8 Ocak 2025 Çarşamba

İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm Değerlendirmelerini Kavrayamayan Oruçoğlu’nun Görüşleri Üzerine…

Sınıf Teorisi dergisi 3/2023 sayısında İbrahim Kaypakkaya yoldaşın tezlerinin genel olarak değerlendirildiği yayında Muzaffer Oruçoğlu’da “Kemalist Hareketin Kısa Bir Anatomisi” başlığıyla Kemalizm üzerine tezlerimize dair yazdı. 

Kaypakkaya yoldaşın Kemalist hareket, Kemalizm, Türkiye’nin tarihi gerçekleri ve sınıf tahlilleri güncel önemini koruyor. Bunu öncelikle belirtmeliyiz. 

Kemalizm tezlerimize dair yarım yüzyıl sonra “üzerinde düşünme”yi gerekli gören noktalara dikkat çeken Oruçoğlu “Kemalist harekete dair tezlerin yarım asır sonra temel noktalarda isabetini ve gücünü koruduğu açık”tır dedikten sonra “ayrıntılar üzerinde duracağını belirtir. 

”Şeytan ayrıntıda gizlidir” diye bir söz vardır. “Ayrıntı” görülen ya da öyle sunulanın ne derece esasa uzanıp-uzanmadığını meselenin üzerinde durdukça göreceğiz. Ama ondan önce bir iki noktada hakikate parmak basalım. Yazımızda i̇brahim Kaypakkaya’nın Kemalist harekete dair tezlerinin dayandığı toplumsal, iktisadi, sınıfsal, temelin güncel bağı kurularak geliştirilmesi, Türk burjuvazisinin hakim siyasetinin Kemalist harekete uzanan köklerinin açıklanması ve artan Kemalizm etkisinin devrimci saflarda yarattığı kafa karışıklıklarına teorik yanıtlar üreten bir kafa açıklığı ve netliği yoktur.

Aksine yarım yüzyıl sonra Oruçoğlu’nun Kemalist harekete dair tezlerimize “esas olmasa da tali noktalarda” kafasının karışık olduğu anlaşılmaktadır. Oruçoğlu yaşamı boyunca Kaypakkaya yoldaşı anlattı. Görüşlerini esas alarak savundu. Fakat hiçbir dönem Kaypakkaya siyasi ve politik çizgisi ve düşüncesinin devrimci içeriği ve yöntemini derinlemesine kavrayamadı. Kaypakkaya yoldaşla birlikte parti kuruluşunda yer alan hiçbir kadronun Kaypakkaya yoldaşın tezlerini geliştirme, diyalektik materyalizm devrimci yöntemini vurgulama da önderlik etme kapasitesinde olmadıkları tarihi süreçle görüldü.

Bu sadece teorik kısırlık yaratmadı, aynı zamanda toplumsal hal ve şartların devrimci yöntemini uygulamak, sınıf mücadelesinin sorunlarına mevcut şartlara denk düşen çözümler üretmek yerine, yetersizliklerin nedeninin geçmişte olduğu düşüncesinin öne alınmasına yol açtı ve bu anlayışla Kaypakkaya yoldaşın kısa süren devrimci proleter pratiği üzerine “hata ve eksiklikleri” bulma tartışmalarının sonu hiç gelmedi. Ve bu tartışmalarda hiçbir dönem devrimci sonuçlar çıkarılamadı. Kaypakkaya yoldaş katledildi, tutsak düşen kadroların hapishanede geriye dönük başlattığı tartışmalar hiç bitmedi.

 Tezlerimizin özünü kavrama ve uygulamaya odaklanmak yerine ya dogmatik tekrar ya da subjektif geçmiş değerlendirmeler birbirini takip etti. Yarım yüzyıl sonra hala Oruçoğlu kafa karışıklığını giderememiştir. Dahası yalnız değildir, Sınıf Teorisi yazarlarının Kaypakkaya değerlendirmeleri evlere şenlik, ayrıca üzerinde durmak gerekir. Ayrıca geleneğimizde takip edilen, tüm eleştirilere rağmen ne dediğine bakılan Oruçoğlu’nun Marksizm, Leninizm, Maoizm devlet teorisinden anarşizm devlet teorisine kaydığı, devrimci teorik yönünün oldukça aşınıp döküldüğünü belirtmek durumundayız… Hatalı gördüğümüz fikirlerinin tümünü burada değerlendirmek söz konusu değildir ama savurulmanın ifadesi düşüncelerinden etkilenenlerin olduğu -Sınıf Teorisi gibi- biliniyor,  ve vurgulayarak geçiyoruz. 

Kemalist harekete dair tezlerin temel noktalarda isabetini koruduğu belirtildiğine göre Oruçoğlu mevcut durumda i̇brahim Kaypakkaya’nın Kemalist harekete dair tezlerinde tali yönde, ayrıntılarda “hatalar” olduğunu ileri sürmüş oluyor. Her ne kadar “ayrıntı” dense de üzerinde düşünülmesi istenilen noktalar Kemalist harekete dair tezlerin temelini oluşturur. 

Şöyle deniyor: “Tezlere göre ‘Devrimin önderleri daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken i̇tilaf emperyalizmi ile el altından i̇şbirliğine girişmişlerdir” 

Kaypakkaya yoldaşın bu tezinde çelişki olduğunu düşünen Oruçoğlu’nun “ayrıntı” gördüğü tespit Kemalist hareketin sınıf karakterini, siyasi, politik, i̇ktisadi sonuçlarını kapsayan esas noktadır. 

Kaypakkaya yoldaş “TİİKP program taslağı eleştirisi“nde Kemalist harekete dair değerlendirmesini özetini yapar bu meseleyi esas olarak “Şafak revizyonistinin Kemalist hareket, Kemalist iktidar dönemi, ikinci dünya savaşı yılları, savaş sonrası ve 27 mayıs hakkındaki tezleri” başlıklı çalışmasında kapsamlı olarak açıklığa kavuşturur. Altmış iki sayfa tutan, Kemalist ulusal devrim ve sonuçları, sınıf karakteri, hakim olan sınıfların arasındaki ilişki ve mücadele, bu sınıfların emperyalizm ile işbirliğinin tarihi kökleri vb. hakkındaki görüşlerin arasında Oruçoğlu’nun “Devrimin önderleri daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken itilaf emperyalizmi ile el altından i̇ş birliğine girişmişlerdir” tespitini alarak, burada geçen “anti-emperyalist savaş yıllarında” i̇fadesini “manşete” alarak Kaypakkaya’nın ve dolaysız olarak Maoist hareketin Kemalist hareketin mücadelesini “anti-emperyalist” olarak nitelendirdiği sonucunu çıkarması Kemalizm tezlerimizin muhtevasıyla ilgisi yoktur.

“Anti-emperyalist savaş yıllarında” ibaresi Kemalist harekete dair görüşlerin özetlediği maddelerin birinde geçiyor. Bu ibare ulusal mücadeleyi bir bütün olarak “anti-emperyalist savaş” şeklinde tanımlaması anlamında değil, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen ve sömürge durumuna düşen Osmanlı’da emperyalist işgalin sonlandırılması hedefli bir süreci ifade eder ve bu süreçte Kemalist burjuvazinin emperyalistlerle i̇şbirliğine girmesi de açıklanır. Bu yönüyle Kaypakkaya’nın Kemalizm tahlilinde tutarlılık vardır.

 Sömürge durumundaki Osmanlı’dan yarı-sömürgeye dönüşen Türkiye’nin sınıflar gerçeği açıklığa kavuşturur. Türkiye’nin tarihi gerçekleri neyse, Kaypakkaya yoldaş bu toplumsal ve iktisadi olguları materyalist anlayışla tahlil etmiştir. Kemalizm tahlili bir bütün olarak kavranmalı. Belli başlı noktaları özetleyen tespit ve cümleler konu hakkındaki esas görüşlerden koparılarak Oruçoğlu’nun “anti-emperyalist savaş yıllarında iken” i̇fadesini aldığı gibi ele alınırsa kişi nereye varmak istiyorsa oraya vardırabilir. 

İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm tezleri esasta doğru, ama ayrıntılarda hata, sorun gören Oruçoğlu şunları söylüyor: 

“Tezlere göre ‘Devrimin önderleri daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken i̇tilaf emperyalizmi ile el altından i̇ş birliğine girişmişlerdir” (…) 

Kaypakkaya’nın bu tespitine karşı Oruçoğlu’nun üzerinde düşünmemizin gerekli olduğunu belirtti ayrıntı ise şöyle konuluyor: 

”(…) Burada üzerinde düşünmemiz gereken iki nokta vardır: Birincisi, savaşın anti-emperyalist olarak nitelenmesi, i̇kincisi ise devrim önderlerinin savaş yıllarında iken i̇tilaf emperyalizmi ile el altında iş birliğine girmiş olmalarıdır. Anti-emperyalizm, emperyalizmin ortadan kaldırılmasına, bulunduğu yerden defedilmesine matuf bir olgudur. Devrime önderlik eden komprador burjuvazi; kompradorluğundan dolayı anti emperyalist bir aksiyonu zaten üstlenecek yapıda değildir. Tezin bütününe, kurtuluş savaşı yıllarındaki sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal yapının savaştan sonra yarı-sömürge ve yarı-feodal bir yapı haline geldiği görüşü hakimdir. Hal böyle olunca kurtuluş savaşının anti-emperyalist bir savaş değil, sömürge yapıyı tasfiye eden ama yarı-sömürge yapıyı koruyan anti-sömürgeci bir savaş olduğu savunulmuş oluyor” (Sınıf Teorisi, Sayı 3/2023, Sayfa:47, Muzaffer Oruçoğlu) 

Gerçekten şeytan ayrıntıda gizliymiş! Oruçoğlu’nun “ayrıntıda” düşünülmesini istedikleri Kemalizm üzerine düşüncelerimizin esasına giriyor. İşin özü tartışılmıyor, i̇çerikten kopartılmış kavramsal ikilik yaratılıyor ve kafa karışıklığı dışında bir işe yaramıyor söylenenler. Kemalist hareketin tarihi kökleri, sınıf niteliği, iktisadi yapının durumu, burjuvazisinin kendi arasında çelişkisi, rekabeti ve mücadelesi Kemalist burjuva milliyetçi hareketin emperyalizm ile işbirliğine girmesi vb. dair detaylı ibrahim Kaypakkaya’nın görüşleri -görüşlerimiz- dikkate alınsa. “anti-emperyalist savaş yıllarında iken” i̇fadesinin, i̇şgal altında, sömürge durumundadaki topraklarda emperyalist işgalin sonlandırılması mücadelesiyle ortaya çıkan Kemalist ulusal hareketin gelişimi ve dönüşüm geçirdiği koşulları ve siyasi atmosferi ifade ettiğini anlamak hiç zor değil.

Kemalizm, ya da Kemalist hareket tahlillerimiz “anti-emperyalist savaş” ya da Kemalist hareketin “anti-emperyalizmi” üzerine yürümediği için Oruçoğlu’nun üzerine yarım yüzyıldır düşündüğü anlaşılan tezler bize çelişkili görünmez, aksine tezlerimiz Kemalist burjuva milliyetçi hareketin ve önderlik eden sınıfların emperyalizmle girdiği iş birliğini son derece açık ve net açıkladığı için Türkiye’nin tarihi gerçekleri konusunda açık fikirler sahibiyiz. 

Oruçoğlu’nun kurduğu ikilemde Kemalist milliyetçi hareket hangi sınıfı temsil ediyor, ulusal kurtuluşa hangi sınıflar önderlik etti? vb. temel tespitleri tartışmaya açıyor. Ki bu da meselenin özüdür. Bu sorulara verilen cevaplar Kemalizm tahlilinde yanlış ve doğru yaklaşımı açıklığa kavuşturur. Yani öyle “ayrıntı” vs. değildir, işin esasıdır.

THKO, THKP/C gibi parti ve örgütlerden dallara ayrılan bir çok parti ve örgütten tutalım da Kemalizm dalkavuğu TKP’ye ve bu çizgide yürüyen çeşitli “komünist” i̇ddialı partiler, Vatan Partisi, EMEP, SOL Parti gibi geniş bir politik cephe Kemalist hareketi ya orta burjuvaziyi ifade eden milli burjuvazinin, ya da küçük-burjuvazinin devrimci anti-emperyalist hareketi olarak tanımlıyor. Kimisi de sınıfları bir kenara atıyor, Kemalistleri sınıf dışı, ya da üstü bir kategoriye yerleştiriyor.

“Askeri-sivil-aydın zümre”, “zinde güçler”, “millici güçler” vs. diyor. İbrahim Kaypakkaya yoldaş komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları sınıfının hareketi olarak Kemalist milliyetçi hareketi tahlil ediyor. Bu Kemalizm konusunda Kaypakkaya ile Kemalizm hayranları -ya da burjuva düşüncenin etkisi altında bilimum oportünistlerle- i̇le arasında esas ayrım ve görüşlerin dayanak noktasıdır.

Oruçoğlu ise yarım yüzyıl sonra İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalist milliyetçi harekete dair bu görüşlerini tartışmaya açmak istiyor. Bu tür tartışmalar yeni değil elbette, Kemalist burjuva düşüncesinin etkisi altında olan sosyalist komünist iddialı parti ve örgütlerin hatalı görüşlerine karşı Kaypakkaya takipçileri mücadele yürütüyor. Bu yönlü “yeni açılım” çıkışlarının Sınıf Teorisi’nde çiçek açması yeniden parlatılan, yücelilen Kemalizm olgusundan bağımsız değil. Dileriz hatalarla dolmuş karnelerine yeni hatalar eklemezler. 

”Üzerinde düşünmemizin gerekli olduğu” söylenen noktaları daha iyi anlamak ve tartışılan meseleye dair görüşlerimizi derinleştirmek için Kemalist ulusal devrim, bu devrimin sınıf karakteri, hakim olan sınıflar, bu sınıflar arasında mücadele, yine bu hakim sınıfların emperyalizmle girdikleri iş birliği hakkında İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerini özetlediği bölümü aktaralım. 

1) Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesimlerinin bir devrimidir. 

2) Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken, i̇tilaf emperyalizmi ile el altında iş birine girişmişler; emperyalistler Kemalistlere karşı hayır-hah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır. 

3) Kemalistler, emperyalistlerle barış imzaladıktan sonra bu işbirliği daha daha da koyulaşarak devam etmiş, Kemalist hareket “özünde köylülere ve i̇şçilere; bir toprak devrimi imkanlarına karşı” gelişmiştir. 

4) Kemalist hareketin sonucunda Türkiye’nin sömürge ve yarı-feodal yapısı, yarı-sömürge ve yarı-feodal yapı ile yer değiştirmiştir. Yani yarı-sömürge ve yarı-feodal i̇ktisadi yapı devam etmiştir. 

5) Sosyal alanda, eski komprador büyük burjuvazinin ve eski bürokrasinin, ulemanın hakim mevkini, milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperyalizmle işbirliğine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski komprador Türk burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır. Eski toprak ağalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların bir kısmının hakimiyeti devam etmiş, bir kısmının yerini yenileri almıştır. Kemalist iktidar bir bütün olarak, milli karakterdeki orta burjuvazinin çıkarlarını temsil etmekte; yukarıdaki sınıf ve zümrelerin menfaatini temsil etmektedir.

6) Politik anlamda, hanedanlık çıkarlarıyla birleştirilmiş olan meşrutiyet i̇daresinin yerini, yeni hakim sınıfların çıkarlarına en iyi cevap veren idare, burjuva cumhuriyet almıştır. Bu irade, sözde bağımsız, gerçekte ise siyasi bakımdan emperyalizme yarı-bağımlı bir iradedir. 

7) Kemalist diktatörlük sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür. 

8) “Kemalist Türkiye gittikçe daha çok bir yarı-sömürge ve gerici emperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek, nihayet kendini İngiliz-Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kalmıştır.” 

9) Kurtuluş savaşını takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde; komünist hareketin görevi, hakim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve toprak ağaları kliniğine karşı Kemalistlerle ittifak değil, (böyle bir ittifak hiçbir zaman gerçekleşmemiştir) komprador burjuvazi ve toprak ağlaarı kliniği temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı önderliğinde ve işçi köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kurmaktır. 

10) Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’nın sonundan itibaren komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları iktidara hakimdir. Fakat komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları iki büyük siyasi kliğe ayrılmıştır. İktidara de devlet mekanizmasına hakim olan klik, önce İngiliz-Fransız emperyalizminin, 1935’lerden i̇tibaren de Alman emperyalizminin iş birliğini yapmıştır. İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar genel olarak orta burjuvazide bu kliğin peşinde harekete katılmıştır” (i̇brahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar) 

Özcesi Kaypakkaya Kemalist hareketin “milli-ulusal kurtuluşçuluk” niteliğini isabetle doğru tespit ediyor. Kurtuluşçuluk sömürge yapının kalkması, emperyalizmin dolaylı hakimiyetinin süreceği yarı-sömürge yapının yeniden kurulması ve muhafaza edilmesidir. Kemalist burjuva milliyetçi hareketin komprador Türk büyük burjuvazisi ve toprak ağalarının siyasi temsilcisi olduğunu yaptıklarıyla göstermiştir. 

Stalin yoldaş Kemalistlerin sınıf niteliği, hangi koşullarda yükseldiği ve kime karşı geliştiğini şöyle ifade etmiştir: 

”Kemalist devrim üst tabakanın millî ticaret burjuvazisinin (buradaki “milli”lik bizim anladığımız “orta burjuvazi” anlamında değil, Türk olan burjuvazi anlamındadır. “Milli burjuvazi” ile “komprador burjuvazi” teorik kategorileri ayrımı daha sonra Mao Zedumg’a aittr. Bu önemli ayrıntı akılda tutulmalı.) bir devrimdir. Yabancı emperyalistlere karşı mücadelenin içinde yükselen ama daha sonra özünde köylülere ve işçilere, bir toprak devrimi i̇mkanına karşı gelişen bir devrimdir.” 

Kaypakkaya buradaki “üst tabaka”yı i̇ttihat ve terakki i̇çinde palazlanmış olan önce Alman emperyalizmine uşaklık eden, Birinci Dünya Savaşı’nda Alman emperyalizminin yenilgisinden sonra da i̇ngiliz-Fransız emperyalizmine yaklaşan “Türk komprador burjuvazisinin” ta kendisidir şeklinde açıklar. 

Bu aktarımlardan sonra meselenin esasına geri dönelim. Kayakkaya’nın “Devrimin önderleri daha anti emperyalist savaş yıllarında iken” i̇fadesi ile Stalin’in “Kemalist devrim (…) yabancı emperyalistlere karşı mücadelenin içinde yükselen” i̇fadesi arasında kastedilen noktasında bir fark yoktur. Çünkü her iki düşüncede emperyalistlere karşı mücadele içinde yükselen Kemalist milliyetçi hareketin kısa sürede emperyalist cephede yerini aldığını açıklıyor. Oruçoğlu ise bu ifadelerin dayanak noktasını ve gelişmesi, vardığı sonucu dikkate almadan “savaşın anti-emperyalist olarak nitelenmesi” sonucunu çıkarıyor ve bu subjektif anlayışın mantık hareketini komprador burjuvazinin anti-emperyalist bir aksiyonu olamayacağı sonucuyla birleştirerek kendisine ve Kaypakkayacı hareketlere “çelişkili noktaları” açığa çıkardığını göstermiş oluyor(!) Anlaşılıyor ki, Oruçoğlu yarım yüzyıldır Kaypakkaya’nın Kemalizm tahlilinin özünü kavramamış. Ona göre bu tezlerle “anti-sömürgeci bir savaş olduğu savunulmuş oluyor”muş, “anti-sömürgeci”, “anti-emperyalist” kategorilerinin karşı karşıya konulmasının iktisadi ve siyasi temeli yok. Sormak gerekiyor Oruçoğlu’na sömürgeciler kim, emperyalistler kim? İngiliz-Fransız sömürgeciler aynı zamanda emperyalist değil mi? Sömürge rejimi kuran bunlar değil mi? Buradaki mesele yabancı emperyalistlerin açıktan işgaline karşı mücadele içinde yükselen Kemalist burjuva milliyetçi hareketin hangi sınıfı temsil ettiği, bu harekete hangi sınıfların önderlik ettiği ve emperyalistlerle iş birliğine girip girmediği ve nasıl bir politik, siyasi, sınıf iktidarının kurulduğudur. Kemalizm üzerine tahlilimiz de bütün bu temel sorulara yanıtlar var. 

Ulusal devrime önderlik eden komprador burjuvazinin tekelci sermayeye bağımlılığından dolayı emperyalist işgale karşı bir durusu olamayacağı görüşü ileri sürülüyor. Bu anlayışla Kemalist milliyetçi harekete önderlik eden sınıfların komprador burjuvazi olduğuna dair Kaypakkaya’nın görüşünün yanlış olduğu söylenmiş olmaktadır. Oysa komprador burjuvazinin işgal edilmiş ülkede sömürge durumunun sonlandırılması, kendi hakimiyetinin tesis edilmesini istemediği, yabancı emperyalistlere bu meselede karşı durmayacağı görüşü toptan yanlıştır. 

Komprador burjuvazi ve yabancı sermayenin en büyük aracılık örgütü devlet olmasına bağlı etkin olan komprador bürokrat burjuvazinin emperyalizm ile işbirliği yapan ve devlete hakim olan burjuva-feodal tabakalar Osmanlı’da oluşmuştu. Türk milliyetçilik akımına önderlik eden İttihat ve Terakki partisinde siyasal ifadesini bulan komprador burjuvazi ve komprador bürokrat burjuvazi uşaklık ettikleri Alman emperyalizmi ile Birinci Dünya Savaşı’nda yenildikten sonra daha önce mali ve ticari ilişkileri olan İngiliz ve Fransız emperyalistlerine yaklaşmakta hiç zorlanmadılar. Komprador Türk büyük burjuvazisi sömürge durumunun sürmesi halinde mali, ticari avantajlarını kaybedeceğini, ettiğini gördü. Komprador burjuvazi sömürge yapıdan yana olmadı çünkü menfaatlerine uygun değildi. Kaypakkaya yoldaş komprador burjuvazinin işgal karşıtlığının ekonomik temelini bu yönlü açıklar. Tarihi gerçeklerde böyledir. Ermeni, Rum, diğer dini toplulukların işletmeleri, toprak birikimlerine, sermayelerine el koyan yağmacı Türk burjuvazisinin aşırı milliyetçi örgütü 1913-1918 arasında Osmanlı devletini yönetti. Birinci Dünya Savaşı’nda yenildikten sonra dağılan İttihat ve Terakki Partisi bir süre Teceddüt (yenilenme) partisi olarak kaldı. Sonra Teceddüt’ü oluşturan İttihatçılar “Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’ni örgütleyerek tamamı bu örgüte geçmiştir. Mustafa Kemal’in liderliği nedeniyle Kemalist hareket denilen bu Türk burjuva milliyetçi hareketin başı ve gövdesi İttihat ve Terakkinin devamıdır. Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri 9 Eylül 1923’te CHP’ye dönüşmüştür. İttihatçılar zaten emperyalistlerin işbirlikçileriydi, eski pozisyonlarını korumak istemeleri çelişkili değil. 

Yarı-sömürge Osmanlı yapısında emperyalistlerle işbirliği temelini kurmuş, büyümek, Rum, Ermeni, Kürt ulusları ve azınlık milliyetleri tümden yok etmek, mallarına çökmek istediğini pratiği ile göstermiş bu komprador burjuvazinin yabancı emperyalistlerin işgal durumunu sonlandırmak için mücadeleye önderlik etmeleri iktisadi çıkarlarının “tabii” i̇fadesidir. Komprador Türk burjuvazisinin İTC’nin devamı Kemalist milliyetçi hareketin sömürge yapının kalkması için ulusal mücadeleye önderlik etmesi söz konusu komprador burjuvazi ve komprador bürokrat burjuvazinin hakim sınıfların iktisadi çıkarlarıyla uyumludur. Buradaki “emperyalistlere karşı mücadele ve ulusal kurtuluşçuluk” ulusal harekete özgü milliyetçi niteliktedir ve emperyalizmin dünyaya mutlak hakimiyet koşullarında (sosyalizm kampı dışında) sömürge yapının kalkması ama yabancı sermayenin özgürlüğüne tam güvence sağlanacağı emperyalizmin dolaylı hakimiyetinin süreceği (1918’e kadar olduğu gib) yarı-sömürge yapının kurulması içeriğindedir. İşte tam da Kaypakkaya Kemalist burjuva milliyetçi hareketin emperyalizmle işbirlikçilik karakterini açıklayabildiği için tüm Kemalizm dalkavukçularından ayrılıyor. 

Sömürge bir ülkede ya da savaş yenilgisiyle sömürge durumuna düşmüş Türkiye gibi koşullarda, ulusal kurtuluşa komprador burjuvazinin önderlik etmesi kavramından, ya da aynı anlama gelen, Kemalist ulusal hareketin komprador burjuvaziyi ve toprak ağalarını temsil ettiği ve emperyalist işgalle mücadele içinde yükseldiği ve bu gelişmesini de emperyalizmin dolaylı hakimiyetinin süreceği yarı-sömürge yapının yeniden kurulmasıyla tamamlaması gerçekliğini ifade eden Kaypakkaya’nın Kemalist hareket değerlendirmesinden komprador burjuvazinin kapitalizm ve nihai evresi emperyalizme -kapitalizmin yok edilmesi, def edilmesi esaslı bir mücadele verildiğinin söylenmiş olduğu sonucunu çıkarmak Kaypakkaya’nın net ve keskin Kemalizm değerlendirmeleri ve tespitlerinin yontulması çabasının göstergesi olarak okunmalı. Başka da anlamı yok. Oruçoğlu sömürge koşullarında emperyalizme karşı mücadeledeki burjuva ulusal muhtevayı atlıyor. Ulusal meseledeki bu içerik bir yandan fiili işgalin sonlandırması ve bağımsızlık, diğer yandan emperyalizmin dolaylı hakimiyetinin süreceği yarı-sömürge yapının korunmasını içerir. Birbiriyle çelişkili görünen bu yönler aynı şartlarda var olur ve ulusal hareketin yükselen gücüyle birincisi ikincisine evrilir, yani sömürge yapının yerini yarı-sömürge yapı alır. Komprador burjuvazinin emperyalistlere karşıtlığının buradaki çizgisi, i̇şgalin sonlandırılmasıyla sınırlıdır. Ayrıca emperyalist işgale karşı savaşacak komünist önderlik ortaya çıkmadığı için ulusal kurtuluşçuluk burjuva milliyetçi Kemalist hareket üzerinden konuşulmaktadır. Proletarya ile burjuvazinin ulusal kurtuluşçuluğu temelden farklıdır. Örneğin Çin’de Çin Komünist Partisi dışında Çan Kay Şek’in liderliğinde Gumintang’da emperyalist Japon sömürgecilerine karşı savaştı. Mao Zedumg’un önderliğinde ÇKP emperyalizmi-sömürgeciliği yok etmek ve Çin’i proleter bir ülke ve ulus yolunda yeniden kurmak için savaşıyordu. Gomintang ise i̇şgalin sonlandırılması ve kapitalizmin, burjuvazinin hakimiyetinde bir ulusal kurtuluşçuluktan yanaydı. Bu iki farklı yolda nihayetinde proletaryanın yürüyüşü zafer yolunda yükselince Çankay Şek-Gomintang, ABD ve diğer emperyalistlerle işbirliği içinde ÇKP’ye karşı savaştı. Sonunda yenildi ve bugün hâlâ sorun olmaya devam eden Tayvan’a kaçtı. Demek ki ulusal meselede emperyalizme karşı mücadelede sınıf içeriği dikkate alınmalı. 

Örneğin 20. yüzyılda Afganistan’da Emenullah Han i̇ngiliz emperyalist sömürgecilere karşı savaştı, düşünce dünyası demokratik ölçülerin gerisinde olsa da, savaştığı için emperyalistleri darbelediğinden nesnel olarak bu durum onu emperyalizm karşıtlığına yerleştiriyor. Ama bundan emperyalizmi yok etmek kapitalizmi yok etmek sonucu çıkarılamaz. Buradaki “karşı” oluş i̇şgalin sonlanması burjuva içeriği kapsamındadır.20. yüzyılda emperyalist sömürgecilere karşı savaşan burjuva milliyetçi ulusal hareketlerin tümü aynı zamanda emperyalistlerin işbirlikçisi olmuştur. Kemalist milliyetçi harekette bu olgunun i̇lk örneklerinden biridir. Bu anlamıyla Kemalist komprador burjuvazinin emperyalist işgalin sonlandırılması amacına “emperyalizmin yok edilmesi” gibi bir anlam yüklenemez. Türk komprador burjuvazisinin “ulusal kurtuluş”çuluktaki önderlik pozisyonuda bu temelde anlaşılması gerekli. Ayrıca “kurtuluş savaşı” kavramı kullanıyoruz ama 1918-1923 yılları arasında i̇ttihatçılar ve daha sonra Kemalist milliyetçi hareket i̇ngiliz-Fransız işgal ordularına karşı silahlı bir savaş yürütmediler. Kemalistler 1919’dan i̇tibaren doğrudan emperyalistlerle i̇letişim içinde oldular ve Sovyet devriminin yayılma tehlikesine karşı anti-komünizm cephesinde emperyalistlerle işbirliğine girmiştir. Biz buna “savaş” değilde mücadele dediğimizi düşünelim yine de meselenin özü değişmez. 

Muzaffer Oruçoğlu i̇brahim Kaypakkaya’nın tezlerinde “hem komprador burjuvazi ulusal devrime önderlik etti, hem de daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken emperyalistlerle işbirliğine girişmiş” denilmesini çelişkili buluyor. 

Gerekçesi ise şudur: “Komprador burjuvazi kompradorluk karakteri icabı anti-emperyalist bir hareketi üstlenemez” Peki doğrusu neymiş?… Kemalist hareket anti-sömürgeci bir hareket olarak tanımlanmalıymış!. Aynen böyle. 

Belirttiğiniz gibi i̇brahim Kaypakkaya Kemalist milliyetçi hareketi ve devrimi Oruçoğlu’nun “anti-emperyalist devrim” ya da “anti-emperyalist savaş” karakteri ile değil, emperyalizm işbirlikçiliği karakteri ile değerlendirir. Bu nedenle Oruçoğlu’nun yaptığı kelime oyunu oldukça zararlıdır ve gerçeği yansıtmaz. Üstelik de komprador burjuvazinin neyi neden ve nereye kadar istediği açıklanmış olmasına rağmen. “Emperyalizme karşı mücadele içinde yükselmek” yada “anti-emperyalist savaş yıllarında iken” yani emperyalistlerin işgaline karşı mücadele yıllarında ifadesi, Kemalist ulusal devrime “anti-emperyalist devrim” denildiği anlamına gelmez. Kemalistlerin gelişmesi ve yönetimi ele almaları bir süreçtir ve bu süreç aşamaları ile değerlendirilmiştir. Türkiye tarihi gerçeklerinin gösterdiği gibi komprador burjuvazinin çıkarları emperyalistlerin açıktan ülkeyi işgal etmesinde değil, işgalin, sömürge yapının bir an önce sonlandırılmasındadır. Sömürge yapının sonlandırılmasıın istenmesi ve bunun için mücadele edilmesi kapitalist-emperyalizmin yok edilmesi ve tümden def edilmesi anlamına gelmez, sadece emperyalist egemenliğin sömürge yapıdan yarı-sömürge yapıya geçmesi anlamına gelir. Bu anlamda burjuvazi komprador nitelikte olsa da emperyalist işgalin sonlandırılması mücadelesinde aksiyon üstlenir. Oruçoğlu’na göre hem işgalin-sömürge yapının sonlandırılmasını isteyen komprador burjuvazinin, hemde bu amacı doğrultusunda emperyalizm ile işbirliğine girmesi çelişkilidir. Kaypakkaya yoldaşa göre ise, tarihsel olgularla sabit bir hakikattir. 

Ayrıca emperyalizm çağında 20. yüzyılda kapitalist sömürgecilik emperyalizmden ayrı düşünülemez. Kelime oyunu yapılmamalı. Sonuçta anti-sömürgeci bir savaşta anti-emperyalist bir savaştır. Çünkü sömürgeci güçler emperyalistlerdir. Sömürgeci emperyalist savaş burjuvazinin önderliğinde yürütülüyorsa, sömürge yapının kaldırılması, ulusal bağımsızlığın kazanılmasını -sakatlanmış bir bağımsızlık olsa da- i̇çerir. Buradaki karşıtlık biçimde ulusal, içerikte burjuvadır, kapitalist sermayenin egemenliğine karşı değil, sermaye dolaşımı ve üretimin ve sınıf iktidarının yeniden düzenlenmesidir. Nitekim cumhuriyet zemini üzerinde Kemalist komprador burjuvazi ve toprak ağalarının sınıf iktidarı yeniden tesis edilmiştir. 

Komprador burjuvazi emperyalist sermaye yapının sonlandırılması amaçlı milliyetçi harekete önderlik ettiğinde varlığını yatsımış, yada sınıf karakterine ters bir tavır almış olmaz, yada bu onu kapitalizm karşıtlığına götürmez, bilakis modern kapitalist toplum ve siyasal düzenin göz önündeki örnekleri gibi bir ulusal devlette iktidara oturmak için hareket ettiğini gösterir. Buradaki emperyalizme karşı duruş emperyalizmin yok edilmesi değil, sömürge yapının yerini, bağımsız görünüm altında göbekten bağımlı yarı-sömürge idari ve siyasi yapının alması çerçevesini aşamaz. Herhangi bir ulusal hareketin bu sınıfsal niteliği emperyalist işgal sömürge karşıtlığı ve mücadelesinden herhangi bir ulusal hareketin bu sınıfsal niteliği emperyalist işgal sömürge karşıtlığı ve mücadelesinden yada savaşından emperyalizmle iş birliğine varması durumuna “emperyalizm karşıtlığı” değil de “sömürgecilik karşıtı” denilmesi üzerine tartışmalar yürütülmesi sadece Kemalizme utangaçca göz kırpmakla açıklanabilir. 

Yarım yüzyıl sonra hala Kaypakkaya’nın görüşleri üzerinde Muzaffer Oruçoğlu’nun düşünmesi bir yanıyla i̇yi ve anlamlı, ama Kaypakkaya’nın canlı devrimci açık ve net fikirlerinden uzaklaşıp canlı ruhunu yitirdiği için devrimci sonuçları çıkaramaması yönüyle de kötü. 

Kemalizm Proleter Devrimci Aydınların Gözünde “Muteber” Değil… 

Muzaffer Oruçoğlu’nun i̇brahim Kaypakkaya’nın Kemalist hareket değerlendirmesine “isabetli ve gücünü koruduğunu” vurgulaması ve “ayrıntılara dikkat çekme” adı altında temel noktalarda gedik açan fikirler ileri sürmesinin doğru bir tarafı yok. Bunu Kemalist yönetimin faşist yönünü belirtse bile burjuvazinin pek sevdiği ve en öne koyduğu “aydınlanmacı, laik, modern” yönüne alan açarak düşüncesindeki zayıflığı açığa vuruyor. Böylece başta tartışmaya açtığı iki noktayı sonunda “modernist” yönüyle tamamlıyor ve Kaypakkaya’nın Kemalizm üzerine görüşlerini yumuşatacak, sınıfsal gerçekliğinden koparacak bir zemin sunuyor. Burjuvazi ve tüm sosyal-şoven Kemalizm dalkavukları Mustafa Kemal’i “modern, laik, aydınlanmacı, i̇lerici” kavramlar kullanarak “çağın lideri, devrimci, demokrat” olduğu yönünde propaganda yapıyorlar. Kurulan bu egemen sınıf ideolojik hegemonyası ile M. Kemal’in liderlik ettiği sistemin faşist, kendisinin de faşist bir diktatör olduğu gerçeği gizleniyor. Hitler, Mussolini, Franco modernizm, aydınlanma, laiklik karşıtı mıydı? Hayır! Demek ki faşizm modern dünyada tekelci finans-kapitalin en kanlı, en saldırgan, soykırımcı siyasal diktatörlüğüdür. Faşist liderlerin modernliğinin zerre değeri yoktur. Aydınlar, komünist iddialı partiler, bilim insanları, sanatçıların Hitler, Mussolini, Franko, Japon faşistlerinin i̇nsanlığa karşı işledikleri suçları, sınıf karakterleri, amaçlarını değilde, “aydınlanmacı, modern, laik” yönlerini çalışmaları ne kadar çarpık, kabul edilemezse, jenositçi, amansız bir baskı diktatörlüğü kurulmasına liderlik etmiş M. Kemal faşizmine ama “aydınlanmacı ve modernistti” vb. Kavramlarla “Kemalist hareket bu yönüyle birlikte düşünülmeli” demek sadece Kemalizm denilen milliyetçi, ırkçı egemen burjuva düşüncesine hizmet eder. Kafası milliyetçilik düşüncesiyle örümcek bağlamış Kemalist burjuva aydınlarının bu yönlü propagandası anlaşılır anlaşılmasına da M. Oruçoğlu’nun “Kemalizmi bu yönüyle birlikte düşünme”yi önermesi şaşırtıcı ama hoşgörüyle karşılayacağımız bir şey değil. Şunu belirtmeliyiz, savrulmanın sınırı yok. “Anatomisi”ni şu tespit ve düşüncelerle sonlandırıyor: 

“Sonuç olarak kemalist hareketi modern ve faşist yönleriyle kavramak gerekiyor. Bu hareketin modernist yönü, kısmi bir aydınlanmaya ve laik yaşama yol açtı ve bu yönüyle en çok Türk aydınlarını etkiledi. Ama bizi biz eden geçmiş kültürümüzden bir yönüyle kopardı. Yani başında asırlar boyu yaşadığımız, dilinden ve kültüründen etkilenip zenginlikler devşirdiğimiz İran, Ermeni, Kürt, Rum, Süryani gibi güçlü yerleşik uygarlıklardan da kopardı. Faşist yönü ise günümüzü de içine alan ezen ağır sorunlara, travmalara yol açtı. Ülkenin demokratikleşmesini, milliyetçi tekçi, i̇nkarcı, katliamcı karakteriyle engellemeye çalıştı. 

Modernist ve faşist kavramların çelişen kavramlar olmadığını belirtmem gerekiyor. Modernizm veya modernleşme, kapitalizmin ve kapitalist devletlerin, hangi biçimde olursa olsun ister demokratik ister monarşik, biçimde olsun vazgeçemeyeceği bir olgudur. Azami karın olmazsa olmazıdır. Her biçim, modernleşmeyi kendi meşrebine uygun tarzda uygular. Kemalizmi günümüze kadar yaşatan, ayakta tutan, aydınların gözünde muteber kılan da zaten onun bu modernite yanıdır.” (Muzaffer Oruçoğlu, Sınıf Teorisi Sayı: 2023/3 Sayfa-52) 

İşte “tezlerimizin ayrıntıları üzerinde düşünmekle” savunulan fikirlerin vardığı yer burası!. Ne kadar masum değil mi? 

Oruçoğlu modern faşizm ile modernizm birlikte düşünülmeli, bu yönü de görülmeli diyor. O halde biraz daha geriye gitmeli. 1876’da i̇lk anayasaya “Türkler milleti hakimdir”i yazdıran, Türkçeyi resmi dil ve eğitim dili yapan, modern eğitimin ilk örnekleri okulların yaygınlaşmasına kuruculuk eden, Avrupa sermayesi ile iş birliğini devlet sisteminde kurumsallaştıran, komprador bürokrat burjuva ve feodal sınıf katmanın baş aktörü padişah Abdülhamid başta olmak üzere, çoğu Abdülhamid dönemindedeki okullarda askeriye, tıbbiye vb. vd. mezun olan ve Türk milliyetçilik akımının liderliğini yapan i̇ttihat ve Terakki Partisi’nin Türk “modernleşmesi ve aydınlanmasında” i̇ktisadi, mali, eğitim, kültür, politika alanında yaptıklarını Kemalist hareketle karşılaştırmalı. Şayet modernleşmeyi hatırlatıyorsa, o zaman Kemalist hareketi oluşturan İttihat ve terakkiciler ve daha da eskiye giderek Abdülhamit’in yaptıklarını da katarak tüm bu zalimlerin “modern aydınlanmacı” yönlerini “muteber”likleriyle hatırlatması gerekiyor. 

M. Kemal’in ve arkadaşlarının ezici çoğunluğunun üyesi oldukları İttihat ve Terakki partisi yönetimi jenositçiydi, aşırı Türk milliyetçisiydi, ama aynı zamanda “modernistti” Oruçoğlu İttihatçıları “unutmuş” neden? Çünkü yüz yıldır hakim Kemalist burjuva düşünce Türk modernleşmesini M. Kemal hareketiyle başlatır da ondan. Kaypakkaya’nın yoldaşı Oruçoğlu’da bu burjuva etkiden kurtulamamıştır. Kalkmış sınıf bilinçli proleterlere, i̇şçi, emekçilere, Kemalizm denilen faşist burjuva ideolojisine cepheden karşı duranlara Kemalistlerin “muteber yönleri” olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyuyor. Ne yazık ki yazar bu meselede de sınıfsal ve diyalaktik düşünmüyor. 

Soralım: 

Kemalizm hangi sınıfın aydınları arasında “muteber”? Yoksa topluma egemen burjuva düşüncesinin etkisinde bu zararlı fikirleri tekrar eden demokrat hatta komünist iddialı küçük-burjuva aydınların gözünde mi? Hangilerinin gözünde muteber? 

Biz proleter devrimcilerin gözünde Kemalizmin zerre “muteber” yanı yoktur ve olamaz!. Sınıf kavramını unutuyor Oruçoğlu, hakim düşüncenin dayandığı iktisadi temeli de!. Günümüzde M. Kemal’i, Kemalist düşünceyi geçerli, egemen kılan, Oruçoğlu’nun i̇fadesiyle “muteber” klan modernist yönü falan değil, emperyalizmin işbirlikçisi komprador sermaye diktatörlüğünün dayandığı temelin yıkılmadan sürmesidir. Çünkü Kemalizme özünü veren milliyetçilik ve ırkçılık anlayışında çözülme demokrasinin önünde engel olan faşist diktatörlükle bir çözülmenin sonucu olabilir, bu aynı zamanda emperyalist sermaye ve işbirlikçi kapitalistler sınıfın ortalama kârının çok üstünde azemi kâr sağlayan yarı-sömürge iktisadi yapıda bir kırılma anlamına gelir. 

Ayrıca Kemalist faşist diktatörlük “bizi biz eden geçmiş kültürümüzden bir yönüyle kopardı” i̇fadesi son derece yetersiz kalır. Türkiye’de başta Kürt ulusu olmak üzere diğer çeşitli milliyetleri farklı din ve inanç topluluklarını köklerinden “bir yönüyle” değil tüm yönleriyle kopardı. Bu nedenle kökler üzerinde yeniden yeşermek için ulusal mücadele, din ve inanç özgürlükleri için mücadele Kemalist asimilasyoncu egemen burjuva politikasına karşı hâlâ sürmektedir. Kürtleri, Ermenileri, Rumları ve diğer milliyetleri köklerinden koparmakla kalmadı, uygarlıkların modern yaşamının gelişmesini emperyalistler, işbirlikçileri komprador burjuvazinin menfaatleri doğrultusunda engelledi. Kemalist Türk milliyetçilik, ırkçılık, Türk-islam sentezi sınıf ideolojisi sermayenin bu sömürü çarkını meşrulaştırmanın sistemleşmiş düşüncesinden politikasından başka bir şey değildir. 

Oruçoğlu yalnız değil Kemalizm’in “modernliği”ni gözönüne alan  sosyalist, komünist iddialı çok parti ve örgüt var. “Sarıklı, i̇lkel, şeriatçı, gerici, eski düzenden yana ilkel Kürtlere” karşı TKP, “i̇lerici, aydınlanmacı, modernist” tanımladığı kemalist hareketi desteklemişti!. Aynı kafalar “dinci, gerici, laiklik karşıtı, modernizm, Kemalizm ve cumhuriyet karşıtı” şeklinde tanımladıkları AKP’ye karşı M. Kemal’i, Kemalizmi yere göğe sığdıramayacak kapsamda savunuyor CHP’nin kuyruğuna takılıyorlar. Çünkü Kemalizmi modernist, aydınlanmacı ve devrimci görüyorlar. Kemalist faşizm ise kendilerine görünmüyor bile. 

Oysa Kaypakkaya yoldaşın yarım yüzyıl önce Kemalizm hayranlarına “TKP (eskisi) D. Avcıoğlu, H. Kıvılcımlı, Şafak ve TKP revizyonistlerinin (geçmişte ve bugün) i̇ddia ettiği gibi, kemalist iktidar, devrimci ve ilerici bir iktidar değildi. Kemalist iktidarla ittifak yapmayı düşünmek, karşı-devrim safına iltica etmek demektir. Çünkü Kemalist iktidarın kendisi, bizzat karşı devrimi temsil ediyordu.” söyledikleri CHP’yi kurtarıcı görenler için önemini koruyor. Özcesi “modernlik, aydınlanmacı, laik ve i̇lericilik”de Kemalizm savunucularının i̇şlevli kategorileridir. Kemalizmi “modernlik” kategorisi ile kavrayanların pozisyonu proletaryanın devrimci sınıf mücadelesi içindeki yeri pek muteber değildir. Bunu önemle hatırlatmak isteriz. 

Oruçoğlu’nun “Kemalist hareketi günümüzde ayakta tutan modernlik yanıyla” kavrama önermesi faşist Kemalist diktatörlükte olumlu yönler arama ifadesidir. “Modernist, laik yaşama yol açan yönü” vurgulanırken bile olumsuzlukların sıralandığı görülmektedir. İlginçtir, Kemalist hareketin “aydınlanma modernleşme laiklik yanından bahsedilirken, ezilen uluslar, ezilen ve ezen sınıflar, unutulmaktadır. Oysa Kemalizme atfedilen modernleşme, aydınlanma, laiklik kim, hangi ulus, millet, din için. Hangi sınıfın anlayışı, felsefesi, kültürü sanatı? Kemalister modern ve laik yaşamın, aydınlanmanın yaratıcısı değildir, aksine Kemalist hareketin kendisi Osmanlı’da 19. yüz yılda Avrupa kapitalizmine kapıların açılmasıyla iktisadi ve toplumsal yapıda ağır ağır olsa da gerçekleşen değişimler ve bu koşullar içinde başlayan modern yaşam ve aydınlanmanın dayandığı nesnel maddi temelin bir ürünüdür. Ama işin başında sakatlanmış, zehirlenmiş bir ürünüdür. Komprador Türk büyük burjuvazisinin ve aynı zamanda modern Türk milliyetçilik akımının ana merkezi İttihat ve Terakki’nin siyasal ve ideolojik devamı olan Kemalist hareket, nesnel toplumsal temeli oluşan modern yaşam, düşünce, kültür, sanat, eğitim, bilim, laiklik ve demokratik toplumsal yaşam, millet ve milliyetlerin eşit ve özgürce birarada yaşama, haklarına saygı göstermeyi içeren toplumsal istekleri Türk ırkına dayalı egemen ve ayrıcalıklı ulus devlet amacı uğruna siyasi ve politik olarak manipüle etti, kullandı, Türkler dışındakileri ezip geçti. Kemalist hareketin İttihat ve Terakkicilerden devraldığı Türk modernleşmesi anlayışı ve pratiği Kürt, Ermeni, Rum, Keldani, Süryani, Alevi, Ezidi toplulukların modernleşmesi ve aydınlanmasını engelleme ve bastırma üzerine kuruludur. Bu anlamıyla en başında modern demokratik yaşamı dışlayan İttihatçılar ve Kemalistler Türk modernleşmesini sakatlamıştır. Demokrasiyle tanışmamış modern toplumsal yaşam 21. yüzyılda hala faşizmle prangalıdır. İşçi sınıfının kendisini kurtaracak sınıf bilincini edinmesi -ki bu gerçek anlamda modern çağın en devrimci toplumsal aydınlanmasıdır- diktatörlükle engellenirken, burjuvazi’nin modern düşüncesi ve lanetli milliyetçilik, onu kutsayan İslami gericilikle yoğrulmuş faşist düşünce topluma egemen kılınmıştır. 

Kemalist “modernleşme” Kürt, Rum, Ermeni, Süryani, Roman, Arap, Çerkez, Gürcü vd. saymadıklarımızın modern yaşamını demokratik yönde geliştirmesini engellemekle kalmadı, Türk modernleşmesini de faşizm ile sakatlamıştır, derinliğine yozlaştırmıştır. 

Sormak gerekiyor hangi Türk aydınları Kemalizmin bu “modernleştirirci” yönünü tutmuştur? Türk burjuvazisinin sınıf menfaatlerini, Kürtlere ve diğer milliyetlere uyguladığı milli baskı ve genel olarak azami kar sağlayan sermayenin sömürü düzeninin siyasi ve politik meşruluğunu ifade eden Türk milliyetçiliği -i̇slam sentezi Kemalizm ideolojisini statükocu ve sömürücü sınıfın kaynaşmış burjuva aydınları savunuyor. Ama bu savunu Kemalist hareketin modernizmi yönünden etkilendikleri için değil, egemen Türk burjuvazisinin sınıf çıkarları bunu gerektirdiği için savunuldu, savunuluyor. Kemalizm i̇smiyle ifade edilen burjuva sınıf düşüncesinin esası Türk milliyetçiliğidir. En büyük savunma örgütü tepeden tırnağa silahlı sınıf devletidir, i̇lk okuldan başlayarak, Kemalizm burjuva düşüncesinin işçi sınıfı ve bütün halk kitlelerinin bilincinde “muteber” kalması, etkisinin zayıflamaması için sermaye sınıfı ve devlet gücüyle her türlü araç ve yöntem kullanılmaktadır.

“Türkiye çıkarı” denilen kapitalistler sınıfının menfaatleri söz konusu olunca “Kemalizm cumhuriyet karşıtı” görülen AKP ve ortağı MHP en tutucu Kemalizm savunucuları görünen Vatan Partisi-Perinçek, DSP, Ergenekon grupları, BBP, Turan Feyzioğlu, Ümit Karasakal ve benzerleri hepsi aynı siyasi kampta yer almakta ve Kemalist hareketin tarihi politikasını güncel şartlarda uygulamaktadırlar. 

Neden bu politika: Bağnaz milliyetçilik, yayılmacılık, savaş ve işgal, ırkçılık, i̇çte demokratik hakların bastırılması, muhalefetin ezilmesi, i̇şçi sınıfının sömürülmesi, tutuklama, katliam, azgın bir Kürt düşmanlığı, komünist hareketin ezilmesi, asimilasyon, i̇nanç ve dinlere baskı, yasaklara dayalı politika… Komşu ülkelerde denetim kurma, Suriye’de Baasçı Esad yönetiminin devrilmesi ve Suriye’nin i̇slami-cihatçı örgütlere bırakılması gibi. Ve Güney, Rojava Kürdistan’da Kürtlere karşı yürütülen savaş, Kürt kentlerinde belediyelere -İstanbul’da Kürtlerin etkin olduğu Esenyurt’ta dahil- kayyum atama ve tıpkı tüm yetkilerin M. Kemal’de merkezileştiği gibi günün cumhurbaşkanında tek kuvvet halini aldığı ulusal “şef, reis”e bağlı demir yumruklu bir yönetim. Bu anlamıyla Kemalizmi yıllar önce “tasfiye eden”lerin aksine sanılanın çok ötesinde güncel ve AKP-MHP yönetimi ile uygulamadadır. AKP karşısında demokrat pozları takınan dağılan “ “Millet İttifakı” burjuva kampın bileşenleri CHP, İYİP, SP, DEVA, Gelecek, DP vd. bir çok burjuva parti Suriye, Afrika, Kafkasya’da AKP’nim dış politikasında hizalandılar. Kürtlere karşı yürütülen savaş ve milliyetçi politikanın destekçileridirler. İçte komünist hareket ve Kürt hareketinin ezilmesi, sermayenin çıkarlarını koruyan politikanın yürütücüsü AKP’ye başta CHP olmak üzere burjuva muhalefeti gerekli desteği yapmaktadır. Hükümet ve muhalefetiyle burjuva partiler İttihat ve Terakki’nin devamı Kemalist hareketin miras bıraktığı Türklerin Kürtler ve diğer milletlerden ayrıcalıklı ve egemen (siz bu ayrıcalıktan Türk burjuvazisinin ayrıcalıklı çıkarlarını anlayın) olduğu devlet iktidarının korunması politikasında hepsi aynı çizgidedir. Kemalizmin bu güne kadar etkin olması Türk burjuvazisinin çıkarlarını güvenceleyen faşizmin sürmesi realitesinden bağımsız düşünülemez. 

Tüm bu nedenlerle i̇brahim Kaypakkaya’nın Kemalist harekete dair kapsamlı değerlendirmeleri bize canlı, i̇sabetli ve güncel görünmeye devam ediyor. 

Muzaffer Oruçoğlu’nu Kemalizmde “muteber” ve “modern yönler” aramayla baş başa bırakalım! 

Kaypakkaya’nın ifadeleriyle Kemalizmin ne demek olduğunu hatırlatan özetle sonlandıralım. Çünkü “muteber” ve “modern yönler”den ziyade işçi sınıfı ve tüm emekçi halka Kemalizmin sınıf karakteri ve faşist yönünün açıklanması ve halkın bilinçlendirilmesine ihtiyaç var. Oruçoğlu’nun hatasını görmesini diliyoruz. 

Kemalist sınıf iktidarı “siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva diktatörlüğü” değil komprador nitelikte Türk büyük burjuvazisinin ve toprak ağlarının bir kesiminin emperyalizme yarı-bağımlı diktatörlüğüdür. 

Kemalist “milli şef”e bağlı bir devlet yapısını kurarak işçilere, köylülere, Kürtlere, azınlıklara karşı sermayenin toprak ağalarının menfaatini korumaya devam etti. Kemalist Türkiye’de sermayenin çoğunluğu İngiliz, Fransız, Alman emperyalistlerine aitti. Kemalist hükümet ve yüksek bürokrasi Osmanlı’da olduğu gibi ve daha da artan oranda emperyalist şirketlerle ortaklaşan yatırımlara giriştiler. Yabancı sermayeye aracılık ettiler. Emperyalist bağımlılık derinleşti. Mevcutta beşyüz milyon dolara dayanan borç yükü bu yarı sömürge yapının tarihi kökleri üzerinde serpildi. 

”Türkiye gerçekleri gösteriyor ki; Kemalizm demek, fanatik bir anti-komünizm demektir. Kemalizm demek, i̇şçi ve köylü yığınlarının, şehir küçük burjuvazisinin ve küçük memurların sınıf mücadelesinin kanla bastırılması demektir. Kemalizm demek, her türlü ilerici ve demokratik düşüncenin zincire vurulması demektir. Kemalizm demek, her alanda Türk şovenizminin kışkırtması, azınlık milliyetlere amansız bir milli baskı uygulaması, zorla Türkleştirme ve kitle katliamı demektir. Kemalizm demek,”istiklalci tam bağımsızlık” i̇lkesi demek, yarı-sömürgelelik koşullarına seve seve razı olma ilkesi demektir. Kemalist Türkiye, yarı-sömürge Türkiye’dir. Kemalist iktidar İngiliz, Fransız emperyalizmine ve daha sonra Alman emperyalizmine uşaklık eden, onlarla i̇işbirliği eden bir iktidar demektir. (…) Kemalistlerin emperyalistlerle olan sınıf kardeşliği, milli düşmanlıklarından ağır basmıştır.” (İbrahim Kaypakkaya) 

İşte biz Kemalizmi bu yönleriyle kavrıyoruz!!! 

Sistemin siyasi karakterini oluşturan Kemalizmin tüm bu karşı-devrimci özüne, Kemalist milliyetçilik düşüncesine karşı sınıf bilinçli Türkiye proletaryası mücadele yürütmeli.

 https://www.devrimcidemokrasi3.org/ibrahim-kaypakkayanin-kemalizm-degerlendirmelerini-kavrayamayan-orucoglunun-gorusleri-uzerine/

 

4 Ocak 2025 Cumartesi

Birlik fetişizmiyle, “Koministler arası birlik sorunu” doğru tarzda ele alınamaz!...Halil Gündoğan_4 Ocak 2025

Bilindiği üzere MKP, uzunca bir süreden beridir, kısa periyotlarla, “Kaypakkaya Geleneğinden” addedilen kesimlere birlik çağrıları yapıyor. Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla bu çağrıyı muhatap alıp yanıt veren ise sadece TKP/ML oldu. 

Onlar da özetle ve mealen; önerilen tarzda bir birlik sorununun gündemlerinde olmadığını ifade etmekte. Muhataplarından bir diğer TKP-ML’nin ise bugüne kadar kamuoyuna yansıtılan bir yanıtı olmadı. Ama buna rağmen pratikte bazı etkinlikleri de birlikte organize ediyorlar. Fakat bundan hareketle, bu partinin birlik çağrısına pozitif bir yaklaşım içinde olduğunu söylemek, elbette ki sübjektif bir yorum olur.

 

Örgütsel birlik, bilindiği üzere, ancak ki asgari değil; azami ortak paydalara sahip tarafların karşılıklı istemiyle mümkün olabilecek bir şeydir. Yani bir diğer ifadeyle tek taraflı istem ve ısrarlı dayatmalarla olabilecek bir şey değildir. Hele hele kamuoyu baskısı oluşturma amaçlı teşhir propagandalarıyla hiç olmaz. Kimseyi de bu zorlamalarla birlik masasına oturtamazsınız.

 

Genel olarak tüm birlikler ancak ki asgari ortak paydalar zemininde mümkün olabilir. Aynı ülke komünist parti ve örgütlerinin birliği için asgari ortak payda ise; devrimin asgari ve azami programıdır. Fakat bu yetmez; yanı sıra, devrim stratejisi, ana taktikleri ve temel örgütsel modelleridir.

 

Parti ve örgütler arasında böylesi bir asgari ortak payda yoksa; orada zaten hem o örgütlerin birlik zemini yoktur ve hem de var olan “birlik” ise dağılmaya mahkûmdur.

 

Bilinir ki tarihte birçok “birlik”te yaşanan bölünme ve ayrışma bu tür konulardan biri veya birkaçında ortaya çıkan farklı düşünceler üzerinden olmuştur. Örneğin Bolşevik-Menşevik ayrışması böyledir. Keza 2. Enternasyonal’deki bölünme, ya da Gonzalo ve Praçanda’nın klasik KP’ lerden veya TKP ve diğer reformistlerden ’71 Devrimci kopuşu ve keza Kaypakkaya’nın TİİKP’den ayrılması da böyledir. Ya da daha kısa bir süre önce TİP içinde, stratejik konularda yaşanan ayrışmanın, örgütsel bölünmeyle sonuçlanması gibi.

 

Niteliğine bakılmaksızın tüm bölünmelere karşı çıkılacak ve ne olursa olsun birlik bozulmasın/korunsun denilecekse; o halde yukarıda anılan tüm bu bölünmelerin de tutarlılık gereği, doğal olarak mahkûm edilmesi gerekir.

 

Ortada, inkârdan gelinemeyecek veya üzerinden atlanamayacak olgusal bir gerçek var: Birleşmesi istenen bu üç parti arasında (birlik çağrılarının yapıldığı dönemlerde) her şeyden önce yukarıda bahsedilen o asgari ortak payda söz konusu değil. Yani her biri farklı asgari program ve stratejiler öne sürmekte. Keza MKP dışında hiçbiri diğerini komünist dahi görmüyor/saymıyor. Nitekim MKP bunu şu ilginç ifadelerle dile getiriyor da:

 

“(…) Bu anlayışa göre, bizim kendimize Maoist, Kaypakkayacı, komünist dememizin hiçbir anlamı yoktur. Kaypakkayacı Maoistleriz dememize rağmen, yok siz Kaypakkayacı veya Maoist değilsiniz demektedirler! Bu neye benzer; ‘Merhaba, ben Ali, sizin adınız nedir’ diyorsunuz, karşınızdaki, ‘dur bakalım, senin adın Ali olamaz, sen Ali değilsin’ demeye benzer.” (Gazete Patika.31.07.2024)

 

Buradaki serzenişte kısmi bir haklılık payı var elbet. Ama bilinir ki kişi veya kurumların kendilerini tanımlayış ve nitelemeleri bir şeyken; başkalarının onlar hakkındaki tanım ve nitelemeleri de başka bir şeydir. Örneğin Türkiye ve K. Kürdistan’da kendisini komünist olarak tanımlayan örgütler herhalde ki sadece MKP, TKP/ML ve TKP-ML değil. Ama böyleyken sadece bu 3 parti “komünistlerin birliği” kapsamında muhatap kabul ediliyor. 

Peki neden? Madem ki kim kendisini nasıl tanımlıyorsa öyle kabul edilmeli deniyor; o halde neden sadece bu 3 parti komünist kabul ediliyor? Neden birlik çağrısı bunlarla sınırlanıyor? Madem “birlikten güç doğar” anlayışıyla birlik isteniyor; o halde mesela TKP, KKP, MLKP, TİKB, TİKP ve adında komünist olmasa da ama kendisini komünist olarak tanımlayan parti ve örgütler neden dışlanıyor? Siz onları komünist görmeme hak ve yetkisini nereden alıyorsunuz peki? Hem de birlik anlayışının daha çarpıcı şu ifadelerle ortaya konduğu durumda: 

  

“Birliğe dönük fikrimiz mi? Şöyle düşünüyoruz, kim ne derse desin, aynı kökenden gelen ve aynı kökenin devamcısı olma iddiasını sürdüren, aynı biçimde bunu mücadele pratiği ve tüm mücadele tarihi boyunca ortaya koyan, ilgili her parti ideolojik-siyasi-örgütsel bakımdan kendisini tanımladığı nitelik ve kökendendir. Bunlar arasında birlik büyük bir ihtiyaçtır. Bu birlik gerçekleştirildiğinde itici bir güç olup büyük bir enerji yaratacaktır. 

Dört kişi bir Kaypakkayacı partide, diğer dört kişi öteki Kaypakkayacı partidedir ve öbür dört kişi de diğer Kaypakkayacı partidedir ve daha irili-ufaklı Kaypakkayacı güçler de vardır! Hepsi Kaypakkayacıdır; kimse Kaypakkayacılığı tekeline alıp başkasını menedemez. Dolayısıyla, bu dörder-dörder dağılmış olan Partiler birleştiğinde en azından on iki kişilik bir parti teşekkül olmuş olur ki, dört kişilik partilere karşın, on iki kişilik oldukça büyük sayılır. Biz, on iki kişilik partiye ulaşmak için, yani daha güçlü bir Kaypakkayacı partinin olması için birlik istiyoruz. (…)” (aynı yer.)

 

Evet, madem; “aynı kökenden gelen ve aynı kökenin devamcısı olma iddiasını sürdüren, (…) ilgili her parti ideolojik-siyasi-örgütsel bakımdan kendisini tanımladığı nitelik ve kökendendir.” kriteri baz alınıyor; o halde yukarıda ifade edilen örgütlerin tamamı geniş anlamda kökenlerini Marksizm-Leninizm’e, dar anlamda da kökenlerini Mustafa Suphi TPK’sine dayandırıyor ve en az sizler kadar komünist oldukları iddiasına sahipler. Bu durumda siz hangi hak ve yetkiyle komünistliği, kendilerini “Kaypakkayacı” addedenlerin tekeline veriyorsunuz acaba?

 

Keza madem “güçlü olma” kriterini sayısal çoğunluk üzerine inşa ediyorsunuz; o halde dörder dörder de diğer örgütleri hesaba katacak olursanız ortaya on ikinin sekiz-on katı bir güç çıkacaktır. Neden bunu oluşturmak için uğraşmak varken sadece on iki kişiyle sınırlıyorsunuz kendinizi?

 

Görüleceği gibi MKP’nin ortaya koyduğu bu “birlik” anlayış ve mantığının, maalesef ki hiçbir iler tutar yönü bulunmuyor. Ve en başta da komünist partiler içinde süren/sürecek olan Leninist sınıf mücadelesi perspektifiyle çatışan bir yaklaşımdır. Bir başka ifadeyle bu, “sınıf uzlaşmacılığı” ve “barış içinde bir arada yaşama” esasına dayanan bir yaklaşımdır da. Hatırlanacağı gibi bu anlayış ve yaklaşım MKP 3. Kongresinde de mevcuttur: Proletarya diktatörlüğü yerine savunulan “ezilenlerin demokrasisi” (kavram tam olarak böyle miydi emin değilim, ama özdeş bir kavramdı.). Burada da sınıf uzlaşmacı ve sınıf mücadelesini öteleyen; barış içinde bir arada kardeş kardeş yaşama anlayışı söz konusudur!

 

İşte tamda bu nedenlerden ötürü, diyoruz ki birlik fetişizmi yapılarak komünistler arası birlik sorunu doğru tarzda ele alınamaz. Keza, niyetlerden bağımsız olarak, yapıla gelenin vardığı nokta ise: MKP birlik sorununu, ucuz bir siyasi propaganda malzemesine dönüştürmüştür.

 

Kaypakkaya ardılı çoklu yapılar arası birliğin yol ve yönteminin nasıl olması gerektiğine ilişkin düşüncelerimi, “Kaypakkaya Ardılı Hareketin Bölünme Ve Birlik Sorunu Üzerine” başlıklı bir makalede ifade etmiş olduğumdan; burada konunun bu kısmına tekrardan girme gereği duymuyorum. İlgi duyanlar, bloğumdan okuyabilir.

 

MKP belki birlik çağrısını, kısa bir süre önce 2. Kongrelerini gerçekleştirdiğini duyuran TKP-ML’ye yineleyebilir (Tabii dostlar alışverişte görsün hesapçılığıyla, basın üzerinden değil; örgütler arası resmiyete uygun olarak, ikili diyalog yoluyla). TKP-ML MK’nın basına yaptığı kısa kararlardan anlaşıldığı kadarıyla, her iki örgüt, en azından devrim programı ve stratejisi konusunda, şimdi birbirlerine daha bir yakınlar. Bu ise; birlik görüşmeleri için kriterlerin düne göre biraz daha uygun hâle gelmiş olduğunu gösterir.

 

Tabii aynı şekilde TKP-ML’nin de normalde böylesi bir girişimde bulunması gerekiyor. En azından resmi görüşmelerle birlik sorununu gündemlerine alıp tartışmaları ve bir sonuca vardırmaları gerekir. Hatta bu tartışmalara TKP/ML’yi, Bolşevik Parti (Kuzey Kürdistan-Türkiye) ve kendilerini asıl MKP addeden diğer MKP’yi de davet etmek gerekir. Kabul edenlerin resmi heyetleri arasında bu tartışmalar pekâlâ sürdürülebilir. Böylelikle kimileriyle örgütsel birliğin, kimileriyleyse, belki de “asgari müşterekler” zemininde daha özgün birlik formüllerine ulaşmak mümkün olabilir.

 

Fakat daha da önemlisi bu tartışmaları aynı zamanda örneğin bir MLKP, TİKB ve TKİP ile de sürdürmek gerekir. “Maoizm” formülasyonu dışında bu iki kanat arasında ciddi bir ideolojik farklılığın bulunduğu iddia edilse de ancak kimse de teorik olarak bunu temellendiremez. Dolayısıyla da “Maoizm” ile ileri sürülenlerin zaten başlı başına tartışma konusu olması gereken sol sübjektif “aykırılıklar” olduğu da göz önünde bulundurulması halinde, MLKP ve anılan diğer örgütler ile de “komünistlerin birliği” pekâlâ tartışılabilir, tartışılmalıdır da. En azından demokrasi mücadelesi asgari ve sosyalist devrim azami programları zemininde bu birlik, daha özgün bir “çatı örgütü” formülasyonu kapsamında tartışılabilir.

 

Keza bugün acilen ihtiyacı duyulan birlik sadece “komünistlerin birliği” ile de sınırlı değil. Aynı şekilde hem yerel ve hem de küresel ölçekte anti faşist ve anti emperyalist sol-sosyalist güçlerin de birliğine ihtiyaç var. Keza daha geniş çerçevede Türkiye ve K. Kürdistan’da mevcut iktidar bloğuna karşı laik, ilerici ve demokrat güçlerin bir demokrasi cephesi altında toplaşacak birliğine de ihtiyaç var. Keza yeni bir emperyalist paylaşım savaşının kendisini dayattığı bu koşullarda acilen küresel bir “anti emperyalist savaş karşıtı cephe” örgütlülüğüne de ihtiyaç var.

 

Yani özetle: Görülmesi gereken asıl şey, bugün acil ihtiyacı duyulan birlik, sadece bir-iki örgütün kendi aralarındaki birliği sorunundan ibaret değildir.

Halil Gündoğan_4 Ocak 2025

3 Ocak 2025 Cuma

HBDH ve KBDH Milislerinin 2024 Eylem Bilançosu


AKP-MHP faşizmi 2024 yılı içerisinde özel savaş politikaları arttırmıştır. Acımasızca işçilerin emeklerini sömürmüş, halkı yoksulluğa sürüklemiştir. Kendi yandaşlarına milyonlar aktarırken, asgari ücreti açlık sınırında belirlemiştir.

Geride bıraktığımız bu yılda, Kürt halkının iradesini hiçe saymış kayyum işgalleriyle belediyeleri işgal etmiştir. Faşizm Kürt halkının ve Kürt özgürlük hareketinin kazanımlarına tahammül etmemiş bu kazanımlara her fırsatta saldırmıştır.

Rojava’ya ve Rojava’da yaşan halklara, IŞİD artığı çeteler ile saldırarak sömürgeci yüzünü bir kez daha göstermiştir. IŞİD artığı çetelere açıktan desteğini sunan ve görüntüler veren faşist parti AKP ve yöneticilerinin asıl hedefi, Rojava Devrim toprakları olduğu açıktır.

AKP-MHP faşizmi, hapishanelerde, fiziki olarak tutsak olan yoldaşlarımıza uyguladığı tecrit politikalarını ağırlaştırmıştır. Özgür ve devrimci iradeyi teslim almaya yönelik bu saldırılarında başarısız olmuştur.

Faşizm, erkek egemen karakterini gene bu yıl içinde daha da belirginleştirmiştir. Kadın cinayetlerindeki rekor artış, kadınlara ve çocuklara uygulanan fiziki ve psikolojik şiddetteki artış AKP-MHP faşizminin toplumda yarattığı çürümeyi bizlere daha net göstermektedir.

Unutulmamalıdır ki, bunlar faşizmin özel savaş politikalarının ürünüdür.

Bunca zulüm karşısında 2024 yılı, faşizme karşı önemli direnişlere sahne olmuştur. Emek gaspına karşı yapılan işçi grevleri, kayyumlara karşı halk direnişleri, Rojava’daki destansı direnişler, Kürdistan dağlarında Türk ordusunun aldığı ağır darbeler, kadın hareketinin güçlü ve kitlesel eylemsellikleri, HBDH ve KBDH milislerinin şehirlerdeki eylemleri faşizme karşı duruşun örnekleridir.

2024 yılı içerisinde milislerimiz, kirli savaşın yürütücülerine, işbirlikçilerine ve mülklerine eylemler düzenlemiştir. Bu yıl içerisinde 194 eylem gerçekleştiren milislerimiz, savaşı finanse ettikleri onlarca fabrikayı, faşist kişi ve kurumlara ait iş yerlerini, araçlarını ve faşizmin kolluk kuvvetlerini hedeflemiştir.

Görülmektedir ki, 2025 yılı daha sert savaşlara gebedir. Sınıf mücadelesi daha da keskinleşecek, Kürt halkına uygulanan imha ve asimilasyon politikası hız kazanacaktır.

Bizlere düşen görev 2025 yılında Birleşik Devrim bayrağını daha da yükseltmek, faşizmi yenilgiye uğratmaktır. Yeni yılda halklarımıza sözümüz, bulunduğumuz her alanda faşizmi yıkmak için canla başla mücadele edeceğimizdir. Tek bir gün rahat uyku çekemeyecekler! Birleşik Devrim neferleri daima kabusları olacaktır.

2025 Zafer Yılı Olacaktır!

                                                                         HBDH Yürütme Komitesi

 https://www.tkpml.com/hbdh-ve-kbdh-milislerinin-2024-eylem-bilancosu//

Gündem____ Oğur’dan bir fotoğrafın analizi: Türkiye'de "yeni çözüm süreci" ve "Öcalan'ın evlatlığı Mazlum Kobani"

Serbestiyet yazarlarından Yıldıray Oğur, bugün yayınlanan "Bir fotoğrafın anlattığı…" başlıklı yazısında İmralı'da DEM Parti Heyeti ile görüşen Abdullah Öcalan'ın mesajlarını değerlendirdi. Yazısında Öcalan ve Öcalan'ın 2014’te Suriye’deki YPG’nin başına getirdiği Mustafa Abdi bin Halil'i de yazan Oğur, Halil'in Rojava’yı ve YPG’yi Şam iktidarıyla eklemlemeye çalıştığına ve silah bırakma mesajı verdiğine yer verdi. Oğur, HTŞ lideri Ebu Muhammed Colani'nin de SDG ile ipleri koparmak istemediğini anlattı.

Serbestiyet yazarlarından Oğur, köşesinde, Öcalan ve Bin Halil'in fotoğrafı üzerinden Suriye'deki yönetim değişikliğiyle Türkiye'deki yeni çözüm sürecini birlikte ele aldığı bir yazı kaleme aldı. "2015’te Çözüm Süreci, Suriye meselesi yüzünden başarısız olmuştu. Şimdi ne tesadüf ki mesele tekrar dönüp dolaşıp Suriye’ye geldi. Esad'sız ve Türkiye’nin elinin güçlendiği bu yeni Suriye bu yeni Çözüm Süreci’nin en büyük şansı oldu" diye yazan Oğur'un yazısının ilgili bölümü şöyle:

"75 yaşındaki Abdullah Öcalan 1999’dan bu yana yani 26 yıldır İmralı adasında.

Şanlıurfa’dan çıktığı 20 yaşından sonra Ankara, İstanbul ve Diyarbakır’da geçen 9 yıllık hayatı dışında en çok yaşadığı ikinci yer ise Suriye.

29 yaşındayken 1978’de PKK’yı resmen kurduktan bir yıl sonra 1979 yılında kaçtığı Suriye’de 19 yıl kaldı.

Şam’da uzun yıllar yaşayan Öcalan’ın, meşhur bir denizde çekilmiş fotoğrafı vardır.

Fotoğraf şimdi yine gündemde olan Lazkiye plajlarında çekilmiş.

O fotoğrafta 30’lu yaşlarında olan Öcalan’ın hemen arkasında bir çocuk görünüyor.

Çocuğun adı Mustafa Abdi bin Halil.

1967 yılında, bugün Türkiye’nin elinde olan Afrin’de doğmuş Suriyeli bir Kürt.

1979 yılında Öcalan Suriye’ye geçtiğinde bir dönem onun ailesinin evinde kalmış.

Çocukken tanıştığı Öcalan’ın 19 yıllık Şam hayatı sırasında yardımcılığını, özel sekreterliğini yürütmüş.

O yüzden 'Öcalan’ın evlatlığı' diye biliniyor.

Muhtemelen Öcalan tarafından konulmuş örgütteki ilk kod adı Ferhat Abdi Şahin.

Öcalan, 1990’lı yılların ortasında Ferhat Abdi Şahin’i, yeni adı Şahin Cilo olarak Avrupa’ya gönderdi.

"Çok önemli bir ateşkes görüşmesinin merkezinde yer aldı"

Şahin Cilo, 1996 yılında çok önemli bir ateşkes görüşmesinin merkezinde yer aldı.

Muhatap doğrudan Türkiye Genelkurmay’ından bir Albay’dı. Bir ateşkes ve müzakere teklif ediliyordu.

Devletten giden mektup iddialı bir taahhütle bitiyordu: 'Devletin bütünlüğü ve hükümranlık hakları dışında her şey tartışılabilir.'

Öcalan, iki yıl süren müzakerelere olumlu cevap verdi.

Ateşkes kararını 28 Ağustos 1998 akşamı Brüksel’deki MED TV stüdyosunu dolduran 25’e yakın Türk basın mensubu karşısında, Şam’dan telefonla bağlanarak duyurdu.

İlk kez MED TV stüdyolarında Türkiye anaakım gazete ve televizyonlarından gazeteciler vardı. Gazeteciler gitmek için Genelkurmay’dan izin almışlardı.

Öcalan konuşmasında barış mesajları verdi, 'Türk askerinin bölgedeki hükümranlığını tartışmıyoruz. İlke olarak Cumhuriyet’e karşı çıkmıyoruz' sözleriyle orduya sıcak mesajlar gönderdi.

1999 yılında yakalandıktan sonra Öcalan, savcılık ifadesinde 1996 yılında devletle PKK arasında başlayan gizli görüşmeleri anlatmıştı:

'Bu ateşkes konusunu biraz açmak istiyorum. Ateşkes önerisi bize Avrupa Temsilcimiz Kani Yılmaz ve Şahin Kod Ferhat Abdi Şahin isimli arkadaş tarafından getirildi… Bu belge sanırım şimdi Avrupa arşivimizdedir, fırsat olursa ileride bu belgeyi getirtiriz. Genelkurmay’ın Toplumsal İlişkiler Başkanlığı’nda çalışan bir Albay Brüksel’deki temsilciliğimize kadar gelmiş ve aynı önerileri getirmiş. Ben önerilerin ciddiyetine inandım.'

Daha sonra Öcalan, yine bu görüşmeler çerçevesinde PKK’yı lağvetti. Avrupa’da KADEK kuruldu. PKK militanları Türkiye’yi terk etti.

2004’e kadar bu ateşkes dönemi devam etti.

"Yeni adı Mazlum Kobani oldu, Öcalan tarafından YPG'nin başına getirildi"

Öcalan’ın yakalanmasına rağmen arkasında durduğu müzakereleri PKK adına yürüten güvenilir adamı, evlatlığı Şahin Cilo ya da Ferhat Abdi Şahin’in artık yeni bir adı var; Mazlum Kobani.

Öcalan, onu 2014’de görüşmeler sürerken Suriye’deki YPG’nin başına bizzat getirdi.

Şimdi Mazlum Kobani, PKK’nın silahlı olarak tek başarı hikayesi olan Rojava’nın başında.

ABD, Türkiye’nin hassasiyetlerini gidermek için YPG’yi SDG gibi bir çatı kuruluşa dönüştürüp, PKK’yla mesafesini açmaya çalışınca Kandil rahatsız oldu, Mazlum Kobani’yi geri plana çekmeye çalıştı, yanına, çevresine komiserler, kayyımlar gönderdi.

Ama Rojava projesinin çözüm ortağı olan Esad düşünce, İran Suriye’den çekilince Şam muhaliflerin eline geçince, Rojava’nın haklarını savunacak Suriyeli ve Batı’da itibarlı tek aktör olarak Mazlum Kobani öne çıktı.

Şimdi başarılı bir diplomasiyle Rojava’yı ve YPG’yi Şam iktidarıyla eklemlemeye çalışıyor.

'Başkentimiz Şam' diyor, silah bırakma, Suriye ordusuna katılma, Suriye’nin toprak bütünlüğü içinde var olma mesajları veriyor.

"Ahmet Eş-Şara da müzakereye açık mesajlar veriyor"

Suriye’nin yeni lideri Ahmet Eş-Şara da onun başında olduğu SDG ile ipleri koparmıyor, müzakereye açık mesajlar veriyor, federasyon istemediklerini söylüyor.

2015’de Çözüm Süreci Suriye meselesi yüzünden başarısız olmuştu. Şimdi ne tesadüf ki mesele tekrar dönüp dolaşıp Suriye’ye geldi. Esadsız ve Türkiye’nin elinin güçlendiği bu yeni Suriye bu yeni Çözüm Süreci’nin en büyük şansı oldu.

...

Öcalan’ın silah bırakma çağrısından belki Kandil’de oturan PKK’lılar mutlu olmayacaklar ve onu tevil etmeye çalışacaklar.

Ama Suriye’de siyaseten ve ruhen Öcalan’a bağlı olan Mazlum Kobani için o çağrı tevil edilecek, görmezden gelinecek bir çağrı olmayacaktır.

Onun da tam da bugünlerde ihtiyacı olan çağrı bu.

Öcalan’ın “Devir Türkiye ve bölge için barış, demokrasi ve kardeşlik devridir” cümlesi

sadece iyiniyetli bir slogan değil.

Türkiye’nin siyasi şartları buna müsait gibi görünmese de ilk kez bölgesel şartlar buna müsait. Suriye meselesi bunu mümkün kılıyor."

 https://t24.com.tr/haber/turkiye-de-yeni-cozum-sureci-ve-ocalan-in-evlatligi-mazlum-kobani-,1206502?fbclid=IwZXh0bgNhZW0CMTEAAR1OpauGeCusdZlxg3wePw6LSRJA4ia4NadgEN5Fs9gW4fPXkZoRo6xcd7g_aem_MAQi5KS5ZExEmyw-wLbsHQ

 

ATEŞ OLMADAN KÖZ OLMAZ - 1. BÖLÜM_Fikret Karavaz

    Millî Demokratik Devrim, Türkiye'de 1970'li yıllarda askerî bir müdahale ile Marksist-Leninist tipte bir sosyalist devrimin olması gerektiğini savunan düşüncedir. Doğan Avcıoğlu'nun başı çektiği Yön ve Devrim dergileri, Millî Demokratik Devrim'in savunucusuydu ve 12 Mart Sürecinde önemli bir yere sahipti.

Millî Demokratik Devrim, Türkiye İşçi Partisi (TİP) içinde tartışılmış ve bölünmeye neden olmuştur. Özellikle Mehmet Ali Aybar'ın liderliğindeki TİP çevresi, "Millî Demokratik Devrim" ile "Sosyalist Devrim"i birbirinden ayrılamaz olduğunu savunup doğrudan bir sosyalist devrimi tercih ederken Mihri Belli'nin kavramlaştırdığı Millî Demokratik Devrim ise Türkiye'ye daha uygun bir devrim olarak ikinci bir grup tarafından tercih edilmiştir.

 Bu gruptakilere göre devrim, iki aşamalı olmalıdır. Önce Millî Demokratik Devrim, "askerî darbe" şeklinde "genç subayların" önderliğinde olacak; sonra da "proleter devrim" şiddete dayanmadan kesintisiz bir şekilde işçi sınıfının hâkimiyetini kuracaktır.

Çünkü MDD ile sosyalist devrim farklı türde çelişkilerin çözümünü içermekte, dolayısıyla farklı hedef ve ittifaklara dayansalar da birbirlerini tamamlamaktadırlar. Belli ve ekibi kendilerine yakıştırılan MDD'ciler ismini reddetmiş ve kendilerini "proleter devrimciler" olarak tanımlamayı tercih etmişlerdir.

MDD’cilerin sosyalist devrimin birinci aşamasında bir askeri darbeye bel bağlamaları kuşkusuz onların kemalizme ve Kemalist orduya biçtikleri ilerici misyondan kaynaklanıyor ve bu nedenle de  Marksist devlet teziyle çelişiyordu.İşte tam da burada İbrahim Kaypakkaya sosyalist devrimin asgari programına karşılık gelen Demokratik Halk Devrimi (DHD)’nin dayanması gereken sınıf ittifakları ve mücadele stratejisiyle her türden oportünist- revizyonist çizgilerle arasına kalın bir çizgi çizmiştir.

Benzer bir yaklaşım Kemalizm konusundaki tereddütlereine rağmen Mahir Çayan’da da mevcuttur.

    İbrahim Kaypakkaya’nın kendi sürecinde diğer devrimcilerden esas farkı, gerek devrim aşaması olarak DHD’nin dayanması gereken işçi-köylü ittifakı ve gerekse ulusal sorun bağlamında Kürt ulusal sorununun devrimci karakterine yaklaşımıyla, MDD’cilerin asker-sivil aydın zümreden başka devrimci bir dinamik göremedikleri coğrafyamızın devriminin asli dinamiklerine yaptığı vurgu ve stratejik hattındadır.

 Demokratik devrim belirlemesi, ilk olarak Marks tarafından Almanya'da burjuva demokratik devrimin tamamlanmamış görevlerine dair olarak yapılmıştır.

Daha sonra, kapitalizmin emperyalizm aşamasında, Lenin tarafından, sömürge ve yarı sömürgelerin devrim programı olarak demokratik devrim, İşçi köylü temel ittifakı ile sosyalist devrimin asgari programı olarak belirlenmiştir

   Maoizm ise Çin devrimi pratiğinde demokratik devrimi yine Sovyet devrimi gibi sosyalist devrimin asgari programı olarak geliştirmesine rağmen, bu kez devrim coğrafyasının bir yarı sömürge olmasıyla sınıf ittifakları daha geniş yelpazede, milli burjuvaziyi de kapsayacak bir biçimde gerçekleşmişti.

Maoizm Demokratik Halk Devrimi olarak tanımlanan devrim programının karakterini milli olarak tanımlarken bu tanımlama devrim Demokratik cephesinde milli burjuvazinin bulunmasından dolayı değil, hem komprador kapitalizme hem de açık emperyalist işgale karşı gelişen devrimci sürecin niteliğinden dolayıdır.

   Ben, bu yazı dizisinde, Kim daha iyi ya da daha kötü Kaypakkayacı tartışmalarına doğmatik bir perspektiften değil ama 73’ten günümüze değin olan gelişmeler bağlamında İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerini gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirerek, onun her türden revizyonizm ve oportünizmle arasına koyduğu kalın çizgileri belirsizleştirmeyen yeni bir DHD perspektifi ortaya koymaya çalışacağım.

 Çünkü, İbrahim Kaypakkaya’dan günümüze değin olan gelişmeleri dikkate almayan doğmatik bir savunu kadar, söz konusu değişimlerin ana yönlerini yanlış belirleyen ve değişmeden kalan sosyo ekonomik ve siyasal olguları dikkate almayan herhangi bir İbrahim Kaypakkaya revizyonunun da Anadolu ve Kürdistan devrimine tutarlı bir perspektif getiremeyeceğini düşünüyorum.

Kuşkusuz, Kaypakkayacı gelenek Kemalizmin sınıfsal niteliğine ilişkin tutumu ile resmi ideolojiden köklü bir kopuşa karşılık gelmesiyle coğrafyanın devrim tarihinde farklı ve özgün bir konuma sahiptir. Fakat, bu, komünistlerin birliği sorununun Kaypakkayacıların birliği sorununa indirgeme yaklaşımlarına zemin oluşturabilecek bir olgu da değildir.

İbrahim Kaypakkaya’nın fark yaratan görüşlerinin derinliğinde Kemalizmin faşist sınıfsal karakterinin teşhirinin yanı sıra, dönemin MDD’cilerinin burjuva feodal devlet aygıtını ele geçirip onu devrim menfaatine kullanma fantezilerinin ürünü olan anti Marksist, darbeci tezlerine karşı DHD perspektifli devrim anlayışını, devrimin dayanması gereken temel sınıf ve ittifaklar bağlamında net bir biçimde ortaya koyarken, yine, kendi döneminin teorik yazınında hiç dikkate alınmayan ve o dönem için açık bir mücadele biçimi almamış olan Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı kapsamındaki olası bir mücadelesinin  Anadıolu  ve  Kürdistan devrimi için  tayin edici öneminin fark ederek Kürt ulusal sorununa ayrı bir önem vermesi ve 12 Mart sonrası silahlı mücadeleyi de Kürt coğrafyasından başlatmasıdır.

İyi bir Kaypakkayacı olmak her şeyden önce iyi bir Marksist-Leninist-Maoist olmayı gerektirir.Bugün,iyi bir Kaypakkayacı olmanın ölçütü onu şuradan ya da buradan savunmak değil  onun görüşlerini değişen ve değişmeyen koşullar bağlamında coğrafyanın devrim pratiğine tutarlı bir biçimde uyarlamaktır.

Yoksa, Kapakkaya’yı doğmatik bir biçimde savunanlar kadar onun Kemalizm tesbitlerinen ulusal soruna kadar görüşlerini muhafaza ederek çeşitli biçimlerde revizyona tabi tutanlar da şu ya da bu biçimde Kaypakkayacıdır, en azından ondan etkilenmiştir.Bu anlamda, kaypakkaya çizgisinin coğrafyanın gerçekleriyle örtüşmeyen tutarsız reviyonları kadar onun görüşlerini değişen koşulları dikkate almadan doğmatik bir biçimde savunmaya çalışanlar da hatalıdır.

Ve eğer ortada bir hatalar silsilesi varsa bir komünist olarak bize bu hatalar silsilesinin kaynaklarını göstererek Kaypakkkayacıları tutarlı bir çizgide bir araya getirebilecek yeni bir perspektif arayışına olanaklar ölçüsünde çaba göstermek düşer. Böylesine güç ve her an her cepheden çeşitli biçimlerdeki tepkileri üzerine çekebilecek bir tartışmanın içine bireysel bir yaklaşımla girmek ne kadar riski bir iş olsa da inandığım davaya inancım bana böyle bir cüreti göstermem gerektiğini söylüyor.

   İbrahim Kaypak kaya, 68 :sürecinin temel bölünmelerinden olan MDD -sosyalist devrim ayrımında MDD geleneğinden gelmesine rağmen DHD surecini bir MDD olarak tanımlamaz.

Anadolu devrimin karakterinin DHD niteliğinde olduğunu, Çünkü, burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığını, feodal ve yarı feodal üretim ilikşilerinin komprador kapitalizmle kompleks bir yapı oluşturduğunu belirterek, işçi köylü temel ittifakı ve uzun sureli halk savaşı stratejisiyle belirli bir DHD tanımlaması yapmıştır.

İşçi köylü temel ittifakına şehir küçük burjuvazisi ile birlikte orta burjuvazinin devrimci kesimlerinizde katılabileceğini belirtirken, başta Çin devrimi olmak üzere geçmiş devrim deneyimlerinin birikimleri üstünden belirlemeler yapmıştır.

   İbrahim Kaypakkaya, yine, genel olarak demokratik devrimle ilişkisi bağlamında ulusal sorun ve özel olarak Kürt ulusal sorununun niteliğine dair de çözümlemeler yaparken, proletaryanın öncüsünün, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi kapsamında, milli hareketler içindeki halk sınıflarının demokratik devrimde kendiliğinden proletaryanın müttefiki potansiyeli taşıdığını da belirler.

 Bizzat bu belirlemenin kendisi doğrudan sosyalist devrim programlarında ulusal hareketlere ve bu karakterdeki devrimci hareketlere hiç yer vermeyen yâ da kendi kaderini tayin hakkinin demokratik muhtevasını genel olarak demokratik devrim programı ile ilişkilendirmeyen anlayışlardan farklı olarak, Anadolu devriminin niteliğinin, hem yarı feodal sosyoekonomik yapı ve dolayısıyla demokratik devrimin tamamlanmamış olmasından dolayı ve hem de burjuva demokratik bir hak kapsamında olan ulusal sorunun halen çözülmemiş olmasından dolayı DHD karakterinde olduğunu belirlerken, DHD surecini ise içinden geldiği siyasal gelenekten farklı olarak MDD olarak tanımlamamaktadır. Kuşkusuz bu olguda oldukça yeterli bir ideolojik birikimle birlikte ulusal sorunun gelişme eğilimlerine karşı güçlü bir siyasal ön sezi söz konusudur.

   İbrahim Kaypakkaya’da, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının burjuva demokratik bir hak olarak halen çözüme bağlanmamış olmasından dolayı coğrafyanın devrim sürecinin diğer nedenlerle birlikte DHD  süreci olduğuna dair açık bir ifade bulunmamasına rağmen, Kürt sorununun ayrıntılı bir biçimde gelecekte alabileceği biçimler bağlamında da irdelenmiş olması, onun, sorunu DHD sürecinin ayrılmaz ve en önemli parçalarından biri olarak  gördüğünü ortaya koyar.

Çünkü, bilindiği gibi DHD’nin birincil görevi burjuva demokratik devrimin çözüme bağlamadığı ya da bağlayamadığı sorunları çözüme bağlamaktır.

   Anadolu ve Kürdistan devrimi ,esas olarak, yukarıda belirtilen temel problemlerinden dolayı bir DHD süreci tanımlasa da bu süreç bir MDD süreci olarak tanımlanamaz. Her şeyden önce ,temel olarak iki farklı ulustan halk sınıflarının katılımı ile gelişme eğilimi gösteren bir DHD süreci, ister farklı siyasal yapılar biçiminde, isterse ortak bir siyasal program etrafında gelişsin her iki durumda da MDD olarak tanımlanamaz

   Her iki durumda da DHD surecini MDD olarak tanımlamak eğer egemen ulusun milli nitelikteki devrimini tanımlıyorsa en kaba biçimiyle bir şovenizme karşılık geldiği gibi kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin demokratik muhtevasının da hem açık bir ihlali ve hem de genel olarak ulusal sorunun DHD ile ilişkili diyalektiğine karşı bir kayıtsızlığın göstergesidir.

   Tarihte, ulusal hareketlerin, bir coğrafyada sosyalizm mücadelesinden daha güçlü siyasal dinamikler geliştirmesi, özellikle, 68 sonrası süreçlere dair nadir bir olgudur. Sosyalizm deneyimlerinin yenilgileri ile birlikte sosyalizmin dünya genelinde yaşadığı saygınlık kaybı ve sonrasında 3.emperyalist paylaşım Savaşlarının dünya genelinde bölgesel çatışmalar biçiminde gelişmesi ulusal kurtuluş mücadelelerinin gelişme trendini güçlendiren uluslararası koşulları yaratmıştır.

Anadolu coğrafyasında da Kürt ulusal sorunu etrafında gelişen ulusal kurtuluş mücadelesi kendi kaderini tayin hakkı ilkesi bağlamında demokratik bir muhtevaya sahiptir.

Kuşkusuz, iki farklı milliyetten halk sınıflarının faşizme karşı mücadelesi, ister farklı siyasal yapılanmalar biçiminde gelişsin isterse ortak bir siyasal program etrafında gelişsin bir MDD tanımlamaz. Çin devrim deneyimi ve sonrasında tek uluslu ya da ezilen ulus konumunda olan siyasal hareketlerin devrim süreci MDD olarak tanımlansa da Anadolu devriminde ,Kürt ulusal sorununun, aynı zamanda, tarım ve köylü sorunuyla iç içe geçmiş bir niteliğe sahip olması ,Kürt ulusal sorunun nihai çözümünü DHD sureci ve sosyalist devrimle hem asgari program ve hem de azami program bağlamında esastan ilgilendiren bir nitelik göstermektedir.

 Dolayısıyla ulusal kültür, dil sorunu gibi ulusal sorunun argümanlarını oluşturan meselelerin DHD ile ilişkisi bağlamında bir MDD programının kapsamı ile sınırlandırılamaz niteliği ve yine, Anadolu  ve Kürdistan coğrafyası için ulusal sorundan başka farklı kimlik ve aidiyet sorunlarının varlığı ,DHD’nin asgari programının alanını genişletmekte ve DHD surecini bir MDD olarak tanımlamaya olanak tanımamaktadır. DHD’nin asgari programının genişleyen kapsamı devrimin niteliğine dair MDD belirlemelerini pratikte uygulanması olanaksız ütopik belirlemeler haline getirmektedir .

Komprador kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının hâkimiyetinde yarattığı bölgesel dengesizlikler ve özellikle Kürt coğrafyasının iklimsel ve tarımsal farklılığı ile birlikte kapitalist gelişmenin verimli tarım alanları etrafında ve ulaşım yolları üstünde gelişme eğilimi, Kürt coğrafyasında kapitalist gelişme bakımından büyük uçurumlar yaratmaktadır. Kürt köylülüğü kendi coğrafyasının dışında proleterleşmekte bu olgu da Kürt ulusal sorunu sınıf mücadelesi ile ortaklaştıran bir nitelik göstermektedir.

    Kürdistan ve Anadolu devrimi bir birinden farklı iki ayrı MDD süreci olarak belirlense dahi ne Kürt coğrafyasının ne de Anadolu coğrafyasının yalnızca kendi dinamikleri MDD sürecini sonuca vardıracak yeterliliklerden yoksun görünmektedir. Kürt coğrafyası için tanımlanabilecek bir MDD süreci, köylülüğün, esas eğilim olarak, kendi coğrafyası dışında proleterleşme eğilimi sebebiyle sınıfsal dinamiklerden yoksun olduğu gibi, Kürt milli burjuvazisinin, yine, esas olarak ticaret sermayesi niteliğinde olması ,Kürdistan devriminin  tutarlı bir MDD süreci olarak gelişmesini olanaksız hale getirmektedir. Yine, Kürt milli burjuvazisinin esas olarak tarım kökenli sermaye yapısı ve milli burjuvazinin de tarımın yarı feodal yapısına bağlı olarak sermaye birikiminin üretim süreci dışında, değişim süreçlerinde oluşması eğilimiyle tefeci tüccar sermayesi niteliğinde olması ,bu sınıfın komprador kapitalizmle çelişkilerinin esas olarak pazar çelişkileri alanında kalmasının koşullarını yaratırken, yine ,Kürt milli burjuvazisini anakent şehirlere bağımlı hale getirmekle milli devrimin tutarlı bir MDD süreci olarak gelişmesine olanak tanımamaktadır

Kapitalizmin emperyalizm aşamasında ,yarı sömürge ve sömürgelerde geliştirilen komprador kapitalizmlerin bütün dinamikleri tarımın yarı feodal niteliğine bağımlı olarak inşa edilir.

Dolayısıyla,

yalnız emperyalizm ve işbirlikçi burjuvazinin değil milli burjuvazinin de tarımda yarı feodal biçimleri tasfiye edecek ve tarımı kapitalistleştirecek bir niteliği yoktur.

Çünkü,

bu sınıfların tamamı bizzat tarımın yarı feodal niteliğinin yarattığı ekonomi politik dinamiklerle kendilerini yeniden üretmektedirler.

   Bu olgu, egemen sınıflar cephesinden bir gerçeklik olduğu gibi halk sınıfları cephesinden de böyledir.

Örneğin,

 Anadolu coğrafyasında halk sınıflarının kaynağı köylülüktür. Proletarya gibi küçük burjuvazi ve orta sınıflar da köylülüğün farklılaşması sonucu gelişmektedir. Köylülüğün farklılaşması süreçler,i kapitalizmin emperyalizm öncesi serbest rekabetçi kapitalizm döneminden farklı nitelikler gösterir.

Komprador kapitalizm,

bir taraftan ,ucuz iş gücü ve hammaddeyi tarımın yarı feodal niteliğine bağlı olarak yeniden üretirken, diğer taraftan ,bu yarı feodal yapı toplumun diğer bütün sınıfsal farklılaşmalarının niteliğini de belirlemektedir.

Örneğin,

ekilebilir arazilerin sabit kalmasıyla kırlarda oluşan artı nüfus şehirlerde birikirken, bu artı nüfusun bir bölümü tamamen köyle iliksisinden koparak proleterleşirken, bir bölümü de Köyle ilişkisini yarıcı ve kiracı ekonomisi ile sürdürerek köydeki toprağının büyüklüğüne göre şehirlerde yarı proletarya, küçük burjuvazi ve orta sınıfları meydana getirmektedir.

Şehirlerde biriken bu artı nüfusun, yarı proletaryayı oluşturan kısmı, köyden bir miktar gelirinin olmasıyla emeğin kendisini yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu miktara karşılık gelen gerekli emek zamanını düşürerek ortalama ücretleri düşürmektedir. Bu olgu, komprador kapitalizme ucuz iş gücü yaratan dinamiklerin esasını oluşturmaktadır. Yine, şehirlerde biriken artı nüfustan işsiz kitleler de arz ve talep dengeleri ile ortalama ücretleri düşürmektedir.

   Diğer taraftan, küçük ölçekli aile tarımı niteliğindeki yarı feodal tarımda üretim sürecine giren feodal angaryanın farklı biçimleri ve esas olarak satın alınmış ücretli emek kullanımının tali kalması, tarımsal ürünlerin ve dolayısıyla sınaî hammaddelerin ilk elden fiyatını düşürmekle komprador kapitalizm ve emperyalizme ucuz hammadde kaynağı yaratmaktadır. Sermaye birikiminin, tarımda esas eğilim olarak üretim süreçleri dışında, değişim sürecinde gelişme eğilimi tefeci tüccar sermayesi biçimini alırken, bu tefeci tüccar sermayesi ,iş birlikçi holding sermayesinin olduğu gibi bizzat devletin ekonomik faaliyetinin de niteliğini belirlemektedir.

Yine, orta sınıflar ve milli burjuvazi de tarımla ilişkisi bağlamında tefeci tüccar sermayesi niteliği göstermektedir.

Küçük  ve orta ölçekli tarım ve buna bağlı olarak halk sınıflarının bileşiminde çekirdek proletaryanın zayıf konumu ve toprak talebinin zayıflığı, asgari programın ekonomik talepler ve sınıf dinamikleri olarak handikaplı niteliğini oluşturur Anadolu coğrafyasında, halk sınıflarının birleşiminde ,küçük burjuvazi ve yarı proletaryanın belirgin hakimiyeti ile birlikte, küçük ve orta ölçekli tarıma bağlı olarak toprakta küçük mülkiyetin belirleyici niteliği ile toprak talebinin zayıflığı DHD asgari programının handikaplarını oluştururken, tarihsel olarak köklü bir ulusal sorunla birlikte, yine tarihsel kökleri olan bir kimlik sorunu olarak alevi kimliğinin demokratik talepleri asgari programın siyasal muhtevasını genişleterek DHD’nin içeriğini sınıfsal dinamiklerle birlikte derinleştirmektedir.

   Köylü ve tarım sorunuyla iç içe geçmiş olan Kürt ulusal sorunu ve alevi kimliğinin demokratik talepleriyle birlikte diğer ezilen toplumsal kimliklerin talepleri asgari programın siyasal muhtevasını ve kitle tabanını sınıfsal dinamiklerin ötesine taşımaktadır.

Bu niteliği ile Anadolu ve Kürdistan coğrafyasının DHD süreci, Kürt ve Türk coğrafyasında iki ayrı MDD biçiminde değerlendirilse dahi her iki coğrafyanın gerek sınıfsal, gerekse kimliksel dinamikleri DHD sürecinin bir MDD biçiminde gelişmesine yeterli siyasal koşulları üretememektedir.

 Dolayısıyla, bütün ekonomik ve siyasal göstergeler Kürdistan demokratik devrimi ile Anadolu demokratik devrimini ortaklaşa ve iç içe süreçler haline getirmesine rağmen, gerek Kürt milli burjuvazisi ve bir kısım toprak ağalarının, dört ayrı devlet coğrafyasına bölünmüş olan Kürt realitesinin bölgesel faşizmlerle çatışmasında, halen meşru bir niteliğe sahip olan demokratik taleplerin temsilcisi konumunda olması ve bu olgudan dolayı Kürt proletaryası ve köylülüğünü halen siyaseten yedekleme avantajlarıyla ve gerekse ,Anadolu devrimci dinamiklerinin siyaseten ve örgütsel yetersizlikleri, Kürt ve Anadolu demokratik devriminin ortaklaşma koşullarını olumsuz etkilemektedir.

    Görünen odur ki Anadolu devrimi ile Kürdistan devriminin ortaklaşma koşulları ,Kürdistan demokratik devrimi için asıl mücadele eden kitleleri oluşturan Kürt proletaryası ve köylülüğünün, yalnızca kimliksel ve demokratik taleplerinin değil ama sınıfsal taleplerinin de Kürt milli burjuvazisi ve toprak ağalarından farklılaşacağı bir siyasal konjonktüre kadar Anadolu devrimi ve Kürdistan devriminin siyasal öncü düzeyinde ortaklaşma koşulları handikaplıdır.

DHD’nin bütün bu handikaplarına rağmen, Kürdistan ve Anadolu coğrafyasının iki farklı MDD sureci olarak gelişme olanaklarının yetersizliği ,Kürdistan ve Anadolu devrimini giderek daha güçlü siyasal dinamiklerle iç içe süreçler haline getirmektedir.

   Burada,

özellikle, şu olgunun vurgulanması da gerekir ki Anadolu ve Kürdistan DHD süreci için işçi- köylü temel ittifakının müttefik sınıfı genel olarak  orta burjuvaziye karşılık gelen milli burjuvazi değil ama yalnızca Kürt milli burjuvazisidir. Çünkü, Türk milli burjuvazisi, özellikle, Kürt sorununun varlığı bağlamında komprador burjuvazi saflarında şoven bir siyasal pozisyonu işgal etmektedir.

Diğer nedenler bir tarafa bırakılsa dahi Kürt milli burjuvazisinin DHD sürecinde işçi –köylü temel ittifakının müttefiki olmasını koşullayan Kürt ulusal sorunu bile tek başına varlığı dahi coğrafyanın devrim sürecinin DHD süreci olduğuna dair yeterli bir sebep teşkil eder.

DHD’den sosyalist devrime doğru olacak olan gelişme, DHD sürecinde kazanılacak mevzilerin belirleyeceği,konjonktürdeki değişmelere göre  çeşitli mücadele biçim ve yöntemlerinin birbiriyle  yer değiştireceği uzun soluklu bir mücadele sürecini güncellemektedir.

    Gerek Anadolu coğrafyasında, hem halk sınıfları cephesinden hem de kimlik ve aidiyet sorunları cephesinden DHD’nin  asgari programı için engel oluşturan olgular aynı zamanda her iki coğrafyanın devriminin siyasal öncülüğünün gelişme dinamiklerini de yine çelişkinin bu özgün niteliği koşullarında belirlemeye adaydır. Halk sınıfları cephesinden, proletaryanın zayıf konumu ve köylülüğün esas olarak küçük  ve orta köylülükten oluşması sebebiyle toprak talebinin zayıflığı koşullarında, halk sınıflarının bileşiminin de küçük burjuvazi ve yarı proletaryanın çoğunluğu teşkil etmesiyle, devrimci dinamiklerin, esas olarak küçük burjuvazi ve yarı proletaryanın devrimci unsurları zemininde gelişmesi ,güçlü bir proletarya partisinin mevcut siyasal konjonktürde yaratılma koşullarına handikap oluşturmakta ve devrim cephesinde çok parçalı siyasal bir görünüm oluşmasına sebep olmaktadır.

DHD’nin esas dinamiklerinde güçlü bir hareket yaratma yeterliliğinde bir proleter öncülüğün yaratıma koşulları, kendi coğrafyası dışında proleterleşen Kürt halk sınıflarının, siyaseten kendi mülk sahibi sınıflarından farlılaşacağı bir siyasal konjonktürün gelişme koşulları tarafından belirlenecektir. Kürt köylülüğü ve proletaryasının, kendi ulusal kimlik sorunlarının ötesinde ,sınıfsal dinamiklerle katılmadığı bir DHD Anadolu coğrafyası için pratikte gerçekleşmesi olanaksız bir ütopyadan ibarettir.

   Yine,

özellikle orta sınıfların ve milli burjuvazinin ekonomik dinamiklerinin tarıma bağımlı niteliği ile örneğin, KOBI tarzı işletmelerin ve mikro işletmelerin faaliyet dışı gelirlerinin tarım kaynaklı olması, komprador kapitalizmin ekonomik buhranlarına bir esneklik vermekte ve bu olgu halk sınıflarının birleşiminde  çekirdek proletaryanın zayıf konumu ile birleşerek emperyalizmin ve komprador kapitalizmin ekonomik buhranlarının siyasal buhranlara dönüşmesindeki yetersizliklere sebep teşkil etmektedir.

   Anadolu coğrafyası için DHD sürecini Bir MDD süreci olarak algılayan siyasal anlayışlar, kitlelerde beklenen politizasyonun istenen düzeyde gelişmediği koşullarda ve özellikle halk savaşı için köylülüğün toprak talebinin zayıflığından dolayı kitlesel gelişmenin yetersizliği koşullarında, DHD’nin bu şabloncu dogmatik anlayışından cayarak, bu kez modern değişimci bir konuma savrularak doğrudan sosyalist devrim tezlerine sarılmaktadır.

Oysa, diyalektik olarak düşünüldüğünde, sınıfsal dinamiklerin bir DHD süreci için dahi engel oluşturduğu ve yetersizlik gösterdiği koşullarda sosyalist devrimin hangi sınıfsal dinamikler üstünde gelişeceği kocaman bir soru işareti olarak durmaktadır.

Bütün siyasal ve ekonomik göstergeler Anadolu ve Kürdistan demokratik devrimlerini gerek kimlik sorunları etrafında ve gerekse sınıfsal dinamikler etrafında ortaklaşmaya doğru sürüklemektedir.

Sosyalist devrim ve DHD’nin  azami programı ile asgari programının birleşme dinamikleri tam da Anadolu ve Kürdistan devrimlerinin zorunlu ortaklaşma dinamiklerinden gelişmeye aday konumdadır.

Örneğin,

ulusal sorunun köylü sorunu ile iç içe niteliği ile birlikte, Kürt köylülüğünün kendi coğrafyası dışında proleterleşme koşulları bu sınıfsal dinamiklerden başlıcalarını oluştururken, yine, bir toprak reformunun yarı feodal tarla tarımının niteliğinde bir değişim yaratmayacağı ve küçük tarımı ortadan kaldırmayacağından dolayı ,tarım ve köylü sorunun nihai çözümünün tarımın kolektifleştirilmesine zorunlu bağımlılığı, asgari programın azami programa koordine olduğu siyasal içeriği oluştururken, DHD den sosyalist inşaya geçiş süreçlerini de iç içe olgular haline getirmektedir.

    Anadolu DHD’ni MDD formatında kavrayan siyasal anlayışlar serf niteliğinde topraksız köylülükten çok küçük ve orta köylülük yapısındaki kırlardan beklenen reaksiyonu gerçekleştiremediklerinde bu kez DHD’nin  temel tezlerini Külliyen yadsımakla doğrudan sosyalist devrim paradigmaları geliştiriyorlar.

Oysa,

DHD sürecinin toprak ve köylü sorunu, ulusal sorun, kimlik ve aidiyet sorunları etrafındaki asgari programı atlanarak doğrudan azami programı esas almakla bir sosyalist devrim paradigması yaratmak olanaksızdır.

Çünkü,

asgari programa niteliğini veren ve böylece devrim sürecinin de niteliğini belirleyen sorunlar silsilesi etrafında gelişen pilitizasyon, örneğin, içeriği kendi kaderini tayin hakkı gibi burjuva demokratik bir hak olan, bizzat Kürt sorununun varlığı, doğrudan azami programı siyasallaştırmaya olanak tanımadığı gibi yukarıda belirtildiği gibi halk sınıfları içinde çekirdek  proletaryanın konumunun belirleyici nitelikte olmaması da doğrudan sosyalist devrim paradigmalarını pratikte uygulanması olanaksız kağıt üstünde tezler haline getirmektedir.

Herhangi bir coğrafyada devrim sürecinin niteliği o coğrafyanın ekonomi politiğinden, devrimci ve karşı devrimci sınıflar arasındaki çelişkilerin niteliğinden ve varsa ulusal sorun ve kimlik sorunları gibi siyasal sorunlar etrafında gelişen taleplerin niteliğinden bağımsız olarak belirlenemez.

Doğrudan sosyalist devrim paradigmaları ,asgari programı azami programın kuyruğuna yedeklemekle devrimin siyasal içeriğini belirlediklerini sanmakla yanılmaktadırlar.

Çünkü,

doğrudan sosyalist devrim paradigması esas olarak proletaryayı öncü ve temel güç olarak belirlemeyi gerektirir ve baş çelişki emek sermaye çelişkisi olarak belirlenir.

   Oysa, baş çelişkinin niteliğindeki bu farklılık yalnızca yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı emek kitlesinde antikapitalist bir pilitizasyon yaratmaya yetmeyeceği gibi asgari programın görevlerini de tali hale getirerek savsaklayacaktır.

Çünkü,

Anadolu coğrafyasında, zaten, DHD perspektifi için asil sorun köylülüğün proleterleşme sürecinin kendine dair niteliğinden kaynaklanmaktadır. Köylülüğün proleterleşme süreci tarımın yarı feodal yapısı ve küçü ve ortak ölçekli tarım karakterine bağlı olarak komprador kapitalizm koşullarında yavaş ve sıkıntılı bir nitelik göstermektedir.

Yine, bu süreç, kırsal artı nüfustan yalnız proleter kitleleri değil ama ondan daha belirgin olarak yarı proleter ve küçük burjuva kitleleri de türetmektedir. Yarı proletarya ve küçük burjuvazinin halk sınıflarının birleşiminde belirgin bir çoğunluk teşkil ettiği bir siyasal coğrafyada bir de bu olguya ulusal sorun ve diğer aidiyet ve kimlik sorunları eklenmişse doğrudan sosyalist devrim paradigması bir ütopyadan öte bir anlam ifade etmeyecektir.

---------------  Fikret Karavaz

 

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)