Örneğin Diyarbakır Ticaret Odası’nın 2012’de hazırladığı bir rapora göre T. Kürdistanı’nın gelişmişlik düzeyi Marmara Bölgesi’nin 120 yıl, Ege Bölgesi’nin 90 yıl gerisindedir.
Temmuz 2015’te başlayan çatışmalar, yerini tüm gerçekliğin aleni olarak görüldüğü savaşa bıraktı. Savaş yasalarının vahşiliği içinde Kürt halkına yönelik adı konmamış bir Sri-Lanka modeline dönüşerek kundaktaki bebekten, bastonlu dedeye kadar “terörist” ilan edilerek katledildi.
Katledilmeye de devam ediliyor. Kadın gerillaların bedenlerinin teşhiri, militanların askeri araç arkasına boynuna ip geçirilerek bağlanıp sürüklenmesi, Cizîr’de bodrum katında diri diri yakılarak katledilmesi, duvarlara ırkçı, şoven, milliyetçi sloganların yazılması, tanklarla, obüslerle, havan toplarıyla kentlerin bombalanması, haber yapma adına evlerin havaya uçurulması, Kürt halkına yönelen sürgün, katliam ve soykırım savaşıdır, bu savaş. Teslimiyetin, ihanetin dayatıldığı, ölümün kol gezdiği, T. Kürdistanı’nda TC faşizminin yaptığı her vahşet, serhıldana dönüşerek bertaraf oldu.
Teslimiyeti dayatanlar tarihi
deneyimlerin gösterdiği gibi, örgütlü bir halkın zaferinin gazabında kül olacaktır.
T. Kürdistanı’nda ilhak, imha ve inkâr bugün en koyu biçimiyle bir kez daha
yaşanıyor.
Kürtler devletin kuruluş temeli olan Kemalizm’in en çıplak yönüyle karşı karşıya kalırken bu karşılaşmanın tarihsel süreç içindeki farklılığı, örgütlü direnişin,silahlı mücadelenin varlığıdır. Savaşın, TC faşizminin, 100 yıl önce Ermeni Soykırımı’ndaki gibi vahşileşmesi de bu nedenledir. Tüm şiddetiyle, yeni aşamalara evrilen bu savaşı, “Saray’ın savaşı”na, AKP’ye, R.T. Erdoğan’a indirgemek, mevcut durumun kendisi değildir. Sadece görünen yönüdür. Kürtler asırlardır katlediliyor, topraklarından sürülüyor.
Sorun, ulusal mesele kapsamında, Osmanlı’nın ulus-devlete evrildiği
süreçten bugüne gelen köklü bir sorundur. Siyasal ve sosyal bağlamından önce,
sorunun maddi temeli ulusal pazara kimin egemen olacağı konusudur. Osmanlı
topraklarında 1800’lerde ivme kazanan ulusal bağımsızlık hareketleri,
Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla tüm Balkanlar’a yayıldı. Balkan
ülkeleri birer birer Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparak bağımsızlaştı. Baskıya,
sömürüye, zulme ver katliama karşı Kürt ayaklanmaları da 1800’lerin
ortalarında, Balkanlar’daki ulusal uyanışın yansıması olarak başladı, bugün
şehir ve kır savaşıyla devam ediyor.
Osmanlı’nın dağılma,
parçalanma sürecinde “Ne olursa olsun bir Türk devleti olsun” gibi ırkçı ve
milliyetçi düşünce doğrultusunda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC) toplanan
Türk milliyetçilerinin “Türk devleti” kurma telaşı, Türk burjuvazisi (az sayıda
olsa da) ve toprak ağalarının ulusal pazara hâkim olma telaşıdır. Bir “Türk
devleti” kurma süreci bu coğrafyada yaşayan kadim halkların (Ermeni, Rum,
Asurî/Süryani, Ezidi, Kürt vd.) sürgün ve soykırımdan geçirilerek, sermaye ve
taşınmaz mülklerine (ev, toprak vs.) el konularak gerçekleştirildi. “Kardeşlik”
söylemiyle vurgulanan tarihsellik, ırkçı zihniyetin ürünü olan “milli birlik”,
“Misak-ı Milli” denilen fakat Türk toprağı olmayan sınırlar, “devletin bölünmez
bütünlüğü”nde saklı olan Türk burjuva ve toprak ağalarının iktisadi ve toprak
bütünlüğü kaygısı, ulusal pazara hâkim olmanın politik bağlamıdır.
T. Kürdistanı’nın her karesinde yaşanan savaş ve katliamda
olduğu gibi “çözüm” ve “barış” denilen süreç de, TC devletinin Kürt Ulusal
Hareketi’ni (KUH) oyalama ve tasfiye etme taktiği olan, süreç içerisinde alttan
alta sürdürülen ama her şeyi ile su yüzünde olan, Türk hâkim sınıflarının T.
Kürdistanı’na sorunsuz hâkim olma istemidir. “Çözüm” sürecinin “savaşa
evrilmesinde” ve politik arenada “masaların devrilmesinde” de aynı gaye söz
konusudur. Medler sonrasından bugüne kadar kendi topraklarında, kendi devletini
kuramayan, başka devletlerin egemenliği altında yaşamak zorunda kalan, 1071’den
bugüne de Türk egemenliği altında ezilen Kürtler, vergi ve asker vermediği,
bağımsızlık için isyan ettiği her dönemde topraklarından sürüldü, katledildi.
Silah zoruyla, kanla
bastırılan, ezilen Kürtler ağır vergi yükü altında da ezildi, yoksul bırakıldı.
Bir ulus yüzyıllar boyunca, kendisine dayatılan teslimiyete direndi, direniyor.
TC devletinin çeşitli milliyetlerden emekçi, yoksul halkın kanı üzerine
kurulması, T. Kürdistanı’nda sömürü, inkâr ve imha politikalarının yoğunlaşması
anlamı taşıyordu. Zira ulusal pazara tam hâkimiyetin tek engelini artık Kürtler
oluşturuyordu. Bu nedenledir ki askeri yöntemlerin dışında, ekonomik baskı da
en koyu biçimiyle uygulandı. T. Kürdistanı’nın yer altı ve yerüstü kaynaklarının
sömürülmesi, Kürtlerin ucuz iş gücü olarak çalıştırılması, bölgeye, Türk
sermayesine azami kâr sağlayacak yatırımlar dışında yatırım ve yardım yapılmaması,
bölgenin yoksul ve yoksun bırakılması, TC ekonomisine bağımlı hale getirilmesi,
ekonomik baskının genel kapsamını oluşturuyordu.
Bu ekonomik baskı ve bağımlılığın doğrudan sonucu olarak,
sistemin yaşadığı ekonomik krizlerden en çok etkilenen bölge kuşkusuz ki T.
Kürdistanı’dır. Yarı-sömürge bir ekonomi olan; en kırılgan ekonomiler arasında
birinci olan TC ekonomisinin, ekonomik krizlerden etkilenim boyutu göz önüne
alındığında, bölgesel bazda T. Kürdistanı’nın etkilenim düzeyini tahmin etmek
zor değildir. Ekonomik krizlerin yarattığı işsizlik, yoksulluk ve açlık
oranlarındaki artış, diğer bölgelere nazaran T. Kürdistanı’nda daha fazladır.
Türk hâkim sınıfları bu tablodan hiç de rahatsız değildir. Rahatsız oldukları,
Kürt halkının, KUH öncülüğünde ulusal bağımsızlık mücadelesidir.
Pazara hâkim olmak için, bugün T. Kürdistanı’ndaki savaşı
TÜSİAD’dan MÜSİAD’a tüm sermaye çevresi desteklemektedir. “Ama iş her zaman
pazarda bitmez. Mücadeleye, ‘zorbalık ve aktif savunma’ metotlarıyla hâkim
ulusun yarı-feodal, yarı-burjuva bürokrasisi de gelir katılır… ‘Güçler’
birleşmekte ve ezilen ulus burjuvazisine karşı bir sürü kısıtlayıcı tedbirlerin
uygulanması başlamaktadır, kısaca bir süre sonra soysuzlaşarak baskı biçimine
bürünen tedbirler… mücadele iktisadi alandan siyasi alana aktarılır…”
(Stalin’den aktaran
Kaypakkaya; 2013, 223)
Gelinen aşamada son bir yıldır, ulusal sorun kapsamında, T.
Kürdistanı’ndaki “çözüm” siyaseti savaşla yürütülüyor. Stalin yoldaşın
vurguladığı gibi ezilen ulusa karşı mücadele, iktisadi alandan siyasi alana
aktarılmış ve ağır silahlarla yürütülmektedir. Tam bu noktada bir yıldır devam
eden savaşın temelini, hangi bağlamda savaş biçimiyle yansıdığını anlamak için
T. Kürdistanı’ndaki ekonomik durumu ele almanın yerinde olacağını düşünüyoruz.
Savaşın tüm yakıcılığı, katliam ve göçlerin günlük yaşamda ön planda olduğu bir
süreçte, ekonomik alana yönelmek, ilk bakışta anlamsız görünse de savaşın maddi
temeli anlaşılmadan bu savaşın haklılığı ve haksızlığı anlaşılmaz.
Politik-askeri alanda savaşım ve direniş sürerken, bu direnişte en ön saflarda
yer alırken, almak gerekirken ideolojik ve politik olarak bilincimizin de
berrak olması zorunludur.
Emperyalist sermaye ve T. Kürdistanı’nın önemi Lenin
yaklaşık bir asır önce emperyalizm tahlili yaparken, aynı zamanda kapitalizmin
dünya pazarını birbirine bağladığını da tahlil ediyordu. Bugün burjuva
ideologlarının yanı sıra birçok siyasi çevre buna “küreselleşme” diyor.
Lenin’den bugüne kapitalist-emperyalist sermayenin hem teknolojik hem de sermaye
birikimi açısından geldiği nokta devasa niteliktedir. Bu durum sanılacağının
aksine, kâr oranını düşüren etkisiyle, kapitalist sermayenin yapısal krizine
neden olmaktadır. Kapitalizmi eski gönenç günlerine ulaştıracak, devasa sermaye
birikimini çoğaltacak, sömürü çarkını sorunsuz döndürecek pazar alanlarına
yönelememesi de aynı nedene, azami kâr elde edilmesine tabidir. Yeniden
üretimin gerçekleşemediği, artı-değer elde edilmediği, kâr oranının düştüğü bir
ortamda, devasa orandaki sermaye birikimi de atıl kalmaktadır.
Emperyalist sermaye
açısından en acil durum kâr oranının artırılmasıdır. Bunun için kapitalist
sermayenin mutlak artı-değere yoğunlaşmak veya yeni teknoloji ile üretim
sürecini farklılaştırmak dışında çok alternatifi yoktur. Emperyalist-kapitalist
sistem bugün tam da bu sorunu yaşamaktadır. 2008 krizinin patlak vermesi,
yapısal bir krize dönüşerek daha da atlatılamamasının nedeni başka yerde
aranmamalıdır.
Üretim alanında
yaşanan sorun, dolaşım alanına doğrudan yansıyarak mevcut krizin daha da
derinleşmesine zemin sunmaktadır. Mevcut pazar alanlarının son sınırına dek
kullanımı, yeni pazar alanlarının yaratılmaması, başka bir ifadeyle
artı-değerin gerçekleştirilememesi ve doğrudan sonucu olarak yeniden üretimin
sorunlu hale gelmesi, emperyalist sermayenin önündeki en büyük engeli
oluşturuyor. Bu tablo içerisinde, üretim ve dolaşım alanlarındaki yaşanan sorun
dolaşım alanlarının yeniden paylaşımını gündeme taşıyan önemli nedenlerden
biridir.
Büyük Ortadoğu Projesi, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi,
Kuzey Afrika’dan başlayıp Ortadoğu’ya uzanan bölgesel savaş, Ukrayna’da ve
Güney Çin Denizi’nde emperyalistlerin karşı karşıya gelmeleri pazar alanlarının
yeniden paylaşım kavgasıdır. 2008 Ekonomik Krizi bu kavgayı daha da
kızıştırmıştır. 2003’te çekincesizce Irak’ı işgal eden ABD emperyalizmi,
2011’de aynı saldırganlıkla Suriye’yi işgal edemedi. 5 yıldır devam eden
savaşta, Rus emperyalizminin politik manevralarına karşılık veremedi. Rusya ve
Çin emperyalizminin ekonomik ve politik gücü ABD’yi Ortadoğu’da frenledi. Bunun
açık ifadesi pazar alanlarının, özellikle de enerji kaynaklarının yoğunlaştığı
bölgedeki paylaşım kavgasıdır. Bugüne kadar yaşanan ekonomik krizlerden yeni
üretim teknolojisi ve üretim modelleriyle kâr oranını artıran kapitalist sermaye
bugün yaşadığı krizi aşamıyor.
Bu yeni üretim teknolojileri geliştirme ve dolaşım alanı
olarak yeni pazar alanları yaratmada kapitalist-emperyalist sermayenin sınıra
dayandığını da gösteriyor. Tarihsel süreç içinde 1973-74 petrol krizinin
kapitalizmin aşırı üretim krizine dönüşmesinin etkileri 1990’lara dek sürdü.
Emperyalizm bu krizinin adına “neo-liberalizm” denilen sermaye birikim
süreciyle yarı-sömürgeler üzerine yıkarak aştı. Yarı-sömürgelerin, yer altı ve
yer üstü kaynaklarına sınırsız yöPartizan/118 nelmesiyle eş anlamlıydı.
Emperyalist sermaye, kuralsız ve sınırsız hareket serbestliğine kavuşturuldu.
Yarı-sömürgelerin ekonomileri buna göre yeniden yapılandırıldı.
Yarı-sömürgeler, emperyalizmin meta stoklarını eriten pazar, ham maddede
kaynağı ve yeni yatırım alanı haline getirildi.
Eski teknoloji üretim
araçları bu ülkelere satıldı. Yeni teknoloji üretim araçlarıyla aşırı üretim
sağlandı. Yarı-sömürgeler, emperyalizmin azami kâr elde edeceği bir alt yapıya
kavuşturulunca, üretim süreci parçalandı. Esnek, taşeron, fason üretim, temel
üretim haline geldi.Artık hammaddelerin olduğu bölgelerde fabrikalar kurulacak,
bir metanın parçaları farklı ülkelerde üretilip, merkez fabrikalarda
montajlandığı bir üretim modeline geçildi. Bu esnek üretimle yarı-sömürgeler
üzerindeki sömürü daha da artırıldı. Yüksek teknolojik üretim araçlarıyla düşen
kâr oranları maliyeti düşük artı-değeri yüksek üretim olanağı olan
yarı-sömürgeler üzerinden artırılarak azami kâr sağlandı. Yoğun artı-değer
sömürüsüyle, yarı-sömürgelerin kanı iliğine dek emildi.
Fakat bu da kapitalist-emperyalist sistemi krizden
çıkaramadı. Aşırı üretim, azami kâr hırsı, 2008’de kriz olarak geri kapitalizme
döndü. Sermaye bir kez daha kapitalizmin en büyük engeli oldu. Üstelik
emperyalizmin gölgesinde gelişen dünya pazarına belli bir sermaye birikimiyle
açılan ve dünya ticaretinde önemli pay elde eden G20 denilen ülkelerin varlığı
pazar payını, dolayısıyla kâr oranını düşürmesiyle, bu engelin çıtasını
yükseltti. Halen devam eden ekonomik krizi aşma olanakları geçmişe oranla daha
sınırlı. Son yıllarda yeni yatırımlardan ziyade, fabrika yenileme, ortaklık,
birleşme, satın alma gibi yatırımların yoğunlaşması bu sınırın kapitalizm
açısından çok da geniş olmadığını gösteriyor. Emperyalist-kapitalizmin iç çelişkilerinin
derinleştiği noktada, kendi sonunu hazırlayan sorunları daha da ağırlaşıyor. Bu
koşullar içinde kapitalist çarkı döndürmek açısından dünya pazarının, ham madde
kaynaklarının, bu kaynakların bulunduğu bölgelerin önemini stratejik hale
getiriyor.
Yüzyıl önce Kürdistan coğrafyasını, petrol sahalarını esas
alarak dört parçaya ayıran, ulaşımı zor dağlık bölge ve kontrolü zor aşiret
yapısı olarak gören emperyalizm bugün aynı fikirde değil. Kürdistan coğrafyası
45 milyar varil petrol rezervi ile dünyada 6. sırada yer alıyor. Enerji
kaynaklarının batıya taşınmasında geçiş ve kavşak konumda bulunuyor. Irak
Kürdistanı’nın doğalgazının batıya taşınmasında Suriye Kürdistanı petrol
bölgesine yaklaşıp tehdit edene dek IŞİD’e karşı Kürtlerin mücadelesinin emperyalistlerce
denetlenmesi, Kürdistan coğrafyasının artan öneminin göstergeleridir. Dört
parçasıyla Kürdistan, emperyalistlerin Ortadoğu’da mutlak güç olmayan savaşının
tam ortasında yer almasıyla da emperyalizm açısından, 100 yıl öncekinden daha
değerli ve önemlidir.
Komprador Türk Sermayesinin Birikiminde T. Kürdistanı
Tarihsel dönemler veya ekonomik-politik süreçler, her ne kadar benzer
özellikler gösterse de, iç dinamikler, etkin olan politik aktörler ve güç
dengeleri gibi birçok bakımdan farklılıklar taşımaktadır. TC devletinin
“Misak-ı Milli” sınırlarının çizildiği dönemden bugüne T. Kürdistanı üzerindeki
ilhak ve sömürüsü nasıl savaşla kurulduysa, bugün de ilhak ve sömürünün
devamlılığı savaşla sağlanıyor. Ortadoğu yangınının içine “Bölgesel güç olma”
hülyasıyla dalan TC devleti “değerli yalnızlığını yaşarken” bir devlet olarak
ayakta durma sınırlarını ve bütünlüğünü koruma derdiyle Kürtlere savaş ilan
etmiş durumda. “Bölgesel güç olmaya” niyetlenip, gücünün ispatı için Kürtlerle
savaşa tutuşma, TC devletinin yarı-sömürge gerçekliği ile Ortadoğu’da boyunun
ölçüsünü almasının bir yansımasıdır.
Rus uçağının düşürülmesi, TC devletinin ekonomik ve politik
gücünü aşan bir hamle olduğu, sırtını ABD’ye dayamış olsa bile, Rusya’nın
ekonomik yaptırımları ve politik manevralarıyla fazlasıyla görülmüştür. TC
devleti “güçlü siyaset” izleyerek “Ortadoğu’da Türkiyesiz plan olmaz” derken,
yüksekten uçuşun iması zikredilse de, “ileri karakol” misyonunun
yitirilmemesine bir taahhüttür. Kaygının ya da kâbusun başladığı nokta
sınırların değişme durumunun gündemde olmasıdır. “Ey! Amerika” demenin sınırı
da gelip buraya dayanmaktadır. Emperyalizme ret, retorik söylemden ibarettir.
“Büyük Türk Devleti” egosunun nişanesi “Misak-ı Milli” sınırlarıdır.
“Türkiyesiz plan” TC devletinin vazgeçilmezliğine değil vazgeçilmemesine bir
vurgudur.
Hatırlanacağı üzere bu sınırlar 1. Emperyalist Paylaşım
Savaşı sonrası emperyalistlerin ekonomik ve politik çıkarları doğrultusunda
ortaklaşılan Lozan Konferansı’nda çizilmişti. Bir asır sonra emperyalistler
yeniden paylaşım dalaşı içindeyken, Suriye ve Irak’ta sınırlar
belirsizleşirken, TC devletinin 2. Sevr vakasıyla karşı karşıya kalması, “Ey!
Obama” çıkışının çapını göstermektedir. Politik arenadaki söylemlerin
güçlülüğünün gerçekle örtüştüğü nokta politik arenada dikkate alınma düzeyidir.
Bu da belli bir ekonomik güçle mümkündür. Siyasi ve iktisadi olarak
emperyalizmin yarı-sömürgesi TC devleti, rüştünü ispat edecek, “güçlü
siyasetin” altını dolduracak ekonomik bir nüfuza sahip değildir. “değerli
yalnızlığın” maddi temeli budur. Emperyalizme bağımlılık, nihayetinde dış
politikada da bağımlılıktır.
Ne kadar “Büyük Türk
Devleti” denirse densin uşak, uşaktır! İstisnai olarak pazarlıkların olması,
karşı çıkışlar ve gönülsüzlüklerin olması, söylem ve pratiğin burjuva
ikiyüzlülüğü kapsamında tezat olması, yer yer kendini dayatma çizgisine
gelmesi, esasta emperyalizme tabi oluşun, göbekten bağımlı durumun gerçekliğini
değiştirmez. R.T. Erdoğan’ın “Ey Batı!” gibi çıkışları, AB emperyalizmiyle vize
konusunda çatışması en nihayetinde emperyalizmle uzlaşma-anlaşma görünümünde
boyun eğişle sonuçlanmaktadır. R.T. Erdoğan özgülünde, TC devletinim “öz
güveni” salt ABD emperyalizminin hamiliğinden ileri gelmiyor. Emperyalist
sermayenin yarı-sömürgelere yönelmesi, bu ülkelerin talan edilmesi yarı-sömürge
ekonomilerinde belli bir canlanma yaratırken, emperyalizmin işbirlikçilerine
bıraktığı payda da göreli bir artış olmuştur.
Bu pay komprador Türk burjuvazisinin gelişim sürecinde bir
sermaye birikimi sağlamış, 2000 sonrası dönemde yeni talan ve sömürü
politikalarıyla birlikte, komprador Türk sermayesi elde ettiği birikimle
uluslar arası pazara daha da yönelecek düzeyde palazlanmıştır. Emperyalizmin
gölgesinde gerçekleşen bu palazlanma TC devletinin kraldan çok kralcı hale
girmesine, içi kof bir özgüven patlamasına da neden olmuştur. 2000’li yıllara
doğru emperyalizm dünya ekonomisinde yeni iş bölümü yaptı. Bu süreç 2.
Washington Konsensüsü olarak ifadelendirildi. Yarı-sömürge TC devleti, IMF Stand-By
(20’ye yakın) anlaşmalarıyla bu yeni iş bölümüne göre yapılandırıldı. Finans,
tarım, esnek üretim, dış ticaret ve iş gücü üzerinde yoğunlaşan yeni düzenleme,
emperyalistsermayenin dünya pazarında azami kârını, dolayısıyla yarı-sömürgeler
üzerindeki artı-değer sömürüsünü artırması anlamına geliyordu. TC ekonomisinin
öncelikle finans sektörü güçlendirildi.
TRUP (Tarım Reformu Uygulama Projesi) denilen DB odaklı
tarım politikalarıyla 9 yıl içinde tarım emperyalist tekellerin pazar alanı
haline getirildi. Üretici sektörlerin tamamında esnek-taşeron üretim
yaygınlaştırıldı. Sanayi üretimi ucuz ithalata bağımlı olarak iç tüketimde
yoğunlaştırıldı. Taşeronlaşmayla birlikte emek gücü değersizleştirilirken,
artı-değer sömürüsü artırıldı. Kamusal alanlar (sağlık, eğitim vb.)
metalaştırılarak birer ticarethaneye dönüştürüldü. Genel hatlarıyla aktarılan
bu ekonomi politikaları “gelişme”, “kalkınma”, “münhasır medeniyetlere ulaşma”,
“devrim”, “reform” gibi safsatalarla bizzat AKP hükümetleri döneminde harfiyen
uygulandı. Bu uygulama sonrasında TC devletinin emperyalizme olan bağımlılığı
artırıldı. Finans sektörünün güçlendirilmesi denilen süreç, TC ekonomisinin
“sıcak para”, yabancı sermaye denilen emperyalist sermaye hareketine uygun hale
getirilmesiydi. Milyar dolarlarla ifade edilen emperyalistsermayenin Türkiye’de
yatırım yapması, azami kâr riske girdiğinde de hızlıca çıkması önünde hiçbir
engel kalmadı.
TC ekonomisi sürekli giriş çıkış yapan emperyalist
ekonominin bu hareketine tabi hale getirildi. Yıllık 5 milyar dolar sermaye
girişine muhtaç olan TC ekonomisi, eskiye oranla daha istikrarsız bir ekonomi
oldu. Zira emperyalist sermaye akışının olduğu dönemde TC ekonomisi ortalama %
4 oranında büyüme gösterirken, sermaye akışının yetersiz olduğu dönemde büyüme
oranı % 3’ün altına inmektedir. Yabancı sermaye (bu emperyalist sermaye,
petro-dolar zengini Arap sermayesi ve bağımlı kapitalist ve yarı-sömürge
komprador sermayesini içermektedir) akışıyla canlanan TC ekonomisinde sanayi
üretiminin motor gücü olması gerekirken, ucuz ithalat, düşük teknolojik üretim
ve iç tüketimin esas alınması nedeniyle, inşaat sektörü, ekonominin motor gücü
haline geldi. Enerji yatırımlarıyla (maden, baraj, nükleer, rüzgâr tribünü
gibi) birlikte inşaat sektörü ön plana çıktı. Konut ve enerji üretimiyle iç
tüketime yönelen TC ekonomisi sanayi çarkını ucuz ara mal ithalatıyla
döndürmeye başladı. Bu politikayla sanayi üretiminin % 80’i ithalata bağımlı
hale gelirken, teknolojik seviye olduğu yerde kalmıştır. TC devletinin, dünya
ileri teknoloji ihracatındaki payı 2000 yılında % 0.09 iken 2012 yılında %
0.10’a çıkmıştır. Gelişme dahi denilemeyecek bir artış varken yüksek
teknolojinin ihracattaki payı % 1’e bile ulaşamamıştır.
Bu oran TC ekonomisinin yarı-sömürge gerçekliğinin,
emperyalizme bağımlı oluşun kaçınılmaz bir sonucudur. Ülkenin dört bir yanına
bina diken inşaat sermayesinin önünü açan, her dereye birer ikişer baraj yapan,
her dağı delik deşik eden bir ekonominin, üreten olmayıp tüketen bir ekonomi
olduğu, dünya ekonomileri içinde en kırılgan ekonomi olmaktan çıkamayışından da
görülmektedir. Bu nedenledir ki dünya ekonomisindeki dalgalanmalar, TC
ekonomisinde kelebek etkisi yaratıyor, Dolar hemen “tarihi rekorlar kırıyor!”
Bu kırılgan yapı içerisinde komprador Türk sermayesi, kapitalist-emperyalist
sistemin emek sürecini yeniden örgütlemesi, üretim sürecini parçalamasına
paralel, emperyalist tekellerin düşük teknoloji gerektiren parça üretici veya
montaj sanayici olarak daha sıkı bir komprador ilişki geliştirdi. Opel, Otosan,
Fiat, Mercedes’in montaj sanayisi Türkiye’de yapılıyor. VestelAvrupa’nın beyaz
eşya üretimini yapıyor. Küçük işletmeler yedek parçalar üreterek Avrupa
sanayisine çalışıyor. Yüksek teknolojik ürünler dışarıdan (emperyalist
ülkelerden) geliyor, değişik ülkelerde üretilen parçalar ana merkeze
gönderilerek montajlanıyor. Bu üretim modelinde, tedarikçi ülkelerde yaratılan
artı-değerin esasını emperyalist tekeller alıyor.
Burjuva-feodal
medyada, emperyalist tekellerin Türkiye’de açtıkları fabrikaların allanıp
pullanarak aktarılmasının ardında yatan, Türk sermayesinin emperyalizmle
kurduğu komprador ilişkinin daha sıkı bağlarla bağlanmasıdır. 2. Washington
Konsensüsü kapsamında emperyalist sömürü ve talan politikalarını her alanda
azgınca uygulayan komprador Türk sermayesi, ülke kaynak- Partizan/123 larına
azami kâr hırsıyla yöneliyor. Sermaye birikimini sağlamak için kendi pazarını
son sınırına kadar talan eden komprador Türk sermayesinin önündeki en önemli
engellerden biri ulusal sorunun varlığıdır. Kendi pazarına duyduğu ihtiyaç ve
kaynakların tamamınısonsuz kullanma talebi, T. Kürdistanı’nda KUH’un verdiği
silahlı mücadele duvarına çarpıyor.
Türk hâkim sınıflarını oldukça rahatsız eden bu durum, bugün
devam eden savaşın temel nedenlerinden biridir. Azami kâr hırsının dışında
Ortadoğu’daki savaş hali, pastadan pay kapma dalaşı, elindeki bulgurdan olma
kaygısı, daha fazla sermaye birikimiyle ekonomik gül bahçesi olma arzusu gibi
birçok etken Türk sermayesini pervasızlaştırıyor. Tüm bunların yanı sıra kendi
pazarı olarak gördüğü T. Kürdistanı’na sorunsuz olarak girmek ve hammadde
kaynaklarını sınırsız sömürmek istiyor. T. Kürdistanı’nın pazar alanı olarak
daha bir önem kazandığı süreçte “Misak-ı Milli” olarak tanımladığı kendi pazar
alanında tam hâkimiyet kurmak istiyor. Zira batıda sağlanan sermaye birikimini
daha da artırmak için T. Kürdistanı elzem bir nitelik taşıyor.
Bu nedenledir ki,
ilhak ve sömürü koşullarını devam ettirmek için T. Kürdistanı’nın statüsünün
değişmesini istememektedir. Kapitalist-emperyalist sistemin yaşadığı kriz ve
Ortadoğu’daki paylaşım dalaşı, dünya pazar alanlarının artan önemi T.
Kürdistanı özgülünde emperyalist sermaye ve komprador Türk sermayesini ortak
paydada birleştiriyor. Ortadoğu’daki savaş halinin yarattığı diplomatik-politik
gerilimler, topyekûn olarak ekonomik ilişkilere, daha özgün ifadeyle azami kâr
oranının düşmesine, yansımayacak biçimde devam ettiriliyor. ABD-TC ilişkileri
tarihine bakıldığında bu kapsamda onlarca örnek görülecektir. Bu ekonomik çıkar
ortaklığı çevresinde T. Kürdistanı’nı sorunsuz hale getirip emperyalist
tekellerin sömürüsüne açmak TC devletinin görevidir. Dolayısıyla emperyalist
sömürü TC devleti eliyle yapılırken, aynı zamanda TC devletinin sömürüsü de
emperyalizmin sömürüsüdür. T. Kürdistanı; Yüzyıllık İlhak, Sömürü, İnkâr ve
İmha Kürdistan coğrafyası, sınıflı toplumlar tarihinin her döneminde egemen
sınıfların birbirine üstünlük kurma savaşının tam ortasında kalmıştır.
Coğrafi olarak Avrupa, Asya ve Afrika’yı karasal olarak
birbirine bağlayan kavşak noktada yer alması başlı başına yeterli bir neden
olmaktadır. Bugün Ortadoğu’da yaşanan savaş gibi onlarca savaş aynı nedene
dayanıyor. Her savaş sonrasında Kürdistan coğrafyasına ve bu coğrafyada yaşayan
kadim halklara bugün olduğu gibi katliam, soykırım, kölelik, sömürü
yaşatılıyor. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda dünya pazar alanlarını
paylaşan, Lozan Anlaşması’yla da buna meşruluk kazandıran emperyalistler,
Kürdistan coğraf- yasını da paylaştı. Kürdistan petrol ve stratejik konumlar
esas alınarak dörde bölünüp parçalanırken her bir parça emperyalizmin o dönem
manda, sömürge ve yarı-sömürge durumunda olan ülkelere bırakıldı. İlhak “hakkı”
doğrudan emperyalizmin uşağı, işbirlikçisi, olan devletlere verildi. Lozan
bunun hem meşruluk zemini hem de paylaşılan bölgelerin sınırlarının
çizilmesinin anlaşması oldu. Yüzyıl sonra bugün bölgeye hibe, emperyalist dalaş
işbirlikçi devletlerin pay peşinde acizleşmesi söz konusu.
Değişen tek şey ilhak ve sömürüye, inkâr ve imhaya karşı
Kürt ulusunun, Rojava örneğinde olduğu gibi, örgütlü savaşmasıdır. Bölgede
dengelerin, daha fazla kâr elde edilecek koşulların yaratılması için yeni
dengeler kurulması amacıyla bozulması Kürdistan daha özelde T. Kürdistanı
üzerindeki sömürünün yoğunlaşacağı anlamına geliyor. Yüzyıllık inkâr ve imha
tarihinde çatışma, savaş, sürgün ve katliam dışında T. Kürdistanı’nda TC
devletinin uyguladığı ekonomi politikalarıyla emek sömürüsü de vazgeçilmez
önemdedir egemenler açısından. Bugün T. Kürdistanı’nda yaşanan yoksulluk,
işsizlik bu sömürü politikalarının bir sonucudur. Bu sömürü politikalarına
damgasını vuran her zaman olduğu gibi ırkçı, şoven, milliyetçi zihniyettir.
1923 İzmir İktisat Kongresi’nden 1960’larda gelen planlı ekonomiye, 12 Eylül
askeri faşist cunta ile uygulanan “neo-liberalizm”den bugüne T. Kürdistanı
üzerindeki sömürü her daim artmıştır.
Emperyalist sermaye ve komprador Türk sermayesi çıkar
ortaklığında izlenen bu sömürü ve talan politikasında T. Kürdistanı’na düşen
pay işsizlik, yoksulluk, açlık ve yoğun emek sömürüsü olmuştur. 2000’li
yılların başında TC ekonomisine emperyalist sömürü-talan politikasıyla yeniden
ayar çekilmesi kapsamında Bölge Kalkınma Ajansları (BKA) kuruldu. BKA’lar, 2002
yılı İstatistiki Bölge Birimi Sınıflandırması’na (İBBS) dayanan, Avrupa’da 1988
yılından beri uygulanan NUTS (Numenhature of Territorial Units For Statistics)
sisteminin Türkiye’de uygulanan biçimidir. Avrupalı emperyalistler, 1990’lardan
bu yana ulusal ve bölgesel kalkınma stratejileri üzerine çalışıyor. Kapitalist
sermaye birikimi ve dünya pazarında rekabet gücünü artırmanın temel amaç olduğu
bu stratejiler, ülkede birkaç ya da sadece bir bölgeye yönelik sermaye yatırımı
anlamına geliyor. Ülkedeki bölgelerin mevcut yeraltı yerüstü kaynakları hem
sermaye birikimi hem de dünya pazarında rekabet gücü esas alınarak sermaye
yatırımı için taşıdığı potansiyel ortaya çıkarılıyor.
Sermaye birikimi ve rekabet gücü bakımından yüksek olan
bölgelere öncelik verilerek sermaye bu bölgelere yöneliyor. 2002 yılında yasal
düzenlemesi yapılarak hayata geçirilen BKA’lar bu anlayış ve yönelimin
ürünüdür. Bunu takiben TC ekonomisi 26 alt bölgeye ayrıldı. Alt bölgelerin her
biri pazar olanakları, maden, su, tarım, orman, iş gücü, enerji gibi yatırım
düzeyleri Partizan/124 sermayenin azami kâr elde edebileceği alanlar olup
olmadığı tespit edilerek, her bölge için bir BKA kuruldu. “Bölgesel kalkınma”,
“gelişme” gibi kulağa hoş gelen kelimelerle anlatılan BKA’lar sermaye için
kalkınma ve gelişmedir. Bölgesel rekabetin arttığı, kimi bölgelerin
yoksullaştığı, kimi bölgelerdeki kaynakların başka bölgelere taşındığı, kimi
bölgelerin küçük ve orta ölçekli işletme üzerine çıkamadığı ve sanayileşmeyi
tamamlamadığı fakat tüm bölgelerde artıdeğer sömürüsünü yoğunlaştıran bir
sermaye birikim stratejisidir BKA’lar. TC devletinin, KOBİ’lere sürekli “can
suyu” kredisi vererek teşvik etmesi, tarımda üretim havzaları oluşturup rekabet
gücü olan ürünlere destek verilmesi, bölgesel teşvik uygulamasında
Marmara,Akdeniz, Ege ve T. Kürdistanı’na öncelik verilmesi (T. Kürdistanı’nın yatırım
teşviklerinde tanınan olanaklar bakımından ilk sırada yer alması BKA’lar
ekseninde izlenen sömürü politikasıdır.) 2008 krizinin ardından, “çözüm”
sürecinin başlatılması, komprador sermayenin Cizîr’de toplantı yapması tesadüf
eseri gelişen veya salt politik arenadaki gelişmelerin ürünü değildir. Ekonomi
politikalarına göre atılan adımların siyasete yansımasıdır.
Amaç açık ve nettir. T. Kürdistanı’nın BKA’lar ekseninde
sömürü, talan ve azami kâr için Türk sermayesinin yatırımlarına açılması için
“sorunsuz”, “risksiz” bir bölge haline getirilmesidir. T. Kürdistanı olarak
ifade ettiğimiz bölge 24 ilden: Semsûr (Adıyaman), Agirî (Ağrı), Erdexan
(Ardahan), Êlih (Batman), Çewlîg (Bingöl), Bedlis (Bitlis), Amed (Diyarbakır),
Elazîz (Elazığ), Erzîngan (Erzincan), Erzerom (Erzurum), Dilok (Gaziantep),
Colemêrg ( Hakkari), Îdir (Iğdır), Gurgum (Kahramanmaraş), Kilis, Qers (Kars),
Meletî (Malatya), Mêrdîn (Mardin), Mûş (Muş), Sêrt (Siirt), Riha (Şanlıurfa),
Şirnex (Şırnak), Dersim (Tunceli) ve Wan (Van) oluşuyor. Bu 24 ilin bulunduğu
coğrafya Lozan’da TC devletinin ilhakına bırakılan Kürdistan coğrafyasının en
büyük parçasıdır. Bugüne gelinen süreçte 90 yıla yayılan inkâr ve imha
politikalarına rağmen Kürtler toprağına, kökenine tutunmuş, tarihsel toplumsal
varlığını korumuştur. Egemen sınıfların ekonomik-politik çıkarları
doğrultusunda ve süreç içinde değişen koşullar bugün iki parçası ilhak altında
(İran ve T. Kürdistanı), iki parçası (Suriye ve Irak Kürdistanı) savaş
durumundan dolayı sonucu tam belli olmayan özerk-bağımsız yönetim olan bir
Kürdistan gerçekliğini ortaya çıkartmıştır.
T. Kürdistanı’nın
sosyo-ekonomik durumu somut verilerle, bu veriler de batı illeriyle
karşılaştırılarak aktarıldığında ilhak, sömürü ve ulusal baskının boyutu da
açığa çıkmaktadır. Örneğin Diyarbakır Ticaret Odası’nın 2012’de hazırladığı bir
rapora göre T. Kürdistanı’nın gelişmişlik düzeyi Marmara Bölgesi’nin 120 yıl,
Ege Bölgesi’nin 90 yıl gerisindedir. Partizan/125 Kapital ekonomide gelişmenin
temel göstergesi sanayi üretimidir. Sanayide faaliyet gösteren fabrikaların,
küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin sayısı, kapasitesi, teknolojik düzeyi,
yarattığı katma değer ekonomik gelişmenin motor gücüdür. Çok kullanılan tabirle
“kalkınma-büyüme” denilen süreçte sanayi üretimi esastır. TC ekonomisinin
mevcut sanayi üretiminin ağırlıklı olarak düşük ve orta düzet teknolojiye
dayalı olması ortalama 100 yıl geride olan T. Kürdistanı’ndaki tablo hakkında
fikir vermektedir. TC ekonomisinde sanayi Marmara, Ege ve Akdeniz’de
yoğunlaşması sadece ekonomik nedenlerden (pazara ulaşım, nakliye masrafı vb.)
değil aynı zamanda ezilen ulusa yönelik inkâr ve imha zihniyetinin ekonomik
alana yansımasıdır. T. Kürdistanı’nı sanayisiz bırakarak, Kürtleri, Türklere
muhtaç olduğu bir ekonomik yaşama mahkûm etmek gibi ırkçı-şoven duygularla
birlikte Kürt burjuvazisinin gelişimini engellemek de ırkçı zihniyetin
başköşesinde durmaktadır.
Türkiye Kalkınma
Bankası’nın verilerine göre T. Kürdistanı’nın sanayideki payı 1927 yılında %
12,3, 1964 yılında % 3,3, 1981 yılında % 3.3 ve 2001 yılında % 4.7 oranındadır.
Görüldüğü gibi TC’nin kuruluş döneminin ilk yıllarında T. Kürdistanı’nın sanayi
üretimindeki payı oldukça yüksektir. Bu yükseklik, kuruluş döneminde T.
Kürdistanı’na yapılan yatırımlardan ileri gelmiyordu elbette. Ekonominin tarıma
dayalı olması, tarıma dayalı birçok işletmenin mevcut olması, şeker ve tütün
fabrikalarının açılması T. Kürdistanı’nın payını yükselten etkenlerdir. Sonraki
yıllarda, yatırımların batıya yöneltilmesi bu yüksek oranı oldukça düşürmüştür.
1930’lu yıllarda, devletçilik, 1940’lı yıllarda savaş ekonomisi, 1950’lerde
ithal ikameci politika bugünün TÜSİAD’ının pazarlanması-holdingleşmeye
evrilmesi sürecinde T. Kürdistanı bugün olduğu gibi Türk sermayesinin birikim
sürecinin sömürü alanı olmuştur. Batı hızla gelişirken T. Kürdistanı’nın
sanayideki payı 1927’den 1964’e % 9 oranında düşmüştür. TC ekonomisinin
1960’lardaki sanayi yapısı, ithal ikameci emperyalist politikaya dayanan dışa
bağımlı bir sanayi iken, Türk sermayesinin yeni yeni fabrikalaştığı dönemde T.
Kürdistanı’nın payı artacak yerde % 12,3’ten % 3,3’e düşmüştür. 1960-80 arası
dönemde planlı ekonomiye geçiş, montaj sanayinin yerleşmesi sürecinde de T.
Kürdistanı’nın payı değişmemiştir. Bu süreçte Güney DoğuAnadolu Projesi’nin
(GAP) gündeme gelmiş, belli yatırımlar yapılmış olsa da, TC devletinin, T.
Kürdistanı’na dair ekonomik gelişim noktasındaki bakış açısında bir değişim
olmamıştır. Bu süreçlerde (1927’den 1980’e) bugün açıkça gerekçe edilen “terör
belası!” da olmadığı halde T. Kürdistanı’nda sanayinin gelişimine olanak
tanınmamıştır.
1980’den 2001’e T. Kürdistanı’na düşen yine sömürüdür.
Partizan/126 Emperyalist “neo-liberal” politikaların AFC ile uygulanması en çok
T. Kürdistanı’nı etkilemiştir. Sanayinin çok cılız olup ekonominin can
damarının tarım olduğu T. Kürdistanı’nda “neo-liberal” politikalar tarımı alt
üst etmiş, hayvancılığı bitme noktasına getirmiştir. Devlet desteklerinin
sınırlanması, tarım destekleme kurum ve kuruluşlarının özelleştirilmesi,
çoğunun kapatılması, en çok T. Kürdistanı’nı etkilemiştir. 1990’ların başında
Kars Süt Endüstrisi Kurumu’nun (SEK) Koç Holding’e satılması sonrasında Koç
Grubu’nun SEK’i kapatmasıyla Kars’taki hayvancılık bitme noktasına gelmiş,
hayvancılıkla geçinen binlerce küçük köylü üretimden koparılmıştır. Bu süreçte,
sanayide kıpırdanma denebilecek % 1,4 oranında bir artış söz konusudur. Bu
artışın T. Kürdistanı’na katkısından ziyade komprador Türk sermayesinin
birikimine katkısı söz konusudur. Zira TC devleti, “neo-liberal” politikalarla
T. Kürdistanı’nın kapılarını emperyalist talana ve sömürüye ardına kadar
açmıştır. 2001 sonrası dönemde, sanayi bakımından T. Kürdistanı’nda genel
durumunu değiştirecek bir gelişme yoktur. BKA kapsamında belli bir sermaye
yönelimi olsa da, bu yönelim batıyla kıyaslanamayacak kadar düşüktür. TÜİK
verilerine göre 2002 yılında T. Kürdistanı sanayisindeki işletme sayısı 217 bin
209’dur. Türkiye toplamının (1.858.191) % 11.7’si T. Kürdistanı’nda
bulunmaktadır.
2009 yılında sanayideki işletme sayısı 413 bin 861’e çıkarken
Türkiye toplamına (3.225.462) oranı da % 12.8’e yükselmiştir. Verilere göre T.
Kürdistanı’nda sanayi işletmeleri sayı bakımından bir artış göstermektedir.
Fakat bu işletmelerin niteliği, teknoloji düzeyi, üretim kapasitesi hakkında
veri -tamamlayıcı bilgi olmadığından- bu artışın T. Kürdistanı’nın ekonomik
gelişimini ne derece katkı sunduğu, diğer bölgelerle arasındaki ekonomik farkı
ne kadar kapattığı noktasında bir yorum yapmak eksik olacaktır. Ancak İstanbul
Ticaret Odası’nın 2014 yılı için hazırladığı ilk ve ikinci büyük 500 sanayi
kuruluşu listesine bakıldığında, T. Kürdistanı’ndaki sanayi kuruluşlarının adı
yok denecek kadar azdır. İlk 500 büyük şirketten sadece 29’u T. Kürdistanı’nda
kuruludur. Bu 29 şirketin 21’i Dîlok, 8 Gurgûm olmak üzere sadece iki Kürt
ilinde bulunuyor. Geriye kalan l22 Kürt ilinin listeye girebilecek sanayi
kuruluşu yoktur. İkinci büyük 500 şirketin 53’ü T. Kürdistanı’ndadır. Bu 53
şirketin, 35’i Dîlok, 12’si Gurgûm, 2’si Meletî’deyken Amed, Mûş, Mêrdîn ve
Elezîz’de birer tane bulunmaktadır. Geriye kalan 17 Kürt ilinin ikinci büyük
listeye girebilecek sanayi kuruluşu yoktur.
Aktarılan liste T. Kürdistanı’ndaki sanayi kuruluşlarının
kapasitesi ve Partizan/127 büyüklüğü, teknolojik düzeyi, üretim seviyesi
hakkında genel fikir vermektedir. Listeye giren ve T. Kürdistanı’nda bulunan
şirketlerin Kürt iş insanlarına ait olup olmadığı bir yana bu şirketlerin T.
Kürdistanı ekonomisine ne derece katkı sağladığı konusunda veri olmadığından
ancak tahmini yorum yapılabilir ki bu da yanıltıcı olacaktır. Zira şirketlerin
sağladığı sermaye birikimi T. Kürdistanı’nda kalmamaktadır. T. Kürdistanı’ndaki
mevcut sanayi yapısının, diğer bölgelere göre geri bir düzeyde olduğunun başka
bir göstergesi de sanayi işletmelerinin yarattığı katma değer oranıdır. Gayri
safi katma değer (GSKD) oranlarına bakıldığında T. Kürdistanı’ndaki sanayi
üretimini katma değerinin düşüklüğü göze çarpmaktadır. 2004 yılında T.
Kürdistanı’nın GSKD oranı % 8.6 iken tek başına İstanbul’un GSKD oranı %
27.8’dir. Ege bölgesinin GSKD oranı % 14.1, Akdeniz’in % 10.4’dür. 2008 yılında
% 8.2; 2009’ta 8.8; 2010’da 9.3; 2011’de 9.2 GSKD oranı ile göreli bir artış
yaşayan T. Kürdistanı yine de alt bölge sınırlanmasında son sırada yer alıyor.
Küçük ve orta işletmelerin ağırlıkta olduğu, teknolojik düzeyinin düşük olduğu
bir sanayi yapısının katma değerinin yüksek olması beklenemez.
Anormal olan batıdaki toplam katma değer (İstanbul, Ege,
Akdeniz toplamı % 52.3) ile T. Kürdistanı ile karşılaştırıldığında arada 6-7
kat uçurum olmasıdır. Bu uçurumun kapatılmasına dönük bir politika olmadığı
gibi mevcut durumun devamı, hatta uçurumun derinleştirilmesine yönelik
politikalar söz konusudur. “Bölgesel kalkınma” adı altında yapılan yatırımlar
ve yatırım olanaklarının yaratılması, komprador Türk sermayesinin birikimini
artırmaya yönelik sömürü politikasının bölgeye yansıtılmasıdır. BKA üzerinden
bölgelerin sermaye birikimi açısından belirlenen potansiyeline göre bölgeler
sermaye yönelimine uygun hale getiriliyor. Alt yapı anlamında T. Kürdistanı gibi
sanayi bakımından geri bırakılmış bölgelere küçük sanayi siteleri (KSS),
Organize Sanayi bölgeleri (OSB) yapılıyor. Üretimin parçalanarak esnek taşeron
üretimin yaygınlaştığı süreçte KOBİ’lerin yaygınlaştırılması hem maliyeti
düşürme hem de emeği değersizleştirme yoluyla sermaye birikimini artırma
politikası.
Bu kapsamda 2011 verilerine bakıldığında hem OSB hem de KSS
kurulması bakımında T. Kürdistanı ilk sıralarda yer alıyor. 2011 yılı sonu
itibari ile kurulan 92 KKS ile İç Anadolu ilk sıralarda yer alırken, onu 89 KSS
ile Karadeniz, 82 KKS ile T. Kürdistanı izlemektedir. Aynı dönem kurulan 30’ar
OSB ile T. Kürdistanı ve Karadeniz ilk sıralardayken, peşinden 28 OSB ile İç
Anadolu gelmektedir. Akdeniz, Ege ve Marmara her iki sıralamada da son sırada
yer almaktadır. Genel görünüm olarak amaç “geri kalmış bölgeleri geliştirmek!”
gibi görülse de gerçek amacın emek Partizan/128 yoğun üretimin, taşeron
çalıştırmanın bu “geri kalmış bölgelere” kaydırarak artıdeğer sömürünün
yoğunlaştırılması olduğu, dolayısıyla başta T. Kürdistanı olmak üzere bu
bölgelerin “geri kalmaya” devam edeceği açık ve nettir. T. Kürdistanı’nın OSB
sayısında birinci KSS sayısında üçüncü sırada olması bölgede sanayi yapısının
düzeyini göstermesi açısından önemlidir. Komprador Türk sermayesi altında
ezilen KOBİ’lerden ileri gidemeyen bir sanayi yapısıyla var olan uçurumun
kapanmayacağı, kapatılmak da istenmediği oldukça alenidir. T. Kürdistanı’nın
ekonomik durumuna dair yaşanan işsizlik, yoksulluk ve göçe dair en çok
kullanılan ifadelerden biri sermaye yatırımı yokluğudur. Kapitalist ekonomi
yasalarına göre, bölgenin gelişmesi sermaye yönelimiyle doğrudan ilintilidir.
Hâkim sınıflar azami kârın garanti olduğu, risk faktörünün en az olduğu
pazarlara yönelir.
Sermaye açısından T. Kürdistanı ekonomik ve siyasi olarak en
riskli bölgelerin başında gelir. Bölgenin ekonomik altyapısının büyük sermaye
yatırımları için yetersiz oluşu, sermaye akışını olumsuz etkileyen bir diğer
faktördür. Ancak Türk sermayesi için bunlardan daha önemli olan konular mevcut.
Birincisi, kendi pazarında bir Kürt burjuvazisinin gelişmesi; ikincisi,
ırkçı-şoven-milliyetçi ve tekçi zihniyetle ulusal baskının devam ettirilmesi.
Bu ulusal baskıya karşı Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesi Türkiye
Kürdistanı’nda sermaye yatırımlarının yok denecek düzeyde olmasına gerekçe
yapılmaktadır. Türk sermayesi ırkçı-şovenist ve milliyetçi zihniyetten dolayı
bölgeye sınırlı düzeyde yönelmiştir. 1980-2008 döneminde yatırım teşviklerinin
en düşük olduğu 10 ilin 7’si (Erdexan, İdîr, Bedliz, Çewlig, Colemêrg, Dersim
ve Kilis) Türkiye Kürdistanı’ndadır.Aynı dönem içinde yatırım teşviklerinin en
yüksek olduğu 10 il içinde bölgeden sadece Dilok yer almaktadır. 2013 TÜİK
verilerine göre yatırım teşvikleri sıralamasında ilk 10’da bölgeden sadece
Dilok vardır. İlk 20 içinde de Dilok dışında Mêleti, Mêrdîn ve Şirnex
bulunmaktadır. Aynı veriye göre yatırım teşviklerin ilk 10 ilin 5’i (Dersim,
Erdexan, Qers, Mûş, Agirî) Kürt ilidir. Verilerin aktardığı, 30 yıllık süre
içinde T. Kürdistanı’na sermayenin çok cüzi olarak yönelmiş olmasıdır.
GAP bu durumu değiştirmemiş aksine sermaye yatırımının 1-2
ilde yoğunlaşmasından ileri gidememiştir. Sanayideki genel durumun T.
Kürdistanı’nda yaşayan nüfusun geçimini sağlayacak, yaşamını idame ettirecek
seviyeden uzak olması ve tarımın ekonomideki önemi hiç değişmemiştir. Daha
yalın ifadeyle Kürtlere yaşamını sürdürebilmek için tarımsal üretimden başka
alternatif tanınmamıştır. Köy boşaltmalar, yayla yasakları, özel güvenlik
bölgeleri, OHAL ilanları Kürtlerin tarımsal üretim yapmalarını engellemeye
dönüşmüştür. TC devletinin göçertme Partizan/129 politikalarının yanı sıra
ondan daha yakıcı sonuçlar doğuran emperyalist tarım politikaları, T.
Kürdistanı’ndaki tarımsal yapıyı talan etti. Emperyalist tarım politikalarıyla,
tarımın büyük üreticilerin pazar ihtiyacına göre düzenlenmesi en çok T.
Kürdistanı’nı etkilemiştir. Toprak dağılımındaki eşitsizlik, ürün deseninin
değişmesini, küçük üreticilerin tarımdan tasfiye edilmesini hızlandırmıştır.
Desteklemelerin sınırlanması ve küçük üreticilerin ulaşımının zorlaştırılması,
ürün girdileri desteklemelerinin azaltılması, taban fiyat uygulamalarına son
verilmesi, küçük üreticileri serbest rekabet koşullarında büyük üreticiler
tarafından ezilmeye terk edilmesinin zemini oluşmuştur.
Küçük üretimin yoğun olduğu T. Kürdistanı’nda küçük
üreticilere üretim desteği veren kooperatif, satış birlikleri, et kombinaları
gibi kurum ve kuruluşlar zarar ediyor denilerek ya kapatıldı ya da yok parasına
özelleştirildi. 2000’li yılların başında, Şeker Yasası, Tütün Yasası, Tohum
Yasası, Sözleşmeli Üreticilik gibi köylüleri tarım tekellerine teslim eden
yasal düzenlemelerle tarımın şirketleşmesinin önü açıldı. DB politikaları
kapsamında çıkarılan bu yasalarla küçük üreticiler kendi tarlasında üretim
yapamaz hale gelmesinin yanı sıra sözleşmeli üreticilik ile tarım tekellerinin
işçileri haline getirildi. Küçük üreticiler tarımsal üretime devam etmek,
geçimlerini sağlamak için başka ürünlere yönelmek veya büyük üreticilere tabi
olmak zorunda bırakıldı. Bu şartlar altında borçlanarak üretime devam eden
küçük üretici, kaçınılmaz son olarak elindeki toprağı ya tefeciye ya da
bankalara bırakmak zorunda kalarak mülksüzleştirildi.
2015 yılında Erzerom’da 2000 köylü bu tasfiye politikasına
dayanamayarak mülksüzleşti. T. Kürdistanı’ndaki tarımın 10 yıl içinde
gösterdiği değişim değişim küçük üreticilerin tasfiyesi ile sonuçlanan bir
değişimdir. Hem ekilen tarım alkanlarında bir daralma hem de ürün deseninde
önemli değişimler söz konusudur. Bu durum hem Türkiye geneli, hem de T.
Kürdistanı için geçerlidir. Zira emperyalist tarım politikaları ile amaçlanan
da budur. T. Kürdistanı’nda 2001-2010 döneminde işlenen tarım alanı ve uzun
ömürlü bitkilerdeki değişim oldukça dikkat çekicidir. İşlenen tarım alanı
toplamda % - 8.6 oranında daralmıştır. Bu daralmada üretimden kopmalar
belirleyici konumdadır. En çok daralma % -20.1 oranıyla nadasa bırakılan tarım
alanıdır. Nadasa bırakma toprağın verimini artırma amaçlı olabileceği gibi,
ürün değişiminde toprağı dinlendirme amaçlı da yapılmaktadır. Bu açıdan bölgede
devletin destek verdiği ürünlere geçiş için nadasa bırakmayı artıran etken
olabileceği gibi tasfiye politikaları nedeniyle köylülerin toprağını ekemediği
faktörü de yüksek olasılıktır. 10 yıl içinde sebze ekilen alanların % 18,8
oranında azalması, T Kürdistanı’nda sebzeciliğin önemli oranda bırakıldığı
anlamına gelmektedir. Sebze ekimlerini bırakanların ekseri küçük üreticiler
olduğu, bunlarında ya başka ürüne yöneldiği ya da tamamıyla üretimden
vazgeçtiği bir durum söz konusudur. Uzun ömürlü bitkilerin tamamında artış
olması özellikle zeytin alanlarının % 52 oranında artması T. Kürdistanı’nda
üreticilerin meyveciliğe yöneldiğinin, dolayısıyla diğer tarım ürünlerinden
geçimini sağlayamadığının ifadesidir. Girdi fiyatlarının (mazot, gübre, tohum,
ilaç) bu süre içinde küçük üreticilerin maliyeti düşük ürünlere yönelmesi söz
konusudur.
Ekim alanları
artışında dikkat çeken bir diğer ürün % 239 artış gösteren yem bitkileridir. Bu
artış bölge genelinde hayvancılığın gelişmesi gibi görünse de tam tersi olarak
hayvancılığın büyük üreticilerin elinde toplanmasının ifadesidir. Hayvan
varlığındaki düşüşe oranla yem bitkilerinin artışı arasındaki ters orantı yem
bitkilerinin alternatif olarak görülmesi durumunu açığa çıkartmaktadır. Ekim
alanlarındaki daralma ve ürün desenindeki değişim emperyalist tarım
politikalarıyla pazara dönük üretime yönelimin kaçınılmaz sonucudur. Aynı
zamanda küçük üreticilerin tasfiye politikalarına karşı ayakta kalmak için ürün
değişimi T. Kürdistanı özgülünde tarım dışında farklı alternatiflerinin
olmaması da önemli bir etkendir. Tarımda yaşanan yıkımda T. Kürdistanı ile
diğer bölgeleri karşılaştırdığımızda, bölgede yaşanan yıkım felaket
noktasındadır. Diğer bölgelerdeki daralma % -11.8 iken T. Kürdistanı’nda %
-18.8 oranında olup diğer bölgelerdeki daralmadan daha fazladır. Nadasa
bırakılan ekim alanları oranında da T. Kürdistanı, diğer bölgeler içinde
birinci sıradadır. Toplam işlenen tarım alanlarındaki daralma oranlarına
bakıldığında Türkiye’nin 5 bölgesindeki (Marmara, Ege, Akdeniz, Karadeniz ve İç
Anadolu) daralmanın toplamı % -9.9 iken tek başına T. Kürdistanı’nda yaşanan
daralma % -8.6’dır. Açıktır ki T. Kürdistanı’ndaki tarım alanlarında diğer
bölgelere göre daha fazla daralma olmuştur. Aynı durum işlenmen tarım alanı ve
uzun ömürlü bitkiler toplam oranı içinde geçerlidir. Bu alanda da Türkiye’nin
beş bölge toplamında daralma % -7.3 iken, T. Kürdistanı’nda yaşanan daralma
oranı % -6.6’dır. Tarımda izlenen tasfiye politikalarının ürün desenine yansıması
geleneksel tarımsal üretim yapısının bozulması ile birlikte, küçük üreticiler
için ekimi daha kolay ve üretim maliyeti düşük ürünlerin ekim alanlarındaki
azalması üretimden kopmaların göstergesidir. T. Kürdistanı’nda bazı tahıl ve
sanayi bitkilerinin 2001-2010 arasındaki dönemde ekim alanlarındaki değişim
oranları da aynı şeyi söylemektedir. Seçilmiş bazı ürünlerde ekim alanlarındaki
daralma şöyledir; Buğday % -5.2, Arpa % -31.4, Patates % -50, Kuru
bakliyatgiller (mercimek, Partizan/131 nohut vb.) % -47.2, Şeker Pancarı % -29,
Tütün % -78.9 oranındadır. Rakamlardan da anlaşılacağı üzere kimi ürünlerde
(tütün ve bakliyatgiller gibi) yaşanan daralma oldukça yüksektir. Bu ürünlerin
küçük üreticilerin yoğun olarak ektiği ürünler olması ayrı bir önem arz etmektedir.
Tersinden sanayi ürünü olan birçok ürünün de ekim alanları da artmıştır. Mısır
(dane) ekim alanı on misli artarken, çeltik % 300,Ayçiçeği % 9.5, Üzüm % 9,
Zeytin % 51.1, meyveler (zeytin ve turunçgiller hariç) % 1.2 oranında
artmıştır. Bu ürünler, sanayi ürünü olup meyveler dışındaki ürünlerin üretim
maliyeti yüksek endüstriyel tarımı gerektirmektedir.
Yoksul T. Kürdistanı’nda bu ürünlerin ekim alanlarındaki
artışı, ürün deseninin sanayi ürünleri lehine değiştiğini göstermektedir. Bu
değişimde küçük üreticiler daha çok meyveciliğe yönelirken maliyeti yüksek
sanayi ürünlerinin ekimi büyük üreticilerin elinde toplanmaktadır. Endüstriyel
tarım yapacak ekonomik gücü olmayan küçük köylülük mecburen meyveciliğe
yönelmekte veya mülksüzleşmektedir. Ekim alanlarındaki daralmayı diğer bölgeler
ile karşılaştırdığımızda T. Kürdistanı’ndaki durumun daha ağır olduğu
görülecektir. Türkiye’de arpa ekim alanı % -14.4 azalırken Patates % -29.5,
Kuru bakliyatgiller % -38.2 Şekerpancarı % -7.8, Tütün % -58.7 oranında daralma
olmuştur. Tarım alanlarındaki seçilmiş ürünlerin ekim alanlarının daralması hem
Türkiye hem de T. Kürdistanı’nda yaşanırken, oranlara bakıldığında T.
Kürdistanı’ndaki oranların daha fazla olduğu görülür. En bariz fark
şekerpancarı ekim alanlarındadır. T. Kürdistanı’ndaki daralma Türkiye’deki
daralmadan dört kat daha fazladır. Bu emperyalist tarım politikalarının bir
sonucuyken durumu ağırlaştıran bir başka etken de batıdaki küçük üreticilerin
sınırlı düzeyde de olsa devlet desteklerinden yararlanıp, banka kredilerine
ulaşabilirken, T. Kürdistanı’ndaki küçük köylülüğün aynı olanaklardan
batıdakiler kadar bile yararlanamamasıdır. Ekim alanlarındaki daralma doğrudan
üretim düzeyine de yansımıştır. 2001- 2010 dönemi ekim alanı daralan üretim
miktarı da düşmüştür. Arpa üretimindeki düşüş % -39,4 olurken, Kuru
bakliyatgiller % -15.5, Şekerpancarı % -12.2 ve Tütün % -80 oranında düşmüştür.
Bu düşüş doğrudan T. Kürdistanı ekonomisine yoksulluk olarak yansımış ve
şehirlere göçü tetiklemiştir. Zira, tarım dışında alternatifi olmayan tarımda
da ürettiğinden yararlanamaz ve üretemez hale getirilen yoksul Kürt köylüleri
için göç dışında çıkar bir yol kalmamış Wân, Amed, Riha şehir nüfusu hızla
azalmıştır. Bu durum sadece T. Kürdistanı’nda emperyalist tarım politikalarının
sonucunu aktarmıyor.Aynı zamanda yayla yasaklarının, köy boşaltmalarının,
dağların, meraların bombalanmasının, ormanların yakılmasının sonucunu da
gösteriyor.
Partizan/132
Coğrafi olarak dağlık olan dolayısıyla bitkisel üretimden
çok hayvancılığa elverişli olan T. Kürdistanı’nda hayvancılığın (et, süt,
yumurta üretimi, canlı hayvan satımı vb.) önemli oranda azaldığı hayvancılığın
terk edildiği de görülmektedir. Sürü hayvanlığında ilk sırada gelen koyun
(davar) T. Kürdistanı’nda % -75.8 gibi oldukça yüksek bir oranda azalmıştır. Bu
oran koyunculuğun bitme noktasına gelmesi ile eş anlamlıdır. Besi hayvancılığı
et ve süt üretiminde önemli bir yeri olan büyük baş hayvancılığında da yaşanan
düşüş bölge açısından oldukça yüksek düzeydedir. Beyaz et ve yumurta üretimi
için yapılan kümes hayvancılığındaki düşüş % -40.6 gibi oldukça yüksek bir
orandır. Yük hayvanı olarak kullanılan at, katır, eşek sayısındaki azalma %
-45.7’ye ulaşarak neredeyse yarı yarıyadır. Tüm bu azalmalar, T.
Kürdistanı’ndaki hayvancılıkla uğraşan köylülüğün özellikle elindeki hayvanları
kesme veya satma yöntemiyle giderek tasfiye olduğunu göstermektedir.
Hayvancılık ile doğrudan ilintili, yem, yün dokuma, kasap gibi yan sektörlerin
olumsuz etkilenmesinin yanında sayısı on binleri aşan Kürt köylülerinin
yoksullaştırılması söz konudur. Bu durumu daha çarpıcı kılan T.
Kürdistanı’ndaki hayvan varlığının, Türkiye ile karşılaştırıldığında ortaya
çıkan tablodur. T. Kürdistanı’nda hayvancılıkta düşüş yaşanırken Türkiye’de
artış söz konusudur. Örneğin kümes hayvanları sayısında T. Kürdistanı’nda %
-40.6 düşüş yaşanırken Türkiye’de ise % 7.1 oranında artış olmuştur. Hem
Türkiye hem de T. Kürdistanı’nda yaşanan düşüşlere bakıldığında koyun
sayısındaki azalma dikkat çekmektedir. Koyun varlığı Türkiye’de % -14.4
azalırken, T. Kürdistanı’nda % -75.6 oranında azalmıştır. Aradaki fark 5
kattır. Dolayısıyla tasfiye politikalarının T. Kürdistanı’nda afete
dönüştüğünün bilgisidir. Bir bütün tarım alanında izlenen tasfiye politikaları,
T. Kürdistanı’ndaki tarımsal üretimi küçük üreticiler açısından felç ederken,
yoksul Kürt halkının en önemli geçim kaynağı elinden alınmış, hızla
mülksüzleştirilmiştir. T. Kürdistanı’nın tarım ve sanayi yapısı ilhak edilmiş
topraklar üzerindeki sömürünün boyutunu gösteriyor. Bölge, coğrafi özellikleri,
hammadde kaynakları, tarım arazileri bakımından oldukça zengin olmasına karşın
hem tarım hem de sanayi sektöründe bölgeler arasında son sırada yer alıyor.
Bu durum devasa bir işgücü açığa çıkarırken aynı zamanda bu
işgücünü emecek bir istihdam alanı olmaması sebebiyle yüksek oranda işsizlik,
dolayısıyla yedek sanayi ordusu oluşuyor. Şehirlerde yaşayan nüfus ile birlikte
son 15 yıllık dönemde tarımsal alandan koparak Kürt illerine yığılan köylü
nüfusu, istihdam düzeyi oldukça düşük olan Partizan/133 bölgenin işsizlik
oranını yükseltmiştir. 2012 yılına ait TÜSİAD’ın hazırladığı rapora göre T.
Kürdistanı’ndaki işsizlik oranı % 40’tır. Çalışılabilir nüfusun yarıya
yakınının işsiz olduğu T. Kürdistanı’nda emek gücünün batıya doğru göçü söz
konusudur. Kürtlerin bu göçü batıda ucuz işgücü olarak kullanılmaktadır. Büyük
şehirlerden tekstil atölyeleri, inşaat, sebze hali, hamal, işporta gibi emek
yoğun sektörlerde düşük ücretlerle çalıştırılan Kürtler aynı zamanda
güvencesiz, esnek ve taşeronluğun yoğun olduğu ağır işkollarında
çalıştırılıyor. İş, aş ve gelecek kaygısıyla batıya göçen veya sadece çalışmak
için gelen Kürt işçilerin emeği değersizleştirilerek artı-değersömürü
yoğunlaştırılıyor. Tüm bunların yanı sıra Kürt işçiler ırkçı, şoven ve milliyetçi
baskı ve linçe varan saldırılar altında yaşamak zorunda bırakılıyor. Çalışacak
iş alanlarının yetersiz olduğu bölgede Kürtler mevsimlik işçilik yaparak
geçimini sağlamaya çalışıyor. Kimi kaynaklara göre Türkiye’de mevsimlik işçi
olarak çalışan nüfuz 1 milyon civarında. “Bugün Kürdistan topraklarında 25
milyon mevsimlik işçi yılın 6 ayı veya daha fazla Ege’ye, Karadeniz’e ve
Akdeniz’e çalışmaya gidiyor.” (Yaraşır, 2014, 356) Her yıl kamyon kasalarında,
minibüslerde ve traktör römorklarında sıkış tıkış taşınarak, yollara saçılan
cansız bedenleriyle gündem olmanın dışında bir haber değeri taşımıyorlar!
Güneşin altında 15-16 saate varan çalışma koşuluna karşın oldukça düşük ücret
veriliyor. Kadın işçiler erkeklerle aynı işi yapmalarına karşı daha düşük
ücretle çalıştırılıyor. 16-18 saat çalışmanın ardından, kadınlar bir de ev
işlerinin tamamını (temizlik, yemek, çocuk, bakımı vs.) yapmak zorunda kalarak
iki kez sömürülüyor.
Oldukça düşük olan ücretten “dayıbaşı”, “elçi” denilen
mevsimlik işçilere iş bulan aracılara da belli miktarda komisyon bedeli
kesilerek ücretler daha da düşürülüyor. Karın tokluğuna eş değer hale geliyor.
Yoğun artı değer sömürüsü ile mevsimlik işçiler asgari ücretin bile altında
yaşamak zorunda bırakılıyor. Hiçbir sosyal hakları-güvenceleri olmayan
mevsimlik işçiler aynı zamanda yılın dokuz ayı ilden ile tarladan tarlaya
çalışmak için yollara düşerken gittikleri yerde konaklama, barınma, beslenme,
sağlık gibi sorunlarla da baş başa bırakılıyorlar. Dere kenarlarına çadır
kurarak yaşamak zorunda bırakılan mevsimlik işçiler, hem iş hem de yaşam
koşulları bakımından dünyanın yükünü sırtlarında taşıyor. İşverenler hiçbir
sorunla ilgilenmediği gibi belediyeler de mevsimlik işçilerin yaşadığı
sorunlara, sıkıntılara kayıtsız kalıyor. Tüm bunların yanı sıra mevsimlik
işçiler ırkçı-şoven- milliyetçi saldırılarla birlikte dışlanma, horlanma gibi
ulusal baskının en koyu biçimiyle eziliyor. Özellikle ulusal hareketin
eylemleri sonrası yaratılan milliyetçi dalga anında linç olarak saldırıya
dönüşüyor. Vali ve kaymakamlar işçileri şehir içine almama, şehir dışına sürme
insani ihtiPartizan/134 yaçlar için dahi sınırlı sayıda işçinin şehre girmesine
izin verme gibi binbir türlü saldırı sırf Kürt oldukları için mevsimlik
işçilere yöneliyor. Kürt halkını, kendi topraklarından kopartıp batıda, başka
bir ülkede çalışmaya ve yaşamaya mecbur bırakan olgu, T. Kürdistanı’nda
istihdam olanaklarının yaratılmaması ve yaratılmasına izin verilmemesidir. Türk
hâkim sınıfları ezen ulus olarak ezilen ulus üzerinde işsizliği ekonomik ve
ulusal baskı aracı olarak kullanması nedeniyle bu sorunun devamından yanadır.
İşsizlik T. Kürdistanı’nda dün olduğu gibi bugün de en büyük
sorunlardan biridir. Dünden farklı olarak, sorunun daha ağır yaşam şartları
oluşturmasıyla birlikte katmerleşmesidir. Bu durum rakamlara dolaysız olarak
yansırken var olan tabloyu da gözler önüne sermektedir. Wan Ticaret ve Sanayi
Odası’nın TÜİK’den aktardığı 2010 yılı verilerine göre 26 alt bölgenin çalışan
sayılarının Türkiye toplamı içindeki payında Ağirî, Qers, İdîr, Erdexan, Wan,
Mûs, Betlis, Colemêrg, Erzeron, Erzingan, Mêrdîn, Elîh, Sêrt, Şirnex % 1’e dahi
ulaşamamıştır. Meletî, Elaziz, Çewlig, Dersim, Riha ve Amed % 1’lik payı biraz
geçerken, sadece Dilok, Semsûr ve Kilis % 2.15 paya sahiptir. Batı bölgelerinin
ilk sırada yer aldığı bu TÜİK verileri T. Kürdistanı’na iş gücünü istihdam
edecek alanlarının çok yetersiz olduğu anlamına geliyor. Çalışan sayıları
bakımından Türkiye toplamı içinde 14 Kürt ili % 1’in altında paya sahipken tek
başına Ankara’nın payı % 8.55 oranıyla 26 alt bölge arasında ilk sırada yer
alıyor. Bu durum, 90 yıllık TC tarihinde, T. Kürdistanı’nın üzerindeki
artı-değer sömürüsünün ve yedek sanayi ordusu haline getirmenin özetidir.
1980’li, 1990’lı yıllarda sanayi sektörünün yarattığı açığı belli oranda tarım
sektörü kapatıyordu, bugün durum çok daha farklı bir boyuttadır. Sanayi ve
tarım sektörü T. Kürdistanı’nda işsizlik sorununa çare olmaktan ziyade tarımsal
üretimden kopmalar yaşatarak işsizler ordusuna yenilerini katıyor. Hizmet
sektörünün mevcut durumu işsizlik oranını düşürecek yapıda değildir. T.
Kürdistanı’ndaki gelişim düzeyi de oldukça yetersizdir. Yaşamak ve geçim
sağlamak için Kürtler enformel sektörler dışında kaçağa gitmektedir.
T. Kürdistanı’ndaki
bir bütün sosyo-ekonomik durum göz önüne alındığında, işsizlik sadece işsizlik
değildir! Yaşam koşullarının daha da ağırlaşması, kendi köklerinden-toprağından
koparak, başka ülkeye (batıya) göçmektir aynı zamanda. Bu sorunu en ağır
biçimde yaşayan Kürt illeri Elih, Mêrdîn, Sert, Şirnex, Amed ve Riha’dır. 81 il
içinde en yüksek işsizlik oranında ilk altı il bu Kürt illeridir. Geriye kalan
18 Kürt ilindeki işsizlik oranı ise % 5.89 ile % 11.7 arasında değişmektedir.
11 Kürt ili, 81 il içinde işsizlik oranı en yüksek ilk 20 ilin arasında
Partizan/135 da yer almaktadır. Bu da T. Kürdistanı’nın bölgeler arası işsizlik
oranında ilk sırada olduğu anlamına gelmektedir. İşsizlik, T. Kürdistanı’nın
yaşadığı değil, T. Kürdistanı’na yaşatılan bir sorundur. T. Kürdistanı
sosyo-ekonomisinde sanayiden tarıma, tarımdan hizmet sektörüne mevcut durum
üretimden tüketime her şeyi ile TC ekonomisine bağımlı halin, ilhak ve sömürü
gerçekliğinin ayan beyan görünmesidir. Ulusal baskı kapsamında her şeyin
Kürtlere reva görüldüğü, inkâr ve imhaya uzanan baskının yer yer “Kürt
kardeşlerim” söylemiyle asimilasyon boyutuna dönüşen, her daim zihinlerde diri
tutulan tekçi düşüncelerin en yalın biçimde görüldüğü yer sosyoekonomik
yaşamdır. Türk hâkim sınıfları, T. Kürdistanı üzerinde ulusal pazar hak iddialarından
mütevellit bölgeyi kapitalist sermayenin azami kâr alanı haline getirme
kapsamında yapılan projeler içinde Güney DoğuAnadolu Projesi (GAP) önemli bir
yere sahiptir.
GAP, planlı ekonomiye geçiş döneminde gündeme gelmiş, 1961
yılında Fırat nehri ile sınırlı olarak toprak ve su kaynakları geliştirme
projesi olarak başlatılmıştı. Sanayinin batıda dahi yeni geliştiği bu dönemde
GAP’ın toprak ve su kaynaklarıyla sınırlı kalması tarım ağırlıklı üretim
dolayısıyla toprak ağalarını zenginleştirmeye dönük proje olduğunu
göstermektedir. İlk adım olarak 1964 Fırat Havzası İstikşaf Raporu ve 1966Aşağı
Fırat İstikşaf Raporu ve aynı şekilde Dicle nehri için rapor düzenlendi. Bu iki
rapor1968’de birleştirilerek ortaya GAP çıkartıldı. “Toplam 75 bin km2 alanı
kapsayan GAP, Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde yapımı ön görülen baraj,
hidroelektrik santralleri ve sulama tesislerinin yanı sıra tarımsal altyapı,
sanayi, eğitim, sağlık ve başka sektörlerin gelişimi ve hizmetlerini kapsayan
çok yönlü bir projeler demetidir. GAP kapsamında enerji ve sulama amaçlı 13
büyük proje ile Fırat ve kolları üzerinde 14 baraj ve 11 HES; Dicle nehri ve
kolları üzerinde 8 baraj ve 8 HES olmak üzere [toplam – PZN] 22 baraj ve 19 HES
yapımı planlanmıştır.” (Oral; 2013, 435). Dilok, Semsûr, Riha, Amed, Mêrdîn,
Elih, Sêrt, Şirnex ve Kilis olmak üzere 8 Kürt ilini kapsayan GAP, T.
Kürdistanı’nın tarım, su, maden, gibi doğal kaynaklarının çevrelendiği alanı,
sömürü ve talana açma projesidir.
GAP bölgesinin sınıra yakın, coğrafi olarak düz bir arazi
olması meta dolaşımı açısından da ayrıca bir önem taşıyor. GAP bölgesi başta da
aktardığımız gibi emperyalist sermaye ve komprador Türk sermayesinin, sermaye
birikim süreci açısından gelinen aşamada bir ihtiyaç olarak gerekliliği daha
fazla duyumsanmaktadır. Bunun en bariz örneği GAP’ın hedeflenen aşamaya
ulaşamayıp henüz tamamlanmamış olmasına rağmen tamamlanan, sömürü ve talana
açılan kısımlarına kapitalist sermayenin akın etmesidir. Partizan/136 2009
verilerine göre GAP bölgesinde bulunan 100’e yakın firmanın % 36’sı Irak, %
18’i Suriye, % 5’i ABD, % 3’ü İran, % 23’ü de İtalya, Avusturya, Bulgaristan,
İspanya, Rusya ve Yunanistan firmasıdır. Bunların dışında 67 İsrail şirket, ABD
tahıl tekeli Cargill, İngiliz ve Fransız firmaları gibi emperyalist tekeller;
Koç Grubu, Tikveşli, Yaşar, Toprak, Pınar, Ceylan, Yimpaş gibi komprador Türk
sermayesi gıda, teknopark, dokuma, depolama, hayvancılık gibi birçok alanda
yatırım yaparak sömürü çarkını döndürüyor. GAP ile kamuoyunda yaratılan halenin
ardında, sömürü çarkını sonsuz döndürmek olduğu saklanamayacak kadar yalın ve
somuttur. Bu, projenin idari şekli ve yürütülüşünde de görülmektedir. 26 alt
bölgenin üçü GAP’ta bulunuyor. Her alt bölge için bir kalkınma ajansı kuruldu.
Dilok, Semsûr, Kilis alt bölgesi; İpek Yolu Kalkınma Ajansı, Amed-Riha alt
bölgesi; Karacadağ Kalkınma Ajansı ve Elih, Mêrdîn Sêrt, Şirnex alt bölgesi;
Dicle Kalkınma Ajansı. GAP ajanslar üzerinden yürütülen proje doğrudan
bakanlarını komprador kapitalistlerin belirlediği “250 kişilik kadrosu ve 50
milyon TL ödeneği olan” (Sönmez; 2012, 18) bir projedir. Dolayısıyla T.
Kürdistanı zenginleştirme değil sermaye birikimi ve azami kâr
gerçekleştirmenin, hakim sınıfları zenginleştirmenin projesidir.
AKP iktidarı İşsizlik Fonu’ndan 2008-2011 döneminde 9 milyar
TL’ye yakın kaynağı çekip aldı. İşsizler için, işsizlikle mücadele için
oluşturulmuş fonun kaynakları çekilip alınırken gerekçenin adı “GAP
yatırımlarıydı”. (age, 18). GAP üzerinden yapılan sömürü sadece komprador Türk
sermayesiyle sınırlı değil aynı zamanda bunlara yedeklenen Kürt burjuvazisi ve
toprak ağaları da katılmaktadır. Ulusal baskı altında ezilen Kürt burjuva ve
toprak ağalarının, söz konusu azami kâr hırsı olunca diğer tüm duyguları
bastırarak, ezen ulus burjuvazisine yedeklenip pastadan pay kapma telaşına
kapılması da sınıfsal karakterlerine ters değildir. 40 yıllık geçmişiyle GAP’ın
yoksul Kürt halkına bir faydası yoktur. Tam tersi bir durum söz konusudur. 2001
tarım sayımına göre toprak temerküzünün en yoğun olduğu yer GAP bölgesidir. Toprakların
% 59.3’ü büyük işletmelerin (201dekar ve üzeri) elinde % 40.7’si küçük ve orta
büyüklükte işletmelerin (200 dekar kadar olan) elinde bulunuyor.
Tarım sayımında bugün
geçen süre içinde, T. Kürdistanı’nda tarımın genel durumunu aktardığımız
bölümden de anlaşılacağı üzere, toprak dağılımındaki durumun büyük üreticiler
ya da toprak ağaları lehine olduğunu tahmin etmek zor değildir. GAP, toprak
dağılımındaki mevcut uçurumu kapatacak bir proje olmayıp bu uçurumu
derinleştiren bir projedir. Geleneksel tarımdan endüstriyel tarıma evriliş,
küçük üreticilerin endüstriyel tarım yapacak ekonomik Partizan/137 gücünün
olmaması toprağın temerküzünü hızlandıran bir etkiye sahiptir. GAP Bölge
Kalkınma İdaresi Başkanlığı’nın Harran Ovası ürün deseni üzerine aktardığı
veriler GAP bölgesindeki tarımsal üretimin değişim seyrini göstermektedir. Bu
verilere göre 1995 yılında tarımsal üretimde hububatın payı % 13.8’e düşerken
pamuk % 82.9’a yükselmiştir. 2009 yılında hububat (% 50) ile pamuk (% 48)
payları dengelenirken, mısır üretimi % 7’den (2004’te) % 27’ye çıkmıştır. Ürün
desenindeki bu dalgalanma, sanayi ürünü olan pamuk ve mısır üretiminin artması,
GAP kapsamında sulu tarıma geçiş, ürün kalitesi ve verimindeki artış
nedenlidir. Büyük toprak sahiplerinin daha çok kâr sağladığı sanayi ürünlerine
dolayısıyla endüstriyel tarıma yönelmesi söz konusudur. Küçük üreticiler
geleneksel tarıma devam ederken endüstriyel tarımla elde edilen kalite ve verim
karşısında ezilerek üretim dışına itilmiş ve mülksüzleştirilmiştir. GAP’ın Kürt
halkına yarattığı sorunlardan birisi de işsizliktir.
GAP bölgesinin sermaye yatırımıyla bölge halkına istihdam
alanı yaratacağı, işsizliğin ve yoksulluğun sorun olmaktan çıkacağı edebiyatı
her fırsatta tekrarlandı. Fakat yarım asırlık GAP tarihinde işsizlik sorununda
değişen tek şey işsizlik oranının yükselmesidir. 2008 yılında Dilok, Semsûr ve
Kilis’te işsizlik oranı % 16.4’ken, tarım dışı işsizlik % 21.3’e çıkmaktadır.
2013 yılında işsizlik % 7.3, tarım dışı işsizlik % 8.5 oranındadır. 2008’den
2013’e bir düşüş söz konusuyken bu sadece üç ilin ortalamasıyla sınırlıdır.
Riha ve Amed’de 2008 yılı işsizlik oranı % 14.1, tarım dışı işsizlik % 16.9
olurken 2013 yılında işsizlik % 17.9, tarım dışı işsizlik % 20.8’e
yükselmiştir. Mêrdîn, Elih, Şirnex ve Sêrt’te 2008 yılında işsizlik % 17.4
tarım dışı işsizlik % 20.9 iken, 2013 yılında işsizlik % 21.1’e, tarım dışı
işsizlik % 22.7’ye yükselmiştir. İşsizlik oranlarındaki yukarıya doğru
dalgalanma sermaye akışıyla doğrudan ilintilidir. Dilok, Semsûr ve Kilis’te işsizlik
oranının aşağı doğru dalgalanması, GAP bölgesine yatırım için gelen sermayenin
azami kâr açısından Dîlok’u en güvenilir pazar olarak görmesine dayalıdır.
Açıktır ki GAP, bölgenin işsizlik sorununa çözüm olmaktan çok uzaktır.
Edebiyatı yapılan istihdam alanı şehir efsanesinden ibarettir. GAP’ta saklı
olan bir diğer gerçek ise KUH’un mücadelesini kırma kapsamında, barajların
özellikle gerillanın geçiş bölgelerine yapılması, baraj bahanesiyle köylerin
boşaltılmasıdır.
GAP’ın tam randımanlı hale getirilmesinin,sermaye yönelimi
için sorunsuz güvenli bir bölgeye dönüştürülmesinin KUH’un mücadelesinin
bitirilmesiyle mümkün olacağı düşüncesi Türk hâkim sınıflarının esas
gündemlerinden biridir. Bugün T. Kürdistanı sokaklarının tanklarla, füzelerle
dövülmesi, “haritadan silme” naralarının atılması bu “ulvi düşüncenin” vücut
bulmuş halidir. GAP ilhak ve sömürünün, inkâr ve imhanın devam projesidir.
Partizan/138 T. Kürdistanı’nda Göç Gerçekliği Ulus-devletlerin kuruluş
dönemlerinde göç, ekonomik boyutunun dışında bir de ulusal nitelik kazanmıştır.
Ezen ulusun ekonomik ve politik baskıları, askeri yöntemlerle birleşerek ezilen
ulusu sürgün ve tehcir biçimleri de dahil zorunlu göçe tabi tuttu.
Ulus-devletleşme, burjuvazinin kendi pazarına hâkim olma süreci tüm örneklerde
katliam ve soykırımla tamamlanmıştır. Tarih ulus-devletleşmenin en kanlı ve
vahşi yöntemlerle tamamlanışını TC devletinin kuruluş dönemiyle yazmıştır.
İnkâr ve imha TC devletinin kuruluş döneminde Ermeni ve Rumlarla başlamış bu
gün Kürtlerle devam etmektedir. “Ho’ları bitirdik sıra lo’lara geldi” diyen
zihniyet, JÖH, PÖH, Esedullah Timi olarak T. Kürdistanı sokaklarında kan
kusturuyor. Kürtler asırlardır kendi topraklarından göçertiliyor. 90 yıllık TC
tarihinde de yaşanan-yaşatılan farklı değildir. Yoksul bırakılarak,
köyleri-evleri yakılıp yıkılarak, asit kuyularına atılarak, gözaltında
kaybedilerek, sokak ortasında infaz edilerek ve daha akla hayale sığmayan (Amed
zindanlarındaki işkenceler gibi) faşist yöntemlerle Kürtler köklerinden
kopartıldı, koparılmaya da devam ediyor. Göç, Kürtlere dayatılan inkar, imha ve
asimilasyonun bir başka adıdır. Kürtlere dayatılan kendi toprakları dışında
yaşamlarını sürdürmeleridir. İstatistiklere “doğulu göçmen” olarak geçen 9.3
milyon Kürt, doğduğu topraklarda yaşayamıyor. Kürtler en çok İstanbul’a
göçerken (% 38.7), İstanbul’u İzmir, Ankara, Adana, Bursa ve Mersin izliyor.
2007-2012 yılları arasında 2 milyon Kürt aynı nedenlerden
dolayı batı illerine göç etmek zorunda kaldı. TÜİK’in 2013 verilerine göre en
çok göç veren ilk on ilin 7’si (Agiri, Qers, Erdexan, Mûş Erzerom, İdir ve
Bedlis) Kürt ilidir. İlk 20 il içinde ise 14 Kürt ili bulunmaktadır. GAP
bölgesinin hiçbir ayrıcalığı olmayıp en çok göç veren Kürt illeri (Amed, RİHA,
Mêrdîn, Semsûr, Sêrt) bu bölgede bulunmaktadır. 2008 yılında GAP bölgesinden
55.7 bin kişi göç ederken, 2013 yılında 46.3 bin kişi, 2014 yılında da 50.6 bin
kişi göç etmiştir. Bölgeler arası göç rakamları karşılaştırıldığında en çok göç
veren bölgeler T. Kürdistanı, Batı Karadeniz ve İçAnadolu bölgesidir. 2008
yılında T. Kürdistanı 153.6 bin kişi göç verirken, 2014 yılında 140.5 bin kişi
göç etmiştir. GAP için yapılan ekonomik gelişim yalanını geçersiz kılan bu
rakamlar aynı zamanda göç olgusunun kronik bir sorun olduğunun kanıtıdır. T.
Kürdistanı’ndaki göç sorununun boyutu doğurduğu sonuçlar açısından da bölgeyi
olumsuz etkilemektedir. Göç sadece bir nüfus hareketi veya dalgalanması
değildir. Ekonomik, sosyal ve siyasal sonuçları olan toplumsal bir sorundur. Bu
sorunu en yakıcı biçimde T. Kürdistanı yaşamaktadır. Partizan/139 Göçün
ekonomik sonuçlarının başında nitelikli-vasıflı işgücü, belli boyutuyla Kürt
sermayesi, toplumsal emeğin parçası olan bilgi-deneyim de nüfusla birlikte
batıya göçmektedir.
T. Kürdistanı’nı
ekonomik olarak geliştirecek olan bu temel birimler TC ekonomisine dâhil
olmaktadır. Kürt sermayesi batıda yatırıma yönelirken Kürt işçileri de emek
yoğun sektörlerde ucuz işgücü olarak kullanılmaktadır. Dolaysız olarak Kürt
sermayesi ve işgücünün, komprador Türk sermayesinin birikim sürecine dahil
olması söz konusudur. Şu bir gerçek ki ulusal baskının boyutuna göre T.
Kürdistanı’ndan batıya ilk göçen Kürt sermayesidir.Azami kâr hırsı Kürt
sermayesi içinde hükmünü sürdürmektedir. Bu ulusal baskıya tamamıyla boyun
eğdiği anlamı taşımasa da, sermaye birikimi olarak kendi pazarına sahip
çıkacak, Türk sermayesiyle baş edecek güçte olmayışın yarattığı çıkmazın bir
sonucudur aynı zamanda. Ulusal baskından en çok etkilen yoksul Kürt halkı, emek
gücünü de batıya taşırken dolaysız olarak gerçekleşen olgu, T. Kürdistanı’nın
nitelikli vasıflı iş gücünden yoksun kalmasıdır. Büyükşehirlerin varoşlarında
kıt kanaat geçinmek sorunda kalan Kürtlerin bir kısmı fabrikalarda iş bulurken,
önemli bir kısmı enformel sektörde çalışmaktadır. İş bulamayanlar ise yedek
sanayi ordusuna katılmaktadır. Göçle birlikte emek piyasasında işgücü arzının
artması, emeği değersizleştirerek ücretleri aşağı çeken bir sonuç
doğurmaktadır. Dolayısıyla şehirde hızla mülksüzleşen Kürtler tüm sektörlerde
ucuz emek gücü olarak kullanılmaktadır. Her iki durum da Türk hakim sınıfları
açısından ulusal baskı kapsamında istenilen sonuçlardır. Kürt burjuvazisinin
komprador Türk sermayesine yedeklenmesi esas amaçlardan biridir. Kürt
sermayesinin güçlenip kendi pazarına hakim olmak istemesi Türk sermayesiyle
rekabet edecek birikime ulaşması Türk hakim sınıfların kabusudur. Bu nedenle
Kürt burjuvazisi üzerine hem ekonomik hem de ulusal baskı en koyu biçimiyle
uygulanır. Tansu Çiller’in Başbakan olduğu dönemde “Elimizde PKK’ye destek
veren Kürt işadamlarının listesi var” demesinin özünde Kürt sermayesi üzerinde
baskının artırılması vardır. Göçertme, sınıfsal ve ulusal baskıyı
derinleştirmenin, inkar ve imhanın, bir ulus olarak var olma koşullarını
ortadan kaldırmanın, asimile etmenin, ulus-devleti tam anlamıyla inşa etmenin,
ulusal uyanışı buna paralel mücadele ve ayaklanmayı soluksuz bırakmanın politik
aracı olarak kullanılmaktadır. Yıllardır uygulanan bu ırkçı şoven milliyetçi
politikayla gelinen aşamada TC devletinin istediği sonucu ulaşamadığı, Kürt
halkının katliamlara rağmen sokakları boş bırakmamasında, gittiği her yere
direnişi de götürmesinde görülmektedir.
Partizan/140
Ekonomik Krizler ve
Türkiye Kürdistanı İlhak edilmiş topraklarda temel birimlerde aktarıldığı gibi
bölgenin ekonomisi de ilhak altındadır. Dolayısıyla TC ekonomisinin istikrarsız
hali doğrudan T. Kürdistanı’na yansımaktadır. Zira bölge ekonomik ve sosyal
gelişmişlik göstergelerin her birinde son sırada yer alıyor. Bölgeler bazında
değerlendirildiğinde T. Kürdistanı ekonomisinin kriz hali kroniktir. Bir kısım
Kürt iş insanının dışında ekseri GAP bölgesi ile sınırlı olarak emperyalist
sermaye ve komprador Türk sermayesinin yaptığı yatırımlar T. Kürdistanı
ekonomisini ayakları üzerine dikmeye yetmiyor. Ulusal mücadelenin savaşa
dolayısıyla meta kıyımına döndüğü son bir yılda T. Kürdistanı ekonomisi yerle
bir edildi.
2008 ekonomik krizi ile 2015’te savaşın yeniden kızıştığı
döneme kadar izleyen süreçte T. Kürdistanı ekonomisinde dalgalanmalar söz
konusudur. TC ekonomisindeki istikrarsızlığın yansımasıyla birlikte
kapitalizmin dünya çapındaki yapısal krizinin etkileri T. Kürdistanı’nda yıkıcı
sonuçlar doğurmaktadır. Ekonomik kriz dönemlerinde kapitalist sermaye azami
kârı koruyacağı, krizi fırsata çevireceği krizden uzak güvenli bölgelere
yönelir. Dolayısıyla yatırım yapılan bölgelerde krize rağmen ekonomik canlanma,
göreceli iyileşme-gelişim sağlanır. Fakat bu kalıcı istikrar yerine kalıcı
istikrarsızlık yaratır. Başka bir ifadeyle ekonomik kriz bölgelere taşınmış
olunur. 2008 ekonomik krizi döneminde T. Kürdistanı ekonomisi benzer bir durum
yaşamıştır. Mevcut haliyle kriz içinde olan bölgeye GAP ile sınırlı olsa da
sermaye akışı söz konusudur. 2007 yılında GAP bölgesine 181 Teşvik Belgesiyle
(TB) 738 milyon TL yatırım yapılırken, 2008 yılında 3’ü yabancı sermaye 234 TB
ile 1.2 milyar TL yatırım yapıldı. 2009 yılında TB 217’ye yatırım tutarı 1
Milyar TL’ye düşerken 2010 yılında 7’si yabancı sermaye 548 TB ile 2.3 milyar
TL yatırım yapıldı. 2011 yılında TB 418’e düşmesine rağmen yatırım tutarı 3.3
milyar TL’ye çıkmıştır. 2012 yılında 10’u yabancı sermaye 525 TB ile 4.9
yatırım yapılmıştır. Kriz döneminde GAP bölgesine yönelen sermaye krizden kaçan
bölgeye azami kârını korumak için yönelen sermayedir. Bu sermaye akışına
paralel T. Kürdistanı’nda sektörlerin katma değer oranı artmıştır. Genel
görünüm T. Kürdistanı ekonomisinde bir “canlanma” ve “gelişme” olduğu yöndedir.
Fakat emperyalist sermaye hareketine bağlı TC ekonomisinin
istikrarsız yapısında olduğu gibi TC devletinin ilhakı ve sömürüsü altındaki T.
Kürdistanı ekonomisindeki bu “gelişme” de istikrarsızlığın kendisidir. Krizin
T. Kürdistanı’na taşınmasıdır. Türk egemen sınıfları T. Kürdistanı’nda sömürüyü
artırarak krizi fırsata çevirmektedir. Krizin ağır ve yakıcı etkisi yerini göreceli
düzlemeye bıraktığı dönem de kapitalist sermaye T. Kürdistanı’ndan çekilmeye
Partizan/141 başlamıştır. 2013 yılında 729 şirket yatırım yaparken 2014 yılında
yatırım yapan şirket sayısı 398’e, bir önceki yılın neredeyse yarısına
düşmüştür. Ekonomik kriz dönemlerinde egemen sınıflar, krizin faturasını işten
atma, ücretleri düşürme, temel tüketim maddelerinde zam yapma ve vergi
artırımlarıyla emekçi yoksul halka kesiyor. Alım gücü iyice düşen emekçi
halkımızın cebindeki üç kuruşa da el konularak iyice yoksullaştırıyor. Bu
yoksullaştırma T. Kürdistanı açısından yoksulunda yoksulu olma gibi daha ağır
bir hal alıyor. İşsizlik yoksulluğa, yoksulluk açlığa dönüşerek yaşam
koşullarını, Kürtler için çekilmez hale getiriyor. 2009 yılı verilerine göre T.
Kürdistanı’nda 13.2 milyon olan nüfusun 7.6 milyonu, yani yarısından fazlası
yoksulluk sınırında yaşanmaktadır. Bölgeler arası karşılaştırma yapıldığında T.
Kürdistanı’ndaki yoksulluğun boyutu daha açık görülmektedir.
Marmara’da 2.6
milyon, Ege’de 2.4 milyon,Akdeniz’de 1.9 milyon insan yoksulluk sınırında
yaşıyor. Bu üç bölgede toplam 6.9 milyon insan yoksulluk sınırında yaşarken T.
Kürdistanı’nda yoksulluk sınırında yaşayan insan sayısından daha azdır. Batıda
yoksulluk sınırında yaşayan insanların önemli bir kısmını T. Kürdistanı’ndan
sürgün edilen Kürtler olduğu düşüldüğünde, Türkiye genelinde yoksulluk
sınırında yaşayan insanların büyük bölümü emekçi yoksul Kürt halkından oluştuğu
ortaya çıkmaktadır. Ekonomik krizlerin yarattığı önemli sorunlardan biri de
ırkçılığı-milliyetçiliği, şovenizmi hızla artırmasıdır. Ulusal farklılıkların
olduğu ülkelerde ırkçılıkşovenizm ezen ulusun elinde ezilen ulusal yönelik daha
etkin kullanılan bir baskı-saldırı aracına dönüşmektedir. Krizin işsizliğin,
yoksulluğun her şeyin nedeni ezilen ulus olarak gösterilerek milliyetçilik
kışkırtılıyor. Ezilen ulusun yaşadığı bölgelere hizmet ve sosyal yardımların
kesilmesi, ezilen ulusa mensup işçilerin işten atılması, işimizi-ekmeğimizi
elimizden alıyorlar edebiyatı gibi onlarca ırkçı şovenist yaklaşımlarla ezilen
ulus üzerindeki baskı ayrıca ekonomik ve sosyal boyut kazanarak topyekûn
saldırıya dönüştürülüyor.
KUH’un silahlı
mücadelesi ve Kürt halkının örgütlü duruşu karşısında TC devletinin diri
tutmaya çalıştığı ırkçı-şoven-milliyetçi dalga kriz dönemlerinde ayyuka
çıkarılarak Türk halkı, milliyetçi-tekçi zihniyetle zehirleniyor. Değişen
Koşullar... Değişmeyen Şovenizm... “Çözüm” süreci içinde T. Kürdistanı’na hem
emperyalist sermayenin hem de komprador Türk sermayesinin yönelmesinde bir artış
oldu. Çatışmasızlık ortamıyla 2008 krizinden kaçan komprador sermaye için
güvenli bir liman da yaPartizan/142 ratılmış oldu. Çatışmaların eksik olmadığı,
ulusal mücadelenin sembolü olan Cudi Dağı, düzenlenen gezi turlarıyla tersinden
“çözüm” sürecinin sembolü haline geldi. Komprador Türk sermayesi bugün
sokaklarında Kürt katliamı yaptığı Cizir’de toplantılar düzenledi. “Barışın”,
“çözümün” nişaneleri olarak her iki örnek de artık mazide kaldı. Cizîr,
Silopiya, Nîsebin, Gever, Farqın gibi Kürt kentleri tanklarla, toplarla
bombalanan birer ölü kente dönüştü. Ulusal mücadele “çözüm” süreci
yerinişehirsavaşına bıraktı. Ulusal baskı askeri yöntemlerle doruk noktasına
çıkarılırken, bu katliama karşı Kürt ulusunun direnişi, teslim olmayışı ezilen
halklara bir kez daha silahların tayin edici rolünü ve faşizme karşı örgütlü
mücadeleden başka çözüm olmadığını gösterdi. “Barış” ve Çözüm” politikasını
savaşa dönüştüren salt siyasi arenada gerçekleşen “masa devirme” değildir.
“Çözüm” sürecini başlatan onu ihtiyaç olarak ortaya çıkaran
nedenler içinde ekonomik nedenler asıl tayin edicidir. Faşist R.T. Erdoğan’a
“baldıran zehri” içiren sürecin bugün Esedullah Timi olup Kürt kanı içiren
sürece evrilmesini salt siyasi krizle açıklamak meseleye güdük bakmaktır.
Yüzümüzü siyasi arenada cereyan eden gelişmelerden ekonomik alana doğru
çevirdiğimizde göreceklerimiz bize gösterilen resmi tamamlayacaktır. Son on beş
yıllık dönemde emperyalist sermaye ve komprador Türk sermayesi ile toprak
ağaları, T. Kürdistanı başta olmak kaydıyla diğer bölgelerin doğal kaynaklarını
talan etti. Ulusal Hareketin varlığı ve mücadelesi bu sınırsız talanın T.
Kürdistanı’nda uygulanmasını frenleyen en önemli etken oldu. Belli bir sermaye
birikimine ulaşıp daha da palazlanmak isteyen komprador Türk sermayesi kendi
pazarı olarak gördüğü T. Kürdistanı’nısömürü ve talana açma adına “çözüm”
sürecini başlattı. Siyasi koşulların yanı sıra ekonomik olarak da buna
zorunluydu. Bu zorunluluğu oluşturan “dört önemli konu var.
Birincisi; Türkiye’nin enerji kaynaklarının enerji
yollarının bölgede yoğunlaşmış olması.
İkincisi; Kürt sorununun yabancı yatırımlar açısından engel
teşkil etmesi.
Üçüncüsü; Kürt pazar potansiyeli.
Dördüncüsü; Türkiye’nin ekonomik büyümesinin devamının
bundan böyle Kürt potansiyelinin devreye sokulmasıyla mümkün olduğu gerçeği.
Bütün bunları Türkiye’nin ekonomik büyüme bağlamında bir doğal sınıra, bir
eşiğe ulaştığından yola çıkarak söylüyoruz… Türkiye’nin ihtiyacı olan petrolün
yaklaşık onda birini kendisinin ürettiğini biliyoruz. Bu üretimin yüzde 99’u
bölgeden çıkarılmaktadır. Linyit kömürünün de yaklaşık yarısı Kürt bölgesinde.
Barajlar ve elektrik santrallerinde aslan payının yine aynı bölgede olduğu
görülür.
Son yıllarda inşa edilen özel yatırımlı HES’lerin de yüzde
60’ı bu bölgelerdir. Dünyada sayılı mega projeler GAP ve DAP da bu bölgededir.
Sadece GAP Partizan/143 üzerinden 22 tane baraj, 18 tane Hidroelektrik Santral
bulunmaktadır. 2023 yılına kadar Türkiye 444 HES projesi hayata geçirmeyi
planladı ve bunların önemli kısmı bölgede.” (Şirkeci; 2013) Bunlara ek olarak
Divriği’de demir, Afşin- Elbistan’da linyit, Hekimhan’da demir, Keban’da simli
kurşun, Ergani’de bakır-krom, Aşkale’de linyit, Mazıdağ’da fosfat, Şirnex ve
Silopiye’de kömür-linyit, Dersim ve Colemerg’te altın, Amed- Elaziz-Dersim-
Elih ve Gümüşhane’yi içine alan bölgede 3500 kaya gazı sondaj kuyusu açma
projesi de T. Kürdistanı’nda bulunuyor. “Çözümü” dayatan Türk sermayesinin
sermaye birikimi açısından sınıra dayanması, hammadde kaynağı olarak T.
Kürdistanı’nın öneminin artmasıdır. Bir diğer önemli konu da TC ekonomisine
dahil olarak gelişen artık kendi pazarına sahip olma arzusunu daha çok
dillendiren Kürt burjuvazisini Türk sermayesine yedeklenme çabasıdır. Ulusal
pazar alanına sahip olma noktasında karşı karşıya gelen ezen ve ezilen ulus
burjuvazisi arasındaki çelişki; Türk sermayesinin batıya sıkışması, T.
Kürdistanı’na duyulan ihtiyacın artması, ezilen ulus burjuvazisinin ekonomik ve
ulusal baskıdan kurtulup kendi pazarına hakim olma isteği nedeniyle 2009’dan
2015’e her aşamada giderek derinleşmesidir. Ortadoğu’daki gelişmeler ve Rojava
özgülünde “Kobanê düştü düşecek” çıkışı kırılma noktasına gelişi hazırladı.
Emperyalizmin Ortadoğu’daki manevraları ve Kürtlerin stratejik öneminin
artması, HDP ile ezilen emekçilerin 7 Haziran seçim başarısı, Türk hakim
sınıflarınca ulusal pazarın dolayısıyla “misakı-milli”nin bölüneceği şeklinde
okundu. “Baldıran zehri” içmekten azade olmayan faşist R.T. Erdoğan’a aldığı
bir yudum bile ağır gelmiş olacak ki, tekrar fabrika ayarlarına, tekçi Kemalist
zihniyete, Kürtleri katletmeye dönmüştür.
Ulusal pazara hakim
olma savaşında ulusal baskının hedefinde sadece PKK ve Kürt halkı yoktur.
“Hatta milli baskıların esas hedefi, ezilen, bağımlı ve uyruk milletin
burjuvazisidir. Çünkü hakim millete mensup kapitalistler ve toprak ağaları,
ülkenin bütün zenginliklerinin ve pazarlarının rakipsiz sahibi olmak isterler.
Devlet kurma imtiyazlarını ellerinde tutmak isterler. Diğer dilleri
yasaklayarak, pazar için son derece gerekli olan ‘dil birliği’ni sağlamak
isterler. Ezilen milliyete mensup burjuvazi ve toprak ağaları, bu emellerin
önüne önemli bir engel olarak dikilir. Çünkü o da kendi pazarına kendisi sahip
olmak, bu pazarı dilediği gibi kontrol etmek, maddi zenginlikleri ve halkın
işgücünü kendisi sömürmek ister.” (Kaypakkaya; 2013, 219) “Çözümden” savaşa,
“barıştan” katliama evrilen süreç Kaypakkaya yoldaşı bir kez daha haklı
çıkarmıştır.
Türkiye Kürdistanı’nda 1 yıldır devam eden savaş bölge
ekonomisini felç ederek ve meta kıyımı yapılarak doğrudan Kürt burjuvazisinin
birikimi yok edilirken, Türk hakim sınıflarına rant-pazar ve azami kâr
Partizan/144 alanı açılmaktadır. Evlerin tanklarla, toplarla ve bombalarla
havaya uçurulması “ terörler mücadele” değildir. Daha savaş bitmeden akan Kürt
kanı ve diri diri bodrumlarda yakılan Kürt bedenleri üzerinden yıkılan her ev
için avuçlarını ovanların “Sur’u Toledo’ya çevirme” planları Kürt pazarına
hakim olma amacının bir parçasıdır.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Sur’da 8 bin konutun yüzde
50’sinin kentsel dönüşüm kapsamına alındığını, ilk etapta 1600 konut için yer
tespiti yapıldığını açıklarken aynı zamanda meta kıyımı ile yaratılan rant-
pazar alanının boyutunu da açıklamıştır. Sur’da “Acele kamulaştırma”
yapılmasının başka bir anlamı yoktur. T. Kürdistanı’nda tanklar sadece evleri
yıkmıyor, evleri içindekilerle birlikte yıkıyor-yakıyor. Sadece bir evin
inşaat, mobilya, beyaz eşya ve kişisel eşyaların masrafını binlerce ev için
düşündüğümüzde ortaya muazzam bir meta kıyımı ve buna paralel rant pazar alanı
çıkmaktadır. Yaratılan bu pazar alanı için komprador Türk sermayesi daha
şimdiden elini-avucunu ovuşturmakta, şehir planları yapmaktadır. Kürt
burjuvazisi ve toprak ağalarına bir darbe bu iken savaş nedeniyle felç olan
Türkiye Kürdistanı ekonomisi de ikinci darbedir. Bugüne kadar yaratılan
birikimin önemli bir kısmı savaşla birlikte yok edildi. Savaşın başlayıp
giderek şiddetlendiği dönemde 21 ilde 1 milyar TL yatırım askıya alındı.
Bununla sınırlı kalmayıp hızla tüm sektörleri etkilemiştir.
Turizmde yaşanan daralma yüzde 80’e çıkarken, hizmet
sektöründe para trafiği yüzde 40 oranında düşmüştür. Savaşın en yoğun yaşandığı
Amed’de yüzde 40’ın üzerinde firma bölgeden ayrılırken, yabancı sermayeli 50
firma ticaret sektöründen çekilmiştir. Amed İşKur verilerine göre 2014’te
62.400 olan kayıtlı işsiz sayısı 2015’te 110.312 çıkarak yüzde 80’in üzerinde
artış göstermiştir. Savaş nedeniyle kepenk kapatan esnaf sayısı oldukça
fazladır. T. Kürdistanı genelinde 2015 yılında toplam 11.354 esnaf kepenk
kapatırken çatışmaların savaşın yoğun olduğuAmed’de 727 esnaf, Wan’da 612
esnaf, Şirnex’te de 94 esnaf kepenk kapatmıştır.
Göç-Der’in verilerine göre sadece Sur’da 20 bin insan göç
ederken bölgeden göç edenlerin sayısı 200 bindir. Alt alta sıraladığımız bu
veriler savaşın bilançosu olmanın dışında Kürt burjuvazisinin ezilmesinin somut
anlatımıdır. Genel tabloya bakıldığında görünen komprador Türk sermayesinin,
Kürt ulusunu ve ulusal mücadeleyi ezerek, T. Kürdistanı’nı sorunsuz pazar alanı
haline getirme savaşını tüm şiddetiyle sürdürmesidir. Emperyalist kapitalist
ekonominin yaşadığı krizi atlatamaması, emperyalist kutuplaşma, Ortadoğu’daki
savaş ve dengelerin kaotik durumda olması bir bütün Partizan/145 olarak dünyada
ekonomik politik durumda Kürtlerin ve Kürdistan’ın stratejik bir önem
kazanmasını beraberinde getirdi. Tarihsel anlamda Kürt ulusuna ayrı bir devlet
kurma şansını doğururken, Suriye Kürdistanı’nda federasyon ilan edildi. Mevcut
koşullarda Kürdistan’ın ilhak altında olan dört parçanın birleşme zemini varken
tam tersi olarak bir soykırıma dönüşme olasılığı da söz konusudur.
Konjonktürel süreç Kürtlerin Ortadoğu’da devletleşmesini net
olarak olgunlaştırmadı. Emperyalist çıkarların bölgedeki işbirlikçilerin
çıkarlarıyla örtüşmesi, bölgedeki dengeler üzerinde belirleyici oluyor. Bölgede
politik bir aktör olarak konumunu güçlendiren Kürtler, aynı zamanda bölgede
IŞİD’le mücadele kapsamında emperyalistler arasında politik bir araç olarak da
görülüyor.ABD’nin silah yardımı Rusya’nın diplomatik temasları sadece birer
örnek. Fakat aynı emperyalistler Rojava’da hayata geçirilen özerklikten, ilan
edilen federasyondan “Suriye’nin toprak bütünlüğü”nü ileri sürerek
rahatsızlıklarını mevcut dengeler üzerinde ayrı bir Kürt devleti
istemediklerini de her fırsatta dillendirmektedir. Ortadoğu’da bozulan
dengelerden sonra politik aktörlerin, ekonomik ve politik nüfuzuna göre pay
kapma ve yayılma siyaseti izliyor.
Emperyalizmin politik ağırlığını altında TC devletinin,
Suudi Arabistan ve Katar ortaklığı ile bir Sünnistan [ABD’nin Suriye topraklarında
iki ülke kurma projesi] kurma hayali aynı zamanda Kürtlere devlet kurdurmama,
yüzyıl önce İngiliz emperyalizmine bırakmak zorunda kalınan Musul ve Kerkük’ü
sınırlarına dahil etmeyi de içeriyor. İran’da Şiiler üzerinden bir yayılma
politikası izlerken TC, Barzani hamlelerine karşı Irak Kürdistanı’nda hem Goran
hareketini, hem de Şii grupları destekliyor. Ortadoğu’da bir Kürt devletinin
kurulmasının İran Kürdistanı’nı doğrudan etkileyecek olması nedeniyle TC
devletiyle İran’ın ortaklaştığı tek nokta Kürt politikasıdır.
Cezayir’de yapılan toplantılarda TC ile İran arasında Kürt
devleti kurulmasına izin verilmemesi üzerine varılan anlaşma basına yansımıştı.
Bu ortaklık alenileşmiştir. Bunun politik ifadesi, Kürtler için doğan fırsatın
gerçekleşmeden boğulmak istenmesidir. Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları
koşulların yarattığı bu tarihi fırsatın bilincinde olarak T. Kürdistanı’nda
kendi ulusal pazarına daha çok söz sahibi olmak, ulusal baskıdan kurtulma
talebini daha fazla dillendiriyor. Hem bölgesel hem de şartlar nedeniyle
emperyalizm karşısında hem de Türk hakim sınıfları karşısında ayrı bir devlet
kurma kararı alacak ve bunu uygulayacak ekonomik politik güçten yoksun olan
Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları, Türk hakim sınıflarının tam karşısında
olmadan emperyalizmle de dirsek teması yaparak sınıfsal karakterine uygun
biçimde politik arenada kendi istemlerini gündeme getiriyor.
Partizan/146
“Neo liberal” sömürü
döneminde ulus-devletleşmenin emperyalizmden bağımsız olmadığı gerçeğinden
hareketle, Kürt burjuvazisinin kendi pazarına sahip olması da emperyalizmden
bağımsız olmayacaktır. Adına “çözüm” süreci ya da “barış” veya farklı bir
tanımlamayla ifade edilsin sonuç emperyalizmin Türk hakim sınıflarının ortak
olduğu “neo-liberal “sömürünün T. Kürdistanı’nda tahsis edilmesi olacaktır.
UKKTH kapsamında, Kürt ulusunun tüm kolektif hakları, tam eşitlik ve ayrı bir
devlet kurma gibi bir ulus olarak var olan hakların özgürce kullanamadığı bir
gerçektir. Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları, kendi pazarına sahip olma talebini
bu kapsamda dile getiriyor ki Kürt ulusunun temsilcisi olarak bu tav(ı)rı
sınıfsal bir tavırdır. Bu nesnel duruma rağmen ulusal baskı altında olan bir
ulusun özlem ve arzusunu dile getirmesi demokratik bir içerik taşımaktadır.
Kürt burjuvazisi ve toprak ağalarının kendi pazarına sahip olma talebini HDP ve
DTK üzerinden geçmişe oranla daha açıktan ve güçlü olarak dile getiriyor. Osman
Baydemir’in “barış deyince aklıma sınırların esnemesi ve gümrük birliği
geliyor” sözü sadece barışa dair iyi temenni anlamı içermiyor. Gülten
Kışanak’ın “Batman petrollerinden pay istiyoruz” söylemi ve DTK Daim Meclis
üyesi Cabbar Leygara’nın “sermaye kendine güvenli liman ister… Kürt iş
dünyasının yer altı ve yerüstü kaynakları ile tarihi ile insan kaynakları ve
birikimiyle tarihte birçok uygarlık yaratmış kadim topraklarda her türlü
gelişmeyi karşılayacak bilgi birikim ve özgüven vardır” (Ulaş; 2014, 45)
sözleri Kürt burjuvazisinin kendi pazarına hakim olma talebinin somut
ifadesidir. Geçmişten bugüne bu talep, dile getiriliş biçimine bakılmaksızın
ırkçı-şoven zihniyetle kan ve katliamla bastırıldı. Ulusal sorun kapsamında
Kürt sorunu bugün uluslararası bir boyut kazanmıştır. Sadece TC devlet ile PKK
arasında süren bir savaş olmayıp Suriye sorunuyla birlikte bir bütün Ortadoğu’yu
da içine alan, dolayısıyla Türkiye’nin bir sorunu olmaktan çıkmıştır.
Ortadoğu’da yüzyıl
önce dört parçaya ayrılan Kürt coğrafyasının her parçasındaki politik gelişme
diğer parçaları da etkileyen bir konumdadır. Kobanê zaferi, IŞİD’e karşı etkin mücadele
ve kazanımlar emperyalizmle Kürtler (PYD) arasında ittifak zemini yaratırken TC
ve İran aynı kaygıyla (Kürt devleti kurulmaması) Irak Kürt Federe Yönetimini
kendi hegemonyaları altına alma politikası izlemektedir. Rojava’da gelişimi
devam eden süreç hem İran’ı hem Suriye’yi hem Irak’ı hem de Irak Kürdistanı’nı
rahatsız ederken en çok TC devletinin uykularını kaçırıyor. İlhak gerçekliği ve
bunun devam ettirilmesi , “Misakı-Milli”nin korunması bir Kürt devletinin
kurulma lafı dahi Kemalist TC devletini her Partizan/147 zamankinden daha
saldırgan kılmaktadır. Bu saldırganlık TC devletinin bozulan Ortadoğu
dengelerinde kendini Kürtler üzerinden güçlü göstermenin bir aracıdır aynı
zamanda. Korku tek başına Kürt devleti kurulması olmayıp Osmanlı’dan “ecdadından!”
miras kalan parçalanma sendromudur da. Türk hakim sınıflarının (TÜSİAD, MÜSİAD,
AKP, CHP, MHP) ortaklaştığı tek nokta “ne olursa olsun bir Türk devleti olsun”
diyerek Ermeni, Rum, Asuri, Süryani ve Ezidileri katleden bir tarihin mirasçısı
olup bugün aynı amaç doğrultusunda Kürtleri katlediyor.
Irkçılığın, şovenizmin ve milliyetçiliğin körüklendiği bir
dönemde Türk hakim sınıflarını bu kadar soysuzlaştıran “batı”nın, Türk halkının
sessizliğidir. Devrimci, demokrat ve ilerici muhalif güçler de bilindiği gibi
Türkiye Kürdistanı’ndaki katliama karşı sokağa inmekte bu sessizliği bozup
kitlesel bir haykırışa dönüştürmede dün de bugün de yetersiz kaldı. Ulusal
sorun bağlamında ezen ulusun ezilen ulus üzerinde kurduğu baskının en önemli
ayağı ezen ulus üyelerinin ırkçı-şoven ve milliyetçi politikalarla zehirlenip
ulusal baskının etrafında toplanmasıdır. Kemalist ideolojiyle zehirlenen ve
şovenizmle doldurulan beyinler “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”
safsatasında da görüleceği gibi farklı etnik ve dini grupları düşman olarak
görüyor. Böylece devletin kurucu temellerinin aşınması da engellenmiş oluyor.
Türk halkı, Türkçülük-Turancılık propagandasıyla zehirlenirken bu Kemalist
ideolojinin sirayet etmediği, dolayısıyla milliyetçi saflara katılmayan Türkler
de “vatan haini” ilan edilerek düşman görülüyor.
Bugün Kürt
katliamlarına karşı Türk halkının sessizliğinin önemli bir kısmını tekçi-faşist
zihniyetin kendi ulusuna mensup üyelerine de yaptığı baskı oluştururken esas
kısmını devrimcilerin Kemalizm’in ideolojik-politik etkilerinden arınarak Türk
halkını saran şovenizm zehrini akıtmamasıdır. Gerçeklik şu ki TDH devletin
ırkçı, şoven ve milliyetçi örgütlenmelerine karşı ulusal sorun kapsamında Türk
halkını devrimci düşüncelerle buluşturup örgütleyememesi durumu devam
etmektedir.
71 Kopuşu’nda
Komünist Önder Kaypakkaya yoldaşı öne çıkaran Kemalizm ve Milli Mesele üzerine
olan berrak tezleridir. Bugün Proletarya Partisinin militanları, Kaypakkaya
yoldaşın programatik görüşlerinin özellikle Türk halkının yoğun olarak yaşadığı
bölgelerde ajitasyon ve propagandayı yapmak konjonktürel sürecin de elzem
kıldığı bir yükümlülüktür. Türk halkının şovenizmden milliyetçi dalgadan
etkilenen tepkileri bu tepkilerin saldırıya dönüşmesi ancak yoğun, ısrarlı
teşhir, somut ajitasyon ve anti-faşist propagandayla, örgütsel bir faaliyetle
kırılacaktır. Ezen ulus milliyetçiliğinin panzehri UKKTH’nin tam da ezen ulus
üyeleri içinde kararlı bir şekilde savunulması, gür sesle haykırılması, ezen
ulus üyelerinin politik bilincine kavuşturularak örgütlenmesidir.
Kaynaklar
1- Kaypakkaya, İbrahim 2013: Bütün Eserler, Umut Yayımcılık, 6 Baskı,
İstanbul 2- Yaraşır Volkan 2014: Avrupa’da Kriz, Sınıf ve Kitle Hareketleri
Mücadele yayınları, 1 Baskı, Hollanda 3- Okçuoğlu, İbrahim 2014: Kuzey
Kürdistan’da Kapitalizmin Gelişmesi, Sınırsız Yayınları, 1 Baskı, Ankara 4-
Güldağ Hakan 2014: 81 ilin Karnesi, Dünya Gazetesi İstanbul 5- Oral, Necdet
2013: Türkiye’de Tarımın Ekonomi Politiği1923-2013, Notabene Yayınları, 1.
Baskı Ankara 6- Sönmez, Mustafa 2012: Devletin Cambazlığı GAP İlizyonu,
Perspektives Dergisi, Sayı 3, s. 16-19 7- Sönmez, Mustafa 2013: Artan Kürt Göçü
ve Mesajları, Yurt Gazetesi, 9-10 Nisan 8- Sirkeci, İbrahim 2013: Kürt
Barışının Etkisi, Birgün Gazetesi, 9 Nisan 9- Ulaş, Azer 2014: Çözüm Sürecinin
Ekonomi Politiği – Kürdistan Petrolleri, Halkın Devrimci Yolu Dergisi, Sayı 11