4 Temmuz 2024 Perşembe

İKİNCİ YÜZYILDA SÖMÜRGECİ-SOYKIRIMCI TÜRK DEVLETİNİN KENDİNİ TEKRARI – 1 Bozan Tekin

Sömürgeci, soykırımcı Türk devletinin hükümetinde, partilerinde önemli tartışmalar yaşanmaktadır. Bunları, tarihsel bir perspektifle değerlendirmekte yarar var. Sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin Önder Apo’ya karşı uyguladığı ağır tecrit ve peş peşe verilen disiplin cezaları, Kurdistan Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmeye yönelik yürüttüğü  diplomasi ve yine yeni anayasa çalışmaları, -ki özellikle özel savaş ve etkili ajanlık yasası-, yumuşama, normalleşme, Kürt soykırımını gerçekleştirmek için yapılan harcamalar, ekonomik kriz, açıklanan tasarruf tedbirleri, Kurdistan Özgürlük Gerillası’na karşı kullanılan kimyasal ve diğer yasaklı patlayıcılar, partiler arasında yürütülen görüşmeler, polemikler, Kobanê Kumpas Davası’nda verilen cezalar, Kuzey-Doğu Suriye’deki seçime yönelik engelleme saldırıları ve en son Colemêrg’te Belediye Eşbaşkanı M. Sıddık Akış‘a karşı gerçekleştirilen darbe ve onun yerine sömürgeci katil bir valinin kayyum atanması vb başlıklar normal bir zamanın konu başlıkları değildir. Birbirinden kopuk ve ayrı konular da değildir.

 Neler oluyor, olanları nasıl anlamak gerekir?

 Halklar, emekçiler, kadınlar, gençler ve egemenler 1990’lı yıllardan başlayarak miladi 21. yüzyılı tartışıyorlardı. Önder Apo da 21. yüzyılın kadın yüzyılı olacağını ve PKK’nin de kadın eksenli bir parti olduğunu söylemişti. Kürt kadınları dağda, şehirde, zindanda, siyasette, ekonomide askerlikte, sanatta, edebiyatta, özetle hayatın her alanında böyle bir inançla tarihi bir mücadele yürütüyor. Dünyanın bütün halklarından kadınlar ve insanlık herkes “Jin, Jiyan, Azadî” şiarını her fırsatta haykırmakta. Bir bütün olarak Kurdistan halkı, 21. yüzyılda Demokratik Ekolojik ve Kadın Özgürlüğü temelinde bir yaşamı kendi topraklarından başlayarak Ortadoğu ve dünyada yaşamın her alanında kurulması için çalışmayı esas almaktadır. Önder Apo 21. yüzyıl stratejisini böyle tanımlamış oluyor.

Kürt halkı cumhuriyetin ikinci yüzyılını Türk devleti tarafından uygulanan soykırım politikalarına son vererek, özgür Kurdistan, demokratik Türkiye stratejisi temelinde karşılamak istemektedir. Bununla, Türk, Arap ve Fars emekçileriyle eşitlik-özgürlük temelinde bir yaşamı kurmadaki kararlılığını her fırsatta dile getirmektedir. Ancak faşist şefler Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli ise Kürt soykırım stratejini, ‘Çöktürme Eylem Planı’ temelinde tamamlamak istemektedir. Buna karşılık Kurdistan halkı da amacına ulaşabilmek için önüne ‘Devrimci Halk Savaşı’nı koymuş bulunuyor. Sömürgeci, soykırımcı Türk devleti Kürt, Ermeni, Asuri, Keldani, Rum vb halklara karşı uyguladığı soykırım politikasını ikinci yüzyılda da sürdürmek istemektedir.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girmeden önce, sömürgeci, soykırımcı Türk devletinin resmi ideolojik, politik güçleri, ‘90’lı yıllardan itibaren 21. yüzyıl tanımlaması için tartışmalar yürütüyorlardı. Irkçı, faşist MHP’lilerden bazıları ‘21. asır Türk asrı olacaktır’ diyorlardı. Tanımlamaları netti. Hatta bunun için 100. Yüzyıl marşı bile hazırlanmıştı. Tıpkı soykırımcı devletin 10. Yıl marşı gibi, ırkçı, sömürgeci, Kürt’ü, Kurdistan’ı inkar eden içeriktedir. 10. Yıl marşı soykırımcı M. Kemal’in 10. Yıl nutkunun bir özeti ve onun notalandırılmış haliydi. 100. Yıl marşı da yeşil faşizmin temsilcisi Erdoğan’ın zihniyetini seslendirmişti.

2023 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü kuruluş yıldönümünden önce yürütülen tartışmalarda faşist iktidar, 21. yüzyılı, ‘Türkiye Yüzyılı’ olarak tanımladı. Muhalefet partilerinden de bu konuda farklı, alternatif bir tanım gelişmediğine göre, Türklük sözleşmesinde buluştukları anlaşılmaktadır. Yani bu eli kanlı Türk sömürgecileri ‘21. asır Türk asrı olacaktır’ hedefinde ortaklaşmaktadırlar. Eğer bunu ağır, yanlış görenler varsa, ikinci yüzyılda nasıl bir Türkiye-Kurdistan görmek istediklerini açıkça ortaya koymalı ve Osmanlı’da hille, oyun devşirme yoluna girmeden tavrını netleştirmelidir. Bunu yapmadıkları sürece, hepsini ‘Türk sözleşmesinin’ yeminli taraftarları  olarak tanımlamak gerekir.

 Türkiye Yüzyılı ne demek oluyor?

 Faşist şef Tayyip Erdoğan ve çevresinin yeni ‘Türkiye Yüzyılı’nı ideolojik, politik ve stratejik bir doğrultuya göre planladıkları kesinleşmiştir. Her şeyi buna göre yapmaya çalışacakları görülmektedir. Bunun en yalın anlamı ise sömürgeci soykırımcı Türk devletinin kuruluşunun ilk günlerinden başlayarak Kurdistan’da gerçekleştirdikleri katliam ve soykırımlardır. Yani Takrir-i Sükûn Yasası, İstiklal Mahkemeleri, İskan Yasası ve Şark Islahat Planı’nın güncellenmesi demektir! Bunu ne kadar başarırlar veya başarmazlar, o ayrı bir konu, ancak sonucu belirleyecek olan Kurdistan özgürlük mücadelesi ve stratejik müttefiklerinin örgütlülük ve direnme gücüdür.

Hala kana doymamış olacaklar ki, Kürt halkının kanını 21. yüzyılda da akıtmaya, sömürgeci soykırımcı stratejisini adım adım tamamlamaya ve bununla beslenmeye devam edecekleri anlaşılmaktadır. Türk halkının payına düşecek olan ise beka edebiyatını İslam ile cilalayarak, beyaz ve kara faşizmi yeşile boyayarak, tümden anti-demokratik, insan haklarına aykırı, her türlü baskı, zulmü geliştirerek Türkiye halkını açlık ve yoksulluğa mahkum etmek olacaktır.

Tayyip Erdoğan, 2002 yılından itibaren, Türk-İslam sentezi temelinde yeşil faşizmin tam kurumlaşmasını, ‘cumhuriyetin ikinci yüzyılının başında’ kurumlaştırmak istemektedir. Türkiye Yüzyılı demek, yeşil faşizmin kurumlaşması, Kürt soykırımının tamamlanması demektir. Bunun da Türkiye’de ve Kurdistan’da geçen yüzyılda kullanılan değişik yol ve yöntemleri aşan Kurdistan’a yağdırılan bombalar, kimyasal silahlar,  diplomatik ilişkiler, eğitim ve medya gücüyle gerçekleştireceği anlaşılmaktadır. En önemlisi de Önder Apo’ya olan yaklaşımlarında bu daha net olarak anlaşılmaktadır. Önder Apo üzerindeki tecridin çeyrek asır sürdürülmesini, son 40 aydan beridir de hiçbir biçimde Önder Apo’dan haber alınmamasını başka türlü tanımlamak mümkün değildir. 

Bir halkın Önderi’ne böyle yaklaşan bir devletin, halkına daha farklı yaklaşacağını beklemek, en hafif deyimle sömürgeci, soykırımcı Türk devletinden hiçbir şey anlamamak, tarih bilincinden yoksun olmak anlamına gelir. Nasıl ki, Şeyh Said’e idam, Kürt halkına soykırım ve Şark Islahat Planı olarak döndüyse, ‘İmralı’da Önder Apo’yu her gün, her saat, her dakika öldürme siyaseti’, şimdi de Kurdistan’da ‘Çöktürme Planı’ olarak dönmektedir. 

Yani sömürgeci AKP-MHP hükümeti anayasada, Kürt halkının varlığına, özgürlüğüne yer vermeyecektir. Kürdün dilinin, kültürününün yasaklaması ve asimilasyon politikalarına devam edilecektir. Anayasadaki ilk maddeler ve 66. Madde korunacaktır. Kurdistan’ın zenginliklerini talan etme, halkı açlığa, yoksulluğa mahkum etme, bu temelde Kurdistan’dan kaçısın zeminini oluşturma, bununla birlikte ajanlaştırma, fuhuş ve uyuşturucu ile yozlaştırma politikaları sürdürülecektir. Kurdistan topraklarına, tıpkı İsrail Siyonistlerinin Filistin’e Yahudileri yerleştirdiği gibi, Kurdistan topraklarına başka yerlerden getirilen Türkler, Araplar, Afganlar vb yerleştirerek demografik değişim politikası yürütülecektir. 

Kurdistan Özgürlük Gerillası’nı ise, yasaklı kimyasal silahlar, termobarik, taktik nükleer bombalar ile imha ederek ulusal soykırım poltikalarını tamamlama, askeri planlamalarının başında gelmektedir. Böylelikle Bakurê Kurdistan devrimini ve Rojava Devrimi’ni tasfiye ederek, Başûrê Kurdistan’da da tam hakimiyet sağlayarak Misak-ı Milli sınırlarına ulaşmak istemektedir. Böylece bölgede hegemonyasını güçlendirerek, Kuzey Afrika’da, Orta Asya’da egemenliğini yaymayı hedeflemektedir.

Sömürgeci-soykırımcı AKP ve onun faşist şefi Tayyip Erdoğan, öyle rastgele siyaset yapan, emanetçi birisi değildir. Bir ideolojik-politik doğrultuya dayanan, stratejik bir planlama temelinde hareket etmektedir. ‘70’li yıllardan beri, faşist ve İslamcı gençliğin örgütlendiği Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) gibi bir öğrenci teşkilatında, Milli Selamet Partisi (MSP), Refah Partisi (RP) gibi partilerde yer almış, İskender Paşa cemaatinde kalmış, RP adına İstanbul Belediye Başkanlığı yapmıştır.

 İstanbul gibi kapitalist modernitenin merkezlerinden birisinin belediye başkanı olarak, uluslararası sermaye güçleriyle, özelikle de ABD düşünce kuruluşları ve sermaye çevreleriyle ilişkilenmiştir. Sömürgeci Türk devletinin gerçekleştirdiği 28 Şubat askeri darbesinden sonra RP’de yaşanan tartışmalarda, kendisini ‘yenilikçiler’in lideri olarak konumlandırmıştır. 12 Eylül askeri faşist cuntası sürecinde cemaatlerle bağlantılı olarak iyice palazlanmış yeşil sermaye çevreleri, dünyada esen neo-liberal ekonomi rüzgarlarının da etkisiyle, önce Türkiye’nin klasik sermaye çevrelerinden alan kapma, giderek uluslararası sermaye ile bütünleşme peşindeydi. 2001 yılında AKP’yi kuran faşist Tayyip Erdoğan ve çevresi bu kesimlerin partileşme ihtiyaçlarına karşılık vermiştir. 2002 seçimlerinde seçilme yasağı olduğu için, seçime girmemiş olsa da kurduğu parti seçimi kazanmış, kendisi de özel bir yasayla yasağı kaldırıldıktan sonra seçilmiş ve 2003’te başbakan olmuştur.

İnkar, imha temelinde kurulan soykırımcı Türk devleti, 87 yıllık tarihinde Kürt soykırımını tamamlamak için her türlü insanlık dışı yol ve yöntemi kullanmasına rağmen, İnönü’sü, Menderes’i, Demirel’i, Nihat Erim’i Ecevit’i, Kenan Evren’i, Özal ve Erbakan’ı vb gelip geçmesine rağmen başaramamışlardır. Tam başardıklarını sandıkları ‘70’li yılların başında ise Rêber Apo’nun öncülüğünde PKK ortaya çıkmış ve Kürt halkının varlık-özgürlük mücadelesini sürekli yükselen bir tarzda ilerletmiştir. ‘90’lı yıllarda ise artık, yok sayılan Kürt halkı açısından, Önder Apo’nun deyimiyle ‘Diriliş başarılmış, sıra kurtuluşa gelmişti’.

Sömürgeci, soykırımcı Türk devletinin ve hükümetlerinin kullandığı, kimi yöntem farklılıkları gösteren özünde ise aynı olan, soykırım politikalarının yanı sıra, aynı zamanda iflas eden klasik Kemalist paradigma olmuştur. Reel sosyalizmin yıkılması, dünyada esen liberal politikalar, iktidarın dışında tutulan İslami kesimlerin özellikle 12 Eylül askeri faşist cuntasının geliştirdiği Türk-İslam sentezi politikasının oluşturduğu zeminde önü açılan, yaygınlaşan cemaat ve tarikatların holdingleşmesi yeşil faşizmin ekonomik zeminini oluşturmuştur. Bu kadar ekonomik güce ulaşan holdingler, artık sömürgeci devlet siyasetinde rol almak istediler ve bu temelde de partileştiler. ‘60’lı yıllardan gelen partileşme süreci, faşist askeri şef Kenan Evren, Turgut Özal ve ardından Refah Partisi iktidarlarıyla birlikte iyice güçlendiler. 

Özellikle Kemalist zihniyetli devlet çekirdeğinin politikalarının 2000’li yıllara dayandıklarında adeta Kurdistan özgürlük mücadelesi karşısında nefessiz kalması, İslam’ı bir iktidarlaşma aracı olarak gören kesimlere, ABD’nin de gelişen radikal İslam’a karşı ılımlı İslam projesini geliştirmesi kapsamında faşist Erdoğan’a iktidar yolunu açtı. Bu konuda ABD ile yapılan gizli, açık görüşmeler bilinmektedir. Özetle, Beyaz Türkçülüğün, beyaz faşizmin iflası sonucu yeşil faşizmin önü açılarak, Kurdistan halkının başına bela edildi.

 

Yeşil faşizm ne yapmayı düşünmekte, neyi planlamaktadır?

 

Önder Apo’nun 2010 yılında yaptığı tespitler, bu konuya ışık tutmaktadır. Önder Apo’nun AKP faşist yönetiminin nasıl bir yol izlediği ve bundan sonra da nasıl bir yol izleyebileceğine ilişkin yaptığı tespitler, güncel olarak çarpıcı bir biçimde doğrulanmaktadır.

AKP iktidarının ilk sekiz yılı CHP’nin ilk sekiz yılına (1923-1931) çok benzemektedir. İkisinde de tek partili rejim egemendir. Tıpkı 1931’den itibaren (M. Kemal’in Serbest Fırka denemesine rağmen) ağırlaşan İsmet İnönü ve Recep Peker faşizmi gibi, AKP’nin de 2011 seçimlerinden itibaren (Hitler’in 1933 seçimlerindeki konumuna oldukça benzemektedir) diktatoryasını yoğunlaştırma ve kendi anayasasıyla pekiştirme olasılığı yüksektir…

‘AKP’nin yeni hegemonik iktidar döneminde, Kürt varlığı ve özgürlüğünü tasfiye amaçlı özel savaş rejimi daha da güçlendirilerek yürütülecekti. Zaten AKP’nin ordu şahsında rejimin eski iktidar sahipleriyle yaptığı uzlaşmanın temelinde Kürt varlığının (ontolojik gerçeklik) ve özgürlüğünün (bilinç ve örgütlülük) tasfiyesi ve kültürel soykırımın sürdürülmesi yatmaktaydı. İktidar başka türlü AKP’ye teslim edilemezdi…Bu uzlaşma AKP döneminde sadece olduğu gibi kabullenilmekle kalmamış, İslâmî argümanlarla daha da güçlendirilerek devam ettirilmiştir.’

Soykırımcı CHP’nin ilk sekiz yılında neler olmuştu? Uzun uzadıya ayrıntılı anlatmak, bu yazının sınırlarını aşar. Satır başlarıyla hatırlatmakla yetineceğiz.

1923 yılının 29 Ekim’inde Kürt halkını yok etme, Kurdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirme stratejisi temelinde kurulan Türk devleti, 2023 yılının 29 Ekim’inden sonra da yine Kürt soykırımını devam ettirerek, kuruluş felsefesi ve planlamasını bire bir hayata geçirerek, tümden yok etmek istiyor? Tüm belirtiler, söylem ve atılan adımlar bunu fazlasıyla ortaya koymaktadır. Çünkü bugün dünden ve öncesinden hazırlanmıştır. Onun için de soykırımcı Türk devletinin kuruluş felsefesi ve yılları önemlidir.

 

Türk devletinin kuruluş felsefesi nedir ve kuruluş yıllarında olanlar neydi?

 

20. yüzyılın başlarında, ortada ayakta kalmakta zorlanan bir sömürgeci Osmanlı İmparatorluğu vardı. İngiliz. Fransız emperyalistleri bölge hakimiyetini elde tutmak, ticaret yollarını kontrol etmek ve gelişmekte olan Sovyet devrimini durdurup sınırlamak için, bu imparatorluğun enkazından, bir Türk ulus-devleti yaratmayı hedeflemişti. M. Kemal ve etrafındaki çeteler, bu soykırımcı sistem için adeta biçilmiş kaftanlardı.

Diğer halklar sömürgeci Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ulusal kurtuluş mücadelelerini yürütüp başarıya ulaştıkları ve Ermeni, Rum, Asuri-Keldani halklar soykırımdan geçirildiği için, M. Kemal’in ilk gittiği yerin Kurdistan olması tesadüf değildir. Çünkü gidebileceği, ayak basacağı ve kabul edileceği başka bir yer kalmamıştı. Onun için de Kürtlerin yanına gitmiştir. Giderken de Kürtleri kandırmak için ortak vatan, ortak devlet, ortak din, ortak kurtuluş ve ortak yönetim vb birçok vaatte bulunmuştur. Bunlar tarihi belgelerde fazlasıyla vardır. M. Kemal’in Kürt önde gelenleri karşısında döktüğü dil, verdiği vaatleri ve el-etek öpmeleri saymakla bitmez. Bunlar genellikle bilinen gerçeklerdir. Kürtlerin yanında kurulacak devletin, bir Kürt-Türk devleti olacağını da açıkça belirtiyordu. Onun bu söylemi, Lozan Antlaşması imzalanıncaya kadar sürdürülmüştür. Hatta Lozan’da bile, Kürtler söz konusu olunca, İsmet İnönü ve beraberindeki kendisi gibi Kürt soykırımcısı delegasyon ‘TBMM Hükümeti Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir; Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Milli Meclis’e girmiştir ve Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadır’ diyerek yalan söylemiş ve iki yüzlüce davranmıştır. Lozan konferansında, konferansın bütün maddeleri tek tek incelendiğinde, bin yılların halkı ‘tek kelime’ ile anılmamış, yok sayılmıştır. Türk devleti ile birlikte bu metne imza atan emperyalist devletler Türk devletinin ileride uygulayacağı soykırımın zeminini Lozan’da hazırlamıştır.

Rıza Nur denilen soykırımcı da Kürtlerin haklarının tartışıldığı oturumda, bin bir dereden su getirerek, yalan üstüne yalan, demagoji üstüne demagoji üreterek, Kürt’ün inkarında ve Kurdistan’ın parçalanmasında İsmet İnönü’den geri kalmamıştır.

Türk egemenlerinin, sadece zihniyetlerini değil, duygularını, hislerini de tanımak ve anlamak gerekir. Kürtler söz konusu olunca, genel insani ölçüler, duygu, vicdan, ahlak vb ile hiçbir ilgilerinin olmadığı tüm tarihi gerçeklerden açığa çıkmaktadır. M. Kemal’in 1919-23 yılları arasında hiçbir yoruma izin vermeyecek kadar Kürt’ü haklarıyla birlikte tanıyan sözlerinin hepsinin baştan sona taktik, takiye, yalan ve yanıltma olduğu anlaşılıyor.

Erdoğan da ‘düşünmezsen Kürt sorunu yoktur’ dedi. Daha sonra ‘Kürt sorunu benim sorunumdur’ dedi. Şimdi yine ‘Kürt sorunu yoktur, nerede bir Kurdistan kurulursa gider engellerim’ diyor. Bu kaç yüzlü bir insan hali ve davranışıdır? İnsan, dostuna, komşusuna değil, düşmanına karşı bu kadar taktik, takiye, gizli, sinsi hesap yapar. Peki, bunlar bu sözleri söylerken duygularını nasıl gizlediler, yüzlerine hangi maskeleri geçirdiler? Bu kadar yalan üretme, bu yalanları Kürtlerin yüzüne söyleyecek kadar, duygularını gizleme gereğini duymak, içlerindeki Kürt düşmanlığının derinliğini, sinsi plan sahibi olduklarını göstermiyor mu? O halde bundan sonra Türk egemenleri konuşunca, bir de bu açıdan bakmak gerekiyor. 

Her sözlerine, ister namus, şeref adına, ister hukuk, anayasa adına ister laiklik ister din adına, isterse de kardeşlik adına olsun; ne adına söylenirse söylensin inanmamak gerekir. Çünkü burada belirtilen kavramların hiçbirisi kendi doğal evrimi içinde, kendi yaşamlarından üretilmiş bir kavram değildir. Oradan buradan, çıkarları için devşirilmiş kavramlardır. Hele İslam ve din adına söylenenlere hiç mi hiç inanmamak gerekir. 

Çünkü kutsal İslam dinini, yayılmada Muaviye’nin savaşta mızrak uçlarına Kuran’ı Kerim sayfalarını taktırması gibi, sadece kullanmışlardır. Yezidlikte sınır tanımamışlardır. Halen de öyledir. Kürtlerin tarihi bir sözü vardır, hatırdan hiç çıkarılmamalı: Bextê Romê tune ye!

 

Lozan’dan hemen sonra ne yapıldı?

 Kürt soykırımcılarının başı M. Kemal’in yaptığı ilk iş, Büyük Millet Meclisi’ni bir erken seçime götürerek, içinde Kürtlerin ve sol, demokratik kesimlerin olmadığı bir meclis oluşturmak olmuştur. Seçimi öne almış, seçim kanunlarında kendi lehine gerekli değişiklikleri yaparak, hatta kimlerin meclise gireceğini tek tek tespit ederek bu amacını fazla zorlanmadan gerçekleştirmiştir. 1923 Ağustos ayında ise, Kurdistan’ı ve Kürt halkını yok sayan Lozan Antlaşması’nı oluşturdukları Kürtsüz meclisleri tarafından onaylatmıştır. Eylül ayında ise, M. Kemal soykırımcı Cumhuriyet Halk Fırkası’nı kurmuş ve kendisini de genel başkan olmuştur.

Böylelikle tek adamlığa giden yolda ilk adımı atmıştır. Kürt katili M. Kemal, 28-29 Ekim tarihlerinde ise muhalefetsiz tek partili ortamda 1921 Anayasası’nda yaptığı değişikliği meclisten hızla geçirmiş ve 1921 Anayasası’nda, Kürt halkını ve diğer halkları yok sayan, ‘Türk devletinin dili Türkçedir’ şeklinde değişiklik yapmış, böylece 29 Ekim’de yangından mal kaçırırcasına yaptığı hazırlıklar temelinde sömürgeci, soykırımcı ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan etmiştir. Hemen arkasından ise, Kürt soykırımcısı İsmet İnönü’yü başbakan olarak atamış ve soykırımcı katillerden oluşan bir hükümet kurmuştur. Tabii kendisini de tek şef ilan etmiş, var olan koşullar içinde kullanılabilecek tüm siyasi, askeri, hukuki, diplomatik, ekonomik, mali vb yetkilerle donatmıştır.

1924 Mart’ında çıkardıkları bir kanunla halifelik kaldırılırken, aslında Nisan 1924’de oluşturulan ve 24 Nisan 1924’te yürürlüğe giren 1924 Anayasası’nda bir çırpıda başta halkımız olmak üzere, Türkler dışında diğer tüm halklar yok sayılmıştır. ‘Türkiye Türklerindir’ deyişi, adına Türkiye dedikleri alanları, Türkleştirerek, sadece Türklerin kılınmak istendiği için, ‘Türkiye Türklerindir’ denilmiştir. Eğitim sistemi ve bakanlığı bu temelde oluşturulmuştur. Tabii ki, başta Kürtler ve diğer halklar sadece yok sayılmakla yetinilmemiş, ardından nasıl yok edileceği de stratejik bir planlamaya kavuşturulmuştur. Tüm bu yaptıklarına olası karşı çıkışları engellemek ve caydırmak için de var olan Hıyanet-Vataniye Yasası güncellenmiştir.

Özetle daha önce Kürt’ü yok etmek için oluşturulan strateji ve taktik doğrultusunda hareket edilmiştir. Kürtler dağınık ve örgütsüz olsalar da kendilerine yönelik geliştirilen planı derinlikli olmasa da fark etmişler ve boşa çıkarmak için bir arayış içine girmişlerdir. Azadî Örgütü’nü kurmaları bunun bir sonucudur. Ancak Azadî örgütlülüğü, düşmanın ideolojik, politik ve stratejik bakımından derin örgütlülüğünü ve hazırlığını ne yeterince görmüş ne de onu karşılayacak bir düzeyde örgütlülük geliştirebilmiştir. 

Bu gerçeklik, hareketin önderlerinden Cîbranlı Xalid’ın 1924 Aralık ayında düşmana esir düşmesinde daha net görülmektedir. İsyanı ancak iki ay sürdürebilmişlerdir. Soykırımcı Kemalist hareketin Teşkilat-ı Mahsusa’dan kalan yoğun istihbarat birikimi ve faaliyetleri sonucu Kürt halkı içindeki gelişmelerden önemli oranda bilgi sahibi olmuşlar ve hareketi provoke ederek, hareketin istediği zamanda değil de kendilerinin istediği zamanda harekete geçmelerini sağlamışlardır.

Şeyh Sait önderliğinde gelişen isyanda da görüldüğü gibi bir provokasyonla zamanından önce harekete geçmek zorunda kalan isyan önderliği, kısa süre içinde yenilgiyle yüz yüze gelmiştir. Güçlü bir örgütlü öncülüğe, hazırlığa, stratejiye, örgütlülük ve birliğe dayanmayan çıkışın daha farklı sonuçlanması da zaten mümkün değildi. Bu süreci adeta adım adım bir stratejik planlamaya tabi tutan ve ona göre hareket eden sömürgeci-soykırımcı Türk devletinin yönetim çekirdeğinin hazırlıklarına, Kürtlere karşı besledikleri derin stratejik düşmanlığa karşılık, süreci doğru okuyamayan ve buna göre hazırlıklı olamayan Kürt öncülüğünün başarı şansı zaten yoktu.

24 Şubat günü ise, yani isyan başladıktan 10 gün sonra, sömürgeci Türk devletinin başbakanı Ali Fethi Okyar, meclise konu hakkında bilgi verir ve isyanı bastırmak için almış oldukları tedbirleri aktarır. Tedbirlerin ilki Kurdistan’da sıkıyönetim ilanı, ikincisi ise daha önce de var olan İhaneti-Vataniye Kanunu’nun güncellenmesidir. Her ikisi de oybirliğiyle kabul edilir. 

 Ancak kısa bir süre sonra 2 Mart günü, Cumhuriyet Halk Fırkası içinde bazı kesimler M. Kemal’in yönlendirmesiyle alınan tedbirleri yeterli görmez ve daha farklı siyasi, idari ve askeri tedbirler için de diretirler. Daha sonra da faşist şefin toplantıya katılmasında ısrarcı olurlar. Faşist soykırımcı şef de toplantıya katılır ve Kürt isyanına karşı alınan tedbirlerin yetersiz olduğunu söyler, ‘inkılabı başlatan tamamlayacaktır’ diyerek Kürtleri soykırımdan geçirmekten ve kendisine engel olmaktan çıkarmayı ifade eder. 

Bundan hareketle de hükümeti yetersiz kalmakla eleştirerek, daha farklı tedbirlerin alınmasına işaret eder. Bu durum karşısında ise A. Fethi Okyar, aldığı tedbirleri yeterli gördüğünü söyler, ardından da daha şedit tedbirlerle elimi Kürt kanına bulamak istemiyorum, mealinden sözlerle itirazını dile getirir ve istifa eder.

 

DEVAM EDECEK

https://serxwebun.org/ikinci-yuzyilda-somurgeci-soykirimci-turk-devletinin-kendini-tekrari-1/

 

 

Blog Arşivi

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)