22 Ekim 2024 Salı

EMPERYALİST VE KOMPRADOR KAPİTALİST SÖMÜRÜ KISKACINDA TÜRKİYE KÜRDİSTANI

Kürdistanı’nın sosyo-ekonomik durumu somut verilerle, bu veriler de batı illeriyle karşılaştırılarak aktarıldığında ilhak, sömürü ve ulusal baskının boyutu da açığa çıkmaktadır. 

Örneğin Diyarbakır Ticaret Odası’nın 2012’de hazırladığı bir rapora göre T. Kürdistanı’nın gelişmişlik düzeyi Marmara Bölgesi’nin 120 yıl, Ege Bölgesi’nin 90 yıl gerisindedir.

Temmuz 2015’te başlayan çatışmalar, yerini tüm gerçekliğin aleni olarak görüldüğü savaşa bıraktı. Savaş yasalarının vahşiliği içinde Kürt halkına yönelik adı konmamış bir Sri-Lanka modeline dönüşerek kundaktaki bebekten, bastonlu dedeye kadar “terörist” ilan edilerek katledildi. 

Katledilmeye de devam ediliyor. Kadın gerillaların bedenlerinin teşhiri, militanların askeri araç arkasına boynuna ip geçirilerek bağlanıp sürüklenmesi, Cizîr’de bodrum katında diri diri yakılarak katledilmesi, duvarlara ırkçı, şoven, milliyetçi sloganların yazılması, tanklarla, obüslerle, havan toplarıyla kentlerin bombalanması, haber yapma adına evlerin havaya uçurulması, Kürt halkına yönelen sürgün, katliam ve soykırım savaşıdır, bu savaş. Teslimiyetin, ihanetin dayatıldığı, ölümün kol gezdiği, T. Kürdistanı’nda TC faşizminin yaptığı her vahşet, serhıldana dönüşerek bertaraf oldu. 

Teslimiyeti dayatanlar tarihi deneyimlerin gösterdiği gibi, örgütlü bir halkın zaferinin gazabında kül olacaktır. T. Kürdistanı’nda ilhak, imha ve inkâr bugün en koyu biçimiyle bir kez daha yaşanıyor.

Kürtler devletin kuruluş temeli olan Kemalizm’in en çıplak yönüyle karşı karşıya kalırken bu karşılaşmanın tarihsel süreç içindeki farklılığı, örgütlü direnişin,silahlı mücadelenin varlığıdır. Savaşın, TC faşizminin, 100 yıl önce Ermeni Soykırımı’ndaki gibi vahşileşmesi de bu nedenledir. Tüm şiddetiyle, yeni aşamalara evrilen bu savaşı, “Saray’ın savaşı”na, AKP’ye, R.T. Erdoğan’a indirgemek, mevcut durumun kendisi değildir. Sadece görünen yönüdür. Kürtler asırlardır katlediliyor, topraklarından sürülüyor.

Sorun, ulusal mesele kapsamında, Osmanlı’nın ulus-devlete evrildiği süreçten bugüne gelen köklü bir sorundur. Siyasal ve sosyal bağlamından önce, sorunun maddi temeli ulusal pazara kimin egemen olacağı konusudur. Osmanlı topraklarında 1800’lerde ivme kazanan ulusal bağımsızlık hareketleri, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla tüm Balkanlar’a yayıldı. Balkan ülkeleri birer birer Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparak bağımsızlaştı. Baskıya, sömürüye, zulme ver katliama karşı Kürt ayaklanmaları da 1800’lerin ortalarında, Balkanlar’daki ulusal uyanışın yansıması olarak başladı, bugün şehir ve kır savaşıyla devam ediyor.

 Osmanlı’nın dağılma, parçalanma sürecinde “Ne olursa olsun bir Türk devleti olsun” gibi ırkçı ve milliyetçi düşünce doğrultusunda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC) toplanan Türk milliyetçilerinin “Türk devleti” kurma telaşı, Türk burjuvazisi (az sayıda olsa da) ve toprak ağalarının ulusal pazara hâkim olma telaşıdır. Bir “Türk devleti” kurma süreci bu coğrafyada yaşayan kadim halkların (Ermeni, Rum, Asurî/Süryani, Ezidi, Kürt vd.) sürgün ve soykırımdan geçirilerek, sermaye ve taşınmaz mülklerine (ev, toprak vs.) el konularak gerçekleştirildi. “Kardeşlik” söylemiyle vurgulanan tarihsellik, ırkçı zihniyetin ürünü olan “milli birlik”, “Misak-ı Milli” denilen fakat Türk toprağı olmayan sınırlar, “devletin bölünmez bütünlüğü”nde saklı olan Türk burjuva ve toprak ağalarının iktisadi ve toprak bütünlüğü kaygısı, ulusal pazara hâkim olmanın politik bağlamıdır.

T. Kürdistanı’nın her karesinde yaşanan savaş ve katliamda olduğu gibi “çözüm” ve “barış” denilen süreç de, TC devletinin Kürt Ulusal Hareketi’ni (KUH) oyalama ve tasfiye etme taktiği olan, süreç içerisinde alttan alta sürdürülen ama her şeyi ile su yüzünde olan, Türk hâkim sınıflarının T. Kürdistanı’na sorunsuz hâkim olma istemidir. “Çözüm” sürecinin “savaşa evrilmesinde” ve politik arenada “masaların devrilmesinde” de aynı gaye söz konusudur. Medler sonrasından bugüne kadar kendi topraklarında, kendi devletini kuramayan, başka devletlerin egemenliği altında yaşamak zorunda kalan, 1071’den bugüne de Türk egemenliği altında ezilen Kürtler, vergi ve asker vermediği, bağımsızlık için isyan ettiği her dönemde topraklarından sürüldü, katledildi.

 Silah zoruyla, kanla bastırılan, ezilen Kürtler ağır vergi yükü altında da ezildi, yoksul bırakıldı. Bir ulus yüzyıllar boyunca, kendisine dayatılan teslimiyete direndi, direniyor. TC devletinin çeşitli milliyetlerden emekçi, yoksul halkın kanı üzerine kurulması, T. Kürdistanı’nda sömürü, inkâr ve imha politikalarının yoğunlaşması anlamı taşıyordu. Zira ulusal pazara tam hâkimiyetin tek engelini artık Kürtler oluşturuyordu. Bu nedenledir ki askeri yöntemlerin dışında, ekonomik baskı da en koyu biçimiyle uygulandı. T. Kürdistanı’nın yer altı ve yerüstü kaynaklarının sömürülmesi, Kürtlerin ucuz iş gücü olarak çalıştırılması, bölgeye, Türk sermayesine azami kâr sağlayacak yatırımlar dışında yatırım ve yardım yapılmaması, bölgenin yoksul ve yoksun bırakılması, TC ekonomisine bağımlı hale getirilmesi, ekonomik baskının genel kapsamını oluşturuyordu.

Bu ekonomik baskı ve bağımlılığın doğrudan sonucu olarak, sistemin yaşadığı ekonomik krizlerden en çok etkilenen bölge kuşkusuz ki T. Kürdistanı’dır. Yarı-sömürge bir ekonomi olan; en kırılgan ekonomiler arasında birinci olan TC ekonomisinin, ekonomik krizlerden etkilenim boyutu göz önüne alındığında, bölgesel bazda T. Kürdistanı’nın etkilenim düzeyini tahmin etmek zor değildir. Ekonomik krizlerin yarattığı işsizlik, yoksulluk ve açlık oranlarındaki artış, diğer bölgelere nazaran T. Kürdistanı’nda daha fazladır. Türk hâkim sınıfları bu tablodan hiç de rahatsız değildir. Rahatsız oldukları, Kürt halkının, KUH öncülüğünde ulusal bağımsızlık mücadelesidir.

Pazara hâkim olmak için, bugün T. Kürdistanı’ndaki savaşı TÜSİAD’dan MÜSİAD’a tüm sermaye çevresi desteklemektedir. “Ama iş her zaman pazarda bitmez. Mücadeleye, ‘zorbalık ve aktif savunma’ metotlarıyla hâkim ulusun yarı-feodal, yarı-burjuva bürokrasisi de gelir katılır… ‘Güçler’ birleşmekte ve ezilen ulus burjuvazisine karşı bir sürü kısıtlayıcı tedbirlerin uygulanması başlamaktadır, kısaca bir süre sonra soysuzlaşarak baskı biçimine bürünen tedbirler… mücadele iktisadi alandan siyasi alana aktarılır…”

 (Stalin’den aktaran Kaypakkaya; 2013, 223)

Gelinen aşamada son bir yıldır, ulusal sorun kapsamında, T. Kürdistanı’ndaki “çözüm” siyaseti savaşla yürütülüyor. Stalin yoldaşın vurguladığı gibi ezilen ulusa karşı mücadele, iktisadi alandan siyasi alana aktarılmış ve ağır silahlarla yürütülmektedir. Tam bu noktada bir yıldır devam eden savaşın temelini, hangi bağlamda savaş biçimiyle yansıdığını anlamak için T. Kürdistanı’ndaki ekonomik durumu ele almanın yerinde olacağını düşünüyoruz. Savaşın tüm yakıcılığı, katliam ve göçlerin günlük yaşamda ön planda olduğu bir süreçte, ekonomik alana yönelmek, ilk bakışta anlamsız görünse de savaşın maddi temeli anlaşılmadan bu savaşın haklılığı ve haksızlığı anlaşılmaz. Politik-askeri alanda savaşım ve direniş sürerken, bu direnişte en ön saflarda yer alırken, almak gerekirken ideolojik ve politik olarak bilincimizin de berrak olması zorunludur.

Emperyalist sermaye ve T. Kürdistanı’nın önemi Lenin yaklaşık bir asır önce emperyalizm tahlili yaparken, aynı zamanda kapitalizmin dünya pazarını birbirine bağladığını da tahlil ediyordu. Bugün burjuva ideologlarının yanı sıra birçok siyasi çevre buna “küreselleşme” diyor. Lenin’den bugüne kapitalist-emperyalist sermayenin hem teknolojik hem de sermaye birikimi açısından geldiği nokta devasa niteliktedir. Bu durum sanılacağının aksine, kâr oranını düşüren etkisiyle, kapitalist sermayenin yapısal krizine neden olmaktadır. Kapitalizmi eski gönenç günlerine ulaştıracak, devasa sermaye birikimini çoğaltacak, sömürü çarkını sorunsuz döndürecek pazar alanlarına yönelememesi de aynı nedene, azami kâr elde edilmesine tabidir. Yeniden üretimin gerçekleşemediği, artı-değer elde edilmediği, kâr oranının düştüğü bir ortamda, devasa orandaki sermaye birikimi de atıl kalmaktadır.

 Emperyalist sermaye açısından en acil durum kâr oranının artırılmasıdır. Bunun için kapitalist sermayenin mutlak artı-değere yoğunlaşmak veya yeni teknoloji ile üretim sürecini farklılaştırmak dışında çok alternatifi yoktur. Emperyalist-kapitalist sistem bugün tam da bu sorunu yaşamaktadır. 2008 krizinin patlak vermesi, yapısal bir krize dönüşerek daha da atlatılamamasının nedeni başka yerde aranmamalıdır.

 Üretim alanında yaşanan sorun, dolaşım alanına doğrudan yansıyarak mevcut krizin daha da derinleşmesine zemin sunmaktadır. Mevcut pazar alanlarının son sınırına dek kullanımı, yeni pazar alanlarının yaratılmaması, başka bir ifadeyle artı-değerin gerçekleştirilememesi ve doğrudan sonucu olarak yeniden üretimin sorunlu hale gelmesi, emperyalist sermayenin önündeki en büyük engeli oluşturuyor. Bu tablo içerisinde, üretim ve dolaşım alanlarındaki yaşanan sorun dolaşım alanlarının yeniden paylaşımını gündeme taşıyan önemli nedenlerden biridir.

Büyük Ortadoğu Projesi, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, Kuzey Afrika’dan başlayıp Ortadoğu’ya uzanan bölgesel savaş, Ukrayna’da ve Güney Çin Denizi’nde emperyalistlerin karşı karşıya gelmeleri pazar alanlarının yeniden paylaşım kavgasıdır. 2008 Ekonomik Krizi bu kavgayı daha da kızıştırmıştır. 2003’te çekincesizce Irak’ı işgal eden ABD emperyalizmi, 2011’de aynı saldırganlıkla Suriye’yi işgal edemedi. 5 yıldır devam eden savaşta, Rus emperyalizminin politik manevralarına karşılık veremedi. Rusya ve Çin emperyalizminin ekonomik ve politik gücü ABD’yi Ortadoğu’da frenledi. Bunun açık ifadesi pazar alanlarının, özellikle de enerji kaynaklarının yoğunlaştığı bölgedeki paylaşım kavgasıdır. Bugüne kadar yaşanan ekonomik krizlerden yeni üretim teknolojisi ve üretim modelleriyle kâr oranını artıran kapitalist sermaye bugün yaşadığı krizi aşamıyor.

Bu yeni üretim teknolojileri geliştirme ve dolaşım alanı olarak yeni pazar alanları yaratmada kapitalist-emperyalist sermayenin sınıra dayandığını da gösteriyor. Tarihsel süreç içinde 1973-74 petrol krizinin kapitalizmin aşırı üretim krizine dönüşmesinin etkileri 1990’lara dek sürdü. Emperyalizm bu krizinin adına “neo-liberalizm” denilen sermaye birikim süreciyle yarı-sömürgeler üzerine yıkarak aştı. Yarı-sömürgelerin, yer altı ve yer üstü kaynaklarına sınırsız yöPartizan/118 nelmesiyle eş anlamlıydı. Emperyalist sermaye, kuralsız ve sınırsız hareket serbestliğine kavuşturuldu. Yarı-sömürgelerin ekonomileri buna göre yeniden yapılandırıldı. Yarı-sömürgeler, emperyalizmin meta stoklarını eriten pazar, ham maddede kaynağı ve yeni yatırım alanı haline getirildi.

 Eski teknoloji üretim araçları bu ülkelere satıldı. Yeni teknoloji üretim araçlarıyla aşırı üretim sağlandı. Yarı-sömürgeler, emperyalizmin azami kâr elde edeceği bir alt yapıya kavuşturulunca, üretim süreci parçalandı. Esnek, taşeron, fason üretim, temel üretim haline geldi.Artık hammaddelerin olduğu bölgelerde fabrikalar kurulacak, bir metanın parçaları farklı ülkelerde üretilip, merkez fabrikalarda montajlandığı bir üretim modeline geçildi. Bu esnek üretimle yarı-sömürgeler üzerindeki sömürü daha da artırıldı. Yüksek teknolojik üretim araçlarıyla düşen kâr oranları maliyeti düşük artı-değeri yüksek üretim olanağı olan yarı-sömürgeler üzerinden artırılarak azami kâr sağlandı. Yoğun artı-değer sömürüsüyle, yarı-sömürgelerin kanı iliğine dek emildi.

Fakat bu da kapitalist-emperyalist sistemi krizden çıkaramadı. Aşırı üretim, azami kâr hırsı, 2008’de kriz olarak geri kapitalizme döndü. Sermaye bir kez daha kapitalizmin en büyük engeli oldu. Üstelik emperyalizmin gölgesinde gelişen dünya pazarına belli bir sermaye birikimiyle açılan ve dünya ticaretinde önemli pay elde eden G20 denilen ülkelerin varlığı pazar payını, dolayısıyla kâr oranını düşürmesiyle, bu engelin çıtasını yükseltti. Halen devam eden ekonomik krizi aşma olanakları geçmişe oranla daha sınırlı. Son yıllarda yeni yatırımlardan ziyade, fabrika yenileme, ortaklık, birleşme, satın alma gibi yatırımların yoğunlaşması bu sınırın kapitalizm açısından çok da geniş olmadığını gösteriyor. Emperyalist-kapitalizmin iç çelişkilerinin derinleştiği noktada, kendi sonunu hazırlayan sorunları daha da ağırlaşıyor. Bu koşullar içinde kapitalist çarkı döndürmek açısından dünya pazarının, ham madde kaynaklarının, bu kaynakların bulunduğu bölgelerin önemini stratejik hale getiriyor.

Yüzyıl önce Kürdistan coğrafyasını, petrol sahalarını esas alarak dört parçaya ayıran, ulaşımı zor dağlık bölge ve kontrolü zor aşiret yapısı olarak gören emperyalizm bugün aynı fikirde değil. Kürdistan coğrafyası 45 milyar varil petrol rezervi ile dünyada 6. sırada yer alıyor. Enerji kaynaklarının batıya taşınmasında geçiş ve kavşak konumda bulunuyor. Irak Kürdistanı’nın doğalgazının batıya taşınmasında Suriye Kürdistanı petrol bölgesine yaklaşıp tehdit edene dek IŞİD’e karşı Kürtlerin mücadelesinin emperyalistlerce denetlenmesi, Kürdistan coğrafyasının artan öneminin göstergeleridir. Dört parçasıyla Kürdistan, emperyalistlerin Ortadoğu’da mutlak güç olmayan savaşının tam ortasında yer almasıyla da emperyalizm açısından, 100 yıl öncekinden daha değerli ve önemlidir.

Komprador Türk Sermayesinin Birikiminde T. Kürdistanı Tarihsel dönemler veya ekonomik-politik süreçler, her ne kadar benzer özellikler gösterse de, iç dinamikler, etkin olan politik aktörler ve güç dengeleri gibi birçok bakımdan farklılıklar taşımaktadır. TC devletinin “Misak-ı Milli” sınırlarının çizildiği dönemden bugüne T. Kürdistanı üzerindeki ilhak ve sömürüsü nasıl savaşla kurulduysa, bugün de ilhak ve sömürünün devamlılığı savaşla sağlanıyor. Ortadoğu yangınının içine “Bölgesel güç olma” hülyasıyla dalan TC devleti “değerli yalnızlığını yaşarken” bir devlet olarak ayakta durma sınırlarını ve bütünlüğünü koruma derdiyle Kürtlere savaş ilan etmiş durumda. “Bölgesel güç olmaya” niyetlenip, gücünün ispatı için Kürtlerle savaşa tutuşma, TC devletinin yarı-sömürge gerçekliği ile Ortadoğu’da boyunun ölçüsünü almasının bir yansımasıdır.

Rus uçağının düşürülmesi, TC devletinin ekonomik ve politik gücünü aşan bir hamle olduğu, sırtını ABD’ye dayamış olsa bile, Rusya’nın ekonomik yaptırımları ve politik manevralarıyla fazlasıyla görülmüştür. TC devleti “güçlü siyaset” izleyerek “Ortadoğu’da Türkiyesiz plan olmaz” derken, yüksekten uçuşun iması zikredilse de, “ileri karakol” misyonunun yitirilmemesine bir taahhüttür. Kaygının ya da kâbusun başladığı nokta sınırların değişme durumunun gündemde olmasıdır. “Ey! Amerika” demenin sınırı da gelip buraya dayanmaktadır. Emperyalizme ret, retorik söylemden ibarettir. “Büyük Türk Devleti” egosunun nişanesi “Misak-ı Milli” sınırlarıdır. “Türkiyesiz plan” TC devletinin vazgeçilmezliğine değil vazgeçilmemesine bir vurgudur.

Hatırlanacağı üzere bu sınırlar 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası emperyalistlerin ekonomik ve politik çıkarları doğrultusunda ortaklaşılan Lozan Konferansı’nda çizilmişti. Bir asır sonra emperyalistler yeniden paylaşım dalaşı içindeyken, Suriye ve Irak’ta sınırlar belirsizleşirken, TC devletinin 2. Sevr vakasıyla karşı karşıya kalması, “Ey! Obama” çıkışının çapını göstermektedir. Politik arenadaki söylemlerin güçlülüğünün gerçekle örtüştüğü nokta politik arenada dikkate alınma düzeyidir. Bu da belli bir ekonomik güçle mümkündür. Siyasi ve iktisadi olarak emperyalizmin yarı-sömürgesi TC devleti, rüştünü ispat edecek, “güçlü siyasetin” altını dolduracak ekonomik bir nüfuza sahip değildir. “değerli yalnızlığın” maddi temeli budur. Emperyalizme bağımlılık, nihayetinde dış politikada da bağımlılıktır.

 Ne kadar “Büyük Türk Devleti” denirse densin uşak, uşaktır! İstisnai olarak pazarlıkların olması, karşı çıkışlar ve gönülsüzlüklerin olması, söylem ve pratiğin burjuva ikiyüzlülüğü kapsamında tezat olması, yer yer kendini dayatma çizgisine gelmesi, esasta emperyalizme tabi oluşun, göbekten bağımlı durumun gerçekliğini değiştirmez. R.T. Erdoğan’ın “Ey Batı!” gibi çıkışları, AB emperyalizmiyle vize konusunda çatışması en nihayetinde emperyalizmle uzlaşma-anlaşma görünümünde boyun eğişle sonuçlanmaktadır. R.T. Erdoğan özgülünde, TC devletinim “öz güveni” salt ABD emperyalizminin hamiliğinden ileri gelmiyor. Emperyalist sermayenin yarı-sömürgelere yönelmesi, bu ülkelerin talan edilmesi yarı-sömürge ekonomilerinde belli bir canlanma yaratırken, emperyalizmin işbirlikçilerine bıraktığı payda da göreli bir artış olmuştur.

Bu pay komprador Türk burjuvazisinin gelişim sürecinde bir sermaye birikimi sağlamış, 2000 sonrası dönemde yeni talan ve sömürü politikalarıyla birlikte, komprador Türk sermayesi elde ettiği birikimle uluslar arası pazara daha da yönelecek düzeyde palazlanmıştır. Emperyalizmin gölgesinde gerçekleşen bu palazlanma TC devletinin kraldan çok kralcı hale girmesine, içi kof bir özgüven patlamasına da neden olmuştur. 2000’li yıllara doğru emperyalizm dünya ekonomisinde yeni iş bölümü yaptı. Bu süreç 2. Washington Konsensüsü olarak ifadelendirildi. Yarı-sömürge TC devleti, IMF Stand-By (20’ye yakın) anlaşmalarıyla bu yeni iş bölümüne göre yapılandırıldı. Finans, tarım, esnek üretim, dış ticaret ve iş gücü üzerinde yoğunlaşan yeni düzenleme, emperyalistsermayenin dünya pazarında azami kârını, dolayısıyla yarı-sömürgeler üzerindeki artı-değer sömürüsünü artırması anlamına geliyordu. TC ekonomisinin öncelikle finans sektörü güçlendirildi.

TRUP (Tarım Reformu Uygulama Projesi) denilen DB odaklı tarım politikalarıyla 9 yıl içinde tarım emperyalist tekellerin pazar alanı haline getirildi. Üretici sektörlerin tamamında esnek-taşeron üretim yaygınlaştırıldı. Sanayi üretimi ucuz ithalata bağımlı olarak iç tüketimde yoğunlaştırıldı. Taşeronlaşmayla birlikte emek gücü değersizleştirilirken, artı-değer sömürüsü artırıldı. Kamusal alanlar (sağlık, eğitim vb.) metalaştırılarak birer ticarethaneye dönüştürüldü. Genel hatlarıyla aktarılan bu ekonomi politikaları “gelişme”, “kalkınma”, “münhasır medeniyetlere ulaşma”, “devrim”, “reform” gibi safsatalarla bizzat AKP hükümetleri döneminde harfiyen uygulandı. Bu uygulama sonrasında TC devletinin emperyalizme olan bağımlılığı artırıldı. Finans sektörünün güçlendirilmesi denilen süreç, TC ekonomisinin “sıcak para”, yabancı sermaye denilen emperyalist sermaye hareketine uygun hale getirilmesiydi. Milyar dolarlarla ifade edilen emperyalistsermayenin Türkiye’de yatırım yapması, azami kâr riske girdiğinde de hızlıca çıkması önünde hiçbir engel kalmadı.

TC ekonomisi sürekli giriş çıkış yapan emperyalist ekonominin bu hareketine tabi hale getirildi. Yıllık 5 milyar dolar sermaye girişine muhtaç olan TC ekonomisi, eskiye oranla daha istikrarsız bir ekonomi oldu. Zira emperyalist sermaye akışının olduğu dönemde TC ekonomisi ortalama % 4 oranında büyüme gösterirken, sermaye akışının yetersiz olduğu dönemde büyüme oranı % 3’ün altına inmektedir. Yabancı sermaye (bu emperyalist sermaye, petro-dolar zengini Arap sermayesi ve bağımlı kapitalist ve yarı-sömürge komprador sermayesini içermektedir) akışıyla canlanan TC ekonomisinde sanayi üretiminin motor gücü olması gerekirken, ucuz ithalat, düşük teknolojik üretim ve iç tüketimin esas alınması nedeniyle, inşaat sektörü, ekonominin motor gücü haline geldi. Enerji yatırımlarıyla (maden, baraj, nükleer, rüzgâr tribünü gibi) birlikte inşaat sektörü ön plana çıktı. Konut ve enerji üretimiyle iç tüketime yönelen TC ekonomisi sanayi çarkını ucuz ara mal ithalatıyla döndürmeye başladı. Bu politikayla sanayi üretiminin % 80’i ithalata bağımlı hale gelirken, teknolojik seviye olduğu yerde kalmıştır. TC devletinin, dünya ileri teknoloji ihracatındaki payı 2000 yılında % 0.09 iken 2012 yılında % 0.10’a çıkmıştır. Gelişme dahi denilemeyecek bir artış varken yüksek teknolojinin ihracattaki payı % 1’e bile ulaşamamıştır.

Bu oran TC ekonomisinin yarı-sömürge gerçekliğinin, emperyalizme bağımlı oluşun kaçınılmaz bir sonucudur. Ülkenin dört bir yanına bina diken inşaat sermayesinin önünü açan, her dereye birer ikişer baraj yapan, her dağı delik deşik eden bir ekonominin, üreten olmayıp tüketen bir ekonomi olduğu, dünya ekonomileri içinde en kırılgan ekonomi olmaktan çıkamayışından da görülmektedir. Bu nedenledir ki dünya ekonomisindeki dalgalanmalar, TC ekonomisinde kelebek etkisi yaratıyor, Dolar hemen “tarihi rekorlar kırıyor!” Bu kırılgan yapı içerisinde komprador Türk sermayesi, kapitalist-emperyalist sistemin emek sürecini yeniden örgütlemesi, üretim sürecini parçalamasına paralel, emperyalist tekellerin düşük teknoloji gerektiren parça üretici veya montaj sanayici olarak daha sıkı bir komprador ilişki geliştirdi. Opel, Otosan, Fiat, Mercedes’in montaj sanayisi Türkiye’de yapılıyor. VestelAvrupa’nın beyaz eşya üretimini yapıyor. Küçük işletmeler yedek parçalar üreterek Avrupa sanayisine çalışıyor. Yüksek teknolojik ürünler dışarıdan (emperyalist ülkelerden) geliyor, değişik ülkelerde üretilen parçalar ana merkeze gönderilerek montajlanıyor. Bu üretim modelinde, tedarikçi ülkelerde yaratılan artı-değerin esasını emperyalist tekeller alıyor.

 Burjuva-feodal medyada, emperyalist tekellerin Türkiye’de açtıkları fabrikaların allanıp pullanarak aktarılmasının ardında yatan, Türk sermayesinin emperyalizmle kurduğu komprador ilişkinin daha sıkı bağlarla bağlanmasıdır. 2. Washington Konsensüsü kapsamında emperyalist sömürü ve talan politikalarını her alanda azgınca uygulayan komprador Türk sermayesi, ülke kaynak- Partizan/123 larına azami kâr hırsıyla yöneliyor. Sermaye birikimini sağlamak için kendi pazarını son sınırına kadar talan eden komprador Türk sermayesinin önündeki en önemli engellerden biri ulusal sorunun varlığıdır. Kendi pazarına duyduğu ihtiyaç ve kaynakların tamamınısonsuz kullanma talebi, T. Kürdistanı’nda KUH’un verdiği silahlı mücadele duvarına çarpıyor.

Türk hâkim sınıflarını oldukça rahatsız eden bu durum, bugün devam eden savaşın temel nedenlerinden biridir. Azami kâr hırsının dışında Ortadoğu’daki savaş hali, pastadan pay kapma dalaşı, elindeki bulgurdan olma kaygısı, daha fazla sermaye birikimiyle ekonomik gül bahçesi olma arzusu gibi birçok etken Türk sermayesini pervasızlaştırıyor. Tüm bunların yanı sıra kendi pazarı olarak gördüğü T. Kürdistanı’na sorunsuz olarak girmek ve hammadde kaynaklarını sınırsız sömürmek istiyor. T. Kürdistanı’nın pazar alanı olarak daha bir önem kazandığı süreçte “Misak-ı Milli” olarak tanımladığı kendi pazar alanında tam hâkimiyet kurmak istiyor. Zira batıda sağlanan sermaye birikimini daha da artırmak için T. Kürdistanı elzem bir nitelik taşıyor.

 Bu nedenledir ki, ilhak ve sömürü koşullarını devam ettirmek için T. Kürdistanı’nın statüsünün değişmesini istememektedir. Kapitalist-emperyalist sistemin yaşadığı kriz ve Ortadoğu’daki paylaşım dalaşı, dünya pazar alanlarının artan önemi T. Kürdistanı özgülünde emperyalist sermaye ve komprador Türk sermayesini ortak paydada birleştiriyor. Ortadoğu’daki savaş halinin yarattığı diplomatik-politik gerilimler, topyekûn olarak ekonomik ilişkilere, daha özgün ifadeyle azami kâr oranının düşmesine, yansımayacak biçimde devam ettiriliyor. ABD-TC ilişkileri tarihine bakıldığında bu kapsamda onlarca örnek görülecektir. Bu ekonomik çıkar ortaklığı çevresinde T. Kürdistanı’nı sorunsuz hale getirip emperyalist tekellerin sömürüsüne açmak TC devletinin görevidir. Dolayısıyla emperyalist sömürü TC devleti eliyle yapılırken, aynı zamanda TC devletinin sömürüsü de emperyalizmin sömürüsüdür. T. Kürdistanı; Yüzyıllık İlhak, Sömürü, İnkâr ve İmha Kürdistan coğrafyası, sınıflı toplumlar tarihinin her döneminde egemen sınıfların birbirine üstünlük kurma savaşının tam ortasında kalmıştır.

Coğrafi olarak Avrupa, Asya ve Afrika’yı karasal olarak birbirine bağlayan kavşak noktada yer alması başlı başına yeterli bir neden olmaktadır. Bugün Ortadoğu’da yaşanan savaş gibi onlarca savaş aynı nedene dayanıyor. Her savaş sonrasında Kürdistan coğrafyasına ve bu coğrafyada yaşayan kadim halklara bugün olduğu gibi katliam, soykırım, kölelik, sömürü yaşatılıyor. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda dünya pazar alanlarını paylaşan, Lozan Anlaşması’yla da buna meşruluk kazandıran emperyalistler, Kürdistan coğraf- yasını da paylaştı. Kürdistan petrol ve stratejik konumlar esas alınarak dörde bölünüp parçalanırken her bir parça emperyalizmin o dönem manda, sömürge ve yarı-sömürge durumunda olan ülkelere bırakıldı. İlhak “hakkı” doğrudan emperyalizmin uşağı, işbirlikçisi, olan devletlere verildi. Lozan bunun hem meşruluk zemini hem de paylaşılan bölgelerin sınırlarının çizilmesinin anlaşması oldu. Yüzyıl sonra bugün bölgeye hibe, emperyalist dalaş işbirlikçi devletlerin pay peşinde acizleşmesi söz konusu.

Değişen tek şey ilhak ve sömürüye, inkâr ve imhaya karşı Kürt ulusunun, Rojava örneğinde olduğu gibi, örgütlü savaşmasıdır. Bölgede dengelerin, daha fazla kâr elde edilecek koşulların yaratılması için yeni dengeler kurulması amacıyla bozulması Kürdistan daha özelde T. Kürdistanı üzerindeki sömürünün yoğunlaşacağı anlamına geliyor. Yüzyıllık inkâr ve imha tarihinde çatışma, savaş, sürgün ve katliam dışında T. Kürdistanı’nda TC devletinin uyguladığı ekonomi politikalarıyla emek sömürüsü de vazgeçilmez önemdedir egemenler açısından. Bugün T. Kürdistanı’nda yaşanan yoksulluk, işsizlik bu sömürü politikalarının bir sonucudur. Bu sömürü politikalarına damgasını vuran her zaman olduğu gibi ırkçı, şoven, milliyetçi zihniyettir. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nden 1960’larda gelen planlı ekonomiye, 12 Eylül askeri faşist cunta ile uygulanan “neo-liberalizm”den bugüne T. Kürdistanı üzerindeki sömürü her daim artmıştır.

Emperyalist sermaye ve komprador Türk sermayesi çıkar ortaklığında izlenen bu sömürü ve talan politikasında T. Kürdistanı’na düşen pay işsizlik, yoksulluk, açlık ve yoğun emek sömürüsü olmuştur. 2000’li yılların başında TC ekonomisine emperyalist sömürü-talan politikasıyla yeniden ayar çekilmesi kapsamında Bölge Kalkınma Ajansları (BKA) kuruldu. BKA’lar, 2002 yılı İstatistiki Bölge Birimi Sınıflandırması’na (İBBS) dayanan, Avrupa’da 1988 yılından beri uygulanan NUTS (Numenhature of Territorial Units For Statistics) sisteminin Türkiye’de uygulanan biçimidir. Avrupalı emperyalistler, 1990’lardan bu yana ulusal ve bölgesel kalkınma stratejileri üzerine çalışıyor. Kapitalist sermaye birikimi ve dünya pazarında rekabet gücünü artırmanın temel amaç olduğu bu stratejiler, ülkede birkaç ya da sadece bir bölgeye yönelik sermaye yatırımı anlamına geliyor. Ülkedeki bölgelerin mevcut yeraltı yerüstü kaynakları hem sermaye birikimi hem de dünya pazarında rekabet gücü esas alınarak sermaye yatırımı için taşıdığı potansiyel ortaya çıkarılıyor.

Sermaye birikimi ve rekabet gücü bakımından yüksek olan bölgelere öncelik verilerek sermaye bu bölgelere yöneliyor. 2002 yılında yasal düzenlemesi yapılarak hayata geçirilen BKA’lar bu anlayış ve yönelimin ürünüdür. Bunu takiben TC ekonomisi 26 alt bölgeye ayrıldı. Alt bölgelerin her biri pazar olanakları, maden, su, tarım, orman, iş gücü, enerji gibi yatırım düzeyleri Partizan/124 sermayenin azami kâr elde edebileceği alanlar olup olmadığı tespit edilerek, her bölge için bir BKA kuruldu. “Bölgesel kalkınma”, “gelişme” gibi kulağa hoş gelen kelimelerle anlatılan BKA’lar sermaye için kalkınma ve gelişmedir. Bölgesel rekabetin arttığı, kimi bölgelerin yoksullaştığı, kimi bölgelerdeki kaynakların başka bölgelere taşındığı, kimi bölgelerin küçük ve orta ölçekli işletme üzerine çıkamadığı ve sanayileşmeyi tamamlamadığı fakat tüm bölgelerde artıdeğer sömürüsünü yoğunlaştıran bir sermaye birikim stratejisidir BKA’lar. TC devletinin, KOBİ’lere sürekli “can suyu” kredisi vererek teşvik etmesi, tarımda üretim havzaları oluşturup rekabet gücü olan ürünlere destek verilmesi, bölgesel teşvik uygulamasında Marmara,Akdeniz, Ege ve T. Kürdistanı’na öncelik verilmesi (T. Kürdistanı’nın yatırım teşviklerinde tanınan olanaklar bakımından ilk sırada yer alması BKA’lar ekseninde izlenen sömürü politikasıdır.) 2008 krizinin ardından, “çözüm” sürecinin başlatılması, komprador sermayenin Cizîr’de toplantı yapması tesadüf eseri gelişen veya salt politik arenadaki gelişmelerin ürünü değildir. Ekonomi politikalarına göre atılan adımların siyasete yansımasıdır.

Amaç açık ve nettir. T. Kürdistanı’nın BKA’lar ekseninde sömürü, talan ve azami kâr için Türk sermayesinin yatırımlarına açılması için “sorunsuz”, “risksiz” bir bölge haline getirilmesidir. T. Kürdistanı olarak ifade ettiğimiz bölge 24 ilden: Semsûr (Adıyaman), Agirî (Ağrı), Erdexan (Ardahan), Êlih (Batman), Çewlîg (Bingöl), Bedlis (Bitlis), Amed (Diyarbakır), Elazîz (Elazığ), Erzîngan (Erzincan), Erzerom (Erzurum), Dilok (Gaziantep), Colemêrg ( Hakkari), Îdir (Iğdır), Gurgum (Kahramanmaraş), Kilis, Qers (Kars), Meletî (Malatya), Mêrdîn (Mardin), Mûş (Muş), Sêrt (Siirt), Riha (Şanlıurfa), Şirnex (Şırnak), Dersim (Tunceli) ve Wan (Van) oluşuyor. Bu 24 ilin bulunduğu coğrafya Lozan’da TC devletinin ilhakına bırakılan Kürdistan coğrafyasının en büyük parçasıdır. Bugüne gelinen süreçte 90 yıla yayılan inkâr ve imha politikalarına rağmen Kürtler toprağına, kökenine tutunmuş, tarihsel toplumsal varlığını korumuştur. Egemen sınıfların ekonomik-politik çıkarları doğrultusunda ve süreç içinde değişen koşullar bugün iki parçası ilhak altında (İran ve T. Kürdistanı), iki parçası (Suriye ve Irak Kürdistanı) savaş durumundan dolayı sonucu tam belli olmayan özerk-bağımsız yönetim olan bir Kürdistan gerçekliğini ortaya çıkartmıştır.

 T. Kürdistanı’nın sosyo-ekonomik durumu somut verilerle, bu veriler de batı illeriyle karşılaştırılarak aktarıldığında ilhak, sömürü ve ulusal baskının boyutu da açığa çıkmaktadır. Örneğin Diyarbakır Ticaret Odası’nın 2012’de hazırladığı bir rapora göre T. Kürdistanı’nın gelişmişlik düzeyi Marmara Bölgesi’nin 120 yıl, Ege Bölgesi’nin 90 yıl gerisindedir. Partizan/125 Kapital ekonomide gelişmenin temel göstergesi sanayi üretimidir. Sanayide faaliyet gösteren fabrikaların, küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin sayısı, kapasitesi, teknolojik düzeyi, yarattığı katma değer ekonomik gelişmenin motor gücüdür. Çok kullanılan tabirle “kalkınma-büyüme” denilen süreçte sanayi üretimi esastır. TC ekonomisinin mevcut sanayi üretiminin ağırlıklı olarak düşük ve orta düzet teknolojiye dayalı olması ortalama 100 yıl geride olan T. Kürdistanı’ndaki tablo hakkında fikir vermektedir. TC ekonomisinde sanayi Marmara, Ege ve Akdeniz’de yoğunlaşması sadece ekonomik nedenlerden (pazara ulaşım, nakliye masrafı vb.) değil aynı zamanda ezilen ulusa yönelik inkâr ve imha zihniyetinin ekonomik alana yansımasıdır. T. Kürdistanı’nı sanayisiz bırakarak, Kürtleri, Türklere muhtaç olduğu bir ekonomik yaşama mahkûm etmek gibi ırkçı-şoven duygularla birlikte Kürt burjuvazisinin gelişimini engellemek de ırkçı zihniyetin başköşesinde durmaktadır.

 Türkiye Kalkınma Bankası’nın verilerine göre T. Kürdistanı’nın sanayideki payı 1927 yılında % 12,3, 1964 yılında % 3,3, 1981 yılında % 3.3 ve 2001 yılında % 4.7 oranındadır. Görüldüğü gibi TC’nin kuruluş döneminin ilk yıllarında T. Kürdistanı’nın sanayi üretimindeki payı oldukça yüksektir. Bu yükseklik, kuruluş döneminde T. Kürdistanı’na yapılan yatırımlardan ileri gelmiyordu elbette. Ekonominin tarıma dayalı olması, tarıma dayalı birçok işletmenin mevcut olması, şeker ve tütün fabrikalarının açılması T. Kürdistanı’nın payını yükselten etkenlerdir. Sonraki yıllarda, yatırımların batıya yöneltilmesi bu yüksek oranı oldukça düşürmüştür. 1930’lu yıllarda, devletçilik, 1940’lı yıllarda savaş ekonomisi, 1950’lerde ithal ikameci politika bugünün TÜSİAD’ının pazarlanması-holdingleşmeye evrilmesi sürecinde T. Kürdistanı bugün olduğu gibi Türk sermayesinin birikim sürecinin sömürü alanı olmuştur. Batı hızla gelişirken T. Kürdistanı’nın sanayideki payı 1927’den 1964’e % 9 oranında düşmüştür. TC ekonomisinin 1960’lardaki sanayi yapısı, ithal ikameci emperyalist politikaya dayanan dışa bağımlı bir sanayi iken, Türk sermayesinin yeni yeni fabrikalaştığı dönemde T. Kürdistanı’nın payı artacak yerde % 12,3’ten % 3,3’e düşmüştür. 1960-80 arası dönemde planlı ekonomiye geçiş, montaj sanayinin yerleşmesi sürecinde de T. Kürdistanı’nın payı değişmemiştir. Bu süreçte Güney DoğuAnadolu Projesi’nin (GAP) gündeme gelmiş, belli yatırımlar yapılmış olsa da, TC devletinin, T. Kürdistanı’na dair ekonomik gelişim noktasındaki bakış açısında bir değişim olmamıştır. Bu süreçlerde (1927’den 1980’e) bugün açıkça gerekçe edilen “terör belası!” da olmadığı halde T. Kürdistanı’nda sanayinin gelişimine olanak tanınmamıştır.

1980’den 2001’e T. Kürdistanı’na düşen yine sömürüdür. Partizan/126 Emperyalist “neo-liberal” politikaların AFC ile uygulanması en çok T. Kürdistanı’nı etkilemiştir. Sanayinin çok cılız olup ekonominin can damarının tarım olduğu T. Kürdistanı’nda “neo-liberal” politikalar tarımı alt üst etmiş, hayvancılığı bitme noktasına getirmiştir. Devlet desteklerinin sınırlanması, tarım destekleme kurum ve kuruluşlarının özelleştirilmesi, çoğunun kapatılması, en çok T. Kürdistanı’nı etkilemiştir. 1990’ların başında Kars Süt Endüstrisi Kurumu’nun (SEK) Koç Holding’e satılması sonrasında Koç Grubu’nun SEK’i kapatmasıyla Kars’taki hayvancılık bitme noktasına gelmiş, hayvancılıkla geçinen binlerce küçük köylü üretimden koparılmıştır. Bu süreçte, sanayide kıpırdanma denebilecek % 1,4 oranında bir artış söz konusudur. Bu artışın T. Kürdistanı’na katkısından ziyade komprador Türk sermayesinin birikimine katkısı söz konusudur. Zira TC devleti, “neo-liberal” politikalarla T. Kürdistanı’nın kapılarını emperyalist talana ve sömürüye ardına kadar açmıştır. 2001 sonrası dönemde, sanayi bakımından T. Kürdistanı’nda genel durumunu değiştirecek bir gelişme yoktur. BKA kapsamında belli bir sermaye yönelimi olsa da, bu yönelim batıyla kıyaslanamayacak kadar düşüktür. TÜİK verilerine göre 2002 yılında T. Kürdistanı sanayisindeki işletme sayısı 217 bin 209’dur. Türkiye toplamının (1.858.191) % 11.7’si T. Kürdistanı’nda bulunmaktadır.

2009 yılında sanayideki işletme sayısı 413 bin 861’e çıkarken Türkiye toplamına (3.225.462) oranı da % 12.8’e yükselmiştir. Verilere göre T. Kürdistanı’nda sanayi işletmeleri sayı bakımından bir artış göstermektedir. Fakat bu işletmelerin niteliği, teknoloji düzeyi, üretim kapasitesi hakkında veri -tamamlayıcı bilgi olmadığından- bu artışın T. Kürdistanı’nın ekonomik gelişimini ne derece katkı sunduğu, diğer bölgelerle arasındaki ekonomik farkı ne kadar kapattığı noktasında bir yorum yapmak eksik olacaktır. Ancak İstanbul Ticaret Odası’nın 2014 yılı için hazırladığı ilk ve ikinci büyük 500 sanayi kuruluşu listesine bakıldığında, T. Kürdistanı’ndaki sanayi kuruluşlarının adı yok denecek kadar azdır. İlk 500 büyük şirketten sadece 29’u T. Kürdistanı’nda kuruludur. Bu 29 şirketin 21’i Dîlok, 8 Gurgûm olmak üzere sadece iki Kürt ilinde bulunuyor. Geriye kalan l22 Kürt ilinin listeye girebilecek sanayi kuruluşu yoktur. İkinci büyük 500 şirketin 53’ü T. Kürdistanı’ndadır. Bu 53 şirketin, 35’i Dîlok, 12’si Gurgûm, 2’si Meletî’deyken Amed, Mûş, Mêrdîn ve Elezîz’de birer tane bulunmaktadır. Geriye kalan 17 Kürt ilinin ikinci büyük listeye girebilecek sanayi kuruluşu yoktur.

Aktarılan liste T. Kürdistanı’ndaki sanayi kuruluşlarının kapasitesi ve Partizan/127 büyüklüğü, teknolojik düzeyi, üretim seviyesi hakkında genel fikir vermektedir. Listeye giren ve T. Kürdistanı’nda bulunan şirketlerin Kürt iş insanlarına ait olup olmadığı bir yana bu şirketlerin T. Kürdistanı ekonomisine ne derece katkı sağladığı konusunda veri olmadığından ancak tahmini yorum yapılabilir ki bu da yanıltıcı olacaktır. Zira şirketlerin sağladığı sermaye birikimi T. Kürdistanı’nda kalmamaktadır. T. Kürdistanı’ndaki mevcut sanayi yapısının, diğer bölgelere göre geri bir düzeyde olduğunun başka bir göstergesi de sanayi işletmelerinin yarattığı katma değer oranıdır. Gayri safi katma değer (GSKD) oranlarına bakıldığında T. Kürdistanı’ndaki sanayi üretimini katma değerinin düşüklüğü göze çarpmaktadır. 2004 yılında T. Kürdistanı’nın GSKD oranı % 8.6 iken tek başına İstanbul’un GSKD oranı % 27.8’dir. Ege bölgesinin GSKD oranı % 14.1, Akdeniz’in % 10.4’dür. 2008 yılında % 8.2; 2009’ta 8.8; 2010’da 9.3; 2011’de 9.2 GSKD oranı ile göreli bir artış yaşayan T. Kürdistanı yine de alt bölge sınırlanmasında son sırada yer alıyor. Küçük ve orta işletmelerin ağırlıkta olduğu, teknolojik düzeyinin düşük olduğu bir sanayi yapısının katma değerinin yüksek olması beklenemez.

Anormal olan batıdaki toplam katma değer (İstanbul, Ege, Akdeniz toplamı % 52.3) ile T. Kürdistanı ile karşılaştırıldığında arada 6-7 kat uçurum olmasıdır. Bu uçurumun kapatılmasına dönük bir politika olmadığı gibi mevcut durumun devamı, hatta uçurumun derinleştirilmesine yönelik politikalar söz konusudur. “Bölgesel kalkınma” adı altında yapılan yatırımlar ve yatırım olanaklarının yaratılması, komprador Türk sermayesinin birikimini artırmaya yönelik sömürü politikasının bölgeye yansıtılmasıdır. BKA üzerinden bölgelerin sermaye birikimi açısından belirlenen potansiyeline göre bölgeler sermaye yönelimine uygun hale getiriliyor. Alt yapı anlamında T. Kürdistanı gibi sanayi bakımından geri bırakılmış bölgelere küçük sanayi siteleri (KSS), Organize Sanayi bölgeleri (OSB) yapılıyor. Üretimin parçalanarak esnek taşeron üretimin yaygınlaştığı süreçte KOBİ’lerin yaygınlaştırılması hem maliyeti düşürme hem de emeği değersizleştirme yoluyla sermaye birikimini artırma politikası.

Bu kapsamda 2011 verilerine bakıldığında hem OSB hem de KSS kurulması bakımında T. Kürdistanı ilk sıralarda yer alıyor. 2011 yılı sonu itibari ile kurulan 92 KKS ile İç Anadolu ilk sıralarda yer alırken, onu 89 KSS ile Karadeniz, 82 KKS ile T. Kürdistanı izlemektedir. Aynı dönem kurulan 30’ar OSB ile T. Kürdistanı ve Karadeniz ilk sıralardayken, peşinden 28 OSB ile İç Anadolu gelmektedir. Akdeniz, Ege ve Marmara her iki sıralamada da son sırada yer almaktadır. Genel görünüm olarak amaç “geri kalmış bölgeleri geliştirmek!” gibi görülse de gerçek amacın emek Partizan/128 yoğun üretimin, taşeron çalıştırmanın bu “geri kalmış bölgelere” kaydırarak artıdeğer sömürünün yoğunlaştırılması olduğu, dolayısıyla başta T. Kürdistanı olmak üzere bu bölgelerin “geri kalmaya” devam edeceği açık ve nettir. T. Kürdistanı’nın OSB sayısında birinci KSS sayısında üçüncü sırada olması bölgede sanayi yapısının düzeyini göstermesi açısından önemlidir. Komprador Türk sermayesi altında ezilen KOBİ’lerden ileri gidemeyen bir sanayi yapısıyla var olan uçurumun kapanmayacağı, kapatılmak da istenmediği oldukça alenidir. T. Kürdistanı’nın ekonomik durumuna dair yaşanan işsizlik, yoksulluk ve göçe dair en çok kullanılan ifadelerden biri sermaye yatırımı yokluğudur. Kapitalist ekonomi yasalarına göre, bölgenin gelişmesi sermaye yönelimiyle doğrudan ilintilidir. Hâkim sınıflar azami kârın garanti olduğu, risk faktörünün en az olduğu pazarlara yönelir.

Sermaye açısından T. Kürdistanı ekonomik ve siyasi olarak en riskli bölgelerin başında gelir. Bölgenin ekonomik altyapısının büyük sermaye yatırımları için yetersiz oluşu, sermaye akışını olumsuz etkileyen bir diğer faktördür. Ancak Türk sermayesi için bunlardan daha önemli olan konular mevcut. Birincisi, kendi pazarında bir Kürt burjuvazisinin gelişmesi; ikincisi, ırkçı-şoven-milliyetçi ve tekçi zihniyetle ulusal baskının devam ettirilmesi. Bu ulusal baskıya karşı Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesi Türkiye Kürdistanı’nda sermaye yatırımlarının yok denecek düzeyde olmasına gerekçe yapılmaktadır. Türk sermayesi ırkçı-şovenist ve milliyetçi zihniyetten dolayı bölgeye sınırlı düzeyde yönelmiştir. 1980-2008 döneminde yatırım teşviklerinin en düşük olduğu 10 ilin 7’si (Erdexan, İdîr, Bedliz, Çewlig, Colemêrg, Dersim ve Kilis) Türkiye Kürdistanı’ndadır.Aynı dönem içinde yatırım teşviklerinin en yüksek olduğu 10 il içinde bölgeden sadece Dilok yer almaktadır. 2013 TÜİK verilerine göre yatırım teşvikleri sıralamasında ilk 10’da bölgeden sadece Dilok vardır. İlk 20 içinde de Dilok dışında Mêleti, Mêrdîn ve Şirnex bulunmaktadır. Aynı veriye göre yatırım teşviklerin ilk 10 ilin 5’i (Dersim, Erdexan, Qers, Mûş, Agirî) Kürt ilidir. Verilerin aktardığı, 30 yıllık süre içinde T. Kürdistanı’na sermayenin çok cüzi olarak yönelmiş olmasıdır.

GAP bu durumu değiştirmemiş aksine sermaye yatırımının 1-2 ilde yoğunlaşmasından ileri gidememiştir. Sanayideki genel durumun T. Kürdistanı’nda yaşayan nüfusun geçimini sağlayacak, yaşamını idame ettirecek seviyeden uzak olması ve tarımın ekonomideki önemi hiç değişmemiştir. Daha yalın ifadeyle Kürtlere yaşamını sürdürebilmek için tarımsal üretimden başka alternatif tanınmamıştır. Köy boşaltmalar, yayla yasakları, özel güvenlik bölgeleri, OHAL ilanları Kürtlerin tarımsal üretim yapmalarını engellemeye dönüşmüştür. TC devletinin göçertme Partizan/129 politikalarının yanı sıra ondan daha yakıcı sonuçlar doğuran emperyalist tarım politikaları, T. Kürdistanı’ndaki tarımsal yapıyı talan etti. Emperyalist tarım politikalarıyla, tarımın büyük üreticilerin pazar ihtiyacına göre düzenlenmesi en çok T. Kürdistanı’nı etkilemiştir. Toprak dağılımındaki eşitsizlik, ürün deseninin değişmesini, küçük üreticilerin tarımdan tasfiye edilmesini hızlandırmıştır. Desteklemelerin sınırlanması ve küçük üreticilerin ulaşımının zorlaştırılması, ürün girdileri desteklemelerinin azaltılması, taban fiyat uygulamalarına son verilmesi, küçük üreticileri serbest rekabet koşullarında büyük üreticiler tarafından ezilmeye terk edilmesinin zemini oluşmuştur.

Küçük üretimin yoğun olduğu T. Kürdistanı’nda küçük üreticilere üretim desteği veren kooperatif, satış birlikleri, et kombinaları gibi kurum ve kuruluşlar zarar ediyor denilerek ya kapatıldı ya da yok parasına özelleştirildi. 2000’li yılların başında, Şeker Yasası, Tütün Yasası, Tohum Yasası, Sözleşmeli Üreticilik gibi köylüleri tarım tekellerine teslim eden yasal düzenlemelerle tarımın şirketleşmesinin önü açıldı. DB politikaları kapsamında çıkarılan bu yasalarla küçük üreticiler kendi tarlasında üretim yapamaz hale gelmesinin yanı sıra sözleşmeli üreticilik ile tarım tekellerinin işçileri haline getirildi. Küçük üreticiler tarımsal üretime devam etmek, geçimlerini sağlamak için başka ürünlere yönelmek veya büyük üreticilere tabi olmak zorunda bırakıldı. Bu şartlar altında borçlanarak üretime devam eden küçük üretici, kaçınılmaz son olarak elindeki toprağı ya tefeciye ya da bankalara bırakmak zorunda kalarak mülksüzleştirildi.

2015 yılında Erzerom’da 2000 köylü bu tasfiye politikasına dayanamayarak mülksüzleşti. T. Kürdistanı’ndaki tarımın 10 yıl içinde gösterdiği değişim değişim küçük üreticilerin tasfiyesi ile sonuçlanan bir değişimdir. Hem ekilen tarım alkanlarında bir daralma hem de ürün deseninde önemli değişimler söz konusudur. Bu durum hem Türkiye geneli, hem de T. Kürdistanı için geçerlidir. Zira emperyalist tarım politikaları ile amaçlanan da budur. T. Kürdistanı’nda 2001-2010 döneminde işlenen tarım alanı ve uzun ömürlü bitkilerdeki değişim oldukça dikkat çekicidir. İşlenen tarım alanı toplamda % - 8.6 oranında daralmıştır. Bu daralmada üretimden kopmalar belirleyici konumdadır. En çok daralma % -20.1 oranıyla nadasa bırakılan tarım alanıdır. Nadasa bırakma toprağın verimini artırma amaçlı olabileceği gibi, ürün değişiminde toprağı dinlendirme amaçlı da yapılmaktadır. Bu açıdan bölgede devletin destek verdiği ürünlere geçiş için nadasa bırakmayı artıran etken olabileceği gibi tasfiye politikaları nedeniyle köylülerin toprağını ekemediği faktörü de yüksek olasılıktır. 10 yıl içinde sebze ekilen alanların % 18,8 oranında azalması, T Kürdistanı’nda sebzeciliğin önemli oranda bırakıldığı anlamına gelmektedir. Sebze ekimlerini bırakanların ekseri küçük üreticiler olduğu, bunlarında ya başka ürüne yöneldiği ya da tamamıyla üretimden vazgeçtiği bir durum söz konusudur. Uzun ömürlü bitkilerin tamamında artış olması özellikle zeytin alanlarının % 52 oranında artması T. Kürdistanı’nda üreticilerin meyveciliğe yöneldiğinin, dolayısıyla diğer tarım ürünlerinden geçimini sağlayamadığının ifadesidir. Girdi fiyatlarının (mazot, gübre, tohum, ilaç) bu süre içinde küçük üreticilerin maliyeti düşük ürünlere yönelmesi söz konusudur.

 Ekim alanları artışında dikkat çeken bir diğer ürün % 239 artış gösteren yem bitkileridir. Bu artış bölge genelinde hayvancılığın gelişmesi gibi görünse de tam tersi olarak hayvancılığın büyük üreticilerin elinde toplanmasının ifadesidir. Hayvan varlığındaki düşüşe oranla yem bitkilerinin artışı arasındaki ters orantı yem bitkilerinin alternatif olarak görülmesi durumunu açığa çıkartmaktadır. Ekim alanlarındaki daralma ve ürün desenindeki değişim emperyalist tarım politikalarıyla pazara dönük üretime yönelimin kaçınılmaz sonucudur. Aynı zamanda küçük üreticilerin tasfiye politikalarına karşı ayakta kalmak için ürün değişimi T. Kürdistanı özgülünde tarım dışında farklı alternatiflerinin olmaması da önemli bir etkendir. Tarımda yaşanan yıkımda T. Kürdistanı ile diğer bölgeleri karşılaştırdığımızda, bölgede yaşanan yıkım felaket noktasındadır. Diğer bölgelerdeki daralma % -11.8 iken T. Kürdistanı’nda % -18.8 oranında olup diğer bölgelerdeki daralmadan daha fazladır. Nadasa bırakılan ekim alanları oranında da T. Kürdistanı, diğer bölgeler içinde birinci sıradadır. Toplam işlenen tarım alanlarındaki daralma oranlarına bakıldığında Türkiye’nin 5 bölgesindeki (Marmara, Ege, Akdeniz, Karadeniz ve İç Anadolu) daralmanın toplamı % -9.9 iken tek başına T. Kürdistanı’nda yaşanan daralma % -8.6’dır. Açıktır ki T. Kürdistanı’ndaki tarım alanlarında diğer bölgelere göre daha fazla daralma olmuştur. Aynı durum işlenmen tarım alanı ve uzun ömürlü bitkiler toplam oranı içinde geçerlidir. Bu alanda da Türkiye’nin beş bölge toplamında daralma % -7.3 iken, T. Kürdistanı’nda yaşanan daralma oranı % -6.6’dır. Tarımda izlenen tasfiye politikalarının ürün desenine yansıması geleneksel tarımsal üretim yapısının bozulması ile birlikte, küçük üreticiler için ekimi daha kolay ve üretim maliyeti düşük ürünlerin ekim alanlarındaki azalması üretimden kopmaların göstergesidir. T. Kürdistanı’nda bazı tahıl ve sanayi bitkilerinin 2001-2010 arasındaki dönemde ekim alanlarındaki değişim oranları da aynı şeyi söylemektedir. Seçilmiş bazı ürünlerde ekim alanlarındaki daralma şöyledir; Buğday % -5.2, Arpa % -31.4, Patates % -50, Kuru bakliyatgiller (mercimek, Partizan/131 nohut vb.) % -47.2, Şeker Pancarı % -29, Tütün % -78.9 oranındadır. Rakamlardan da anlaşılacağı üzere kimi ürünlerde (tütün ve bakliyatgiller gibi) yaşanan daralma oldukça yüksektir. Bu ürünlerin küçük üreticilerin yoğun olarak ektiği ürünler olması ayrı bir önem arz etmektedir. Tersinden sanayi ürünü olan birçok ürünün de ekim alanları da artmıştır. Mısır (dane) ekim alanı on misli artarken, çeltik % 300,Ayçiçeği % 9.5, Üzüm % 9, Zeytin % 51.1, meyveler (zeytin ve turunçgiller hariç) % 1.2 oranında artmıştır. Bu ürünler, sanayi ürünü olup meyveler dışındaki ürünlerin üretim maliyeti yüksek endüstriyel tarımı gerektirmektedir.

Yoksul T. Kürdistanı’nda bu ürünlerin ekim alanlarındaki artışı, ürün deseninin sanayi ürünleri lehine değiştiğini göstermektedir. Bu değişimde küçük üreticiler daha çok meyveciliğe yönelirken maliyeti yüksek sanayi ürünlerinin ekimi büyük üreticilerin elinde toplanmaktadır. Endüstriyel tarım yapacak ekonomik gücü olmayan küçük köylülük mecburen meyveciliğe yönelmekte veya mülksüzleşmektedir. Ekim alanlarındaki daralmayı diğer bölgeler ile karşılaştırdığımızda T. Kürdistanı’ndaki durumun daha ağır olduğu görülecektir. Türkiye’de arpa ekim alanı % -14.4 azalırken Patates % -29.5, Kuru bakliyatgiller % -38.2 Şekerpancarı % -7.8, Tütün % -58.7 oranında daralma olmuştur. Tarım alanlarındaki seçilmiş ürünlerin ekim alanlarının daralması hem Türkiye hem de T. Kürdistanı’nda yaşanırken, oranlara bakıldığında T. Kürdistanı’ndaki oranların daha fazla olduğu görülür. En bariz fark şekerpancarı ekim alanlarındadır. T. Kürdistanı’ndaki daralma Türkiye’deki daralmadan dört kat daha fazladır. Bu emperyalist tarım politikalarının bir sonucuyken durumu ağırlaştıran bir başka etken de batıdaki küçük üreticilerin sınırlı düzeyde de olsa devlet desteklerinden yararlanıp, banka kredilerine ulaşabilirken, T. Kürdistanı’ndaki küçük köylülüğün aynı olanaklardan batıdakiler kadar bile yararlanamamasıdır. Ekim alanlarındaki daralma doğrudan üretim düzeyine de yansımıştır. 2001- 2010 dönemi ekim alanı daralan üretim miktarı da düşmüştür. Arpa üretimindeki düşüş % -39,4 olurken, Kuru bakliyatgiller % -15.5, Şekerpancarı % -12.2 ve Tütün % -80 oranında düşmüştür. Bu düşüş doğrudan T. Kürdistanı ekonomisine yoksulluk olarak yansımış ve şehirlere göçü tetiklemiştir. Zira, tarım dışında alternatifi olmayan tarımda da ürettiğinden yararlanamaz ve üretemez hale getirilen yoksul Kürt köylüleri için göç dışında çıkar bir yol kalmamış Wân, Amed, Riha şehir nüfusu hızla azalmıştır. Bu durum sadece T. Kürdistanı’nda emperyalist tarım politikalarının sonucunu aktarmıyor.Aynı zamanda yayla yasaklarının, köy boşaltmalarının, dağların, meraların bombalanmasının, ormanların yakılmasının sonucunu da gösteriyor.

Partizan/132

Coğrafi olarak dağlık olan dolayısıyla bitkisel üretimden çok hayvancılığa elverişli olan T. Kürdistanı’nda hayvancılığın (et, süt, yumurta üretimi, canlı hayvan satımı vb.) önemli oranda azaldığı hayvancılığın terk edildiği de görülmektedir. Sürü hayvanlığında ilk sırada gelen koyun (davar) T. Kürdistanı’nda % -75.8 gibi oldukça yüksek bir oranda azalmıştır. Bu oran koyunculuğun bitme noktasına gelmesi ile eş anlamlıdır. Besi hayvancılığı et ve süt üretiminde önemli bir yeri olan büyük baş hayvancılığında da yaşanan düşüş bölge açısından oldukça yüksek düzeydedir. Beyaz et ve yumurta üretimi için yapılan kümes hayvancılığındaki düşüş % -40.6 gibi oldukça yüksek bir orandır. Yük hayvanı olarak kullanılan at, katır, eşek sayısındaki azalma % -45.7’ye ulaşarak neredeyse yarı yarıyadır. Tüm bu azalmalar, T. Kürdistanı’ndaki hayvancılıkla uğraşan köylülüğün özellikle elindeki hayvanları kesme veya satma yöntemiyle giderek tasfiye olduğunu göstermektedir. Hayvancılık ile doğrudan ilintili, yem, yün dokuma, kasap gibi yan sektörlerin olumsuz etkilenmesinin yanında sayısı on binleri aşan Kürt köylülerinin yoksullaştırılması söz konudur. Bu durumu daha çarpıcı kılan T. Kürdistanı’ndaki hayvan varlığının, Türkiye ile karşılaştırıldığında ortaya çıkan tablodur. T. Kürdistanı’nda hayvancılıkta düşüş yaşanırken Türkiye’de artış söz konusudur. Örneğin kümes hayvanları sayısında T. Kürdistanı’nda % -40.6 düşüş yaşanırken Türkiye’de ise % 7.1 oranında artış olmuştur. Hem Türkiye hem de T. Kürdistanı’nda yaşanan düşüşlere bakıldığında koyun sayısındaki azalma dikkat çekmektedir. Koyun varlığı Türkiye’de % -14.4 azalırken, T. Kürdistanı’nda % -75.6 oranında azalmıştır. Aradaki fark 5 kattır. Dolayısıyla tasfiye politikalarının T. Kürdistanı’nda afete dönüştüğünün bilgisidir. Bir bütün tarım alanında izlenen tasfiye politikaları, T. Kürdistanı’ndaki tarımsal üretimi küçük üreticiler açısından felç ederken, yoksul Kürt halkının en önemli geçim kaynağı elinden alınmış, hızla mülksüzleştirilmiştir. T. Kürdistanı’nın tarım ve sanayi yapısı ilhak edilmiş topraklar üzerindeki sömürünün boyutunu gösteriyor. Bölge, coğrafi özellikleri, hammadde kaynakları, tarım arazileri bakımından oldukça zengin olmasına karşın hem tarım hem de sanayi sektöründe bölgeler arasında son sırada yer alıyor.

Bu durum devasa bir işgücü açığa çıkarırken aynı zamanda bu işgücünü emecek bir istihdam alanı olmaması sebebiyle yüksek oranda işsizlik, dolayısıyla yedek sanayi ordusu oluşuyor. Şehirlerde yaşayan nüfus ile birlikte son 15 yıllık dönemde tarımsal alandan koparak Kürt illerine yığılan köylü nüfusu, istihdam düzeyi oldukça düşük olan Partizan/133 bölgenin işsizlik oranını yükseltmiştir. 2012 yılına ait TÜSİAD’ın hazırladığı rapora göre T. Kürdistanı’ndaki işsizlik oranı % 40’tır. Çalışılabilir nüfusun yarıya yakınının işsiz olduğu T. Kürdistanı’nda emek gücünün batıya doğru göçü söz konusudur. Kürtlerin bu göçü batıda ucuz işgücü olarak kullanılmaktadır. Büyük şehirlerden tekstil atölyeleri, inşaat, sebze hali, hamal, işporta gibi emek yoğun sektörlerde düşük ücretlerle çalıştırılan Kürtler aynı zamanda güvencesiz, esnek ve taşeronluğun yoğun olduğu ağır işkollarında çalıştırılıyor. İş, aş ve gelecek kaygısıyla batıya göçen veya sadece çalışmak için gelen Kürt işçilerin emeği değersizleştirilerek artı-değersömürü yoğunlaştırılıyor. Tüm bunların yanı sıra Kürt işçiler ırkçı, şoven ve milliyetçi baskı ve linçe varan saldırılar altında yaşamak zorunda bırakılıyor. Çalışacak iş alanlarının yetersiz olduğu bölgede Kürtler mevsimlik işçilik yaparak geçimini sağlamaya çalışıyor. Kimi kaynaklara göre Türkiye’de mevsimlik işçi olarak çalışan nüfuz 1 milyon civarında. “Bugün Kürdistan topraklarında 25 milyon mevsimlik işçi yılın 6 ayı veya daha fazla Ege’ye, Karadeniz’e ve Akdeniz’e çalışmaya gidiyor.” (Yaraşır, 2014, 356) Her yıl kamyon kasalarında, minibüslerde ve traktör römorklarında sıkış tıkış taşınarak, yollara saçılan cansız bedenleriyle gündem olmanın dışında bir haber değeri taşımıyorlar! Güneşin altında 15-16 saate varan çalışma koşuluna karşın oldukça düşük ücret veriliyor. Kadın işçiler erkeklerle aynı işi yapmalarına karşı daha düşük ücretle çalıştırılıyor. 16-18 saat çalışmanın ardından, kadınlar bir de ev işlerinin tamamını (temizlik, yemek, çocuk, bakımı vs.) yapmak zorunda kalarak iki kez sömürülüyor.

Oldukça düşük olan ücretten “dayıbaşı”, “elçi” denilen mevsimlik işçilere iş bulan aracılara da belli miktarda komisyon bedeli kesilerek ücretler daha da düşürülüyor. Karın tokluğuna eş değer hale geliyor. Yoğun artı değer sömürüsü ile mevsimlik işçiler asgari ücretin bile altında yaşamak zorunda bırakılıyor. Hiçbir sosyal hakları-güvenceleri olmayan mevsimlik işçiler aynı zamanda yılın dokuz ayı ilden ile tarladan tarlaya çalışmak için yollara düşerken gittikleri yerde konaklama, barınma, beslenme, sağlık gibi sorunlarla da baş başa bırakılıyorlar. Dere kenarlarına çadır kurarak yaşamak zorunda bırakılan mevsimlik işçiler, hem iş hem de yaşam koşulları bakımından dünyanın yükünü sırtlarında taşıyor. İşverenler hiçbir sorunla ilgilenmediği gibi belediyeler de mevsimlik işçilerin yaşadığı sorunlara, sıkıntılara kayıtsız kalıyor. Tüm bunların yanı sıra mevsimlik işçiler ırkçı-şoven- milliyetçi saldırılarla birlikte dışlanma, horlanma gibi ulusal baskının en koyu biçimiyle eziliyor. Özellikle ulusal hareketin eylemleri sonrası yaratılan milliyetçi dalga anında linç olarak saldırıya dönüşüyor. Vali ve kaymakamlar işçileri şehir içine almama, şehir dışına sürme insani ihtiPartizan/134 yaçlar için dahi sınırlı sayıda işçinin şehre girmesine izin verme gibi binbir türlü saldırı sırf Kürt oldukları için mevsimlik işçilere yöneliyor. Kürt halkını, kendi topraklarından kopartıp batıda, başka bir ülkede çalışmaya ve yaşamaya mecbur bırakan olgu, T. Kürdistanı’nda istihdam olanaklarının yaratılmaması ve yaratılmasına izin verilmemesidir. Türk hâkim sınıfları ezen ulus olarak ezilen ulus üzerinde işsizliği ekonomik ve ulusal baskı aracı olarak kullanması nedeniyle bu sorunun devamından yanadır.

İşsizlik T. Kürdistanı’nda dün olduğu gibi bugün de en büyük sorunlardan biridir. Dünden farklı olarak, sorunun daha ağır yaşam şartları oluşturmasıyla birlikte katmerleşmesidir. Bu durum rakamlara dolaysız olarak yansırken var olan tabloyu da gözler önüne sermektedir. Wan Ticaret ve Sanayi Odası’nın TÜİK’den aktardığı 2010 yılı verilerine göre 26 alt bölgenin çalışan sayılarının Türkiye toplamı içindeki payında Ağirî, Qers, İdîr, Erdexan, Wan, Mûs, Betlis, Colemêrg, Erzeron, Erzingan, Mêrdîn, Elîh, Sêrt, Şirnex % 1’e dahi ulaşamamıştır. Meletî, Elaziz, Çewlig, Dersim, Riha ve Amed % 1’lik payı biraz geçerken, sadece Dilok, Semsûr ve Kilis % 2.15 paya sahiptir. Batı bölgelerinin ilk sırada yer aldığı bu TÜİK verileri T. Kürdistanı’na iş gücünü istihdam edecek alanlarının çok yetersiz olduğu anlamına geliyor. Çalışan sayıları bakımından Türkiye toplamı içinde 14 Kürt ili % 1’in altında paya sahipken tek başına Ankara’nın payı % 8.55 oranıyla 26 alt bölge arasında ilk sırada yer alıyor. Bu durum, 90 yıllık TC tarihinde, T. Kürdistanı’nın üzerindeki artı-değer sömürüsünün ve yedek sanayi ordusu haline getirmenin özetidir. 1980’li, 1990’lı yıllarda sanayi sektörünün yarattığı açığı belli oranda tarım sektörü kapatıyordu, bugün durum çok daha farklı bir boyuttadır. Sanayi ve tarım sektörü T. Kürdistanı’nda işsizlik sorununa çare olmaktan ziyade tarımsal üretimden kopmalar yaşatarak işsizler ordusuna yenilerini katıyor. Hizmet sektörünün mevcut durumu işsizlik oranını düşürecek yapıda değildir. T. Kürdistanı’ndaki gelişim düzeyi de oldukça yetersizdir. Yaşamak ve geçim sağlamak için Kürtler enformel sektörler dışında kaçağa gitmektedir.

 T. Kürdistanı’ndaki bir bütün sosyo-ekonomik durum göz önüne alındığında, işsizlik sadece işsizlik değildir! Yaşam koşullarının daha da ağırlaşması, kendi köklerinden-toprağından koparak, başka ülkeye (batıya) göçmektir aynı zamanda. Bu sorunu en ağır biçimde yaşayan Kürt illeri Elih, Mêrdîn, Sert, Şirnex, Amed ve Riha’dır. 81 il içinde en yüksek işsizlik oranında ilk altı il bu Kürt illeridir. Geriye kalan 18 Kürt ilindeki işsizlik oranı ise % 5.89 ile % 11.7 arasında değişmektedir. 11 Kürt ili, 81 il içinde işsizlik oranı en yüksek ilk 20 ilin arasında Partizan/135 da yer almaktadır. Bu da T. Kürdistanı’nın bölgeler arası işsizlik oranında ilk sırada olduğu anlamına gelmektedir. İşsizlik, T. Kürdistanı’nın yaşadığı değil, T. Kürdistanı’na yaşatılan bir sorundur. T. Kürdistanı sosyo-ekonomisinde sanayiden tarıma, tarımdan hizmet sektörüne mevcut durum üretimden tüketime her şeyi ile TC ekonomisine bağımlı halin, ilhak ve sömürü gerçekliğinin ayan beyan görünmesidir. Ulusal baskı kapsamında her şeyin Kürtlere reva görüldüğü, inkâr ve imhaya uzanan baskının yer yer “Kürt kardeşlerim” söylemiyle asimilasyon boyutuna dönüşen, her daim zihinlerde diri tutulan tekçi düşüncelerin en yalın biçimde görüldüğü yer sosyoekonomik yaşamdır. Türk hâkim sınıfları, T. Kürdistanı üzerinde ulusal pazar hak iddialarından mütevellit bölgeyi kapitalist sermayenin azami kâr alanı haline getirme kapsamında yapılan projeler içinde Güney DoğuAnadolu Projesi (GAP) önemli bir yere sahiptir.

GAP, planlı ekonomiye geçiş döneminde gündeme gelmiş, 1961 yılında Fırat nehri ile sınırlı olarak toprak ve su kaynakları geliştirme projesi olarak başlatılmıştı. Sanayinin batıda dahi yeni geliştiği bu dönemde GAP’ın toprak ve su kaynaklarıyla sınırlı kalması tarım ağırlıklı üretim dolayısıyla toprak ağalarını zenginleştirmeye dönük proje olduğunu göstermektedir. İlk adım olarak 1964 Fırat Havzası İstikşaf Raporu ve 1966Aşağı Fırat İstikşaf Raporu ve aynı şekilde Dicle nehri için rapor düzenlendi. Bu iki rapor1968’de birleştirilerek ortaya GAP çıkartıldı. “Toplam 75 bin km2 alanı kapsayan GAP, Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde yapımı ön görülen baraj, hidroelektrik santralleri ve sulama tesislerinin yanı sıra tarımsal altyapı, sanayi, eğitim, sağlık ve başka sektörlerin gelişimi ve hizmetlerini kapsayan çok yönlü bir projeler demetidir. GAP kapsamında enerji ve sulama amaçlı 13 büyük proje ile Fırat ve kolları üzerinde 14 baraj ve 11 HES; Dicle nehri ve kolları üzerinde 8 baraj ve 8 HES olmak üzere [toplam – PZN] 22 baraj ve 19 HES yapımı planlanmıştır.” (Oral; 2013, 435). Dilok, Semsûr, Riha, Amed, Mêrdîn, Elih, Sêrt, Şirnex ve Kilis olmak üzere 8 Kürt ilini kapsayan GAP, T. Kürdistanı’nın tarım, su, maden, gibi doğal kaynaklarının çevrelendiği alanı, sömürü ve talana açma projesidir.

GAP bölgesinin sınıra yakın, coğrafi olarak düz bir arazi olması meta dolaşımı açısından da ayrıca bir önem taşıyor. GAP bölgesi başta da aktardığımız gibi emperyalist sermaye ve komprador Türk sermayesinin, sermaye birikim süreci açısından gelinen aşamada bir ihtiyaç olarak gerekliliği daha fazla duyumsanmaktadır. Bunun en bariz örneği GAP’ın hedeflenen aşamaya ulaşamayıp henüz tamamlanmamış olmasına rağmen tamamlanan, sömürü ve talana açılan kısımlarına kapitalist sermayenin akın etmesidir. Partizan/136 2009 verilerine göre GAP bölgesinde bulunan 100’e yakın firmanın % 36’sı Irak, % 18’i Suriye, % 5’i ABD, % 3’ü İran, % 23’ü de İtalya, Avusturya, Bulgaristan, İspanya, Rusya ve Yunanistan firmasıdır. Bunların dışında 67 İsrail şirket, ABD tahıl tekeli Cargill, İngiliz ve Fransız firmaları gibi emperyalist tekeller; Koç Grubu, Tikveşli, Yaşar, Toprak, Pınar, Ceylan, Yimpaş gibi komprador Türk sermayesi gıda, teknopark, dokuma, depolama, hayvancılık gibi birçok alanda yatırım yaparak sömürü çarkını döndürüyor. GAP ile kamuoyunda yaratılan halenin ardında, sömürü çarkını sonsuz döndürmek olduğu saklanamayacak kadar yalın ve somuttur. Bu, projenin idari şekli ve yürütülüşünde de görülmektedir. 26 alt bölgenin üçü GAP’ta bulunuyor. Her alt bölge için bir kalkınma ajansı kuruldu. Dilok, Semsûr, Kilis alt bölgesi; İpek Yolu Kalkınma Ajansı, Amed-Riha alt bölgesi; Karacadağ Kalkınma Ajansı ve Elih, Mêrdîn Sêrt, Şirnex alt bölgesi; Dicle Kalkınma Ajansı. GAP ajanslar üzerinden yürütülen proje doğrudan bakanlarını komprador kapitalistlerin belirlediği “250 kişilik kadrosu ve 50 milyon TL ödeneği olan” (Sönmez; 2012, 18) bir projedir. Dolayısıyla T. Kürdistanı zenginleştirme değil sermaye birikimi ve azami kâr gerçekleştirmenin, hakim sınıfları zenginleştirmenin projesidir.

AKP iktidarı İşsizlik Fonu’ndan 2008-2011 döneminde 9 milyar TL’ye yakın kaynağı çekip aldı. İşsizler için, işsizlikle mücadele için oluşturulmuş fonun kaynakları çekilip alınırken gerekçenin adı “GAP yatırımlarıydı”. (age, 18). GAP üzerinden yapılan sömürü sadece komprador Türk sermayesiyle sınırlı değil aynı zamanda bunlara yedeklenen Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları da katılmaktadır. Ulusal baskı altında ezilen Kürt burjuva ve toprak ağalarının, söz konusu azami kâr hırsı olunca diğer tüm duyguları bastırarak, ezen ulus burjuvazisine yedeklenip pastadan pay kapma telaşına kapılması da sınıfsal karakterlerine ters değildir. 40 yıllık geçmişiyle GAP’ın yoksul Kürt halkına bir faydası yoktur. Tam tersi bir durum söz konusudur. 2001 tarım sayımına göre toprak temerküzünün en yoğun olduğu yer GAP bölgesidir. Toprakların % 59.3’ü büyük işletmelerin (201dekar ve üzeri) elinde % 40.7’si küçük ve orta büyüklükte işletmelerin (200 dekar kadar olan) elinde bulunuyor.

 Tarım sayımında bugün geçen süre içinde, T. Kürdistanı’nda tarımın genel durumunu aktardığımız bölümden de anlaşılacağı üzere, toprak dağılımındaki durumun büyük üreticiler ya da toprak ağaları lehine olduğunu tahmin etmek zor değildir. GAP, toprak dağılımındaki mevcut uçurumu kapatacak bir proje olmayıp bu uçurumu derinleştiren bir projedir. Geleneksel tarımdan endüstriyel tarıma evriliş, küçük üreticilerin endüstriyel tarım yapacak ekonomik Partizan/137 gücünün olmaması toprağın temerküzünü hızlandıran bir etkiye sahiptir. GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı’nın Harran Ovası ürün deseni üzerine aktardığı veriler GAP bölgesindeki tarımsal üretimin değişim seyrini göstermektedir. Bu verilere göre 1995 yılında tarımsal üretimde hububatın payı % 13.8’e düşerken pamuk % 82.9’a yükselmiştir. 2009 yılında hububat (% 50) ile pamuk (% 48) payları dengelenirken, mısır üretimi % 7’den (2004’te) % 27’ye çıkmıştır. Ürün desenindeki bu dalgalanma, sanayi ürünü olan pamuk ve mısır üretiminin artması, GAP kapsamında sulu tarıma geçiş, ürün kalitesi ve verimindeki artış nedenlidir. Büyük toprak sahiplerinin daha çok kâr sağladığı sanayi ürünlerine dolayısıyla endüstriyel tarıma yönelmesi söz konusudur. Küçük üreticiler geleneksel tarıma devam ederken endüstriyel tarımla elde edilen kalite ve verim karşısında ezilerek üretim dışına itilmiş ve mülksüzleştirilmiştir. GAP’ın Kürt halkına yarattığı sorunlardan birisi de işsizliktir.

GAP bölgesinin sermaye yatırımıyla bölge halkına istihdam alanı yaratacağı, işsizliğin ve yoksulluğun sorun olmaktan çıkacağı edebiyatı her fırsatta tekrarlandı. Fakat yarım asırlık GAP tarihinde işsizlik sorununda değişen tek şey işsizlik oranının yükselmesidir. 2008 yılında Dilok, Semsûr ve Kilis’te işsizlik oranı % 16.4’ken, tarım dışı işsizlik % 21.3’e çıkmaktadır. 2013 yılında işsizlik % 7.3, tarım dışı işsizlik % 8.5 oranındadır. 2008’den 2013’e bir düşüş söz konusuyken bu sadece üç ilin ortalamasıyla sınırlıdır. Riha ve Amed’de 2008 yılı işsizlik oranı % 14.1, tarım dışı işsizlik % 16.9 olurken 2013 yılında işsizlik % 17.9, tarım dışı işsizlik % 20.8’e yükselmiştir. Mêrdîn, Elih, Şirnex ve Sêrt’te 2008 yılında işsizlik % 17.4 tarım dışı işsizlik % 20.9 iken, 2013 yılında işsizlik % 21.1’e, tarım dışı işsizlik % 22.7’ye yükselmiştir. İşsizlik oranlarındaki yukarıya doğru dalgalanma sermaye akışıyla doğrudan ilintilidir. Dilok, Semsûr ve Kilis’te işsizlik oranının aşağı doğru dalgalanması, GAP bölgesine yatırım için gelen sermayenin azami kâr açısından Dîlok’u en güvenilir pazar olarak görmesine dayalıdır. Açıktır ki GAP, bölgenin işsizlik sorununa çözüm olmaktan çok uzaktır. Edebiyatı yapılan istihdam alanı şehir efsanesinden ibarettir. GAP’ta saklı olan bir diğer gerçek ise KUH’un mücadelesini kırma kapsamında, barajların özellikle gerillanın geçiş bölgelerine yapılması, baraj bahanesiyle köylerin boşaltılmasıdır.

GAP’ın tam randımanlı hale getirilmesinin,sermaye yönelimi için sorunsuz güvenli bir bölgeye dönüştürülmesinin KUH’un mücadelesinin bitirilmesiyle mümkün olacağı düşüncesi Türk hâkim sınıflarının esas gündemlerinden biridir. Bugün T. Kürdistanı sokaklarının tanklarla, füzelerle dövülmesi, “haritadan silme” naralarının atılması bu “ulvi düşüncenin” vücut bulmuş halidir. GAP ilhak ve sömürünün, inkâr ve imhanın devam projesidir. Partizan/138 T. Kürdistanı’nda Göç Gerçekliği Ulus-devletlerin kuruluş dönemlerinde göç, ekonomik boyutunun dışında bir de ulusal nitelik kazanmıştır. Ezen ulusun ekonomik ve politik baskıları, askeri yöntemlerle birleşerek ezilen ulusu sürgün ve tehcir biçimleri de dahil zorunlu göçe tabi tuttu. Ulus-devletleşme, burjuvazinin kendi pazarına hâkim olma süreci tüm örneklerde katliam ve soykırımla tamamlanmıştır. Tarih ulus-devletleşmenin en kanlı ve vahşi yöntemlerle tamamlanışını TC devletinin kuruluş dönemiyle yazmıştır. İnkâr ve imha TC devletinin kuruluş döneminde Ermeni ve Rumlarla başlamış bu gün Kürtlerle devam etmektedir. “Ho’ları bitirdik sıra lo’lara geldi” diyen zihniyet, JÖH, PÖH, Esedullah Timi olarak T. Kürdistanı sokaklarında kan kusturuyor. Kürtler asırlardır kendi topraklarından göçertiliyor. 90 yıllık TC tarihinde de yaşanan-yaşatılan farklı değildir. Yoksul bırakılarak, köyleri-evleri yakılıp yıkılarak, asit kuyularına atılarak, gözaltında kaybedilerek, sokak ortasında infaz edilerek ve daha akla hayale sığmayan (Amed zindanlarındaki işkenceler gibi) faşist yöntemlerle Kürtler köklerinden kopartıldı, koparılmaya da devam ediyor. Göç, Kürtlere dayatılan inkar, imha ve asimilasyonun bir başka adıdır. Kürtlere dayatılan kendi toprakları dışında yaşamlarını sürdürmeleridir. İstatistiklere “doğulu göçmen” olarak geçen 9.3 milyon Kürt, doğduğu topraklarda yaşayamıyor. Kürtler en çok İstanbul’a göçerken (% 38.7), İstanbul’u İzmir, Ankara, Adana, Bursa ve Mersin izliyor.

 

2007-2012 yılları arasında 2 milyon Kürt aynı nedenlerden dolayı batı illerine göç etmek zorunda kaldı. TÜİK’in 2013 verilerine göre en çok göç veren ilk on ilin 7’si (Agiri, Qers, Erdexan, Mûş Erzerom, İdir ve Bedlis) Kürt ilidir. İlk 20 il içinde ise 14 Kürt ili bulunmaktadır. GAP bölgesinin hiçbir ayrıcalığı olmayıp en çok göç veren Kürt illeri (Amed, RİHA, Mêrdîn, Semsûr, Sêrt) bu bölgede bulunmaktadır. 2008 yılında GAP bölgesinden 55.7 bin kişi göç ederken, 2013 yılında 46.3 bin kişi, 2014 yılında da 50.6 bin kişi göç etmiştir. Bölgeler arası göç rakamları karşılaştırıldığında en çok göç veren bölgeler T. Kürdistanı, Batı Karadeniz ve İçAnadolu bölgesidir. 2008 yılında T. Kürdistanı 153.6 bin kişi göç verirken, 2014 yılında 140.5 bin kişi göç etmiştir. GAP için yapılan ekonomik gelişim yalanını geçersiz kılan bu rakamlar aynı zamanda göç olgusunun kronik bir sorun olduğunun kanıtıdır. T. Kürdistanı’ndaki göç sorununun boyutu doğurduğu sonuçlar açısından da bölgeyi olumsuz etkilemektedir. Göç sadece bir nüfus hareketi veya dalgalanması değildir. Ekonomik, sosyal ve siyasal sonuçları olan toplumsal bir sorundur. Bu sorunu en yakıcı biçimde T. Kürdistanı yaşamaktadır. Partizan/139 Göçün ekonomik sonuçlarının başında nitelikli-vasıflı işgücü, belli boyutuyla Kürt sermayesi, toplumsal emeğin parçası olan bilgi-deneyim de nüfusla birlikte batıya göçmektedir.

 T. Kürdistanı’nı ekonomik olarak geliştirecek olan bu temel birimler TC ekonomisine dâhil olmaktadır. Kürt sermayesi batıda yatırıma yönelirken Kürt işçileri de emek yoğun sektörlerde ucuz işgücü olarak kullanılmaktadır. Dolaysız olarak Kürt sermayesi ve işgücünün, komprador Türk sermayesinin birikim sürecine dahil olması söz konusudur. Şu bir gerçek ki ulusal baskının boyutuna göre T. Kürdistanı’ndan batıya ilk göçen Kürt sermayesidir.Azami kâr hırsı Kürt sermayesi içinde hükmünü sürdürmektedir. Bu ulusal baskıya tamamıyla boyun eğdiği anlamı taşımasa da, sermaye birikimi olarak kendi pazarına sahip çıkacak, Türk sermayesiyle baş edecek güçte olmayışın yarattığı çıkmazın bir sonucudur aynı zamanda. Ulusal baskından en çok etkilen yoksul Kürt halkı, emek gücünü de batıya taşırken dolaysız olarak gerçekleşen olgu, T. Kürdistanı’nın nitelikli vasıflı iş gücünden yoksun kalmasıdır. Büyükşehirlerin varoşlarında kıt kanaat geçinmek sorunda kalan Kürtlerin bir kısmı fabrikalarda iş bulurken, önemli bir kısmı enformel sektörde çalışmaktadır. İş bulamayanlar ise yedek sanayi ordusuna katılmaktadır. Göçle birlikte emek piyasasında işgücü arzının artması, emeği değersizleştirerek ücretleri aşağı çeken bir sonuç doğurmaktadır. Dolayısıyla şehirde hızla mülksüzleşen Kürtler tüm sektörlerde ucuz emek gücü olarak kullanılmaktadır. Her iki durum da Türk hakim sınıfları açısından ulusal baskı kapsamında istenilen sonuçlardır. Kürt burjuvazisinin komprador Türk sermayesine yedeklenmesi esas amaçlardan biridir. Kürt sermayesinin güçlenip kendi pazarına hakim olmak istemesi Türk sermayesiyle rekabet edecek birikime ulaşması Türk hakim sınıfların kabusudur. Bu nedenle Kürt burjuvazisi üzerine hem ekonomik hem de ulusal baskı en koyu biçimiyle uygulanır. Tansu Çiller’in Başbakan olduğu dönemde “Elimizde PKK’ye destek veren Kürt işadamlarının listesi var” demesinin özünde Kürt sermayesi üzerinde baskının artırılması vardır. Göçertme, sınıfsal ve ulusal baskıyı derinleştirmenin, inkar ve imhanın, bir ulus olarak var olma koşullarını ortadan kaldırmanın, asimile etmenin, ulus-devleti tam anlamıyla inşa etmenin, ulusal uyanışı buna paralel mücadele ve ayaklanmayı soluksuz bırakmanın politik aracı olarak kullanılmaktadır. Yıllardır uygulanan bu ırkçı şoven milliyetçi politikayla gelinen aşamada TC devletinin istediği sonucu ulaşamadığı, Kürt halkının katliamlara rağmen sokakları boş bırakmamasında, gittiği her yere direnişi de götürmesinde görülmektedir.

Partizan/140

 Ekonomik Krizler ve Türkiye Kürdistanı İlhak edilmiş topraklarda temel birimlerde aktarıldığı gibi bölgenin ekonomisi de ilhak altındadır. Dolayısıyla TC ekonomisinin istikrarsız hali doğrudan T. Kürdistanı’na yansımaktadır. Zira bölge ekonomik ve sosyal gelişmişlik göstergelerin her birinde son sırada yer alıyor. Bölgeler bazında değerlendirildiğinde T. Kürdistanı ekonomisinin kriz hali kroniktir. Bir kısım Kürt iş insanının dışında ekseri GAP bölgesi ile sınırlı olarak emperyalist sermaye ve komprador Türk sermayesinin yaptığı yatırımlar T. Kürdistanı ekonomisini ayakları üzerine dikmeye yetmiyor. Ulusal mücadelenin savaşa dolayısıyla meta kıyımına döndüğü son bir yılda T. Kürdistanı ekonomisi yerle bir edildi.

2008 ekonomik krizi ile 2015’te savaşın yeniden kızıştığı döneme kadar izleyen süreçte T. Kürdistanı ekonomisinde dalgalanmalar söz konusudur. TC ekonomisindeki istikrarsızlığın yansımasıyla birlikte kapitalizmin dünya çapındaki yapısal krizinin etkileri T. Kürdistanı’nda yıkıcı sonuçlar doğurmaktadır. Ekonomik kriz dönemlerinde kapitalist sermaye azami kârı koruyacağı, krizi fırsata çevireceği krizden uzak güvenli bölgelere yönelir. Dolayısıyla yatırım yapılan bölgelerde krize rağmen ekonomik canlanma, göreceli iyileşme-gelişim sağlanır. Fakat bu kalıcı istikrar yerine kalıcı istikrarsızlık yaratır. Başka bir ifadeyle ekonomik kriz bölgelere taşınmış olunur. 2008 ekonomik krizi döneminde T. Kürdistanı ekonomisi benzer bir durum yaşamıştır. Mevcut haliyle kriz içinde olan bölgeye GAP ile sınırlı olsa da sermaye akışı söz konusudur. 2007 yılında GAP bölgesine 181 Teşvik Belgesiyle (TB) 738 milyon TL yatırım yapılırken, 2008 yılında 3’ü yabancı sermaye 234 TB ile 1.2 milyar TL yatırım yapıldı. 2009 yılında TB 217’ye yatırım tutarı 1 Milyar TL’ye düşerken 2010 yılında 7’si yabancı sermaye 548 TB ile 2.3 milyar TL yatırım yapıldı. 2011 yılında TB 418’e düşmesine rağmen yatırım tutarı 3.3 milyar TL’ye çıkmıştır. 2012 yılında 10’u yabancı sermaye 525 TB ile 4.9 yatırım yapılmıştır. Kriz döneminde GAP bölgesine yönelen sermaye krizden kaçan bölgeye azami kârını korumak için yönelen sermayedir. Bu sermaye akışına paralel T. Kürdistanı’nda sektörlerin katma değer oranı artmıştır. Genel görünüm T. Kürdistanı ekonomisinde bir “canlanma” ve “gelişme” olduğu yöndedir.

Fakat emperyalist sermaye hareketine bağlı TC ekonomisinin istikrarsız yapısında olduğu gibi TC devletinin ilhakı ve sömürüsü altındaki T. Kürdistanı ekonomisindeki bu “gelişme” de istikrarsızlığın kendisidir. Krizin T. Kürdistanı’na taşınmasıdır. Türk egemen sınıfları T. Kürdistanı’nda sömürüyü artırarak krizi fırsata çevirmektedir. Krizin ağır ve yakıcı etkisi yerini göreceli düzlemeye bıraktığı dönem de kapitalist sermaye T. Kürdistanı’ndan çekilmeye Partizan/141 başlamıştır. 2013 yılında 729 şirket yatırım yaparken 2014 yılında yatırım yapan şirket sayısı 398’e, bir önceki yılın neredeyse yarısına düşmüştür. Ekonomik kriz dönemlerinde egemen sınıflar, krizin faturasını işten atma, ücretleri düşürme, temel tüketim maddelerinde zam yapma ve vergi artırımlarıyla emekçi yoksul halka kesiyor. Alım gücü iyice düşen emekçi halkımızın cebindeki üç kuruşa da el konularak iyice yoksullaştırıyor. Bu yoksullaştırma T. Kürdistanı açısından yoksulunda yoksulu olma gibi daha ağır bir hal alıyor. İşsizlik yoksulluğa, yoksulluk açlığa dönüşerek yaşam koşullarını, Kürtler için çekilmez hale getiriyor. 2009 yılı verilerine göre T. Kürdistanı’nda 13.2 milyon olan nüfusun 7.6 milyonu, yani yarısından fazlası yoksulluk sınırında yaşanmaktadır. Bölgeler arası karşılaştırma yapıldığında T. Kürdistanı’ndaki yoksulluğun boyutu daha açık görülmektedir.

 Marmara’da 2.6 milyon, Ege’de 2.4 milyon,Akdeniz’de 1.9 milyon insan yoksulluk sınırında yaşıyor. Bu üç bölgede toplam 6.9 milyon insan yoksulluk sınırında yaşarken T. Kürdistanı’nda yoksulluk sınırında yaşayan insan sayısından daha azdır. Batıda yoksulluk sınırında yaşayan insanların önemli bir kısmını T. Kürdistanı’ndan sürgün edilen Kürtler olduğu düşüldüğünde, Türkiye genelinde yoksulluk sınırında yaşayan insanların büyük bölümü emekçi yoksul Kürt halkından oluştuğu ortaya çıkmaktadır. Ekonomik krizlerin yarattığı önemli sorunlardan biri de ırkçılığı-milliyetçiliği, şovenizmi hızla artırmasıdır. Ulusal farklılıkların olduğu ülkelerde ırkçılıkşovenizm ezen ulusun elinde ezilen ulusal yönelik daha etkin kullanılan bir baskı-saldırı aracına dönüşmektedir. Krizin işsizliğin, yoksulluğun her şeyin nedeni ezilen ulus olarak gösterilerek milliyetçilik kışkırtılıyor. Ezilen ulusun yaşadığı bölgelere hizmet ve sosyal yardımların kesilmesi, ezilen ulusa mensup işçilerin işten atılması, işimizi-ekmeğimizi elimizden alıyorlar edebiyatı gibi onlarca ırkçı şovenist yaklaşımlarla ezilen ulus üzerindeki baskı ayrıca ekonomik ve sosyal boyut kazanarak topyekûn saldırıya dönüştürülüyor.

 KUH’un silahlı mücadelesi ve Kürt halkının örgütlü duruşu karşısında TC devletinin diri tutmaya çalıştığı ırkçı-şoven-milliyetçi dalga kriz dönemlerinde ayyuka çıkarılarak Türk halkı, milliyetçi-tekçi zihniyetle zehirleniyor. Değişen Koşullar... Değişmeyen Şovenizm... “Çözüm” süreci içinde T. Kürdistanı’na hem emperyalist sermayenin hem de komprador Türk sermayesinin yönelmesinde bir artış oldu. Çatışmasızlık ortamıyla 2008 krizinden kaçan komprador sermaye için güvenli bir liman da yaPartizan/142 ratılmış oldu. Çatışmaların eksik olmadığı, ulusal mücadelenin sembolü olan Cudi Dağı, düzenlenen gezi turlarıyla tersinden “çözüm” sürecinin sembolü haline geldi. Komprador Türk sermayesi bugün sokaklarında Kürt katliamı yaptığı Cizir’de toplantılar düzenledi. “Barışın”, “çözümün” nişaneleri olarak her iki örnek de artık mazide kaldı. Cizîr, Silopiya, Nîsebin, Gever, Farqın gibi Kürt kentleri tanklarla, toplarla bombalanan birer ölü kente dönüştü. Ulusal mücadele “çözüm” süreci yerinişehirsavaşına bıraktı. Ulusal baskı askeri yöntemlerle doruk noktasına çıkarılırken, bu katliama karşı Kürt ulusunun direnişi, teslim olmayışı ezilen halklara bir kez daha silahların tayin edici rolünü ve faşizme karşı örgütlü mücadeleden başka çözüm olmadığını gösterdi. “Barış” ve Çözüm” politikasını savaşa dönüştüren salt siyasi arenada gerçekleşen “masa devirme” değildir.

“Çözüm” sürecini başlatan onu ihtiyaç olarak ortaya çıkaran nedenler içinde ekonomik nedenler asıl tayin edicidir. Faşist R.T. Erdoğan’a “baldıran zehri” içiren sürecin bugün Esedullah Timi olup Kürt kanı içiren sürece evrilmesini salt siyasi krizle açıklamak meseleye güdük bakmaktır. Yüzümüzü siyasi arenada cereyan eden gelişmelerden ekonomik alana doğru çevirdiğimizde göreceklerimiz bize gösterilen resmi tamamlayacaktır. Son on beş yıllık dönemde emperyalist sermaye ve komprador Türk sermayesi ile toprak ağaları, T. Kürdistanı başta olmak kaydıyla diğer bölgelerin doğal kaynaklarını talan etti. Ulusal Hareketin varlığı ve mücadelesi bu sınırsız talanın T. Kürdistanı’nda uygulanmasını frenleyen en önemli etken oldu. Belli bir sermaye birikimine ulaşıp daha da palazlanmak isteyen komprador Türk sermayesi kendi pazarı olarak gördüğü T. Kürdistanı’nısömürü ve talana açma adına “çözüm” sürecini başlattı. Siyasi koşulların yanı sıra ekonomik olarak da buna zorunluydu. Bu zorunluluğu oluşturan “dört önemli konu var.

Birincisi; Türkiye’nin enerji kaynaklarının enerji yollarının bölgede yoğunlaşmış olması.

İkincisi; Kürt sorununun yabancı yatırımlar açısından engel teşkil etmesi.

Üçüncüsü; Kürt pazar potansiyeli.

Dördüncüsü; Türkiye’nin ekonomik büyümesinin devamının bundan böyle Kürt potansiyelinin devreye sokulmasıyla mümkün olduğu gerçeği. Bütün bunları Türkiye’nin ekonomik büyüme bağlamında bir doğal sınıra, bir eşiğe ulaştığından yola çıkarak söylüyoruz… Türkiye’nin ihtiyacı olan petrolün yaklaşık onda birini kendisinin ürettiğini biliyoruz. Bu üretimin yüzde 99’u bölgeden çıkarılmaktadır. Linyit kömürünün de yaklaşık yarısı Kürt bölgesinde. Barajlar ve elektrik santrallerinde aslan payının yine aynı bölgede olduğu görülür.

Son yıllarda inşa edilen özel yatırımlı HES’lerin de yüzde 60’ı bu bölgelerdir. Dünyada sayılı mega projeler GAP ve DAP da bu bölgededir. Sadece GAP Partizan/143 üzerinden 22 tane baraj, 18 tane Hidroelektrik Santral bulunmaktadır. 2023 yılına kadar Türkiye 444 HES projesi hayata geçirmeyi planladı ve bunların önemli kısmı bölgede.” (Şirkeci; 2013) Bunlara ek olarak Divriği’de demir, Afşin- Elbistan’da linyit, Hekimhan’da demir, Keban’da simli kurşun, Ergani’de bakır-krom, Aşkale’de linyit, Mazıdağ’da fosfat, Şirnex ve Silopiye’de kömür-linyit, Dersim ve Colemerg’te altın, Amed- Elaziz-Dersim- Elih ve Gümüşhane’yi içine alan bölgede 3500 kaya gazı sondaj kuyusu açma projesi de T. Kürdistanı’nda bulunuyor. “Çözümü” dayatan Türk sermayesinin sermaye birikimi açısından sınıra dayanması, hammadde kaynağı olarak T. Kürdistanı’nın öneminin artmasıdır. Bir diğer önemli konu da TC ekonomisine dahil olarak gelişen artık kendi pazarına sahip olma arzusunu daha çok dillendiren Kürt burjuvazisini Türk sermayesine yedeklenme çabasıdır. Ulusal pazar alanına sahip olma noktasında karşı karşıya gelen ezen ve ezilen ulus burjuvazisi arasındaki çelişki; Türk sermayesinin batıya sıkışması, T. Kürdistanı’na duyulan ihtiyacın artması, ezilen ulus burjuvazisinin ekonomik ve ulusal baskıdan kurtulup kendi pazarına hakim olma isteği nedeniyle 2009’dan 2015’e her aşamada giderek derinleşmesidir. Ortadoğu’daki gelişmeler ve Rojava özgülünde “Kobanê düştü düşecek” çıkışı kırılma noktasına gelişi hazırladı. Emperyalizmin Ortadoğu’daki manevraları ve Kürtlerin stratejik öneminin artması, HDP ile ezilen emekçilerin 7 Haziran seçim başarısı, Türk hakim sınıflarınca ulusal pazarın dolayısıyla “misakı-milli”nin bölüneceği şeklinde okundu. “Baldıran zehri” içmekten azade olmayan faşist R.T. Erdoğan’a aldığı bir yudum bile ağır gelmiş olacak ki, tekrar fabrika ayarlarına, tekçi Kemalist zihniyete, Kürtleri katletmeye dönmüştür.

 Ulusal pazara hakim olma savaşında ulusal baskının hedefinde sadece PKK ve Kürt halkı yoktur. “Hatta milli baskıların esas hedefi, ezilen, bağımlı ve uyruk milletin burjuvazisidir. Çünkü hakim millete mensup kapitalistler ve toprak ağaları, ülkenin bütün zenginliklerinin ve pazarlarının rakipsiz sahibi olmak isterler. Devlet kurma imtiyazlarını ellerinde tutmak isterler. Diğer dilleri yasaklayarak, pazar için son derece gerekli olan ‘dil birliği’ni sağlamak isterler. Ezilen milliyete mensup burjuvazi ve toprak ağaları, bu emellerin önüne önemli bir engel olarak dikilir. Çünkü o da kendi pazarına kendisi sahip olmak, bu pazarı dilediği gibi kontrol etmek, maddi zenginlikleri ve halkın işgücünü kendisi sömürmek ister.” (Kaypakkaya; 2013, 219) “Çözümden” savaşa, “barıştan” katliama evrilen süreç Kaypakkaya yoldaşı bir kez daha haklı çıkarmıştır.

Türkiye Kürdistanı’nda 1 yıldır devam eden savaş bölge ekonomisini felç ederek ve meta kıyımı yapılarak doğrudan Kürt burjuvazisinin birikimi yok edilirken, Türk hakim sınıflarına rant-pazar ve azami kâr Partizan/144 alanı açılmaktadır. Evlerin tanklarla, toplarla ve bombalarla havaya uçurulması “ terörler mücadele” değildir. Daha savaş bitmeden akan Kürt kanı ve diri diri bodrumlarda yakılan Kürt bedenleri üzerinden yıkılan her ev için avuçlarını ovanların “Sur’u Toledo’ya çevirme” planları Kürt pazarına hakim olma amacının bir parçasıdır.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Sur’da 8 bin konutun yüzde 50’sinin kentsel dönüşüm kapsamına alındığını, ilk etapta 1600 konut için yer tespiti yapıldığını açıklarken aynı zamanda meta kıyımı ile yaratılan rant- pazar alanının boyutunu da açıklamıştır. Sur’da “Acele kamulaştırma” yapılmasının başka bir anlamı yoktur. T. Kürdistanı’nda tanklar sadece evleri yıkmıyor, evleri içindekilerle birlikte yıkıyor-yakıyor. Sadece bir evin inşaat, mobilya, beyaz eşya ve kişisel eşyaların masrafını binlerce ev için düşündüğümüzde ortaya muazzam bir meta kıyımı ve buna paralel rant pazar alanı çıkmaktadır. Yaratılan bu pazar alanı için komprador Türk sermayesi daha şimdiden elini-avucunu ovuşturmakta, şehir planları yapmaktadır. Kürt burjuvazisi ve toprak ağalarına bir darbe bu iken savaş nedeniyle felç olan Türkiye Kürdistanı ekonomisi de ikinci darbedir. Bugüne kadar yaratılan birikimin önemli bir kısmı savaşla birlikte yok edildi. Savaşın başlayıp giderek şiddetlendiği dönemde 21 ilde 1 milyar TL yatırım askıya alındı. Bununla sınırlı kalmayıp hızla tüm sektörleri etkilemiştir.

Turizmde yaşanan daralma yüzde 80’e çıkarken, hizmet sektöründe para trafiği yüzde 40 oranında düşmüştür. Savaşın en yoğun yaşandığı Amed’de yüzde 40’ın üzerinde firma bölgeden ayrılırken, yabancı sermayeli 50 firma ticaret sektöründen çekilmiştir. Amed İşKur verilerine göre 2014’te 62.400 olan kayıtlı işsiz sayısı 2015’te 110.312 çıkarak yüzde 80’in üzerinde artış göstermiştir. Savaş nedeniyle kepenk kapatan esnaf sayısı oldukça fazladır. T. Kürdistanı genelinde 2015 yılında toplam 11.354 esnaf kepenk kapatırken çatışmaların savaşın yoğun olduğuAmed’de 727 esnaf, Wan’da 612 esnaf, Şirnex’te de 94 esnaf kepenk kapatmıştır.

Göç-Der’in verilerine göre sadece Sur’da 20 bin insan göç ederken bölgeden göç edenlerin sayısı 200 bindir. Alt alta sıraladığımız bu veriler savaşın bilançosu olmanın dışında Kürt burjuvazisinin ezilmesinin somut anlatımıdır. Genel tabloya bakıldığında görünen komprador Türk sermayesinin, Kürt ulusunu ve ulusal mücadeleyi ezerek, T. Kürdistanı’nı sorunsuz pazar alanı haline getirme savaşını tüm şiddetiyle sürdürmesidir. Emperyalist kapitalist ekonominin yaşadığı krizi atlatamaması, emperyalist kutuplaşma, Ortadoğu’daki savaş ve dengelerin kaotik durumda olması bir bütün Partizan/145 olarak dünyada ekonomik politik durumda Kürtlerin ve Kürdistan’ın stratejik bir önem kazanmasını beraberinde getirdi. Tarihsel anlamda Kürt ulusuna ayrı bir devlet kurma şansını doğururken, Suriye Kürdistanı’nda federasyon ilan edildi. Mevcut koşullarda Kürdistan’ın ilhak altında olan dört parçanın birleşme zemini varken tam tersi olarak bir soykırıma dönüşme olasılığı da söz konusudur.

Konjonktürel süreç Kürtlerin Ortadoğu’da devletleşmesini net olarak olgunlaştırmadı. Emperyalist çıkarların bölgedeki işbirlikçilerin çıkarlarıyla örtüşmesi, bölgedeki dengeler üzerinde belirleyici oluyor. Bölgede politik bir aktör olarak konumunu güçlendiren Kürtler, aynı zamanda bölgede IŞİD’le mücadele kapsamında emperyalistler arasında politik bir araç olarak da görülüyor.ABD’nin silah yardımı Rusya’nın diplomatik temasları sadece birer örnek. Fakat aynı emperyalistler Rojava’da hayata geçirilen özerklikten, ilan edilen federasyondan “Suriye’nin toprak bütünlüğü”nü ileri sürerek rahatsızlıklarını mevcut dengeler üzerinde ayrı bir Kürt devleti istemediklerini de her fırsatta dillendirmektedir. Ortadoğu’da bozulan dengelerden sonra politik aktörlerin, ekonomik ve politik nüfuzuna göre pay kapma ve yayılma siyaseti izliyor.

Emperyalizmin politik ağırlığını altında TC devletinin, Suudi Arabistan ve Katar ortaklığı ile bir Sünnistan [ABD’nin Suriye topraklarında iki ülke kurma projesi] kurma hayali aynı zamanda Kürtlere devlet kurdurmama, yüzyıl önce İngiliz emperyalizmine bırakmak zorunda kalınan Musul ve Kerkük’ü sınırlarına dahil etmeyi de içeriyor. İran’da Şiiler üzerinden bir yayılma politikası izlerken TC, Barzani hamlelerine karşı Irak Kürdistanı’nda hem Goran hareketini, hem de Şii grupları destekliyor. Ortadoğu’da bir Kürt devletinin kurulmasının İran Kürdistanı’nı doğrudan etkileyecek olması nedeniyle TC devletiyle İran’ın ortaklaştığı tek nokta Kürt politikasıdır.

Cezayir’de yapılan toplantılarda TC ile İran arasında Kürt devleti kurulmasına izin verilmemesi üzerine varılan anlaşma basına yansımıştı. Bu ortaklık alenileşmiştir. Bunun politik ifadesi, Kürtler için doğan fırsatın gerçekleşmeden boğulmak istenmesidir. Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları koşulların yarattığı bu tarihi fırsatın bilincinde olarak T. Kürdistanı’nda kendi ulusal pazarına daha çok söz sahibi olmak, ulusal baskıdan kurtulma talebini daha fazla dillendiriyor. Hem bölgesel hem de şartlar nedeniyle emperyalizm karşısında hem de Türk hakim sınıfları karşısında ayrı bir devlet kurma kararı alacak ve bunu uygulayacak ekonomik politik güçten yoksun olan Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları, Türk hakim sınıflarının tam karşısında olmadan emperyalizmle de dirsek teması yaparak sınıfsal karakterine uygun biçimde politik arenada kendi istemlerini gündeme getiriyor.

Partizan/146

 “Neo liberal” sömürü döneminde ulus-devletleşmenin emperyalizmden bağımsız olmadığı gerçeğinden hareketle, Kürt burjuvazisinin kendi pazarına sahip olması da emperyalizmden bağımsız olmayacaktır. Adına “çözüm” süreci ya da “barış” veya farklı bir tanımlamayla ifade edilsin sonuç emperyalizmin Türk hakim sınıflarının ortak olduğu “neo-liberal “sömürünün T. Kürdistanı’nda tahsis edilmesi olacaktır. UKKTH kapsamında, Kürt ulusunun tüm kolektif hakları, tam eşitlik ve ayrı bir devlet kurma gibi bir ulus olarak var olan hakların özgürce kullanamadığı bir gerçektir. Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları, kendi pazarına sahip olma talebini bu kapsamda dile getiriyor ki Kürt ulusunun temsilcisi olarak bu tav(ı)rı sınıfsal bir tavırdır. Bu nesnel duruma rağmen ulusal baskı altında olan bir ulusun özlem ve arzusunu dile getirmesi demokratik bir içerik taşımaktadır. Kürt burjuvazisi ve toprak ağalarının kendi pazarına sahip olma talebini HDP ve DTK üzerinden geçmişe oranla daha açıktan ve güçlü olarak dile getiriyor. Osman Baydemir’in “barış deyince aklıma sınırların esnemesi ve gümrük birliği geliyor” sözü sadece barışa dair iyi temenni anlamı içermiyor. Gülten Kışanak’ın “Batman petrollerinden pay istiyoruz” söylemi ve DTK Daim Meclis üyesi Cabbar Leygara’nın “sermaye kendine güvenli liman ister… Kürt iş dünyasının yer altı ve yerüstü kaynakları ile tarihi ile insan kaynakları ve birikimiyle tarihte birçok uygarlık yaratmış kadim topraklarda her türlü gelişmeyi karşılayacak bilgi birikim ve özgüven vardır” (Ulaş; 2014, 45) sözleri Kürt burjuvazisinin kendi pazarına hakim olma talebinin somut ifadesidir. Geçmişten bugüne bu talep, dile getiriliş biçimine bakılmaksızın ırkçı-şoven zihniyetle kan ve katliamla bastırıldı. Ulusal sorun kapsamında Kürt sorunu bugün uluslararası bir boyut kazanmıştır. Sadece TC devlet ile PKK arasında süren bir savaş olmayıp Suriye sorunuyla birlikte bir bütün Ortadoğu’yu da içine alan, dolayısıyla Türkiye’nin bir sorunu olmaktan çıkmıştır.

 Ortadoğu’da yüzyıl önce dört parçaya ayrılan Kürt coğrafyasının her parçasındaki politik gelişme diğer parçaları da etkileyen bir konumdadır. Kobanê zaferi, IŞİD’e karşı etkin mücadele ve kazanımlar emperyalizmle Kürtler (PYD) arasında ittifak zemini yaratırken TC ve İran aynı kaygıyla (Kürt devleti kurulmaması) Irak Kürt Federe Yönetimini kendi hegemonyaları altına alma politikası izlemektedir. Rojava’da gelişimi devam eden süreç hem İran’ı hem Suriye’yi hem Irak’ı hem de Irak Kürdistanı’nı rahatsız ederken en çok TC devletinin uykularını kaçırıyor. İlhak gerçekliği ve bunun devam ettirilmesi , “Misakı-Milli”nin korunması bir Kürt devletinin kurulma lafı dahi Kemalist TC devletini her Partizan/147 zamankinden daha saldırgan kılmaktadır. Bu saldırganlık TC devletinin bozulan Ortadoğu dengelerinde kendini Kürtler üzerinden güçlü göstermenin bir aracıdır aynı zamanda. Korku tek başına Kürt devleti kurulması olmayıp Osmanlı’dan “ecdadından!” miras kalan parçalanma sendromudur da. Türk hakim sınıflarının (TÜSİAD, MÜSİAD, AKP, CHP, MHP) ortaklaştığı tek nokta “ne olursa olsun bir Türk devleti olsun” diyerek Ermeni, Rum, Asuri, Süryani ve Ezidileri katleden bir tarihin mirasçısı olup bugün aynı amaç doğrultusunda Kürtleri katlediyor.

Irkçılığın, şovenizmin ve milliyetçiliğin körüklendiği bir dönemde Türk hakim sınıflarını bu kadar soysuzlaştıran “batı”nın, Türk halkının sessizliğidir. Devrimci, demokrat ve ilerici muhalif güçler de bilindiği gibi Türkiye Kürdistanı’ndaki katliama karşı sokağa inmekte bu sessizliği bozup kitlesel bir haykırışa dönüştürmede dün de bugün de yetersiz kaldı. Ulusal sorun bağlamında ezen ulusun ezilen ulus üzerinde kurduğu baskının en önemli ayağı ezen ulus üyelerinin ırkçı-şoven ve milliyetçi politikalarla zehirlenip ulusal baskının etrafında toplanmasıdır. Kemalist ideolojiyle zehirlenen ve şovenizmle doldurulan beyinler “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” safsatasında da görüleceği gibi farklı etnik ve dini grupları düşman olarak görüyor. Böylece devletin kurucu temellerinin aşınması da engellenmiş oluyor. Türk halkı, Türkçülük-Turancılık propagandasıyla zehirlenirken bu Kemalist ideolojinin sirayet etmediği, dolayısıyla milliyetçi saflara katılmayan Türkler de “vatan haini” ilan edilerek düşman görülüyor.

 Bugün Kürt katliamlarına karşı Türk halkının sessizliğinin önemli bir kısmını tekçi-faşist zihniyetin kendi ulusuna mensup üyelerine de yaptığı baskı oluştururken esas kısmını devrimcilerin Kemalizm’in ideolojik-politik etkilerinden arınarak Türk halkını saran şovenizm zehrini akıtmamasıdır. Gerçeklik şu ki TDH devletin ırkçı, şoven ve milliyetçi örgütlenmelerine karşı ulusal sorun kapsamında Türk halkını devrimci düşüncelerle buluşturup örgütleyememesi durumu devam etmektedir.

 71 Kopuşu’nda Komünist Önder Kaypakkaya yoldaşı öne çıkaran Kemalizm ve Milli Mesele üzerine olan berrak tezleridir. Bugün Proletarya Partisinin militanları, Kaypakkaya yoldaşın programatik görüşlerinin özellikle Türk halkının yoğun olarak yaşadığı bölgelerde ajitasyon ve propagandayı yapmak konjonktürel sürecin de elzem kıldığı bir yükümlülüktür. Türk halkının şovenizmden milliyetçi dalgadan etkilenen tepkileri bu tepkilerin saldırıya dönüşmesi ancak yoğun, ısrarlı teşhir, somut ajitasyon ve anti-faşist propagandayla, örgütsel bir faaliyetle kırılacaktır. Ezen ulus milliyetçiliğinin panzehri UKKTH’nin tam da ezen ulus üyeleri içinde kararlı bir şekilde savunulması, gür sesle haykırılması, ezen ulus üyelerinin politik bilincine kavuşturularak örgütlenmesidir.

Kaynaklar

1- Kaypakkaya, İbrahim 2013: Bütün Eserler, Umut Yayımcılık, 6 Baskı, İstanbul 2- Yaraşır Volkan 2014: Avrupa’da Kriz, Sınıf ve Kitle Hareketleri Mücadele yayınları, 1 Baskı, Hollanda 3- Okçuoğlu, İbrahim 2014: Kuzey Kürdistan’da Kapitalizmin Gelişmesi, Sınırsız Yayınları, 1 Baskı, Ankara 4- Güldağ Hakan 2014: 81 ilin Karnesi, Dünya Gazetesi İstanbul 5- Oral, Necdet 2013: Türkiye’de Tarımın Ekonomi Politiği1923-2013, Notabene Yayınları, 1. Baskı Ankara 6- Sönmez, Mustafa 2012: Devletin Cambazlığı GAP İlizyonu, Perspektives Dergisi, Sayı 3, s. 16-19 7- Sönmez, Mustafa 2013: Artan Kürt Göçü ve Mesajları, Yurt Gazetesi, 9-10 Nisan 8- Sirkeci, İbrahim 2013: Kürt Barışının Etkisi, Birgün Gazetesi, 9 Nisan 9- Ulaş, Azer 2014: Çözüm Sürecinin Ekonomi Politiği – Kürdistan Petrolleri, Halkın Devrimci Yolu Dergisi, Sayı 11

17 Ekim 2024 Perşembe

HACI KAYA__"BİLGİSİZLİĞİN VERDİĞİ GÜVENİ, BİLGİ HİÇ BİR ZAMAN. VERMEMİŞTİR.” Charles Darwin

      Kişilere veya kurumlara yalakalık/yancılık yapmak için yanıp tutuşan, yalancılıkla, sahtekarlıkla trollük yarışında birbirlerine rahmet okutanlar kervanına Fikret Karavaz diye biri daha katılmış. Bu arkadaş bilmediği bazı konularda ahkam keserek ve  yalan/yanlış bilgilerle hamaset yaparak, kendisinin “bilgili ve etkili” bir entellektüel olduğu imajı yaratmaya çalışıyor. Bu tarz, “yarı doğrucu” cahillerin başvurduğu klasik bir yöntemdir.

             Yarı doğrular üzerinden polemik yürütmek, yanlışları tartışmaktan çok daha tehlikelidir. Çünkü, bu yöntemle bazı doğrular yada özellikler öne çıkarılıp yanlışlar perdelenir ve gerçeğin tam tersi sonuçlar çıkarılarak okuyucunun kafası karıştırılır. Bu yöntem aynı zamanda güçlü bir maniplasyon aracıdır.

              Fikret Karavaz denen dalkavuk, ilgili yazısında bu yöntemi “ustalıkla” kullanamadığı için asıl eleştiri konularının içeriğine girmeden gerçeği perdelemek için başka özellikleri öne çıkararak “görevini” yerine getirmeye çalışmış. Sonuçta Muzaffer Oruçoğlu’na, doğru olmayan bilgilerle  hak etmediği bir nitelik ve siyasi kariyer kazandırmanın çabası içine girmiş. Dolayısıyla Oruçoğlu ile ilgili değerlendirmesi ve zorlama tespitlerini destekleyen  hiç bir belge, kanıt yada tanık sunamadığı için de dalkavukluğun güzellemesi olan süslü cümleleri yalnız ve mahsun kalmıştır.

             Şimdi “yarı doğru”ları ayrıştırarak bizim “Parazit Simon”(*) bay Karavaz’ın Oruçoğlu ile ilgili övgülerini değerlendirelim. Bunu iki bölümde yapmaya çalışacağım, önce doğrularını, ardındanda bu doğrularla  kapatılmaya çalışılan tarihsel yalan ve sahtekarlığı, belge ve tanıklarıyla ortaya koymaya çalışacağım .

          1. Bilindiği gibi 12 Mart dönemi yargılamalarıyla ilgili soruşturma dosyaları TÜSTAV  sitesinde ortaya çıkınca Oruçoğlu’na bazı sorular sorarak gerçeği açıklamasını istedim. Oruçoğlunun yazdıkları ve anlattıklarının doğru olmadığı gerçeği, belgeler ve tanıklarla ortaya çıkınca Oruçoğlu’ndan gerçeği açıklayarak geleneğimizden özür dilemesini istedim.

             Geleneğin içinde yetişmiş pek çok insan gibi bende partimizde uzun yıllar çalışmış, emek vermiş ve önemli katkılar sağlamış bir insan olarak sorgulama, sorma, yalan ve yanlışlarla ilgili özeleştiri isteme hakkına sahip olduğumu düşünüyorum ve bu konudada kimseden icazet almak zorunda değilim. Çünkü o yıllar bende partinin eski kadrolarına saygı duyuyor, hayranlık besliyordum. Bunlardan biri de Oruçoğlu’dur. Hayranlıktan öte herkes gibi ben de bu kişinin partinin ideolojik-siyasi inşasına katkılar yapacak hatta mücadeleye önderlik edecek yoldaşlarımızdan birisi olarak görüyordum. 

Bu kişinin düşündüğüm gibi bir çapı, kapasitesi olmadığını, hayal ürünü kurgularla, masallarla partiyi uyuttuğunu, 70’li yıllarda ve cezaevinden çıktıktan sonra da partinin gelişmesine kayda değer bir katkısı olmadığı halde hak etmediği bir itibar oluşturduğunu öğrendiğimde (bunlara aşağıda değineceğim), değindiğim emek hakkımı kullanarak sorgulamaya başladım. Bunun üzerine “etkili ve yetkili” kişiler ve bir kurum, ortalığı velveleye vererek şahsıma da hakaret ederek, iftiralar atarak Oruçoğlu’na kalkan oldular.

         Aynı dönemde Hüseyin Sevinç ve Hikmet Kuran niyetleri ne olursa olsun objektif olarak tartışmayı ve süreci sabote eden, konuyla alakası olmayan İbrahim’e ve geleneğimize saygısızlık içeren saçma sapan açıklamalarıyla söz konusu kurumun manipülasyonlarına hizmet ettiler. Ortalık dalkavuklardan geçilmez oldu. Bu haklı ve masumane isteğime karşı Oruçoğlu’nun sanatsal faaliyetleri ön plana çıkarılarak olay bir kurum tarafından ne mafya bozuntuluğum ne karanlık güçlerin adamlığım vb kaldı, iş tehdit ve linç çağrıları boyutuna kadar taşındı. Sakin olalım arkadaşlar, ortada göz ardı edilemez belge ve tanıklarla kanıtlanmış koskoca tarihsel bir yalan duruyor. Hiç bir güç bunun üstünü örterek yok farzedemez; hiç bir dürüst insan da bu gerçeği görmemezlikten gelemez.

      M. M.Oruçoğlu’nun sanatsal faaliyetleriyle ilgili söyleyecek fazla bir sözüm yok. Sonuçta ben sanatçı, edebiyatçı vs. değilim. Dolayısıyla Oruçoğlu’nun sanatı, sanata bakışı, tarzı, ürünlerinin edebi değerlendirmesi vs. beni aşan bir konudur. Bunu, ancak sanat dünyasının otoriteleri ve eleştirmenleri değerlendirebilir. Tabi ki değerlendirmeye layık bulurlarsa. Mesleki bir kuruluş dışındaki bu konudaki kuruluşlardan bu güne kadar hiç bir değerlendirme görmedim duymadım. Ben sıradan bir izleyici ve okuyucuyum. Ben, bir okuyucu ve izleyici olarak eserlerinden beğendiklerim olur, beğenmediklerim olur. Bilgim kadar eleştirilerim olur. Bu durum benim gibi her okuyucu ve izleyici açısından da böyledir. Hal böyleyken benim eleştirilerimin önüne ikide bir Oruçoğlu’nun ürünlerini getirenler hakikatlardan kaçan dalkavuk ve bilgilerine güvenmeyen, ezberini bozmak istemeyen zavallı ve korkak insanlardır. Bay Karavaz da bunlardan birisidir. Hakkımız olan sorgulamayı yaparak yalancıyı yüzleşmeye çağıranların onun ”üretkenliğini sekteye uğrattıklarını, onun zaten bu tür polisiye ve küçük adamlar sorularına cevap verecek zamanının olmadığını”belirtiyor. Utanmadan sıkılmadan insanlara belgesiz kanıtsız iftiralar atıyor.…” Bay Karavaz gibiler tıpkı “Parazit Simon” gibiler tarihsel yalancının sözcülüğüne soyunmuşlar. Onlara göre birileri sanat alanında ürünler çıkarıyorsa onun siyasi yaşam sürecindeki suçları, geçmişimizi dolandırması vs. hiç önemli değil, bunlara değinilmemeli, söz konusu bile edilmemeli. Karavaz’ın ne iş yaptığını bilmiyorum, eğer siyasal bir örgütlenmede insiyatif sahibiyse ve kendini destekleyen bir ekiple çalışıyorsa, bu anlayışlarıyla asla devrimci bir yapı olamazlar; başka bir şeye dönüşerek siyaseten sönümlenip giderler.

          2. Bay Karavaz M. Oruçoğlu’nun “partinin ikinci adamı ve yeniden inşanın baş mimarı” olduğunu iddia ediyor. Bunu nereden duymuş, hangi belge ve tanıklara dayanarak söylüyor belli değil; dayanaksız üfürüyor. Partinin “ikinci adamı” olduğunu Oruçoğlu kendisi söylüyor; ama o dönem arkadaşlarından hiçbiri bunu doğrulamıyor. Tanıklar ve belgeler de bunun tersini söylüyor. İnceleyelim

          -Oruçoğlu partinin “ikinci adamı”mı?

Kaypakkaya’nın ölümünden sonra partinin başına Aslan Kılıç geçiyor. Muzafferin buna hiç bir itirazı yok! Bu durumu Davut Kurun şöyle anlatıyor: “...İkinci örnek Aslan Kılıç idi. Örgütün şemasını, kadrolarını, adreslerini vermesine rağmen, cezaevinde hiçbir eziklik duymadan, inisiyatif koyarak içeride ve dışarıda TKP/ML’yi yönlendirmeye çalıştı. … Birçok kişinin İbrahim Kaypakkaya’yı anlamadığını düşünüyorduk. Sorguda herşeyi söylemişlerdi, yani o günkü deyimle ‘ötmüşlerdi’. Aslan Kılıç da bunlardan biri idi. Aynı zamanda bu konuda bir açıklama yapmadan inisiyatifi ele almıştı. İbrahimle birlikte DABK üyesi olan Muzaffer ile Ali’yi ikinci plana atmıştı.” (Sınırlara Sığmayan Sınırsız Anılar sf.136-141)

Mukaddes Çelik de “Aslan Kılıç içerden mektuplarla yönlendiriyordu” diyerek bu durumu doğruluyor. Kısacası Oruçoğlu’nun “ ikinci adam” olduğuna dair hiç bir emare yok. Ortalıkta ne bir tanık, ne de bir belge var. Varsa sen açıkla bay dalkavuk. Bilmem nerenden uydurarak hamaset yapmak kolay iş. Hamasetle insanlara yanlış bilgi vermek, onların kafalarını karıştırmak devrimci bir eylem değildir; bu yöntem gri alanlarda gezinenlerin işidir.

    Yine bırak ..ikinci adam olmasını tam aksine  İbo sonrası inşanın temelini oluşturacak ana savunma konusunda içeride görev bölümü yapılıyor, bazı yoldaşlar aldıkları konuları bitiriyorlar, bazılarıda gelen erken tahliyelerden dolayı yazdıkları kadarını bu bayımıza ve kankası Arslan Kılıç’a teslim ediyorlar. Bunlar bilerek ve isteyerek ana sıvunmayı hazırlayıp mahkemeye sunmuyorlar. Daha sonra utanmadan sıkılmadan “1000 sayfalık bir ana savunma hazırladık 1980 yılında Aslan Kılıç ‘ın köyünde bir kuyuda imha oldu” diye yalan söyledi.  Kimsede niye  mahkemeye,savcılığa cezaevinde savcıya veya Niğde’de yanınızdan tahliye olan veya yanınıza gelip giden parti mensuplarına verip Partiye ulaştırmadınız demiyor

       - Oruçoğlu “yeniden inşanın baş mimarı”mı ?

Bay Karavaz, bu mimarlık işini 1977’nin ortalarına kadar olan zaman açısından söylüyorsan olabilir. Ama “baş mimar” olup olmadığını ben bilmiyorum çünkü, o tarihe kadar Oruçoğlu parti tasfiyecilerinin “mimar”lığını yapıyordu. 1976 da partiyi tasfiye etmeye çalışan Koordinasyon Komitesinin dışarda üç, içerde de iki üyesi (Aslan Kılıç, M. Oruçoğlu) vardı. Bunu olayın birinci derecede tanığı Ali Taşyapan söylüyor.  “Koodinasyon Komitesi nin … beş üyesi (iki üye içerde: Arslan Kılıç, Muzaffer Oruçoglu), bölünmenin doğurduğu iki parçadan biri olan   TKP(M-L) Hareketi nin üst organını otomatikmen olusturdu. Öbür parça TKP(M-L) idi, içerdeki iki üyeye (Arslan, Muzo) dışardan yeni üyeler takviye olundu, üst organ olusturuldu.” (Ali Taşyapan Duvarın İki Yakası sf. 180)

             Görüldüğü gibi Oruçoğlu 1976 ayrılığı sırasında koordinasyon komitesinde. Bu ne demek ? 1976 da parti tasfiyeciliği yapanlardan birisi de M. Oruçoğlu’dur. Dolayısıyla 1977 ortalarına kadar, bir süre de Koordinasyon Komitesinde yer alarak parti tasfiyeciliğini temsil eden TKP/ML Hareketi (Halkın Birliği) saflarında iken, parti inşasına nasıl bir katkı yapmıştır ? Heyy “Parazit Simon”, başka bir örgütün görüşlerini savunan, Kaypakkaya’nın partisini tasfiye etmeye çalışan birisi, değil mimar TKP/ML’nin inşasında işçi bile olamaz. Üstelik Oruçoğlu o yıllarda (bence daha sonraki yıllarda da) TKP/ML Hareketinin (Halkın Birliği) görüşlerini savunduğunu inkar etmiyor. Almanyada Ali Taşyapan’a “1976 da iyi bir halka yakalamıştınız” diye övgüde bulunuyor. Aynı şeyi Mukaddes Çelik’e de söylüyor; “1976 da doğru bir halka yakaladınız ama devamını getiremediniz” Durum böyleyken ve Oruçoğlu’nun görüşleri değişmemişken  nasıl olduda TKP/ML’ye doğru yol aldı ?

              FÜ’ler 1977 yılı ortalarında Niğde cezaevine getirildiklerinde bunları ziyarete gelen M.Ç tarafından “Dışarıda yeni bir yapılanmaya gidildi siz Koordinasyon Komitesinden düşürüldünüz, bundan sonra SS yoldaşın denetiminde olacaksınız ” şeklindeki bir merkezi karar iletiliyor. Bu tarihe kadar siyaseten TKP/ML Hareketini desteklediğini, bunu kendisininde itiraf ettiğine yukarda değindik. Kısacası, Oruçoğlu siyaseten yönünün ne tarafa dönük olduğunu hiç bir yanlış anlamaya meydan vermeyecek açıklıkta ortaya koyuyor.

           Zavot’dan Vartinik’e adlı söyleşisinde İrfan Çelik’in kendisini ziyarete geldiğinden söz ederek, tartıştıklarını ve anlaşamadıklarını söylüyor. Hangi konuları tartıştıkları ve nelerde anlaşamadıkları belli değil, hiç söz etmiyor. Ayrıca İrfan benden özeleştiri istedi diyor ama neyin özeleştirisi istediğinden bahsetmiyor. Oruçoğlu’nun partimizden yana tavır koyması, Kaypakkaya’nın ideolojik-siyasi hattını savunduğu için değil, TKP/ML Hareketi tarafından tecrit edilmesinin bir sonucudur. Oruçoğlu bölünmeyi şöyle tanımlıyor: “...Bir tarafın başını teoriyi bilen, …çizgisiyle hesaplaşma içinde olan birikimli, yenilikçi, güvenilir kadrolar; diğer tarafın başını da, ilk çıkış çizgisine, yani eski teoriye ve pratiğe iman gücüyle bağlı olan şapkalı, yarı-deli Dersimli militanlar çekiyordu.”…(Tarihe Not sf.13)

 “Muzaffer Oruçoğlu anlatıyor” nehir söyleşide de “görüşlerim onlardan yana gönlüm sizden yana” gibi bir tablo var.(T.Not sf.26, dipnot)

           Görüleceği gibi, “baş mimar” (bizimle alay etmesine değinmeyeceğim) 1977 ortalarına kadar başka bir inşaatta çalışıyor. Oradan şutlanınca soluğu bizim yanımızda alıyor. Yukarıda değindiğim gibi bizim yanımızda yer alması ideolojik-siyasi hattımızı benimsemesinden değil; biz “deli” olduğumuz için, o da “dağlara meftun olduğu” için bizi “tercih” ediyor ! Böylesine hayati bir konuyu edebi bir ironiyle geçiştiriyor; bu ironunun içinde keşke birazcık siyaset olsaydı.

           Sonuç itibariyle Orçoğlu’nun 1977 ortalarına kadar “siyasi inşa”ya katkı yapmasının hiç bir maddi temeli ve koşulu yoktur. Bu tarihe kadar “mimar” “baş mimar” olması eşyanın tabiatına aykırı olduğu için mümkün değildir.

           Bu tarihten sonra görüşlerine inanmadığı “deliler”in ardından dağlara doğru yürürken “yeniden inşa” adına neler yapmış? Mesela araştırdığım kadarıyla 1. Konferans gündemi aylar öncesi kendilerine verilmesine rağmen, öğrendiğim kadarıyla Oruçoğlu konferansa tek cümle yazı göndermemiştir. Bilindiği gibi bir çok hata ve eksiğine, yanlışına rağmen, 1. Konferans, partimizin yeniden inşasının çok önemli tarihi bir toplantısı ve en önemli temel taşıdır. Bu temel inşada Oruçoğlu’nun bir avuç harcı bile yoktur. Konferanstan sonraki katkısı ise “Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi” adlı bir araştırma yazısı (Partizan dergisinde 5-6 dizi halinde yayınlandı); bir de önce Merkez Komitesini bölen, ardından partiyi bölecek olan Kasım 1979 tarihli AEP ve Mao Zedung’la ilgili 3  sayfalık bir yazı. (Bu yazının önemli bir bölümü Tarihe Not’ta var.) Bir de Afganistanla ilgili gecikmiş bir yazı yayınlandı. Fazla uzatmadan bir alıntıyla şeceresine  (“baş mimarlık” kariyerini) bir bakalım.

              …“Bir başka uyarımız da kendinizi Merkez Komitesi’nden dışlamanız ve aceleci bir şekilde yargılara varmanın doğuracağı vahim sonuçları görememenizdir. “

              “...Sizlerden bu konuda bize gelen, birisi birbuçuk sayfalık kesinlikle yol göstericilikten uzak...bir yazı ile bir de AEP’in çizgisi hakkında eleştirilerinizin kaba hatlarını ortaya koyan bir taslak yazısıdır. (...)Durum böyle olunca biz sizlerden bu şekilde ağır ithamlarla dolu olan yazınızda bu konulardaki hatalarınızı da belirtmenizi beklerdik.” (Tarihe Not. sf. 212-213)

               “(...) ‘Bu durum karşısında komünistler ne yazık ki bugüne kadar sustular’ deniliyor. Bu ne demektir ? Birincisi bu olaya tavır takınmadığımız anlamına gelir. Oysa sözü edilen yazıdan çıkarabildiğimize göre bu yazı - FÜ’lerin yazdığı yazı- Şubat başında bitirilmiş olmalıydı. Halbuki bu zaman zarfında biz Afganistan işgaline karşı şunları çıkardık:

   8 Ocak 1980 tarihli Merkez Komitesi imzalı bildiri. Yani işgalden 12 gün sonra.

Mücadele’de yazı,    

Merkezi İşçi Köylü Kurtuluşu sayı 3’de tavır     

       Bilinen sebeplerden dolayı henüz yayınlanamayan Partizan Özel Sayısı için Ocak ayının ilk haftasında yazılan yazı. 

      İkincisi: bu tavrımızın yetersiz olduğu anlamında söylenmiş olabilir. Bu da doğru değildir.               (...)

       Üçüncüsü: Bundan dışarıya karşı önderliğin eleştirildiği sonucu da çıkabilir.Bu da yanlıştır.Her şeyden önce önderliğe bu yoldaşlar da (FÜ’ler. bn) dahildir.” (Tarihe Not, sf.208)     

   Tamamı Sayın İbrahim Ünal’ın TARİHE NOT kitabinda olan   Bu alıntılardan ne çıkar: 

      Birincisi, Oruçoğlu MK fahri üyesi olmasına rağmen bu statünün avantajlarından yararlanırken kendini önderlikten ayrı tutuyor ve farklı bir örgüt gibi MK’ni dışa karşı da eleştiriyor.    

          İkincisi, üç yıllık fahri üyeliği döneminde, yukarıda sözü edilen yazılardan başka bir faaliyetinin olmadığını anlıyoruz. Onca hamasete rağmen Oruçoğlu’nun parti inşasına “katkısı” bu kadar işte. Şimdi, yazdığını beğendin mi Karavaz ? Üçbuçuk yılda Oruçoğlu’nun yaptıkları parti inşasının neresine oturur; oturup düşünmen gerekir. Ayrıca 1979 da yurtdışı bürosunun İspanya’da katıldığı bir gençlik kampında yayınladığı bildiride Mao’yu beşli logodan çıkartılması MK tarafından mahkum edilip özeleştiri alınmasına rağmen bunu bahane ederek MK içinde üç eğilimden bahsederek partiyi bölmeye götüren sürecin temellerini atan birini nasıl yeniden inşanın mimari olarak gösterebiliyorsun.

     -Oruçoğlu “poliste 55 gün direndi”mi?

      Mengene isimli romanında akla hayale gelmeyecek yöntemlerle 55 gün işkence gördüğünü anlatıyor. Devletin önemli bürokratları, generaller, yabancı uzmanlar vs. işkence seanslarını izliyor, taktikler veriyorlar. Mengene’nin bir kurgu, hayal ürünü bir roman olduğunu, kahramanının da Oruçoğlu olmadığını mevcut polis/savcılık belgeleriyle ve tanıkların ifadelerinden anlıyoruz. (roman diyorum çünkü kendiside sayın İbrahim Ekinci’ye verdiği bir röportajda “ben o zamanlar Maltepe cezaevi’nde başlayıp Niğde cezaevi’nde sürdürdüğüm Türkiye işçi sınıfının ve komprador burjuvazisinin doğuş ve gelişmesi tarihi ile Mengene romanı üzerinde yoğunlaşmıştım.” Diyor) Örneğin yakalanışı ve polise götürülüşü sırasında birlikte yakalandıkları yanındaki arkadaşlarının anlattıklarıyla Mengenede yazılanların hiçbir ilgisi olmadığını gösteriyor. Örneğin Cem Somel, polis kapıyı çaldığında herhangi bir direniş göstermedik, teslim olduk diyor. Evdeki kadın arkadaş, polis arabasında bana herhangi bir tacizde bulunulmadı, olsaydı önce ben kendim tepki gösterirdim diyor. Gözlerimiz bağlıyken Muzaffer, beni taciz ettiklerini nasıl görmüş diyede soruyor vs. Bu durum, Mengene öyküsünün bir roman, tamamının da hayal olduğunun kesin kanıtıdır.

             - Belgelere gelince;

             Oruçoğlu, 21 Nisanı 22 Nisana bağlayan gece yakalanıyor ve 12 günde 60 sayfa ayrıca 2 sayfa muhtar cezalandırılmasına ilişkin kendi el yazması ifade veriyor. Bu itirafları temelinde hazırlanan 65 sayfalık polis ifadesini 4 Mayıs 1973 günü imzalıyor. Orada bütün faaliyetlerini ayrıntılı bir şekilde anlatmış. Bu ifadenin “çözüldükten sonra yazıldığını, tarihinin ise öncesine aitmiş gibi atıldığını” iddia ediyor. Hayatın pratiğinde pek rastlanmış bir durum değil. Gerek o dönem sorgulamaları açısından gerekse 12 Eylül döneminde böyle bir uygulama iddiasında bulunana rastlamadım. Polis normalde ifade tarihlerini ileriye doğru değiştirir, Kaldıki 65 sayfalık polis ifadesi 60 sayfalık el yazması ifadesiyle bir ve aynıdır. Yalnızca evde elde edilen meteryaller eklenmiştir. Her neyse, polis sorgusunun ardından 7 Mayıs 1973 günü savcılığa çıkarılıyor. Savcılıkta, polis ifadesinde anlatılanları kast ederek “poliste de yazılı ifade verdim” diyor. Üstelik o savcıyı anlayış sahibi, iyi niyetli kişilik olarak tanımlıyor. Bana kalırsa Oruçoğlu yakalandığı gün konuşmaya başladı ve Mengene bu durumu perdelemenin bir aracı olarak yazıldı. 22 Nisan’da yakalanıp Mayıs’ın 4 ünde polis, 7 sinde savcılık ifadesi olan birisi “15 gün ismimi kabul etmedim” diyorsa bilerek insanların aklıyla dalga geçiyor demektir. Doğal olarak bu tarza ve yalanlara öfke duymamak elde değil.

             Oruçoğlu daha sonra 2-4 temmuz 1973 tarihinde savcı Yaşar Değerli’ye de ifade veriyor. 15 sayfalık ifadesinin esası/özeti şöyle:

             “.. ben daha önce Emniyet makamları tarafından sorgulandım. Başlangıçta 21 Nisan 1973 gecesi Güvenlik kuvvetlerince yakalanmanın verdiği korku ve heyecanla dilimde bir tutulma oldu. Bu yüzden örgütsel ilişkilerime dair geçmiş faaliyetleri altmış sahifeden ibaret bir metinle el yazısı ile ifade ettim. Ayrıca iki sahifelik muhtarın öldürülmesi olayına ilişkin el yazması ek ifademi yazdım ve ilgili makamlara tevdi ettim. Bununla beraber usule uygun bir ifade almak gereklerine uyularak Emniyet makamları beni yine de ayrıca sorguladılar ve olaylar dizisini bana tek tek sorarak tespit yaptılar. Ben bahsettiğim ifadelerimdeki kapsamı ve olaylar hakkındaki sözlerimi aynen kabul ediyorum. Ben Emniyette vermiş olduğum ifademde olayları tesir altında kalmaksızın ve baskıya tabi tutulmaksızın anlattım. Bir bakıma bu ifadelerim dahi gerçek düzeydeki örgütsel olgular yanında yetersiz ve noksan kalmaktadır. Bunları da size ifade edeceğim. Ben hiçbir maddi manevi tesir altında kalmaksızın örgütsel ilişkilerimi maddi olaylara dayandırarak açıkladım” dedi.

“Şayet eski ifademde birtakım noksanlıklar ve beyan etmediğim hususlar var ise bunlar bana bu konuda bir şey sorulmadığı ve örgütsel ilişkilerim konusunda somut bir hatırlatma olmadığı içindir. Dolayısıyla şimdiki ifademde elimden geldiğince bu noksan kısımları da tamamlamaya ve örgütsel ilişki zincirini hiçbir halka atlamadan ortaya koymaya çalışacağım... Ben yaptıklarımın hesabını vicdanımda muhasebe ediyorum ve elbette bunun cezasını çekeceğiz. Sorgumu gayet demokratik bir anlayışla olayları bilerek benimle kurduğunuz diyalog sonunda almış olmanız karşısında memnun oldum. Halbuki çok baskı göreceğimizi, yapmadığımız bir çok şeyi kabul ettirmek için zorlayacağınızı ve bizi zorla kabule götüren bir netice ile sorgumun sonuçlanacağını zannediyordum. Fakat yanılmışım,” dedi.

“Emniyet tarafından yapılan sorgusunun da kendi insiyatifine bağlı olarak yapıldığını söyledi. Ancak savcılık ifadesinde örgütsel faaliyetlerinin özüne ilişkin suallere ve gelişme dizinine uygun olarak ifadem alındı. Beyanlarım tamamen doğrudur genel hatları itibariyle teferruata gerek kalmaksızın olaylar anlattığım seyirde kendini göstermiştir. Bütün beyanlarımı huzurunuzda tekrar doğrularım, dedi başka bir diyeceği olmadığını beyanla birlikte tutulan işbu ifade zaptı okunarak imza altına alındı.” (2/4 Temmuz 1973 tarihli savcılık ifadesinde 1.ve 15. Sayfa)

              Bu ifadeyi, diyelim ki çözüldüm dediği tarihten sonra verdi. Burada iki sorun var, birincisi yukarda sözünü ettiğimiz tarihlerdeki polis ve savcılık ifadelerine sık sık atıfta bulunarak onları doğruluyor.  Normalde savcılıkta polis ifadesini reddetmesi gerekirdi. Bunu sıradan sempatizanlar yaparken Oruçoğlu’nun aklına gelmemesi anlaşılır bir durum değil, İşkenceyle alındı kabul etmiyorum deseydi ne olurdu? “...noksan kısımları tamamlayacağım…” diyerek savcıya yalakalık yapacağına, ‘şimdiye kadar verdiğim ifadeler doğrudur kabul ediyorum, başkaca söyleyecek sözüm yok’ diye bitirseydi ne olurdu? Kaypakkaya’nın katili Yaşar Değerli’ye övgüler dizmek zorundamıydı ? İşkencecileri ve polis teşkilatını “demokrat” göstermek ve teşekkür etmekte ne oluyor !

              Diğer yandan bu ifadeler “kısmi çözülme” olarak servis ediliyor. Sormadan geçemiyorum, tam çözülmüş olsaydı daha ne söyleyecekti ? Aslında bu ifade çözülmeden öte bir şey. Burada tam bir teslimiyet ve işbirliği var,itirafçılığın daniskası. Bu ifadelere “kısmi çözülme” dersek, gerçek anlamda kısmi çözülenlere büyük haksızlık ve saygısızlık olur.

              Sonuç olarak; Muzaffer Oruçoğlu’nu, bir zamanlar ben de partinin inşasına önemli katkılar yapacak önder kadrolardan biri olarak görüyordum. Güven ve saygı duyuyordum, Mengene’de yazdıklarına inanmıştım. Şimdi eskiden yaptığım « çıkıp gerçeği tüm çıplaklığıyla anlatırsanız küçülmez, dahada büyürsünüz.“

 Çağrıyı yeniden tekrarlayayım. Oruçoğlu, kendinle zorlu bir yüzleşme yaşa. Bağırsaklarını temizle ve gerçekleri ortaya dökerek geleneğimizden ve devrimci kamuoyundan özür dile. Bunu yaparsan sana yine saygı duyarız, yine abimiz olursun. Bu onurlu eylemi yaparsan saygınlığın ve itibarın yükselecektir. Bundan şüphen olmasın. Bu defterde böylece kapanır gider. Diğer yandan Fikret Karavaz ve Mehmet Akkaya gibi yağdanlıkların, gönüllü avukatlarının ve trollerin yazdıklarına, söylediklerine fazla itibar etme, seni küçük düşürmekten, sanatçı kariyerini bile zedelemekten başka işe yaramazlar.

    Unutma eskilerin değişiyle “İnsan beyni yalan söyledikçe utanma duygusunuda yitiriyormuş” Yeter artık bu kadar belge ve bilgiye rağmen hiç bir şey yapmamışsın gibi davranıp aklımızla daha fazla oynama. Ben kendi adıma bir özeleştiri süreci bekliyorum.

Haci Kaya

(*) “Parazit Simon” MS. 2.yüzyılda yaşamış Lukianos SAMSAT’ın “DALKAVUKNAME” adlı eserinin kahramanıdı
 

Hacı Kaya__ KARANLIKTAN KORKAN BİR ÇOCUĞU KOLAYLIKLA HOŞ GÖREBİLİRİZ. YAŞAMDAKİ ASIL TRAJEDİ, YETİŞKİNLERİN AYDINLIKTAN KORKMASIDIR. “Platon”


 

Bilindiği gibi sosyal medyada 50 yıl sonra öğrendiğim, TÜSTAV sitesinde erişime açılan M. Oruçoğlu'nun ifadeleri (Kapalı Dosya) ile ilgili olarak Oruçoğlu'na bazı sorular sormuş, incelediğim belgelerin İşkencehanelerde Kızıl Direnme Ruhunu Yaşatmaya Hazır Ol ve Mengene kitaplarında anlatılanları yalanladığını, arasında derin çelişkiler olduğunu, dolayısıyla gerçeklerin gizlenmeye çalışıldığını, eğer gerçekler belgelerde gördüğümüz, okuduğumuz gibiyse geleneğe bir özür borcu olduğunu ifade ettim. Ve “Çıkıp tüm gerçeği tüm çıplaklığıyla anlatırsanız küçülmez, daha da büyürsünüz” demiştim.

    Bütün paylaşımlarımda kurumlar ve başka kişiler hakkında bir tek söz etmediğim gibi herhangi bir yorumda da bulunmadım. Ne yazık ki bu dönemde benim dışımda farklı kişilerce farklı konularda peş peşe açıklamalar yapılarak benimle ilişkili olmayan İbrahim'e ve İbrahim'in geleneğine ilişkin bazı açıklamalar yapıldı. İradem dışında sorularımla bağlantısı olmayan konuyu farklı boyutlara çeken yorumlar ve bu yorumlara kurumlarca verilen cevaplarla sorun farklı bir mecraya çekilerek mesele ana ekseninden kopartıldı.

Daha önce de belirttiğim gibi ben yazdıklarımdan sorumluyum ve yazdıklarımın arkasındayım. Bu sorun açıklığa kavuşturuluncaya kadar da sormaya devam edeceğim. Aynı dönemde farklı amaçlarla yapılan açıklamaların hiç birisiyle uzaktan yakından ilişkim yoktur ve olmamıştır.

Benim de benimsemediğim karşı olduğum bu olumsuz açıklama ve yorumların içinde değerlendirilerek sorularımın manipüle edilip unutturulmaya, yok sayılmaya çalışılması bazı şeylerin açığa çıkmasını engelleme amaçlı olduğu gün gibi ortadadır.

 Ayrıca kişilerin hangi amaç ve niyetle olursa olsun yaptıkları açıklamalarından dolayı tehdit edilmelerini doğru bulmadığımı daha önceden de belirtmiştim. Ayrıca kurumlarca ve çoğunluğu mahlas hesaplarda yapılan yorumlarda ”devletin bu cinayetten aklandığını.

İbo'yu Muzaffer'in katlettiğini” söylediğim iddia edilmektedir.

Ben, Oruçoğlu’na  22 Nisan’da gözaltına alınıyorsunuz, İbrahim’in inkâr ettiği “…Türkiye Komünist Partisi (Marksist-Leninist) ve Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu saflarına katılmama kadar sürmüştür.

Sonradan katıldığım bu örgütlere nezaman katıldığımı hatırlamıyorum ve beni bu örgütlere kimin aldığını söylemeyi de gereksiz buluyorum.

TKP (M-L) ve ona bağlı TİKKO örgütlerinin kimler tarafından kurulduğunu ve yönetildiğini bilmiyorum Yalnız, bu örgütlerin saflarına katıldığımı ve onların illegâl üyesi ve taraflısı olduğumu saklamıyorum

ve bu örgütlerin üyesi olmaktan büyük bir kıvanç duyuyorum. Bu örgüt içerisindeki çalışma yöntemim ve örgütün kuruluşuna esas olan düşünceler, bahsetmiş olduğunuz yazılarda geniş ölçüde yeralmaktadır.

Mensup olduğum bu örgütlerin, «ŞAFAK REVİZYONİZMİ TEZLERİNİN ELEŞTİRİSİ», «TÜRKİYE’DE MİLLİ MESELE», «TÜRKİYE’DE KEMALİST HAREKET, KEMALİST İKTİDAR DÖNEMİ, İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YIL LARI ve 27 MAYIS HAREKETİ», «BAŞKAN MAO’NUN KIZIL SİYASİ İK

TİDAR ÖĞRETİSİNİ DOĞRU KAVRAYALIM» başlıklarını taşıyan ayrı ayrı, uzun ve örgütün görüşlerini yansıtan tezleri ve düşünceleri kabul ediyorum. Bu başlıklar altındaki yazılara benim de görüşlerim diye imzamı atmaya hazırım, fakat bu yazıların esas olarak kimin veya

kimler tarafından kaleme alınmış olduğunu bilmiyorum.”(İbrahim Kaypakkaya 21 Nisan 1973 tarihli savcılık ifadesinden)

Fakat sizin “partiyi kuranın, yazıları yazanın ve muhtarı öldürenin İbrahim olduğunu, vb.” bilgilerin bulunduğu ve 4 Mayıs’ta “okumadan imzaladım” dediğiniz 65 sayfalık polis ve 60 sayfalık ve ayrıca iki sayfa muhtar cezalandırmasıyla ilgili kendi el yazması ifadelerinizde verdiğiniz bu bilgilerin, İbrahim’in katledilmesinde bir etkisi olup olmadığını hiç düşündünüz mü, diye sormuştum.

 (Sahiden 22 Nisan 1973 sabahı kapıya gelen polislere teslim olduğu andan itibaren kendi iddasıyla gördüğü ağır işkenceler nedeniyle eli ayağı tutmayan Muzaffer Oruçoğlunun, 12 günde bu denli ayrıntılı ifadeleri yazmasıda düşündürücü değilmi.)

    Ayrıca ben, İbrahim’in katledilmesinde Oruçoğlu’nun ve diğerlerinin ifadelerinin/ itiraflarının da rolününde olduğu düşüncesindeyim (bir de ”Devlet zaten İbrahim'in kim olduğunu biliyordu, daha önce yakalananların ifadeleri ve Doğu Perinçek, Halil Berktay vb. ifadelerinden dolayı İbrahim'in konumu devletçe zaten biliniyordu” propagandası meseleyi manipüle etme, çarpıtma çabalarının ürünüdür.

Sanki sorun İbrahim devletçe tanınmıyormuş bu ifadeler sonucu tanınmış gibi bir algı oluşturuyorlar. Sorun aşağıda belirteceğim gibi bu itirafla İbrahim yoldaşın yalnız bırakılıp hedef haline getirilmesidir). Zoruma giden de bu durumun üstünün örtülmeye çalışılmasıdır. Düşünün yakalanan beş Koordinasyon Komitesi üyesinden İbrahim Kaypakkaya dışındakilerin hepisi itirafçı düzeyde çözülmekle birlikte aynı zamanda teslimiyet bayrağını çekiyorlar, savcı Yaşar Değerli’nin tehditlerine boyun eğiyorlar.

şöyle ki, M. Oruçoğlu “... ben daha önce Emniyet makamları tarafından sorgulandım. Başlangıçta 21 Nisan 1973 gecesi Güvenlik kuvvetlerince yakalanmanın verdiği korku ve heyecanla dilimde bir tutulma oldu. Bü yüzden örgütsel ilişkilerime dair geçmiş faaliyetleri altmış sahifeden ibaret bir metinle el yazısı ile ifade ettim. Ayrıca iki sahifelik muhtarın öldürülmesi olayına ilişkin el yazması ek ifademi yazdım ve ilgili makamlara tevdi ettim. Bununla beraber usule uygun bir ifade almak gereklerine uyularak Emniyet makamları beni yine de ayrıca sorguladılar ve olaylar dizisini bana tek tek sorarak tespit yaptılar.

Ben bahsettiğim ifadelerimdeki kapsamı ve olaylar hakkındaki sözlerimi aynen kabul ediyorum. Ben Emniyette vermiş olduğum ifademde olayları tesir altında kalmaksızın ve baskıya tabi tutulmaksızın anlattım. Bir bakıma bu ifadelerim dahi gerçek düzeydeki örgütsel olgular yanında yetersiz ve noksan kalmaktadır. Bunları da size ifade edeceğim. Ben hiç bir maddi manevi tesir altında kalmaksızın örgütsel ilişkilerimi maddi olaylara dayandırarak açıkladım,” dedi.

 

“Şayet eski ifademde bir takım noksanlıklar ve beyan etmediğim hususlar var ise bunlar bana bu konuda bir şey sorulmadığı ve örgütsel ilişkilerim konusunda somut bir hatırlatma olmadığı içindir.

 Dolayısıyla şimdiki ifademde elimden geldiğince bu noksan kısımları da tamamlamaya ve örgütsel ilişki zincirini hiçbir halka atlamadan ortaya koymaya çalışacağım”

(2 Temmuz 1973 tarihli savcılık ifadesi 1. Sayfa) (Komün TV'deki açıklamasında Yaşar Değerli’ye bu ifadeyi korkudan verdiğini, kabul ettiğini söyledi. Normaldir insan korkabilir bu insani bir duygudur, peki o zaman bu durumdan içeride yoldaşlarına, mahkemede ki duruşmalarda, daha sonra TKP/ML Hareketi Koordinasyon Komitesinden (Halkın Birliği) 1977 yılı ortalarında düşürülüldüğü için katıldığı Parti’ye bu durumu niçin hiç açıklamadı, niye hiç bahsetmedi?

Çünkü kapalı dosya olması elini güçlendiriyordu).(1)

    Cem Somel, “Sonunda bir gece Muzaffer Oruçoğlu ile kaldığımız evi polisler kuşattı. Megafonla teslim ol çağrısı yaptılar. Evde bir tabanca vardı. Teslim olma ya da silâhı kullanma konusunda tereddüt yaşadık. Kararı Muzaffer’e bıraktım. Teslim olduk.”

“Doğrudan MİT’e götürdüler. Gözlerimi bağladıklarından nerede olduğunu görmedim. Harbiye’de Birinci Ordu Komutanlığı’nda olduğunu sonradan öğrendim. Orada işkenceyle ifade alma sürecinde bana bir ara Muzaffer’i bileklerinden asılıyken gösterdiler.”

   “Ben bir süre sonra çözüldüm. Sorgucular çeşitli yollarla beni etkilemeye çalıştı.” (Teori Politika dergisindeki açıklamasından)

    Ayrıca

“Derin çözülüşünün ardından mahkemede siyasal tavır takınma hakkını kendinde görmedi. Mahkeme sorgusunda Cem, tahliye yatırımı için düzene yaranıcı laflar etmedi, kara çalmaksızın geçmiş devrimci faaliyetlerini özetledi, siyasal bir savunmaya girmeksizin bazı hukuksal avantajlara atıf yaptı. ‘Mücadeleyi bıraktı ama dürüstlüğü bırakmadı.’’

” (Duvarın iki yakası Ali Taşyapan) “

     ”Cem doğruca yanıma gelerek, “Ben yıkıldım, işkenceye dayanamadım, her şeyi söyledim” dedi. (Davut Kurun, Sınırlara Sığmayan Sınırsız Anılar, s. 140 )

     Arslan Kılıç’ın polis ve savcılık ifadeleri bu TÜSTAV Belgelerinde yok ama Davut Kurun anılar kitabında, “İkinci örnek Arslan Kılıç idi. Örgütün şemasını, kadrolarını, adreslerini vermesine rağmen, cezaevinde hiçbir eziklik duymadan, inisiyatif koyarak içerde ve dışarıda TKP/ML’yi yönlendirmeye çalıştı.

”(Sınırlara Sığmayan Sınırsız Anılar, s. 136) ”

Bir çok kişinin İbrahim Kaypakkaya'yı “anlayamadığını” düşünüyorduk. Sorguda her şeyi söylemişlerdi, yani o günkü deyimle “Ötmüşlerdi” Arslan Kılıç da bunlardan biri idi.

(Sınırlara Sığmayan Sınırsız Anılar, s. 141)

     Ali Taşyapan, Muzaffer'in ve Cem Somel’in ifadeleri üzerine muhtar meselesinden dolayı tekrar sorguya alınınca, “anlatmama gerek yok, yaşadın, diğer yolun sıkıntısını biliyorsun, üstelik üzerine ifade var, ya muhtar eylemini kabullen ya da işkence tezgâhına yat, tercih senin” diye konuştu.

“Daha önce sorguda belli bir bozgun yaşamıştım zaten. Hele de bu ağır eylemin işkencesine karşı koyacak güçte değildim”

“Gel bakalım Ali Taşyapan. İbrahim Kaypakkaya gibi çetin ceviz misin, göreceğiz. Muhtar eylemine ne diyorsun? “Reddediyorum” dedim. Bunun üzerine Yaşar Değerli hışımla ayağa kalkıp üstüme yürüdü, lümpenlerin ağzına yaraşır cinsinden rezil bir küfür savurdu. Ağzından tükürükler saçarak peşpeşe şunları sıraladı: "İbrahim nerede biliyor musun? Öbür dünyada aslanım, yok oldu. Çetin cevizliğe soyundu, biz de imha ettik. Senin de çetin ceviz olmaya niyetin varsa, İbrahim’in yanına gitmeye hazırlan. Kabul et muhtar eylemini, yoksa MiT'e seni havale ederim, defterini dürerler".

Ben, İbahim Kaypakkaya gibi çetin ceviz değildim. Yeniden MiT'e uzanmayı, hele de öbür dünyayı boylamayı göze alacak metanetten yoksundum. Yaşar Değerli'nin tehditine boyun eğdim, muhtar eylemini savcılıkta da kabul ettim”

( A.Taşyapan, Duvarın İki Yakası, ss. 50- 52)

     Daha çokça örnek verebilirim ama sanırım bunlar yeterli. Görüldüğü gibi dördü de bülbül olup ötmenin yanı sıra teslim olup bu itiraflarda bulunarak İbrahim Kaypakkaya'yı hem devlet karşısında yalnız bırakıyorlar hem de bu tutumlarıyla hedef haline getiriyorlar. (Tabiki diğer kadro ve sempatizanların ifade ve itiraflarıda işin cabası.)

   Gladyonun önünde iki yol var, ya İbo’yu bunlar gibi teslim alacaklar ya da imha edecekler. “Nasıl olsa bunlar teslim oldular, bir İbrahim kaldı. Bu “en tehlikeli örgütün” çıban başı, vaz geçmiyor, teslim olmuyor, meydan okuyor, vb. Açıktır ki bu yaşadıkça sorun olmaya devam edecek. Bunlar nasıl olsa teslim oldular” “Askerî savcı Yaşar Değerli, İbrahim’in direnmesi, sorgu diye verdiği ifadesinin devrimci mücadele konusunda bir siyasî savunma olması ve üstelik bütün işkencelere meydan okuması, onları, kendisi ile yüzleştirdikleri mahalli devrimcilerin, sempatizanların ve köylülerin önünde küçük düşürmesi karşısında bir sonuç alamayınca, Mayıs ayının başında Ankara’ya hareket etti. İbrahim’in durumunu, MİT’in, merkezdeki en büyük kodamanlarına anlatacak ve onlardan ne yapmaları gerektiğini soracaktı. Savcı Yaşar Değerli Ankara’dan dönünceye kadar İbrahim’e yapılan işkencelere ara verildi. Bu arada, İbrahim Ankara’da bulunan babasına bir mektup yazarak kendisine çamaşır ve biraz da para göndermesini istedi.

     Bir süre sonra savcı Yaşar Değerli Ankara’dan döndü ve MİT'in Diyarbakır bölgesi şefleriyle, Diyarbakır MİT karargâhında ortak bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda İbrahim Kaypakkaya’nın durumu görüşüldü.

Bu konuda İstanbul Sıkıyönetim 2 No. lu Mahkemesinde görülmekte olan TKP(M-L) Davasının 16 Nisan 1974 tarihli duruşmasında, dava sanıklarından İrfan Çelik, yapılan sorgusunda şunları söyledi:

«... bir noktaya daha değinmeden geçemiyeceğim. Biz savcılıktayken bir ara içeriye giren bir albay savcıya bir toplantıdan bahsetti ve çıkıp gitti. Albay çıkar çıkmaz savcı, bizimle ilgili olarak yapması gereken işlemi bugün tamamlayamıyacağını, zira, İbrahim Kaypakkaya ile il gili bir toplantıya katılacağını söyleyerek bizi cezaevine gönderdi.»

(TKP (M-L) Davası duruşma zabıtları, s. 235. Emekçi Dergisi sayı 14, Şubat 1975, s.48).”

      Yaraları iyileştikten sonra tahminen mart ayı ortalarından 21 nisan arasında yoğun işkencelere maruz kalan, işkencecileri ideolojik ve siyasi duruşuyla yenen, 21 nisan 1973 tarihinde savcılık ifadesi alınarak tutuklanıp tutukevinde hücresine konan Kaypakkaya, (tutukevindeki yoldaşların koğuşa getirilmesini dayatması sonucu, yetkililer bunun mümkün olmadığını,üstlerin bu konuda kesin talimatı olduğunu ama seçecekleri bir temsilciyle görüştürebileceklerini söylenmesi üzerine  Hasan İlter,Seyithan Dokay ve Fatma Erez’den oluşan bir heyetle İbrahim’le görüştürülüyorlar.

Görüşmede bitkin ve yorgun olmasına rağmen İbrahim hem moral veriyor hemde  defter, kalem, takunya ve para talebinde bulunuyor. Bu talepleri yoldaşları tarafından kısa zamanda karşılanıyor. ) bilindiği gibi son derece yükuksek bir moral ile babasına yazdığı mektupda savunma hazırlıkları için kaynak kitaplar, saat vb. istiyor; savunma taslağını hazırlıyor.

        Ama sayın Hasan Zengin’in konuya ilişkin mektubundan da anlaşılacağı gibi 9 Mayıs akşamı biri resmi elbiseli beş kişilik bir heyet tutukevine gelip İbrahim’le görüşüyorlar. Başlarında kendisine Haymanalı diyen 7.ordu ve sıkıyönetim komutanı Korgeneral Şükrü Olcay var ve uzun konuşmalardan sonra

        “İbrahim bu görüşler senin görüşlerindir. Hatta parti görüşlerinin hepsi senin görüşlerindir. Ben buna kalben inanıyorum. Ülkemiz için tehlikeli görüşlerdir. Bu görüşler ülkemizi yıkıma uğratır.”

        -Evet biliyorum; ülke bir kara parçasından ibarettir. Esas yıkmak istediğimiz sizin faşist devletinizdir. Bunu başarmak için çalışıyoruz.

   -Bak şimdi elimizdesin.

   -Evet elinizde tutsağım.

   -Sen Kürt değilsin, Alevi ve Türk’sün; Kürtlerden sana ne? Onları sen mi kurtaracaksın?

   -Hayır partimiz önderliğindeki halk ordusu ve halk savaşı kurtaracaktır.

   -Emin misin? İnanıyor musun, gerçekten?

   -İnanmasam Dersim dağlarında işim ne? Bu yola baş koyduk, geriye dönüşümüz yoktur.

   -Bana Haymanalı *******derler ; sen o yolun sonunu göremiyeceksin.

   -Size, ben de Çorumluyum, diyesim geliyor. Bütün samimiyetimle bir daha söylüyorum. Bu yola baş koydum. Başımı alabilirsiniz. Fakat Partim ve yoldaşlarım, iktidarınızı yerle bir edecektir. Sizden ve sizleri buraya gönderenlerden korkmuyorum. Sinirlenmenize gerek yok. Ben sizler tarafından tutsak alınan bir komünistim. Savaş kurallarına uymanız lazım.

   -Güldürme beni İbrahim.

Hepsi birden ayağa kalktı, Haymanalı,

    -Senin partini çökerttik, Oruçoğlu, Aslan, Taşyapan elimizde; senin örgüt lideri olduğunu söylüyorlar. Hepsi bülbül olup şakıdılar. Sen hala onları korumaya çalışıyorsun.

   -Defalarca söyledim; Parti ve örgüt lideri değilim, kim yada kimler olduğunu da bilmiyorum. Bu ismini söylediğin şahıslar, benim Çapa Yüksek Öğretmen Okulundan arkadaşlarım.

    “Gece saat 02’yi bulmuştu. Hepsi ayağa kalkarak, İbrahim’le tokalaştılar, Haymanalı İbrahim’e dönerek, “kendine yazık ediyorsun”,

devamla.

   -İbrahim ekstra bir şey isterse alın. Meyve, yemiş, dedi ve gittiler.”

(Hasan Zengin’in mektubundan)

       Anlaşılacağı gibi İbrahim yoldaşı teslim olmaya zorlayıp, tehdit etmeler para etmeyince, yok etme kararını “sen o yolun sonunu görmeyeceksin” denilerek infaz edileceği resmî ağızdan önder yoldaşın yüzüne açıkça söyleniyor.Ayrıca aynı davada yargılanan Fatma Erez” Ben Diyarbakır Sıkı- yönetimince tutuklandığımda İbrahim KAYPAKKAYA hastanede bulunuyordu. Beni de hastanenin başka bir odasına koymuşlardı.

Odalarımız yanyana idi. İbrahim kimseyle görüştürülümüyordu. Yalnız savcı Yaşar DEĞERLİ ve görevliler girebiliyordu. Birgün savcının İbrahim KAYPAKKAYA’nın odasına geldiğini, İbrahim’in bulunduğu odadan savcının, «Seni ben öldüreceğim, ölümün benim elimden olacaktır» diye bağırdığını, İbrahim’in ise ondan daha çok bağırarak, «Ben senden ve büyüklerinden korkmuyorum, ölümden de korkmuyorum» şeklinde ce vap verdiğini duydum...

(TKP (M-L)-TİKKO Davası duruşma zabıtları, s: 340).

   Kısacası İbrahim’in kendi deyimiyle “Şimdi Diyarbakır’da hem gözetim hem de tedavi altındayım. Başımdaki ve boynumdaki yaralar 20 günde kapandı. Bu arada şunu belirteyim: Yaralı vaziyette bir hafta her iki kolumdan çarmıha gerer gibi gerdiler. Israr üzerine kelepçenin birini çözdüler. Şimdi tek elimle karyolaya kelepçeli durumdayım.

26 Ocak’ta baskına uğramıştık. 22 Şubat’ta her iki ayağımdan da ameliyat oldum. Sağ ayağımda hiç parrmak kalmadı. Vaziyet de pek parlak değil. Sol ayağımda hatıra olarak küçük parmağım kaldı. Tedaviye devam ediyorlar, ne zaman iyileşiriz bilmem. Doktorlar gelecek ayın 15’ini tahmin ediyorlar. Bu arada yataktan hiç inemiyorum. Fakat tek kelepçe hala bağlı duruyor. Savcı geldi, bir kimlik tespiti yaptı. Sorgu için iyileşmemi bekliyorlar.”

(Arkadaşlara anlatacaklarım var başlıklı 28 Şubat 1973 tarihli mektubundan)

    Tahminen mart ayı ortalarından savcılığa çıkartılıp tutuklandığı 21 Nisan tarihleri arasında ağır işkencelerden geçirilip, onlarca insanla yüzleştiriliyor. İşkencehanelerde ideolojik siyasi duruşuyla işkencecileri dize getiren önder yoldaş, 21 Nisan'da alınan savcılık ifadesinden sonra tutuklanıp askeri tutukevine getiriliyor.    

 ”İbrahim’in hastaneden alınıp, Diyarbakır Sıkıyönetim Cezaevi Müdürlüğü sorumluluğunda bulunan hücreler bölümünün üç no’lu hücresinde 21 Nisan 1973 tarihinden 16 Mayıs 1973 tarihine kadar bekletilmesinden ve 16 Mayıs 1973 günü bilinmeyen bir yere götürülmesinden iki gün sonra, askerî savcılığa ifade vermek üzere götürülen çeşitli suçtan gözaltında ve tutuklu bulunan kimselere askerî savcılıkta görevli erler, İbrahim Kaypakkaya’yı askerî savcılık binasının üst katında vücudunun kurşun yaralarıyla delik deşik bir durumda ve ölü olarak gördüklerini söylemişlerdir.

16 Mayıs 1973 günü, İbrahim, askerî savcılıkta tekrar ifadesine başvurulacağı gerekçesiyle hücresinden alınıp gözleri bağlanarak bilinmeyen bir yere götürüldü. Bu götürülüşten birkaç gün sonra da, hücresine ne zaman getirildiği anlaşılamayan İbrahim Kaypakkaya’nın, hücresinde bileğini keserek kendisini öldürdüğü ve hücresinde ölü bulunduğu söylentisi yayıldı askerî savcılıktaki, MİT karargâhındaki ve cezaevindeki görevliler arasında...

   Aynı günlerde, yanına para ve çamaşır alarak İbrahim’i görmeye gelen babasına, oğlunun intihar ettiğini söylediler. Babası oğlunu mutlaka görmek istediğini, ölmüş olsa bile cesedini görmek istediğini bildirdi. Faşistler, cesedin otopside olduğunu söyleyerek, babasına, İbrahim’in ölüsünü bile göstermediler; ta ki, otopsi yapıyoruz diye cesedi parça parça edip ölüm olayının izlerini yok edinceye kadar.

Babası, İbrahim’in cesedi gösterilmek üzere bir salona alındığında oğlunun cesedi yerine parça parça olmuş bir insanın vücudunun parçalarıyla karşılaştı ve oğlunu tanıyamadı.

Faşistler; parça parça edilmiş cesedi babasını bütün ısrarlarına rağmen vermeyeceklerini, ya Diyarbakır’da ya da eğer isterse kendi denetimlerinde memleketi olan Çorum’da gömeceklerini bildirdiler. Nitekim, İbrahim’in cesedi, çok sıkı güvenlik tedbirleri altında gizlice önce uçakla Diyarbakır’dan Ankara'ya, oradan da helikopterlerle memleketi olan Çorum’un Alaca ilçesi Karakaya köyüne götürüldü; faşistler köyde İbrahim için köylülerinin yapmak istedikleri dini töreni yaptırmadılar. Babasının dini tören için ısrar etmesi karşısında, İbrahim’in köylüleri dini törene alınmadı ve helikopterlerle gelmiş olan işkencecilerden biri imamlık, diğerleri de cemaatlik görevi yaparak İbrahim’in namazını da kendi elleriyle kılıp gömdüler. İbrahim’in ölüsünün defnedilmesinden sonra, cenaze ile birlikte gelmiş olan MİT elemanlarından bir kısmı bir süre köyü, daha sonra da kazayı terketmeyerek orada beklediler.

     Diyarbakır- Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı’nın, üzerinde, «Gizlilik Derecesi:

 Çok GİZLİ» kaydı bulunan ve «31 Mayıs 1973» tarihini ve «Bilgi için:

a) Genel Kurmay Başkanlığına,

b) K.K.K.'na, c) 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı’na dağıtımı» notunu taşıyan, İSTH: 7130-2133-73/4511 sayılı «MESAJ FORMUNDA bu durum aynen şöyle anlatılıyor:

   1, 2 ve 3 maddelerinde İbrahim’in kimliği, faaliyetleri, yakalanışı ve sorguya çekildiği belirtildikten sonra,

(...)

   4-Türkiye Komünist Partisi (M-L.) örgüt faaliyetlerini yöneten ve sorumlu bir şahıs olduğu EK- 1ve EK-2’de sunulan MİT dokümanlarıyla teyit edilen anarşist İbrahim Kaypakkaya, alacağı cezayı asgari ve azami olarak tahmin etmiş, onun kendi üzerinde bıraktığı etkiden kurtulamıyarak morâl çöküntüsü halindeyken 17 Mayıs 1973 günü sabaha karşı sol bileğini jiletle keserek intihar etmiştir.

   5 - Komutanlıkça verilen emir üzerine Askerî savcılıkça olaya el konulmuş, anarşistin 17 MAYIS 1973 günü ölü olduğu tesbit edilmiş ve EK-3’de ölüm muayene tutanağı tanzim edilerek Askerî Hastaneye otopsi yapılmak üzere getirilmiştir. 18 MAYIS günü Askerî Hastanede yapılan otopsi sonucu hekimler heyetince intihar etmiş olduğu kanaati hasıl olmuş ve EK - 4'de sunulan otopsi tutanağı tanzim edilmiştir.

    6-Olay, ilgi (c) mesajda ANKARA Sıkıyönetim Komutanlığı'na intikal ettirilmiştir. 21 MAYIS 1973 günü, ceset, Diyarbakır’a gelmiş babasıyla birlikte MİT yetkililerinin refakatinde T.H.Y. uçağı ile ANKARA’ya götürülmüştür. Cenazenin daha sonra Çorum’a götürülerek orada defnedildiği ve defin yerinde gerekli güvenlik tedbirlerinin alındığı MİT ilgililerinden öğrenilmiştir.

Bilgilerinize arzederim.

(İmza)

                Şükrü Olcay, Korgeneral

                7. Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanı

(«TKP (M-L) - TİKKO - TMLGB Davası, Klasör No: 12, Dosya No: 1).

   Bu cinayet olayının diğer bir delili şudur:

16 Mayıs 1973 günü İbrahim Kaypakkaya hücresinden sorguya götürülmeden bir saat kadar önce, yandaki gözaltı koğuşunda adi bir suçtan dolayı tutulmakta olan Cemil Oktay askerî savcılığa götürülmüştür. Cemil Oktay, askerî savcılıkta, İbrahim Kaypakkaya’yı birtakım sivil şahıslar tarafından gözleri bağlı olarak askerî savcılık binasından çıkarılıp sivil bir otomobile bindirilirken görmüş ve bu durumu, gözaltı koğuşuna döndüğünde o sıra bu davada tutuklu olarak yargılanan Hasan İlter ve Seyithan Dokay’a söylemiştir. Savcılıkta sonradan çıkan söylentiye göre de İbrahim Kaypakkaya götürüldüğü bu yerden kurşunlanarak getirilmiştir”

(Emekçi dergisi. Şubat 1975, sayı 14. s. 52-54)

   Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, İbrahim Kaypakkaya öyle iddia edildiği gibi işkencelerde parça parça edilerek katledilmiyor. Tam aksine tüm akılalmaz işkencelere, tehdit ve santajlara boyun eğmeyip, Partiyi Türk derin devletinin emrine vermeyi kabul etmediği için, diğerleri gibi teslim olmayı red ettiği için, Kemalizm, Milli mesele, vb. temel görüşlerinden taviz vermediği için, mahkemeye çıkıp siyasi savunma yapmasını engellemek için (çünkü hazırladığı savunma taslağından da anlaşılacağı gibi yapmayı düşündüğü savunma, aynı zamanda Parti Programının temelini oluşturacaktı) tutukevindeki hücresinden alınıp kurşunlanarak katledilmiştir.

Kısacası Kaypakkaya, 16 Mayıs günü hücresinden alınarak götürülüyor ve 17 Mayıs gecesi kurşuna diziliyor.

 İbrahim'in katledilmesinde, kısa bir süre önce verilmiş olan ifadelerin ve zamanın garip bir şekilde kesişmesinin infazla bağlantısı veya etkisi nedir, diye soruyorum.

Hepsi bu!

(tabi bu arada Muzaffer'in yakalanır yakalanmaz 12 günde (22 Nisan da yakalanıyor 4 mayısta verdiği el yazması 61+2 toplam 63 sayfa el yazması itirafları üzerine hazırlanan 65 sayfalık polis ifadesini  imzalıyor.)

 itirafçı düzeyinde çözüldüğü halde ısrarla, 55 gün direndim demesi düşündürücü değil mi?

Ayrıca ne olduda tutukevinde yoldaşlarıyla görüşmesine,Babasına mektup yazmasına izin verilen İbrahim Kaypakkaya ani bir kararla infaz edildi.)

   Bence işkencede parça parça kesildi söylemi, devlet karşısında yalnız bırakıldığı halde teslim olmayan önder yoldaşın, infazında verilen bu ifadelerin rolünün üstünü örtmenin bilinçli bir manipülasyonudur.

Böylece İbo kitlelere uğruna ölüme gittiği, Kemalizm- soyalizim ilişkileriyle şekillenen Türkiye solundan köklü bir kopuşun temelini oluşturan ideolojik siyasi görüşleriyle değil, kurşunlanarak infaz edilerek değil,

 işkencede katledilen, adına ağıtlar yakılan bir yiğit olarak tanıtıldı.   

 Belgeleriyle ortaya koyduğum bu sorular ve yorumlardan dolayı ”Devleti bu cinayetten akladığımı, partiyi tasfiye etmeye çalıştığımı, partinin değerlerine saldırdığımı, mafya bozuntusu” vb. olduğumu çıkartmak nasıl bir aklın, vicdanın ürünü olduğu da düşündürücüdür.

Ayrıca İbrahim yoldaşın direnme ve çözülmeme diye bir sorunu yoktur,direnmek ve çözülmemek genel olarak inkara dayanır. İbrahim yoldaş işkencelerde inkar etmiyor tam aksine yargılıyor, “ben  elinizde  tutsağım, savaş kuralları uygulamak zorundasınız”  diyor, korkusuzca meydan okuyor. Yakalandığında ilk ifadesinde ”Ben devrimciyim. Biz devrimci olarak siyasi konularda hiç bir şeyi prensip olarak gizlemeyiz ve fikirlerimizi açıkça söyleriz.

 

Ancak örgütsel yönden faaliyetlerimizi ve örgüt içerisindeki bize inanan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açığa vurmaktan katiyyen kaçınırız ve söylemeyiz.

” (29 ocak 1973 tarihli savcılık ifadesinden)”

«Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız.

Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist - Leninist düşünce uğrunda yaptım. Ve sonuçtan asla pişman da değilim.

Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım.

Asla pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım.»

(21 Nisan 1973 savcılık ifadesin den.)

   Ölümsüzlüğünün 51. yılında önder yoldaşı sevgiyle, saygıyla anıyorum ve inanıyorum ki tüm ihanet ve tasfiye çabalarına rağmen “bu çelik aldığı suyu unutmayacaktır”

  

(1) 76 ayrılığında Muzaffer ve Arslan Koordinasyon Komitesinden yana tavır takındılar.

“Dolayısıyla Koodinasyon Komitesi nin dışardaki beş üyesi

(iki üye içerde: Arslan Kılıç, Muzaffer Oruçoglu), bölünmenin doğurdugu iki parçadan biri olan   TKP(M-L) Hareketi nin üst organını otomatikmen oluşturdu.

Öbür parça TKP(M-L) idi, içerdeki iki üyeye (Arslan, Muzo) dışardan yeni üyeler takviye olundu, üst organ oluşturuldu.”

 (Ali Taşyapan Duvarın İki Yakası sf. 180)

1977 ortalarında ayrılıktan 2 yıl sonra  Mamak tan getirildikleri Niğde cezaevinde kendilerini ziyarete gelen M.Ç. “Dışarıda yeni bir yapılanmaya gidildi, siz KK dan düşürüldünüz” bilgisini iletiğinde önce itiraz ediyorlar, sonra “böyle bir şeyi kabul edemeyiz o zaman bizde ayrılırız.” diyorlar. Gelen arkadaş siz bilirsiniz bundan sonra S.S  yoldaşın denetiminde çalışacaksınız diyerek, ayrılırız tehdidine aldırış etmeden çıkıp gidiyor.

 

Yani “bizimkiler” resmen şutlanıyor. Hiç bir şey olmamış gibi sanki 76 ayrılığında tasfiyeci saflarda yer almamışlar gibi bir öz eleştiri  bile vermeden partiye katılıyorlar, zaten kısa bir süre sonra yapılan  1. Konferansta MK Fahri üyeliğine seçiliyorlar.

 Bu konuyu ayrı bir yazıda daha ayrıntılı açıklayacağım.

   Ayrıca kapalı dosyalar gizlilik kapsamında olduğu için 40/50 yıl sonra açıklanıyormuş, tıpkı günümüzdeki hakında gizlilik kararlarındaki dosyalar gibi Avukatlara dahi bilgi verilmiyormuş.

Ayrıca işkencede çözüldüğünü dürüstçe mahkemede ve içerde partiye açıklayan A.Cem Somel dışındaki sanıklardan yalnızca M.Oruçoğlu, Ali Taşyapan ve Davut Kurun,un ifadeleri neden kapalı dosya kapsamına alınıyor?

Belirttiğim gibi Arslan Kılıç,ın ifadesi TÜSTAV sitesinde yok.

Hacı Kaya

DEVLET BAHÇELİ’NİN SON HAMLESİ: BURJUVA SİYASETİNİN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ! Halil Gündoğan_15.10.2024

En billur haliyle burjuva siyaseti açık ve arsız bir iki yüzlülüktür. Omurgasız bir oportünizm ve amaca varmak için her şeyi ve her yolu mübah gören bir ahlâksızlıktır. 

Demagoji, keyfiyet, çifte standart ve hamaset en etkili silahıdır. Irkçılık, milliyetçilik, cinsiyetçilik ve şovenlik en gözde argümanlarıdır.

 

Tüm bu ayırt edici özellikleriyle burjuva siyasetinin en has temsilcileri ise öncelikli olarak daima ırkçı -faşist ve dinci-faşist parti ve şahsiyetler olagelmişlerdir. Son dönem Türk siyasetinde bu özelliklerin has temsilcilerinin, iktidar ortağı da olan İslamcı-faşist R.T. Erdoğan ile ırkçı-faşist Devlet Bahçeli olduğuna ise hiç kuşku yoktur. Özellikle Devlet Bahçeli, sergilemekte olduğu maharetiyle adeta bu işin ordinaryüsü mertebesine kadar yükseltti kendisini.

 

 Örneğin daha dün ikirciksiz demekteydi ki: “PKK’nın milis unsuru olan DEM’in TBMM’de 57 milletvekili vardır.”, “…terör ve bölücülük odağı DEM’in düşman olduğu devletten 2024 yılında alacağı toplam parasal…”, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne düşman kesilen sözde parti veya partilerin Cumhuriyeti kuran TBMM’de bulunması, hazineden yardım ve maaş almaları rezalettir, melanettir, cinayettir, zillettir, milletimize karşı en aşağılayıcı muameledir. Böylesi bir haksızlık ve hukuksuzluk dünyanın hangi ülkesinde görülmektedir? Gelişmeler karşısında ilk önerim, 57 DEM milletvekilinin maaşının ve bu terör yuvasına ödenecek Hazine yardımının derhal kesilerek terörle mücadeleye ve şehit ailelerine aktarılmasıdır.” (rudaw.net 21.08.2024) 

 

Keza her fırsatta; “HADEP ve devamı parti derhal kapatılmalıdır.” diyordu. Hatta hızını alamayıp, kapatma davasını sonuçlandırmamış olan Anayasa Mahkemesi’ni de teröre destek vermekle itham edip, onun da derhal kapısına kilit vurulmasını istiyordu. vs. vs.

 

Fakat aynı Bahçeli, dün bunları kendisi söylememiş gibi, bugün kalkmış, büyük bir pişkinlikle şunları söyleyebiliyor: “Bize göre doğru siyaset buluşturan, yakınlaştıran, kavuşturan, kucaklaştıran, kutupları teker teker aşındıran ahlaklı siyasettir. Doğru siyaset sorumluluk duygusunu ilke edinen, kardeşlik ve kaynaşma kültürünü vatan ve millet sevgisiyle eklemleyen akıl dolu siyasettir. (…) Biz siyaseti bir savaş biçimi olarak ele almıyoruz, insanların birbiri üzerine egemenlik kurması olarak değerlendirmiyoruz (…) Siyasette hiçbir kimseyle hiçbir parti ile kategorik olarak alıp veremeyeceğimiz konuşup çözemeyeceğimiz bir şey yoktur. (…)”, “Uzattığım el milli birlik ve kardeşliğimizin mesajıdır.”, “Uzattığım el gelin Türkiye partisi olun gelin teröre cephe alın gelin bin yıllık kardeşliğimizde kenetlenenin teklifidir. (…)”, “Yeni bir döneme giriyoruz, dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım.” (t24.com.tr)

 

R.T. Erdoğan da Bahçeli’nin bu tutumunu şu sözlerle sahiplenip desteklerken; aslında bunun Cumhur İttifakı’nca önceden planlanıp kurgulanmış olduğunu da beyan etmiş oluyor: “(…) Daha fazla uzlaşıya ihtiyacımız olduğu kanaatindeyiz. Milletimiz için hiçbir diyalogdan kaçınmayız. MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli’nin yaptığı açıklamaları 85 milyonun kardeşliği adına çok anlamlı buluyorum. Cumhur İttifakı’nın uzattığı elin muhatapları tarafından da layıkıyla anlaşılmasını umut ediyoruz.” (gazeteduvar.com.tr web sitesinden)

 

Burjuva siyasetinde ikiyüzlülüğün ne derece normal ve olağan bir enstrümanı olduğunu da yine en iyi Bahçeli’nin ve takiye erbabı Erdoğan’ın kendi sözleri ortaya koymakta. CHP’ye ve Özgür Özel’e olmadık hakaret ve tehditlerde bulunduktan sonra, el sıkışırken şunları söyleyebiliyor Bahçeli: “Birbirimizi kırmıyoruz inşallah”“Üzülme, bazen siyaseten söylememiz gerekenler oluyor. Siyasetin gereği olarak…” (t24.com.tr)

 

Özgür Özel’in tutumu ise; “bir şey olmaz. Ancak yine de nezaket ve saygıyı elden bırakmamak gerekir” minvalinde bir yaklaşımla, bu iki yüzlü siyaseti, biraz estetize edip esnekleştirerek normalleştirmenin bir başka varyantı oluyor. Oysa en azından siyaseten bu iki yüzlü arsızlığa tavır koyması icap ederdi. Aynı tutumu Erdoğan şahsında da sergilemesi gerekirdi. Ama galiba bu kadarı da Özgür Özel’in siyaset yapış tarz ve kapasitesiyle ilgili bir yetmezlik hali olsa gerek: Edilgen ve pasif.

 

Yadırganması gereken tutum ise DEM Partili yetkililerin sergilediği tutumdur. Yaşatıla gelen onca faşizan uygulamaların birinci dereceden baş sorumlularından olan bir faşistin uzattığı o kanlı eli, diplomatik siyaset gereğince de olsa öyle kolayca tutulmamalıydı. Elbette nezaket sınırları içinde kalarak ve ama haklı ve meşru bir davanın temsilcileri olmanın verdiği yüksek bir özgüvenle, onun gözlerinin ta içine bakarak: “Sayın Bahçeli, kusura bakmayın ama elinizi şayet dostane niyetlerle uzatıyorsanız, bunu ancak ki Kürt halkından özür dileme koşuluyla yapabilirsiniz. Ancak ki bu özür sizin samimiyetinizin ifadesi olabilir. Bu halk artık yeterince ders aldı sizlerin yalan-dolan, hile ve entrikalarınızdan. Dolayısıyla da artık siz de görmelisiniz Kürt halkı, Alevi toplumu ve kadınlar nezdinde itibar kredinizin çoktan sıfırı tükettiğini. Kusura bakmayın, toplum önünde açıktan özür dilemediğiniz sürece bize uzattığınız o eli tutma yetkisine sahip değiliz.” Mealinden bir şeyler demeliydiler en azından.

 

Ama ne yazık ki demediler, diyemediler. Denize düşüp de yılana sarılanların biçareliğine yorumlanabilecek bir yaklaşım sergilediler ki bu, tipiktir. Tipiktir çünkü bir bakıma, Öcalan’ın esir düştüğünde takındığı tavır benzeri bir tavırdır. 

 

Öcalan o tarihi kesitte, bir ulusal kurtuluş davasının önderi olmasının kendisine yüklediği o stratejik değere sahip tarihi misyonu unutarak, bir isyan önderi değil de sanki de haksız yere devlete karşı çıkmış olmanın getirdiği bir mahcubiyet haliyle; uçaktaki devlet temsilcilerine: “Benim annem de Türk. Devlet bir şans verirse, her türlü hizmete hazırım.” Minvalinde, son derece olumsuz bir tavır sergileyebilmişti.

 

Hatırlanacağı üzere o sürecin “devlet aklı” Öcalan’a o şansı tanıdı. Öcalan da verdiği söze bağlı kalıp; hizmetini fazlasıyla sundu. Ancak ne var ki sonraki süreçte savaş ve çatışmadan beslenen ve bu yüzden de Öcalan’ın kendi kişisel yaşamının güvencesine endeksli olarak, siyasi bir statüden ziyade, bir nevi kültürel özerklik ile sınırlı, son derece alt düzeyli “barışçıl çözüm” önerisini dahi reddeden devlet içi farklı klik ve çıkar grupları bu hizmeti sabote ederek etkisiz kılmayı başardı. Sonra, savaştan umduğunu bulamayıp, girdiği sıkışıklığı aşmanın bir çaresi olarak da bir kez daha “barışçıl çözüm” taktiğine döndüler. Ve ama “Arap Baharı” süreciyle bölgede değişen güç dengelerini yeni bir fırsat olarak değerlendiren devlet aklı, verilen molayı yeterli görerek, tekrardan savaş kararı aldı. Hem de her cephede yok etmeyi öngören top yekûn bir saldırı… 

 

İşte Bahçeli ve Erdoğan’ın HADEP ve DEM Parti’ye ve yöneticilerine yönelik (hatta bunlar üzerinden CHP’ye yönelik “terörist yandaşlığı” ithamları da) dünkü saldırganlıkları da bu sürecin doğrudan birer unsuru olarak kullanıldı.

 

Anlaşılan bugün de Kürtlerin desteğine ihtiyaç duyuyor olmalılar ki “yeni bir dönem”, “iç barış”, “bin yıllık kardeşlikte kenetlenme”, “Milli birliğin yeniden tesis edilmesi” ve “85 milyonun kardeşliği” vb. teraneleri, koro olarak yeniden piyasaya sürme kararı aldılar.

 

Burada şu hususun önemle görülmesi gerekiyor: Devletin bu ağız ve söylem değişikliği asla gerçek anlamda başta Kürt sorunu ve diğer çatışmalı toplumsal sorunlarda iç barışı sağlama niyet ve isteğinin bir ifadesi değildir. İktidar bloku olarak Cumhur İttifakı, artık hat safhaya dayanmış olan iç ve dış sıkışmışlığını bu tür demagojik söylemlerle perdelemek istiyor. Kamuoyunda oluşan ve de artan oranlarda daha da fazla biriken tepkiyi, oluşturulan bu yapay gündem üzerinden etkisizleştirmeye çalışıyor. Bir diğer nedeni ise bu sahte söylemlerle DEM Partiyi tavlayıp, ihtiyacını duydukları yeni anayasa yapımında kendilerini desteklemelerini sağlayabilme beklentisidir. 

 

Ama elbette bunları gerekçe olarak sunacak değiller. Her zaman ki gibi paravan olarak kullanacakları bir “Allah’ın lütfu” imdatlarına yetişiyor ve hakkını teslim etmek gerekir ki bunu kullanmakta da son derece mahirler. Şimdiki lütuf ise; “İsrail tehdidi” senaryosu!.. 

 

Böylesi bir tehdit gerçekliğinin olmadığı elbette son derece açık. Ama bunun bir önemi yok; önemli olan, bunu kullanışlı bir yalana çevirip, kamuoyunun önemlice bir kesimini manipüle etmekte kullanabilmektir.

 

“Yapmakta olduklarının özeti bundan ibarettir.” denirse, bu, kesinlikle yanlış olmayacaktır. Ve öyle görünüyor ki Erdoğan’ın; “Cumhur İttifakı’nın uzattığı elin muhatapları tarafından da layıkıyla anlaşılmasını umut ediyoruz.”sözleriyle, muhataplığın esas özne olarak işaret edilen DEM Parti ve çevresi bu işe fazlasıyla angaje olma eğiliminde. 

 Galiba egemenlerin yalan-dolan ve hileleriyle baş edememe hali Kürtlerin bir nevi “makus talihi” olmaya devam edecek gibi. 

  Halil Gündoğan

 

 

12 Ekim 2024 Cumartesi

Devrimcilerin feodalizm hakkında sahip oldukları imaj nedir?

 


Devrimcilerin feodalizm hakkında sahip oldukları imaj nedir?

Etrafı toprak köleleriyle dolu,kamçılı, çizmeli, kaba bıyıklarının altında tükrük saçan toprak ağası….

Kölecilikle kapitalizm arasında yeralan upuzun bir tarihsel dönemin yaşandığı süreçler ve her süreçte kazandığı strüktürel özellikler, üretimin teknik temeli ve hele hele emeğin varoluş koşulları ve niteliği onun için kafa yormaya değmez sıkıcı şeylerdir.

Bu yüzden, onun feodal otoriteden anladığı şey, feodalizmin eski dönemin – kölelikten devralınmış ilk biçimi olan yerel toprak ağası otoritesidir.

Feodalizmin ötesinde kapitalizmin başladığı olgunluk döneminin , en büyük feodal bey  ( kral-sultan)’ in yada aynı toplumsal tabana dayanan  ‘’cumhuriyet  ‘’ vb. gibi devletin ‘’yurttaşı’’ veya tebaası altında,  ‘’ülkenin bel kemiğini ‘’   ve  ‘’kapitalizmin tarih öncesini oluşturan ‘’ küçük köylü ve zanaat üretimi temeline dayanan biçimi, ona göre FEODALİZM değildir. (*)

Ama sayın ‘’Marksistler‘’((!!!!)) Marks öyle düşünmüyor:

Devamı…… YD_1990_Sayı_31_sf_32

https://partizanarsiv8.net/wp-content/uploads/2018/02/yd-31.pdf

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)