19 Eylül 2024 Perşembe

Maoizm İçin Mao’nun Felsefi Katkıları Olmazsa Olmazdır

Maoizm İçin Mao’nun Felsefi Katkıları Olmazsa Olmazdır
https://www.partizanmlm31.net/maoizm-icin-maonun-felsefi-katkilari-olmazsa-olmazdir.html

 İlkel komünal toplumdan komünist topluma doğru olan evreleri konu etmediğini söyleyelim. Marks kapitalist özel mülkiyetin belirmesi olarak ilk “mülksüzleştirme”den bahseder ve kapitalizmin gelişmesinin sonunda bu “yadsıma”nın yadsınacağını açıklar… Yani kapitalistin mülksüzleştirilmesi olarak yadsımanın ilk yadsıması burada ilkel komünal toplum, bu anlamda “mülkiyetin olmadığı” ya da “ortaklaşa mülkiyetin olduğu” toplum değil, bireyin emeğine dayanan “küçük mülkiyet”tir. 

Marks bu sürecin tarihsel zorunluluğunu önce gerçekleşen haliyle (“mülksüzleştirenler”) sonra gerçekleşecek haliyle (“mülksüzleştirilecekler”), maddi verilerle açıkladıktan sonra Hegel’in “yadsımanın yadsınması” tanımını ulaştığı sonuca konu eder. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi olarak somutlaştırılan yadsımanın yadsınması kategorisinin burada nasıl ve ne derecede savunulduğu ayrı bir konu; ancak Marks’ın bunu ilkel komünal toplumdan komünist topluma doğru bir “yadsımanın yadsınması” olarak örneklendirmediği çok açık. 

Bu bile MAE’nin Mao için iddia ettiği “komünizmi es geçtiği için yadsımanın yadsınmasını kavramadığı” tespitinin uygun, olabilir, bir gerçekliğe dayanan tespit olmadığını gösterir. Mao’nun ne komünist toplumu es geçtiği, ihmal ettiği doğrudur ne de mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi olarak komünizmin ilkel komünal toplumun yadsımanın yadsıması olduğu!

Anti-Dühring’te Engels’in açıkladığı ve yadsımanın yadsınmasına örnek verilen Marks alıntısını ele almak tartışmamızı aydınlatacaktır.

Marks şöyle diyor: “… Şimdi mülksüzleşen, bağımsız iktisadi varlığı son bulan kimse, artık kendi başına ve kendisi için çalışan işçi değil, birçok işçiyi sömürmekte olan kapitalisttir.”[8]

“Kendi başına ve kendisi için çalışan işçi” kimdir? Bu “işçi” mülksüzleştirilmede ilk aşamada yer alan kimsedir. Bu işçinin gelişmesi emeğinin koşullarının özel olabilmesiyle, ektiği toprağın sahibi olmasıyla, iş aletlerinin sahibi bir zanaatçı olması sayesinde olanaklı olmuştur.

“Kuşkusuz, bu üretim tarzı kölelik, serflik ve diğer bağımlılık ilişkilerinin söz konusu olduğu durumlarda da mevcuttur. Ne var ki bunun açılıp gelişmesi, bütün enerjisiyle harekete geçmesi, uygun klasik biçimine ulaşması ancak işçinin kendisi tarafından harekete geçirilen emek koşullarının özgün özel sahibi, ektiği toprağın sahibi köylü, kendileriyle bir virtüöz gibi iş gördüğü aletlerin sahibi zanaatçı olması halinde mümkündür.”[9]

Sonuçta, mülksüzleştirilecek olan kapitalistin gelişimi sürecinde değindiği bu özellik Marks’ın tarihe, daha başka söylersek “toplumların gelişmesi”ne yaklaşımının nasıl olduğunu anlamamıza yardımcı olmaktadır. Marks ilkel komünal toplumdaki bireylerin bir özelliğinden, bu toplumdaki bir genel-ortak özellikten hareketle “yadsımanın yadsınması” yasasının gerçekleşeceğini söylemiyor; o, kapitalistin tarih öncesini (kapitalistin oluş öncesini) ve tarihini açıklayarak “yadsımanın yadsınması”ndan söz ediyor. Bu yasayı ilgili bölümde kullanırken Marks ilkel komünal toplum veya mülkiyetsiz insanlardan bahsetmiyor; dolayısıyla ilkel komünal toplumdan başlayan ve tamamlanmak üzere “gerçekleşmekte” olan bir daire de konu edilmiyor. Bu anlamda insanlık tarihi 3 evreden oluşan bir yadsımanın yadsınması olarak anlatılmıyor burada. Marks “işçinin kendi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti”nden hareketle kapitalist üretim tarzının oluşumunu ortaya çıkardıktan sonra bu üretim tarzının da mülksüzleştirilme ile sonlanacağını öngörüyor. O, bu öngörüsünü “ancak ekonomik ve tarihsel tanıtlamasını bitirdikten sonra”[10] “yadsımanın yadsınması” yasasıyla vurguluyor. Özel olarak ifade edersek “Marks sürecin tarihsel zorunluluğunu bu niteleme ile tanıtlamaya çalışmaz, bunu düşünmez bile. Tersine, gerçekte sürecin kısmen nasıl gerçekleştiğini, kısmen de mutfak olarak nasıl gerçekleşeceğini “tarih” aracıyla tanıtladıktan sonradır ki Marks bu süreci ayrıca belirli bir diyalektik yasaya göre gerçekleşen bir süreç olarak nitelendirir.”[11]

Yadsınan “kendi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetiyle işçi”dir, küçük işletme sahibidir; yadsıyan ise kapitalisttir ve yadsıyan yadsınacaktır! İşte anlatılan budur. Burada ilkel komünal toplum, yani mülkiyetin olmadığı bir toplum ya da ortaklaşa mülkiyet konu edilmiyor. Dolayısıyla ilkel komünal toplumdan komünist topluma doğru bir daire hareketi de gösterilmemiştir. Bu tür bir anlatımı Engels’te görüyoruz fakat! Engels de ilkel aşamayı aşan toplumlardaki “ortak mülkiyeti” temel alarak başlar bu süreci anlatmaya; bu anlatımda da ilkel komünal toplumun bireyi veya bu toplumun bir genel-ortak özelliği temel alınmıyor. Toprağın ortak mülkiyeti ile başlayan “uygar halklar” tarımın gelişmesine uygun olarak özel mülkiyete doğru gelişirler…[12] Tartışmamızın seyrini bozmamak adına biz Marks’ın ele aldığı biçime dönelim.

Marks, kapitalist üretim tarzının gelişmesi için toprak mülkiyetinin parçalanmış ve diğer üretim araçlarının da dağılmış olması gerektiğini belirtir ve kapitalizm öncesi üretim için “Bu üretim tarzı üretim araçlarının yoğunlaşmasını olduğu kadar el birliğini, yani aynı üretim süreci içindeki iş bölümünü, doğa güçlerinin toplum tarafından kontrol altına alınmasını ve bunlardan üretken amaçlarla yararlanılmasını ve toplumsal üretici güçlerin serbest gelişmesini de dışlar. 

Bu üretim tarzı ancak üretimin ve toplumun dar doğal sınırları içinde var olabilir.” der ve “Bu üretim tarzı belli bir gelişme düzeyine ulaştığında, kendini yok edecek maddi araçları doğurur. (…) Bu düzenin yok edilmesi gerekir ve yok edilir. Eski düzenin yok olması, bireylere ait ve dağınık üretim araçlarının toplumsal olarak yoğunlaşmış üretim araçları haline gelmesi ve dolayısıyla çok sayıda cüce mülkiyetin az sayıda dev mülkiyet halinde bir araya gelmesi, büyük halk kitlelerinin topraklarından, geçim araçlarından ve emek aletlerinden yoksun kalarak mülksüzleşmesi halk kitlesinin maruz kaldığı bu korkunç ve zorlu mülksüzleşme(nin) sermayenin tarih öncesini oluştur”duğunu[13] belirterek bize “yadsınanın” küçük işletmeler/küçük mülk sahipliği olduğunu, yadsıyanın da sermaye olduğunu açıkça gösterir.

 Peki, burada yadsınanın yok edilmesi gerektiği ve yok edildiği vurgusunun anlamı nedir? Marks bir dönüşüm zorunluluğunu gösterir ve bu dönüşümün toplumsal üretimi, emeğin daha geniş ölçüde toplumsallaşmasını, toprağın ve diğer üretim araçlarının ortak biçimde kullanılmasını, böylece özel mülk sahiplerinin daha geniş ölçüde mülksüzleşmesini içerdiğini anlatır. “Yadsımanın yadsınması” olarak tanımlanan süreçte yadsınanın bir sonraki süreç bakımından olumlama olduğunu anlarız buradan. Küçük mülk sahipliğinin mülksüzleştirme ile yadsınması kapitalist üretim tarzı yönünde bir gelişmedir, dolayısıyla aynı zamanda bir olumlamadır. Hiçbir yadsıma sadece yadsıma değildir, aynı zamanda olumlamadır her yadsıma. 

Diyalektiğin özü ve her somut durum için açıklanması gereken özelliği budur. Marks, kapitalist üretim tarzının oluşunu ve gelişimini açıklarken bunu gerçekleştirmiş oluyordu. Marks’ın yadsımanın yadsımasını açıklama niyetinde olduğunu kimse söyleyemez, onun niyeti başından itibaren kapitalizmi çözümlemektir. Tartıştığımız bölümde ise denk geldiği için, tarihsel çözümlemesinin sonucunu vurgulamak için “yadsımanın yadsınması”ndan yararlanıyor. Bu anlatımda veya çözümlemede hiç de MAE’nin ya da MKP muhasebesinin kavradığı “insanlık evrimi”nden söz edilmiyor!

Marks “Şimdi mülksüzleşen (…) birçok işçiyi sömürmekte olan kapitalisttir.” dedikten sonra da bu mülksüzleşmenin nasıl olduğunu ve tamamlanacağını açıklar; gene aynı olumlamayı anlatır burada da:

“Bu mülksüzleşme, kapitalist üretimin özünde yatan yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesiyle gerçekleşir. Her bir kapitalist birçok kapitalistin başını yer. Bu merkezileşme ya da az sayıda kapitalistin çok sayıda kapitalisti mülksüzleştirmesi ile birlikte emek sürecinin el birliğine dayanan biçimi, bilimin bilinçli kullanımı, toprağın planlı sömürüsü, emek araçlarının yalnızca birlikte kullanılabilen emek araçlarına dönüşümü, bütün üretim araçlarında, birleşik, toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmaları yoluyla tasarruf sağlanması, bütün ulusların dünya piyasası ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, giderek büyüyen ölçeklerde gelişir. 

Bu dönüşüm sürecinin avantajlarından yararlanan ve bunları, tekelleri altında tutan büyük sermaye babalarının sayıları durmadan azalırken sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü alabildiğine artar; ama aynı zamanda sayıca gittikçe artan bir sınıfın, kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması ile eğitilen, birleşen, örgütlenen işçi sınıfının öfkesi de artar. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendisinin hükmü altında gelişen üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, sonunda bunların kapitalist kabuklarıyla uyuşamadıkları bir noktaya ulaşır. Kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetinin saati çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.

“Kapitalist üretim tarzının ürünü olan kapitalist mülk edinme tarzı ve dolayısıyla kapitalist özel mülkiyet, bireyin kendi emeğine dayalı özel mülkiyetin ilk olumsuzlanmasıdır. Ne var ki kapitalist üretim, bir doğa yasasının şaşmaz zorunluluğu ile kendi olumsuzlamasını doğurur. Bu olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır. Bu, özel mülkiyeti yeniden getirmeyi, ama kapitalist dönemde edinilmiş şeyler olan el birliği ile toprağın ve emek harcanarak üretilmiş üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayanan bireysel mülkiyeti getirir.

“Bireylerin kendi emeklerine dayanan dağınık özel mülkiyetin kapitalist mülkiyete dönüşmesi, doğal olarak şimdiden toplumsallaşmış üretime dayanan kapitalist özel mülkiyetin toplumsal özel mülkiyete dönüşmesinden, karşılaştırılamayacak ölçüde daha fazla zaman alan, daha sert ve zorlu bir süreçtir. Birinci durumda halk kitlesinin az sayıda gaspçı tarafından mülksüzleştirilmesi, ikinci durumda az sayıda gaspçının halk kitleleri tarafından mülksüzleştirilmesi söz konusudur.”[14]

Alıntıyı uzun tuttuk. Çünkü bu alıntı Marks’ın “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” olarak “yadsımanın yadsınması”nı somut hangi durumlardan hareketle kullandığını net biçimde görmemizi sağlıyor. Marks’ın ve Engels’in de bu durumları “yadsımanın yadsınması” olarak tanımlamaları bir tarafa bahsettikleri durumların “ilkel komünal toplum-sınıflı toplumlar-komünizm” üçlemesinden tamamen uzak/farklı olduğu açık değil midir? O halde Marks’tan hareketle açıklanacaksa yadsımanın yadsınması onu konu ettiği, somutlaştırdığı durumlar üzerinde durulmalıdır; kendimizin, özgülde MAE’nin ve MKP muhasebesinin uydurduğu durumlar üzerinde değil!

Marks kendi olumsuzlanmasını doğuran ilk olumsuzlamanın bireyin kendi emeğine dayanan özel mülkiyeti olduğunu açıklayıp bu durumun tanımını yaptıktan sonra bunun “olumsuzlamanın olumsuzlanması” olduğunu ve bunun da “şimdiden fiilen toplumsallaşmış üretime dayanan kapitalist özel mülkiyetin” halk kitlesi tarafından gerçekleştirilecek mülksüzleştirmeyle sonuçlanacağını belirtiyor. Çok açık olarak ilk yadsımanın kapitalist özel mülkiyeti olumsuzlama dinamiğini de beraberinde var ettiğini, geliştirdiğini okuyoruz. 

Mao’nun tanımında bu dinamik belirtiliyor, vurgulanıyor. “Yadsımanın yadsınması yoktur.” dediğinde Mao süreçlerin “basit bir kendi hareketi” olarak var olmadığını, mülkiyetçiliğin kaldırılmasıyla sonuçlanacak bir toplum tarihi kavrayışının eksik olacağını, ilkel komünal toplumda “insan bilinci”nin bu ilk aşamasında içerili mülkiyetsizliğin “kendi döngüsü”nü tamamlayarak yeniden ve zenginleşmiş olarak/dolmuş olarak gerçekleşeceği görüşünün dogmatizme götürdüğünü savunmuş oluyordu. Aksine her üretim tarzında karmaşık bütünler döngüler, hareketler oluşturarak ve her bir çelişmenin diğerleriyle bağlantılı halde ilerlemesiyle gerçekleşiyor. 

Bu nedenle Mao köleci düzenin feodal düzene, feodal düzenin kapitalist düzene ve kapitalist düzenin de sosyalist düzene “olumsuzlamanın olumsuzlanması” olarak gelmediğini, olumsuzlama-olumlama-olumsuzlama halinde geldiğini ifade ediyor. Marks’ın alıntıladığımız bölümdeki “durumlar”a ilişkin yorumları da bu ifadeye büsbütün uymaktadır. Mao aynı yorumu komünizm için de yapıyor, bu gelişimin komünizm içinde de süreceğinden emin olduğunu söylüyor. 

“Es geçtiği” iddia edilen komünist toplum hakkında söyledikleri Mao’nun, bu iddianın sahiplerini düşündürtecek cinstendir!.. Biz ek olarak şunu söyleyebiliriz: İlkel komünal toplumun “basit” görünen oluş ve gelişimi kesinlikle karmaşık ilişkilerden, çelişkilerden meydana gelmiş olmalıdır. Henry Morgan’dan bu yana açığa çıkarılan bulgular bu dönemin de kendi içinde basitten karmaşığa ve çeşitli biçimlerde gerçekleştiğini göstermektedir…

MAE’nin MKP muhasebesinden hareketle savunduğu tablonun Marks’ın konu ettiği olumsuzlamanın olumsuzlanmasıyla ilgili olmadığı açıktır ve Mao’nun da bu tabloda herhangi bir şeyi es geçmediği ortadadır. Aksine Mao; Marks’ın açıklamalarıyla, tarihsel alerjisiyle uyumlu olarak belli bir toplum düzenindeki mülkiyet biçiminin gelişiminin olumsuzlama, olumlama, olumsuzlama halinde olduğunu savunmuştur. Marks bize belli bir üretim tarzının, dâhil olduğu toplum düzeni içindeki hareketini anlatmıştır; Mao bu hareketin karşıtların birliği olarak olumlama-olumsuzlama-olumlama-olumsuzlama olarak gerçekleşmekte olduğunu savunmuştur. 

Bununla beraber Hegelci “yadsımanın yadsınması”nın olmadığını, toplumların ilkel komünal toplumdaki özlerini ileriki bir zamanda, gelişmiş olarak yeniden yakalayacağı düşüncesinin gerçeklere uymadığını, toplumlardaki karşıtların birliğinin hep olacağını, komünist toplumun da karşıtların birliği olarak var olacağını söylemiştir.

Engels de tarihte yadsımanın yadsınmasını toprağın ortaklaşa mülkiyeti ile başlatıyor. Uygar halkların işe toprağın ortak mülkiyeti ile başladığını ve zamanla bu mülkiyet biçiminin üretim için engel durumuna geldiğini, dolayısıyla ortadan kaldırılması koşullarının gelişmesi sonucunda yadsındığını açıklıyor: Toprağın ortaklaşa mülkiyeti özel mülkiyete doğru yadsınır ve özel mülkiyet de tarımın gelişmesinin belli bir aşamasında üretimin önünde engel olması nedeniyle yadsınmak zorundadır. 

Bu yadsınma kuşkusuz ilkel ortak mülkiyetin canlandırılması olarak değil, modern bulgu ve buluşlarla gelişmiş bir ortaklaşa üretimi sağlayan mülkiyet biçiminde olacaktır… Bu anlatımda temel olarak izlenmesi gereken veya izlenebilir olan şey toplumsal üretimdir. Üretim her yeni toplum düzeninde toplumsal düzey bakımından ilerlemektedir; bununla beraber her toplum düzeninde üretim tarzı, dolayısıyla üretim-çalışma-emek-ürün-üretim ilişkileri-üretim araçları-sınıflar vs. özgündür; ancak bütün içinde kavranabilirdir. Bunların hiçbiri geçmişten geleceğe doğru bir çember üzerinde gelişmezler!

Tarihe uygulanan “yadsımanın yadsınması” Engels’in sadece diyalektik değişimi göstermesine yarıyor. Yasa değişimi gösteriyor, daha doğrusu vurguluyor; ama bize hiçbir analiz sunmuyor; yasanın analiz gerektiren bir açılımı bulunmuyor! “Uygar halkların ortak toprak mülkiyetiyle işe başlaması” çok genel bir ifadedir ve bu mülkiyetin konu edilmesi, “özel mülkiyetin olmaması” olarak yorumlanabilir mi? Yorumlanamaz, çünkü toplumsal üretimin başlaması ne derecede karmaşık ve çeşitliyse özel mülkiyetin aldığı biçimler de buna uygun olarak vardır ve çeşitlidir… 

Mao’nun yadsıma-olumlama-yadsıma olarak tanımladığı hareket biçimi tarihsel gelişmenin iç içe, karmaşık, kendinde başkasını her an için var eden yapısına uygundur. Engels’in amacı “yadsımanın yadsınması”nı savunmaktan çok burada Dühring’in diyalektiğe saldırısına yanıt vermek, onu boşa düşürmektir. Dühring tarihte etkin olan karşıt hareketlerin neden olduğu değişimi konu etmeyi “idealizm”e yaslanmak diyerek mahkûm ediyor, daha doğrusu reddediyor. Engels de bu ahmaklığı gösteriyor! 

Bu nedenle “basit” anlatımı tercih ediyor ve örnekler üzerinden bu ahmaklığı açıklıyor. Ekin, matematik, felsefe örnekleri hep basittir; analiz içermemektedir. Bu “basit” açıklamaları temel almak, bu tek çizgide gelişim modelini uygulamak toplumsal evrimde bizi “aynı biçimler”i aramaya, dolayısıyla subjektivizme yönlendirir. Bugün toplumlar tarihindeki toplum biçimlerinin basit bir düz çizgi izlemediğini, analizin öneminin büyük olduğunu çok daha iyi biliyoruz. Lenin’de somutlaşan proleter devrim anlayışının zenginleşen içeriği ve emperyalizm analizine bağlı dünya ekonomisi analizi bu bakımdan çarpıcı örneklerdir… Engels’in Dühring’in ahmaklığına saldırısındaki yöntemi o tartışma içinde anlaşılırdır; ama konuların kavranması için bu yöntem kullanıldığında dogmatizme götürür, götürmüştür de…

Lenin, Felsefe Defterleri’nde Engels’in bu “örnekleme” açıklamalarından söz ederken tam da “karşıtların birliği ve mücadelesi” olarak diyalektiğin anlaşılmamasına değinir. “Genellikle (Örneğin Plehanov’da) diyalektiğin bu yanına yeterince dikkat edilmemiştir: Karşıtların Özdeşliği bilginin yasası (ve nesnel dünyanın yasası) olarak değil de bir örnekler toplamı olarak alınıyor. [‘örneğin tohum’; ‘örneğin ilkel komünizm’ Engels’te de böyle. Ama elbette ki ‘vulgarizasyon’ amacıyla böyle bu…]”[15]

Engels söz konusu açıklamada sadece örnekler veriyor, herhangi bir toplum biçimi hakkında ve mülkiyet biçimine dair bilgilendirme yapmıyor. Çünkü ilgili tartışma herhangi bir mülkiyet  biçimi hakkında değil. Tartışma Dühring’in Marks’ın “yadsımanın yadsınması”na dayanarak “geçmişten geleceği doğurtur”ken “bu kez toprak ve iş araçlarının ortaklaşa sahipliğine dayanan daha yüksek bir biçim altında”ki bireysel mülkiyeti toplumsal mülkiyet olarak tanımlamasına eleştiri üzerinedir. 

“Yadsımanın yadsınması” ile tanımlanan toplumsal mülkiyetin yine “bireysel mülkiyet” olduğuna dikkat çeken Dühring “Hegelci martavallara inanarak aklı başında bir adam için toprağın ve sermayenin ortaklaşa kullanılması zorunluluğuna kandırılması güç olacaktır.” diyor! 

Engels de Marks’ın yadsımanın yadsınmasına dayanan bir analiz yapmadığını gösterdikten sonra ve ayrıca erişilecek bireysel mülkiyetin “toprağın ve emek tarafından üretilmiş üretim araçlarının toplumsal mülkiyet TEMELİ ÜZERİNDE yeniden kurulması olduğunu ve bunun toplumsal mülkiyetin toprağı ve öteki üretim araçlarını ve bireysel mülkiyetin de ürünlerini yani tüketim nesnelerini kapsamına aldığını açıkladıktan sonra “Ve şimdi okuyucuya soruyorum.” diyerek Marks’ın ne yaptığını anlatıyor:

 “Diyalektik karışıklığın zorlamaları ve entelektüel bezekler nerede, sonunda her şeyin bir şey olduğu sonucunu veren fikirler karışım ve karikatürü nerede, inanç sahipleri için diyalektik mucizeler nerede, Marks’ın Dühring’e göre onlar olmaksızın açıklamasını yapma başarısını gösteremeyeceği Hegelci Logos öğretisinin diyalektik gizleme merakları ve zorlamaları nerede? 

Marks, yalnızca tarih aracıyla tanıtlar ve burada kısaca şu olguları özetler: Vaktiyle küçük işletme kendi evrimi ile kendi yok oluşunu, yani küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesinin koşullarını nasıl zorunlu olarak yarattıysa, bugün de kapitalist üretim biçimi, kendisini yıkıma uğratacak maddesel koşulları tıpkı öyle yaratmıştır. Süreç, tarihsel bir süreçtir ve eğer aynı zamanda diyalektik ise bu, bay Dühring için ne denli can sıkıcı olursa olsun Marks’ın suçu değildir.”[16]

“Yadsımanın yadsınması”nın Marks’ın tanıtlama aracı olmadığı çok açıktır; o sadece tarih aracıyla elde ettiği sonucu “yadsımanın yadsınması”yla gösterir, açığa çıkardığı şeye onu kullanarak işaret eder. Hepsi bu! Engels Anti-Dühring’te bunu bize anlaşılır biçimde anlatıyor. Bu nedenle buradaki tartışmanın “yadsımanın yadsınması”nın teorik açılımını, bu anlamda savunmasını içerdiğini düşünmek veya varsaymak için bir nedenimiz yok. 

Elbette “yadsımanın yadsınması” burada diyalektik olarak tanımlanmıştır, diyalektiğin bir kategorisi olarak açıklanmıştır; ne var ki bunun şeylerdeki bilginin açığa çıkarılması, bir bilgi teorisi olarak açıklanmadığı ortada. Lenin’in dikkat çektiği gibi Engels “bir örnekler toplamı olarak (…) Ama elbette ki ‘vulgarizasyon’ amacıyla böyle” koyuyor sorunu; Dühring’in diyalektiğe ve Marks’ın yöntemine yönelik akıl almaz derecedeki çarpıtmalarına basit bir biçimde “anlaşılır” bir yanıt veriyor…

 Dolayısıyla burada yadsımanın yadsınmasına dair bir teorik açılım bulunmuyor ve üstelik Marks’ın bilgi teorisi, analiz ve sentez yöntemi de “diyalektik olmak”la beraber yadsımanın yadsınması amacıyla pratikleşmiyor; ne onda ne Engels’te yadsımanın yadsınması bilgi edinme yöntemi olarak kullanılmış; bir tanıtlama işlevi görmüştür. Oysa aslolan budur. Dühring’in Marks’a yönelik suçlamasındaki temel argüman Hegel’in diyalektiğinin kullanılmasıdır. Bu diyalektiği Marks’ın analizlerini ve sentezlerini irdelediğimizde kavrayabiliriz ve buralardaki yöntem “birin ikiye bölünmesi” ve bütün diğer şeylerin bununla bağını çözümleyerek bütün hakkındaki en derin, geniş bilgiye ulaşmak biçimindedir. Bu çözümlemede hem yadsıma hem olumlama aynı anda ortaya çıkarılır…

“Karşıtların özdeşliği (…) doğanın ve zihnin ve toplumun da bütün fenomen ve süreçlerindeki çelişkinin, birbirlerini karşılıklı olarak dıştalayan, karşıt yönsemelerin varlığının kabul edilişidir. (Keşfedilişidir) Evrenin bütün süreçlerini özdevinimleri içinde, kendiliğinden gelişimleri içinde, canlı hayatları içinde bilebilmenin koşulu bu süreçleri karşıtların birliği olarak tanımaktır.”[17]

Lenin’in burada sözünü ettiği bilgi teorisi “birin ikiye bölünmesi”nden başka bir şey değildir. Bir şeyi keşfedebilmenin koşulu o şeyi karşıtların birliği olarak tanımak ve o şeyin karşıt yönlerinin neden olduğu hareketi incelemektir.

Lenin; Marks’ın burjuva toplumunu, yani kapitalist toplumu diyalektik olarak incelediğini açıklarken de bu inceleme yönteminden söz eder: “Kapital’de Marks, burjuva toplumunu en basit, en alışılmış, en kitle halinde yaygın, en sıradan ve milyonlarca kez rastlanan bağıntısını; mal mücadelesini çözümler ilkin. Ve çözümleme ortaya koyar ki çağdaş toplumun BÜTÜN çelişkileri (bütün çelişkilerin tohumları) bu ilk fenomenin içinde (burjuva toplumunun bu ‘hücre’sinde) bulunmaktadır. Açıklama daha sonra bu çelişkilerin ve bu toplumun başlangıcından sonuna kadar, çeşitli parçalarının toplamı içinde gelişimini (ve büyümesini ve hareketini) gösterir.”[18]

Marks’ın diyalektiği nasıl kavradığını, uyguladığını çok net, açık özetleyen bir paragraftır bu: en basit, yaygın, alışılmış vs. olandan başlayarak hareket, gelişme, yani süreç incelemesi. Burada en yaygın vs. olanın ikiye bölünüp çözümlenmesinden söz ediliyor ilkin ve tüm sürecin bu çözümlemenin devamı olarak, kurulu binlerce bağ izlenerek incelenmesi; geçmiş ve gelecekle olan ilişkiler bunun devamında hiç kuşkusuz kendiliğinden/doğallık içinde gündeme gelmekte ve çözümlenmektedir. 

Hiçbir şey geçmişiyle, geçmişteki haliyle incelenmeye başlanmıyor; önce bugünü ortaya çıkarılıp buradan başlayan bir inceleme gerçekleşiyor. Burada yadsımanın yadsınması olarak bir inceleme söz konusu değil. Mao’nun felsefeye katkısı bu TEMEL noktayı kesin biçimde ortaya koymasıdır. Mao görünümden öze ve açığa çıkarılan özden genele doğru giden bir yöntemin temel olduğunu; bunun da karşıtların birliğine dayanan felsefi bakış açısından geldiğinden vurgular; bu yöntemde yadsıma ve olumlama iç içe süreçler ve aynı anda ortaya çıkan gelişmeler olarak konu edilir. Kapital’in Mantık’ı da böyledir.

MAE “Oysa yadsımanın yadsınması maddenin değişim sürecinin bir aşamasında dönüp dolaşarak ilk konumunun üzerine geldiğinde yaptığı büyük sıçramanın adıdır.” diyor. Marks’ın kapitalizmi buna göre incelemediği açık olmalıdır. Çünkü Marks kapitalizmi en yaygın, en basit, en görünür olan bağıntısı ile meta ile incelemeye başlar. Buradan başlayan incelemesinin sonucunda bu toplum biçiminin, kendi yok oluşunu içerdiğini ortaya çıkarıp “yadsıyanın yadsınacağı”nı söyler. Bu nedenle “yadsımanın yadsınması” bir yöntem değildir ve olamaz da. 

Bununla beraber Marks kapitalizmin kendi yok oluşunu içermesini ilkel komünal toplumdan itibaren var olan bir öz ile de açıklamaz; aksine kapitalistin “mülksüzleştirme” ile başlayan serüveninden öncesine gitmez Marks. “Mülksüzleştirme” saldırısını kapitalist üretim tarzının tarih öncesi olarak tanımlar ve bu süreci kapitalist meta üretiminin bağıntısı olarak ele alır. Dolayısıyla yadsıma ilkel komünal toplumun yadsıması değildir burada. Ve sonuçta, yadsıma ile beliren kapitalist mülkiyet biçimi, yani kapitalist özel mülkiyet kendinde sosyalizm için bir olumlama olan toplumsal üretimin yok edici özelliğini taşıyarak gelişir. Bu gelişme, söz konusu olumlamanın yadsıyanın yadsınacağı anı besler. Bütün süreç yadsıma-olumlama-yadsıma olarak ilerler. Kapitalizmin incelenmesinden sonra “yadsımanın yadsınması” “nihai nokta”yı betimlemek üzere kullanılır.

Marks’ın “Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.” sözünü “Mülksüzleştirenler neden oldukları toplumsal üretimin gelişiminin sonucunda mülksüzleştirilirler.” olarak açıklayabiliriz. Elbette Marks’ın sözü “zaten” bu içeriktedir, ne var ki “yadsımanın yadsınma” olarak tanımlanması sözü edilen süreçteki olumlamayı ve ancak bu olumlamayla olanaklı olan sonucu kavramamıza engel olabiliyor.

Evet yadsımanın yadsınması maddenin kendindeki çelişkiyi ve bu çelişkiden kaynaklanan kendi yok oluşunu/dönüşümünü belirtir, bu nedenle diyalektik bir derinlik içerir. Ne var ki bu derinlik kavramak ve dönüştürmek için yeterli değildir. Bize “olumlama”yı gösteren bir tanım da gerekiyor, örnek anlatımda bunun karşılığı kapitalist özel mülkiyete dayanan toplumsal üretimdir…

Mao her şeyin kendindeki çelişkiyi, şeyi çevreleyen, içeren tüm diğer şeylerle bağlı olarak değerlendirmek gerektiğine dikkat çeker; Marks’ın yaptığı budur. Kaçınılmaz/zorunlu değişimi, sıçramaları bu bağlarla ilişkilendirir. Bu nedenle “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur; olumlama, yadsıma, olumlama, yadsıma… şeylerin gelişiminde olayların her halkası hem olumlama hem de yadsımadır.” der. 

Her aşamada şeyin hareketini belirleyen sonraki halkanın etkileri ile beraber kendi varlığının, dolayısıyla olumlamasının etkileri de vardır. Her varlık bir yadsımadır, yani bir belirlenimdir, var oluştur. Böyle olduğu için de olumlamadır. Bu zıtlık hali hareketin de koşuludur. Yadsımanın yadsınması, tanım olarak, bu hareketi zıtlık halinde vermiyor; bir döngü etrafındaki hareketin kendine doğru olduğu bilgisini veriyor.

Oysa hareket böyle açıklanamaz, böyle incelenmez de. MKP muhasebesinin üretimin ve üretim araçlarının toplumsallaşması olarak mülksüzleştirmeyi ilkel komünal toplumun yadsınması diye tanımlaması bu “yasa”nın eksiğini görmek bakımından iyi bir örnektir. İlkel komünal toplumun yadsıması olarak sınıflı toplum bir mülksüzleştirme saldırısı ile başlamaz; mülksüzlük ilkel komünal toplumların var oluş biçimidir çünkü. Komünist toplumdaki “mülkiyetsizlik” ise mülkiyetin toplumsallaşması anlamındadır. Dolayısıyla komünist toplum ilkel komünal toplumun yadsınması değildir; ama özel mülkiyete dayanan kapitalizmin yadsınmasıdır! “Döngüsünü tamamlayan” kapitalist özel mülkiyettir ve bu mülkiyet biçimi dönüşüme uğradığı süreç boyunca olumlamasını kendinde içerecektir, kendi varlığında direnecektir!

 Bu direnişin yenilmeye mahkûm olduğunu, olumlamanın yadsıma içerdiğini, bu anlamda her şeyin kendinde yok oluşu barındırdığını biliyoruz. Bu durumda komünist toplumun çekirdeğini ilkel komünal toplumda aramak yanlıştır ve boşunadır. Mao Zedung ilkel komünal toplumdan başlayarak olumlama, yadsıma, olumlama yadsıma olduğunu söylerken her bir toplumun kendi bütünlüğünü, bu bütünlük içindeki çelişkileri, bu çelişkilerin birbirleriyle bağlarını temel alır. Sanıldığı veya MAE tarafından anlaşıldığı gibi belli bir şeydeki hareketin “nihai sonu”nu es geçmesi, ihmal etmesi söz konusu değildir.

Bu yaklaşımın tam olarak anlaşılmasının koşulu özellikle veya en uygun olarak Marks’ın kapitalizm incelemesini, yani Kapital’i “yöntembilim” olarak okumaktır…

Lenin’in “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” çalışmasında da bu yaklaşımın uygulandığını söylemeliyiz. Lenin, Rus toplumunu 1800’lü yıllarını, daha net söylersek Rusya’da kapitalizmin varlığına ve gelişimine denk gelen süreçleri konu alır; bunun öncesine yönelmez! Çünkü Rusya’nın o günü ve geleceğinin anlaşılması kapitalist üretim çekirdeğinin çözümlenmesi ile olanaklıdır. Marksizm de bu koşulların ürünüdür! Marksizm sadece kapitalist üretim tarzında içerilidir; emeğinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların varlığında; ne ilkel komünal toplumda ne de farklı toplum biçimleri içinde gündemleşmiş “ortaklaşmacılık” anlayışlarında; o sadece proletaryanın merkezinde yer aldığı toplumsal üretimin ürünü olabilirdi!

Halk Savaşı Stratejisi, Sosyalizmde Sınıf Savaşımı, KP’lerde İki Çizgi Mücadelesi vs.; her Marksist teori bu yöntemi içermektedir. İki Çizgi Mücadelesi örneğin, KP’nin kapitalist toplum içinde kavranmasının ürünüdür. KP’deki çelişki, onun, içinde bulunduğu toplumun diğer çelişkileriyle bağıntılıdır ve ancak bu bağıntıların yeterli bir incelemesi ile iki çizgi mücadelesinin komünist hareketin bir silahı olabilmesini başarabiliriz…

MAE “Yadsımanın yadsınması maddenin değişim sürecinin bir aşamasında dönüp dolaşarak ilk konumunun üzerine geldiğinde yaptığı büyük çaplı sıçramanın adıdır.” dediğinde, olsa olsa tarihin en kaba özetini yapmış olmaktadır…

Bu özet “yadsıma içinde olumlama, olumlama içinde yadsıma olduğu”nu es geçmesi; dolayısıyla “ilk konuma ait bir öz”ün hareketini içermesi nedeniyle idealist bir niteliktedir. Bundan ötürü de dogmatizme neden olur, dogmaları doğurur… Mao Zedung’un “Çelişme Üzerine” ve “Pratik Üzerine”yi dogmatizme karşı mücadele içinde yazması ve tartışmakta olduğumuz konuşmasında dogmatizme yükleniyor olması bu bakımdan dikkate değerdir…

Buraya kadar olan tartışmamızda MAE’nin hemen hemen hiç içerik tartışması yapmadığını, Mao’nun konuşmasında olduğunu ileri sürdüğü “yanılsama” ve “es geçme”den kaynaklanan sorunlu açıklamaların aslında temelsiz bir “eleştirisi”ni yaptığını göstermeye çalıştık. 

Şimdi de özel olarak bize yönelttiği eleştirilere ve bununla beraber Marks, Engels, Lenin ve Stalin’deki Mantık’ın teorik düzlemde Mao’dan neden “farklı” olabildiğini ve olabileceğini; ama bu “fark”ın MAE’nin iddia ettiği türden bir fark da olmadığını göstermeye çalışarak yanıtlar vereceğiz… Başlarken şunu vurgulayalım: MAE bizim bugüne kadar “bu” tür bir tartışmaya girmediğimiz, bu alanda genel bir tutum olarak Mao’nun tekrarlamaktan ibaret davrandığımız konusunda haklıdır. Ne var ki bunu sadece “böyle istediğimiz” veya “böyle olmayı benimsediğimiz” için yapmadığımız açık olmalıdır. 

Mao’nun felsefedeki düzeyini incelemek, dolayısıyla tartışmak önemlidir ve gereklidir. Sorunumuz bunun her türden çalışmanın doğru bir nitelikte gelişmesi bakımından zorunlu olduğunu kavrayamamaktır… Felsefenin ilkelerini Mao’nun tanımlamış olduğu çerçevede öğrenmek ve uygulamak, bunun bir parçası olarak da tartışmak temel davranışlarımızdan biri olmalıydı ve olmalıdır. Bunu başaramamak MLM’ye olan uzaklıkla ilgilidir. Nasıl ki “Kapital’i” okunmadan kapitalizmi kavramak olanaksızsa Mao’nun felsefi tanımlarını, onda en ileri seviyede konmuş olan ilkeleri okumadan, dolayısıyla etraflıca tartışmadan diyalektik materyalizmi öğrenmek, dolayısıyla savunmak olanaksızdır. 

MAE’nin eleştirilerindeki saçmalıklar bir tarafa sözünü ettiğimiz bu konuda herhangi bir haksızlığa uğramadığımızın farkında olduğumuzun bilinmesini isteriz…

Tam bu noktada İşçi-Köylü gazetesine yönelik “eleştiri”ye yanıt vermek yerinde olacaktır. Çünkü bu eleştiri hem saçmalık içermektedir hem de “haksızlık” yapılıyor diyemeyeceğimiz bir duruma işaret etmektedir. “Haksızlık yapılıyor.” diyemeyiz; çünkü Mao’nun tartışmakta olduğumuz; ama daha çok da incelememiz ve öğrenmemiz gereken “katkısı” hakkında ne derecede zayıf olduğumuzu gösteren bir olaydan hareketle “eleştirilmek”teyiz! Bununla beraber saçmadır; çünkü MAE gene konunun özüne ilişkin ve hatta olayın da kendisine ilişkin hiçbir şey söylememektedir, kendi sorunlu kavrayışından kaynaklanan iddialar ileri sürmektedir.

Olay, İşçi Köylü gazetesindeki bir makalede Mao’nun “yadsımanın yadsınması” yasasına ve “tez, anti-tez, sentez” yöntemine katkılar yaptığının belirtilmesi üzerine sonraki sayılarda bunun yanlış bir bilgi olduğuna yönelik açıklama yapılmasıdır.

 MAE bu olayı “yadsımanın yadsınması ve tez, anti-tez, sentez kavramlar kullanılınca (…) düzeltme adıyla inkâra uğradı” diyerek anlatıyor! Bu iki “olay anlatımı” arasındaki fark bize MAE’nin kavrayışı ve görüşlerini nasıl oluşturup savunduğu hakkında net bir fikir vermektedir aslında. Onun bu tutumunun tipik olduğunu söylemeliyiz; oportünistlere özgü ve kendi çukurunda debelenmeye mahkûm bir tutum bu.

 “Kendi çukurunda” diyoruz, çünkü MAE “olan” bir sorunu değil “uydurduğu” bir sorunu tartışma konusu veya “eleştiri malzemesi” yapıyor! “Yadsımanın yadsınması ve tez, anti-tez, sentez kavramları kullanılınca, bir sonraki sayıda, gazetenin yazı kurulu tarafından düzeltme adıyla inkâra uğradı.” deniliyor ve cümlenin başında da şöyle “belirsiz” bir ifade kullanılıyor: “Bu gazetenin ‘sınıfsal yaklaşım’ köşesindeki makalede bir vesileyle”! Hangi vesileyle? Sınıfsal Yaklaşım’da ne denmiştir de İşçi Köylü Gazetesi’nin yazı kurulu düzeltme yapma gereği duymuştur? 

MAE bunu belirtmiyor. Unuttuğu, bilmediği, ihmal edilebilir olduğu için değil hiç şüphesiz; belirtmiyor, çünkü böylece “kendi çukuru”nu kazmış olacak! Yazı Kurulu söz konusu kavramların kullanılmasına dahi tahammül edemiyor, ‘yasakları kavramlar’ olarak kabul ediyor ve yasaklamayı bu şekilde hayata geçiriyor… Onun, olayı “eksik” aktarmasındaki temel amaç bu; ve bunu devam eden sayfalarda apaçık ortaya seriyor.

Yapılan düzeltmenin “doğru”luğu ayrıca değerlendirilebilir, Mao’nun katkısı kadar “düzeltme”nin bu katkıyı kavrayış düzeyi de tartışılabilir. Fakat Mao’nun bu kavramları, yani “yadsımanın yadsınması”nı yanlışladığı ve tez, antitez ve sentezi kullanmadığı, dolayısıyla bu kavramları geliştirmediği, bu kavramlara katkı sunmadığı ortadadır ve tartışılmazdır. “Sınıfsal Yaklaşım”daki yanlış bu kavramların Mao tarafından, yaptığı katkılarla geliştirildiği tespiti olmuştur. 

MAE bu tespiti konu etmiyor! Oysa kitabında, bize Mao’nun bu kavramları nasıl anlamadığını anlatıyor, Mao’nun nasıl bu kavramları siyasete kurban ettiğini açıklıyor… “Kendi çukurunda debelenmek” dediğimiz duruma düşüyor. Şu durumda neyi tartışabiliriz? Yalanı mı? Çarpıtmayı mı? Sahtekârlığı mı? Kavrayışsızlığı mı? Kara çalmayı mı?

“Düzeltme”nin nedeni düzeltmeyi okuyan herkes tarafından bilinebilirdir. Hiç kimse de bu düzeltmenin haksız veya yanlış bir nedenle yapıldığını söyleyemez. Buna MAE de dâhildir, yeter ki düzeltmenin nedeni hakkında konuşsun!

İlgili olayın nedeni hakkında yapılan çarpıtmaya yönelik söyleyeceklerimiz bundan ibaret. Üzerinde çokça durmaya gerek olmayan bir sahtekârlık örneği sergilemiş MAE, o kadar!

Gelelim düzeltmenin içeriğine…

Bununla ilgili MAE önce, kitabında kendisinin de aktardığını söylediği, Mao’dan alıntıların olduğu gibi sunulduğunu belirtiyor ve Mao’nun buralardaki yaklaşımının “Sınıfsal Yaklaşım”daki tanımlarla çelişkili olduğunun gösterildiğini açıklamış oluyor. Böylece “düzeltme”nin nedenini, özünü, bu konuya hiç değinmeden geçiştirmiş oluyor. Devamında, Mao’dan hareketle, kendi ifadesiyle “Mao’yu tekrar etme yeteneğiyle” yapılan düzeltmeyi aktarıyor MAE. 

Bu düzeltmedeki “‘yadsımanın yadsınması’ yasası diyalektiğe uygun olmayan bir yasadır” tümcesini “Mao’dan alınmamış” olarak ayırt ediyor ve “yasanın varlığını inkâr etmeyen bir cümle kuruluşuyla Mao’nun dediği şeyin de anlaşılmadığının kanıtlandığını ileri sürüyor. Çünkü Mao “Böylece bir yasa yoktur.” demiş, düzelticiler ise “Yadsımanın yadsınması diyalektiğe uygun olmayan bir yasadır.” demiş! Anlaşılan MAE kelime oyunundan kanıt çıkarma yeteneğine inanıyor. 

Düzelticilerin “yadsımanın yadsınması”ndan neden yasa olarak söz ettiklerini anlamazdan gelip “bakın onlar da ‘yasa’ diyor” demek bir çocuk sevinci olsa gerek! Hepimiz biliyoruz ki “yadsımanın yadsınması” diyalektiğin yasalarından biri olarak kavramlaşmıştır; “yasa” bu kavramın kendisinde içerili bir özelliktir. 

Biz “yadsımanın yadsınması yasası” demeyip “yadsımanın yadsınması” dediğimizde de diyalektiğin bir yasasını konu etmiş oluyoruz. Dolayısıyla “yasa” adını kullandığımızda “yasanın varlığını inkâr etmeyen bir cümle kurmuş olmayız sadece buna “yasa” dendiğini, “yadsımanın yadsınması”nın bir yasa olarak tanımlandığını, adının böyle konduğunu kabul etmiş oluruz. 

Mehmet Ali Eser bir eser değildir; ama Eser adını almıştır. Ben ona sadece “Eser” dediğimde ona bir “eser” muamelesi yapmış olmam, sadece “ad”ı ile seslenmiş olurum, gibi! MAE’nin bu eleştirisi kelime oyunu bakımından gülümseticidir, ama tartışma bakımından gına getiricidir, “Bu kadar da olmaz.” dedirticidir… 

Gene bu cümledeki “diyalektiğe uygun olmayan” söylemini de eleştirirken MAE saçmalıyor sadece. Bir önermenin diyalektik olmadığını veya diyalektiğe uymadığını söylediğimizde onun “varlık ilişkisini tartışma konusu yaptığımızı anlamazdan geliyor. “Bu şey vardır; ama diyalektik değildir.” demek her şeyin diyalektik olduğu temel önermesiyle çelişir ve yanlıştır. 

Bir önermenin yanlışlığını onun diyalektik olmadığını ispatlayarak gösterebiliriz. Eğer fikir tek taraflıysa örneğin, öz devinimi karanlıkta bıraktığı için bizim gözümüzde ölüdür! “Karşıtların birliği”ni içermeyen önermeler ölüdür, dolayısıyla gerçekliği yansıtmıyorlardır ya da gerçekliği yansıtmakta esas olarak yetersizdirler… 

Bu nedenle Mao’nun “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur.” demesiyle düzelticilerin “Yadsımanın yadsınması diyalektiğe uygun olmayan bir yasadır.” demeleri arasında bir fark yoktur, fark söylem biçimindedir. 

Hatta diyebiliriz ki, aslında MAE’nin düşünme biçimine uygun olduğu için o da takdir edecektir, Hegel tarafından tanımlanmış olup Engels, Marks ve Lenin tarafından ve daha birçok filozof ve siyasetçi tarafından da kullanılmış, açıklanmış vs. bir “tanım”ın, bir “yasa adı”nı böyle “Böyle bir şey yoktur.” diyerek inkâr etmesi Mao’nun gerçekçiliğine uymamıştır, yorumu daha az kulak tırmalayıcıdır:

 “Yadsımanın yadsınması” diye bir şey vardır; Hegel’de, Engels’te, Marks’ta vs… vardır; onların kitaplarında geçer! Nerede yoktur! Gerçeklikte! Mao’nun bunu söylediğini “çok” iyi kavramış görünen MAE düzelticilerin söylediğini “anlamazdan geliyor”, daha doğrusu kavram karmaşası içinde ipte cambazlık yapıyor görünüyor. 

Oysa ip üzerinde bile değil kendisi; o kadar mahir olmadığını anlıyoruz. Salt kendisine bakıldığını sanıp üzerinde taklalar atarak yürüdüğü duvarın (Kendisinin ördüğü duvar hem de!) ip sanılacağını umuyor. Komik mi? Değil, her şarlatanlığa gülünmüyor!

Düzelticiler “yadsımanın yadsınması yasası”nın “Her yadsıma olumlama ve her olumlama da yadsıma içerir, karşıtların birliği burada da geçerlidir.” diyerek yanlış olduğunu, eksik olduğunu belirtiyorlar.

 MAE ise bunu tartışmıyor! Peki, neyi tartışıyor? “… ML’nin ‘Maoist’ iki kanadının, bugüne değin özellikle hatırlatmaktan imtina ettikleri Marks, Engels ve Lenin’in bu kavramları nasıl kavradıkları”nı ve “bilimsel bir düşünce, birbirine karşıt iki tezden birini ‘doğru’ kabul ederken bunu, diğerini görmezden gelme tutumuyla değil, aksine diğerinin ‘yanlışlığı-yararsızlığı ve işlevsizliğini’ ortaya koyma üzerinde yapa”cağını tartışıyor! Elbette bunlar tartışılır. 

Fakat MAE düzelticilerin apaçık ifade ettikleri “karşıtların birliği burada da geçerlidir, yadsıma olumlama içerir ve olumlama da yadsıma” üzerinden yaptıkları eleştiriyi neden tartışmanın konusu yapmıyor? Düzelticiler “birine doğru deyip diğerini görmezden gelmemişler; ama MAE ortada olanı değil kazdığı çukurda bulduklarını tartışmayı seçiyor!

Peki, çukurundan çıkardığı konulara yönelik ne düşünmeliyiz ya da ne düşünüyoruz?

Hemen şunu belirtelim: Yadsımanın yadsınması yasasının Marks’ta, Lenin’de ve hatta Engels’te de teorik bir açıklaması olmamıştır. Önceki kısımlarda sözü edilen yasanın (Elbette “ad” olarak yasanın!) Dühring’e karşı polemikte savunulması Lenin’in vurguladığı gibi “örnekler toplamı”ndan ibarettir ve daha sonra göstereceğimiz gibi diyalektiğin savunulması içeriklidir. Marks felsefe defterini “Feuerbach Üzerine Tezler”le kapattıktan itibaren bu yasaya dayanan “hiçbir” açıklama, bilgi çıkarımı yapmamıştır ve bunun böyle olduğunu Engels; Dühring’e karşı polemiğinde açıkça, üstelik somutlaştırarak ifade ediyor; önceki bölümlerde buna yönelik yazdık. 

Peki, Lenin’in durumu nedir? 

Lenin’de de belli bir döneme kadar ve üstelik sadece “yalın”, anlaşılır anlatımı sağlamak biçiminde; bu anlamda Engels’in örnekleme tarzına uygun veya benzer olarak bu yasadan bahsedilmiştir. Ancak, belki de “temel” almamız gereken “Felsefe Defterleri” adlı felsefeye dair okumalarını içeren çalışmalarının “Diyalektik Sorunu Üzerine” bölümünde Lenin, “yadsımanın yadsınması yasası”ndan hiç söz etmez. Bu bölümde Lenin diyalektiği genel olarak tanımlar ve devamında şunları söyler: 

“Böylece, her önermede, diyalektiğin bütün ögelerinin embriyonları, tıpkı bir ‘ağ’ın içinde gibi, bir ‘hücre’nin içinde gibi apaçıklığıyla gösterilebilir (ve gösterilmelidir); ve böylece de diyalektiğini, genellikle bütün insan bilgisinden ayrılamazlığı ortaya konabilir (ve konulmalıdır). Doğa bilimlerine gelince, bunlar bize nesnel doğayı gene aynı nitelikleriyle, tikel’in genel’e ve olumsal’ın zorunlu’ya çevrilmesi, karşıtların geçişleri, değişmeleri ve karşılıklı bağlılıkları (gibi nicelikleriyle) göstermektedirler (ve bir kez daha belirtmek gerekiyor ki, en basit her örnekten yararlanarak belirtilmelidir bu nokta) (Hegel’in ve) Marksizmin bilgi teorisi doğrudan doğruya diyalektiğin kendisidir. (…)”[19]

“Tikelin genele, olumsalın zorunluya çevrilmesi” denerek tanımlanan nitelik bizim “Olumlamada yadsıma ve yadsımada olumlama vardır.” diyerek yadsımanın yadsınması yasasına karşı kullandığımız diyalektiğin tam karşılığıdır. Lenin bu cümlelerin devamında şunları da ifade ediyor:” Gerek Hegel (bk. Mantık) ve gerekse doğa bilimlerinin çağdaş “gnozeolog’u ve (anlamamış olduğu) Hegelciliğin düşmanı ve eklektik (…) Paul Volkmann tarafından bir dizi daire halinde tanımlanıyor bilgi.

(…)

(…) Tanrıbabacılıktır idealizm. Doğru, evet. Ama felsefi idealizm. (‘daha doğru olarak’ ve ‘ayrıca’) sonsuz karmaşık olan insani (diyalektik) bilgi’nin nüanslarından biri ile tanrıbabacılığa giden yol’dur.

“Bir doğru çizgi değildir (Yani bir doğru çizgi halinde gelişmez.) insan bilgisi; bir daireler dizgisine, bir sarmala durmaksızın yaklaşan bir eğri çizgidir. Bu çizginin her bölümü, her kesimi, her parçası bağımsız ve tam bir doğru çizgiye (tek yanlı olarak) çevrilebilir, ama (ağaçların arkasındaki ormanı göremiyorsak) o zaman bu doğru çizgi (egemen sınıfların sınıf çıkarı tarafından saptanan) tanrıbabacılığa, bataklığın içine sürükler bizi…”[20]

“Tikelin genele, olumsalın zorunluya çevrilmesi” tanımlaması her tikelin geneldeki varlığına, daha başından itibaren varlığına işaret eder. İncelemeye başladığımız her şeyde, bu anlamda “yadsınacak” her şeyde, daha başlangıçta karşıtı vardır. Lenin şöyle ifade ediyor net biçimde: “Diyalektik (Hegel’in dahice belirtmiş olduğu gibi) zaten daha burada vardır; tikel, genel’dir. (…) Demek ki karşıtlar (tikel, genel’in karşıtıdır), özdeştirler: Ancak genele götüren bu bağ içinde var olmaktadır tikel. Genel de ancak tikelin içinde, tikel dolayısıyla vardır. (…) Daha burada bile, doğanın nesnel bağı anlamında zorunluluk kavramının ögeleri, embriyonları bulunmaktadır. Olumsal ve zorunlu, fenomen ve öz daha şimdiden buradadır…”[21]

“Yadsımanın yadsınması” daha başlangıçta bulunanı sonra da aramamıza yol açan bir dogma üretiyor. İlkel komünal toplumun yadsıması olarak köleciliği ilkel toplulukların yaşama (beslenme, barınma, nesli sürdürme etkinlikleri) biçiminin kendisinde aramak yerine mülkiyetçilik anlayışında aramak bizi “nesnel” olandan koparan bir adımdır örneğin. 

Oysa ilkel toplumlarda kendi yaşam alanlarını korumak ve kendi kabilesini-klanını sürdürmek kaçınılmaz olarak diğerlerine karşı silahlanmayı içerir, savaşı, esir almayı, yaşam alanlarını ele geçirmeyi içerir. Hiç mülkiyet yokken mülk edinme fikri oluşamazdı zaten; buna karşın toplumu (kabileyi) korumak mülk edinme fikrinin yatağı olabilirdi ve oldu da!.. Olumlama daha başlangıçta, yadsınanın kendinde bulunuyor ve koşullar, diğer çelişkiler-süreçler bunun gerçekleşmesinde çeşitli düzeylerde roller oynuyorlar…

“Yadsımanın yadsınması yasası”ndan hareketle komünist toplumun ilkel komünal toplumun “yadsımasının yadsınması” olduğunu ileri sürmek ilkel komünal toplum da içinde olmakla beraber bütün toplum tarihinin “üretimin toplumsallaşması” yararına, bu zorunluluk yararına gerçekleştiğini görmemeyi içerir. 

Tam da bu nedenle köleciliğin feodal toplum bakımından, feodal toplumun kapitalist toplum bakımından ve kapitalist toplumun da sosyalist toplum bakımından olumlama olduğunu kavramamaya neden olur. Bugün burjuva veya küçük burjuva akımların kapitalizmin derinleşmiş bulunan krizine çözüm arayışlarında feodal dönemin üretim biçimlerine yönelmeleri, feodal örgütlenme biçimlerine “doğallık” atfederek; ama hiç kuşkusuz “bugünün bilinçlenmiş insanı”yla bu doğal üretim ve örgütlenmeyi “gelişkin” kılma çabasına girmeleri bu kavrayışsızlığın bir sonucudur. 

İlkel komünal toplumun “özgür” ve “eşit” insan olabilme arzusu ve hedefi de aynı anlayıştan beslenmektedir. O nedenle Lenin’in uyarısı yerindedir: “… Bu çizginin her bölümü, her kesimi, her parçası bağımsız ve tam bir doğru çizgiye (tek yanlı olarak) çevrilebilir, ama (ağaçların arkasındaki ormanı göremiyorsak) o zaman bu doğru çizgi (egemen sınıfların sınıf çıkarı tarafından saptanan) tanrıbabacılığa, bataklığın içine sürükler bizi…”

İçinde kendi olumlamasını barındırmayan hiçbir yadsıma yoktur ve her olumlama da yadsıma içerir. “Büyük sıçrama” olarak tanımlanan değişim nitel değişimdir ve nitel değişim daha nicel değişim varken sürecin kendindeki karşıtlarının içindedir.

Lenin’in “Diyalektik Sorunu Üzerine” başlığıyla yazdığı ve alıntılar yaptığımız bölüm, “Felsefe Defterleri”ndeki genel analizlerin sentezi olarak değerlendirilebilecek bir içeriğe sahiptir. Ne var ki bu bölüm çok kısa, çok özlü ve açıklanmak üzere yazılmıştır. Dolayısıyla Lenin’in felsefe üzerine “sonuç olarak” neler düşündüğünü anlamak için onun bu bölümdeki belirlemelerine dikkat kesilmek yerinde olacaktır. Bu bakımdan tikel genel ilişkisi ve olumsalın zorunluya çevrilmesi hakkındaki tespitleri ve ayrıca insan bilgisini “bir sarmala durmaksızın yaklaşan bir eğri çizgi” olarak tanımlaması tartışmamız için belirleyici değerdedir…

Mao’nun karşısına Marks, Engels, Lenin’i çıkaran MAE, görüldüğü kadarıyla bizim ve genel olarak Maoistlerin “Mao’nun felsefeye nitel katkısı” hakkındaki düşüncemizi, savlarımızı pek ciddiye almamış bugüne kadar! Bizim “Mao’ya doğru derken Marks-Engels-Lenin’in neden yanlış olduğunu ortaya koymayı es geçtiğimizi söylüyor MAE! Kabaca ele alındığında bu iddia doğru görünüyor, ne var ki Mao’nun katkısının nitel olduğunu savunmak aynı zamanda Mao’nun “yanlışladığı” görüşleri onun gibi yanlışlamayı içermez mi? 

Dolayısıyla Mao’nun katkılarını biz “Marks-Engels-Lenin’e rağmen” savunmuş olmaz mıyız? Bu katkıları savunmamız için ayrıca Marks-Engels-Lenin’i değerlendirmek gerekir mi? Hayır; böyle bir şart bulunmuyor. Marks ve Engels’i onlardan önceki tüm düşünürlere, devrimcilere rağmen savunuyoruz; Lenin ve Stalin’i onlardan öncekilere rağmen ve Mao’yu ondan öncekilere rağmen. 

Bunun için örneğin Mao’nun “başardığı sıçrama”yı bizim de ondan bağımsız gerçekleştirmemiz gerekmez, onun düzeyini temel almak önümüzdeki yolu yürümek için yeterlidir. Kuşkusuz Marks, Engels ve Lenin proletaryanın yolunu aydınlatanlardır ve Stalin, ardından Mao bu aydınlık yolda yürüyen ve yolu aydınlatmayı sürdürenlerdir. Mao’nun katkılarından söz ettiğimizde bu şüphe duymadığımız gerçeği ne unutuyoruz ne de ihmal ediyoruz. 

Sadece “Mao’ya doğru derken Marks, Engels ve Lenin’in neden yanlış olduğunu ortaya koymamız” şart değildir, diyoruz; bizim için bu noktada Mao’nun doğrusunu kavramak yürümek için yeterlidir. Bununla beraber Mao’nun nitel katkıları sonucunda Marks, Engels ve Lenin’in görece yeni bir düzeyden okunması gerektiği söylenmelidir; tabii aynı şey Stalin için de geçerlidir. MAE’nin söylediği gibi “neden yanlış olduklarını açıklamak için” değil, onları bilimin yeni düzeyi bakımından kavramak için…

Kısacası, Mao’nun felsefe alanındaki nitel katkılarını savunmak ondan önceki Marksist ustaların felsefe alanındaki düşüncelerini yeni bir düzeyde kavrama sorumluluğu doğurur sadece. Konumuz özgülünde; “yadsımanın yadsınması yasası”nın Marks, Engels ve Lenin’in, tabii ayrıca Stalin’in nasıl ele aldıklarını, nasıl kavradıklarını analiz etme sorumluluğundan söz edilebilir. Burada yaptığımız tartışma da bu içeriktedir zaten. 

Tartışmamızda gösterdik ki Mao, Marks-Engels ve Lenin’in yanlış olduğunu ortaya koymuyor; ama onların görmediğini gösteriyor, onlara Hegel’den kalmış olan idealist içerikli tanımları Marksizmin dışına çıkarıyor; bunu yaparken Marksist teorinin içeriğini, teoriyi oluşturan özü; yani diyalektiği, Marksizmin bilgi teorisini olduğu gibi korumayı da başarıyor… 

Bu nedenle Marks, Engels ve Lenin’in neden yanlış olduğunu ortaya koymak gibi bir gereklilik doğmuyor! Nitel katkı yapmak burada geliştirmek, yeni bir düzeye çıkarmak, özü daha üstün bir biçime kavuşturmak anlamındadır. “Mao’nun felsefe alanında nitel katkılar yaptığını” söylediğimizde, işte bu anlama denk gelen bir görüş ileri sürmüş oluyoruz. Bu nedenle Maoizm savunulmadan Marksizm-Leninizm savunulamaz, Marksizm-Leninizm savunulmadan da Maoizm savunulamaz, diyoruz!

Yeri gelmişken burada Stalin yoldaşın “yadsımanın yadsınması” ile ilgili tutumuna da değinelim. “Yadsımanın yadsınması”nı Marksist diyalektiğin içinden çıkaran ilk usta Stalin’dir. Tabii Lenin’in bu yöndeki gelişimini de hatırlayarak söylüyoruz bunu. Olasıdır ki Stalin, Lenin’den öğrenmeyi başardığı için bu adımı atan ilk kişi olmuştur. Kesin biçimde olmasa da Stalin’in bu önemli adımının Lenin’in yönelimi hakkında bir fikir içerdiğini düşünmek mümkün… Bu konuda Althusser’in Stalin’e dair sözlerine burada yer vermemiz bir hakkın teslimi bakımından anlamlı olacaktır:

“… Yadsımanın yadsınmasını ‘diyalektiğin yasaları’ arasından çıkardığı için ve daha genel olarak, dogmatizmini daha iyi yerleştirmek için Hegel’den saptı diye Stalin’i eleştirmek bugün resmen kabul görmektedir. Aynı zamanda da Hegel’e bir tür geri dönüşün kurtarıcı olduğu da hararetle ileri sürülmektedir. Bu açıklamalar belki günün birinde bir yazının konusu olabilir. 

Bunu beklerken ‘yadsımanın yadsınması’nın Marksist diyalektiğin alanından atılmasının yaratıcısındaki gerçek teorik sağduyuya tanıklık ettiğini kabul etmek bana daha kolay gelmektedir.”[22]

MAE, şimdiye dek yaptığı gibi gene içerik hakkında tartışmaktan uzaktır görüldüğü gibi. Kitabının ilgili bölümünde burada yaptığımız tartışmanın neredeyse hiçbir karşılığı bulunmuyor! Buna rağmen şunları yazmaya cüret ediyor ama: “Oysa az sonra bu yasa hakkında kimin ne dediği ve sorunu nasıl ortaya koyduğunu alıntıladığımızda da görülecektir ki ML, ‘olumlama, yadsıma ve yadsımanın yadsınması’ (yy) yasasını tarihte, toplumsal yaşamda, doğada ve evrensel maddede… temelleriyle ortaya koyan Marks, Engels ve Lenin’i değil, böyle bir yasanın ‘olmadığını’ söylerken verdiği örnekle; nerede hata yaptığını anlamamızı da sağlayan Mao’nun tezini savunmuştur. (…)”[23] *

Marks, Engels ve Lenin’in ilgili yasanın “tarihte, toplumsal yaşamda, doğada ve evrensel madde”de temelleriyle ortaya koyanlar olduğunu ileri sürmek “içi boş” bir cürettir. Çünkü üç ustanın da böyle bir çalışması olmamıştır! Önceki bölümlerde Marks’ın Kapital’de yadsımanın yadsınmasını nasıl ve neden kullandığını tartıştık; hakeza Engels’in de. Bu kullanımlarda ve konu ile ilgili yazılarda “yadsımanın yadsınması yasası”nın temelleriyle ortaya konmadığı; ama sadece konu anlatımına kolaylık sağladığında ve örnekleme halinde kullanıldığı açıktır. 

MAE “temelsiz”de olsa cüret etmeyi nedense alışkanlığa çevirmiş görünüyor…

Buna karşın Engels’in Bay Dühring’e yönelik ifadelerini tam da bu yasanın “temelli” savunusuymuş gibi karşımıza çıkardığı için MAE bununla ilgili bir eleştiriyi hak etmiştir.

Engels’in Anti-Dühring’te, MAE’nin konu ettiği bölüm içinde tartıştığı diyalektiktir öz olarak; yani karşıtların birliği ve mücadelesidir. Bunun “yadsımanın yadsınması yasası olarak formüle edilmesi Hegel’e aittir; Engels de bunu belirtir zaten. Bu bakımdan Engels’in Dühring’e yönelik değerlendirmelerinde savunduğu yasanın Mao’nun olmadığını söylediği “yadsımanın yadsınması” olduğunu ileri sürmek aslında Mao’nun bunu söylemekle diyalektiği inkâr ettiğini ileri sürmekle aynı şeydir! Oysa biliyoruz ki Mao “yadsımanın yadsınması”nı karşıtların birliği ve mücadelesini daha net, güçlü savunmak adına yanlışlamıştır; “gelişmelerin biçimi yadsımanın yadsınması olarak değil olumlama, yadsıma, olumlama, yadsıma… biçimindedir” dediğinde Mao Dühring’ten tamamen farklı bir şey söylemektedir. 

Dühring “Eğer bu yeni ‘bireysel mülkiyet’, bay Marks’ta ‘toplumsal mülkiyet’ olarak da adlandırılıyorsa, bunun nedeni, Hegel’in, içinde çelişkinin kaldırılması, yani sözcük oyununu izlemek gerekirse korunması olduğu denli aşılması da gereken yüksek birliğinin işte burada ortaya çıkmasıdır… Öyleyse mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi dış ve maddesel ilişkileri içinde tarihsel gerçekliğim, deyim yerindeyse otomatik sonucudur.”[24] dediğinde aslında karşıtların birliği ve mücadelesinden ne derece uzak olduğunu, bununla ilgili hiçbir şey bilmediğini itiraf ediyor… Onun “Hegel karşıtlığı” lafta kalmaktadır; çünkü Hegel diyalektiğini bilmemektedir! Bu cümleleri Mao’nun “olumlama, yadsıma, olumlama…” yasasının ya da gelişme biçimi nitelemesinin yanına koyun Engels’in tepkisinin benzerini verirsiniz. Dühring bir şeyin kendinde karşıtını koruduğunu ve bir şeyin karşıtına dönüşerek yeni bir birlik haline geleceğini kabul etmiyor. Bir şeyde olumlu ve olumsuz yanların varlığından söz etmek ona göre Hegelci martavallara inanmaktır! Engels’in yaptığı tartışmaya “diyalektiğin savunulması” olarak bakıldığında Mao’nun Engels’in yanında durduğu net olarak görülecektir. 

Oysa MAE Mao’yu, dolayısıyla Maoist olduğumuzdan, dahası Mao’nun “tüm” fikirlerine “bekçilik” yaptığımızdan bizi de Dühring’in yanında görüyor! Bunu yaparken Mao’nun ve Dühring’in gerçekte neleri savunduklarının hiç ayırdında değil. Çünkü o meseleyi salt tanım olarak “yadsımanın yadsınması”nın savunulması düzeyinde kavrayabiliyor; bu tanımın içeriğini incelemeye hiç mi hiç yönelmiyor. Tam da bu nedenle “mülkiyetsizleştirenlerin mülkiyetsizleştirilmesi”ni de somut verilerle kavramaktan uzak duruyor. Sanki Marks bunu “Hegel’in yadsımanın yadsınmasına başvurarak tanıtlamış” gibi! Tam da Dühring’in iddia ettiği gibi bu değil miydi?

“Bay Dühring işte böyle konuşur.

“Demek ki Marks, toplumsal devrimin, toprak ve emek tarafından yaratılan üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine dayanan bir toplum kuruluşunun zorunluluğunu, Hegel’in yadsımanın yadsınmasına başvurmadan tanıtlayamaz ve sosyalist teorisini dinden alınmış bu gülünç andırışma üzerine dayandırarak gelecekteki toplumda, kaldırılmış çelişkinin üstün Hegelci birliği olarak, aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal bir mülkiyetin egemen olacağı sonucuna varır.”[25]

Oysa Marks’ın yöntemi hiç böyle değildir, o doğrudan nesnel süreci ortaya koyar. Nesnel süreç zaten diyalektiktir; mülkiyesizleştirenlerin yol açtığı “el birliği ve toprak dâhil bütün üretim araçlarının ortaklaşa sahipliği” olanağına yönelik tespitlerini sıralar ve ancak bu olanak nedeniyle gerçekleşebilir duruma gelen “mülkiyetsizleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”nden söz eder.

 Mao’nun tanımı bu yöntemle çelişkili midir? Hayır! Dühring’in “itirazı”na, işin özünü kavrayarak baktığımızda Mao’nun katıldığı söylenebilir mi? Kesinlikle hayır… Aksine Mao, Dühring’in güya saldırı silahı olarak kullandığı Hegelci yadsımanın yadsınması yasasını diyalektiğin alanından çıkarıyor; diyalektiği idealist felsefenin kalıntısından temizliyor, diyalektiği daha anlaşılır, daha temiz, daha güçlü bir silaha, elbette bir düşünce yöntemi silahına dönüştürüyor.

MAE’nin, Anti-Dühring’ten yaptığı alıntılarla, “yadsımanın yadsınması”nı diyalektiğin kendisi olarak savunan Engels’i Mao’nun karşısında konumlandırmış olması sadece bir kavrayışsızlık örneğidir. Bu bakımdan o, Bay Dühring’in tarzıyla hareket eden günümüz Dühringlerindendir. Hiçbir temel-öz incelemesi yapmadan, salt tanımdan hareketle yaptığı gürültünün Dühring’in yapmış olduğu gürültüden farkı yok… Şöyle diyor gürültücü bir yerde: “… çok ilginçtir, sanki gelecekte ‘yadsımanın yadsınması’ diyalektiğe uygun bir yasa değildir’ diyecek olan bizim ‘düzeltme’cileri duymuşçasına onları da Bay Dühring’le birlikte alay tahtasına oturtur!”[26]

Biraz dikkat etse bu kendi gürültüsüne tam teşne arkadaşımız “düzeltmeciler”in Dühring’in tam karşısında, diyalektiği savunmakta olduklarını fark edebilirdi. “Düzeltmeciler” yadsımanın yadsınmasını diyalektiğe uymadığı için, her yadsıma olumlama ve her olumlama da yadsıma içerdiği için reddediyorlar. Engels diyalektiği tamamen savundukları halde “yadsımanın yadsınması yasası”nı reddedenlerle Dühring’i “birlikte alay tahtasına oturtur” muydu? 

 Bunlar arasında kesin bir ayrım olduğuna göre; hayır! Fakat MAE için öyle değil; çünkü o Mao’nun “yadsımanın yadsınması”nı diyalektik bakımdan, diyalektiği uygulayarak diyalektiğe aykırı olduğu için ve bunu da doğada, toplum tarihinde olayların gelişiminin her halkasında karşıtların birliği ve mücadelesi biçiminde açıklayarak reddettiğini kavramıyor! Mao’nun bu reddedişinin Dühring’in kavrayışsızlık dolu kabalığı ile “hiçbir” ilgisi ve benzerliği yoktur… 

Dühring’le gerçekleşen polemiğin özü “diyalektik”tir, karşıtların birliği teorisinin uygulanmasıdır; bunun “yadsımanın yadsınması” olarak nitelendirilmiş olması Hegel’de zirveye çıkan diyalektik kavramının gene onun tanımlarıyla biliniyor-tanınıyor olmasındandır. Mao özü alıp Hegel’den kalma “gölge”yi temizlemeyi sürdürmüştür; o güne kadarki tüm Marksistlerin yaptığını ve bundan sonra yapacaklarını yapmıştır. Bu bakımdan MAE tarafından yapılan Dühring benzetmeleri olsa olsa teori fukaralığının sonuçları olarak değerlendirilebilir…

Bu noktada MAE’nin şu cümlesi kendini bilmez olmanın zirvelerinden biri olarak not edilebilir: “… herhangi bir ciddi konu üzerine bir şey söylenecekse de önce söylenen şeyin incelenmesi yapılır ki ‘yeni’ söylenen şeyin ciddiye alınması bu eski ciddinin ‘ciddiyetsizliği’nin doğrulanması üzerinde değer görebilsin!” MAE’nin ne kadar “incelemeci” olabildiğini az önce de gördük. 

Konu edip tartıştığımız hiçbir meselede MAE öze dair fikir sahibi bile değil. Ustalardan yaptığı alıntıların içeriğini ne kavrıyor ne de tartışıyor. Buna rağmen “düzelticiler”in eylemine konu olan olayın kendisinden bağımsız olarak onları “ciddiyetsizlik”le, “incelemeye dayanmayan müdahaleler”le suçluyor! Bundan biraz daha komiği, bu cümlenin bir öncekinde “… tartışma yapılacaksa, soyut ‘Doğrular (!)’ üzerine değil, bu somut veriler üzerinden yapılır.” demesidir! “Somut veriler” nedir? Engels’ten yaptığı alıntılarda ifade edilenler, değil mi? 

Peki bu verilerin diyalektiği nasıl içerdiğini, diyalektiğin bu verilerde “yadsımanın yadsınması” olarak mı yoksa “olumlama, yadsıma, olumlama…” ve “niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe çevrilmesi” olarak mı gerçekleştiğini tartışıyor mu MAE? Hayır, tartışmıyor! Pekiyi, neden? Çünkü o Mao’nun bunu tartıştığının farkında bile değil, o meseleyi Dühring’in kavrayışı ölçeğinde değerlendiriyor! Bunu da “somut” sanıyor, Engels’in yazdıklarını bize yöneltmesi de bundan ötürü. 

“Eski ciddinin ‘ciddiyetsizliği’” dediği şey Engels’in Dühring’e yönelttikleridir ve biz bunları Dühring’e yöneldiği durumda, diyalektiğin savunusu olarak “ciddi” kabul ediyoruz ve bu bakımdan bunlardan öğreniyoruz. Bununla beraber Engels’in diyalektiği Hegel dolayısıyla “yadsımanın yadsınması” olarak tanımlamasını ondaki, daha doğrusu diyalektik üzerindeki Hegel gölgesi olarak görüyoruz ve bu gölgeyi kaldırdığı için Lenin’e, ardından attığı somut adım nedeniyle Stalin’e ve nihayet bu meseleye yaptığı nitel katkıyla Mao’ya “aynen” ayak uyduruyoruz. Bu bizim için çok değerli bir sorumluluktur!..

MAE, çalışmasının son bölümünden Aleksandr Septun’un “Diyalektiğin Kategorileri ve Yasaları” kitabından da yararlanarak “yadsımanın yadsınması yasası”nı “yeniden” tanımlıyor. Aleksandr Septun’un “yadsımanın yadsınması”nı diyalektiğe, daha doğrusu gerçekliğe, maddenin hareketine uydurma çabası var burada. Ne var ki Mao’dan hareketle felsefe yapmaktaysanız eğer bu yaklaşımın bir “gereği” yoktur, MAE’nin konumu bu sonuncu olmalıyken o böylece “Mao’dan hareketle” düşünemediğini göstermiş olmaktadır!

MAE çalışmasının farklı yerlerinde yadsımanın yadsınmasını “olumlama, yadsıma, olumlama, yadsıma ve yadsımanın yadsınması” biçiminde tanımlıyor. “Yadsımanın yadsınması”na kadar olan sürecin birçok yadsıma içerebileceğini açıklayan Septun’da kendini buluyor MAE. Oysa Septun “yadsımanın yadsınması”nı Hegelci diyalektik olarak açıklamak dışında bir şey söylemiyor. Hegel’in diyalektiğini eksik anlayanlara bir anımsatma yapıyor Aleksandr Septun. 

Süreçleri belli bir kökenle başlatmak fikrine dayanan ve bu kökenin bir çember üzerinde yeniden ve yeniden başladığı anlayışı Marksizmde hiçbir teorinin “kurgusu” değildir. Marksizm, ele aldığı sürecin nesnel, verili durumundan hareket ederek ilerler, her somut durumun bir karmaşık bütün olduğunu öngörür. Somut durumun içindeki gelişim dinamiğini keşfetmek ve bu dinamiğin diğer parçalarla olan ilişkisinin kavramak yolunda ilerler. Hegelci diyalektiğin soyut ve verili “köken” anlayışı Marksizmde yoktur.

“… Bizim için çok daha önemli olan şey, yöntemimizin hangi noktada tarihsel görüş açısını getirmek gerektiğini ve burjuva ekonomisinin, üretim sürecinin salt tarihsel biçimi olarak daha önceki üretim tarzlarına nereden bağlandığını açıklığa kavuşturmasıdır.

“Ama burjuva ekonomisinin yasalarını geliştirmek için üretim ilişkilerinin gerçek tarihini yazmak buradan mutlaka gerekli değildir. Gerçekte, kendileri tarih boyunca ortaya çıkmış ilişkiler olarak bu yasaların doğru anlayışı ve tümden gelme zincirlenmesi, bu sistemden önceki geçmişi daima anımsatan kıyaslamalara götürür-tıpkı örneğin ampirik verilerin doğa biliminde yaptığı gibi. Bu anımsatmaları aynı zamanda bugünün doğru anlayışıyla birlikte, geçmişi anlamamız için gerekli anahtarı verir bize: bu, bir gün ele almayı umduğumuz bir çalışmadır.”[27]

Kapitalist sistemi çözümleyen Marks’ın kapitalizm öncesi ile ilgili bilgilerin bu çözümlemedeki yerine dair net bir fikir sunuyor bu paragraflar. Bu gelişim modeli Hegel diyalektiğinden “tamamen” farklıdır. Burada diyalektik karmaşık bir bütündeki olguların bütün içsel ve birbirleriyle ilişkilerinde var olan çelişkilerin gelişimi olarak görülür.

“… Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak “sivil toplum” adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları ve sivil toplumun anatomisinin de ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı. (…) Ulaşmış olduğumuz ve bir kez ulaştıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: 

Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuksal ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. (…)”[28]

Burada kısaca gösterilen gelişme modeli Hegel’in kökene dayalı felsefesinden, kökeni yeniden oluşturan süreçlerin, bir çember üzerinde ilk konuma dönerek gerçekleşen gelişme modeli olarak sonsuz tekrarından farklıdır. Mao’nun “Çelişme Üzerine” adlı makalesinde tanıttığı model; gene Lenin’in Felsefe Defterleri’nde çok genel bir giriş ile gösterdiği modeldir bu. “Yadsımanın yadsıması”nın bu modelde bir karşılığı yok. Bu model özgün durumun bir bütün halinde incelenmesi; ancak bunun devamında öncesine dair bilgilere ulaşma ve evrenseli açıklama olarak gerçekleşir. 

“Her önemli şeyin gelişme sürecinde birçok çelişme vardır.”[29] diyerek söz konusu karmaşık sürece dikkat çekmiştir Mao Zedung. “Karmaşık bir şeyin gelişme sürecinde birçok çelişme vardır. Bunlardan birinin varlığı ve gelişmesi öteki çelişmelerin varlığını ve gelişmesini belirler ya da etkiler. İşte bu, zorunlu olarak baş çelişmedir.”[30] Sadece bu da değil, Mao ikincil çelişmelerle baş çelişme arasında ilişkilerin karmaşık görünümüne dikkat çeker ve baş çelişmenin önemine bu karmaşık bütün içinde vurgu yapar: “… eğer bir süreçte birkaç çelişme varsa, bunlardan bir tanesi önder ve belirleyici rolü oynayan baş çelişme olacak, öbürleriyse ikincil ve bağımlı bir durumda bulunacaktır. 

Dolayısıyla içinde iki ya da daha fazla çelişme bulunan karmaşık bir süreci incelerken bütün çabamızı, o sürecin baş çelişmesini bulmaya yöneltmemiz gerekir. Bu baş çelişme bir kere kavrandığında, bütün sorunlar kolayca çözülebilir. Marks’ın kapitalist toplumu incelerken bize öğrettiği yöntem budur. Aynı şekilde Lenin ve Stalin de emperyalizmi, kapitalizmin genel bunalımını ve Sovyet ekonomisini incelerken bize bu yöntemi öğretmişlerdir…”[31]

 Mao “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur.” dediğinde süreçlerin bu karmaşık yapısına, her sürecin kaçınılmaz özgünlüğüne, bir süreçte çelişmelerin eşitsiz niteliğine ve gelişimine; her çelişmenin iki karşıt yönünün de eşit olarak ele alınamayacağına dayanıyordu. Bunlar Hegelci diyalektiğin kategorileri değildir, orada konu edilmemişlerdir. Bunlar “çok farklı” iki diyalektik felsefeden söz edildiğini anlamak için yeterlidir. Aleksandr Septun da bu kavramlara uzaktır. Onda doğal görünen bu durumu MAE’de “aynen” görmek ise bir soruna, MAE’de somutlaşan bir kavrayış problemine işaret eder.

Analiz ve sentez üzerine yazılanlar da dikkate değerdir. Çünkü MAE gene konu hakkında hiçbir ön çalışma yapmadan, salt sezileriyle hareket etmiştir. Seziler de zayıf olunca, daha doğrusu yanlış algılara tabi olunca olmadık sonuçlara “ulaşmış!”

MAE “düzeltmeciler”e karşı eleştirilerinin bir yerinde söz konusu düzeltmelerin sadece cehalet içermediğini, tersine örgütsel siyasetle de bağlı bir içerik taşıdığını belirtiyor: “… Daha da önemlisi şudur ki, İK gazetesi, Mao’nun ortaya koyduğu şekliyle bu üç kavramı savunmak gerektiğinin önemini ‘Pratiğin esas olduğunu, iş yapmanın esas olduğunu anlamamızı sağlar.’ ifadesinden, ML’nin kullandığı felsefi kavramların, onun sadece cehaletiyle açıklanamayacağını, tersine pratik örgütsel siyasetleriyle bağını neden önemsememiz gerektiğine özel bir önem katmaktadır.”[32]

Bu tartışması boyunca MAE’nin hiçbir konuyu içeriği bakımından kavrayamadığını gördük. Bunun nedeni onun “inceleme”, daha doğrusu düşünme tarzıdır. O hiçbir şeyi o şeyin kendisi olarak ele almıyor, her zaman “kendi niyetini ya da algılarını” başlangıç noktası yapmış olarak tartışıyor. Şaşmaz biçimde burada da durum aynı!

“Düzeltmeciler”in sözünü hatırlayalım önce: “Yine analiz-sentez, ‘birin ikiye bölünmesi’ yasasının tek tutarlı gelişimidir. İkinin birleşip bir olması tezine karşı analiz-sentez doğru ve tek tutarlı yanıttır. Mao Zedung’tan aktardığımız bilgiler oldukça zengindir. Süreçlerin böyle kavranması pratiğin esas olduğunu, iş yapmanın esas olduğunu anlamamızı sağlar.”

Burada konu edilen felsefenin, daha doğrusu felsefemizin hayatla ilişkisidir. Mao Zedung “Felsefe, ancak sınıf mücadelesi varsa var olabilir, pratikten kopuk olarak epistemoloji (bilgi teorisi) tartışmak zaman kaybıdır.”[33] diyor; eğer analiz ve sentezi sınıf mücadelesinin kavranması ve yönetilmesi olarak ele almıyorsak uğraştığımız ya da burada tartıştığımız felsefe neyin/kimin felsefesi olabilir? Dikkat çekilen nokta burasıdır. Ne var ki MAE bambaşka bir düşünceye sahip. O tersten bir bağ kurarak “bölücülük” siyasetinin felsefi temelini bulduğuna inanıyor…

MAE’nin “pratik örgütsel siyaset”ten “bölücü siyaset”i anladığını çalışmasının bütününden çıkarıyoruz. Mao Zedung’u bu anlayışla mahkûm ediyor! “Birliği reddeden”, “birleşmeyi olanaksız gören”, “ikinin birleşip bir olması” yasasını da bu siyasete kurban eden bir siyasetin dayandığı temeli sarstığına inanıyor. Bunu en güçlü biçimde yapmak için “birlik çağrılarına ‘gerek yok’ basitliği ile yaklaşıldığı”nı bile ileri sürebiliyor!

Oysa “düzeltmeciler”in konu ettiği “pratik” felsefemizin temel bir konusudur. Mao Zedung bunu en güçlü seviyede açıklamıştır.


“… Engels, zorunluluklar ülkesinden özgürlük ülkesine doğru ilerleyişten söz etmiş ve özgürlüğün zorunlulukların anlaşılması olduğunu söylemişti. Bu cümle tamam değildir, meselenin sadece yarısını söylemekte ve kalanını söylememektedir. Sadece anlamak sizi özgür kılar mı? Özgürlük, zorunlulukların anlaşılması ve zorunlulukların dönüştürülmesidir; insanın biraz çalışması da gerekir. Eğer yapacak bir iş olmaksızın sadece yerseniz, sadece anlarsanız, bu yeterli midir? Bir kanun keşfettiğinizde onu uygulayabilmelisiniz, dünyayı yeniden kurmalı, araziyi açıp binalar dikmeli, madenler açmalı, sanayileşmelisiniz…”[34]

Mao Zedung felsefenin işlevini son derecede açık, net olarak ortaya koyuyor burada: bilgi teorisi; tüm şeylerin bilgisini açığa çıkarmak ve bu bilgiler sayesinde şeylerin insan gereksinimleri doğrultusunda ama aynı zamanda en uygun şekilde dönüşmesini sağlamak. İnsanı bağımlılıklardan, bu anlamda zorunluluklardan kurtaracak şey de budur: Marksist felsefenin tüm eski felsefelerden farkı da budur. Marks’ın yeniliği duyuran ünlü sözüyle “artık dünyayı anlamak” değildir felsefenin işlevi, aynı zamanda ama esas olarak “dünyayı değiştirmek”tir.

“Tez, anti-tez ve sentez” ile “analiz ve sentez”in iki ayrı dünya görüşünün kavramları olması ve Mao’nun “analiz ve sentez”i “yeniden” tanımlamış olması tam da felsefenin “yeni” işlevinin kavranarak pratik teoriye dönüştürülmesiyle ilgilidir. “Zorunlulukları dönüştürmek” insanın bilgiye, kuşkusuz doğru bilgiye, bu anlamda bilimsel bilgiye dayanarak iş yapmasıdır. Yanlış, eksik, öznel bilgiyle zorunluluklar dönüştürülemez!

Mao’nun Engels’in sözüne yönelik müdahalesi “analiz ve sentez”i kavrayışındaki yeni seviyeden ötürüdür. Engels, Hegel’den hareketle, onu doğrulayarak “özgürlüğün zorunlulukların anlaşılması olduğu”nu yazmıştı. Mao da bunun eksik bir cümle olduğunu açıklayıp tamamlayıcı katkıyı yapıyor.

(Bu konuda Halil Gündoğan “Mao Zedung Değerlendirmeleri Üzerine” adını verdiği çalışmasında Mao’ya dönük yanlış tespit ve eleştirilerde bulunuyor, yeri gelmişken bunları da değerlendirmek yararlı olacaktır… Halil Gündoğan kitabında, Engels’ten yaptığı alıntıdan hareketle Mao’yu eleştiriyor: Aslında Engels’in de zorunlulukların dönüştürülmesinden söz ettiğini söylüyor; Hegel’e ait “ilk” sözü Engels’e mal etmek yanlışına düşüldüğünü ileri sürüyor. Halil Gündoğan her ne kadar Mao Zedung’un Engels’i değil, sadece bir sözü değerlendirdiğini ve tamamladığını savunarak ona yönelik seviyesiz saldırılara karşı koymuşsa da buradaki gerçek ilerlemeyi anlamamıştır. Hiç şüphesiz Engels de Marks, Lenin ve Stalin gibi Feuerbach Üzerine Tezler’deki 11. Tez’i kavramış bir “devrimci filozof”tur.

 Bununlar beraber felsefenin teorisi Mao Zedung’a kadar bitirilmiş bir iş değildir ve Engels de bu eksikliğin içinde yazmaktadır. Marksist diyalektik ne Marks tarafından yazıldı ne de Engels tarafından. İkisi de bunu pratikte kullandılar, diyalektiğe dayanarak proletaryaya benzersiz eserler kazandırdılar. Ne var ki Marksist diyalektik onlar tarafından yazılmadı. Lenin belli bir dönemde bu işe soyundu; ama tamamlamaya fırsat bulamadı: Felsefe Defterleri bu süreci gösteren somut belgedir. 

Stalin’in uğraşı da yeterli olmadı. Mao Zedung “tamamen” bu içerikte bir çalışma yaparak bu alandaki önemli boşluğu doldurmuştur. Elbette bununla ilgili çalışmalar sürecektir. Bununla beraber Mao’nun katkısı ayırt edicidir ve “olmazsa olmaz” niteliktedir. Bu özelliği somutlaştıran olaylardan biri de “özgürlük ve zorunluluk ilişkisi”ne dair söyledikleridir. Halil Gündoğan tam da bu belirleyici noktayı anlamamıştır… Doğrudan Halil Gündoğan’ın kitabından yararlanarak bu belirleyici noktayı açıklayalım.

Halil Gündoğan, Engels’ten alıntı yapıp beraberinde kendi değerlendirmesini sunuyor:

“(…) Özgürlük ve zorunluluk ilişkisini doğru olarak ilk düşünen, Hegel oldu. Ona göre özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır. ‘(Z)orunluluk ancak kavranılmadığı ölçüde kördür.’ (Hegel Ansiklopedisi, s. 147) Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır.’ [Bu satırlarda hangi düşüncenin kime ait olduğu ve aralarındaki ilkesel farklılık da açıkça ortadadır: ‘Özgürlük, zorunluluğun kavranmasıdır.’ ifadesi ‘ona göre’dir. 

Yani kime göredir? Hegel’e göre!.. Engels bunu 11. Tez’in özüne nasıl oturtup yorumluyor? Bunun yanıtı da devamen altını çizdiğimiz satırlarda, açıkça ortadadır. Mao Zedung’un ‘yarım kalmış gibi’ dediği şey Hegel’in sözleri için geçerlidir. Mao Zedung’un doğru olarak tamamladığı şekliyse, zaten Engels tarafından önceden tamamlanmıştır. BN.] Bu, dış doğa yasaları için olduğu denli, insanın maddi ve manevi varlığını yöneten yasalar -gerçeklikte değil, olsa olsa kafamızın içinde ayırabildiğimiz iki yasa sınıfı- için de böyledir. (…)”*

Burada Halil Gündoğan; Engels’in cümlelerini yanlış yorumluyor, sanırız bunun temel nedeni, bizim de biraz yukarıda belirttiğimiz Engels’in pratik düzlemde kanıtlamış olduğu kavrayışıdır. Ancak bu cümlelerde konu pratik kavrayış değil; burada zorunluluk ile özgürlük arasındaki ilişkinin teorisi yapılıyor ve Engels, bu ilişkiyi DOĞRU olarak İLK DÜŞÜNEN kişinin Hegel olduğunu belirtiyor. 

Halil Gündoğan, daha baştan belirtilmiş olanı tamamen ihmal ediyor! Bir şeyin “doğru olarak düşünülmesi” demek ifade edilenin doğrulanması demektir; yani “Hegel’e göre” olanı Engels doğrulamaktadır. Ayrıca Halil Gündoğan’ın Engels’e mal ettiği “devamen” altı çizili görüşler de Engels’in Hegel’den anladığı fikirlerdir. Hegel, Kant’a karşı “kendinde şey”in bilinebilirliğini açıklar; Kant’ın “hürriyet”i dünyadan bağımsızmış gibi kavramasının nedenini ve yanlışlığını ortaya koyar.

 Engels’in sözünü ettiği “belli erekler” Hegel’de tanımlanmıştır. Özgürlüğü doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta tanımlayan Hegel değildir; bilinemezcilerdir. Hegel bu konuda aksini savunur, kuşkusuz bunu idealist temelde yapar; mutlak idenin köken varlığın çemberi tamamlayarak kavramlaşan insan zihnine yerleşmesi biçiminde yapar… Halil Gündoğan bu cümlelerin sonundaki “olanağındadır” sözcüğünün anlamına biraz dikkat etmiş olsa “Hegel’e göre” dediği cümleden farklı bir şey söylenmediğini anlayabilirdi. 

Engels “aynı” sözü açımlı olarak tekrar ediyor burada. Bir şeyin olanaklı hale gelmesi onun henüz olmadığını içerir, anlamak olanağı görmek veya “yasayı bulmak”tır. Oysa oldurmak değiştirmektir, zorunluluğu “ilga” etmek, yani ortadan kaldırmaktır. Mao tam da “olanağı” bulmanın özgürlük için yeterli olmadığını, olanaklı olanı oldurmak gerektiğini, zorunluluğu ortadan kaldırmak gerektiğini ileri sürer “özgürlük” için! Engels’in “devamen altı çizilen” sözünü Mao’dan hareketle yazmayı denersek eğer şöyle ifade edebiliriz: “… bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılması, bu yolla bu ereklerin gerçekleştirilmesidir!” Anlamak zaten “olanak”lı olmakla ilgilidir, zorunluluğun anlaşılması ondaki bilginin açığa çıkarılmasıdır. Ancak olanaklı olan henüz gerçekleşmiş olan değildir, zorunluluk henüz geçerli durumdadır… 

Mao sözün eksik olduğuna -“yarım kalmış gibi” olduğuna değil “yarım olduğu”na- bu nedenle dikkat çeker. Özetle, Engels’e göre Hegel zorunluluk ile özgürlük arasındaki ilişkiyi doğru olarak düşünmüş ve nedenselliği kavramanın hareketin iç bağını çözümlemek olduğunu, bunun da özümlenen tarihin hareketine doğru maddenin kendi hareketini oluşturduğunu ortaya koymuş ilk düşünürdür. 

Bu sayede özgürlük nedensel bir süreçle açıklanmış ve “düşlenmiş bir bağımsızlık” olmaktan çıkarılmıştır. Ne var ki özgürlüğün zorunluluğun değiştirilmesi olduğu, bu anlamda analizin sentezle tamamlanmasına denk geldiği ancak Mao Zedung tarafından söylenmiştir; ondan önce bu konu “hiç” böyle konmamıştır! Mao “özgürlük, zorunlulukların anlaşılması ve zorunlulukların dönüştürülmesidir” dedikten sonra “insanın biraz çalışması da gerekir. 

Eğer yapacak bir iş olmaksızın sadece yerseniz, sadece anlarsanız bu yeterli midir?” diyor. (Mao’nun burada kullandığı “yemek” kavramı analiz etmek anlamındadır.) “Zorunlulukları dönüştürmek” böylece bizim belirlediğimiz, “erek edindiğimiz ve ulaştığımız” “yeni birlik”e geçişi sağlayarak özgürleşmek; bizi belirleyen toplumsal varlığa/koşullara, bizi sınırlayan çaresiz ve etkisiz kılan zorunluluklara son verip yeni “toplumsal varlık”ı yaratmak anlamındadır özgürlük. Neden, nasıl ve hangi güçler tarafından belirlendiğimizi anlamak bizi özgürleştirmez; sadece nasıl özgürleşebileceğimizi anlamamızı sağlar. 

Engels’in sözlerine uyarlarsak: Özgürlüğü gerçekleştirmek için yöntemli bir biçimde hareket etme olanağı elde edilir. Özgürleşmek bu anda henüz olanakta gizlidir ve olanak kullanıldığında, yani harekete geçilip de iş görüldüğünde özgürlüğe geçilir. Halil Gündoğan’ın da tartıştığı bu katkı MAE, ile tartışmamızın temel unsurlarından birisidir.)

Mao’nun buradaki müdahalesi felsefeyi sınıf mücadelesinin bir silahı olarak görmesiyle doğrudan ilgilidir. Marks, Engels, Lenin ve Stalin için de felsefe sınıf mücadelesinin hizmetinde olmuştur. Fakat onlar bunu teorize etmediler. Daha önce de belirttiğimiz gibi “Feuerbach Üzerine Tezler”den sonra Marks ve Engels teorik düzlemde felsefe defterini kapattılar. Onlar için felsefeye teorik bakımdan yoğunlaşmak bir gereklilik değildir; olayların gelişme yasalarını keşfetmişlerdir ve artık bu yasaları uygulamaya geçirmek gerekirdi. Tamamen ve doğrudan sınıf mücadelesine yoğunlaştılar. Felsefe bu yoğunlaşmanın kendinde, kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak uygulandı, dolayısıyla gelişti…

Mao, “Felsefe Meseleleri Üzerine Konuşma”nın girişinde felsefenin sınıf mücadelesi ile bağını anlatır ve şu net-berrak cümleleri kurar: Temel sınıf mücadelesidir. Felsefenin incelenmesi ancak bundan sonra gelir. Kimin felsefesi? (…) Proletarya felsefesi, Marksist felsefedir. (…) Felsefeyle uğraşanlar felsefenin önde gelmesi gerektiğine inanıyorlar. Ezenler, ezilenleri eziyorlar; ezilenler ise felsefeden önce buna karşı koymak ve bir çıkış yolu bulmak ihtiyacındadırlar. İnsanlar, ancak bunu başlangıç noktası olarak aldıkları zaman Marksizm-Leninizm ortaya çıktı ve felsefeyi keşfettiler. (…)”[35]

Bizim bugün Mao’dan hareketle savunduğumuz görüşler Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Stalin’in teorilerine, politikalarına, eylemlerine sıkı sıkıya bağlıdır; onların felsefesini öğrenmek ve uygulamak istiyoruz. Bunları Mao’nun teorize etmiş olması bu gerçeği değiştirmez…

MAE’nin “düzeltmeciler”in düzeltmesindeki “pratiğin esaslığı” ve iş yapmaya dair sözleri anlamamasına şaşmamalı. O, felsefeyi Hegel ve öncesi gibi, Mao’nun “felsefeyle uğraşanlar” dediği kimseler gibi; daha doğrusu “felsefeye öncelik vererek” anlamaya çalışıyor. Bunun hiç de kolay olmadığını görüyoruz ve biliyoruz. Hegel bu çabanın zirvesi olmuştur; hem Hegel’in düzeyine varmak zordur hem de aynı zirveye çıkmak gereksizdir; zirveden görüneni Hegel anlatmıştır! 

Bu, bir dağın zirvesine çıkıp “her şeyi” göreceğine inanmak gibidir. “Salt felsefeden ibaret” dağın zirvesine çıkılmıştır, o dağın “yeni” bir zirvesi bulunmuyor. Önümüzde yeni bir dağ var; o dağa çıkmak için felsefe elbette şart; ama bunu sınıf mücadelesi içinde, pratikte, iş yaparak gerçekleştirebiliriz.

Hegel idenin gerçekleşmesi ile ideye ulaşmayı insanın hakiki ereği olarak kavrar ve bilgi teorisinin çerçevesini bununla kurar. Hegel’i üstün kılan özellik felsefeyi bir bilgi teorisi düzeyine getirmesidir; bunu belirleyen ise idenin insan bilgisinde kavranabileceğini anlamış olmasıdır. Bu nedenle doğa ile ilişkilerden insan eylemlerine kadar her alanda bilgilenmeyi idenin bütünlüğüne doğru, kökene doğru bir gelişim olarak kavrar; her şeyin bilinebileceğini ortaya koyup bu süreci diyalektik olarak açıklar. Sorun tam da ideden başlayan hareketi ide ile sonuçlandırmasında ve bilgi teorisini de bununla sakatlamasındadır. Bu nedenle Hegel’de analiz ve sentez, güçlü olmakla beraber, özellikle sentez bakımından tek yanlıdır ve eksiktir. 

Mao’nun konu ettiği budur.

MAE, Mao’nun analiz ve sentez hakkındaki “yeni” yorumunu onun “yadsımanın yadsınması”nı anlamamasına bağlamış, bunu yaparken neye dayandığını anlamak kolay değil. Çünkü “yadsımanın yadsınması”nı yasa düzeyinde tanımlamış olan Hegel de “tez, anti-tez ve sentez”i değil analiz ve sentezi temel almıştır! Analizi kavramanın bilgiye geçmesi olarak tanımlar; bu süreç olanın kavranmaya çalışılmasıdır. Sentez de olanın anlaşılmasıdır, yani belirlenimlerin bütünlük içinde, bütünlük halinde kavranmasıdır. Sentez bütünlüğün kavranması olduğu ölçüde “olan”ın karşıtına çevrilmesini de konu eder; dolayısıyla sentez, şey hakkındaki tüm bilginin tepe noktasıdır: net biçimde şeydeki karşıtların bir araya gelmesi ve böylece şeyin başka bir şeye dönüşmesi değildir!..

MAE’nin bu konuyla ilgili eleştirisi de öncekiler gibi bir “gürültülü” olmaktan ibaret. Şöyle diyor: “Mao’nun (…) analiz-sentez yorumu da iki açıdan yanlıştır. İlki doğada, tarihte ve toplumda (doğa veya topluma ait olmaya tarih burada neyin tarihidir, neyi ifade etmektedir? Bu sıralama neden söz ettiğini bilmemek olarak yorumlanabilir rahatlıkla-BN) insan aklını da içeren bir gelişme olarak gerçekleşen olumlama, yadsıma, yadsımanın yadsınması süreçlerini ‘kabul etmeyerek’ maddenin çelişki yoluyla kaydettiği gelişme süreçlerini görmekten kopmasıyken ikincisi de bu nesnel olguları görmezden gelmenin düşüncedeki yansıması olarak tez, anti-tez olgusunu atlama üzerinden maddenin hareketini analiz ve senteze sıkıştırmasıdır.”[36]

“Yadsımanın yadsınması yasası”nın kurucusu olarak Hegel de bilgi teorisini/Mantık’ı analiz ve sentezle açıklıyorken MAE böyle bir “iddia” ileri sürüyor! Lenin Felsefe Defterleri’nde, Hegel’in Mantık Cilt V’inden şu alıntıyı aktarıyor: “Analitik bilgi, kavramdan bilgiye her tasım’ın -dolayımsız bağıntının- ilk öncülüdür: bundan ötürü de onun (analitik bilginin) kendine ait olarak bilip tanıdığı belirlenimdir özdeşlik ve var olanın kavranılmaya çalışılmasından başka bir şey değildir. Sentetik bilgi, var olan’ın anlaşılması’nı yani belirlenimlerin çokluğunu birlikleri içinde kapıp kavramağa yürür. Dolayısıyla da sentetik bilgi, tasımın ikinci öncülüdür; ve ‘farklı olan’da, kendi kendindeki hali içinde bu ikinci öncüle aktarılıp geri çevrilendir.

 Ereği, bu nedenden ötürü, genellikle zorunluluktur.”[37] Hegel “… bizim diyalektik dediğimiz, aklın en üstün hareketidir ki bu hareket içinde, birbirlerinden ayrı gözüken terimler salt kendi özellikleri dolayısıyla birbirlerine geçer; ve gene bu hareket içinde öncül, kendi kendini aşar”[38] açıklamasıyla analiz ve sentezi diyalektik içinde nasıl konumlandırmak gerektiğini göstermeye başlar. Her bir şeyi, ele aldığı an itibarıyla olumsuzlamanın ilk olumsuzlaması olarak [Zira “Her belirlenim olumsuzlamadır.” (Spinoza)] düşünen Hegel “kendinde şey’in başka şeyler için şey’e dönüşmesini; hem kendi için hem de başkaları için olan şeyin sürekli şekilde bir halden başka bir hale geçişini, bu anlamda kendi kendini aşmayı; olumsuzlamanın olumsuzlaması’nı” kendi diyalektiğinde analiz ve sentez ile kavramaya yönelik yazıyor. 

Lenin bu kavrayışı şöyle anlatıyor: “… Genellikle ölmüş gözüken kavramları çözümlüyor Hegel ve bunlarda hareket bulunduğunu koyuyor ortaya. Son bulmuş? Yani, son’a doğru hareket halinde olan! Bir şey? Yani, başka bir şey değil. Genelde varlık? Yani, öylesine belirlenimsiz ki varlık = varlık olmama. Kavramların evrensel ve çok şekilli esnekliği, karşıtların özdeşliğine kadar giden esneklik,-işte işin temeli…”[39] Kavram’ın, nesnesinin içinde kendi kendisi ile “kendi birliği” oluşuna kadar, nesne özel kavrama uygun olana kadar sürecek hareketin analizi; zorunluluğun alanı olumsuzlamanın olumsuzlanması olarak anlaşılana kadar analiz ve sonuç başkası için şey’e dair tanım… Hegel’de tez, anti-tez ve sentezle değil, analiz ve sentezle açıklanır bu süreç…

O halde MAE’nin bu tartışmayı “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur.” görüşüne bağlanması Hegel’in Mantık’ının değil, olsa olsa kendi orijinal mantığının bir sonucudur. “Temelsiz bir ön varsayımdan yola çıkan bir akıl yürütme”nin ürünü, orijinal bir mantık! Bu mantık kendince kurduğu “tez-anti tez, analiz ve sentez; olumlama-yadsıma-‘yadsımanın yadsınması’” ilişkisini Hegel’de somutlaştırmaya kalkıştığında Mao’ya karşı olduğu kadar pervasız olamayacaktır herhalde! “Yadsımanın yadsınması yasası”nın kurucusu ile bu konuda “uzlaşmamak” belirttiğimiz kurgu için açık bir yıkım olacaktır çünkü…

Hegel “yadsımanın yadsınması”nı bir yasa olarak tastamam açıklayan olduğu halde tez, anti tez ve sentezden değil de analiz ve sentezden ibaret bir Mantık ortaya koyarken MAE, Mao Zedung’un “analiz ve senteze sıkıştırılmış bir gelişme anlayışı”nı savunduğunda aslında “yadsımanın yadsınması”nı kavrayamamanın olağan bir sonucunu yaşadığını ileri sürüyor! Acaba Hegeli gene bir “analiz ve senteze sıkıştırılmış gelişme modeli” ile nasıl kavrayabilmiş ve tastamam açıklayabilmiştir “yadsımanın yadsınması yasası”nı?

Öyle görünüyor ki MAE’nin Hegel’in tanımlamalarından, en azından bu konu bağlamında haberi yok. Elbette bunu yadırgamıyoruz; sorun da bu değil zaten. Sorun MAE’nin Mao’ya yönelik içeriksiz, dolayısıyla safsata düzeyindeki saldırısı. Mao Zedung’tan söz ediyoruz! Onun “yadsımanın yadsınması”nı, niceliğin niteliğe dönüşümünü atladığı için (Bu doğrudan söylenmiyor; ama aslında konu tam da bu noktada saçma bir hale sokuluyor.) kavrayamadığını ya da komünizmi es geçtiği için anlayamadığını veya maddenin çelişme yoluyla kaydettiği gelişme süreçlerini görmekten koptuğu için çözümlemekten uzaklaştığını iddia etmek için biraz olsun incelemek, düşünmek gerekmez mi? Bu derecede içeriksiz, temelsiz, “söyledim oldu” bir üslupla hareket etmek nasıl bir cürettir? Anlamak zor… Sanırız kendine hayranlığın yarattığı boş “benliğin” sonucudur bu. Böyle insanlarda kendi kendine ve boş konuşma bir özelliktir, maalesef bazen ses tellerini de çalıştırıyorlar böyleleri!..

“Doğada, tarihte ve toplumda insan aklını da içeren bir gelişme olarak gerçekleşen olumlama, yadsıma, yadsımanın yadsınması süreçlerini kabul etmeyerek” Mao Zedung hiç de çelişme yoluyla gerçekleşen gelişme süreçlerini görmekten kopmaz. İlkin şunu düzeltelim “düzeltmeciler”i temsilen: “tarih” dediğimiz toplumların oluşum-gelişim sürecidir, bunları ayrı alanlar gibi göstermek “teoriden kopmak” değil ama “kopuk” olmaktır! “Doğa”, “toplum” ve “tarih” biçiminde üç ayrı alan tanımlamak yanlıştır. Ayrıca “insan aklını da içeren” tanımı da sorunludur. İnsan aklı doğada ve toplumdaki gelişmelerin “yansıdığı alan” olarak konu edilmelidir; bunlardan ayrı olarak “işleyen” bir insan aklından söz etmediğimiz açık olmalıdır.

 Bu nedenlerle konu olan “gelişme süreçleri”ni “doğada, toplumda ve bunlar dolayısıyla insan aklında” ele alıyoruz. Bu “gelişme süreçleri”ni açıklamanın, teorize etmenin neden olduğu birikimi ise bilgi teorisi veya Mantık olarak tanımlıyoruz. Dolayısıyla “bilgi teorisi”ni doğanın, toplumun ve bunların yansıma alanı olarak insan aklının gelişmesinin teorisi olarak kavrıyoruz. Tüm meselemiz bilginin nasıl üretildiğidir, bunun yasalarıdır.

Mao Zedung’un bunu “Çelişme Üzerine” ve “Pratik Üzerine” makalelerinde tam olarak aydınlatmış olduğunu savunuyoruz ve aydınlatmanın kaynağının da Marksizm-Leninizm olduğu görüşündeyiz. Bu makalelerde “hiçbir” gelişme aşaması atlanmamış, görmezden gelinmemiş, es geçilmemiştir. MAE’nin burada “söz” olarak kalmış iddialarının bu iki makale karşısında “hiçbir” karşılığı yoktur. Eğer bu “söz”lerin iler tutar bir tarafı varsa onu bunları açıkça ortaya koymaya davet ediyoruz. “Yadsımanın yadsınması diye bir şey yoktur.” dediği için Mao’yu “çelişme” yoluyla gerçekleşen süreçleri görememekle eleştirmek, onun söz konusu makalelerde ve ayrıca “tartıştığımız” konuşmasındaki “süreçler” hakkındaki değerlendirmelerine gözünü kapamak olur. Birileri söylediği için onlar görünmez olmazlar ama! Onlar orada duruyor. 

MAE’nin es geçildiğini söylediği komünizm değerlendirmesi orada duruyor, komünizmin ilk aşaması olarak ve özel mülkiyete son verilmiş düzen olarak sosyalizm orada duruyor; bunları nedense MAE “hiç” tartışmıyor! “Yadsımanın yadsınması” olarak değil, yeni bir karşıtların birliği olarak, değişmek zorunluluğunu içererek, bir nihayete kavuşmaktan, bir “kökene dönüş” olmaktan uzak olarak!..

MAE “analiz ve senteze sıkıştırmak”tan söz ediyor; ama bunun nasıl bir sıkıştırma olduğunu açıklamıyor, açıklayamaz da… Analizin herhangi bir şeydeki karşıtların durumunu, özgüllüklerini, diğer şeylerle ilişkilerini, birbirlerine geçişlerini, yönelimlerini vs. incelemek olduğunu anlamamış gibi davranıyor. Onun “tez” ve “anti tez” dediği, şeydeki karşıtlardır, yani çelişkidir. Analiz dediğimiz de şeyi bir çelişki olarak; ama içinde olduğu bütünlükle tüm yönleriyle, başkanın belirlenimi olarak da kavramak ya da çözümlemektir. 

“Mao bu yorumuyla olumlamadan tez, anti tezi devre dışı bırakarak sadece ‘analiz ve sentez’i işlemesi, maddenin hareket süreçlerine ve ilk konumuna aykırı bir yaklaşımdır” diyor MAE. Bu cümleler hiçbiri inceleme, açıklama, hatta somut belirleme içermiyor. Eğer analiz, şeyin karşıtların birliği olarak ve içinde yer aldığı bütünlüğüyle, tüm yönleriyle, yönlerin birbirine çevrilmesi olarak da incelenmesi ise nasıl “olumlama” devre dışı bırakılmış oluyor; maddenin hareket sürecine aykırılık olduğu nasıl saptanıyor?

 “İlk konuma aykırılık ifadesi başlı başına sorunlu bir ifade. Maddenin hareketi bakımından “ilk konum” nedir? İçinde olduğumuz an da bir ilk konumdur, önceki bir zamanda oluşmuş bir an da “ilk” konumdur. Maddenin öncesiz ve sonrasızlığı içinde sonlu ve sonsuz hareket onun parçalarıdır; bu durumda ilk konum analiz ettiğimiz şey tarafından belirlenir ve mutlak bir ilk konumdan söz etmek yanlıştır; “köken”den hareket etmek yanlıştır…

“Öyle anlaşılıyor ki Mao, evrende, doğada ve tarihte çelişkinin neden olduğu gelişme ve değişmenin sonucu olan şeylerdeki büyük kendine dönüşü olan yadsımanın yadsınmasını göremediğinden tez, anti-tez, analiz ve sentezi de ‘üççülük’ olarak değerlendirmiştir” diyor MAE! Burada da aynı şeyi yapıyor: laf kalabalığı! “Şeylerdeki büyük kendine dönüşü” göremeyen değildir Mao, bunun olmadığını söyleyendir o! “Kendine dönüş” yoktur; olumlama, yadsıma, olumlama… halinde süren bir gelişme vardır. Bu gelişme belirli bir kesit içinde “git gel” konumunda görünebilir; sürecin dönüşümünde özne yetersiz kalabilir; yeni bilgiler üretilemeyebilir, devrim gerçekleşmeyebilir vs. fakat “büyük geriye dönüş,” “kökenin yeniden başlaması” olmaz. “Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” gibi “belirli” bir kesitin anlaşılmasını içeren tanımlar da yapılabilir; ama bunun “ilk konuma dönüş”, somut söylersek ilkel komünal toplumun yeniden fakat tüm gelişme döneminin bilgisiyle yüklü kuruluş olduğu söylenemez. 

Marks’ın bununla tarihin hangi kesitine işaret ettiğini gösterdik: Küçük üreticiyi mülksüzleştiren kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi… Marksizmin “kökene dayanan” bir gelişme anlayışıyla bilgi üretmediğini Marks’tan hareketle gösterdik. Bizatihi kapitalizmin incelenmesi olan Kapital bunun berrak bir örneğidir. Burada incelenen somut süreç karmaşık bir yapı olarak ele alınır ve en yaygın, bilinen özelliğinden başlayarak tüm sistem, her bakımdan çözümlenir; eski üretim tarzları ancak bu yeni üretim tarzıyla bağlandıkları yerde konu edilir; kapitalizm “özel mülkiyet”in kendisinin evriminden anlaşılmaz, dolayısıyla “köken” de konu edilmez!..

Peki, bizim bu savunumuz “büyük geriye düşüşleri” yadsır mı? Tabii ki yadsımaz. Bu “geriye düşüşler-dönüşler” söz konusu karmaşık bütünün içindeki temel çelişkinin belirlenimi olarak olanaklıdır; yoksa şeyin “kökendeki birliğinin”, ilk konumunun nesnel tamamlanışı olarak değil! Hegel Mantık’ının temeli buna dayanır ve “yadsımanın yadsınması” da bunu açıklar. Ne var ki bunu açıklamak için “tez ve anti tez” karşıtlığı konu edilmez, kökendeki karşıtların birliği/özdeşliği konu edilir!..

Bunun yanında MAE’nin “üççülük”ten hareketle de Mao’nun “tez, anti tez ve sentez”i benimsemediğini ileri sürüyor. Mao’nun “üççülük” eleştirisinin diyalektiğin üç yasasından bahsedilmesinden kaynaklandığını biliyoruz. Mao bir temel yasa olduğunu ve konu edilebilecek hareket biçimlerinin, değişimlerin de bu temel yasa dolayısıyla açıklanabileceğini savunuyor. Bununla ilgili teoriyi, yani bilgi teorisini “Pratik Üzerine” ve “Çelişme Üzerine” adlı makalelerde detaylı biçimde ortaya koymuştur. 

MAE’nin “tez, antitez ve sentez” kavramlarından “uzak” durmayı “üççülükten uzak durma çabası” olarak yorumlaması onun “biçime bakıp özü görmeme” özelliğinden kaynaklanıyor. “Tez, antitez, sentez” üzerine kurulu gelişme modeli üççülük olamaz; Mao’nun bunu düşündürtecek, akla getirtecek hiçbir yaklaşımı olmamıştır. Onun bu “üçlü”yü kullanmamasının nedeni “bilgi teorisi” için bunları gereksinmemesidir. Aynı yaklaşımın Hegel’de de olduğunu görüyoruz. Şeyin hareketini incelemek, ondaki karşıtların birliğini keşfetmek, bunu tüm yönleriyle incelemek ve şeyi değiştirmek için gerekli kavramlar analiz ve sentez olmuştur. 

Mao nasıl ki analiz ve sentezi kullanmakla “ikici” olmamışsa, “tez, antitez ve sentez” üçlemesini kullananlar da “üççü” olmazlar. Söz konusu üçleme daha çok “ikinin birleşip bir olması” anlayışında olanlar tarafından kullanılmıştır; bunlarda sentez tez ve antitezin yeni bir birlik oluşturmak üzere birleşmesi olarak kavranır. Burada “üççülük” değil, gerçek gelişme modeline uymayan, dolayısıyla gerçekliğe aykırı fikirlere yol açan bir anlayış vardır…

“Öyle anlaşılıyor ki Mao (…) tez, anti-tez, analiz ve sentezi de ‘üççülük’ olarak değerlendirmiştir” diyen MAE aklınca Mao’nun diyalektiğin tek temel yasası olduğu görüşünü hafife almaktadır. Fakat bunu incelemelerle, konuyu özü bakımından kavrayarak yapmak yerine uydurduğu tespitlerle yapıyor: “Öyle anlaşılıyor ki” diyor; ama aslında “öyle anlayabilen” tek kişi kendisidir! Mao Zedung’un “tez, antitez ve sentez” kavramlarını kullanmamasının nedeni bunların kullanımını “üççülük” kabul etmesi değildir, çok açık ve net olan budur…

Mao analiz ve sentez kavramlarını kullanarak diyalektiği bilgi teorisi olarak kavradığını somutlaştırmış oluyor sadece ve ancak Marksist diyalektik sayesinde toplumsal hareketin anlaşılabileceğini; ama sadece anlaşılmayacağını; ayrıca dönüştürülebileceğini ve hatta dönüştürülmesinin kaçınılmaz olduğunu ortaya koyuyor… Analiz ve sentezin bu süreci açıklamak için ilk kez Mao tarafından böyle kullanıldığı gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bu açıklama proleter hareketin niteliğini, diyalektiğin bu hareketin gelişmesine koşut ulaştığı düzeyi kavramak bakımından da önemlidir. 

Hegel’de de analiz ve sentez bilgi sürecinin temel kavramları olmuştur; ama onda proleter hareketin karakteri ve “ereği” olmadığından özellikle sentez sönük, açılımsız kalmıştır. Ancak proleter hareket sayesinde ve elbette onun teorisi olan Marksizm-Leninizm-Maoizmin diyalektiği ile analiz ve sentez bu düzeyde kullanılabilmiştir… “Düzeltmeciler”in düzeltmesindeki belirleme bunu içermektedir sadece, MAE’nin “aklına gelen” uydurmaları değil!..

“Üççülük” eleştirisiyle Mao’nun yaptığı şey diyalektiği “tek gelişme yöntemi” olarak temel bir kategoride tanımlamaktır. Diyalektiği karşıtların birliği teorisi olarak tanımlamak ve bütün gelişmeleri, hareket biçimlerini bununla kavramak: İşte Mao’nun üççülük eleştirisini yaparken durduğu nokta burasıdır. MAE’nin “üççülük” üzerinde sözde durup bu temel noktayı kavramaktan uzak durması onun düşünme yöntemi sorununu ele veriyor. O Lenin’de ve sonra da Mao’da ete kemiğe bürünen diyalektik yöntemi incelemiyor; bilgi teorisinin, bir süreç olarak gelişimini irdelemiyor. 

O, kendi “diyalektiği”ni bulmuş ve uydurmaları yakıştırdığı bu diyalektikle hesaplaştığını sanmaktadır. Bunu yaparken bu hesaplaşmaya konu olan Mao’nun nasıl böyle basit hatalara düştüğünü de düşünmeden edemiyor MAE; ama çok yormuyor kendisini, hemen sonra bunun cevaplarını o iyice genişlemiş görünen cebinden çıkarıyor ve bizi değil, fakat kendisini pek rahat bir şekilde ikna ediyor…

“Anlayabildiğim kadarıyla Mao’nun bu hatalı yaklaşımının kaynağı kaygıdır. Sloganlaştırılmış bu görüşlerin Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne olumsuz etkilerini, Mao’nun bu konuşmasının dışında fazlaca bilmediğimiz ‘ikinin birleşip bir olması’ tezinin çürütülmesine duyduğu siyasal ihtiyaç Mao’yu öznelliğe itmiştir. (…) Modern revizyonizmin ideolojik felsefi mızrağının Yon Sien-çen adlı akademisyenin ‘ikinin birleşip bir olması’ tezinde ete kemiğe büründüğünü düşündüğünden, bu siyasal kaygı Mao’nun bu özensiz davranışının koşulunu oluşturmuştur. 

Ne var ki Mao’nun karşı çıktığı gibi bir içeriği olmayan ‘ikinin birleşip bir olması’ süreci mekanik ve mücadelesiz bir birlik olmadığı gibi kapitalizmden komünizme gidişte kaçınılması imkânsız görünen bir gerçekliktir. (…) bu yasa Mao’nun çelişkinin özelliklerini tanımlarken altını çizdiği, çelişkinin özdeşliği dediği şeyle de doğrulanan bir durumdur. Çelişkinin özdeşliği, birin sonsuz ve geriye dönüşsüz bölünmesini değil, bir yandan da uygun koşullarda karşıtların birbirine dönüşünü; yani, çelişki halinin birlik yönünde devindirdiğini ve ikinin birleşip bir olmasının mümkün olduğunu, bölünme halinin birlik haline döndüğünü söyler.”[40]

Hayır, Mao böyle söylemez. Bu söylem MAE’nin uydurma diyalektiğinin bir ürünüdür. Alıntının son cümlesindeki şu ifadeler tamamen uydurulmuştur: “çelişki halinin birlik yönünde devindirdiği”, “ikinin birleşip bir olmasının mümkün olduğu”, “bölünme halinin birlik haline döndüğü.” Bunlar uydurmadır; çünkü diyalektik materyalizmde “çelişki” “birlik’in kendisinde”dir; “birleşik” olan, iki zıttan oluşmuştur”, “bölünme” hali “birlik halinin kendisi”dir. MAE’nin çelişkiyi, bölünmeyi “birlik içinde” kavrayamadığı o kadar açık ki!

Mao şöyle ifade ediyor bunu: “Özdeşlik, birlik, uygunluk, birbirinin içine girme, birbirinin içine yayılma, karşılıklı bağımlılık (…): Birincisi, bir şeyin gelişme sürecindeki bir çelişmenin iki yönünden her birinin varlığı öbürünün varlığını gerektirir ve her iki yön de tek bir bütün içinde bir arada varlığını sürdürür; ikincisi, belli koşullarda iki çelişmeli yönden her biri kendi karşıtına dönüşür. Özdeşliğin anlamı budur.”[41]

Bir sonraki sayfada da: “Basit bir süreç tek bir karşıtlar çiftini içerir, karmaşık bir süreç ise daha fazlasını. Ayrıca bu karşıtlar çiftleri de birbirleriyle çelişme halindedir.”

(…)

“Aslında hiçbir çelişmeli yön tek başına var olamaz. Her yön, kendi karşıtı olan yön olmazsa, varlığı için gerekli koşulu yitirir. (…) Peki, nasıl özdeş olabilirler? Olabilirler, çünkü her biri öbürünün varlık koşuludur. Özdeşliğin birinci anlam budur.

“(…) Sorun, var olabilmeleri için birbirlerine bağımlı olmalarıyla bitmez, daha da önemli olan, birbirlerine dönüşmeleridir. Yani belli koşullarda bir şeyin içindeki çelişmeli yönlerden her biri karşıtına dönüşür, karşıtının yerini alır. Bu da çelişmenin özdeşliğinin ikinci anlamıdır.”[42]

Mao “birin ikiye bölünmesi”ni hiçbir yerde “özdeşliğin dışında”, “birlik halinin dışında” tanımlanamamıştır; aksine her zaman için “ikiye bölünmüş iki yönden birinin diğerinin varlık koşulu” olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla MAE’nin anladığı türden “özdeşliği yok eden bir bölünme”den söz edilmiyor burada; özdeş olanların iki karşıttan oluştuğunu; bu anlamda “birin ikiye bölünmesi”nin söz konusu olduğunu söylüyor. Böyle olduğu için de “ayrı ayrı”, birbirinden, bölünmüş oldukları için “bağımsız” var olabilen “karşıtlar”ın birleşmesinden söz edilmez. Gene bu yüzden “birlik yönünde devinme” de söz konusu olmaz: zaten “birlik” halinde olup da “birlik yönünde devinmek” gerçek bir hareketin işi olamaz değil mi?

Karşıt yönlerin birlik içinde karşıtına dönüşmesi, birlikte egemen olanın bu konumunu yitirmesi, egemen olmayanın da egemen konuma gelmesidir. Buna şunu eklememek olmaz ama: Süreçler basit süreçler olduğunda bunu anlamak görece kolaydır. Ne var ki süreçler genellikle karmaşıktır, dolayısıyla “karşıtlar çiftleri” söz konusudur ve üstelik bunlar da birbirleriyle çelişme halindedir!..

MAE’nin özdeşlik tanımını çelişmeden ve çelişmeyi de özdeşlikten ayrı düşünmesi Mao’da bulunmayan tanımları onda varmış gibi yorumlamasına neden olmuş görünüyor! Mao’da ve ondan önce de Stalin’de, Lenin’de tanımlanmış olan özdeşlik teorisi modern revizyonizmle mücadele için de uygundur, kapitalizmden komünizme geçişteki proletarya diktatörlüğünü kavramak için de. Sosyalizme geçişle beraber sınıf mücadelesinin yerini sınıf iş birliğinin aldığını, “iki karşıtlı birlik”in yerini “ikinin birleşmesi”nin aldığını söyleyenler zaten “birlik içindeki” mücadeleyi konu ettiğimizi unutanlar ya da unutturmak isteyenlerdir: Bu nedenle karşıtların mücadelesi süreklidir, denmiştir…

Dipnotlar:

[1]  V. İ. Lenin, Felsefe Defterleri, Minör Yay., İstanbul 2013, s. 303

[2]  A.g.e., s. 294

[3]  A.g.e., s. 193

[4]  M. Ali Eser, Tarihsel Çıkışına Tersleşmede Örgüt Öyküsü TKP/ML, Kardelen Yay., İstanbul 2018, s. 177-178

[5]  V. İ. Lenin, a.g.e., s. 266

[6]  V. İ. Lenin, a.g.e., s. 181

[7]  M. A. Eser, a.g.e., s. 202-203

[8]  K. Marks, Kapital C. I, Yordam Yay., İstanbul 2010, s. 729

[9]  A.g.e., s. 728

[10]  Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., Ankara 2012, s. 126

[11]  A.g.e., s. 126

[12]  A.g.e., s. 214-215

[13]  K. Marks, a.g.e., s. 728

[14]  A.g.e., s. 729-730

[15]  V. İ. Lenin, a.g.e., s. 303

[16]  F. Engels, a.g.e., s. 126

[17]  V. İ. Lenin, a.g.e., s. 303

[18]  A.g.e., s. 304

[19]  A.g.e., s. 305

[20]  A.g.e., s. 305-306-307

[21]  A.g.e., s. 305

[22]  Louis Althusser, Marx İçin, İstanbul 2015, s. 247, dipnot 41

[23]  M. A. Eser, a.g.e., 200-201

[24]  F. Engels, a.g.e., s. 122

* Alıntıdaki imla sorunları orijinalindedir, anlam bozulmadığından aynen aktardık.

[25]  F. Engels, a.g.e., s. 123

[26]  M. A. Eser, a.g.e., s. 209

[27]  Karl Marks, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yay., Ankara 2009, s. 160-161

[28]  K. Marks, a.g.e., s. 163-164

[29]  Mao Zedung, Seçme Eserler C. I, Kaynak Yay., İstanbul 2000, s. 427

[30]  A.g.e., s. 437

[31]  A.g.e., s. 439

[32]  M. A. Eser, a.g.e., s. 204

[33]  Mao Zedung, Seçme Eserler C. VI, Kaynak Yay., İstanbul 2000, s. 310

[34]  Mao Zedung, a.g.e., s. 329-330

[35]  Mao Zedung, a.g.e., s. 310-311

[36]  M. A. Eser, a.g.e., s. 216

[37]  V. İ. Lenin, a.g.e., s. 170

[38]  A.g.e., s. 89

[39]  A.g.e., s. 91

[40]  M. A. Eser, a.g.e., s. 217

[41]  Mao Zedung, a.g.e., s. 444

[42]  A.g.e., s. 445-446

KAYNAKÇA

 

ALTHUSSER Louis, Marx İçin, İthaki Yay., İstanbul 2015

ENGELS Friedrich, Anti-Dühring, Sol Yay., Ankara 2012

ESER M. Ali, Tarihsel Çıkışına Tersleşmede Örgüt Öyküsü TKP/ML, Kardelen Yay., İstabul 2018

LENİN V. İ., Felsefe Defterleri, Minör Yay., İstanbul 2013

MARKS Karl, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yay., Ankara 2009

MARKS Karl, Kapital Cilt I, Yordam Yay., İstanbul 2010

ZEDUNG Mao, Seçme Eserler Cilt I, Kaynak Yay., İstanbul 2000

ZEDUNG Mao, Seçme Eserler Cilt VI, Kaynak Yay., İstanbul 2000



 



16 Eylül 2024 Pazartesi

Muzaffer Oruçoğlu__SİYASET VE EDEBİYAT-1-2-3

İnsanın edebiyatı güce dönüştürmesi, edebiyatın insanda düşünce ve duyguya dönüşmesiyle ve ey insan beni yarat diye ısrar etmesiyle gerçekleşir. Edebiyata 1966’da, zamanın mekandan kurtulmak istediği, çıkış aradığı bir anda başladım.

Fakir Baykurt’un romanları, Moskova Radyosu’nun yorumları, Pekin Radyosu’nun Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne ilişkin yayınları, TİP’in faaliyetleri ve Yön dergisi, yaratıcı melaikelerimin harekete geçmesinde etken oldu. Siyasetle edebiyatın iç içe geçtiği makaleler yazmaya başladım. O zamanlar Atatürk’ü seven parlamenter bir sosyalist idim. Rize Öğretmen okulunda romanlar okumuş, şiirler yazmıştım duvar gazetesine.

İlk ciddi edebi üretimim 1966 ile 1969 arasında, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ndayken oldu. Bir roman, yirmiye yakın kısa öykü, bir o kadar da şiir yazdım. Yaşamı ve aşkı ihmal etmiş olmamdan dolayı yüzümde sivilceler çıktı. O zamanlar Mihail Şolohov ile Nazım’ın etkisi altındaydım. Eserlerimi Yaşar Nabi Nayır ile Mehmet Fuat’a götürmüştüm. El yazması olduğu gerekçesiyle kabul etmemişlerdi. Daktilom da yoktu. Yoklukla yaşıyordum.

1969’da, Değirmenköy toprak işgali sırasında tutuklanıp Silivri Cezaevi’ne konduğumda, edebiyatı terketmemek, edebiyat ile siyaseti birlikte yürütmek düşüncesi berraklaştı. Olaylar ve darbe derken hiçbirini koruyamadım. Her şeyi yutan bir yaşamın ağzına yakın bir yerdeydim. Bir defterimi. -o da roman olmalı -Necmettin Türinay Hoca 50 yıl korudu. Arkadaşlara bildirmiş ama iki yıl sonra haberim oldu. Sorduğumda onun da kaybolduğunu anladım. Yaşamını edebiyat aşkına ram eden Hoca’ya buradan teşekkür ediyorum. 50 yıl korumak kolay değil.

1970’teki ikinci tutuklanmamda, Keşan ve Edirne Cezaevindeki ilginç tipleri tanıma olanağına kavuştum. “Edirne Canavarı” dedikleri Mehmet Yaman ile aynı hücrede kaldım. Bir mahkum bana, o hücre iki kişilik değil, şimdiye kadar da hiç kimseyi onun yanına vermediler, dikkat et seni boğar, diye uyardı. Bir mezarcı babanın oğlu olan Mehmet Yaman, boğup bahçesine gömdüğü adamların yaşam hikayelerini anlattı bana günlerce.

Edebiyata olan tutkum 12 MartDarbesi’nden sonra daha bir derinleşti. Viranşehir’in bir köyünde bir ay kaldım. Köy korkunç yoksuldu. Anlatamam. Gerek bu köyde ve gerekse Siverek’te halkla olan ilişkilerim; Dersim dağları, Nazımiye, Mazgirt ve Ovacık köylerindeki gezilerim, mağaralarım, ormanlarım, uçurumlarım ve tüm bunlardan dinlediklerim edebiyat ve sanata olan tutkuma güç kattı. Buralarda roman yazamazdım.

Nedendir bilmem, klasik dünya destanlarını okuma arzum uyandı buralarda. Masal yazmak geldi içimden, yazamadım. Bu arzumu çok sonraları, Mavi Munzur Masalları adlı kitabımla gerçekleştirdim. Dağlarda şiirler yazdım ama koruyamadım. Üç tanesi ezberlenip marş ve türkü şeklinde söylendikleri için kaybolmadı. Parti marşı, Ordu marşı ve Yoldaş Seni Anacağız.

1972’nin sonunda, Filistin Kamplarına gidip bir ay kaldım. Dönerken Halep’te Cigerxwin’i evinde ziyaret ettim. Ben döndükten bir yıl sonra İsrail, kaldığım kampı bastı. Tanıdığım, bir dönem aynı yolda yürüdüğüm Türkiyeli ve Kürdistanlı 9 devrimciyi öldürdü. Ahmet Özdemir ile Bora Gözen’in ölümü beni çok etkiledi. Yazarın yaşamdan özümlediği ölüm duygusu ve kültü, yarattığı eserin ve özellikle de uçurum kıyısında yürüttüğü kahramanının ruhunu ve davranışlarını şu veya bu tarzda biçimlendiriyor.
Vartinik’te ölümden kıl payı kurtuldum. Kendimi dereye atmasaydım vurulmuştum.

1973’ün 22 nisanı ile 1 temmuzu arasında, 70 gün Kontrgerillanın Harbiye’deki sorgulamasına tabi tutulduğumda defalarca ölüp ölüp dirildim. Hareketin en son yakalanan mensubuydum.

Beni, TKP(M-L)’ nin ikinci adamı, Dersim’de sekiz, Siverek’te ise iki baskın ve bombalamanın baş sorumlusu olarak sorguluyorlardı. 12 Mart Darbesi şartlarında, Kürdistan’da en geniş ve en etkili askeri hareketi biz gerçekleştirmiştik.

Benden istediklerinin başında şunlar geliyordu:

1-Bu eylemlere katılanlar.

2- Bomba yapım malzemeleri ile iki tüfeğin ve teksir makinası başta olmak üzere basın malzemelerinin bulunduğu yer.

3- faaliyet sürem içinde ilişki kurduğum köylülerin adları,

4- Filistine adam geçiren sınır komitesinin kimlerden oluştuğu.

5-Parti ve Ordunun nerede nasıl kurulduğu.

Beni sistemden çok daha derinlikli bir şekilde koparan, devrime ve edebiyata bağlayan uygulamaları başlattı adamlar:

1-falaka ve meydan dayağı,

2-penisten, anüsten, dilden elektrik,

3- çırılçıplak soyarak kollardan ve bacaklardan asma ve aynı anda elektrik verme.

4-Alına sünger bağlayarak kafayı usul usul duvara vurma,

5-“Bok yeme seansı “ dedikleri periyodik bir şekilde anüse sokulan tahta copu ağıza sokma ,

6- Biri bayan, dört arkadaşımı farklı zamanlarda odama getirerek gözümün önünde işkence yapma.

7- sabahları yüzüme işeyerek veya yumrukla uyandırma,

8- tuvalete giderken sırtıma binme ve benzerleri.

Bu korkunç, akıl almaz uygulamalar yararlı oldu. İnsanın pek bilmediğim kritik ve önemli yanlarını tanıdım. Kafamda sesler, görünümler, envai çeşit tipler oluştu. Yaşamımda hiç görmediğim rüya ve hayallerin istilasına uğradım.

Psikolojik ve şiddet olmak üzere iki ekipten oluşan sorgucular, daha önce karşılaştığım ve yazdığım tiplerden oldukça farklıydılar. Bu benim insan bilgimi zenginleştirdi. İnsana dair tabularımı yıktı. İnsanın, organik aleme ait tüm duygu ve bilinç değerlerini, düzeneklerini afallatacak derecede şeyler yapabileceğini öğrendim. Bunlar daha sonra yazacağım romanlara şu veya bu biçimde girdi ve romandaki insan anlayışımı yardı, boyutlandırdı.
(devam edecek)
                                                  https://www.muzafferorucoglu.com


 Her insan bir hikaye yaratıcısıdır, özellikle de kritik anlarda. Konuşmalarından niyetlerini ve kişiliklerini anlamaya çalıştığım sorgucular da öyle. Bunlar da sanırım benim gibi birlikte yürütüyorlardı siyasetle edebiyatı.

 İlk 15 gün içinde, ekip çabasıyla bir hikaye yaratmak istiyorlardı. Tüm halkın okuyacağı bir hikaye. Ekspertiz raporlarından, patlama yerlerinde buldukları patlamamış bir bombanın üzerindeki TİKKO yazısından, teneke ve lehim parçalarından, kesilmiş demir şarapnellerden, yine patlama yerlerinde dağıtılan, üç renkli, resimli ihtar ilanlarından söz ediyorlardı.


“Bizi, sekiz yerde patlattığınız o bombaların imal edildiği yere götüreceksin.” “Bizi basım işlerinin yapıldığı yere ve saklanan silahlara götüreceksin,” diyorlardı. Yaratacakları hikaye, askeri rejimin zaman zaman halka gösterip anlattığı bir hikayeydi. Rejimin,kendi kalış süresini uzatmasının gerekçelerinden birisi olacaktı bu aynı zamanda. Hikayenin biçimi belliydi. Baş kahramanı ben olacaktım. Yani masanın kıyısına beni dikeceklerdi.

Ele vereceğim malzemeleri önüme dizeceklerdi. Neydi bunlar? Gorcan köyünden sırtlayıp Düzgün Dağın’ına getirdiğimiz teksir makinası, sonradan getirilen daktilo, tokyo lastiklerinden basım için günlerce hazırladığımız yazı ve resim klişeleri, baskı malzemeleri, kırma tüfek ile Pülümür’ün Altınhüseyin’inden getirdiğimiz tek mermili Rus mavzeri ve bomba malzemeleri, yani demir kesme makası, lehim takımı, kırmızı dinamitler, fünyeler, fitiller, kitaplar, parti belgeleri vs… Hazırlanan masaya, Hürriyet ve Günaydın başta olmak üzere basın çağrılacak, Dersim dağlarında ele geçirilen malzemeler gösterilecekti.

Kontr-gerilla, yarattığı bu hikayeyle halka bir mesaj da vermiş olacaktı tabi. Bakın, bizden hiçbir şey kaçıp kurtulamıyor. Köstebekler gibi dağlara da yuvalansalar, onları tüm takım taklavatıyla açığa çıkarıyoruz.
İlk 15 günde bu hikayeyi gerçekleştirmek istemiş ama gerçekleştirememişlerdi. Akıl almaz işkenceler, tuzlu su içirmeler sonucunda dilim, yüzüm şişmiş, burun kemiğim kırılmış, zayıflamıştım. Beynim, kulaklarım uğulduyor, kalbim ağrıyor, konuşmaları tam anlayamıyordum. Her işkence seansından sonra beni sidik ve kanla ıslanan döşeğe yatırıyor, ayak ve kollarımdan zincirliyorlardı. Askı zincirlerinin çakılı olduğu köşenin zemininde kanlı, kokulu bir su göllenmişti.

Acılar içinde bazen tavandaki lekeleri, sinek ve örümceği izliyor, bazen diğer odalardan gelen çığlıklar ile dışardan gelen asker marşlarını dinliyor, hayal kuruyor, düşünüyordum. Sorgucular anormal kötü adamlar mıydı, yoksa kötü işler yapan normal adamlar mıydı?
 
Ben neydim? İyi bir adam mıydım?

 Yoksa, kötü işler yapıp buraya düşen bir adam mıydım? Düşünüyor, yaptığımız eylemleri gözden geçiriyordum tek tek. Dönem, bize göre imha değil, gerilla savaşına hazırlık ve ihtar dönemiydi. Halkın şikayetlerini dikkate alarak İhtar eylemlerine karar vermiş, bir yıl içinde Dersim, Karakoçan ve Siverek’te toplam on eylem gerçekleştirmiştik. İki sinek, arada bir nöbetleşe yüzüme konarak bana ceset duygusu yaşatıyor, örümcek ise köşeden beni efendice izliyordu.

Burdan kurtulsam, “Örümceğin Günlüğü” adlı bir roman yazsam diye bir fikir yalayıp geçiyordu aklımı. On eylemin dördüne katılmıştım. Zincirlerim ve acılarımla birlikte, her eylemin üzerinde düşünüyor, sorular soruyordum kendi kendime. Teğmen Fehmi Altınbilek’in evine neden bomba atılmıştı? Lise öğrencilerini, sizin dedeleriniz 1938’de benim bilmem neyimi öldürdü diye suçlayıp, baskı altına almasa, Kızıldere baskınına katılmış olmanın verdiği moral gücüyle mahallelerde ev basmasa, sivil istihbaratı örgütlemese o bomba atılır mıydı? Teğmen bombadan korkmamış, daha bir bilenmişti.

Peki, Muhundu Karakol Başçavuşu’nun evinin boş odasına neden ihtar bombası atılmıştı? Fehmi’nin Mazgirt elemanlarından biri olduğu için mi? Bu Başçavuş, Kovancılar’ın Çiftlik köyünden radyoda sürekli adı anons edilerek aranan Yusuf Aslan’ı (asılan değil) gelen ihbarlar üzerine Mazgirt köylerinde arıyor, köylülere baskı yapıyordu. Bu pek de önemli değildi, askeri rejimin birçok başçavuşuna özgü bir durumdu. Bu Başçavuş, genç bir kadına sarkıntılık yapmasa, bir öğretmeni halkın gözü önünde çevire çevire dövmese o bomba bunun boş adasında patlar mıydı?

Zincirlerimi kıpırdatıyor, düşünüyordum. Halk, Başçavuş’tan korkuyor, ısrarla bunun bölgeden gitmesini istiyordu. Halkın şikayet edeceği resmi bir merci de yoktu. Bizi gizli ve güçlü sanıyor, Başçavuş’u bize şikayet ediyordu. Biz ise gücümüz olmadığı halde, “Komünist Partisi bu dağlardadır, halk yalnız değildir,” izlenimini yaratmaya çalışıyorduk. Bölgede gezinirken, korkan insanların ruh hallerini ve davranışlarını okuyor, notlar alıyor ama neden bir mağaraya çekilip bunları öykülere dönüştürerek halka okutmuyordum? Başçavuş, bombadan sonra tayinini istemiş ve gitmişti.

Düşünüyor, anlıyordum. Çünkü boş odada patlayan bombanın demir parçaları duvarlara saplanmış, bir duvar hafif çatlamış, camlar tuz buz olmuş, adam korkmuştu. Korkunun da kendine özgü bir yolu vardı. Düşünüyordum. Kötü işler yapmamıştım. Askeri rejimin İki zalimi de Karakoçan’da vardı. Hem Karakoçan içinde,hem de köylerinde bunların yaptıkları anlatılıyordu. Dövülen, Kızılbaşlığından dolayı hakarete uğrayan, fişlenen insanlar…

Bunları da ihtar ettik. Kaymakam eylemine ben de katıldım. Jandarma karakolunun yanında, beton bir evdi. Evin önüne, beton üzerine, bir kaç adım uzunlukta ince şerit halinde benzin döktük. Benzini tutuşturup aleve bir bomba bırakarak kaçtık. Bomba patladı. Şehrin ışıkları yandı( O zamanlar kazalar ışıklarını gece 12’den sonra söndürüyorlardı), köpekler havlamaya, bekçi düdükleri ötmeye başladı. Hikayeye konu olacak komik bir durum çıkmıştı ortaya. Kaçarken, sokak köpeklerinden biri Süleyman Yeşil’in paçasını kapmaya çalışıyor, Ali Haydar, “köpekler de bize karşı, işimiz zor,” diye gülüyordu.

Peki Dersim Polis Karakolu’nu neden bir bombayla ihtar etmiştik? Bu karakol bizden önce, Pir Sultan Abdal oyununun yasak edilmesini barışçıl bir şekilde protesto eden halka ateş açıp bir kişiyi öldürmese, çok sonraları ise Kemal Burkay ve Gavur Ali başta olmak üzere birçok insanı dayaktan geçirip, askeri rejimin korku yayan bir merkezi haline gelmese, o ihtar bombası orda patlar mıydı?

Düşünüyordum. Parti, insan öldürmenin çok ciddi bir iş olduğunun bilincindeydi. Suçun ağırlığını ve hazırlık dönemini esas alıyordu. On ihtar eyleminde cana zarar verecek 140 beygir gücünde şarapnel sayısı yüksek bomba kullanmamış, şarapneli düşük, 70 beygir gücündeki ihtar bombalarını tercih ederek kimsenin burnunu kanatmamıştır.

15 güne yaklaşmıştık. Yasal olarak savcılığa çıkarılmam gerekiyordu. Elektirik işkencesinden bir müddet sonra gözlerim bağlandı. Açıldı. Kendimi 1. Ordu Komutanlığı Selimiye Askeri Kışlası’nda, askeri savcı Gültekin’in karşısında buldum. İyi insan ilk bakışta belli oluyor. Morarmış bir ölüye bakar gibi bakıyordu bana; “ben yapmadım,” dercesine…

Baş, bel ve kalp ağrılarıyla yarı uyuşuk bir hale gelmiştim. Yürüme ve dik oturma güçlüğü çekiyordum. Konuşamadığım için yazılı soru verdi ve yazılı cevap istedi. Yarım sayfalık cevap yazdım. Onları olduğu gibi geçirmedi. Çünkü işkence altında olduğumu ve mahkemede ifade vereceğimi yazmıştım. Bir sayfalık savcılık ifadesini kendi kafasına göre yazdı. Mecburdu. Ama iyi adamdı.

Gözlerim bağlandı. Askeri arabayla, sorgulandığım aynı odaya getirildim. Karşımda yine aynı sesler, aynı ekipler vardı. 
(devam edecek)
Siyaset ve Edebiyat- 3 ------20 Eylül 2024

Dersim’de kurulan ordu, Malatya’da da kurulmuştu, İbo Dersim’e gelip beni orduya almıştı. Vartinik baskını sırasında da Ali Haydar Yıldız nöbetçiymiş. Mazgirt Köprü karakol baskını gibi gerçek hayatta olmayan bilgiler de vardı. Farklı ifadeler de vardı. Gerçek olmayan bu bilgileri de kabul ettim. Karşılıklı bir komedi oynuyorduk. Örgüte dair birçok şeyi bilmedikleri belli oluyordu. İşkencenin yarattığı yalanlar ve hayali bilgiler sorgucuların da kafasını karıştırmıştı.

Savcılıktan sonra aynı yere getirildim. Soluğunu minnacık penceresinden kuş cıvıltılarına doğru yayan kuru bir odaya aldılar beni. Merakın ve cıvıltıların içimde mayaladığı şiire yöneldi dikkatim. Soyutlamanın, hayal kurmanın ve belirsizlik duygularının akla hayale gelmez biçimleri içindeydim. Mahkumluk neye mahsustu, şiire mi romana mı? Nazım’ı anımsadım. Yaşar Kemal ile Fakir Baykurt’un hangi gerekçelerle tutuklandıklarını merak ettim. 

Az sonra kapı açıldı, gözümü bağladılar. Hikaye, kaldığı yerden başlamıştı. Sunay, Tağmaç ve Faik Türün kliğine bağlı olan Kontrgerilla’nın güçlü adamı Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ün karşısındaydım. General’in tehditkar siyasi konuşmalarını dinliyordum. Makatımın, husyelerimin ve kalbimin sancısındaydı aklım. Sesinde mağrur bir hava vardı generalin. Diksiyonu iyiydi. Kendi kudretine ram olmanın yarattığı bir körlükle konuşuyor gibiydi. 

Duyarsız bir et yığını haline gelmiş olduğumu düşünmüş olmalı ki çok uzatmadı. Vaazdan sonra, başka bir odaya aldılar beni. Şiddet ekibinin başı, bilinç akışına kapılmış ayyaş bir zihin gibi mırıldanıyordu. “Yatırın bu iti!” diye bağırdı birden. Yatırdılar. Falaka, tuzlu su içirme, dil, kulak ve anüsten elektrik… Zorlayıcı, çıplak bir siyasetti bu. Mülk dünyasına ait siyasetin bir parçasıydı. Fasıl bittikten sonra, sidik, kan ve küf kokan asıl odama getirildim. Arkadaşım örümcekle beraberdim yine. Duygum, kendi dilinin dışında geziniyor, değişime uğruyordu.

 İşkence anlarında güçlü, işkencesiz anlarda ise zayıf hissediyordum kendimi. Her zaman yaptıkları gibi çırılçıplak soydular. Köşe duvarlarına karşılıklı olarak çakılmış demir halkalardan sarkan zincirlerin ucundaki tokalı kayışa geçirdiler bileklerimi. Zincirleri çekerek yavaş yavaş germe tarzına başladılar. Ayaklarım göllenmiş betondan kesildi. Bir kova su boşalttılar tepemden ve gövdemin her yerini copla dövmeye giriştiler. Aynı şey. Tekrar. Siyasetin ve edebiyatın baş belası.

Acısı derin, sisli ve şeffaf bir tarz olduğu için sorgucular çok sık uyguluyorlardı asmayı. Çeneleri durmuyor, dil ahlakının ırzına geçiyor, haşin bir propaganda salvosuyla işliyordu. Asma süresi uzayınca eller şişiyordu. O zaman çevirip ayakbileklerinden asıyorlardı. Bu pozisyon, hem apış arasının copla dövülmesine, hem de bir moral yıkma biçimi olarak makata cop sokulmasına yol açıyordu. 

Husyeleri ezip şişiren, insanı hemeroid eden, kanamalı, ziyankar bir tarzdı bu. Bu kanlı ve sidikli melcede kadınlara da uygulanmıştı bu tarz. Bu tarza ilişkin açıklamalar vardı dönemin askeri mahkemeleri önünde. Şikayetlerden bazılarını 1977’de yazmakta olduğum sorgulama kitabına almıştım.

 Birini aktarayım: “Bir sorgucu, ‘senden bir iki gün önce Banu Ergüder buradaydı. Onun kıçına cop sokuldu. Yerler kan içinde kaldı. Aç bakayım donunu, sana sokmuşlar mı?’ dedi.” (N. Ülkü)

Bu bir siyasettir. Egemen sınıfların en çok cunta dönemlerinde uyguladıkları bir moral çökertme siyasetidir. Sadece makata değil, vajinaya da yönelen bir siyasettir. Aynı kitapta bir başka kadın: “Komutan denen kişi beni soymalarını emretti. Yine çırılçıplak soydular. Gözlerimi açtıklarında, karşımda üzerime doğru eğilen yarı çıplak bir adam gördüm….” (S. Güvenç)

Bu tip tarzlara karşı koyuş en çok iki alanda gerçekleşiyor. Bu alanlardan birisi siyaset, diğeri de edebiyattır. Siyaset alanında en etkin karşı koyuşları İbrahim Kaypakkaya, Gökhan Harmandalıoğlu, Fatih Mehmet Öktülmüş gibi komünistler gerçekleştirdi. Edebiyat alanında ise en dikkate değer şekliyle Nazım Hikmet gerçekleştirdi. Şeyh Bedrettin Destanı başta olmak üzere, en güzel eserlerinin bir bölümünü cezaevinde yaratarak gerçekleştirdi.

Birinci savcılık ifademden sonra kırk gün daha direndim. Toplam 55 gün olmuştu. Burada anlatılacak gibi değil. Ağıza cop sokma, elektiriğin etkili olması için tuzlu su içirme, dil ve dudaktan elektirik verme yüzü yumruklama, sünger takıp kafayı zaman zaman duvara vurmadan dolayı pelteleşmiş, bilincimin kıyısına atılmış gibiydim. 

Bu sürede odamı bir Amerikalı da ziyaret etmiş, yatağımda zincirliyken çubukla bazı yerlerime dokunularak İngilizce bir sohbet de gerçekleştirilmişti. Sorgucular zaten sorgulama eğitimini Panama’daki Amerikan askeri üssünde almışlardı. 

55 günün kısa bir kesitini, ilk baskısı 1980’de ve diğer gözden geçirilmiş baskıları da sonraki yıllarda yayınlanan Mengene adlı kitabımda anlattım.

55 günün sonunda Psikolojik ekip, bana isnat edilen suçlar ile dava sanıklarının beyan ettiklerini kabul edersem sorgulamayı sonlandırıp cezaevine gönderileceğimi söylediler.. Yani benden parti malzemelerini, iki yıl içinde ilişki kurduğum ve evlerinde kaldığım köylülerin isimlerini, sınır geçiş komitesinin kimlerden oluştuğunu, parti ve ordu kuruluşlarını vb. istemeyeceklerdi. 55 gündür durmadan önüme sürdükleri eylemleri ve benzeri bilgileri kabul etmem yetecekti. 

Düşünme fırsatı verdiler.

Yaşam, biçimini ve boyutlarını yitirmiş, uğuldayan çapraşık bir ses yığını halini almıştı. Adamlar öldürmüyor ama her gün ölümden çok daha acı şeyler yaşatıyorlardı. Biri kadın, dört arkadaşıma, konuşmam için gözlerimin önünde işkence yapmışlardı. İradem güç yitimine uğramış, takatsiz kalmıştı; çelik bilyeli tazikli su ile demiri paslarından arındıran bir işçi gibi çalışmıyor, arındırmıyordu duygularımı artık. İçimde iki güç çarpışıyordu. Direnmeyi sürdürmek veya onaylanmasını istedikleri şeyleri onaylayıp cezaevine gitmek. İkinciye güçlükle karar verdim. Sevinçlerini anlatamam. Sevinçleri, onlarda benim direnmeyi sürdüreceğim kanısının oluştuğunu gösteriyordu. Yoksa bu kadar sevinmezlerdi.

15 gün, önüme bir yığın ifade ve tek tek olay ya da ilişkilere dair notlar kondu. Benden önce yakalananların bu ifadelerinde, yalanlar gerçeklerle iç içeydi. Onlara baktım, hikaye tarzı içinde el yazması ifademi yazmaya başladım. Gerçek hayatta olmayan komik şeyler vardı. Mesela hayali insanlar vardı. 

Parti İbo’nun, benim ve iki sempatizanın (Süleyman Yeşil ve Ziya) bulunduğu bir mağarada kurulmuştu. Gerçekle hiç ilişkisi olmayan bir durum. Dersim’de kurulan ordu, Malatya’da kurulmuştu, İbo Dersim’e gelip beni orduya almıştı. 

Vartinik baskını sırasında da Ali Haydar Yıldız nöbetçiymiş. Mazgirt Köprü karakol baskını gibi gerçek hayatta olmayan bilgiler de vardı. Farklı ifadeler de vardı. Gerçek olmayan bu bilgileri de kabul ettim. Karşılıklı bir komedi oynuyorduk. 

Örgüte dair birçok şeyi bilmedikleri belli oluyordu. İşkencenin yarattığı yalanlar ve hayali bilgiler sorgucuların da kafasını karıştırmıştı. Buna rağmen örgüte dair geniş bilgi sahibiydiler. Bu durumu Mengene adlı kitabımda genişçe anlattığım için geçiyorum.

Yetmişinci güne yaklaşırken ifadem daktiloya geçirildi. On beş günlük yasal süreyi aşan her hazırlık soruşturması mahkemede geçerliliğini yitirdiği için sorgucular sahtekarlığa baş vurup çok önceki bir tarihi yazdılar. Kontrgerilla çetesinin yapmayacağı hiçbir şey yoktu.

 Yetmiş gün sonra ikinci kez savcılığa çıkarıldım. Bu sefer karşımda iyi huylu Gültekin değil, İbrahim’i bizzat öldüren, Amed dava sanıklarına yapılan işkencelerin de bizzat başında bulunan Askeri Savcı ve MİT elemanı Yaşar Değerli vardı.

 Kan, kir ve sidik karışımı bir koku yaydığım için beni uzağa oturttu. İfadenin giriş bölümüne konuşamaz durumda olduğumu belirten bir ibare koydu. Başladı, sekreter kadına yazdırmaya. Zeki bir insan değildi. Tüm sorgulamaları yaptığı için dava dosyasını biliyor ama yazdırırken sık sık unutuyordu.

 Söylemeyi unuttum diye başlayarak geri dönüşler, ekler yapıyordu. Baş, karın ve mesane ağrılarından dolayı bir şeyi beş dakika dinleyecek gücüm yoktu. Bitirdi, önüme koydu imzaladım. Burada Yaşar Değerli dikkat etmemiş, daktilocu kadın sekreter doğru tarihi, 

                                   1 temmuzu yani yakalandığımdan 70 gün sonraki tarihi yazmıştı. 

Yenilmiştim. Bükülen direnme gücümü doğrultmak, yeniden ayağa kaldırmak, bunu siyaset ve edebiyat alanında tüm bir ömre yaymak gibi devasa bir görev bekliyordu beni.



TARiH NEDiR_NASIL iNCELENiR__pdf__Kitap

TIKLA
TIKLA



13 Eylül 2024 Cuma

Partizan Geleneği_1994_Ekim_Partizan_Sayı_21

 Marksist-Leninist-Maoistler için bir sorunun ele alış biçimi ve inceleme tarzı önemlidir. Buna dikkat edilmez, gereken önem ve hassasiyet verilmezse, sonuçta bir yığın yanlışlık çıkar ortaya. Sözkonusu şey sahiplenilmesi gereken bir tarihse, bu daha çok önemlidir.

O halde bir olguyu incelerken, bu olguyu etkileyen (esas-tali, iç-dış) hareketleri, hareketlerden doğan olayları, olaylar arasındaki ilişkileri, önceki ve sonraki olaylarla bağlantıları, karşılıklı etkilenmeleri bilimsel bir tarzda ele alarak sonuca varmak gerekir.

İşte biricik doğru yöntem budur. MLM inceleme tarzı budur.

"Bir sorunu incelerken öznellikten, tek yanlılıktan ve yüzeysellikten kaçınmalıyız" derken bunu kasteder Mao.

Bu, gerek örgüt olsun, gerek birey olsun böyledir. Örgüt ya da birey, kendisine ait geçmişiyle ya da sahiplendiği bir tarihle hesaplaşırken, üzerinde yükseldiği mirası tek yanıyla sahiplenemez. Böyle bir yöntem izlediği zaman onu iyi özümseyemez, özümseyemediği için de geleceğe sağlıklı adım atamaz.

İbrahim Kaypakkaya yoldaş 1972'de TKP(ML)'yi kurarken, Mustafa Suphi önderliğindeki TKP'nin mirasçısı olduğunu söyler. İK, bu saptamayı M. Suphi'yi kendi emellerine alet etmek için yapmadı. Çünkü İK'nın amacı sol lafazanlık yapmak değil, devrim yapmaktı.

Bunun için de gerçekçi davranmak zorundaydı ve böyle yaptı. Doğru bir tesbite varmak için de; geçmişi, koşullara bağlı, koşullara göre, biribirleriyle ilintilerini, öncesini-sonrasını, esas-tali yanını diyalektik ve tarihsel materyalist bakış açısıyla inceledi.

Bu yöntemle sorunu incelediği için Mustafa Suphi'nin doğrularını, yanlışlarını esas-tali ilişkisi içinde ele alarak, sonuçta ML olduğunu tesbit etti ve sahiplendi. Eğer bölük-pörçük, tek yanlı davransaydı Şefik Hüsnü'nün ya da bir başkasının tarihini sahiplenmesi kaçınılmazdı. Zaten İK'yı bilimum revizyonist ve küçük burjuva akımlardan ayıran en önemli özellik de bu değil mi?

Yine aynı yöntemle Stalin'! değerlendiren Mao, O'nun hatalarını ve sevaplarını ortaya koyarken sonuçta "Stalin dünya proletaryasının büyük öğretmenlerinden biridir" demesi ve sahiplenmesi de böyledir.

Ancak, Enver Hoca ne yapıyor?

Ölümünden sonra Mao'yu toptan reddediyor. Neden bu sonuca varıyor?

Çünkü sorunu ele alış tarzı anti-Marksisttir.

Öznelci ve tek yanlıdır da ondan.

Bunu yaparken hem kendi geçmişini, hem de Mao'nun ML'ye olan katkılarını inkar ediyor.
Demek ki geçmişle hesaplaşırken geçmişin iç-dış çelişkilerini, esas-tali yanlarını ve birbirleriyle ilişkilerini koşullara göre inceleyerek değerlendirmek gerekir.

O halde geçmişle hesaplaşmak öyle basite alınamaz ve herkes işine geldiği gibi değerlendiremez. Geçmişle hesaplaşmak ağır bir sorumluluk gerektirir.
Peki, "Partizan geleneğinin ve tarihinin yegane ve tek mirasçısıyız" diyen bizim dogmatikler soruna nasıl yaklaşıyor?
Bu arkadaşlar soruna tek yanlı, öznel ve yüzeysel yaklaşıyor.

Parçayı bütünden koparıyor. Bu mantıkla hareket ettiği için daha işin başında bir dediği bir diğerini tutmuyor. (Bunun örnekleri çoktur. Önce, "siyasi ve ideolojik sorun yok, sorun eroin ticareti" dedi.

Ardından "bunlar seksiyoncudur" demeye başladı. Ve şimdi bu kulvarda devam ediyor). Ve daha işin başında ne kendisini ne de kitleleri ikna edemiyor, edemez de...

Çünkü seçtiği yöntem yanlış, yanlış olduğu için işin içinden çıkamıyor, çıkamadığı için de sek-terleşiyor, dört bir yana emirler yağdırıyor, asıp-kesiyor. Böyle davrandığı için ne kendisini ifade edebiliyor ne de karşısındakini anlayabiliyor. Dolayısıyla eğitici ve kazama olamıyor. Bilimsellikten uzak, diyalektik ve tarihsel materyalizmi kavrayamayan bir kafa elbette olayları doğru bir şekilde değerlendiremez.

Bunu beceremediği zaman da suçu hep başkasında bulur. Böyle olunca menzili fazla uzun olmaz, birgün yolun ortasında tıkanır kalır.

Bu yazımızda esas olarak "Öncü Partizan" olaylara yaklaşım ve inceleme tarzını ele aldığımız için getirdiği diğer eleştirileri şimdilik ele almayacağız. İleriki süreçte, yeri geldiğinde eleştireceğiz. Bir sorunun inceleme tarzını önemli gördüğümüz için, bu yazımızda konuyu bu boyutuyla irdelemeyi gerekli gördük.

Altınçağ Yayıncılık bünyesinde çıkan "Öncü Partizan", Ağustos 94 tarihli ilk sayısında "Çıkarken" başlığını taşıyan yazıda kendisine en değerli payeleri biçtikten sonra böbürlenerek, "Öncü Partizan, onurlu Partizan'ın yegane ve tek mirasçısıdır" diyor. Bu, birbiri ardına sıralanmış güzel sözlerin arkasına gizlenen arkadaşların yaklaşımı, ilk başta doğru gelebilir insana. Ancak, Eylül'de çıkan ikinci sayısında hiç de Partizan tarihinin ve geleneğinin devamcısı olmadıkları ortaya çıkıyor.


Herkes de bilir ki Partizan'a gelen her yazı denetimden geçtikten sonra yayınlanır. İmzasız yayınlanan tüm yazılar Partizan'ı bağlar. "Stalin Gerçeği" de öyle. İmzasız yayınlanan bir yazı olduğu için Partizanı bağlar, herhangi bir kişiyi değil. Bu, dün olduğu gibi bugün de böyledir. Burada tartışmak istediğimiz şey, yazının doğruluğu ya da yanlışlığı değil, Partizanı bağlayıp bağlamadığı yanıdır.

Çünkü geçmişi sahiplendiklerini söyleyen arkadaşların, öznel ve tek yanlı davrandıkları yan tam da burasıdır. Samimi ve dürüst olacaksak bu yazının Partizanı bağladığını söyleyeceğiz. Yok eğer samimi değilsek, dürüst değilsek kitlelerin gözüne baka baka yalan söyleyeceğiz. Hem de MLM lafzını ağzımızdan düşürmeden. İşte "Öncü Partizan" tam da bunu yapıyor. Eğer Partizan geleneğine sahip çıkmadığını beyan etseydi bu arkadaşlara, bu konuda "yalan söylülyorsunuz" deme hakkını kendimizde bulmayacaktık.

Ama Partizan tarihini tahrif ettikleri için yalan söylüyorsunuz dememize lütfen alınmasınlar.
Aslında, "Partizan geleneğinin devamı ve Partizan tarihinin yegane ve tek mirasçısıdır" iddiasında bulunan "Öncü Partizan'nın bu açıklamasına okurlarımız teşekkür etmeliler. Bu açıklamayla Partizan geleneğine nasıl sahip çıktıklarını çok iyi ortaya koydukları için ve hepimizi kafa karışıklığından kurtardıkları için de teşekkür etmeliler. Ve "Öncü Partizan'ın bir yığın süslü, ajitatif laflarla geri kitlenin duygularına nasıl oynadığını gösterdiği için de teşekkür etmeliler.

Olumlu-olumsuz yanlarıyla Partizan geleneğinin ve tarihinin sahibi olduğumuz için kendimizi yeni bir şeymiş gibi kamuoyuna sunma gereği duymuyoruz. Çünkü Partizan geleneğinden kopan biz değil “Öncü Parti- arkasına gizlenen arkadaşların yaklaşımı, ilk başta doğru gelebilir insana. Ancak, Eylül'de çıkan ikinci sayısında hiç de Partizan tarihinin ve geleneğinin devamcısı olmadıkları ortaya çıkıyor.

"Öncü Partizan"m ikinci sayısında "Stalin Yoldaş Üzerine" başlıklı bir yazı yayınlandı. Bu yazıda Partizan'ın Temmuz 93'teki 13., Ağustos 93'teki 14. ve Eylül 93'teki 15. sayılarında dizi şeklinde yayınlamış olduğumuz "Stalin Gerçeği" yazısına istinaden bir eleştiri yürütüyor. Eleştiri yapabilirler. Karşı çıktığımız yan burası değil. Yazımızın girişinde bazı örneklerle bir tarihi üstlenmenin ne demek olduğu açıklamasını eleştiri mantığındaki yanlışlık için verdik. Neden? Çünkü kişinin kendi tarihine sahip çıkması önemlidir de ondan. Sözkonusu "Stalin Gerçeği" yazısı Temmuz, Ağustos, Eylül 1993 aylarında yayınlanmış. Demek ki yazı henüz ayrılığın sözkonusu olmadığı dönemde yayınlanmış. Ve bu birlik içinde bizzat böyle bir yazının yazılması, bugün bize cepheden savaş açan ve "Öncü Partizan" saflarında kalan kimi "önderler" tarafından önerilmiş bir yazıdır. Dolayısıyla bizim ve bu arkadaşların sorumluluğu dahilinde görev verdiğimiz kişi ya da kişilerce kaleme alınan bir çalışmadır. Ve bu çalışmayı yapan arkadaşlar, hiçbir şart öne sürmeden verilen görevi yerine getirmiş ve yaymlanıp-yayın- lanmaması, değişiklik yapılıp-yapılmamasının tamamen

Partizan'a ait olduğunu bilen arkadaşlardır. Herkes de bilir ki Partizan'a gelen her yazı denetimden geçtikten sonra yayınlanır. İmzasız yayınlanan tüm yazılar Parti- zan'ı bağlar. "Stalin Gerçeği" de öyle. İmzasız yayınlanan bir yazı olduğu için Partizan'ı bağlar, herhangi bir kişiyi değil.

Bu, dün olduğu gibi bugün de böyledir. Burada tartışmak istediğimiz şey, yazının doğruluğu ya da yanlışlığı değil, Partizan'ı bağlayıp bağlamadığı yanıdır. Çünkü geçmişi sahiplendiklerini söyleyen arkadaşların, öznel ve tek yanlı davrandıkları yan tam da burasıdır. Samimi ve dürüst olacaksak bu yazının PartizanT bağladığını söyleyeceğiz. Yok eğer samimi değilsek, dürüst değilsek kitlelerin gözüne baka baka yalan söyleyeceğiz. Hem de MLM lafzını ağzımızdan düşürmeden.

 İşte "Öncü Partizan" tam da bunu yapıyor. Eğer Partizan geleneğine sahip çıkmadığını beyan etseydi bu arkadaşlara, bu konuda "yalan söylülyorsunuz" deme hakkını kendimizde bulmayacaktık.
Ama Partizan tarihini tahrif ettikleri için yalan söylüyorsunuz dememize lütfen alınmasınlar.
Aslında, "Partizan geleneğinin devamı ve Partizan tarihinin yegane ve tek mirasçısıdır” iddiasında bulunan "Öncü Partizan'nın bu açıklamasına okurlarımız teşekkür etmeliler. Bu açıklamayla Partizan geleneğine nasıl sahip çıktıklarını çok iyi ortaya koydukları için ve hepimizi kafa karışıklığından kurtardıkları için de teşekkür etmeliler. Ve "Öncü Partizan'ın bir yığın süslü, ajitatif laflarla geri kitlenin duygularına nasıl oynadığını gösterdiği için de teşekkür etmeliler.

Olumlu-olumsuz yanlarıyla Partizan geleneğinin ve tarihinin sahibi olduğumuz için kendimizi yeni bir şeymiş gibi kamuoyuna sunma gereği duymuyoruz. Çünkü Partizan geleneğinden kopan biz değil "Öncü Partizan"dır. Zaten kendisine "Öncü" ibaresini eklemesi de yeni bir şey olduğunu, Partizan geleneğinden ayrı bir şey olduğunu çağrıştırmıyor mu? Bunu söylerken niyetimiz isimler, ya da takılar üzerine polemik yürütmek değil. Böyle bir tartışma kişiyi biçimselliğe götürür. Kuşkusuz kavramlar ya da isimler yükseldikleri anlamlardan soyutlanırsa üzerine polemik yürütülür ama, öz ve biçimi birbiriyle ilintisi içinde ele alınmak zorundadır. Eğer niyetimiz kavramlar üzerine sadece polemik yürütmek olsaydı, kullandıkları her bir kavramı ele almak gerekirdi...

Bu anlamda amacımız arkadaşları sadece mat etmek değil, görüngüleri inceleme ve ele alış tarzındaki yanılgılarını, kendi saptamalarıyla göstermektir. Taraflar birbirine böyle bir yaklaşım göstermez de küfüre karşı küfür, kana karşı kan mantığıyla hareket ederlerse, dost-düşman ayırımı yapamaz ve devrime zarar verirler.

Ancak, "Öncü Partizan"m sorunlara yaklaşım tarzı hiç de dost-düşman ayırımı yapabilen bir yaklaşım değil (bugün açısından anlayış bazında bu böyledir).
Dostla-düşmanı ayırd edemediğimiz zaman işimiz zorlaşır. Dolayısıyla halk arasındaki çelişkiler ikna-eğitim yöntemiyle çözümlenir.

Çünkü halk arasındaki çelişkiler antagonist olmayan çelişkilerdir. Özellikle devrimciler arasındaki çelişkilere daha bir çözümleyici yaklaşmak zorundadır. Bu görüşün doğruluğunu istisnasız tüm devrimci örgütler savunduğu halde, iş görüş ayrılıklarına düştüğünde hiç de hoş olmayan yöntemlere başvurmaktadırlar. TKP (ML) içindeki bölünmede tasfiyeci- darbeci MK kliği TKP (ML)'yi savunan ve bu iradeyi temsil eden MLM lere karşı peş peşe çıkardığı tutuklama kararları, diyaloga girmeme, bildiri ve yayınlarına okuma yasağı koyma, elindeki silahlara el koyma kararları "benim gibi düşünmeyene herşey mübahtır" mantığının ürünüdür ve bu mantık çok tehlikelidir.

"Onlarca yıllık bir insan hayatı boyunca oluşan bir ideolojiyi, birkaç derste veya birkaç toplantı ile değiştirmeye yeltenmek yersizdir. İnsanlar zorlama ile değil, ancak inandırma metodu ile ikna edilebilirler. Zorlama, inandırmaksızın boyun eğdirmekten başka bir sonuç vermez. Zor ile boyun eğdirmek kabul edilecek birşey değildir. Bu metod düşmana karşı kullanılabilir. Ama yoldaşlara ve dostlara karşı asla kullanılmaz." der Mao.

Türkiye devrimci hareketinde Mao'ya ters onlarca örnek vardır. Hem de yakın tarihimizde. Acı da olsa yaşam bize neler öğretiyor neler... Şimdi sormak gerekir. Nerede kaldı Mao'culuk, nerede kaldı iki çizgicilik, nerede kaldı İbrahimcilik? Evet dost güçler arasındaki çelişkilere şiddet yoluyla yaklaşan anlayış anti-Mao'cudur. Hocacı mantıkla örtüşmektedir.

Yani metafiziktir. Yani çelişkilerin yasasına aykırıdır. Yani yaşayan değil ölüdür.
Bu ve benzeri kararları çıkaran anlayış sahipleri her ne kadar emperyalizme, faşizme, feodalizme, şovenizme ve her türden gericiliğe karşı mücadele ediyorlarsa da, bunun önemini ve anlamını hala kavramış değiller.

Çünkü kavramış olsaydı, duyduğu kinle dün omuz omuza düşmana karşı mücadele ettiği yoldaşlarına aynı silahını yöneltmez. Aksine MLM eleştiri silahını yöneltirdi.

Konuyu daha fazla dağıtmamak için kaldığımız yere dönüyoruz.

Evet Partizan geleneği, bize olumluluklarımız gibi olumsuzluklarımızı da sahiplenmeyi öğretir. Başarılar oldu mu böbürlenmeyi, başarısızlıklar oldu mu hüsrana uğramayı öğretmedi bize bu gelenek. Aksine olumsuzlukların üstesinden gelmek için daha ısrarlı, daha titiz, daha cesaretle incelemeyi ve çalışmayı öğretti.

Bu bakımdan tarihimizle övünüyoruz. Ve ne tesadüftür ki Mao,"Hiçbir şey zor değil bu dünyada, yeter ki enginleri feth etme azmi ve cesaretin olsun" sözünü sanki bugün için söylemiş.

İşte, tarihimizi sahiplenirken böyle davrandığımız için Partizan'ın tek ve yegane temsilcisi "Öncü Partizan" değil bizleriz.

Peki "Öncü Partizan"ın saplantıları nelerdir?

Gerek korsan çıkarılan Partizan'larda gerek, "Öncü" ibaresini ekleyerek çıkarılan Partizan'larda yayınladığı tüm yazılarda basma-kalıpçıdır. Ajitatiftir, duygulara hitap etmektedir ve üstesinden gelemediği, bilgi dağarcığının yetmediği kimi yakılarda, küfüre dayanmaktadır. Çok basit suçlamalarda bulunmaktadır. Böyle bir yöntem ve üslup Partizan geleneği olamaz.

Olsa olsa küçük burjuva kibirliliği olur. Ona göre kendisinden başka herşey kirlidir, bir kendisi temizdir, herkes yanlıştır bir kendisi doğrudur. Elbet böyle düşünmesinin objektif nedenleri olduğunu görüyoruz. Ve eleştirilerimizi zaten bu bazda dile getiriyoruz.

Özellikle 12 Eylül'ün kitlelerin bilincinde yarattığı tahribatlar, yozlaştırma politikası ve benzeri şeyler devrimcileri de önemli derecede etkilemiştir. Madem ki bu toplumda yaşıyoruz, o halde kimimiz şu ya da bu oranda bu olumsuzluklardan nasibini alacak. Bunu biliyor ve soruna böyle yaklaşıyoruz. Böyle yaklaştığımız için "Öncü Partizan"m içinden geçtiği koşulları görebiliyor, dogmatik yanlarını açığa çıkarabiliyoruz.

Siyasi gelişmenin olmadığı yerde elbette kişisel hırslar ve küfür edebiyatı gelişir. Partizan olarak geçtiğimiz süreç içinde siyasileşmeye gerekli önemi veremediğimiz için, Partizan içinde önemli tahribatlara yol açtı. Ve olumsuz yanlarımız en çok bu arkadaşların üzerinde yoğunlaştı (yani onları yanlışlardan arındırmak için yeterli çaba sarfedemedik.) Dolayısıyla arka- daşlarm bu durumunu yadırgamıyor, ayıplamıyoruz.

Esas olarak kendimizi ayıplıyor ve eleştiriyoruz. Çünkü ortaya çıkan sonuç bizimdir. Yoksa durup dururken böyle olamazdı bu. O halde kendimizi en çok sorguluyoruz. Çay işi de öyle, darbecilik de öyle. Biz soruna bu şekilde bakıyoruz. Ve şimdi bu arkadaşlar bizden koptu diye "herşey güllük gülüstanlıktır" diyemeyiz. Partizan yapısı önemli bir dejenerasyon yaşandı. Siyasileşmesinde bir düşüş oldu.

Öyleyse geçmişin muhasebesini iyi yapmak zorundayız. Ancak, bu arkadaşlarımız sorunu bir-iki kişi bağlamında ve bir-iki olay bağlamında ele aldıkları için sürekli bu yönüyle saldırmaktadırlar bize. Bundan gocunmuyoruz, fakat vahim hatalarını eleştirerek göstermek istiyoruz. Gerisi onların bileceği şeydir.

"Yalnız sorunlara öznel, tek taraflı ve üstünkörü bakan kimselerdir ki bir yere geldikleri zaman, durumun ne olduğunu öğrenmeden, şeye bütünüyle (bu şeyin tarihine ve şimdiki haline) bakmadan ve onun özüne (bu şeyin karakterine ve öteki şeylerle arasındaki iç çelişkilerine) dokunmadan kendilerini beğenmiş bir davranışla emirler veya talimat vermeye kalkışırlar. Bu gibi insanların sendeleyip düşmeleri kaçınılmaz bir şeydir." der Mao.

"Stalin Yoldaş Üzerine" başlıklı yazıda vahim bir hata yapıyor bu arkadaşlar. Yazımızın içinde belirttiğimiz gibi Partizan'da imzasız çıkan yazılar Partizan'ı bağlar dedik. "Stalin Gerçeği" Partizan'ı bağlayan bir yazı dizisidir. "Öncü Partizan"m derdi yazıya eleştiri getirmek olmadığı için kişiyi hedef almıştır.

Yazıyı okuyanlar bunu rahatlıkla görebilir. "Öncü Partizan"ın derdi Ferhat Ali'dir. Çünkü hemen hemen tüm yazılarında başta Ferhat Ali olmak üzere kimi yazarlarımızı ağzına dolamakta, olmadık küfürler savurmaktadırlar. Özellikle Ferhat Ali'ye en ağır ithamlarda bulunmaktadırlar.

Bir karşı devrimci demedikleri kaldı. Bir insanm gözünü kişisel garez ve kin bürüdü mü, siyasi olması beklenemez. İşte "Öncü"nün girdiği rota bu. Peki bu yazıyı eleştiremezler mi? Elbette eleştirebilirler. Ancak geçmişteki payını inkar etmeden (bir dahaki sayımızda yazıya ilişkin eleştirilerine cevap yazacağız).

Yazı dizisi yayınlanırken arkadaşların o zamanlar en ufak bir eleştirisi dahi olmadı ve yazı yayınlandı. Burada görülmesi gereken şudur; hiçbir iç çelişki olmadan yazının yayınlandığıdır.

Hatta, başkan Mao'nun 100. doğum yıldönümü nedeniyle "Dogmato Revizyonizmin Sefaleti Üzerine" umut Yayımcılık olarak yayımladığımız kitap bizzat bu arkadaşların önermesi üzerine basıma verildi. Yine en ufak bir eleştirileri olmadı. Şimdi kalkmış bolca eleştiri yapıyorlar. Ve sanki geçmişte yazıya muhaliftiler de yeni prangalarından boşanmış gibi haykırabiliyorlar.

Görülmesi gereken bir diğer yan da, gerek adı geçen kitabın gerekse bu yazının Ferhat Ali'ye mal edilme çabasıdır. Bu da yersiz ve hoş olmayan bir yöntemdir. Çünkü Partizan okuru yazıyı okuduğunda altında ne Ferhat Ali imzası vardı, ne de bir başka imza. O halde bugün isim vererek küfür dolusu eleştirip) yapmakla ne amaçlanıyor?

Bu arkadaşlar eğer kendilerini biraz kişileri hedef alma yönteminden uzak tutar ve sakin sakin düşünürlerse, Ferhat Ali'ye getirdikleri eleştirilerin bir uçununda kendilerine değdiğini pekala görebilirler.

Diğer bir önemli sorun da şudur: Bize çokça "deşifrasyon yapıyorsunuz" diyen ve "bir dönem Aydınlık gazetesinin, o çok kötü ünlü pratiğinin aynısını sergileyen bu burjuvaları kendi sözleriyle uyarmak gerekiyor" diyen arkadaşlar aynaya baksalar biraz!

Arkadaşların gözünü kin ve nefret öyle bürümüş ki neredeyse çevresinde olup biten her şeyi "mafya" olarak görüyor. Kim ki tasfiyeci-darbeciliğe karşı tavır koydu hepsi bir çırpıda "mafya" oluyor. Görülen o ki arkadaşlar mafya histerisine iyiden iyiye kendini kaptırmış. Tıpkı polisten korunmak için herkesi polis gören biri gibi.
Bir yazımızda "ayrılmış olan iki kesimde proletarya partisinin güçleridir" şeklindeki belirlememize arkadaşlar öyle öfkelenmektedirler ki, "sahtekarlıktır" diyorlar. Bu kendi gerçekliğini görmeyen bir mantıktır.

İnsana demezler mi bugüne kadar nerede barınıyordu bunlar? Yoksa gökten zembille mi indi bu kabul etmedikleriniz. Cesaretli olan, böyle bir şeyin olduğunu kabul eder. Halka ve kitlesine özeleştiri verir. Ancak özeleştiri cesareti olmayanlar halka hesap vermekten korkanlardır. Olayı ters yüz etmeye çalışanlardır.

Bugün arkasına aldığı belli bir kesime sığınarak saldırgan bir tutuma girmek suçlarını örtmez. Kim ki bir şeye çok karşı çıkıyor, ortalığı velveleye veriyorsa suçlu o demektir.

Dün ticaret suçunun altına gizlenmesi için imza atanlar bugün, "biz suçlu değiliz, bunlar mafyadır" yaygarası kopararak kendisini olayların dışında tutanlardır asıl suçlu olanlar. Ve daha ilk günlerinde TKP (ML)'yi bölenlere karşı "TKP (ML)'yi sırf bunun için bölemezsiniz, gelin sorunu çözün" diyen MLM lere "siz de onlardansınız" diyerek bölme emellerine ulaşanları tarih er geç mahkum edecektir.

Bugün tarih TKP (ML) iradesini sahiplenen MLM'leri doğruluyor. MK kliği işlediği suçun özeleştirisini vermekten neden kaçınıyor? Böyle yaptığı müddetçe ne kendisini ne de bir başkasını ikna edemez.

Avazı çıktığı kadar bağırmakla işler hallolsaydı şimdiye her- şey güllük-gülistanlık olurdu.

Ama gerçekler acıdır. Tarih er geç haklıdan yana hükmünü verecektir.

Partizan bugüne kadar MLM güzergahında sömürülen, ezilen ve horlananların safında yer aldı. Enternasyonal proletaryanın çıkarlarını savundu.

Dost-düşman ayrımına dikkat ederek, okun sivri ucunu daima düşmana yöneltti.

Dostlarına kazanıcı yaklaşarak, ikna-eğitim yöntemini sabırla savundu.

İşte MLM'nin biricik doğru silahı budur. Kuşanılacaksa bu silah kuşanılmalıdır...


 
 

12 Eylül 2024 Perşembe

BİRLEŞİK CEPHE VE İTTİFAKLAR SORUNUNA DAİR_Fikret Karavaz

Kaypakaya Manifestosu adlı siteden şöyle bir alıntı yayınlanarak birleşik cephe üstüne görüş bildirilmektedir:
''Faşizme karşı mücadelenin aracı”, revizyonistlerin göstermek istediği gibi, “devrimci güçbirliği” safsatası değil, “halkın birleşik cephesidir.” Yani, proletarya önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakı üzerinde kurulan, bütün devrimci sınıf ve tabakaların ittifakıdır.

Dimitrov yoldaşta, anti-faşist mücadelenin, “devrimci güçbirliği” denilen, kuyrukçuluk ve teslimiyet aracıyla yürütüleceğine dair tek kelime yoktur. Dimitrov yoldaş, daima, anti-faşist halk cephesinden bahseder ve bu, proletarya önderliğindeki halk cephesinin ta kendisidir. Ve anti-faşist mücadelenin amacı, halk cephesi iktidarını gerçekleştirmektir.
İkinci yanlış şudur: Proleter devrimcilerin bir tek cephe politikası vardır; o da, proletarya önderliğinde halkın birleşik cephesidir. Ayrıca, bunun dışında demokratik güçbirliği veya devrimci güçbirliği gibi safsatalarla proletaryanın ve komünistlerin işi yoktur. Halkın birleşik cephesinden ayrı olarak bir de “devrimci güçbirliği” sloganının icat edilmesi, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, “Dev-Güç” girişimini haklı çıkarmak içindir.
Temel kitleleri hesaba katmadan, partiyi, halk ordusunu ve halkın birleşik cephesini hesaba katmadan “ittifak”(!) adına, burjuva demokratlarının kıçından yürümeyi haklı çıkarmak içindir. Kuyrukçuluk ve teslimiyet politikasını, “bu, halkın birleşik cephesi değil, devrimci güçbirliğidir” diye, böyle bir safsatayla ve demagojiyle haklı çıkarmak içindir. İşçi sınıfı önderliğini ve işçi-köylü temel ittifakını bir kenara iterek, reformist burjuvaziye tabi olmayı, bir gerekçeye bağlamak içindir. “Demokratik güçbirliği” diye, “halkın birleşik cephesinden” ayrı ve ona aykırı bir sloganın icat edilmesi, işte bu sebeplerdendir.''
İbrahim Kaypakkaya Seçme Yazılar
Peki, proleterya önderliğinde halkın birleşik cephesi oluşturulana kadar, bunun koşulları oluşuncaya kadar ne yapılacak? Bu alıntı eksik, birleşik cephenin ne olup ne olmadığını ifade etmekte yetersiz bir alıntıdır. Mao , uzun süreli halk savaşı stratejisinin bir parçası olarak proleterya önderliğinde halkın birleşik cephesinin kurulma koşulunu halk ordusunun bir ya da bir kaç bölgede kızıl siyasi iktidar kurmuş olması şartına bağlar ki bu da halk savaşının stratejik denge aşamasına karşılık gelir. Yani, Maoizm halk savaşı sürdürülen coğrafyalarda proleterya öncülüğünde halkın birleşik cephesinin nesnel koşullarının ancak halk savaşının stratejik denge aşamasına karşılık geldiğini söyler.

Bu ne demektir? Bu demektir ki proleterya partisinin iradesi geniş kitleler tarafından kabullenilmeden ve proleter öncü bir ya da bir kaç bölgede Kızıl Siyasi İktidar kurmadan proleteryanın asgari programı etrafında geniş kapsamlı yani millli bujuvazinin de dahil olduğu bir birleşik cephenin nesnel koşulları yoktur. Nenel koşulları yoktur, çünkü, proleterya partisinin asgari programını uygulayabileceği nesnel şartlar henüz oluşmamıştır.

Çin Devriminin kendine özgü koşulları birleşik cephe siyasetine ilşkin olarak genelleştirmenin bir anlamı yoktur. Maoizmin halk savaşı südürülen coğrafyalarda proleterya öncülüğünde halkın birleşik cephesi için öngördüğü şartlar proleterya partisinin asgari programını uygulama şartları olarak evrensel olarak da geçerli şartlar olmasına rağmen farklı zamanlarda farklı coğrafyalarda özgün koşullar gelişebilir. Diyalektikte çelişkinin özgünlüğü ilkesi vardır.

Bu özgün koşullar ne olabilir?

Bu özgün koşullar örneğin, bugün Kürdistan coğrafyasında olduğu gibi Kürt ulusal hareketinin geriila savaşını stratejik denge aşamasına yakın bir aşamaya taşıdığı nesnel koşullarda mevcuttur. Diyalektiğin çelişkinin özgünlüğü ilkesi bizi farklı coğrafyalarda farklı zamanlarda gerçekleşen süreçlerin özgün şartlarını değerlendirmeye zorlar. Bir coğrafyada tarihsel kökleri olan bir ya da birden fazla ulusal sorun varsa proleterya öncülüğünde halkın birleşik cephesi ezen ulus milli burjuvazisi ile değil ezilen ulus ya da uluslar milli burjuvazisi ile kurulabilir. Çünkü ulusal sorunun varlığında birleşik cephenin asgari programının anti emperyalizm, anti faşizm ilkeleri ilebirlikte anti şovenizm ilkesini de içermesi gerekir.

Ezen ulus milli burjuvazisi şovendir ve ulusal sorun bağlamında ezen ulus komprador bujuvazinin yedeğidir. Dolayısıyla, istense de ezen ulus milli burjuvazisin ulusal sorunun varlığı koşullarında proleteryta öncülüğünde halkın birleşik cephesine dahil olma koşulları yoktur. Bu durum, Çin devriminde gerçekleşen birleşik cepheden birinci farlılık ve özgünlktür.Bundan daha önemli olarak ikinci özgünlük ise Kürt ulusal hareketinin gerilla savaşını stratejik denge aşamasına taşımış olmasıdır.

Kürt ulusal savaşı stratjik denge aşamasındadır. Kürt gerilla güçleri Kandil ve Rojava gibi böölgelede bağımsız askeri üslere sahiptir. Dolayısıyla mevcut özgün koşullarda proleter öncü Kürt ulusal hareketi ve Kürt milli burjuvazisi ile ittifak halinde kendi sürdürdüğü halk savaşının Strtejik Denge aşamasına gelmesini beklemeden birleşik cephenin programatik olarak kendisini değilse de bir prototipini hayata geçirebilir.

Bunun nesnel koşulları mevcuttur. KSİ ler yerine Kürt gerilla üsleri kullanılabilir.

Bunun bir engeli yoktur.Kürt ulusal hareketi komünist propagandaya açık olduğu ve kendi askeri üstlerini proleterya partisine açtığı koşullarda bu askeri üsler KSİ ler gibi kullanılabilir. Burada proleterya öncülüğünde halkın birleşik cephesinin gerçekleşmesi için geriye yegane şart olarak proleterya partisinin bağımsız iradesinin korunması şartı kalır.

Proleterya partisi Uzun Süreli Halk Savaşı sürdürdüğü coğrafyanın özgünlüklerini değerlendirmek ve savaşın dengesiz gelişmesi koşullarını hesaba katmakla yükümlüdür. Evrensellikle özgünlük arasında ilşki ancak böyle kurulabilir. Yoksa, Dimitrov'dan Mao'dan rast gele alıntılarla coğrafyanın özgün koşullarını ve halk savaşının dengesiz gelişimini hesaba katmadan birleşik cepheye ilşkin olarak tesbitler yapılamaz.

Doğmatizmin bir biçimi olan bu hastalıklardan kurtulmadan coğrafyanın özgünlüklerine karşılık gelen bir Halk Savaşı Stratejisi hayata geçirilemez. Çin devriminden üçüncü önemli farklılık köylüllüğün yapısına ilşkindir. Çin devriminden önce Çin köylüllüğü topraksız serf niteliğinde köylülükten oluşmaktaydı. Topraksız köylülük için toprak her şeydir. Çin halk devriminin en acil sorunu toprak talebidir. Bizim köylülük ise Çin köylülüğünden farklı olarak çoğunlukla kendi toprağını ekip biçen küçük köylülüktür.

Dolayısıyla toprak talebi cılızdır. Bu durum köylüllüğün geniş kitleler halinde halk savaşına politize olmasını engellemekte, köylülük tedricen ve yavaş politize olmaktadır. Ancak Kürt köylülüğü kendi kaderini tayin hakkı kapsamında ulusal mücadeleye ve gerilla savaşına büyük kitleler halinde politize olmaktadır. Bu özgün durum demokratik devrimin asgari programında Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını toprak devriminden daha güncel bir sorun haline getirmektedir. Kürt köylülüğü doğrudan toprak talebi üstünden değil ama kendi kaderi,ni tayin hakkı talebi üstünden politize olmaktadır. Dolayısıyla halk savaşına köylülüğün yedeklenmesi süreci Çin devriminden farklı bir güzergahta gelişmektedir. Diğer taraftan Kürt köylülüğü kendi coğrafyası dışında metropol şehirlerde proleterleşmekte böylelikle Türk milliyetinden proleterlerle kaynaşmaktadır.

Kürt ulusal hareketinin Irak, Suriye ve İran gibi diğer parçalarında Anadolu coğrafyasında olduğu gibi proleter bir arka cephesi yoktur. Bu coğrafyalarda Kürt ulusal hareketi esasta milli burjuvazi önderliğinde köylü hareketi olarak gelişmektedir. Kürt ulusal hareketinin proleter bir arka cepheye sahip olduğu yegane coğrafya Anadolu coğrafyasıdır. Bu olgu kendi kaderini tayin hakkının gerçekleşme koşullarını Anadolu coğrafyasının demokratik devriminin gerçekleşme koşullarına olmazsa olmaz bir biçimde bağlamaktadır.

Özgür Kürdistan paradigmasının gerçekleşme koşulu Anadolu coğrafyasında komprador kapitalizmin ve onun devlet biçimi olarak faşizmin tasfiyesine bağlıdır. Bunun dışında kendi kaderini tayin hakkının gerçekleşmesi olanaksızdır. Bu durum Kürdistan devrimi ile Anadolu coğrafyasının devrim süreçlerini ayrılmaz bir biçimde içiçe geçirmektedir. Dolayısıyla proleteryanın öncüsünün halk savaşını inşa sürecinde asgari programındaki en acil sorun Çin devriminden farklı olarak toprak sorunu değil kendi kaderini tayin hakkıdır.

Proleter öncü halk savaşını toprak talebinden öncelikli olarak kendi kaderini tayin hakkı talebi üstünden inşa etmek durumundadır. Bu durumda Kürt ulusal hareketi ile ittifak sorunu ve bu ittifakın alacağı biçimler proleter öncünün halk savaşını inşa sürecinde en acil sorun durumuna gelmekte ve halkın birleşik cephesi projesi kendi kaderini tayin hakkı talebi üstünden gelişmektedir.
Yazının başındaki alıntıyla İbrahim Kaypakkaya'yı bugünkü Kürt hareketi ile ittifak sorununa tanık göstermek bir anakronizmdir. İbrahim Kaypakkaya'nın mücadele sürdürdüğü sürçte stratejik denge aşamasına getirilmiş bir ulusal mücadele yoktur. Kuşkusuz, Kürt hareketi ile yapılacak ittifak bir güç birliği itifakı değil demokratik devrimin asgari programı çerçevesinde programatik bir cephe ittifakı olmalıdır.

İbrahim KAYPAKKAYA'nın birleşik cephe konusundaki tesbitleri doğrudur. Ancak bu tesbitler eski olduğu için bugünkü tarihsel koşulların özgünlüğünü yansıtmamaktadır.Tarihsel materyalizm bilimi adı üstünde tarihsellik gerektirir ve her özgün durumu kendi tarihsel koşullarında tahlil edebilmek gerekir.Proleteryanın öncüsü ittifaklar ve birleşik cephe siyasetini hayata geçirirken sosyoekonomik yapının nesnel gerçeklerinden ve varolan öncüllerden hareket eder.

Birleşik cephe gökten zembille iner gibi bir anda gerçekleşen bir süreç değidir.Öncelikle Kürt köylülüğü ve proleteryası gibi kendi kaderini tayin hakkı kapsamında pılitize olmuş kitlelere süreç içersinde halk savaşının gelilimine bağlı olarak diğer kitlelerin tedricen katılımı ile ilerleyen kompleks bir süreçtir.

Proleter öncünün Kürt ulusal hareketi ile gerçekleştirdiği birleşik cephenin bir prototipinin gerçek anlamda halkın birleşik cephesine dönüşümü batıdaki kitlelelerin komprador kapitalizmin krizinin derinleşmesi ve halk savaşının gelişimine bağlı olarak tedricen katılımı ile gerçekleşecek uzun soluklu bir mücadelenin sonucu olarak gerçekleşecektir.

Proleteryanın öncüsünün Demokratik Halk Devrimine ilşkin olarak asgari ve azami programı. öznel niyetlerle değil sosyoekonomik yapının nesnel zorunlulukları tarafından biçimlendirilir.
Kürt ulusal hareketi kendi kaderini tayin hakkı talebinin gerçekleşebilmesi için ulusal kurtuluş mücadelesini komprador kapitalizmin ve onun devlet biçimi olan faşizmin tasfiyesiyle sonuçlanacak olan Demokratik Halk Devriminin tamamlanmasına kadar sürdürmek zorundadır. Bu olgu sosyoekonomik yapının ortaya çıkardığı nesnel bir zorunluluktur. Proleteryanın öncüsü Kürt ulusal hareketi ile yapacağı ittifakı ve birleşik cephe siyasetini bu nesnel zorunluluk etrafında yaşama geçirir.

 

8 Eylül 2024 Pazar

5-TARiHTEN NOTLAR__HBDH_Belgeler

Halkların Birleşik Devrim Hareketi tartışmalarından kesitler... 2015’ten itibaren adım adım uygulanan darbe-tasfiye operasyonuyla kaosun içine sürüklenen Proletarya Partisi içindeki sürecin önemli konu başlıklarından biri de hiç kuşku yok ki, HBDH tartışmalarıydı. PP’nin de kurucu öznelerinden olduğu HBDH’nin Mart 2016’da kuruluşunu ilan etmesinin hemen ardından darbeci-tasfiyeciler harekete geçmiş, imza aşamasında yaşanan kimi eksik ve hataları, darbe planları çerçevesinde kaldıraç olarak kullanmaya çalışmışlardır. 

Kaosun özellikle de bu başlığı, sadece örgütsel olarak değil, ideolojik-politik olarak şovenizmde ifadesini bulan bu anlayış sahipleriyle bir hesaplaşmayı, ideolojik mücadeleyi içerse de, HBDH’nin içeriği, içerisinde yer alıp almamaya dair ideolojik-politik bir tartışma yürütülmesi özel olarak engellenmiştir. Bu engellemelerin bir ayağını, konuya dair görüşlerini yazan partililerin yazılarını iç yayına koymamak, sağlıklı bir tartışma ortamı oluşturmamak ve “HBDH’den çıkılsın mı, çıkılmasın mı?” ile “HBDH’ye imza atan yoldaş cezalandırılsın mı cezalandırılmasın mı?” gibi apolitik iki sorudan oluşan “anket” sorusuna verilen yanıtlar üzerinden bir sonuç çıkartmaya, -ama istediği sonucu çıkartmaya-, çalışmak oluşturmuştur. Sürecin diğer ayağını da, “belgede sahtecilik” de dahil her türlü yola başvurarak, bir oldu-bitti ile, “iradenin görüşü (oyları) alındı, çoğunluk sağlandı” diyerek, PP’nin HBDH’den çıktığına dair kaleme alınan kamuoyuna dönük korsan açıklama oluşturmuştur. Sonuç olarak, hırsızlar suç üstü yakalanmış ve teşhir olmuşlardır. 

Partizan dergisi olarak, bahsi geçen süreçte kaleme alınan PP’nin beş örgüt ve komitesinin imza attığı, Ekim 2016 tarihli yazıyı, ekleriyle birlikte kimi bölümlerini dışarıda tutarak, konunun hala güncelliğini korumasından kaynaklı yayınlıyoruz. 

4-TARiHTEN NOTLAR-Nubar Ozanyan_20Nisan2016


 

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)