı,
kitlelere sahip çıkılmalı” (Sf. 32) deniyor.
Nihai cümle de bizi sarsmayı amaçlıyor olmalı; “TKP/ML
bu konuda da söylemin ilerisinde bir açıklama yapmamaktadır.”! (Sf. 33)
“Söylemin ilerisinde açıklama” yapmayı henüz öğrenemedik ve bilmiyoruz.Ama ne
bizim ne de sizin sorunu budur; bundan eminiz.
Konferans kararlarını okuyanlar için bu değerlendirme; tek
kelime ile “hayal kırıklığı”dır. Anlaşılan arkadaşlar kararları okumamış ya da
okuyamamışlar. Okuyamayıp bizi de bu olanağı sağlayamamış olmakla eleştirmiş
olsalardı kuşkusuz “hayal kırıklığı”ndan söz etmeyecektik.
Lütfen kıyaslayın alıntıları ve gerçekten ne yapıldığını,
yapılmak istendiğini görün… Okuyucu “değerlendirmenin” kararlara rağmen
yapıldığını anlayacaktır.
Çünkü “sorunu dışında arama”, “politikasız kitleselleşme”,
“salt ‘gidip kazanacağız’söylemi” vb. bu kararlardan yola çıkılarak iddia
edilemez. Kararların mantığı, çağrısı, savunduğu anlayışlar bunlarla tamamen
zıt! Bir an “kararların okunduğu” sanısını veren “…diğer hareketlerin bu
ilkelerin içini boşalttığını ifade etmekteyiz” cümlesi dikkat çekmektedir.
Çünkü kararlarda da “için boşalması” ifadesi
bulunmakta. Ne var ki az zamanlı bir inceleme bu ifadelerin aynı şeyi hem de
aynı biçimde içermediğini gösterir. Konferans kararı “kitleselleşme” kavramının
anlamının genel olduğunu, birçok devrimci hareketin (anlayışına uygun olarak)
aynı kavramı kullandığını belirtmekte ve “bizim” kullanmamızın, ayrımları
ortaya koymada yetersiz olduğunu belirtmektedir.
Bundan kaynaklı da kavramın içinin boşaldığını
açıklamaktadır. Oysa ST “kitleselleşme” kavramının değil “devrim kitlelerin
eseridir” ve “kitlelerden kitlelere” ilkelerinin, üstelik diğer hareketlerce
içinin boşaltıldığını iddia ediyor. Bunlar çok farklı şeylerdir! Bizim
açımızdan sorun kitleselleşme kavramında. Kavramın yalın hali yanlış anlayışlar
için de aynen geçerlidir.
O halde partimize bu kavramın içeriğini tartışmasını ve
kavramın anlaşılır, somut ve devrimci bir karaktere kavuşturulmasını söylemiş
oluyoruz… Bu söylemimiz yetmezliği kendinde arama ve düzelmeye de oradan
başlama anlayışını içermektedir.
Yani ST’nin “hiç” olmadığını iddia ettiği şeyi! Bu
“uygunsuz” değerlendirme üzerinde durmaya gerek olmadığı çok açık. Peki,
sıralanan üç madde anlamlı mıdır? Savunduklarımıza, yaptıklarımıza, durumumuza
yönelik tespitleriniz kitleselleşme hakkında bu üç maddeyi mi akla getiriyor?
Sanırız ilk iki maddenin şimdiye kadar yazdıklarımızla ne derecede
“tartışmalı”, “sorunlu” olduğunu ortaya koymuş olduk.
Hiç kuşku yok ki, “bölünmeler” kitlelerde güvensizliğe
neden olur ve aynı zamanda bunlar örgütsel zayıflamaya, iyi yönetilmedikleri,
doğru analiz edilip sentezlenmediklerinde ideolojik[1]politik gerilemeye de
neden olur. Bunlar gerçektir ve reddi inkarcılığa denk düşer.
Ama arkadaşların baştan sona görmekten malul oldukları
meseleye burada yeniden ışık tutulmalıdır. “Beraber yürüyemediklerimizle”,
“yolumuzu terk edenlerle”, “yürümekte olduğumuz yolu kötüleyenlerle” birlikte
inşa edilebilecek/yaratılabilecek bir kitleselleşmeyi “içi boş” ve devrime
hizmet edemeyecek bir kitleselleşme olabileceği için benimsemiyoruz.
Konferans kararlarında vurgulandığı gibi kavramın içeriği
tartışılmalı, doğru tanımlanmalı ve devrimci öğelerle somutlaştırılmalıdır.”
MALİ POLİTİKA…
Bir başka “bozuk” ve samimiyetsiz eleştiri tarzıyla ele
alınan konu da mali politikaya ilişkindir.
Tarz bozukluğu, her şeyden önce, ilk başta damgayı
vurmak, “haraççı”, “çeteci”, “gaspçı” gibi gösterip, sonra da olası tepkileri
göğüslemek adına, “bu çizgisini sistemli hale getirmediğinden ayrılığın
(“birliğin” olması gerek –pn) önünde bir engel olarak görmemekteyiz” (Sf. 29)
denmek suretiyle gösterilmektedir.
Hem bunu bir “politika” olarak adlandırıp hem de
“sistemleşmemiş” olduğundan bahsetmek hangi akla hizmettir?
Arkadaşlar yine de lütufta bulunmuşlar ve böylesi kötü
yönlerimize karşın vize vermekte engel çıkarmamışlardır. Yine tamamen
spekülasyon üzerinden çirkin iftiralar atılmaktadır.
İbret olsun diye bu bölümü olduğu gibi aktarıp yorumsuz
bırakmak, yani hiç yanıt yazmamak belki daha iyi olacaktır.
Ama doğrusu bir de kendi yazımız içerisinde görmeye tahammül
edemeyeceğimiz “belirlemeler” bulunmaktadır. ST, tıpkı emperyalist ve faşist
devletlerin yürüttükleri propaganda içeriğinde olduğu gibi, zorla para toplandığını
(“limit belirleme”, “vergilendirme”) söylemekte, halkın sorunlarına yardımcı
olma rolünde sahtekârca davranıp onlardan kazanç sağlamaya çalışıldığını iddia
etmektedir.
Bunlara karşı gelmenin “tehdit ve zor alımla” sonuçlandığına
dair saptamayla “mali portremiz” tamamlanmaktadır. Devrimci ahlaktan zerre
kadar nasibini alamamış, dahası devrimci değerlerden yoksun kişilerin
yapabileceği türden pratiklerin “çetecileşme” iması ile sunulması,
olsa olsa “birlik” konusunda ne kadar içtenlik taşıdıklarına kanıttır. Aksi
halde, husumet ölçümünde bulunup da böyle yazıp çizmenin derdini kurcalamaya
kalkarsak, farklı sorunlara kapı aralanabilecektir.
SONUÇ YERİNE…
Nihayet yazımızın son bölümüne gelmiş bulun[1]maktayız.
Bir bölümü kesinlikle değmese de, dikkate alınabilecek her
şeyi yanıtladığımızı, daha önemlisi “sorun”a ilişkin esas noktaları
açıkladığımızı düşünüyoruz.
ST’nin inceleme ve eleştiri yapma tarzının bizi siyasi
açıdan “zorlanmak”la beraber, etik açıdan ve özellikle somut tartışma yürütmek
bakımından zorladığını belirtmeliyiz.
Umarız ki bu içerik ve biçimdeki tartışmalar bundan sonra
karşımıza çıkmaz.
Niyetimiz mümkün olduğunca gerçekleri göstermek ve ancak
gerçeklere yaklaşımlarımızın tartışılmasını, anlaşılmasını sağlamak oldu. Kuşku
duyulmasın ki ancak bunlar üzerinden gerçekleşecek polemik faydalı olacaktır. Aksi
nitelikteki yazılar ise değersiz malzemeler olarak tanımlanmaktan
kurtulamayacaktır.
İlk bölümlerde, ST’nin “örgütsel ilkelerde birlik
ve partiden kopmanın yanlışlığı” etrafında dönmekte olan bir anlaşmazlık
yaşadığımızı anlamadığını ve bunu kavrayamadığını belirtip bunun nedenini
yazının sonunda açıklayacağımızı ifade etmiştik.
Bunu açıklayarak bitirelim.
Kavramak gereğini yapmaktır.
--ST “örgütsel ilkelerde birlik ve partiden kopmanın
yanlışlığı” hakkında ahkâm kestiği halde kendi sürecini değerlendirmeye
geldiğinde görmez, duymaz, anlamaz olmaktadır. Körlük, sağırlık ve anlama
kıtlığı “fiziksel” nedenlerle değil, bakış açısıyla, duruşla ve var olma
biçimiyle ilgilidir.
--ST öteden beri bakış açısını, duruşunu ve var olma
biçimini değiştirmek istemiyor. Bunu bir tür yok olma olarak anlıyor-algılıyor
ki bunda ısrar ediyor.
Yoksa “darbe” tanımını, darbe dediğimiz olayı
çarpıtabilirmiydi olanca rahatlığıyla?
Ya da yazı bütününde sunduğumuz ve kuşku duyulmayacak
ölçüde kanıtladığımız gerçeklerden bu derece uzak ve neredeyse sürekli bir
manipülasyonla hareket eder miydi?
Birlik amacına kilitlenmiş olduğunu “büyük bir özgüven”
görüntüsüyle takdim eden ST aynı duruşu tarihe, gerçeklere karşı
gösterememektedir.
Evet, ST yazar ve okurları; darbeyi, 2.
MK toplantısını, partililerin konferans önerisini, bunu haksız biçimde reddeden
MK tavrını, belli anlayış ve duruştaki kadroların tasfiyesini “örgütsel
ilkelerde birlik”in neresine uygun kabul ediyorsunuz?
Darbe ile partiyi tahakküm altına almaya çalışıp bunu
başaramayanların partiden kopma yanlışına kesin ve açık bir biçimde düştüğünü
neye dayanarak inkâr ediyorsunuz?
Sözü daha fazla uzatmaya gerek yok;
baştan sona güven vermiyorsunuz!
Körlük, sağırlık ve anlama kıtlığı benzeri daha başka
iddialara neden olabilir ama zaafların bu iddialarla giderilmesi mümkün değildir.
Bunun için bakış açınızın, duruşunuzun, var olma biçiminizin değişmesi
gerekir.
Gerçekler gün ışığındadır, sadece oraya bakmak ve öyle
düşünmek; düşündüğünü tam bir dürüstlükle açıklamak yeterlidir….
Sayfa…60..bitti