6 Ekim 2025 Pazartesi

Ek 2-Güneydoğu-Siverek - İbrahim Ekinci:ANLATIMI

Güneydoğu’da 1980 Ocak ayında Ali Haydar Akgün sekreterliğinde yeni bir Alt Bölge Komitesi oluştu. Ben de bu komitede yer almak üzere Bölge Basını işini devrederek bölgeye gittim. 

Birkaç ay çalışma bölgem olan Urfa, Mardin’de ilişkileri dolaştım. Benim de yönetici diğer arkadaşların da kafasında birçok soru vardı. Bizim 1. Konferans’tan sonra mücadeleyi "halk savaşı" teorisine uygun olarak gerilla savaşına dökmemiz beklentisi vardı. Ama işler pek öyle gelişmiyordu... Nasıl ve nereden tutacağımız konusunda kafalar karışıktı. Biz, bölgenin yapısından kaynaklanan baskılar altında, partinin o dönemki genel pratiğinden görece ayrılan bir biçimde adım atmaya karar verdik.

Bu kararla birlikte ben de Urfa’da "ilişkileri ayakta tutma ve yeni ilişkiler kazanmaktan" ibaret bir çalışmayı bırakarak Siverek’e geçtim. Siverek, enteresan bir yer. Adıyla akla gelen şey, en ünlü Siverekli Yılmaz Güney’in beslediği bir imajla biraz delikanlı, biraz ateşli, biraz gözü kara, biraz kızıl, biraz samuray raconu. Bu damarı bulabiliyorsunuz. Fakat bir de Bucak’ların verdiği imajla biraz zorba, biraz despot, biraz kanlı! Sonradan fark ettim, sokak da biraz lümpen! Urfa keyifçiydi.


43. Bölgede kurulacak İşçi Köylü Kurtuluşu Yazı Kurulu’nda yer almak üzere 1979 başında Dersim’e geldiğimde, kurulda yer alması öngörülen diğer arkadaşlardan bazıları tutuklanmıştı. Bu yazı kurulu oluşumu gerçekleşemedi. O sırada geçici bir görev alarak bölge basın merkezinin kuruluş işini üstlendim ve bu merkezi oluşturduk. Zernal Demir ve Gülderen Çelik’in de içinde bulunduğu dört kişilik bir komite eliyle bu işi kotardık. Büyükurt bölgesinde bir baskı merkezi kurduk. Birkaç fiili baskı ve dağıtım işinden sonra Güneydoğu göreviyle ayrıldım Dersim’den.

İbrahim Ünal (Sayfa 364 - Soldaki Sütun)

1980 yılının Ocak ayı toplantısındaki görev alanı taksimine göre Siverek, Müslüm Elma’nın sorumluluğundaydı. Sonradan sözünü ettiğim bu adım kapsamında bana bağlanmış oldu. Dahası benim doğrudan doğruya orada kalmam, (yeni konseptimize uygun bir ifade kullanırsam) “üslenmem” gerekiyordu. 1970’li yılların başında parti örgütlenmesi için yapılan ilk çalışmalarda burada Muzaffer Oruçoğlu’nun geliştirdiği ilişkiler vardı. Sonradan başka arkadaşlar da (Ahmet Cihan, Nezih Uzuner) kısa süreli gelip gitmişler ama istikrarlı bir ilişki kurulmamış olmasına karşın bir şekilde bağıntı, ilgisini koruyan arkadaşlar vardı. Bizden kopan da çoktu. Bütün diğer yapıların önderlerinden birçoğunun “eskiden arkadaşımız” olduğu söyleniyordu. Biraz gecikmiştik!...

Siverek, o günlerde Türkiye’nin en çatışmalı bölgesiydi. Hemen her yerde çatışmalar vardı ama Siverek’te olan çok farklıydı. Kentin mahallelerinde, hatta sabah erken saatlerde anacaddelerde GL’li, GD’li 15-20 adam son derece kankasız, ilgisiz bir kalabalığın arasında yürürken görebilirdiniz. Celal Bucak’a yönelik Hılvan saldırısından sonra PKK ile Bucaklar ciddi kapışmıştı. İlçe semt semt, mahalle mahalle bölünmüş durumdaydı. Bucakların emrinde 150-200 kadar “tırşıkçı” vardı. “Tırşık” aslında yöresel bir yemek ismi. Patlıcan (Sive­rek’liler “balcan” diyor!), domates, biber... Varsa birkaç parça kuşbaşı e.a... Ama yokluğu da tırşık boz­muyor. Sebze ucuz. Siverek’te o zaman. Evler başka, köylerden ilçeye gelenler, hatta ilçe merkezinden gençler, öğlene doğru karınları acıktı mı fırınlara tırşık attırıyorlar. Ekmek fırınlarında bu iş için hazır tepsiler var. Ucuz bir yemek.

Siverekli, Bucak’ın adamlarına “tırşıkçı” diyerek, bir şe­kilde aşağılıyor. Bunlar gün 24 saat elde silah. Bucaklar’ın kapısını bekleyen veya onların işlerini kovalayan, köylerini koruyan adamlardı. Kan davasından dolayı dağ çıkmış namlı “mahkûm”lar vardı (“Mahkûm” aslında “kanun kaçağı” anla­mında kullanılıyor). Adlarını arkadaşlardan öğrendiğim Mehmedî Araban, Halil Kazan, Hasanı Fatan, Hacı Osmanî Goli, Aydınî Hasanî Hes, Mehmedi Zel... (Mehmedî Zeli, sonradan PKK tarafına geçti). Diyarbakır Cezaevi’nde bir süre beraber yattık. Orada tanıma fırsatım oldu. Ama bu istisnadır. Çok sayıda “mahkûm”, bu despot ailenin feodal iktidarı için


Tarihe Not (Sayfa 365 - Sağdaki Sütun)

savaştı, kan döktü! gibi mahkûmlar Celal Bucak’a sığınarak hem bir koruma sağlamış oluyorlar hem de “tırşığı” garantili­yorlardı. Bu da bir mahkûm için az şey değil.

“Bucaklar” özel olarak incelenmeyi hak eden bir yapıdır aslında. 12 Eylül öncesinde Siverek çevresinde PKK’ya karşı savaşan tek güç Bucak çetesiydi. Devlet vardı ama etkisizdi. Bucaklar ciddi bir feodal iktidardı. PKK’nın ve diğer sol (veya ulusalcı) grupların varlığını, gelişmesini tehdit olarak görüyor, despotik karakteri yüzünden oldukça kanlı bir hal yaratara k savaşıyordu. Bu ailenin serüveni Mehmet Celal Bucak’ın ölümünden sonra aşiretin temsilciliğini üstlenen Sedat Bucak’ın Susurlukçu­larca maçarası devam etti. Susurlukçu cinayet şebekesinin içinden çıktığı sırada Sedat Bucak’ındı. Soförü, tetikçisi Abdülgani Kızılkaya, Susurluk çetesiyle birlikte bazı cinayetlere katılmaktan yargılandı. Devletin 12 Eylül öncesinde sola karşı olduğu sürece “serbest cinayet” izni vermiş gibi davrandığı Bucaklar, 12 Eylül’den sonra Mehmet Ağar’ın organizasyonuyla yürütülen “faili meçhul” serisinin içindeydi. Ailenin tepkisinin böyle şiddetli bir hal almasının ve böyle amansız bir süreklilik içinde hiç gerilemeden devam etmesinin kökeni incelemeye değer. Dikkat çekmek istediğim şu: Bucaklar’ın bu şiddeti, sadece ideolojik değil olaya aynı zamanda bir kan davası olarak bakmaları nedeniyle katlandı, derinleşti. Emrindeki adamlar korucu maaşı aldılar ama bu aile korucu kalıbına sığmaz, gönüllü savaştı.

Konuya dönersek... İlçenin bir yarısı da esas itibariyle PKK’nın elindeydi. Tekosin, Rızgarî, Kawa vs grupların yanında, bizim de yerleştiğimiz bir mahalle vardı; Hayriye Mahallesi. Şimdi manzara şöyle: Gündüz zaman zaman ama geceleri genellikle çatışma oluyor. Mahallelerin kesiştiği noktalarda herkesin mevzileri (Siverekliler “kozık” diyor) var. Taşlarla örülmüş, ateş gözleri açılmış, düzenli mevziler. Gündüzleri de boş bırakılmıyor ama gündüz daha çok bir sızma, baskın durumuna karşı gözleme yapılıyor. Geceleri çatışma zamanı. Siverek’e devrimci çalışma böyle! Herkes sabaha kadar oraları tutmak zorunda. Herkesin “düşman”a saldırıp sonucu alma derdi var. Çatışmasız geçen gece pek az. Bir kıpırtı, bir sızma girişimi çatışmanın kopmasına yetiyor. Karanlıkta kurşun izleri dışında hedef görmek zor. Bu yüzden kurşun duvarı yaratmak için

 :


İbrahim Ünal (Sayfa 366 - Soldaki Sütun)

herkes tarıyor. Abartı yok, saatlerce ateş ediliyor. İlçe memi sesinden inliyor ama asker, polis gece asla müdahale etmiyor. Gündüzleri de uzun aralıklarla zaman zaman mahallelere giriyorlar. Onların giriş haberi anında dip mevzilere kadar ulaşıyor. Herkes silahını yanına alıp yürüyerek yan mahalleye geçiyor, o kadar! Sonra devam! Kentin neredeyse yarısı boşaltılmış gitmiş, evler boş. En sağlamları ve yeri uygunları karargâh gibi kullanılıyor.

Bizim durumumuza gelince... Hayriye Mahallesi’nde bir evde kalıyoruz. İki katlı, avlulu bir ev. Sahibi terk etmiş. Bu mahallenin üst katları bizim kontrolümüzde. İlişkiler dışında birkaç ayda 20 civarında büyük silahlı adama ulaştık! Rızgarî ve **“Tekoşin”**cilerle iyi konuşuyoruz. Sıkışma olduğunda bir bi­rimizin kozığına koşuyoruz. Diğerleriyle çok da muhabbetimiz yok ama pazarlığı, konuşması yapılmamış gönüllü bir ittifakın tarafları gibiyiz.

Bizim toparlanıp bir kozıkte görünmemizle 12 Eylül arasında 5-4 ay geçmiştir. Çok şiddetli çatışmalar oldu. Diğer gruplardan ciddi kayıplar oldu. Bizden bir tek ben hafif şekilde yaralandım. Sırtımdan enseme doğru serpilmiş parçaları doldu bir saldırıda. Kendimden geçer gibi olunca arkadaşlar beni sırtlarında taşıyarak bizim karargâh eve götürdüler. Sonrasında bayılmışım ama kendime geldiğim kısa süre sonra. Diyarbakır’a uçurup tedavi ettiler bir hafta.

Şimdi bizim buradaki amacımız, aslında bir mahalleyi tutmak ve korumak değil ama bu fiili bir durum. Siverek’e adam topluyoruz, gelenler oldu. Sağdan soldan temin edilen silahlar aktarılıyor. Bu işlerde biraz yol aldığımızda Karacadağ merkezli bir gerilla savaşı planı var. “Hazırlık” aşamasının bazı zorunlu işlerini atlayan bir girişim oldu. Adam ve silah temini ile sınırlı. Düşündüğümüz bölge ile ilgili kaba bilgiler var. Ayrıntılı bir harita çalışması, güvenli yollar, çekilme, barınma noktaları, yiyecek ve depoları yok. Eğitim açısından da eksiğiz. Biraz kervanı yolda düzmek anlayışı diyelim.

Fakat her şey altüst oldu. 12 Eylül sabahına Urfa-Akziyaret’te bir evin damında uyandım. Bir arkadaşımızın babası ile görüşmek için oradaydım. Amca sabaha doğru uyandırdı. “Darbe olmuş, hele kalkın!” dedi. O gün çok maceralı bir yolculukla ve yakalanmaktan şans eseri kurtularak (yanımda Mehmet

Tarihe Not (Sayfa 367 - Sağdaki Sütun)

Yeşilçalı vardı) Siverek’e döndüğümüzde manzara şu: Herkes gibi bizim arkadaşlarımız da bir iki gözlemci bırakarak ve bütün malzemeyi yanlarına alarak köylere doğru çekilmişler. Bu doğru bir önlem ancak köylerde nasıl barınacağımız sorunu var. Mahallede kalan arkadaşlarla kısa bir sohbetten sonra, biz de ayrılan arkadaşlara katılmak üzere Siverek’ten çıktık. 14 Eylül akşamına kadar arazide bundan sonra nasıl hareket etmemiz gerektiğini tartıştık. Bazı önlemler aldık. Ama açık ki çok hazırlıksızız.

14 Eylül akşamı Siverek’te bir evde 2. Konferans hazırlığı kapsamında bazı dokümanlar üzerinde çalışmak üzere Ali Haydar Akgün ile randevum var. Gelip gelemeyeceğini bilmiyorum ama gitmemek olmazdı. İşte bu randevu için akşam saatlerinde Siverek merkeze geldim. Ayrıntısına girmeyeceğim, “PKK’yı desteklediği” söylenen Kırvarlar’a yönelik bir operasyonun içine düştük ve yakalandık. Ramazan Kılavuz’un üzerindeki dokümanları alarak her şeyi üstlenme ve beni kurtarma giri­şimi sonuç vermedi. Bizden sonra Siverek Bağlar bölgesinde beni bekleyen birlik içinde hareket tarzı ile ilgili tartışmalar olmuş. Kaza denildi, bilmiyorum. Grubun içindeki en güvenilir arkadaşlardan Halil İbrahim vurulmuş, sonradan öğrendim. 44

Bizden sonra da bu bölgede çabalar oldu. Hüseyin Yıldırım anlatmıştı: “12 Eylül olduktan hemen sonra gittim. Operasyon var bize yönelik. Diyarbakır’da yakalanmalar olmuştu. Yeni kadrolarla takviye için bizi gönderdiler. İki kişi gittik. Arkadaş operasyon var yarın görüşelim dedi, gitti ama bir daha gelmedi. Yurtdışından gelmişti benimle birlikte gelen... Terk etti, gelmedi. Biz devam ettik. Diyarbakır, Urfa çalışmasına başladık. Ali Haydar geldi. Siverek’e gittik. İki gerilla bölgesi faaliyeti oluşturmaya başladık. Karacadağ bölgesinde biri, birisi Lice bölgesinde. Sayıları 10-12 kişilik gruplar. Şanssızlığımız


44. Bu olay kaza olarak anlatıldı. Halil İbrahim, Orhan Bakır’ın kaçırılması olayında da rolü olan bir yoldaşımızdı. Hazırlıklar kapsamında bölgeye gelen ilk arkadaştı. Siverekli Medet Özbalcı’nın elindeki silahın kazayla ateş alması sonucu hayatını kaybetti. Medet’e sonradan, Diyarbakır Cezaevi’nde tüberküloz tedavisi sırasında hastanede birlikte yattık. Yanımda vefat etti. Medet biraz disiplin sorunluydu. Konuşurdu. Bu da bir bilgi. Bu bir de kaza öncesi grup içinde seri bir tartışma yaşandığı bilgisi, kafamın bir tarafında belirsiz bir kuşkudan dolaşmasına yol açtı. Ancak grup içinde bulunan Mehmet Emin Tüyüz, yakın tanık olarak olayın bir kaza olduğuna beni temin etti.

 

 İbrahim Ünal (Sayfa 368 - Metnin Sonu)

önceden bir hazırlık yoktu... Peş peşe operasyonlar yemeye başladık. İki ayda 30 civarında operasyon yedik. Köylüler abartıyor ve bir kamyon gerilla gelmiş diye yayıyorlar. Bağla­rımız zayıf insanlarla. Depolarımız filan yok. Sıkıntıya düş­meye başladık. Operasyonların birinde Haydar Aslan’la İhsan Parçacı’yı kaybettik. Hazro’da çatışma oldu, Serdar Can yaralı yakalandı. Gerilla grubunun barınma imkânı kalmadığı için şehre indik. Konferans oldu o sırada. Bölge insanı da bizi çok kendinden görmüyordu. Bu talebelere yazıktır diye bakıyordu. Politikamızdan kaynaklanan sıkıntılar vardı. (...) PKK da büyük darbe almıştı. Bizden halka zarar veren yakalanmalar da yok. Halk nezdinde bunlar sağlamdır gibi bir izlenim vardı ama bu yetmiyordu. O insanların sorunlarıyla bizim sorunlarımız tam örtüşmediği için sempatiyle bakmalarına rağmen katılım yoktu. Mehmet Özgül var, Hüseyin Yağmur var. Ben varım, Ali Sarıbal bizden önce yakalanmıştı. 2. konferans sonrası dönemde. Öncesinde Şener Şahin de vardı. 7 Eylül 1981’de Diyarbakır merkezde tesadüfen yakalandım. Benden sonra da Mehmet Özgül yakalanmış. Bu, bölgedeki örgütlenmenin çöküşü oldu.”

 

4 Ekim 2025 Cumartesi

SENTEZ | Komprador Kapitalizmin Emperyalist Sermaye Bağımlılığı

"Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayeye bağımlılığı beraberinde ekonominin çarklarının dönmesi için emperyalist sermayeden borçlanmayı da beraberinde getirmektedir."

30 Eylül 2025

Türk burjuvazisinin ve onların sözcüsü AKP hükümetlerinin 21. yy’ın ilk çeyreğinde en büyük propagandası, Türkiye ekonomisinin büyümesi olmuştur. Ne var ki, bu ekonomik büyümenin emperyalist mali sermayeye bağımlı, yarı-sömürge bir ekonominin büyümesi olduğu ve dahası Türkiye pazarının bu büyümesinde emperyalist sermayenin, özellikle de tefecilik yoluyla kârına kâr katan emperyalist mali sermayenin rolünün belirleyici olduğu dikkate alınmalıdır.

Nasıl ki, Türkiye halkı açısından var olan ekonomik büyüme “yoksullaştıran bir büyümeyse”, bu büyümede aslan payını emperyalist sermaye almakta, küçük bir parça da “hizmetleri karşılığı”nda Türk burjuvazisine bırakılmaktadır.

Türkiye pazarına giren “dış sermaye”, dalgalı bir izlemiştir. Bu dalgalı seyrin nedeni, uluslararası alanda, emperyalist sermayenin içinde bulunduğu durumdur. 2000’li yıllar sonrasında, AKP’nin tek başına hükümet olmasıyla Türkiye pazarında IMF politikalarını tavizsiz uygulaması, emperyalist sermayeye sunulan yüksek faiz oranları ve özelleştirmelere hız verilmesi gibi etkenler, emperyalist sermayeyi Türkiye pazarına çekmekte etkili oldu. 2006’da net toplam dış sermaye girişlerinin GSYH’ye oranı yüzde 11.3’e ulaşarak rekor kırdı. 2008’de ABD’de başlayan “konut krizi”nin uluslararası finans krizine evrilmesiyle, yarı-sömürge pazarlara sermaye girişlerinin yavaşlaması Türkiye’yi de etkiledi.

Türkiye pazarına dış sermaye girişleri neredeyse durdu; 2009’da net toplam dış sermaye girişleri 5.8 milyar dolarla sınırlı kaldı. Kapitalizmin “krizi aşmak” adı altında devreye soktuğu “parasal genişleme politikası” beraberinde Türkiye gibi yarı-sömürge pazarlara sermaye girişini yeniden artırmıştır. Süreç içinde Türkiye pazarına emperyalist sermayenin girişi sürmüştür. Son olarak, 2022 yılında 47.1 milyar dolarlık bir toplam sermaye girişi olmuştur. Bu sermaye girişinin, 13.1 milyar doları, doğrudan sermaye girişi olmakla birlikte aynı yıl içinde 17 milyar dolar dış sermayeye geri ödeme yapılmıştır.

Özellikle dikkat çeken noktalardan birisi, 2022 yılında “net hata ve noksan” olarak belirtilen 25.5 milyar dolarlık sermaye girişidir. Bu rakam, aynı yılın toplam sermaye girişinin yarısıdır. Bu kalemde ifade edilen sermaye girişinin “kaynağı belirsiz olarak” tanımlanması, Türkiye ekonomisinin gelinen aşamada uyuşturucu ticareti başta olmak üzere kaçakçılık, insan ticareti vb. başka “yol ve yöntem”lerle sermaye ihtiyacını karşıladığına işaret etmektedir. Ortadoğu coğrafyasında “petrol şeyhlikleri” ile kurulan bağımlılık ilişkisi de bu kalemde rol oynamış olabilir.

Bu gerçeklerin bize gösterdiği, Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayeye bağımlı olduğu dahası bu bağımlılığın sonucu olarak doğrudan kapitalizmin krizlerinden etkilenen, kırılgan bir ekonomik alt yapıya sahip olmasıdır.

Bu ekonomik alt yapı, emperyalist sermayeden kısa ve uzun vadeli alınan borçlarla birlikte düşünüldüğünde daha da kırılganlaşmakta, Türkiye ekonomisinin büyümesinin gerçekte emperyalist sermayeye bağımlı yarı sömürge pazarın bağımlılığının daha da derinleşmesi anlamına gelmektedir. Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayeye bağımlılığı, AKP hükümetleri dönemiyle sınırlı değildir.

Bu bağımlılık, TC devletinin kuruluşundan itibaren ve son olarak AKP hükümetlerini de kapsayan bir şekilde hakim sınıf temsilcisi partilerin “ekonomik büyüme”, “kalkınma” politikalarıyla açıklanmaktadır.

Bu yaklaşım, Türkiye ekonomisinin kuruluşundan itibaren emperyalist sermayeye bağımlı bir ekonomi olduğunu gözardı etmektedir. Türk burjuvazisi hangi politik söylememe sahip olurlarsa olsun hükümet olan bütün partilerinin (“aktörler değişse de”) görevi emperyalist sermayenin Türkiye pazarında aracılık görevini başarıyla yerine getirmektir. Bu görev ise “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma”, “kalkınma”, “büyüme” olarak propaganda edilir. Bu görev başarıyla yerine getirildiği oranda, bu hizmetin karşılığı olarak temsil edilen kliğin yararına “rant yaratımı ve yandaş şirket ya da parti gruplarına/cemaat kökenlerine rant aktarımı” sağlanır.

Komprador sermayenin aracılık hizmeti karşılığında aldığı payın yanısıra esas olarak sermaye dışa aktarılır. Emperyalist sermayenin 2003-2024 yılları arasında 21 yılda Türkiye’den 118.9 milyar dolar kârı, yurtdışına transfer ettiği dikkate alındığında yaşanan sömürünün boyutları da anlaşılabilir.

Emperyalist sömürü aracı borçlanma

Türkiye ekonomisinin emperyalist sermayeye bağımlılığı beraberinde ekonominin çarklarının dönmesi için emperyalist sermayeden borçlanmayı da beraberinde getirmektedir.

Bu nedenle borçlanma, Türkiye ekonomisi açısından bir istisna değil kuraldır. Bu kural nedeniyledir ki, 21. yy’ın son çeyreğinde Türkiye ekonomisi aşırı borçlu ekonomiler içerisinde yer almaktadır.

Türkiye’nin dış borcu yıllar içinde artış eğilimi göstermiştir. Gelinen aşamada 2022 yılı için Türkiye’nin dış borcunun 459 milyar olduğu ifade edilmektedir. Daha da önemli olan ise son yıllarda alınan dış borcun Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya oranının % 50’nin üzerine çıkmış olmasıdır. Günümüzde Türkiye pazarı açısından borçlandırma emperyalist sermayenin temel sömürü biçimlerinden birini oluşturmaktadır.

Yarı-sömürge ekonomiler açısından borçlandırma, temel sömürü biçimidir. Ancak bunu ifade ederken, bazı sömürge ve yarı-sömürgelerin, -emperyalizm açısından önemine binaen- doğrudan emperyalist sermayenin yatırımlarına (ki bu yatırımlarda emperyalist kapitalist merkezlere nazaran daha ucuz iş gücü, çevre kirliliği, sosyal haklar vb. gibi artı değer sömürüsünü düşüren maliyetler nedeniyle yarı-sömürge pazarlara yönelmenin sonucudur) maruz kaldığını, dahası emperyalizmin dönemsel politikalarının bu doğrudan sermaye yatırım yöntemlerinde etkili olduğunu belirtmek gerekir.

Türkiye açısından dış borçlar ekonomiyi döndüren bir taşıma su işlevi görmektedir. Bu taşıma su kesildiğinde ya da aksadığında, ekonominin çarkları durmakta ve ekonomi krize girmektedir. Kalkınma adı altında alınan bu borçlar, esas olarak borç veren emperyalist sermayenin faiziyle birlikte geri alması ve kâr elde ederek sömürüsünü sürdürmesinin yanında, borç verilen sektöre dair yapılan ek anlaşmalarla, başka emperyalist kuruluşların faaliyeti ve sömürüsü de sağlanmaktadır.

Bunun yanında borçlanma Türkiye pazarında iktidar gücünü elinde tutan hakim sınıfın zenginleşmesi için kullanılmaktadır. Kısacası borçlanmayla emperyalist sermaye, sömürüsünü sürdürmekte, bu hizmeti karşılığında ise Türk burjuvazisi kendi payını almaktadır.

Türkiye ekonomisinin yıllar içinde borçlanma oranlarının artması sadece yarı-sömürge yapının derinleştiği anlamına gelmemektedir. Emperyalist merkezlerden alınan borçların ve hatta bu borçların sadece faizlerinin ödenmesi bile, yarı-sömürge ekonomik yapıya ağır bir yük getirmekte, bütçe planlaması adı altında, faiz ödemeleri için Türkiye emekçi halkının bugünü değil geleceği de ipotek altına alınmaktadır. Özellikle son yıllarda artan borçlanmaya paralel, bütçenin faiz ödeme giderleri de artmıştır.

Aşağıda Türkiye’nin dış borçlarının faiz ödemelerine dair bir şekil aktarılmıştır.

Kaynak: “Türkiye ne kadar faiz ödüyor? 2023’te 100 liralık borcun 48’i faize gidecek”, Euronews21

Şekilden de net olarak görüleceği üzere Türkiye ekonomisi ağır bir dış borç yükünün altında olmasının yanında bu dış borcun faiz yüküyle de karşı karşıyadır. Üstelik faiz giderleri olarak belirtilen rakamlar, son iki yılda (2022-23) neredeyse önceki 16 yılın faiz ödemelerine yakın bir seviyeye ulaşmış durumdadır.

Diğer bir ifadeyle, emperyalist mali sermaye, Türkiye pazarına borçlanma adı altında yaptığı yatırımın karşılığını fazlasıyla almaktadır. Burada emperyalist mali sermayenin tefeci karakteri, net bir biçimde görülmektedir. Türkiye’nin 2002-2017 yılları arasındaki 16 yılda toplam 811 milyar TL faiz ödediği ifade edilmektedir.

Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın duyurduğu resmi tahmin ve programa göre ise 2022 ve 2023 yıllarında 810 milyar TL faiz ödeneceği belirtilmektedir. Bunun anlamı ise Türkiye’nin 2023 yılında neredeyse anapara kadar faiz ödemesidir. Diğer bir ifadeyle Türkiye borç aldığı anapara için 564 milyar lira, faiz için ise 519 milyar lira ödeme planlamıştır.

Böylelikle geri ödenmesi planlanan 100 liranın 52 lirasının anaparaya, 48 lirasının ise faize gideceği ifade edilmektedir. Neredeyse yarı yarıya bir durum söz konusudur. Türkiye ekonomisinin faiz giderleri artma eğilimindedir. Nitekim 2021’de Türkiye’nin faiz gideri 180.9 milyar lira olduğu açıklanırken, Ocak-Eylül aylarını kapsayan 2022’nin ilk 9 ayında bu miktar aşıldığı ve yılın ilk üç çeyreğinde Türkiye’nin toplam 207.1 milyar faiz ödemesi yaptığı belirtilmektedir.

Üstelik emperyalist mali sermayeden borçlanma karşılığında sadece günümüz değil Türkiye’nin geleceği de ipotek altına alınmaktadır. Başta borcun anaparası olmak üzere, borcun faizinin geri ödenmesi için önümüzdeki yılların bütçe planlamasında hedeflenen rakamlar buna işaret etmektedir. Türkiye halkından toplanan vergilerin önemli bir kısmı dış borçların faiz ödemesine ayrılmaktadır. Bu durum emperyalist mali sermayenin Türkiye pazarındaki sömürüsüne işaret ettiği kadar aynı zamanda halktan toplanan dolaylı ve doğrudan vergilerin yüksekliğine de işaret etmektedir.

Emperyalist mali sermayenin borçlanma yoluyla Türkiye pazarında sömürüsünün sadece kısa vadeli değil önümüzdeki yılları da kapsayacak bir şekilde sürdürüldüğü, Orta Vadeli Program (OVP) adı altında faiz ödeme planlarında da görülmektedir.

Türkiye ekonomisinin 2024’te 1 trilyon 254 milyar lira 2025’te 1 trilyon 809.2 milyar, 2026’da da 2 trilyon 294.8 milyar liralık faiz ödemesi öngörülmüştür. Diğer bir ifadeyle üç yılda toplam faiz ödemesi 5 trilyon 358 milyar lira olarak hesaplanmaktadır. Ana paranın değil sadece iç ve dış borcun faizinin ödenmesi için toplanan her 100 liranın 20 lirası faize ödenecektir.

Bu yıl (2025) yayımlanan ve TC Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından duyurulan Orta Vadeli Program (2026-2028) belgesinde 2026 yılı için bütçenin faiz harcamaları 2.74 trilyon TL’ye yükseltilmiştir. 2027’de bütçenin faiz harcamasının 3 trilyon lirayı aşması ve 2028’de bütçeden 3 trilyon 346 milyar lira faiz ödemesi yapılması öngörülmektedir. Böylelikle OVP göre bütçenin faiz ödemeleri için Türkiye halkının vergi yükü daha da arta­cak. Üç yıllık dönemde top­lanması öngörülen verginin beşte birinin emperyalist mali sermayeye aktarılacak faiz ödemelerine gideceği anlaşılmaktadır.

Emperyalist sömürü yöntemi eşitsiz ticaret

Kapitalist gelişim sürecinin içinde bulunan bir ülkeye yönelik emperyalist borçlandırma ve böylelikle sermaye birikimini gasp etme siyaseti aynı zamanda eşitsiz ticaretin kaynağını da oluşturmaktadır. Emperyalist sermaye, Türkiye’yle gerçekleştirdiği eşitsiz ticaret sonucunda, Türkiye pazarındaki sermaye birikimine el koymaktadır.

Türkiye’nin 2022 yılında 363.7 milyar dolar olan ithalatına karşılık, aynı yıl ihracatı 254.2 milyar dolardır. 2023 yılında ise ithalatı 361.8 milyar dolarken, ihracatı ise 255.8 milyar dolar olduğu ifade edilmektedir. Bu rakamlar kayda değer bir ticaret açığına işaret etmektedir.

Türkiye ekonomisinin özellikle 2022-23 yılları arasında ticaret açığı 100 milyar doların üzerindedir. Türk Ticaret Bakanlığı’nın açıkladığı verilere göre 2022 yılında 109.5 milyar dolar olan Türkiye’nin dış ticaret açığının, 2023 yılı dış ticaret verilerinde ihracatın 255 milyar 809 milyon dolar, ithalatın ise 361 milyar 847 milyon dolar olarak gerçekleştirildiği ve dış ticaret açığının ise 106 milyar 38 milyon olduğu ifade edilmektedir.

Türkiye ekonomisinin dış ticaret açığı vermesi, ekonominin yarı-sömürge yapısıyla doğrudan ilgilidir. Tıpkı emperyalist doğrudan sermaye yatırımı ve dış borçlanmada olduğu gibi, kapitalist tekellerin emperyalist aşamada bulunduğu günümüzde, yarı-sömürge ülkelerle emperyalist devletler arasında yapılan ticari faaliyette eşdeğer bir değişimin söz konusu olmaması nedeniyle dış ticaret açığı verilmesi kaçınılmazdır.

Eşitsiz ticaret aracılığıyla emperyalist sermaye, yarı-sömürge pazarlarda hakimiyetini ve sömürüsünü sürdürmektedir. Bu sömürü çarkının, Türkiye halkına yansıması ise daha fazla vergi yükü, daha fazla yoksulluk olmaktadır. TC devleti, dış ticarette var olan açığı kapatmak adına bir yandan halktan topladığı doğrudan ve dolaylı vergileri artırmakta diğer yandan yine emperyalist merkezlerden dış borçlanma içine girmektedir. Dış borçlanmanın yüksek olmasının bir nedeni de budur.

Böylelikle yarı-sömürge ülkenin pazarında emperyalist tekellerin ticaret adı altında elde ettiği kârın yanında aynı zamanda ticaret açığını kapatmak adı altında Türkiye işçi sınıfının ve emekçi halkının ürettiği değerlerin talanı sürmektedir.

Emperyalist sermayenin yarı-sömürge Türkiye pazarındaki sömürüsünün bir diğer yöntemi ise hammadde talanı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu ise sadece Türkiye’nin yeraltı ve yer üstü kaynaklarının emperyalist tekeller tarafından yağmalanmasına değil, bu hammadde talanı sonucunda ortaya çıkan koşullardan Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkın doğrudan doğruya etkilenmesine neden olmaktadır.

Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı sadece hammadde talanıyla emperyalist sömürüye muhatap olmamakta, aynı zamanda bu hammadde talanının doğrudan sonucu olarak ortaya çıkan doğa ve çevre tahribatıyla karşı karşıya kalmaktadır.

Bu anlamda bahsini ettiğimiz hususlar ve dahası konusunda AKP iktidarının devasa medya aygıtının iddiaları ve manipülasyonlarının farkında olmalı komprador burjuvaziye yönelik her mücadelenin aynı zamanda emperyalizme karşı da olduğu bilinci ile hareket edilmelidir.

Nitekim önümüzdeki üç yıllık süreci belirleyecek OVP (2026-2028) hedeflerine göre, özellikle esnek çalışmayla ilgili düzenlemeler, güvencesiz çalışmanın daha fazla dayatılması, faiz giderlerinin karşılanması için vergilerin arttırılması, tasarruf adı altında kamu harcamalarının kısılması ve özellikle çocuk işçiliği ve kadın emeği sömürüsünün arttırılması gibi, işçi sınıfı ve emekçi halk açısından koşulların daha da ağırlaşacağı bir döneme işaret etmektedir.

Komprador kapitalizmin emperyalist sermayenin ihtiyaçları temelinde hemen her alanda yürürlüğe soktuğu politikalarla, her gün daha fazla yoksullaşan ve gelecekleri çalınan emekçilerin bu tabloyu değiştirmesinin yolu direnmek ve örgütlenmekten geçmektedir!

 https://ozgurgelecek55.net/sentez-komprador-kapitalizmin-emperyalist-sermaye-bagimliligi

 

2 Ekim 2025 Perşembe

YILMAZ GÜNEY OLAYI- -Tariha Not--iBRAHiM ÜNAL

Yılmaz Güney’in, daha doğrusu Güney dergisi çevresinin bir ara bize katılması söz konusu idi. Sonra bu olmadı. Senin Yılmaz Güney’le irtibatın oldu mu? Bu konu nasıl gelişti?

Yılmaz Güney’le Toptaşı Cezaevi’ndeyken tanıştım. Bu tanışmaya aracılık eden Nihat Behram’dı. Nihat’la hukukumuz 1975’lere gidiyor. O yıllarda Vatan gazetesinde çalışırken tanıştık. O sıralarda Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit adlı Kaypakkaya’nın direniş öyküsünü hazırlıyordu. Savaş Ay’la da o zaman tanıştım. Kişisel dostluğumuz gelişti, devam etti. Nihat’ın aracılığıyla tanıştım Yılmaz Güney’le. O sırada Toptaşı eyleminin örgütlenmesi gündemdeydi.

Yılmaz’ın ziyaretine girmek kolaydı. Bir takım malzemeleri o görüşmelere içeriye gönderiyorduk. Yılmaz’ın ziyaretçisi gibi gidiyordum. Yılmaz da geliyordu ziyaret mahalline. Ona, şu arkadaşı görmek istiyorum diyordum. O da, diyelim Hasan’ı veya Safa’yı çağırıyordu. Ben de gelen arkadaşla konuşuyor, alışverişimi yapıyordum. Onunla tanışıp ziyaretçisi olmam, büyük bir avantaj oldu.

Daha sonra belirli aralıklarla Yılmaz’la görüşmem devam etti. Oradan Sağmalcılar’a hastaneye geldi. Görüşmelerimiz devam ediyordu. Nihat’la zaten devamlı görüşüyordum. Nihat’la zaten samimi bir yakınlığımız oluşmuştu. Zaman içinde siyaseten de yakınlaştık. Tartışmalarımızda Kaypakkaya’nın görüşlerinin kabullenilmesi konusunda epeyce ilerledik.

Nihat, o sıralar Halkın Kurtuluşu çevresinden ayrılmıştı. Süreç içinde siyasi düşünceleri açısından bizi kendisine epeyce yakın bulmaya başladı. Hatta örgütlü çalışmaya da hazırdı diyebilirim. Benim kafamda Yılmaz da vardı, onu kazanmaktı önemliydi. Bu düşüncemi Nihat’a açtım. “Çok iyi olur” dedi. Zaten konuşuyoruz biz Yılmaz’la dedi. Gelişen zaman içerisinde Nihat bana Yılmaz’ın da görüşlerini netleştirdiğini ve bir özeleştiri ile partiye katılmak istediklerini söyledi. Tamam dedim. Yazın dedim. Nasıl yazılacağını biraz konuştuk. Asıl olan siyasettir filan dedik. Bu gelişmeleri de o gün için arkadaşlara ilettim, rapor ettim.

Sonuçta dört-beş sayfalık bir metin hazırlandı. Metnin esası Kaypakkaya’nın görüşlerini, halk savaşını savunuyorlardı. Yılmaz, Kürdistan sömürge diyor. Bizi birkaç komünist hareketten biri olarak görüyorlar. Güven açısından bizi tercih ediyorlar. Güvenlerini ifade ederek, elimizden geleni yaparız, yapacağız, mücadele içinde bunu göstereceğiz türünden ifadelerle biten bir özeleştiri ve iltihak metni hazırladılar. Partiye katılmak istediklerini açıkça söylüyorlardı.

Bu metin alındı. O sırada Yılmaz Güney, İmralı’ya gitmişti, yarı açık cezaevine. Metni götürdük arkadaşlara gönderdik. Partizan’ın çıkacak ilk sayısında yayımlamaya kararlaştırdık. Aradan bir hafta geçti, geceydi Nihat derginin baskıya giremediğini söyledi ve “O özeleştiriyi yayımlamayın” dedi. Yılmaz, düşünmüş. “Düşüncelerimde, görüşlerimde bir değişiklik yok. Güvenim de devam ediyor. Bir harekete angaje olursam bu benim sanatçı olarak beni daraltır” diye düşünüyordu.

Bunun üzerine baskıya konulmasın diye haber gönderdim hemen. Bundan sonra Yılmaz’la görüşmelerim bitti. Aynen Nihat’ın söylediğini ileterek etti, şöyle.


 Güvenimde ve görüşlerimde bir değişiklik yok. Ama ben halka mal olmuş biriyim. Pek çok devrimci çevreyle olumlu ilişkilerim var. Sanatımla devrimci sosyalist yanım bütünleşmiş ve tüm sosyalistlerin, demokratların, devrimcilerin ortak bir değeri olmuşum. Buradan birisini tercih edersem —ki ettim— bunu kamuoyuna deklare edersem, bu beni daraltır.

Belki siyasal anlamda çok önemli değil ama sanatına yansıyabilir. Gereksiz polemiklere de girmek durumunda kalabiliriz. Kısacası, bu düşüncelerimden ve doğrudan bir siyasi harekete angaje olmaktan dolayı böyle bir karar verdim.

Metin (Sayfa 302–303)

Katıldığımı açıklamayı doğru bulmuyorum. Ama Kaypakkaya benim de önderim ve sizler de benim en güvendiğim yoldaşlarımsınız.

Peki, dedim. Israr etmedim. O anda ben de konuşmalarından etkilendiğimi hatırlıyorum. Bizim açımızdan önemli bir prestij olacaktı. Birçok kesimden, kitlelerden sempatisini artıracaktı ama uzun vadede, Yılmaz’ın konumundan baktığımızda söz ettiği olumsuzluklardan da yaşayacaktık. Zaten sonradan bunlara engel de olamadık. TKP/ML’ye iltihak edeceklerini deklare etmelerine ama buna rağmen bu olay zaman zaman diğer siyasi gruplarla polemik konusu oldu. Özeleştiri metninin iltihak bölümünü çıkararak Güney dergisinde yayımlandılar.

Güney dergisi, Yılmaz Güney’in çıkardığı bir sanat dergisiydi. Ortak değerlendirmelerimizin çıktığı sayıdan itibaren, sanat haberlerinin yanında asıl olarak teorik siyasi yayın yapan bir dergi şekline dönüştürdüler. Konsepti değişmiş şekliyle Güney dergisi de siyasi yayınlar arasında yerini aldı. Politikleşmiş Güney dergisini savunduğu görüşlere, revizyonist ve oportünist cepheden saldırılar da başladı. Bu saldırılar Güney’i de aşarak bize saldırıya dönüştü. Bunun üzerine Partizan’ın 4. sayısında bu konu ele alındı. “Partizan’da Güney Dergisi’ne Açık Mektup” başlıklı yazıda, “… Saldırı kampanyasının başlıca kaynakları Halkın Kurtuluşu ve Aydınlık oldu. Bunu parti çizgisine sahip çıktıklarını unutmadan söyleyen ve sımsıkı Marksist Leninist harekete saldıran HL izledi. Bunlara daha başka örnekler de ekleneceği şimdiden söylenebilir” deniyordu. Bu yazının devamında her üç kaynaktan eleştirinin ortak yanının, partimizin esas itibariyle Marksist Leninist mücadele çizgisi görülmesinin olduğunu dikkatle açıklıyordu. Yani Güney dergisi üzerinden partimize saldırıyorlardı.


Sonra nasıl gelişti?

Güney’le bizim ilişkilerimiz devam ederken derginin çevresinde birtakım toplanmaya başladı. Örgütsüz bazı kimseler Güney’le ilişkilendiler. Yayın faaliyetine başladılar ama sanat yönü çevresindekiler ayrı bir örgüt olma konusunda Nihat’ın kafasını karıştırdılar. HL’den ayrılmış bir gruptu. Bunların içinde nitelikli insanlar vardı. Biraz da Nihat’ın bazı öneri ve davranışlarından sezindim bunu. Yılmaz’ın bundan haberi var mı bilmiyordum. Nihat’la konuşmalarımda tamamen yazarı, çizerini, bir yayın etrafında örgüt olmak ve muhtemelen başka bir şeyle anlatmaya çalıştım, kırmadan. O da öyle bir düşüncenin olmadığını ifade etti. Güney’in çevresindeki çocukların niyeti, Nihat üzerinde de etkili oldu diye düşünüyorum. O arada ben Yılmaz’la görüşmelerime devam ediyordum.


Yılmaz’ın bir de kaçırılması konusu var. Bununla ilgili bazı hazırlıklar yapılmıştı. Biz de geçici görüş konusunda ayarlamalarda görevlendirilmiştik. Ben onun için bir süre Viranşehir’de, Ceylanpınar’da kalacak olan geçiş planlamaya çalıştım. Sonra gelmeyeceği bildirildi. Bu nasıl oldu, niye vazgeçildi bundan?

Yılmaz’la görüşmelerimizde onun ısrar etmesini de konuşuyorduk. Bir görüşmemizde, halinden memnun musun, ne yapalım, nasıl yapalım filan diye bir giriş yaptım. Sertçe baktı, “ne demezsin, halimden çok çok memnunum, yer değişelim, biraz da sen mutlu ol” dedi. Kabul ederek seve seve dedim. Mutlaka bir çözüm vardır bu işin, bulalım dedim. Yılmaz, benim kafamda bir çözüm var, zaman gelince söylerim dedi.

Aradan biraz zaman geçti. Haber geldi. Yılmaz çağırıyor. Hazırlığa emişmiş galiba. Dedi ki önümüzdeki yıl benim izin hakkım çıkıyor. Bir bayramda 5 günlük iznini kullanma hakkım var. 1980’in eylül ayına rastlayan bir bayram vardı. Bu izin hakkımı kullanarak Türkiye’den gideceğim. Doğum yerine gitme şartı varmış. “Oradan götürülebilirsin beni Suriye’ye götürün. Oradan da Avrupa’ya geçirin.” Ben de olur, hallederiz dedim. Bu ifradan hiç kimseyle konuşmadan (Nihat bana isimleri de söyleyerek) haberi olmadan dedi. Daha zaman vardı. Ben bunun üzerine dedim: Doğu’ya gideceğim. Uzun süredir Doğu’da işimiz vardı. Bayram geliyordu, ben Doğu’ya gidiyordum.

Yılmaz zor bir durumda. Kolay geçinemediği bir bölgeydi. Bildiklerimden şaşmadı. Tarzından taviz vermezdi. Yerime gelecek arkadaşla sorunu yaşayabileceğini biliyordum. Bunu kendisine de söyledim. Doğu’ya gideceğim, orada görevlendirildiğimi söyledim. Onun için ilişkiyi başka bir arkadaşla sürdürmesini istedim.

Sayfa 304

İbrahim Ünal

düşüreceğimi söyledim. Kabul etmedi, olmaz dedi, arada gelip gitmemi önerdi. Bunun çok zor olacağını, hatta mümkün olmayabileceğini filan söyledim. O ısrarla bu ilişkiyi değiştirmek istemiyordu. Hatta ikna etmek için, arada bir de gelemem oradan Ortadoğu’ya geçeceğim yalanını uydurdum. Kafasında güven bunalımı yaşıyordu. Daha sonraki bir görüşmemizde bunun parti kararı olduğunu, benim elimde olmadığını, mücadelenin gereklerine göre hareket ettiğimizi söyledim. Bunu değiştiremem, anlaman lazım dedim. Bir süre düşündü. Biraz karamsar oldu. Bak dedim, eğer bana güveniyorsan sözlerime de güven. İlişkili olacak yeni arkadaş çok sağlam biri. Hatta benden daha güvenli olduğunu bile söyleyebilirim, tereddütün olmasın dedim. Çok içine sinmedi ama kabul etmek zorunda kaldı. Vedalaştık, sarıldık, ayrıldım. Son görüşün oldu. Benden sonra Süleyman irtibat kurdu. Süleyman’la da Yılmaz’ın zor bir adam olduğunu, titizliğini ve ayrılırken aramızda geçen konuşmaları, da anlattım.

Sonra, bu kaçırılma konusu Güneydoğu’dan kotarılacağı için hazırlıkları yapma konusunu Ali Haydar’la görevlendirdik. O da hazırlıklar konusunda bizi bilgilendiriyordu. Ancak 12 Eylül darbeleriyle birlikte Yılmaz’ın o şekilde kaçırılması şartları da ortadan kalkmış, Darbeden önce ben yakalanmıştım. Sonradan edindiğim bilgiler, 12 Eylül darbesinin ardından Yılmaz’ın Afyon Bolvadin Cezaevine götürüldüğü şeklinde idi. Sanırım bayram izni de ortadan kalkıyor.

Daha önceki görüşmelerimizde ben adam alıp rahatça götürebileceğimizi söylemiştim, İnanıldı. Onu kabul etmedi. Ben buradan çıktığım anda yurtdışına gittim. Bir gün bile bir yerde saklanamam, firardan devletin haberi olduğunda benim yurtdışında olmam gerekir diyordu. Gerçekten de 7 yaşındaki çocukların bile tanıdığı biri. Bir gün bile saklamak zordu. Siverek planını örgütlemek üzere harekete geçtik. Suyu tarifinde FKO ile ilişki kurup Suriyede onlara teslim edeceğiz. Onlar da Yılmaz’ı Avrupa’ya götürecek. Ben yakalandığımda Siverek’ten Suriye’ye güvenli bir geçiş planları ve ilişkileri üzerindeki çalışmalar senin bulunduğun bölgede yapılıyordu. İşin bu yanını senin üstlendiğini bilmiyordum.

Sayfa 305

Tarihe Not

Yurtdışına gittikten sonra ne oldu?

1981’de Süleyman’ın öldüğünü duyduğunda resmini bastırıp Paris’te kendi çevresiyle afişleme yapmış. Yurtdışına gittikten sonra kendi sanatıyla ilgili çalışmalar yapıyor, arkadaşlarla ilişkileri devam etmiş zaten.

Burada bir ekleme yapayım. Erdoğan Sencer, Sürgün Adlı kitabında, Yılmaz Güney’in Cannes’da Süleyman Cihan’ın ölüm haberini aldığını yazıyor. Sanırım ödül aldığı festivalde. Bir arkadaştan aldığı fotoğrafı görüyor ve tanıyor. Sonra bahsettiği afişi işte o fotoğraftan yaptırıyor, 14 bin afiş bastırmış. Festival döneminde Cannes sokaklarının duvarlarında binlerce Süleyman Cihan afişi asılmış.

 

 

30 Eylül 2025 Salı

Tarihe Not-Akılda Kalanlar -1976-1980- İbrahim Ünal


 Kısa sürede çok büyük başarılara imza attığımız, prestiji ve güven açısından belki de partimiz tarihinin tavan yaptığı bu dönem, firarlar, güvenlik konuları ve askeri faaliyetlere benim çok fazla zaman ayırmak zorunda kalmam dolayısıyla parti çalışmalarını denetlemede, sevk idare etmekte, siyasi ve eğitim çalışmalarımızın devamlılığını sağlamada kaçınılmaz olarak aksamalara yol açmıştı. Benim açımdan bu dönem, siyasi ve örgütsel yaşamımın belki de en stresli, en yorucu ve fakat en başarılı süreciydi. 

Ancak bölgemizde yeterince yetişmiş ve büyük fedakârlıkla çalışan kadrolar bulunduğu için, sözü edilen aksamaların zarar verebilecek olumsuz sonuçları asgari düzeyde kalıyordu. Bu yüzden bölgemizdeki gerek asker, gerekse diğer alanlarda yürütülen mücadelenin ve başarıların asıl sahibi de sözünü ettiğim bu kadrolarımız ve aldığımız kararlara uygun hareket eden ve bize güven duyan parti kitlemizdi.

Toptaş Fırarı için somut planlamalar ne zaman başladı?

Zeki’nin yakalanması ve sonuçta ölümünden sonra aradığımız hazırlıkları yeniden gündeme aldık. Eylemi Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliğinden (MLSPB) arkadaşlarla birlikte örgütlüyorduk. Cezaevi baskınının hazırlıkları, onlardan da eyleme katılacak militan sayısına göre yapılıyordu.

Cezaevinden 9 arkadaş çıkarılacaktı. Bunlardan dördü bizim yoldaşımız (Safa Kacmaz, Hasan Aksu, Hüseyin Balkır ve Levent Beşer) geri kalanlar beş kişi (Hasan Şensoy, Fehmi Gökçek, Süleyman Polat, Kerim Mete Sonatlıgan ve Şemsi Özkan) MLSPB’li arkadaşlardı. Cezaevi içinde hazırlıklar tamamlanmıştı. Gerek cezaevinde arkadaşlarımızla görüşmelerde gerekse dışarıya silah vs. iletmede Yılmaz Güney’in çok büyük yardım oldu. O da oradaydı. Yılmaz Güney’le görüşmek için cezaevinin içine girilmiyor, dolayısıyla güvenlik kontrolünden geçilmiyordu. Cezaevinin dışından doğrudan müdürün odasına çıkan, duvara monte edilmiş bir merdiven bulunuyordu. Yılmaz Güney’in ziyaretçileri bu merdivenden, doğrudan müdür odasına çıkıyor ve odanın önündeki geniş bir holde görüşüyordu. Ben de Yılmaz Güney’in özel ziyaretçisi olduğum için bu ayrıcalıktan yeterince yararlandım.

Cezaevine yapılacak baskın gününü belirlemeye çalışırken, çok önemli bir gelişme oldu. Ankara’daki Konferans Örgütleme Komitesi, Toptaş eyleminin ertelenmesi kararını alıyor. Süleyman bu kararı tebliğ ettiğinde, şok oldum, çok öfkelendim. İlk tepkim, Ankara’dakiler kim oluyor, bizim işlerimize ne hakla karışıyorlar oldu. Süleyman’a da kızdım; bu eylemden niye haberdar oldular, hangi hukukla, hangi yetkiyle böyle bir karar dayatıyorlardı vs. 

Tartışmamızda Süleyman komitenin kararını savunarak, merkezileşmenin çok daha önemli olduğunu, tüm bölgeler açısından partinin hayati bir dönemden geçtiğini vs. söyleyerek bu sürece zarar verebilecek, geciktirme, engelleme potansiyeli taşıyan eylem ve etkinliklerden uzak durulması gerektiğinden söz etti. Bunlar, kararı alan komitenin gerekçeleriydi ve bana göre de teorik olarak doğru nedenlerdi. Ne var ki, pratik olarak harcadığımız emek, yaptığımız hazırlık ve en önemlisi eylemin başarılı olma şansının yüksek oluşundan dolayı ertelenmesine bir türlü kafam yatmadı.

Eylemin hazırlıkları hakkında bilgi verdim, başarı şansının yüksekliğinden söz ederek kararın tekrar gözden geçirilmesini talep ettim. Bu karara içerideki arkadaşların ve eylemden haberdar olan kadroların da büyük tepki göstereceklerini biliyordum. Nitekim içerideki yoldaşlar da itiraz ettiler. “Böyle bir kararı yok farz edelim, eylem yapalım” diyorlardı. Hatta Safa işi daha da ileri götürerek, “Gerekirse bayrak açalım, siyasi ilişkilerimiz ve olanaklarımızı devreye sokalım” dedi. 

Safa’nın önerisi, Konferans Örgütleme Komitesine (dolayısıyla diğer bütün bölgelere) bir başkaldırıyı öngörüyor ve yeni bir kopuşun yolunu açıyordu. Kısacası içerideki arkadaşlar, kararı tartışmaya bile gerek görmeden hemen B planları üzerinde kafa yormaya başladılar. Hatta “Bu eylem yapılmazsa bunun hesabı sorulur” (Hasan Aksu) türünden sert tepkiler geliyordu. Ben arkadaşları anlıyordum; çünkü değerlendirmelerinin temelini, önemli ölçüde heyecanları ve örgütlük istekleri oluşturuyordu.

Konferans Örgütleme Komitesi karar tebliğ etmiş ama hazırlıklara devam ediyorsunuz...

Evet. Tartışması da sürüyordu bir yandan. Süleyman tekrar geldi. Konferans Örgütleme Komitesi kararında direniyordu. Süleyman’la aramızda çok sert tartışmalar oldu. Ben Süleyman’a, isteseydin bu kararı değiştirebilirdin dedim. Süleyman bu tespitime çok öfkelendi, “Benim ne düşündüğümü bilmeden suçluyorsun” diye. Bu karara uymayız ve eylemi yaparsak ne olur diye sordum. “Seni partiden atarız” dedi. Şahtan ben yapar mısın dedim. Güldü, “Ben sadece Konferans Örgütleme Komitesinin kararını iletiyorum” dedi ve gitti; sonraki görüşmemiz eylemden sonra oldu.

Bölgede derin bir sessizlik hâkim oldu, nefesler tutulmuştu. Yeni bir talimatla kadro bölgede hiçbir eylem yapmayacaktı. Kitlesel gösterilere falan katılmak da yasaklanmıştı. Zorunlu görüşmeler dışında randevu yapılmayacak, periyodik bireysel görüşmeler ve organ toplantıları ileri tarihlere ertelenecek, geceleri hiçbir şekilde dışarı çıkılmayacaktı. İşin içinde olan yöneticiler ve kadrolar bu durumu anılarına, konferans hazırlıklarıyla ilgili tedbirler olarak anlatacaktı. Benzer tedbirleri almaları için MLSPB’li arkadaşlara da önerdik. Kısacası bölgede, fırtına öncesi dinginlik yaşanıyordu.

10 Aralık günü sabah bütün gazetelerin birinci sayfasında ve manşet olarak, Toptaş Cezaevinin silahlı militanlarca basıldığı, dokuz tutuklunun kaçırıldığı haberleri yer aldı. Gece yarısı, cezaevinin bulunduğu bölge savaş alanı gibiydi. Otomatik silahlar sabaha kadar susmamış; dışarıdan baskın yaparak cezaevine giren militanlar jandarmayı ve gardiyanları rehin alarak tutukluları götürmüşler; böyle bir eylem dünyada ikinci kez yapılıyormuş (diğer sanırım Latin Amerika ülkelerinden birisinde idi. Hürriyet, bu tür eylemlerin tarihçesini de yazıyordu). Tabii bunlar, epeyce abartılmış haberlerdi ama eylem de planlandığı gibi başarıyla sonuçlanmıştı.

Tarihe Not-Akılda Kalanlar -1976-1980- İbrahim Ünal

LiNKE TIKLA VE OKU

https://online.fliphtml5.com/peavd/obui/#p=44

29 Eylül 2025 Pazartesi

ANALİZ | NEPAL: Dünyanın Çatısında Yeni Bir İsyan Dalgası-26 Eylül 2025

"Maoizm başarısız oldu' şeklindeki yorumlar, gerçeğin üstünü örtüyor. Sahada görülen, Maoizm’in değil, Maoist hareketin revizyonist dönüşümünün krizidir."

26 Eylül 2025

Geçtiğimiz hafta Nepal’de “Z Kuşağı İsyanı” (yaş aralığı 13–28 gibi tanımlanan kuşak) olarak kodlanan isyan, en son başbakanın istifa ederek ülkeden kaçması, kimi sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte yapılan görüşmeler sonucu, Nepal’in ilk kadın başyargıcı olan Sushila Karki’nin geçici başbakan olarak göreve başlaması vb. bir dizi gelişme ve tartışmayı tetikleyerek uluslararası kamuoyunda yer edinmeye devam ediyor.

Olayların başına dönersek, isyanın tetikleyicisi, Eylül 2025’in başında hükümetin ani ve geniş kapsamlı bir sosyal medya yasaklaması kararı oldu: Hükümet, yeni kayıt/vergilendirme kurallarına uymadığı gerekçesiyle çok sayıda platforma erişimi engelledi.

Bu karar, yalnızca dijital iletişimi kesmekle kalmadı; gençlerin çevrimiçi varlığını ve geçim/örgütlenme kanallarını doğrudan hedef aldı. Ancak, Gezi İsyanı’nda nasıl tek-esas mesele “üç-beş ağaç” değildiyse, Nepal’de de gençliği sokaklara döken sadece sosyal medya yasağı değildi:

Yıllardır biriken ekonomi-politik kriz (genç işsizliği, yurtdışı havalelere bağımlılık, yaygın yolsuzluk, siyasal kurumlara duyulan güvensizlik) vardı ve bu yasak, bu birikmiş öfkenin kıvılcımı oldu.

Katılımcıların omurgasını “Z Kuşağı” olarak tanımlanan kuşak oluşturdu:

Büyük ölçüde 1997–2012 arası doğmuş, kent merkezli, sosyal medyada ve dijital platformlarda aktif gençler. Hareketin örgütlenme biçimi ise kısmen geleneksel örgütlerden farklıydı: Discord, Instagram ve benzeri kanallar merkezi koordinasyon için kullanıldı; Bazı genç odaklı sivil inisiyatifler sahada öncü isimler olarak öne çıktı.

Bir başka belirleyici özellik de hareketin büyük oranda önderliksiz olmasıydı; yüz binleri bulan sokak katılımlarında resmi bir hiyerarşi yoktu; bunun sonucu olarak eylemler hem spontan hem de çeşitli yönelimlere açık kaldı.

Bu yapısal özellikler hareketi hızlı, esnek ve yayılabilir kıldı.

Nepal’deki Z Kuşağı isyanının, tüm dünyada olduğu gibi, dijital çağda büyümüş, işsizlik, geçim sıkıntısı, nepotizm ve “sözde demokrasi”den bıkmış gençlerin hareketi olduğunu söylemeliyiz. Hareketin tetikleyicisi sosyal medya yasakları veya belirli bir skandal olabilir ama esas sebep, gelecek beklentisinin yitirilişi ve siyasal kurumlara duyulan güvensizliktir.

Bu dalga önderliksiz ve bazen aceleci, spontane eylemlerle kendini gösteriyor; bu karakteriyle hem devrimci potansiyel hem de manipülasyona açık zemini de içinde barındırıyor. Diğer yandan yaşanan çatışmalarda onlarca insan ölmesi, hükümetin düşürülmesi ve kamu binalarının hedef alınması, hareketin ne kadar derin kırılmalar yarattığını ortaya koyuyor.

Protestolara polisin ve daha sonra ordunun saldırısıyla şiddetin düzeyi yükseldi ve egemenler bir kez daha baskı ve şiddetle bir halkı evlerine gönderemeyeceklerini gördü. Polisin saldırısı sonucu çıkan sokak çatışmaları, kamu binalarına yönelik kundaklama ve şiddetli çatışmalar yaşandı.

Resmi ve güvenilir haber akışlarının verdiği sayılar ülke çapında onlarca, daha sonra yüzleri bulan ölümler; binler düzeyinde yaralı; önemli devlet binalarında hasar olduğunu ve parlamento ile bazı yönetim binalarının yakıldığını gösteriyor.

Bangladeş’ten sonra bir başbakan daha ülkeden kaçmak zorunda kaldı

Bunun elbette siyasi sonuçları da olacaktı ve oldu da; hükümetin bazı yetkileri askıya alındı; ordu kent merkezlerinde devreye girdi ve geçici bir güç dengesi oluştu. Protestoların hemen ardından sosyal medya yasağı kaldırıldı ve halihazırda ülke günlük hayata kademeli olarak dönmeye çalışıyor.

Hemen her büyük halk hareketinde olduğu gibi burada da “dış müdahale” gecikmedi. Nitekim, hareketin öncülüğünü ele geçiren kesimlerin seçtiği Sushila Karki’nin Hindistan’ın onayından geçmesi ve Dalai Lama’nın kutlamalarına mazhar olması, bu ve benzer kitlesel isyanların önümüzdeki süreçlerde yeniden gündeme geleceğini gösteriyor.

Sokaklar yatışmış da olsa, “gelenin gideni aratacağı” bir süreç yaşanacağına işaret ediyor.

Diğer yandan, ortada geniş bir kitleye dayanan, doğrudan Nepal devletinin ve mevcut hükümetinin içinde bulunduğu yozlaşma, işsizlik, yolsuzluk, nepotizm bataklığına karşı yıkıcı bir öfke mevcuttu ve bu kitlesel öfkenin dış destekle üretilemeyeceği açıktır.

Kısacası tarih, toplumsal patlamaların (ya da kendiliğinden hareketlerin) çok-katmanlı olduğunu gösterir.

Dış aktörler denilen emperyalistler, bazı taktik olanaklar sağlayabilir veya kitleleri provoke etmeye çalışabilir; fakat milyonların sokaklara dökülmesinin ana nedeni kronik ekonomik ve siyasal çürümedir ve kesinlikle meşrudur.

Bu hareket birdenbire ortaya çıkmış olarak görünse de, elbette öncü sarsıntıları mevcuttu. Zira halkın yaşamı ile ülkeyi yönetenlerin yaşamı arasındaki bunca uçurum, kör göze parmak gibi apaçık ortadayken aksi de düşünülemezdi.

Daha Ocak 2004’te Nepal’deki işsizliği protesto eden büyük bir kitle hareketi olmuş, bu eylemlere de polisin saldırısı sonucu iki kişi yaşamını yitirirken yüzlerce kişi de yaralanmış ve tutuklanmıştı. Yine bir önceki yıl gençlik kitleleri “Okul Eğitimi Yasa Tasarısı”na karşı sokağa çıkmış ve yine polis şiddetiyle karşılaşmıştı.

Daha öncesinde de çeşitli öğrenci sendikaları, petrol ürünleri fiyatlarını artırma kararının geri çekilmesi için gösteriler düzenlemişti.

Nitekim, Kiran önderliğindeki Nepal Devrimci Komünist Parti, Z Kuşağı isyanının hemen arefesinde 19 Haziran’da ülkenin en önemli sorunlarından biri olarak yolsuzluğa işaret etmiş ve kırsal kesimleri de dahil ettikleri bir kampanya başlatmıştı.

Bu tespit, Mart ayından bu yana Nepal’in dört önemli noktasında yürütülen “Halkla İlişkileri Geliştirme Kampanyası”nın bir sonucu olarak, kitlelerin talebi doğrultusunda başlatılmıştı. Yani Nepalli Maoistler dipten gelen dalgayı ve bu dalganın temel sinir ucunu doğru bir şekilde analiz ederek hareket etmişlerdi.

Nitekim, isyan başladığında da bu dalganın içinde yer aldılar.

Maoizm’e saldırmanın dayanılmaz cazibesi

Nepal’deki Z Kuşağı isyanını savunan-savunmayan birçok kesim, söze Maoistleri hedefe koyarak başlıyor. Açık söylemek gerekirse, Nepal’de bugün yaşanan her tartışmanın dönüp dolaşıp Maoizm’e bağlanması tesadüf değildir.

Z Kuşağı isyanının ardından burjuva çevreleri, Troçkistler ve her türden sol liberal, gençliğin öfkesini Maoizm’in iflası gibi sunmaya çalışıyor. Oysa bu, en kaba çarpıtmadır. Çünkü Nepal’de “Maoist” adıyla hükümete gelenlerin, halkın hafızasında “ihanet” ile özdeşleşmiş olanların, çoktan Maoizm’le bir bağları kalmamıştır.

Bu gerçeği görmeden “Maoistler hükümetteydi, başarısız oldular” demek, hem tarihe ihanettir hem de bugün gençliğin öfkesini yanlış adrese yönlendirmektir. Bu mesnetsiz ideolojik saldırıyı püskürtmek için MLM’lerin gerçekleri olduğu gibi ortaya koyması elzemdir.

Bilindiği gibi, 1994’te kurulan Nepal Komünist Partisi (Maoist) önderliğinde 1996’dan 2006’ya kadar süren Halk Savaşı, kırsal Nepal’de adım adım iktidarın kurulduğu, halk meclislerinin, özyönetim organlarının hayata geçirildiği on yıllık büyük bir devrimci hamleydi.

Nepal devleti tarihte ilk kez bu kadar geniş alanlarda kontrolünü yitirmiş, kitleler kendi iktidar organlarıyla yönetilmeye başlamıştı. Hindistan ve Çin gibi iki ülkenin arasına sıkışmış bu küçük coğrafyada, dünyanın çatısında kızıl bir bayrak dalgalandırıyordu ve bu bayrağın üzerinde de hiç kuşkusuz Maoizm’in imzası vardı.

Bu başarılı hamle, dünya MLM hareketi için de moral ve motivasyon kaynağıydı kuşkusuz. Ancak 2006’dan itibaren -yani Nepal devriminin en kritik aşamasında- MLM çizgiden sapan NKP(Maoist) önderliği, halkı ve devrimi büyük bir ihanetle başbaşa bırakmıştı.

Kuşkusuz, bu ihanetin ideolojik temeline dair sinyaller birdenbire ortaya çıkmamıştı. Özellikle 2003 yılında gerçekleştirilen Parti MK Plenumu’ndan, “21. yy’da demokrasinin gelişimi üzerine” başlıklı bir rapor geçmiş, revizyonizmin tüm kodları bu raporda yer almıştı.

O raporda, “feodalizme ve dış emperyalist güçlere karşı olan bütün siyasi partiler arasında barışçıl bir rekabet”in mümkün olabileceği iddia edilmekte ve “feodalizme ve dış emperyalist müdahalelere karşı olduğu müddetçe, belli bir anayasal düzende (yani devrim öncesinde de) çok partili rejim varlığını sürdürebileceği” öne sürülmüştü.

Bu tezin anlamını Hindistan Komünist Partisi (Maoist) başta olmak üzere MLM parti ve örgütler şu şekilde açıklamıştı:

“Devrim yoluyla alaşağı etmek yerine hakim sınıf partileriyle barış içinde bir arada yaşamak; göstermelik parlamento seçimlerinde emperyalizmin veya dış gericiliğin yardakçılığını yapan hakim sınıf partileri dahil olmak üzere bütün diğer partilerle barışçıl rekabet; sosyalizmin inşası sürecini objektif olarak belirsiz bir tarihe ertelemek; kitlelerin geri kalmışlığından istifade eden komprador-feodal gerici güçlerin iktidara gelmesinin önünü açmak ve demokrasi ve milliyetçilik adı altında hanedanın ve yabancı gericiliğin veya burjuva ve küçük burjuva güçlerin etkili dönüşünün yolunu açmak, onların, toplumun kazanılmış haklarını gasp etmelerine, toplumu sosyalist yönelimden alıkoyarak kapitalist yola yöneltmelerine neden olmak…”

Yine aynı belgede; uzun süreli halk savaşının ve genel silahlı ayaklanma stratejilerinin kaynaştırılması yani “füzyon teorisi” ortaya atılmış ve devrimi başarıya ulaştırmada çok kritik bir aşamaya getiren Halk Savaşı Stratejisi reddedilmiş, en iyi tarifle de sulandırılmıştı.

Bu ve benzeri sağ oportünist tasfiyeci teoriler de “Prachanda Yolu” olarak tanımlanmıştı. Yani 2001 yılında başlayan MLM çizgiye dair kırılmalar, 2006 yılında artık açık revizyonist bir hatta bürünmüştü.

O zamana kadar yine de bir şekilde yaşama geçirilen devrimci hat, ateşkes görüşmeleri, saray darbesi sonrası yeni ittifak arayışları derken adım adım erozyona uğratıldı. Sonunda 2006’da Prachanda ve Baburam’ın imza attığı “Kapsamlı Barış Anlaşması” ile halk hükümetleri feshedildi, Halk Kurtuluş Ordusu kamplara kapatıldı, devrimci mevziler teslim edildi.

Bu, devrimci stratejinin taktik bir ara durağı değil, kökten terk edilmesiydi.

Prachanda’nın parlamentoya geliş süreci, başbakanlık periyotları ve nihai itibariyle meşruiyet kaybı, kitlelerde büyük bir hayal kırıklığı yarattı; bunun somut siyasal sonuçları 2008’den itibaren görüldü ve ilerleyen yıllarda Prachanda’nın çeşitli koalisyon ve güven oylamalarında yaşadığı sorunlar bunu teyit etti.

Bilinçli yöneltilen çarpıtmaları bir kenara bırakırsak, Nepal halkının öfkesini bugün yönelttiği iktidar, bir dönem devrim adına umut yaratan kadroların zamanla sisteme eklemlenmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Bu süreç, halkın gözünde devrimci bir programın değil, düzen içi çözümlerin hâkim kılındığını gösterdi. Dolayısıyla meydanlarda yankılanan talepler, Maoist devrimin yenilgisine değil; devrim iddiasının revizyonizm tarafından tasfiye edilişine karşı bir tepki-öfke niteliğindedir.

Ve bu tepki-öfke baştan sonra kadar haklıdır, meşrudur.

Gençliğin isyanı, yozlaşmış devlet düzenine, işsizliğe, yolsuzluğa, Hindistan’ın ve diğer emperyalistlerin vesayet ilişkilerine yönelmiştir. Buradan Maoizm’i suçlamak, halkın öfkesini yanlış hedefe çekmekten başka bir işe yaramaz.

Tam tersine, Maoizm’in gösterdiği yol, gençliğin isyanının da çıkışını gösterir. Çünkü o yol kitlelerin kendi iktidarını kurma yoluydu. Revizyonizmin bu yolu yarıda kesip burjuva parlamenter düzene teslim olmasının altından çok sular aktı.

Hatta, Z Kuşağı isyanının yerle bir ettiği hükümette, revizyonist ve artık ABD emperyalizmi ve Hindistan yayılmacılığının bir kuklasından ibaret olan, yolsuzluğa boğazına kadar batmış olan Prachanda bile barınamamış, Temmuz 2024’te ayrılmak zorunda kalmıştı.

Bugün yapılması gereken, Maoizm’in revizyonizmle karıştırılmasına izin vermemektir. Nepal halkı ve isyan eden gençlik, ihanet edenlere değil, gerçek devrimci çizgiye bakmalıdır. Ve dış güçlerin, “Sorosçu kalkışma” gibi suçlamaları da gerçeği değiştirmez:

Evet, emperyalizm gençliğin isyanlarını manipüle etmeye çalışabilir ama isyan eden kitlelerin öfkesi sahicidir, haklıdır. O öfke Nepal devletine, yozlaşmış hükümetlere, revizyonizme karşıdır. Maoizm’e değil.

Tarihsel olarak ise ya bastırılmış veya parlamenter sisteme eklemlenip etkisizleştirilmiş öfkenin organik, genç ve ağırlıklı olarak kent merkezli dışavurumudur.

Dolayısıyla, “Maoizm başarısız oldu” şeklindeki yorumlar, gerçeğin üstünü örtüyor.

Sahada görülen, Maoizm’in değil, Maoist hareketin revizyonist dönüşümünün krizidir. Gençlerin öncülüğünde gelişen bu yeni dalga, Nepal halkının hala devrimci çıkışlara açık olduğunu, ancak geçmişteki uzlaşmalarla kirlenmiş deneyimlerin dışında bir yol aradığını ortaya koyuyor.

Nihayetinde gençliğin başlattığı ve kısa sürede geniş kesimlerin katıldığı bu öfke dalgası, Nepalli emekçilerin devrimci özlemlerinin hala diri olduğunu göstermektedir.

Bu durum, halkın yeniden kendi yolunu aradığını, geçmişteki ihanetlerden ve oyalamalardan bağımsız bir çıkış arayışına yöneldiğini ortaya koymaktadır.

 https://www.yüzçiçekaçsın.de/2025/09/analiz-nepal-dunyann-catsnda-yeni-bir.html

https://ozgurgelecek55.net/analiz-nepal-dunyanin-catisinda-yeni-bir-isyan-dalgasi/?fbclid=IwY2xjawNHfjBleHRuA2FlbQIxMQABHly9WgAXe_KmUgt2ePRxTPjtasKsJakCr8JWwC3fTbfO8sSOc-9pLVQK4aui_aem_6xW4J6FJ81878DSv58qGqw

 

Savunma: TKP/ML- DiYARBAKIR

Esas hakkındaki mütalaya karşı son sözleri sorulan;

Sanık MÜSLÜM ELMA:

Beni bin sefer ölüme mahkum et­ seniz dahi her seferinde daha yüksek sesle haykıracağım; yaşasın Halk Demokrasisi ve sosyalizm mücadelesi, yaşasın TKP/ML ve TİKKO, yaşasın devrimcilerin mücadelesi, başka diyeceğim yok­ tur dedi.

Sanık HASAN HAYRI ASLAN:

İyi, güzel, nazlı ne varsa onların zincire vurulduğu bir ülkede halkının yanında zalimlere ve emperyalistlere karşı karınca kararınca da olsa bir mücadele vermekten şeref duyarım. Biz olmasak da devam edecek olan devrim kervanına selam olsun, başka diyeceğim yoktur dedi.

 Sanık CAFER CANGÖZ:

Bağımsızlık, Demokrasi Sosya­ lizm mücadelesinde şehit düşen yoldaşları, devrimcileri, yurtse­ verleri saygıyla anar, emperyalizm ve yerli gericiliği bu ülkeden kovmak için mücadele veren çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının önderi TKP/ML'ye son güvenimi belirtir, bu uğurda mücadelelerinde başarılar dilerim, başka diyeceğim yoktur dedi.

Sanık İBRAHİM EKİNCİ:

Emperyalizm, gericilik zulüm ve sömürünün çok yakın bir zamanda yok olacağı inancındayım, başka bir diyeceğim yoktur dedi.

  Savunma-TKP -ML-DiYARBAKIR

https://partizanarsiv12.net/wp-content/uploads/2023/08/DIYARBAKIR-SAVUNMA.pdf

27 Eylül 2025 Cumartesi

ÇELİŞME, BAŞ ÇELİŞME, DÜŞMAN VE BAŞDÜŞMAN MESELESİ ÜZERİNE


 Komünist Sayı 1’de, Partimizin dünya ve Türkiye çapında çelişmeler konusundaki görüşleri kısaca ortaya konmuştur. Bu yazı ile, çelişmeler konusundaki görüşlerimize biraz daha açıklık getirmek istiyoruz.

Çelişmeler konusunda açıklık getirebilmek için önce genel anlamda çelişme üzerine Marksist-Leninist öğretiyi özetleyeceğiz; kavramları açıklayacağız. Ardından bugünkü somut durum için çelişmeler sorununa yaklaşacağız.

Çelişme Nedir?

En kısa tanımıyla: Çelişme her eşya (ve süreç) içinde var olan hem birbirinin varlığına ihtiyaç duyan hem de birinin varlığı, diğerinin varlığını reddeden zıt(lar) (karşıtlar) arasındaki ilişkidir.

Mao Zedung Ağustos 1937’de yazdığı “Çelişme Üzerine” adlı yazısında şöyle diyor:

“Şeyler içinde var olan çelişkinin kanunu; ya da (başka bir deyişle-ÇN) Zıtların (Karşıtların) birliği kanunu, materyalist diyalektiğin temel kanunudur. Lenin ‘gerçek anlamda diyalektik, eşyanın bizzat özünde var olan çelişmenin incelenmesidir” der. (*)

Diyalektik materyalistler şeylerin gelişmesinde tayin edici olmanın; şeylerin içinde var olan çelişmeler, yani iç çelişmeler olduğu görüşünü savunurlar. Her şeyin kendi içinde bir dizi zıtlar vardır. Bu zıtlar arasında bir mücadele söz konusudur. İşte bu mücadele sonucu şeyler gelişir ve değişikliğe uğrar. Diyalektik materyalistler, bu gelişme ve değişmeyi, yalnızca (büyüme, küçülme, yer değiştirme, vs. gibi) nicel olarak kavramazlar. Şeyler içindeki zıtların mücadelesi, kendine uygun dış şartları bulduğu; dış şartlar her şeyin içinde var olan zıtların mücadelesini olumlu yönde etkilediği zaman; şeylerde nitel bir, değişmeye yol açar. Eski şey, yerini kendi konumu içinde barındırdığı, nitel olarak kendisinden bütünüyle değişik yeni bir şeye terk eder. Bu yeni şeyde, kendi içinde yeni zıtlar ve zıtların mücadelesini barındırır. Zıtların mücadelesi belli bir aşamaya geldiği; şey içindeki zıtların mücadelesi dış şartlar tarafından nitel, değişme yönünde olumlu etkilendiği zaman, bu yeni (eski) şey; yerini bir şeye terk eder. Ve gelişme böylece sürüp gider.

Şeylerin gelişmesinde tayin edici olanın, şeylerin iç çelişmeleri olduğu gerçeğine tabiattan örnek verelim:

Bir tavuk yumurtası alalım. Bu tavuk yumurtasını, bir kuluçka makinesine koyalım. Bu yumurtayı bir anaç tavuğun vücut ısısına uygun bir ısı ve rutubette tutalım. Yumurtaların anaç tavuğun yaptığı gibi arada bir döndürelim. 21 gün sonra bir civcivin yumurtayı kırıp, çıktığını görürüz. Burada kuluçka makinesinde yarattığımız şartlar dış şartlardır. Bu dış şartlar, yumurtanın içinde tohum olarak var olan (yeni) civcivin gelişmesi için uygun şartlardır. Bu şartların sonucunda yumurtanın içinde var olan çelişme (yumurtanın yumurta olarak varlığı ile/yumurtanın içinde tohum olarak var olan ama gelişmesi için uygun şartlara ihtiyaç duyan civciv arasında çelişme/ya da eski (yumurta) ile/yeni (civciv) (arasındaki çelişme) civciv lehine çözümlenmiş; yumurta nitel değişikliğe uğramıştır. Artık eski şey değil, yeni bir şeyin varlığı söz konusudur. Şimdi denebilir ki, eğer dış şartlar uygun olmasa idi, yumurtadan civcivin çıkması imkansız olacaktı. O halde, dış şartlar esas olandır. Gerçekten de yumurtayı kuluçka makinesi yerine mesela buzdolabına koysaydık, ya da ortada bıraksaydık-yıllarca da beklesek, yumurtadan civciv çıkmazdı.

O halde, diyalektik materyalistlerin, iç çelişmelerin gelişmenin, değişmenin tayin edici unsuru olduğu yolundaki tezleri yanlış değil midir? Hayır değildir. Diyalektik materyalistler, gelişmede; değişmede dış şartların etkisini kesinlikle inkar etmezler; ama iç çelişmeleri gelişmenin temeli, yani tayin edici unsuru; dış etkileri ise gelişmenin şartı olarak kabul ederler. Eğer kuluçka makinesine koyduğumuz yumurta içinde sonradan civciv olarak karşımıza çıkan şey tohum olarak olmasa idi; biz yıllarca da beklesek, civciv çıkmazdı. Mesela kuluçka makinesine, tavuk yumurtası dışında herhangi bir şey koyalım (Peynir, Portakal, Tabak, Taş, Altın vs. ne istersek koyalım) Sonra, yumurtadan civciv çıkması için yarattığımız dış şartları aynen yaratalım. 21 gün bekleyelim. Göreceğiz ki, civciv çıkmayacaktır. Bir portakaldan dış etkiler nasıl olursa olsun civciv çıkması imkansızdır.

Ama değişik dış ortamlar eğer uygun ısı ve rutubeti sağlıyorsa ister kuluçka makinesi, isterse anaç tavuk olsun bir tavuk yumurtasından civciv çıkacaktır.

Ama bir tavuk yumurtasından, yani civcivi tohum olarak içinde barındıran bir şeyden etkiler uygun olunca civciv çıkacaktır. Görülüyor ki gelişme ve (nitel) değişmede, tayin edici olan şeyin kendi içindeki çelişmelerdir.

Gelişme ve (nitel) değişmede, tayin edici olanın, iç çelişmeler, yani maddenin (şeyin) kendi içinde var olan zıtlar ve bunların birbiri ile mücadelesi olduğuna tabiattan binlerce örnek verilebilir. Ama bu gerekli değildir.

Yukarıdaki örneklerde şeylerin gelişmesinde bir mesele daha gözümüze çarpmış olması gerekir. O da şudur: Herhangi bir şey, yerini yani bir şeye terk etmeden önce, ya da herhangi bir şey nitelik değiştirmeden önce (Herhangi bir nitelik/yeni bir niteliğe dönüşmeden önce) de birtakım değişiklikler geçirmektedir.

Mesela, kuluçka makinesi içindeki yumurta içinde; tohum olarak var olan civciv, önce yumurtanın sarısı ortasında ufacık bir nokta iken, dış etkenlerin gelişmesini olumlu etkilemesi sonucu büyümeye, zaman içinde civciv şeklini almaya başlar. Gelişmenin belli bir noktası, yumurtanın yumurtalıktan çıktığı, civcive dönüştüğü; nitel değişikliğe uğradığı noktadır. Bu nitel değişiklik, daha önce var olan nicel birikimin sonucu olarak ortaya çıkar.

Nicel birikimlerin nitel değişmelere yol açması bir sıçrama, bir patlama şeklinde olur. Civciv örneğinde bu sıçrama, bir patlama şeklinde olur. Civciv örneğinde bu sıçrama noktasını, civcivin yumurtayı kırıp kendi başına (yumurta ortamından bağımsız) yaşamaya başladığı an olarak tespit edebiliriz. Bu sıçrama şeklinde gerçekleşen nitel değişme, daha karmaşık süreçlerde daha kolaylıkla görülebilir.

Şimdiye kadar söylediklerimizi özetlersek:

Her şey içinde çelişmelerin varlığı söz konusudur.

Şeylerin gelişip değişmesi, şeyler içindeki zıtların mücadelesinden kaynaklanmaktadır.

Şeylerin nitel değişmesinin temeli, şeylerin iç çelişmeleri, değişmenin şartı ise dış etkenlerdir.

Şeylerde nitel değişiklik, nicel bir birikimin sonucunda ortaya çıkmaktadır ve nitel değişiklikler sıçramalar halinde gerçekleşir.

Tüm doğa olayları için geçerli olan bu sonuçlar, toplumsal olaylar ve toplumsal gelişme için de geçerlidir.

Toplumda da aynı doğada olduğu gibi çok çeşitli çelişmeler vardır.

Toplumdaki gelişme ve değişmeler, toplum içinde var olan çok çeşitli zıtların birbirleri ile mücadelesinden kaynaklanmaktadır.

Toplumdaki değişikliğin temeli toplum içindeki çelişmeler, yani toplumun kendi iç çelişmeleridir. Dış etkenler değişmenin şartlarını oluştururlar değişikliğin temeli toplum içindeki çelişmeler, yani toplumun kendi içi çelişmeleridir. Dış etkenler değişmenin şartlarını oluştururlar.

Toplumlarda da nitel değişiklikler (buna devrim diyoruz) nicel birikimler sonucu ortaya çıkar.

“Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumdaki maddi üretim güçleri, var olan üretim ilişkileriyle, (ya da aynı şeyin hukuki ifadesi olan) eskiden içerisinde bulundukları mülkiyet ilişkileriyle çatışır. Bu ilişkiler, üretim güçlerinin gelişme şekilleri olmaktan çıkar, üretim güçlerinin gelişmesini engelleyici zincir haline gelirler. İşte o zaman toplumsal devrim dönemi başlar.” (*) Burada şunu belirtmekte yarar var ki, toplumlardaki nitel değişmeler barış içinde değil; çok çeşitli biçimlere bürünen zorlu sınıf mücadeleleri sonucu ortaya çıkar. Eskinin sürmesinden menfaati olan sınıflar, bugüne dek hiçbir toplumda, yerlerini yeninin temsilcisi olan sınıflara barış içinde terk etmemiştir. Bu anlamda Marks “Şiddet, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir.” der. (*)

Toplumların gelişmesi de toplumların kendi içindeki gelişmelerin sonucu ortaya çıkar dedik. Nedir toplumların gelişmesine damgasını vuran çelişme? Bu çelişme en genel ifadesi ile eski ile yeni arasındaki çelişmedir.

Bu çelişme ekonomik alanda genel bir şekilde iade edilirse; üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişmedir. Eğer üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesini engelliyorsa; bu üretim ilişkileri (hukuki ifadesi: mülkiyet ilişkileri) devrimle değiştirilmek; üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki bir uyum sağlamak zorundadır. Toplumların gelişmesine damgasını vuran çelişme sınıf açısından ifade edilirse; eskiyi temsil eden sınıf ve tabakalarla, yeniyi temsil eden sınıf ve tabakalar arasındaki çelişmedir. İşte her toplumun gelişmesi, bu çelişmelerin iki yönünü teşkil eden zıtların mücadelesi tarafından tayin edilir.

Açıktır ki, birbirinden değişik toplumsal ve ekonomik yapıya sahip olan toplumlarda çelişmeler genel anlamda birbirine benzese de özelde birbirinden ayrılırlar. Çelişmelerin birbirleri ile olan ortak yanlarını bulup çıkarmak ne kadar önemli ise; birbirinden ayrıldıkları noktaları da bulup çıkarmak o kadar önemlidir. Unutulmamalıdır ki, bir toplumu değiştirmede insanlar aktif rol oynarlar ve toplumu değiştirmek isteyen insanların bilinçli mücadelesi, toplumun değişme şartlarından en önemlilerinden biridir. Toplumu değiştirmek isteyenler ise, önce değiştirmek istedikleri toplumu kavramak zorundadırlar. İçinde yaşadıkları toplumdaki çelişmelerin özelliklerini kavramak; mücadelelerini buna göre yürütmek zorundadırlar. Marksizmin özünün ‘somut şartların somut tahlili olduğu bir an bile akıldan çıkarılmamalıdır. Her toplumdaki, her çelişme ayrı ayrı ele alınarak incelenmelidir.

Eski ile yeni arasındaki mücadelenin her topluma somut olarak nasıl yansıdığı; eski ile yeni arasındaki mücadelede, çeşitli zıtların durumu araştırılmalıdır.

Çelişmenin İki Yönü, Çözümü, Ortadan Kalkması

Burada genel anlamda çelişme sorunu üzerinde dururken, ülkemizde oportünistlerin çokça çarpıttığı bir meseleye de kısaca değinmekte yarar görüyoruz. Başta da belirttiğimiz gibi, çelişme şeyler içinde var olan zıtlık demektir.

Zıtlık hem birbirine ihtiyaç duyan hem de birbirinin varlığını reddeden iki yönü ifade eder. Bir başka deyişle, her çelişmenin iki yönü vardır.

Çelişmeyi en genel anlamda ele alırsak eski ile yeni, bir çelişmenin iki yönüdür. Eski ile yeni çatışırlar; bu çatışma içinde yeni, eskiyi yenip, onun yerini alana dek eski, çelişmenin esas yönünü (ya da hakim olan yönünü) teşkil eder. Yeninin eskiyi yenip onun yerini aldığı an ise, yeni, çelişmenin hakim yönü haline gelir.

Yeninin çelişmenin hakim yönü haline geldiği an, şeyin niteliğinin değiştiği an; çelişmenin çözüldüğü andır. Bir çelişmenin çözülmesi, birçok oportünistin iddia ettiği gibi, çelişmenin ortadan kalkması anlamına gelmez. Genel olarak hiçbir çelişmede, bir yan bir anda ortadan kalkmaz. Bir çelişmenin bir yanını ortadan kalkması demek, aslında o çelişmenin tümüyle ortadan kalkması demektir. Bu çok uzun bir süreç gerektirir. Bir çelişmenin çözülmesi, o çelişmedeki tali yönün, esas yön haline gelmesi demektir. Çelişmenin eskiden esas olan yönü, çelişme çözüldükten sonra, çelişmenin tali yönü haline gelir ve uzun bir süre daha varlığını sürdürür.

Örnek olarak, hayat ile ölüm arasındaki çelişmeyi alalım. Hayat ölümün tam tersi olan, varlığı ölümün varlığı ile çelişen; varlığı ölümün varlığını reddeden bir olgudur. Ama yine hayat, ölüm olmadan düşünülemeyecek olan, varlığı ölümü gerektiren bir olgudur. Hayat ancak tam tersi olan ölümle birlikte ele alındığı zaman kavranabilen bir olgudur. Bunların tam tersi ölüm olgusu için geçerlidir. İnsanda hayat/ölüm çelişkisini ele alalım. İnsan yaşadıkça, bu çelişmede çelişmenin hayat yönü hakimdir. Ama bu yönün hakim olması demek, çelişmenin ölüm yönünün hiç olmadığı anlamına gelmemektedir. Hayat, ölümü içinde barındırmakta; insan yaşarken hayat ile ölüm arasında kıyasıya bir mücadele sürmekte, insan deyim yerinde ise yaşarken ölmektedir. İnsan yaşadığı sürece, insan vücudunda sürekli olarak yeni hücreler oluşmakta, bir takım hücreler ise ölmektedir. (Burada meseleyi karmaşıklaştırmamak için, insanın yaşamak için öldürdüğü ve insan içinde hayatlarını bir başka biçimde sürdüren doğadaki diğer çeşitli canlıları; et hayvanları, balıklar, sebze, meyve vs. bir kenara bırakıp, insanı bunlardan soyutlayarak ele alıyoruz) insanın “ihtiyarlaması” zaman içinde, insanlarda ölen hücrelerin artmasından başka bir şey değildir. Hukuki olarak ölüm bugün, ölü beyin hücrelerinin, canlı beyin hücrelerinden fazla hale gelmesi şeklinde ifade edilmektedir. Ölüm, genel olarak alınırsa, vücuttaki ölü hücrelerin sayısının (özellikle de beyindeki ölü hücre sayısının), canlı hücre sayısını geçmesi demektir.

Bir insan öldüğü zaman, bu hayatla ölüm arasındaki çelişmenin, ölüm lehine çözülmüş olması, ya da hayat ile ölüm arasındaki çelişmede ölümün esas yön haline gelmesi demektir. Ölmek demek, ölen canlıda, yaşayan hiçbir hücrenin kalmaması, hayat ile ölüm arasındaki çelişmenin ortadan kalkması demek değildir. İnsan “öldükten” sonra da milyonlarca hücresi yaşamaya devam etmektedir. Bu hücreler şu veya bu şekilde varlıklarını bir süre daha sürdürmektedirler. Ta ki o canlıdan yaşayan tek bir hücre kalmayıncaya dek. Ama o zaman ölümden de bahsedilemez. O zaman hayat-ölüm çelişmesi gerçekten ortadan kalmış olur. Çelişmenin bir yanı kaybolunca diğer yanı da kaybolmak zorundadır.

Kısaca toparlarsak:

Her çelişmede, birbiri ile mücadele içinde bulunan iki yön vardır.

İçinde Bulunulan herhangi bir anda, çelişmenin iki yönünden biri hakim, diğeri tali durumdadır. Hakim olan yön çelişmenin niteliğini belirleyen yöndür.

Herhangi bir çelişmenin çözülmesi demek, o çelişmede daha önce tali durumda olan yönün esas yön; hakim olan yönün tali yön haline gelmesi demektir.

Temel Çelişme Nedir?

Doğada ve toplumda en basit harekettin, en karmaşık harekete kadar tüm hareketler, belli çelişmeler sonucu ortaya çıkarlar.

Bir hareket ne kadar karmaşıksa, o hareket içinde de onca çok çelişme mevcuttur.

Bu çelişmeler arasındaki ilişkileri kavramak da oldukça güçtür.

Toplumsal gelişme, en karmaşık süreçlerden biridir.

Her toplumsal gelişme süreci içinde birbiriyle ile ilişkili, küçüklü büyüklü yüzlerce, binlerce çelişme vardır. Toplumu değiştirmek isteyen devrimcilerin, toplumu kavraması gerektiğini yukarıda belirtmiştik. Toplumu kavrama konusunda yüzlerce, binlerce çelişki içinden, toplumun gelişmesine damgasını vuran çelişmeyi bulup çıkarmak; içinde bulunulan anda çözümü acilen gündemde olan çelişmeleri bulup çıkarmak; bunları diğer çelişmelerden ayırmak; çelişmeler konusunda doğru bir anlayışı, Marksist-Leninist bir yaklaşımı gerektirir.

Temel çelişme meselesi işte bunun için önemlidir. Nedir temel çelişme? Mao Zedung bu konuda şöyle diyor:

“Bir şeyin gelişme sürecindeki temel çelişme ve sürecin bu temel çelişme tarafından belirlenen özü, süreç tamamlanıncaya kadar kaybolmaz; ama uzunca bir süreçte şartlar genellikle her aşamada değişir.” (*)

Yani:

Temel çelişme, bir şeyin gelişme sürecinde var olan ve sürecin niteliğini belirleyen, tüm süreç boyunca varlığını sürdüren; çözümü sürecin tamamlanmasının beraberinde getiren çelişmedir.

Mao Zedung daha sonra bir şeyin gelişme sürecindeki temel çelişme değişmediği halde; gelişmenin çeşitli aşamalar izleyebileceğini, temel çelişmenin, süreç içinde artan bir yoğunluk kazanacağını; temel çelişmenin diğer çelişmeleri de etkileyeceğini; bunların bir bölümünün süreç içinde çözüleceğini; yeni bir takım çelişmelerin ortaya çıkacağını, bunun sonucunda sürecin aşamalı bir süreç olarak görüneceğini belirtiyor. Mao Zedung şu örnekleri veriyor;

“Örneğin, serbest rekabet çağının kapitalizmi emperyalizm aşamasına ulaştığında, temel çelişmeyi oluşturan iki sınıfın, yani proletarya ile burjuvazinin sınıf niteliğinde ya da toplumun kapitalist özünde bir değişme olmadı. Ama bu iki sınıf arasındaki çelişme şiddetlendi, tekelci sermaye ile tekelci olmayan sermaye arasındaki çelişme doğdu, sömürgeci devletler ile sömürgeler arasındaki çelişme şiddetlendi, kapitalist ülkeler arasında onların eşit olmayan gelişmelerinden doğan çelişme özel bir keskinleşme gösterdi ve böylece kapitalizmin özel aşaması, emperyalizm aşaması ortaya çıktı. Leninizm, emperyalizm ve proletarya devrimi çağının Marksizm’idir; çünkü Lenin ve Stalin bu çelişmeleri doğru bir şekilde açıklamışlar ve bu çelişmelerin çözülmesi için proletarya devriminin teori ve taktiklerini doğru bir şekilde ortaya koymuşlardır.

Çin’in 1911 Devrimiyle başlayan burjuva-demokratik devrim sürecini alalım. Bu sürecin de bir takım farklı aşamaları vardır. Özellikle devrimin burjuva önderliğindeki dönemi ile devrimin proletarya önderliğindeki dönemi son derece farklı iki tarihi aşama oluştururlar. Başka bir deyişle, proletarya önderliği devrimin bütün çehresini tepeden tırnağa değiştirmiş, sınıfların yeni bir mevzilenişine yol açmış, köylü devriminde muazzam bir yükseliş yaratmış, emperyalizme ve feodalizme karşı devrime köklü bir nitelik kazandırmış, demokratik devrimden sosyalist devrime geçiş olasılığını yaratmıştır, vb. Devrimin burjuva önderliğinde bulunduğu dönemde bunların hiçbiri mümkün değildi. Gerçi bütün olarak süreçteki temel çelişmenin niteliğinde, yani sürecin anti-emperyalist, anti-feodal, demokratik devrimci niteliğinde ‘ki bunun zıddı sürecin yarı-sömürge ve yarı-feodal niteliğidir) hiçbir değişme olmadı, ama gene de bu süreç yirmi yılı aşkın bir zaman boyunca çeşitli gelişme aşamalarından geçti. Bu süre içinde birçok büyük olay meydana geldi: 1911 Devriminin başarısızlığa uğraması ve Kuzeyli savaş ağaları rejiminin kurulması, birinci milli birleşik cephenin kurulması ve 192-27 devrimi, birleşik cephenin dağılması ve burjuvazinin karşı-devrim safına geçmesi, yeni savaş ağaları arasındaki savaşlar, Toprak devrimi savaşı, ikinci milli birleşik cephenin kurulması ve Japonya’ya Karşı Direnme Savaşı. Bu aşamaların, bazı çelişmelerin şiddetlenmesi (yani Toprak Devrimi Savaşı ve dört kuzeydoğu eyaletinin Japon istilasına uğraması), bazı çelişmelerin kısmen yada geçici olarak çözülmesi (yani Kuzeyli Savaş ağalarının yok edilmesi ve toprak ağalarının topraklarına el koymamız) ve başka bazı çelişmelerin doğması (yani yeni savaş ağaları arasındaki tartışmalar ve güneydeki devrimci üs bölgelerimizi kaybetmemizden sonra toprak ağalarının topraklarını geri almaları) gibi belirli özellikleri vardır.” (*)

Temel çelişme, her toplumda, eski ile yeniyi temsil eden güçler arasındaki çelişmedir. Her toplumda, o toplumun gelişme sürecinin niteliğini belirleyen bir tek temel çelişme vardır. Bu temel çelişme süreç içinde giderek yoğunlaştığı ve temel çelişmenin etkilediği çeşitli irili ufaklı çelişmelerin de süreç içinde kısmen veya bütünüyle çözümlendiği için, her devrimci süreç çeşitli aşamalara ayrılır ve sanki birden fazla temel çelişme varmış gibi görünür. Gerçek durum bu değildir. Sürecin çeşitli aşamalarında, temel çelişme ve onun tarafından tayin edilen sürecin niteliği değişmez. Sürecin son aşamasında, temel çelişme en yoğun bir biçimde ortaya çıkar; bu çelişmenin çözümü ile süreç tamamlanır. Yeni bir süreç başlar.

Baş Çelişme Nedir?

Yukarıda da gördüğümüz gibi, karmaşık bir şeyin gelişme sürecinde çok sayıda çelişme vardır.

Herhangi bir süreç içinde var olan çelişmeler arasında karmaşık ilişkiler vardır. Çelişmeler birbirinden kopuk, birbirinden soyutlanarak ele alınamaz. Bunların her birinin gelişmesi ve çözümü, süreç içindeki diğer çelişmelerin gelişmesini ve çözümünü şu veya bu şekilde etkiler. Her şeyin gelişme süreci içinde, içinde bulunulan anda, çelişmelerden bir tanesi öne çıkar; bu çelişmenin varlığı ve gelişmesi, diğer çelişmelerin varlığı ve gelişmesini tayin eder veya etkiler. İşte bu çelişme baş çelişmedir.

Mao Zedung baş çelişme konusunda şunları söylüyor:

“Karmaşık bir şeyin gelişme sürecinde birçok çelişme vardır. Bunlardan bir tanesinin varlığı ve gelişmesi, öteki çelişmelerin varlığını ve gelişmesini belirler ya da etkiler.

İşte bu daima baş çelişmedir.

Örneğin, kapitalist toplumda birbiriyle çelişen iki güç, yani proletarya ve burjuvazi, baş çelişmeyi oluşturur. Feodal sınıfın kalıntıları ile burjuvazi arasındaki çelişme, köy küçük burjuvazisi ile burjuvazi arasındaki çelişme, proletarya ile köy küçük burjuvazisi arasındaki çelişme, tekelci olmayan kapitalistler ile tekelci kapitalistler arasındaki çelişme, kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişmeler ve emperyalizm ile sömürgeler arasındaki çelişme gibi öteki çelişmeler hep bu baş çelişme tarafından belirlenir ya da etkilenirler.

Çin gibi yarı-sömürge bir ülkede baş çelişme ile tali çelişmeler arasındaki ilişki karmaşık bir görünüm doğurur.

Emperyalizm yarı-sömürge bir ülkeye karşı bir saldırı savaşı başlattığında, bazı hainler dışında ol ülkenin çeşitli sınıfları emperyalizme karış bir milli savaşta geçici olarak birleşebilirler. Böyle bir durumda, emperyalizm ile söz konusu ülke arasındaki çelişme baş çelişme haline gelir (1), buna karşılık o ülkedeki çeşitli sınıflar arasındaki bütün çelişmeler (daha önce baş çelişme olan feodal sistem ile geniş halk kitleleri arasındaki çelişme de dahil) geçici olarak tali ve tabi bir duruma düşerler (2). Çin’de 1840’taki Afyon Savaşında, 1894’teki Çin-Japon savaşında ve 1900’deki Yi Ha Tuan Savaşında böyle olmuştu; bugünkü Çin- Japon Savaşında da durum böyledir.

Ama bir başka durumda, çelişmeler yer değiştirir. Emperyalizm zulmünü savaş yoluyla değil de, daha yumuşak yollarla -Siyasi, iktisadi ve kültürel- sürdürdüğünde, yarı sömürge ülkelerdeki hakim sınıflar halk kitlelerini ortaklaşa ezmek üzere bir ittifak kurarlar. Böyle bir durumda, kitleler genellikle emperyalizm ile feodal sınıfların ittifakına karşı iç savaşa başvururlar; emperyalizm ise genellikle yarı-sömürge ülkelerdeki gericilerin halkı ezmesine yardım etmek için doğrudan eylemde bulunmaktansa, dolaylı yöntemlere başvurur. Bunun sonucunda da iç çelişmeler özellikle şiddetlenir. Çin’de 1911’deki Devrimci Savaşta, 1924-27’daki Devrimci Savaşta ve 1927’den sonraki on yıllık Toprak Devrimi savaşında böyle olmuştur. Yarı-sömürge ülkelerdeki çeşitli gerici hakim gruplar arasındaki savaşlar, yani Çin’deki savaş ağaları arasındaki savaşlar bu sınıflamaya girer.

Bir devrimci iç savaş bizzat emperyalizmin ve onun uşaklarının, yerli gericilerin varlığını tehdit eden bir noktaya ulaştığında, emperyalizm genellikle hakimiyetini koruyabilmek için başka yöntemlere başvurur. Ya devrimci cepheyi içeriden bölmeye çalışır ya da yerli gericilere doğrudan doğruya yardım etmek üzere silahlı kuvvetlerini gönderir. Böyle bir durumda, yabancı emperyalizm ve yerli gericilik açıkça bir kutupta, halk kitleleri de öteki kutupta yer alır ve böylece diğer çelişmelerin gelişmesinin belirleyen ya da etkileyen baş çelişmeyi oluştururlar. Ekim Devriminden sonra çeşitli kapitalist ülkelerin Rus gericilerine yaptıkları yardım, silahlı müdahalenin bir örneğidir. Çan Kay-Şek’in 1927’deki ihaneti ise, devrimci cepheyi bölmenin bir örneğidir.

Ama ne olursa olsun, bir sürecin gelişmesindeki her aşamada önder rolü oynayan sadece tek bir baş çelişmenin bulunduğu kesindir.

Bu nedenle, eğer bir süreçte birkaç çelişme varsa, bunlardan bir tanesi önder ve belirleyici rolü oynayan baş çelişme olarak, diğerleriyse tali ve tabi bir durumda bulunacaktır. Dolayısıyla, içinde iki ya da daha fazla çelişme bulunan karmaşık bir süreci incelerken, bütün çabamız o sürecin baş çelişmesini bulmaya yöneltmemiz gerekir. Bu baş çelişme bir kere kavrandığında, bütün meseleler kolayca çözülebilir. Marks’ın kapitalist toplumu incelerken bize öğrettiği yöntem budur. Aynı şekilde Lenin ve Stalin de emperyalizmi, kapitalizmin genel buhranın ve Sovyet ekonomisini incelerken bize bu yöntemi öğretmişlerdir. Bu yöntemi kavramayan binlerce bilim adamı ve eylem adamı vardır. Bunun soncunda bunlar sisler içinde kaybolur, meselenin özünü kavrayamaz ve elbette o meselenin çelişmelerini çözmenin yolunu bulamazlar.” (*)

Başlıca (ya da en önemli) Çelişmeler:

Eskiden çelişmeler konusunda yalnızca iki kavram kullanıyorduk. Temel çelişme ve baş çelime. Baş çelişme kavramını Mao Zedung’un kullandığı doğru anlamda kullanıyorduk. Ama temel çelişme kavramını doğru kullanmıyorduk.

Temel çelişme kavramını, bir şeyin gelişme süreci içinde baştan sana var olan, ve sürecin niteliğini belirleyen çelişme anlamında değil; süreç içinde var olan en önemli çelişmeler anlamında kullanıyorduk.

Mesela Genel Eleştiri’de ve diğer belgelerimizde; Şafak’ın revizyonist çelişme anlayışlarını eleştirirken, onların temel çelişme kavramı anlayışını biz de kullanıyor; ve gerek dünyada gerekse Türkiye’de 4 tane temel çelişme tespit ediyorduk.

Temel çelişme kavramını bu şekilde kullanmamız yanlıştı.

Bizim temel çelişme dediğimiz çelişmeler; içinde birçok çelişme barındıran herhangi bir karmaşık gelişme sürecindeki en önemli, öne çıkan çelişmelerdi.

Bu çelişmeler için bundan böyle başlıca çelişmeler, ya da en önemli çelişmeler kavramlarını kullanacağız.

Dünya Çapında Çelişmeler Sorunu:

Bugün dünyada çeşitli çelişmeler olmaktadır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde sıcak savaş sürmekte; dünyanın her yanında ezenlerle, ezilenler; sömürenlerle, sömürülenler arasındaki mücadeleler çeşitli görünümlerde sürmektedir. Devletler arası ilişkilerde, çeşitli gruplaşmalar olmakta- bir süre sonra bunlar dağılmakta, yeni gruplaşmalar ortaya çıkmaktadır. Emperyalistler, birbirleri ile devrimleri bastırma konusunda anlaşmakta; dünya hegemonyası konusunda dalaşmaktadırlar. Gelişen bütün olaylar aslında dünyada var olan binlerce çelişmenin yansımasından; zıtların mücadelesinin ve birliğinin yansımasından başka bir şey değildir.

Bugün dünyadaki gelişme, bu gelişmeyi birinci derecede etkileyen, en önemli (başlıca) çelişmeleri ararsak; şu çelişmelerin öne çıktığını görürüz.

Emperyalizm ve sosyal emperyalizm ile ezilen halklar arasında çelişme:

Emperyalizm, bilindiği gibi, dünya hegemonyası peşinde koşar. Emperyalizm tabi eğilimi olan, kârın üst derecesine çıkarma isteği, emperyalist sermayeyi kendi ülkesinin sınırları dışına taşırır. Emperyalizm çağında sermaye ihracı genel bir olgu haline gelir. Emperyalist sermaye çeşitli yollarla (gerektiğinde silah zoru ile) çeşitli ülkelere girer. Bu ülkelerin ekonomisini kendine bağımlı kılar. Ülkede kendine bağımlı komprador tipte bir kapitalizm geliştirir, feodalizmi mümkün olduğunca uzun süre ayakta tutar. Emperyalizm kendine bağımlı hale getirdiği ülkelerin halklarını, uşakları aracılığı ile (gerektiğinde doğrudan doğruya müdahale ederek) iliğine, kemiğine kadar sömürür. Bu ülkelerde, emperyalizm kendi uşakları aracılığı ile, sömürüyü sağlamak için kanlı faşist diktatörlükler kurar. Emperyalizme bağımlı ülkelerde, böylece bu ülke halkları ile emperyalizm (sosyal emperyalizm) arasında büyük bir çelişme ortaya çıkar. Bu çelişme yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, emperyalizmi ve ona uşaklık eden sınıfları tasfiyeye yönelen demokratik hak devrimleri ile çözülmektedir. Bugün dünyanın birçok yerinde, emperyalizme bağımlı ülkelerde halklar ayaklanmakta, emperyalizme ve onların uşaklarına karşı silah elde mücadele etmektedirler. Bu mücadelelerde, emperyalistlerin menfaatleri onların, kendine bağımlı ülkelerdeki uşakları tarafından korunmakta, emperyalistler, bu ülkelerdeki menfaatlerini korumak için, bazen doğrudan müdahalelerde de bulunmaktadır. Bugün dünyanın pek çok ülkesi emperyalizme bağımlı yarı-sömürge statüsündedir. Bu ülkelerin büyük çoğunluğunda komprador kapitalizmi ile feodalizmin iç içe girdiği bir sosyo-ekonomik yapı hüküm sürmektedir. Bu ülkelerde, emperyalizmin, komprador kapitalizmin ve feodalizmin tasfiyesi, halkın önünde esas görev olarak durmaktadır. Emperyalizm (sosyal) emperyalizm ile halklar arasındaki çelişmenin çözümü için verilen mücadeleler, bugün kuşkusuz dünyadaki gelişme sürecini önemli ölçüde etkilemekte, dünyadaki değişikliklere önemli katkılarda bulunmaktadır.

Kapitalist ülkelerde (revizyonistlerin hakim olduğu ülkeler de dahil) proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme:

Bugün kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerde; birbiri ile ölümcül bir mücadele içinde bulunan iki sınıf proletarya ile burjuvazi karşı karşıya bulunmaktadır. Kapitalist ülkelerde, burjuvazinin işçi sınıfının bir bölümüne rüşvet vererek oluşturduğu işçi aristokrasisi ve bürokrasisi aracılığı ile de ayakta tutmaya çalıştığı ‘huzur, sağlam temeller üzerinde durmamakta; her gün sallanmaktadır. Emperyalist sistemin gittikçe derinleşen devri buhranlarının yükü, emperyalist-kapitalist (ve revizyonistlerin hakim olduğu ülkelerde de, emekçilerin, özellikle işçi sınıfının omuzlarına yıkılmakta; işsizlik ve kısa çalışma artmakta; işçi sınıfının yaşama şartları bozulmaktadır. Bunun sonucunda işçi sınıfının kendiliğinden gelişen mücadelesinde önemli bir artış izlemek mümkündür. Emperyalist ülkelerde, ‘devlet’ sendikalarında, sendika ağalarına karşı gelişen muhalefet; işçilerin hoşnutsuzluğunu açıkça göstermektedir. Kuşkusuz, kapitalist ülkelerde, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi, bugün dünyadaki gelişmeler önemli ölçülerde etkileyen bir çelişmedir. (3)

Sosyalist sistemle, emperyalist sistem arasındaki çelişme:

Emperyalizm, Lenin’in belirttiği gibi, can çekişen kapitalizmdir. Çünkü emperyalizm, “kapitalizmin çelişmelerini en uç noktasına, ötesinde devrimin başladığı, en son sınırına kadar geliştirmiştir.” (Stalin)

Emperyalizm çağında, proleter devrimi, artık teorik bir mesele olmaktan çıkıp; çözümü gündemde olan pratik bir mesele haline gelmiştir. 1917 Ekim devrimi bu tespitin doğruluğunu pratikte ispatlamış; ilk defa bir ülkede proleter devrimi ile, emperyalist zincirin halkalarından kopmuştur. Emperyalizm çağı, bu yüzden aynı zamanda proleter devrimleri çağıdır.

Burada iki sistem dünya çapında karşı karşıya gelmektedir. Güçlü görünme, ama gerçekte çürümüş olan ve çöküşe giden, eskinin temsilcisi emperyalist sistem; henüz zayıf olan ve fakat her geçen gün büyüyen, gelişen güçlenen yeninin temsilcisi sosyalist sistem. Sosyalist sistem’in temel taşları, açıktır ki, emperyalist sistemden devrimle kopmuş; proletaryanın diktatörlüğünün hüküm sürdüğü, dünya çapında proleter devrimlerinin kurtarılmış bölgeleri ve üs alanları niteliğinde olan sosyalist devletlerdir. Sosyalist sistem, sosyalist devletlerin yanında bilinçli olarak sosyalizme yönelen güçleri içerir; Açıktır ki, bu iki sistem arasındaki çelişme de bugün dünya çapında gelişmelerde çok önemli bir rol oynamaktadır. Emperyalistler ve uşakları bir yandan bilinçli olarak sosyalizme yönelen güçlere; işçi sınıfının öncü örgütlerine ve gerçek sosyalist devletlere (bugün ASHC’ne) karşı alçakça saldırırken; emperyalistlerin gönüllü yardakçılığını yapan bazı oportünistler, bu çelişmenin olmadığı görüşlerini yayıyorlar.

Emperyalist devlet ve tekellerin (sosyal emperyalistler de dahil) kendi aralarındaki çelişmeler:

Emperyalizmin, dünya hegemonyası için dalaşmayı içerdiğini yukarıda belirtmiştir. Bu dalaşma, açıktır ki, her emperyalistlerin diğer emperyalistler aleyhine yayılma isteğini ve mücadelesini içerir. Emperyalizm çağı, dünyanın emperyalist güçler arasındaki paylaşımının esas olarak kapanmış olduğu çağdır. Bu yüzden, her hegemonya dalaşması, yeniden paylaşımı gerektirir. Geniş çapta bir yeniden paylaşım ise, ancak yeni bir emperyalist savaş ile mümkündür.

Emperyalistlerin, daha fazla sömürme isteklerinden kaynaklanan, emperyalistler arası çelişme de bugün dünyadaki gelişmeyi önemli ölçüde etkileyen çelişmelerden biridir. Ancak, dünyadaki en önemli çelişmelerden biri olarak adlandırdığımız bu çelişme, diğerlerinden nitelik olarak farklı bir çelişmedir. Bu kesinlikle unutulmamalıdır. Bundan önce saydığımız üç çelişmede; çelişmenin bir kutbunda devrim (diğer kutbunda karşı-devrim güçleri bulunmakta idi. Emperyalistlerin kendi arasındaki çelişmede, çelişmenin iki kutbunda da karşı-devrimci güçler bulunmaktadır. Bu şu demektir: proletarya açıktır ki, emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmelerden ve bu çelişmelerden kaynaklanan dalaşmalardan; proleter dünya devrimi lehine yararlanmaya çalışır. Ama bunu yaparken, bu çelişmenin düşmanlardan bir bölümüne karşı; diğer bölümün kuyruğuna takılmaz.

Yukarıda saydığımız dört çelişme, bugün dünyadaki gelişmeleri etkileyen en önemli çelişmeler; dünya çapındaki başlıca çelişmelerdir.

Bu çelişmeler hem birbirinden ayrı hem de birbirine bağlı çelişmelerdir. Bunlar birbirlerinden ayrıdır. Hepsinin çözüm şekli değişiktir. Mesela, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmenin çözümü, sosyalist devrimle olacaktır. Emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişmenin çözümü, emperyalizme ve uşaklarına karşı yönelen demokratik halk devrimleri ile olacaktır. Emperyalistler arası çelişmenin çözümü, emperyalist savaşlarla olacaktır. Emperyalist sistemle, sosyalist sistem arasındaki çelişmenin çözümü, sosyalizm ve sınıfsız toplum hedefine yönelmiş çeşitli-devrimci hareketlerin, emperyalizmi parça parça yıkması, sosyalizmin zaferinin dünya çapında yaygınlaşması, sosyalist sistemin bu çelişmede çelişmenin ana yönü haline gelmesi ile çözülecektir.

Bu çelişmeler, aynı zamanda birbirlerine bağlıdırlar da. Bunların her birinin çözümü, diğerlerinin çözümünü etkiler. Mesela, proletarya-burjuvazi çelişmesinin ifadesi olan, kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelesinin sertleşmesi; emperyalizmi zayıflatır, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki halkların devrim mücadelesinin şartlarını kolaylaştırır; emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki çelişmenin çözümünü ilerletir. Bunun tersi de söz konusudur. Yani emperyalizm ile ezilen halklar arasındaki çelişmenin yansıması olan demokratik halk devrimleri, emperyalizmi zayıflatır. Emperyalist ülkelerde sınıf mücadelesinin gelişmesi için uygun şartlar yaratır. Proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmenin çözümünü hızlandırır. Emperyalist sistemle sosyalist sistem arasındaki çelişmenin bir yansıması olan, sosyalist devletlerin varlığı, buralarda sosyalizmin inşası, yeni bölgelerin devrimlerle emperyalizmin denetiminden çıkması; bir bütün olarak emperyalizmi zayıflatır hem ezilen halkların hem de kapitalist ülkelerdeki proletaryanın mücadele şartlarını kolaylaştırır. Bunun tersi de söz konusudur.

Bütün ülkelerdeki devrim hareketleri, bunlar içinde bulunulan anda ve somut durumda ayrı ayrı hedeflere yönelseler bile; ayrı ayrı aşamalardan geçseler bile, son tahlilde emperyalizmi zayıflatma noktasında birleşirler ve birbirlerini desteklerler. Emperyalistler arası çelişmenin sertleşmesi de, emperyalistlerin dünya çapında devrimci hareketlerin karşısına yekpare bir bütün olarak dikilmesini engeller; proletaryanın düşman içindeki çatlaklardan devrim için yararlanması imkanını doğurur; ve gerek emperyalist ülkelerdeki proletaryanın mücadelesi; gerek ezilen halkların emperyalizme ve uşaklarına karşı mücadelesi, ve gerekse proletaryanın iktidarda olduğu ülkelerde proletaryanın sosyalizmi inşa mücadelesi için uygun şartlar yaratır.

Dünya Çapında Temel Çelişme Hangisidir?

Bu soruya cevap verebilmek için, temel çelişme kavramını nasıl tanımladığımızı hatırlayalım: Temel çelişme, herhangi bir şeyin gelişme süreci içinde (sürecin başından sonuna dek) var olan, sürecin niteliğini belirleyen ve çözümü ile sürecin tamamlanmasına yol açan çelişmedir.

Dünya çapında temel çelişmenin ne olduğunu belirleyebilmemiz için; içinde yaşadığımız çağın özelliklerini, bu çağda eski ile yeniyi belirleyenin ne olduğunu bilmemiz gerekir.

Bugün içinde bulunduğumuz çağ, emperyalizm ve proleter devrimleri çağıdır. Bu çağın niteliğini esas olarak, kokuşan, can çekişen, asalak kapitalizm demek olan emperyalizmin süreç içinde yakılması; yerini yeni bir sisteme, sömürü ve zulmün olmadığı sosyalizme terk etmesi (açıktır ki, bu barış içinde değil, çok çeşitli şekillere bürünen zorlu sınıf mücadeleleri sonucu oluyor.) Sosyalizmin süreç içinde zafere ilerlemesi oluşturmaktadır.

Emperyalizm çağında, kapitalizm dünya çapında yaygınlaşmış; (sosyalist devletler dışında) emperyalist metropoller ve emperyalizme bağımlı yarı-sömürgelerden oluşan bir emperyalist dünya sistemi kurulmuştur. Emperyalist güçlerin bu sistemi kurmaktaki amaçları, karlarına yeni karlar katmak ve bütün dünya halklarını sömürmektir.

Emperyalistler, kendine bağımlı hale getirdikleri ülkelerde, kendi emperyalist ihtiyaçlarına uygun ekonomik ve sosyal bir yapı kurmuşlar; bu ülkelerin bağımsız gelişmesini engellemişlerdir. Emperyalistler girdikleri ülkelerde, bir yandan ülke ekonomisinin bağımsız gelişmesini engellerken, diğer yandan bu ülkelerde kendilerine bağımlı bir kapitalizmi, feodalizme iç içe girmiş komprador tipte bir kapitalizmi geliştirmişlerdir. Komprador tipte de olsa, kapitalizmin gelişmesi, bu ülkelerde işçi sınıfının gelişmesine yol açmış, emperyalizm kendine bağımlı ülkelerde de, emperyalist metropollerde olduğu gibi; kendi mezar kazıcılarını yaratmıştır. Kapitalizmin emperyalizm çağında, bir dünya ekonomisi kurması, her yanda şu veya bu oranda işçi sınıfının ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Emperyalizm, bir dünya ekonomisi kurarak, bütün dünyada işçi sınıfı ve halkları sömürü konusunda birleştirdiği gibi; –isteği dışında olarak—bütün dünyada işçi sınıfının ve emperyalizm tarafından sömürülen ve ezilen halkların sömürüye ve baskıya karşı, emperyalizme karşı mücadelede birleşmesinin şartlarını da oluşturmuştur.

Bugün emperyalizme bağımlı olan, kapitalizmin gelişmediği pek çok ülkede, işçi sınıfı ezilen ve sömürülen nüfusun azınlığını oluşturmaktadır. Ve bu toplumlarda proletarya dışında köy ve şehir küçük burjuvazisi ve milli burjuvazinin sol kesimi, var olan üretim ilişkilerinin değiştirilmesinden yana devrimci bir tavır takınmaktadırlar.

Ancak bu sınıfların devrimciliği, emperyalizme, komprador kapitalizme ve feodalizme karşı olmakla sınırlıdır. Bu sınıflar, sömürülen temeli olan, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete karşı değillerdir; amaçları sömürüyü bir bütün olarak tasfiye etmek değil, sömürünün belli şekillerini tasfiye etmektir. İşçi sınıfı bundan çok daha ileri amaçlara sahiptir. İşçi sınıfının nihai hedefi sınıfsız bir toplum oluşturmaktır. Emperyalizme bağımlı ülkelerde, işçi sınıfı dışındaki devrimci sınıfların son hedef olarak gördükleri, emperyalizmin komprador kapitalizminin ve feodalizmin tasfiyesi, işçi sınıfı için sınıfsız topluma giden yolda yalnızca bir ara aşamadır. Bugünkü dünya şartlarında emperyalist ülkelerdeki burjuvazi, bütünü ile gerici ve devrimin hedefidir. Emperyalizme bağımlı ülkelerde, burjuvazinin devrimci olan kesimi (küçük burjuvazi/milli burjuvazi) ise tutarsızdır. Bunların önderliğinde bir devrimin halkı gerçekten kurtuluşa götürmesi imkansızdır. Emperyalist ülkelerde, devrimin esas gücü olan proletarya; emperyalizme bağımlı ülkelerde de devrime önderlik etmek ve devrimi kesintiye uğratmadan sürdürmek görevi ile karşı karşıyadır. Bugün bütün dünyada, birbirinden değişik çeşitli devrimci akımları esas olarak emperyalizme karşı yönlendiren ve bütün devrimci hareketleri bir hedefte birleştiren sınıf proletaryadır (proletarya bu görevi Komünist Partiler aracılığı ile gerçekleştirir.)

Emperyalizm ve proleter devrimleri çağının merkezindeki sınıf, bu çağda dünya çapında yeniyi temsil eden sınıf enternasyonal işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, uluslararası alanda neden yeniyi gerçekten temsil eden tek sınıftır. Çünkü işçi sınıfı, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetle en ufak bir ilişkisi olmayan, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin bütünüyle kaldırılmasından menfaati olan tek sınıftır. İşçi sınıfı, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırarak; üretimin toplumsal niteliği ile, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet arasındaki çelişmeyi çözecek; her türlü sömürüyü ve sınıfları ortadan kaldıracaktır. İşçi sınıfı bu anlamda sonuna dek devrimci tek sınıftır.

Marks işçi sınıfının bu niteliğini şöyle belirtiyor:

“….Ama bu mücadele şimdi öyle bir aşamaya gelmiştir ki, ezilen ve sömürülen sınıf (proletarya) bütün toplumu sömürü, baskı ve sınıf mücadelesinden kurtarmadıkça, kendini ezen ve sömüren sınıftan (burjuvazi) kurtaramaz.”(*)

Bugün dünyadaki devrimci süreç bir bütün olarak ele alındığında görülür ki; bu süreç aslında tek tek ülkelerde değişik görünümler arz eden çeşitli devrimlerin bir potada erimesi; değişik devrimci süreçlerin bir hedefte, emperyalizmi zayıflatma hedefinde birleşmesinden oluşmaktadır.

Bugün dünya devrimci süreci

-Kapitalist-emperyalist ülkelerde sosyalist devrim mücadelelerinin

-Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki demokratik halk devrimi mücadelelerinin

-Sosyalist ülkelerde, sosyalizmin inşasının derinleştirme mücadelelerinin dünyadaki gelişmenin çarkını, emperyalizmin süreç içinde yıkılması, sosyalizmin süreç içinde zafere ilerlemesi yönünde döndürmektedir.

Bugün dünya çapında, emperyalist sistemin karşısındaki alternatif sosyalizmdir. Her ülkede sosyalist devrim gündemde olmasa da; dünya çapında içinde bulunduğumuz devrimci süreç, dünya çapında sosyalizmi kurmayı; giderek sınıfsız toplumu kurmaya yönelik proleter dünya devrimi sürecidir.

Bu sürecin başından sonuna kadar var olacak olan ve çözümü ile sürecin tamamlanmasına yol açacak olan çelişme, ekonomik alanda emek-sermaye çelişmesidir. Bu çelişme kapitalizmle birlikte ortaya çıktıktan sonra; kapitalizmin hakim olduğu tüm toplamlarda temel çelişme haline geldi. Dünya çapında ise bu çelişme, kapitalizm emperyalizm aşamasına vardığı, bir dünya ekonomisinin kurulduğu; emperyalizmin kapitalizmi tüm dünyada yaygınlaştırdığı dönemde, temel çelişme; yani dünya devriminin gelişme sürecine damgasını vuran sürecin niteliğini belirleyen çelişme haline geldi.

Dünyadaki devrimci süreci ve temel çelişmeyi belirlemede esas olarak iki yanlış yapılmaktadır.

1.       Yanlış, proletaryanın çağın merkezindeki sınıf olduğunu kavramayanlar tarafından yapılmaktadır. Bunlar dünyada (bizim daha önce yaptığımız gibi) temel çelişmeyi belirlemekten kaçınmakta; en önemli 4 çelişmeyi temel çelişme olarak nitelendirmekte; bunlardan birinin (emperyalizme, ezilen halklar—onlar uluslar diyor—arasındaki çelişmenin) önemini abartarak, bunu dünya çapında baş çelişme ilan etmektedirler. Bu yanlışı yapanlar, uzun dönemde sosyalist devrim ve sınıfsız topluma varma hedeflerini gözden kaybetmek zorundadırlar. Nitekim öyle de olmaktadır. Üç dünya teorisinde en açık ifadesini bulan bu yaklaşım, emperyalizme karşı mücadelenin, emperyalistlerin uşakları (ve hatta emperyalistlerin bir bölümü) tarafından verilebileceğinin propagandasını yapmaktadırlar.

2.       Yanlış, proletaryanın çağın merkezinde olduğunu, emek-sermaye çelişmesinin dünya çapında temel çelişme olduğunu doğru bir biçimde vurgularken; bu tespiti mekanik bir biçimde tek tek ülkelere indirgeme yanlışıdır. Bundan ezilen halkların emperyalizme karşı mücadelelerinin öneminin küçümsenmesi yanlışı doğmakta; dünyanın pek çok ülkesinde emek-sermaye çelişmesinin halen ikincil bir rol oynadığı gerçeği göz ardı edilmektedir.

Dünya çapında, temel çelişmenin emek-sermaye çelişmesi olarak tespit edilmesi; dünya çapında içinde bulunulan devrimci sürecin proleter dünya devrimi süreci olduğu anlamına gelir ve tek tek ülkelerde ülkenin sosyo-ekonomik yapısına göre, temel çelişmenin yeniden tespit edilmesinin gerekliliğini ortadan kaldırmaz.

Dünya çapında ekonomik alanda emek-sermaye çelişmesi şeklinde ifade edilen temel çelişme, sınıfsal açıdan proletarya-burjuvazi arasındaki çelişme şeklinde ifade edilebilir. Proletarya ve burjuvazi içinde bulunduğumuz çağın, tipik olan sınıflarıdır. Emperyalizm aşamasına varmış kapitalizmin ürünü olan sınıflardır. Bu çağda, dünya çapında kapitalizm ve emperyalizm öncesi dönemlerden kalmış sınıf ve tabakaların varlığı, çağın esas sınıflarının proletarya ve burjuvazi olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. İçinde bulunduğumuz emperyalizm ve proleter devrimleri çağında, dünya devriminin yıkmaya yöneldiği esas hedef emperyalizmdir. Burjuvazi emperyalizmi ayakta tutan esas unsur; çağımızda eskinin esas temsilcisidir. Proletarya ise, emperyalizmi yıkmaya yönelen sınıflar içinde, emperyalizmin gerçek ürünü olan, yeninin esas temsilcisi olan sınıftır. Bu anlamda, dünya çapındaki temel çelişme olarak, proletarya burjuvazi çelişmesi de adlandırılabilir.

Bunun dışında, dünya çapında temel çelişme emperyalist sistemle/sosyalist sistem arasındaki çelişme şeklinde de adlandırılabilir. Çünkü proleter dünya devriminin yıkmaya yöneldiği hedef emperyalizmdir. Proleter dünya devrimin gerçekleştirmek istediği hedef ise sosyalist sistemdir.

Özetleyelim: İçinde bulunduğumuz çağ, emperyalizm ve proleter devrimleri çağıdır. Bu çağdaki devrimci süreç proleter dünya devrimi sürecidir.

Bu sürecin niteliğini belirleyen temel çelişme emek-sermaye çelişmesidir. Bu çelişmenin sınıfsal planda yansıması proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmedir. Dünya çapında, proleter dünya devrimi sürecinin temel çelişmesi emperyalist sistemle-sosyalist sistem arasındaki çelişme olarak da belirlenebilir.

Dünya Çapında Baş Çelişme Tespit Edilebilir mi?

Bilindiği gibi daha önceleri, dünya çapında baş çelişme tespiti yapıyor; ve “emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişme”nin baş çelişme olduğunun savunuyorduk. (Bkz. Genel Eleştiri) KOMÜNİST, sayı 1’de yayınlanan Konferans Kararları’nda ise, dünya çapında baş çelişme tespiti yapılmasının yanlış olduğu söyleniyor. Neden görüşümüzü değiştirdik? Neden dünya çapında baş çelişme tespiti yapmayı reddediyoruz?

Önce meseleye Marksist-Leninist teori açısından yaklaşalım.

Baş çelişme tanımını yaparken “Karmaşık bir süreç içinde var olan çelişmelerden, varlığı ve gelişmesi ile diğer çelişmelerin varlığı veya gelişmesinin tayin eden veya etkileyen çelişme” baş çelişmedir demiştik.

Mao Zedung’tan baş çelişme üzerine yaptığımız alıntıda; her süreçte, mutlaka bir baş çelişme olduğu; bunun bulup çıkarılmasının ve bu çelişmenin çözümü için tüm güçlerin seferber edilmesinin tayin edici önemde olduğu belirtiliyor.

Peki madem ki, her süreçte mutlaka bir baş çelişme vardır; o halde biz proleter dünya devrimi süreci için bir baş çelişme tayin etmezsek, teorik bir yanlışa düşmüş olmuyor muyuz?

Bunun cevabı hayırdır. Kavranması gereken proleter dünya devrimi sürecinin nasıl bir süreç olduğudur. Yukarıda da değindiğimiz gibi, proleter dünya devrimi süreci çok çeşitli, değişik devrim süreçlerinin, bir hedefe; emperyalizmi yıkma, sosyalizmi kurma hedefine yönelmesi ile ortaya çıkan bir süreçtir. Proleter dünya devrimi süreci, tek tek ülkelerde devrimlerin gerçekleşmesi ile ortaya çıkan ve gelişen bir süreçtir. Proleter dünya devrimi süreci; tek tek ülkelerdeki değişik devrimci süreçlerden ayrı; bu süreçlerden soyutlanarak ele alınabilecek, bu süreçlerden bağımsız olarak var olan bir süreç değildir.

İşte bu yüzden tek tek devrimci süreçler için tespit edilebilecek olan (mutlaka edilmesi gereken) baş çelişme; çok değişik devrimci süreçlerin bir birleşimi olan dünya devrimci süreci için tespit edilemez.

Dünya devrimci süreci için bir baş çelişme tespit etme, dünya devrimci sürecini, tek tek ülkelerdeki devrimci süreçlerden bağımsız olarak ele alma; dünya devrimini bir yada emperyalizm, diğer yanda emperyalizme karşı olan güçlerin dünya çapında bir anda karşı karşıya gelmesi; emperyalizmin bütün dünyada halkların aynı anda ayaklanması ile, bir anda toptan çökeceği; devrimin (sosyalizmin) dünya çapında bir anda toptan zafere ulaşacağı anlayışından kaynaklanır veya gelişmesi içinde bu anlayışa mutlaka götürür.

Dünya çapında baş çelişme tespiti; dünya devrimci sürecinin tek tek ülkelerdeki devrimci süreçlerin bir hedefte birleşmesi ile ortaya çıkan bir süreç olduğunu reddettiği gibi bazı Marksist-Leninistleri, dünyadaki çeşitli ülkelerdeki devrimci süreçler arasındaki karşılıklı ilişkileri de kavramama, bu ilişkileri tek yanlı ele alma; çeşitli devrimci süreçler arasında mekanik bir öncelik-sonralık ilişkisi yaratma sonuçlarına da götürmüştür ve götürecektir.

Bilindiği gibi, baş çelişme tespiti, bir devrimci süreç içindeki çelişmeler arasında, diğer çelişmelerin çözümü ve gelişmesini tayin eden veya etkileyen çelişmeyi bulup çıkarmaktır. Komünistler baş çelişme tespitini, gerçeği bir takım şemalara uydurmak için değil; devrim yapmak için yaparlar. Baş çelişme tespiti akademik bir tespit değildir. Komünistler, bir baş çelişme tespit ettikleri zaman, tüm güçleri ile, öncelikle bu baş çelişme tespit edilen iç çelişmeyi çözmeye yönelirler. Çünkü bilirler ki, baş çelişmenin çözümü yolundaki gelişmeler, diğer çelişmeleri de çözüm yolunda etkileyecektir. Baş çelişmenin çözümü, diğer çelişmelerin gelişmesinde tayin edici bir rol oynamaktadır.

Bunu dünya çapında uyguladığımız zaman ne olur? Dünya çapında bir baş çelişme tayin etmemiz; dünyadaki en önemli (başlıca) 4 çelişmeden birinin baş çelişme olduğu tespitini yapmamış; dünya çapındaki tüm devrimci güçlerin görevinin öncelikle bu çelişmeyi çözmeye yönelmesi demektir. Somut olarak, bizim daha önce yaptığımız; bugün de kendine Marksist-Leninist diyen pek çok oportünist grubun yapmaya devam ettiği gibi “Ezilen halklarla (oportünistler “milletlerle” diyor) emperyalizm arasındaki çelişme dünya çapında baş çelişmedir” tespitini yaparsak; dünyadaki tüm devrimci güçlerin öncelikle bu çelişmeyi çözmeye yönelmesi gerekir. Bütün dünyada Komünist devrimcilerin esas görevi, emperyalizme bağımlı ülkelerdeki anti-emperyalist; anti-feodal devrimler için örgütlenmektir. Böyle bir baş çelişme tespiti yapmak; kapitalist-emperyalist ülkelerdeki devrimi, doğrudan doğruya ve tek yanıl olarak; yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki devrime bağımlı kılmak demektir. Böyle bir baş çelişme tespitinin varacağı mantıki sonuç şudur: ‘Bugün dünya çapında baş çelişme, emperyalizme ezilen halklar arasındaki çelişmedir. Dünya devrimci sürecinin gelişmesi öncelikle bu çelişmenin çözümüne bağlıdır. Emperyalist-kapitalist ülkelerde devrim; yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki devrimlere doğrudan bağlıdır. Buralarda devrim olmadan, emperyalist-kapitalist ülkelerde devrim imkansızdır. O halde, bütün gücümüzle yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerdeki devrim mücadelesini yükseltmeliyiz. Bütün ülkelerdeki devrimciler bu hedefe yönelmelidir.

Eğer, yapılan baş çelişme tespitinden bu mantıki sonuç çıkarılmayıp, ona uygun taktikler geliştirilmiyorsa; baş çelişme tespiti, yalnızca bugün dünyanın hangi bölgelerinde emperyalizme ağır darbeler vurulduğunu belirtmek için yapılıyor; baş çelişme tespitinin mantıki sonuçları kabul edilmiyorsa; o zaman böyle bir tespit yalnızca bir ‘akademik’ tespit olarak kalır. Kafa karıştırmaktan başta bir işe yaramaz.

Yok ama dünya çapında baş çelişme tespiti, mantıki sonuçları ile birlikte savunulup uygulanamayı konuyorsa; o zaman bu tespit, dünya devrimci sürecini tek tek ülkelerdeki devrim süreçlerinden soyutlayarak ele almakta, tek tek ülkelerdeki devrimci süreçler arasındaki karşılıklı etkilemeyi kavramamakta; devrimci süreçler arasındaki ilişkiyi tek yanlı olarak mutlaklaştırarak çeşitli ülkelerdeki değişik devrimci süreçler arasında mekanik bir öncelik-sonralık ilişkisi geliştirmekte; Dünya devrimini, dünya çapında devrimci ve karşı-devrimci güçlerin bir anda karşı karşıya gelmesi; emperyalizmin bir anda toptan çökeceği görüşünden kaynaklanmaktadır. Böyle bir tespit anti-Marksist bir tespittir ve dünya devrimine zarar vermektedir.

Dünya Komünist hareketinin tarihinde son dönemlere gelene dek “dünya çapında bir baş çelişme” tespiti yoktur. Lenin, Stalin ve Komintern döneminde; dünya çapında tespit edilen çelişmeler en önemli çelişmelerdir. (Başlıca çelişmeler) Bu çelişmelerden hiçbiri, diğerlerine göre abartılmakta, her biri somut olarak ele alınıp incelenmekte; aralarındaki karşılıklı bağ belirtilmektedir.

Leninizm’in İlkeleri’nde Stalin bu meseleye şöyle yaklaşmaktadır:

“Lenin, emperyalizme ‘can çekişen kapitalizm’ derdi. Neden? Çünkü emperyalizm, kapitalizmin çelişkilerini son sınırına, ötesinde devrimin başladığı noktaya vardırır da ondan. Bu çelişkiler arasında, en önemli sayılması gereken üç çelişki vardır:

Birinci çelişki; emek ile sermaye arasındaki çelişkidir. Emperyalizm, sanayi ülkelerinde, tekellerin, tröstlerin, konsorsiyumların, bankaların ve mali oligarşinin tam egemenliği demektir. Bu tam egemenliğe karşı savaşımda, işçi sınıfının—sendikalar, kooperatifler, parlamenter partiler ve parlamenter savaşım gibi—alışılagelen yöntemlerin tamamıyla yetersiz olduğu görülmüştür. Ya kendini sermayeye teslim et, eskisi gibi sürün, hatta daha da aşağıya düş; ya da yeni bir silaha sarıl, emperyalizm, proletaryanın sayısız kitleleri önüne, sorunu böyle koyar. Emperyalizm, işçi sınıfını devrime götürür.

İkinci çelişki; hammadde kaynaklarını, başkalarının topraklarını ele geçirmek için savaşım halinde olan çeşitli mali mali gruplar ve emperyalistler devletler arasında çelişkidir, bu kaynakların tekeline sahip çıkmak için grupların ve devletlerin, zorla aldıkları yerlere, kene gibi yapışan eski gruplara ve devletlere karşı kıyasıya yürüttükleri, paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması uğruna savaşımdır. Çeşitli kapitalist gruplar arasındaki bu kıyasıya savamın dikkate değer yanı, emperyalist savaşları, başkalarının topraklarını fethetmek için yapılan savaşları, bu savaşımın kaçınılmaz bir ögesi olarak içermesidir. Bu da emperyalistlerin karşılıklı zayıflamasına, genel olarak kapitalizmin durumunun zayıflamasına, proletarya devrimi saatinin yaklaşmasına, bu devrimin zorunluluğuna neden olması bakımından dikkate değerdir.

Üçüncü çelişki; bir avuç egemen ‘uygar’ ulus ile, dünyanın yüzlerce milyonluk sömürülen ve bağımlı halkları arasındaki çelişkidir. Emperyalizm, geniş sömürgelerin ve bağımlı ülkelerin yüz milyonlarca insanının en utanmazca sömürülmesi, onlara en insanlık-dışı zulüm demektir. Bu sömürünün ve zulmün amacı, daha fazla kar sızdırmaktır. Ama emperyalizm, bu ülkeleri sömürürken, buralarda, demiryolları, fabrikalar ve yapımevleri, sanayi ve ticaret merkezleri kurmak zorundadır. Bu ‘siyaset’in kaçınılmaz sonuçları, bir proletarya sınıfının ortaya çıkması, yerli aydınların yetişmesi, ulusal bilincin uyanması, kurtuluş hareketinin güçlenmesidir. İstisnasız bütün sömürgelerde ve bütün bağımlı ülkelerde devrimci hareketin güçlenmesi, bu gelişmenin belirgin bir kanıtıdır. Sömürgeleri ve bağımlı, ülkeleri, emperyalizmin yedek gücü olmaktan çıkarıp, proletarya devriminin yedek gücü haline getirerek, kapitalizmin mevzilerini temelden yıkmak, proletarya için önemlidir.

Genellikle, eski ‘gelişen’ kapitalizmi, can çekişen kapitalizm haline getiren belli başlı çelişkiler bunlardır.

Bundan on yıl önce patlak veren emperyalist savaşın anlamı, bütün bu çelişkileri tek bir düğüme toplayarak terazinin kefesine koyması, böylelikle proletaryanın devrimci savaşlarını hızlandırması kolaylaştırmasıdır.

Başka bir deyişle, emperyalizm, devrimin kaçınılmazlık haline gelmesi sonucuna varmakla kalmadı, kapitalizmin kalelerine doğrudan doğruya saldırmak için elverişli koşulların yaratılması sonucuna da vardı.” (*)

Görüldüğü gibi, Stalin meseleye gayet somut yaklaşmakta; dünya çapındaki en önemli çelişmeleri, dünya çapında emperyalizmi zayıflatan çeşitli çelişmeleri belirtmek anlamında belirtmekte; bunlar arasında bir öncelik sonralık ilişkisi kurmamakta; karşılıklı ilişkileri vurgulamaktadır.

Stalin’in dünya çapında çelişmeler meselesine bu Marksist-Leninist yaklaşımı; bütün III. Enternasyonal ve Kominform döneminde de sürmektedir. Komintern ve Kominform belgelerinde dünya çapında baş çelişme tespiti yoktur. Çünkü Komintern ve Kominform, proleter dünya devrimi sürecinin, tek tek ülkelerdeki devrimci süreçlerin bir hedefe yönelmesinden oluşan bir süreç olduğu doğru Marksist-Leninist anlayışına sahiptir.

Daha sonra revizyonizmin Sovyetler Birliği’inde hakim olması ile dünya proleter devrimci süreci hakkındaki bu doğru anlayış yavaş yavaş değişikliğe uğramaya başladı. Kruşçef revizyonizminin temel belgesi olan XX. Parti kongresi raporunda; dünya çapında baş çelişme şudur şeklinde somut bir tespit yapılmamasına rağmen; Sovyetler Birliği’nin etrafında kümelenen devletlerden oluşan ‘sosyalist’ kampın ‘dünya devrimci sürecinin’ esas gücü olduğu; artık sosyalizme geçişin sosyalizmle-emperyalizmin dünya çapında sistem olarak barış içinde bir arada yaşaması, yarışması ile barış içinde mümkün olabileceği tezi savunuldu. Önemli olan, sosyalist kampla, emperyalist kamp arasında sürdürülecek olan, sosyalist kampla, emperyalist kamp arasında sürdürülecek olan barış içinde yarış/barış içinde geçiş mücadelesiydi (!). Halklar tavsiye edilen, bu barışı bozmamalarıydı. Kruşçef revizyonistlerinin tespiti, son tahlilde “sosyalist kampla/emperyalist kamp” arasındaki çelişmeyi—adını vermeden—dünya çapında baş çelişme ilan, etme sonucuna varmaktaydı.

Tam dünya komünist partilerinin ve işçi partilerinin katıldığı 1957 ve 1960 Genel toplantılarının resmi belgelerinde de Kruşçef modern revizyonistlerinin bu çelişme anlayışı yansımaktadır.

Bilindiği gibi, Marksist-Leninistler, Kruşçef modern revizyonizmine karşı 1960’ların ortalarına doğru açık bir ideolojik mücadele açtılar. Bu mücadelenin temel belgeleri ÇKP’nin SBK’ye yazdığı “Dünya Komünist Hareketinin Genel hattı hakkında teklif” adlı mektup ÇKP Merkez Komitesinin çeşitli konularda yazdığı 9 yorumdur. Aynı dönemde AEP’’nin yazdığı yazılarda da, ÇKP’ye paralel görüşler savunulmaktaydı. (AEP bugün de bu “Polemik yazılarının” ve 1957, 1960 deklarasyonlarının doğru olduğu görüşünü savunmakta, bu belgelere sahip çıkmaktadır.)

Bu polemik yazılarından 1957-1960 Deklarasyonlarına sahip çıkılmakta, SBKP, bu belgelerdeki çizgiyi çiğnemekle suçlanmaktadır. Çelişmeler konusunda bu deklarasyonlardaki formülasyon aynen kullanılmak; baş çelişme tespiti yapılmamakta, emperyalist kamp ile sosyalist kamp arasındaki çelişme dünyadaki “temel çelişme’ler içinde birinci sırada belirtilmekte ve “bu sıra değiştirilemez” denilmektedir. Bu bölgelerde de tıpkı SBKP XX. Parti Kongre raporunda ve deklarasyonlarda olduğu gibi isim verilmeksizin “emperyalist kamp ile sosyalist kamp arasındaki çelişme”nin dünya çapında baş çeliş olduğu anlayışı kabul edilip, savunulmaktadır.

Bu dönemde dünya Marksist-Leninist hareketi içinde genel eğilim, emperyalist güçler içinde Amerikan emperyalizmini esas hedef olarak almak-Amerikan emperyalizmini tecrit etmek eğilimidir. Amerikan emperyalizmi “bütün dünya halklarının mızrağın sivri ucunu yöneltmesi gereken, halkların en azgın düşmanıdır.”(*) deniliyordu. Hatta bu konuda “Amerikan emperyalizminin denetiminde olan emperyalist ülkelerde de işçi sınıfı öncelikle Amerikan emperyalizmine; ve ama bunun yanında kendi ülkesinin tekelci burjuvazisine karşı mücadele etmelidir.” denecek kadar, ileri gidilmekte; eğilim olarak Amerikan emperyalizmi, bir bütün olarak emperyalizmle eşitlenmektedir. Kruşçef revizyonizmi, Amerikan emperyalizmi ile uzlaştığı noktasından eleştirilmektedir.

Dünya Marksist-Leninist hareketi içinde, dünya çapında baş çelişme tespiti, bildiğimiz kadarı ile ilk defa Lin Biao tarafından “Yaşasın Halk Savaşı’nın Zaferi” adlı yazıda yapılmaktadır. Japon saldırısına karşı direniş savaşının zaferinin 30. yıl dönümü nedeniyle ilk kez 3 Eylül 1965 de ve daha sonra bir çok kez yayınlanan bu yazıda Lin Biao şu görüşleri savunmaktadır.

….. O, (Amerikan emperyalizmi-ÇN) insanlık tarihinin en azgın saldırganı ve bütün dünya halklarının en berbat düşmanıdır. Dünyada hiç bir ülke ve halk, eğer devrim, bağımsızlık ve barış istiyorsa; mücadelesinde mızrağın sivri ucunu Amerikan emperyalizmine yöneltmeden, yapamaz.

Japon emperyalistlerinin bir zamanki siyasete Çin’i kendilerine bağlamak idi; Çin’i köleleştirmek istiyordu. Ama onların bu siyaseti, Çin halkının en geniş cephede birleşmesi ve Japon emperyalizmine karşı direnişe geçmesine imkan hazırladı. Bugün de Amerikan emperyalistleri, dünya hegemonyası kurmak istiyorlar. Böylece dünya halklarının birleştirilebilecek bütün güçleri birleştirmesi ve Amerikan emperyalizmine karşı en geniş cephe ile yoğun bir saldırıya geçmesinin imkanını yaratıyorlar.

İçinde bulunduğumuz dönemde, dünya halkları ile Amerikan emperyalizmi ve uşakları arasında süren ölümcül mücadelede esas mücadele alanı, Asya, Afrika, Latin Amerika’nın geniş alanlarıdır….

Bir yanda Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın devrimci halkları ile diğer yanda başta Amerikan emperyalistleri olmak üzere emperyalizm arasındaki çelişme bugünkü dünyada baş çelişmedir. (abç) Bu çelişmenin gelişmesi bütün dünya halklarının Amerikan emperyalizmi ve uşaklarına karşı mücadelesini ilerletmektedir.” (**)

“İşte bu sebepten Mao Zedung’un kırlık bölgelerde devrimci üs alanları kurma ve şehirleri kırlardan kuşatma şeklindeki teorisi, Asya, Afrika, Latin Amerika halklarının dikkatini çekmektedir.

Dünya çapında meseleye bakıldığında, eğer Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ‘dünyanın şehirleri’ şeklinde adlandırılırsa, Asya, Afrika ve Latin Amerika da ‘dünyanın kırlık bölgeleri’ olarak adlandırılabilir.

….

Belli bir anlamda, bugünkü dünya devrimi şehirlerin kırlık bölgelerden kuşatılması şeklinde bir durumda bulunmaktadır. Bütün dünya devrimi davası son tahlilde dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan, Asya, Afrika, Latin Amerika halklarının devrimci mücadelesine bağlıdır.” (*)

Görüldüğü gibi, dünya çapında baş çelişme tespiti yapan Lin Biao, bu tespiti mantıki sonuçlarını da (kendi içinde) tutarlı olarak savunmakta; ‘dünyanın kırları’ ‘dünyanın şehirleri’ şeklinde bir ikilem kurmakta; emperyalist ülkelerdeki devrimi tek yanlı olarak, yarı-sömürgelerdeki devrimi tek yanlı olarak, yarı-sömürgelerdeki devrimlere tabii kılmaktadır. Lin Biao kimin önderliğinde olursa olsun, silahlı her mücadeleye ‘halk savaşı’ gözü ile bakmakta ve devrimin objektif ve subjektif unsurların bir bütününün ürünü olduğu meselesini kavramamaktadır.

Lin Biao daha sonra bilindiği gibi, içinde yaşadığımız çağın da değiştiği, artık “emperyalizmin toptan çöküşe gittiği, sosyalizmin bütün dünyada topyekün zafere ilerlediği bir çağ” da yaşadığımız; Mao Zedung düşüncesinin bu “yeni çağ’ın” Marksizm-Leninizm’i olduğu tezlerini geliştirdi. (**)

Aslında dünya çapında baş düşman tespiti yapmak ve yeni çağ “emperyalizmin toptan çöküş çağı” tezini savunmak, birbirinin mantıki sonucu olan tezleri savunmaktır.

Bu iki tez de dünya devriminin bir anda olacağı şeklindeki Troçkist görüşten kaynaklanmaktadır.

Bu tezlerin, bütün dünya komünist hareketi içinde büyük bir saygınlığa sahip ÇKP’nin resmi tezleri haline gelmesi, bu tezlerin dünya komünist hareketi içinde çok çabuk ve geniş bir şekilde yayılmasına yol açmış; bu tezler Marksist-Leninist bir eleştiri ve özeleştiri ile de red edilmediği için, Marksist-Leninist harekete çok ağır zarar vermiştir ve hala vermektedir. Bugün bütün oportünistler dünya çapında baş çelişme tespit etme; devrimci süreçler arasında bir öncelik-sonralık ilişkisi kurma konusunda birleşmekte, ama somut olarak baş çelişmeyi tespit etmede ayrılmaktadırlar.

“Üç dünya” teorisyenleri; bugün dünya çapında baş çelişmeyi “iki süper güç (!) (tabi özellikle de daha ‘saldırgan!’ ve daha azgın olan Rus sosyal emperyalizmi) ile iki süper gücün ezdiği ve tehdit ettiği uluslar, halklar, devletler, ülkeler vs.” arasında tespit ediyorlar.

“Üç dünya teorisi”ne ülkemizde güya karşı çıkan HB oportünistleri, ve HY’nin “üç dünya teorisi’ne güya karşı çıkan bölümü de dünya çapında baş çelişme konusunda “başta iki süper güç olmak  üzere emperyalizm ve (sosyal emperyalizm) ile ezilen uluslar ve halklar arasında” olarak tespit ediyorlar. (Bazen iki süper güçle, ezilen uluslar ve halklar arasında da diyorlar)

“Üç dünya”ya karşı çıkma konusunda diğerlerini tutarsız olmakla suçlayan HK ise, bu konuda onlarla aynı şeyleri söylüyor. Tek farkı, AEP’nden olumlu bir şekilde etkilenmesi sonucu, arada bir emek-sermaye çelişmesinin önemini belirtmesi.

Kurtuluş, Devrimci Yol vs. gibi küçük burjuvazinin sol siyasi akımları dünyada baş çelişme tespit etme konusunda açık bir tavır takınmıyorlar. Bunlar hem Kruşçef tipi modern revizyonizmden etkilenip, “Sosyalist kamp ile emperyalist kamp” çelişmesini; (sosyalist kamptan anladıkları kendilerinin revizyonist dediği sosyal emperyalist kamp!) hem de “emperyalizm/ezilen uluslar ve halklar” çelişmesini öne çıkarıyorlar.

Biz komünistler, bu bölümün başında da belirttiğimiz gibi, uzun süre Lin Biao’nun dünya çapında baş çelişme tespitini kullandık. Temel belgelerimizde, açık bir biçimde ‘dünyanın kırları’ ‘dünyanın şehirleri’ tezi savunulmamış olduğu halde, bu anlayış partimiz içinde önemli çapta yaygınlaştı.

Bugün, bizim bu hatamızın, Marksizm-Leninizm’i tam olarak kavramamamızdan; yanılmaz otoriteler arama hastalığından kaynaklandığını tespit ediyoruz.

Dünya çapında çelişmeler konusunda görüşümüz, dünya çapında başlıca çelişmelerin belirtilmesi; bunların arasındaki ilişkilerin doğru bir biçimde ele alınıp incelenmesidir. (4)

Yine dünya çapında, gelişmenin esas yönünü belirlemek için temel çelişme tespiti yapılmalıdır. Yukarıda anlattığımız sebeplerden dünya çapında baş çelişme tespiti yapılmamalı; baş çelişme tespiti, tek tek ülkelerde somut olarak ele alınmalıdır.

Dünyada durum, başlıca çelişmeler ve temel çelişme genel anlamda ortaya konduktan sonra, somut olarak incelenmelidir. Baş çelişme tespiti yapmamak, dünyadaki durumun somut olarak incelenmesini engellemez. Bugünkü somut durumda genel olarak dünyaya bakılırsa, emperyalizme esas darbelerin, emperyalist metropollerde değil, emperyalizme bağımlı ülkelerde vurulduğu görülür. Bugün emperyalizme karşı sıcak savaş, esas olarak, emperyalizmin yarı-sömürgesi durumunda olan ülkelerde verilmektedir.

Ama bu duruma bakıp, bundan “dünya çapında baş çelişme” “Asya, Afrika, Latin Amerika’nın devrimci halkları ile (ya da ezilen halklarla), (başta ‘iki süper güç’ olmak üzere), emperyalizmle sosyal emperyalizm arasındadır” şeklinde bir sonuç çıkarmak yanlıştır. Böyle bir sonuç, yukarıda anlatmaya çalıştığımız bir dizi sakınca yanında; bugün çeşitli ülkelerde süren silahlı mücadeleler arasındaki nitelik farkını görmemizi de engeller. Bugün “emperyalizme” karşı verilen silahlı mücadelelerin önemli bir bölümü, proletaryanın önderliğinde verilmemektedir; bir bölümü doğrudan şu veya bu emperyalist gücün denetiminde gelişmektedir. Bütün bunları aynı kefeye koymak, Marksist-Leninist açıdan kesinlikle yanlıştır.

Biz Marksist-Leninistler, Marksizm-Leninizm’in yaşana özünün, somut durumun somut tahlili olduğunu biliyoruz. Onun içinde mümkün olduğunca genellemelerden kaçınıp (zorunlu olan—durumu anlamayı kolaylaştıran genellemeler—bilimsel genellemeler dışında) her meseleye somut olarak yaklaşırız.

Bu konuda bize Marks, Engels, Lenin, Stalin’in tavrı örnek olmalıdır. Onlar, devrimin önce nerede olacağı sorusuna, meseleleri somut olarak inceleyerek cevap vermişler; emperyalizmin en zayıf halkası konusunda objektif, ve subjektif unsurları incelemişler; ve tek tek ülkeleri adlandırmışlardır. Lin Biao’nun yaptığı gibi “Asya, Afrika, Latin Amerika’nın geniş alanları” vs. gibi genellemelere girmişlerdir. Bizde böyle davranmalı, emperyalist zincirin en zayıf halkasını (veya halkalarını) belirlerken ülkelerdeki durumu tek tek ve somut olarak incelemeliyiz. (Bu konuda bk. Stalin, Leninizm’in İlkeleri Leninizm’in Tarihsel Kökleri, Yöntem, Teori vb. bakılabilir.)

Türkiye’de Çelişmeler Meselesi

Türkiye’de çelişmeler meselesini çözmek için, önce bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu; Türkiye’nin yapısını, bu yapının içindeki güçlerin niteliğini, doğru bir biçimde kavramak gereklidir.

Partimiz, Türkiye’nin yapısı konusunda, ülkemizin yarı-sömürge, yarı-feodal bir yapıya sahip olduğu görüşünü savunmaktadır. Nedir bu yapının özellikleri?

Türkiye yarı-sömürgedir. Türkiye lafta bağımsız, gerçekte ise her yönden emperyalizme bağımlı bir ülkedir. Türkiye ekonomik yönden emperyalizme bağımlıdır. Emperyalizm, Türkiye’ye girmesi ile birlikte, ülke ekonomisini kendine bağımlı hale getirmiş; kendi ihtiyaçlarına uygun bir ekonomik yapı yaratmıştır. Emperyalizme bağımlılık sonucu Türkiye’nin bağımsız gelişmesi engellenmiş; Türkiye geri bir tarım ülkesi olarak kalmıştır. Tarımda feodal ilişkiler geniş çapta varlığını sürdürmektedir. Türkiye yarattığı değerlere oranla dünyanın en borçlu ülkelerinden biri durumundadır. Türkiye’deki sanayii bütünüyle emperyalist devlet ve tekellerin kontrolünde olan bir sanayidir ve esas olarak montaj ve ambalaj sanayii niteliğindedir. Türkiye’de üretim araçları üreten sanayi yok denecek kadar azdır. Var olan ağır sanayii tesisleri, emperyalist sermaye ile ile kurulmuş; emperyalist devlet ve tekellerin denetiminde olan kuruluşlardır. Türkiye mali olarak emperyalist devlet ve tekellere bağlıdır. Türkiye ekonomisi, yabancı emperyalist sermayeye dayalı, o olmadan çökmeye mahkum bir yapıdadır. (Burada komprador burjuvazi ve toprak ağalarının hakim olduğu şartları göz önüne alıyoruz.)

Türkiye askeri yönden emperyalizme bağımlıdır. Türkiye NATO ve CENTO gibi saldırgan askeri paktlar içinde yer almaktadır. Ülke ekonomisinin kaldıramayacağı büyüklükte bir ordu beslemektedir. Bu ordu esas olarak bir iç savaş ordusudur; halkımızın bağımsızlık ve halk demokrasisi mücadelesinin bastırmak, Türk olmayan milliyetlerin milli hareketlerini ezmek amacıyla kurulmuştur. Bu ordu gerektiğinde NATO emrinde diğer halklara da saldıracak şekilde eğitilmektedir. Ordunun bütün araç-gereçleri emperyalist devletler (şimdiye dek özellikle Amerikan emperyalistleri, son dönemde ise Batı Alman emperyalistleri tarafından da) tarafından karşılanmaktadır. Ordu teknik olarak, emir-kumanda zinciri bakımından vs. emperyalizme bağımlıdır.

Türkiye siyasi yönden bağımlıdır. Türkiye, bir devlet olma, bağımlı olduğu emperyalist devletlerden ayrı bir devlet mekanizmasına sahip olma anlamında, siyasi olarak görünüşte bağımsızdır. Gerçekte ise Türkiye’de iktidarlar şimdiye kadar hep emperyalistler tarafından işbaşına getirilmiş veya devrilmiş; Türkiye’nin siyaseti her dönemde emperyalist devlet ve tekeller tarafından tayin edilmiştir. Hükümette olan partinin hangi emperyalistlerin, uşaklığını yaptığı meselesine bağlı olarak, diğer emperyalistlere karşı güya bağımsız bir siyaset izlenmiştir. Ülkemizde komprador burjuvazi ve toprak ağası sınıflarının iktidar şekli olan faşizm her dönemde uygulanmış; her dönemde faşizm emperyalist devlet ve tekellerin menfaatlerini bir bütün olarak savunmuştur.

Türkiye ideolojik ve kültürel yönden bağımlıdır. Türkiye’ye giren emperyalizm ideolojisi ve kültürünü de beraberinde getirmiştir. Emperyalizm Türkiye’de “hürriyet”, “eşitlik”, “kardeşlik” vs. gibi maskeler altında içi çoktan boşaltılmış burjuva demokrasisi maskesi altında faşist ideolojiyi getirmiştir. Her gün yayın organları, haberleşme araçları aracılığı ile beyinleri yıkamaktadır. Emperyalizmin yoz kültürü, emperyalist metropollerde yayılan en yoz modalar, kısa zamanda onun yarı-sömürge haline getirdiği ülkelere de yansımakta; ülkemizde emperyalist yoz kültür, feodal din kültürü ile iç içe, milyonlarca genç beyin zehirlenmektedir.

Ülkemiz bu yarı-sömürgelik durumunun bir ürünü olarak yarı-feodal bir sosyo-ekonomik yapıya sahiptir. Ekonomik alanda, ülkemizdeki üretim ilişkileri emperyalizme bağımlı montaj ve ambalaj sanayi ve ihracat-ithalat üzerine kurulu komprador tipte kapitalizm ile feodalizmin iç içe girdiği bir iktisadi yapı mevcuttur. Bu yapı içinde hakim unsurlar komprador burjuvazi ve toprak ağalarıdır.

Sosyal alanda bu ekonomik yapıya uygun bir yapı söz konusudur. Halk kelimenin tam anlamıyla sefalet içinde yaşarken, bir avuç para babası refah içinde yüzmektedir. Burjuva demokrasisi adına faşizm uygulanmaktadır. Halkın her türlü özgürlüğü geniş çapta kısıtlanmıştır. Üst yapıda feodal kendini alt yapıda olduğundan çok daha açık bir biçimde göstermektedir.

Bu durumda Türkiye halkının önündeki devrim aşaması nedir? Açıktır ki, böyle bir sosyo-ekonomik yapıya sahip olan ülkemizde devrimin önündeki ilk hedef, emperyalizme bağımlılık zincirini kırmak; komprador kapitalizmi ve feodalizmi tasfiye etmek, bağımsız ve halk demokrasinin hüküm sürdüğü Türkiye’yi gerçekleştirmek olmak zorundadır. Bunun gerçekleştirecek olan devrim Demokratik Hak Devrimidir. Demokratik Halk Devrimi önündeki esas hedefler emperyalizm, komprador kapitalizm ve feodalizmdir.

İşte Türkiye’deki temel çelişme de yani Türkiye devriminin içinde bulunduğumuz aşamasındaki gelişme sürecine damgasını vuran, bu çelişmenin niteliğini belirleyen çelişme de budur.

Çelişmenin bir yanında emperyalizm, komprador kapitalizm ve feodalizm vardır. Çelişmenin diğer yanında Türkiye’nin çeşitli milliyetlerinden halkı vardır.

Türkiye’de içinde bulunduğumuz, hedefi emperyalizme bağımlılık zincirini koparmak; komprador kapitalizmi ve feodalizmi tasfiye etmek, bağımsızlık ve halk demokrasisini gerçekleştirmek olan, demokratik halk devrimi aşamasında temel çelişme, emperyalizm, komprador kapitalizm ve feodalizm ile çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı arasındaki çelişmedir.

Ülkemiz, emperyalizm ve onun uşaklığını yapan sınıflar eskinin; çeşitli sınıflardan ve tabakalardan, çeşitli milliyetlerden halk yığınları yeninin temsilcisidirler.

Bazı yoldaşlarımız, dünya çapında temel çelişme, Türkiye’de de temel çelişmedir. Bunun tersinin savunmak, Türkiye’yi dünya dışında görmektir şeklinde görüşler getiriyorlar. Meseleye böyle bir yaklaşım doğru değildir. Bu yaklaşım mekanik bir yaklaşımdır. Dünya çapında temel çelişmeyi tespit ederken içinde bulunduğumuz çağda, genel anlamda yeninin temsilcisi olan sınıfın dünya çapında proletarya olduğu görüşünden yola çıktık. Dünya çapında, içinde bulunduğumuz devrimci sürecin proleter dünya devrimi süreci olduğunu tespit ettik. Bu tespiti yaparken, dünyanın bir çok ülkesinde hala demokratik devrim aşamasının gündemde olduğunu; bunun dünya çapında devrimci sürecin niteliğini değiştirmediğini; çağımızda tipik olanın; çağımıza özgü olan, çağa damgasını vuran çelişmenin emek-sermaye çelişmesi olduğunu belirttik. Dünya çapında temel çelişmeyi tespit ederken; dünyadaki devrimci sürecin tespitinden yola çıktık. Bu süreç içinde eski ile yeninin temsilcisi olan güçleri temel çelişmenin iki kutbu olarak adlandırdık.

Dünya çapında olduğu gibi, tek tek ülkelerde de temel çelişme meselesine böyle yaklaşmalıyız. Herhangi bir toplumdaki temel çelişmeyi tespit ederken, o toplumun içinde bulunduğu durumdaki yapısının ne olduğunu; bu yapıyı değiştirmekten yana olan güçlerin hangi güçler olduğunu somut olarak tespit etmeliyiz. Toplumun gelişmesinin önündeki engeller, her toplumda, temel çelişmenin bir kutbunu; toplumun gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmaya yönelen güçler çelişmenin öbür kutbunu oluşturur.

Ülkemizde temel çelişmeyi emek-sermaye çelişmesi olarak tespit etmek (bu tespit sınıfsal açıdan yaklaşıldığında proletarya-burjuvazi, şeklinde bir tespittir) ülkemizin içinde bulunduğu devrim aşamasının; demokratik halk devrimi aşaması olduğu, bu aşama içinde yoksul ve orta köylülüğün, şehir ve köy küçük burjuvazisinin ve milli burjuvazinin de devrimden menfaati olduğu gerçeğini göz ardı etmemiz anlamına gelir. Eğer, bu tespit böyle bir anlayış sonucu olarak yapılmıyor da işçi sınıfı, ile demokratik halk devrimi aşamasında devrimci bir niteliğe sahip olan diğer sınıf ve tabakalar arasındaki fark; işçi sınıfını sonuna dek devrimci tek sınıf olduğu; demokratik devrimde işçi sınıfının öncülüğünün gerçekleştirilmesinin, devrimin zaferi, ve kesintiye uğratılmadan sürdürülmesi için şart olduğunun belirtilmesi amacı ile yapılıyorsa; gereksizdir. Bütün bunlar, temel çelişme emek-sermaye çelişmesidir şeklinde bir tespit yapılmadan (ki böyle bir tespit eğer kendi yanlış bir anlayıştan kaynaklanmıyorsa, mutlaka yanlış anlayışlara yol açacaktır) bütün bu gerçekler; gerçekleri ile birlikte ortaya konabilir ve konmalıdır.

Ülkemizde, gerek hakim sınıflarla halkımız arasında; gerçek halkın kendi içinde, gerekse hakim sınıfların kendi içinde çok çeşitli çelişmeler vardır. Bugün ülkemizdeki gelişmeler, bu çelişmelerdeki zıtların mücadelesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Bugün Türkiye’de toplumun gelişmesinde yüzlerce çelişme içinde, hangi çelişmelerin birinci derecede rol oynadığını topluma kabaca bir baktığımızda görürüz.

Türkiye toplumuna baktığımızda, halk arasında önce “yabancı” olan her şeye karşı, derin bir kuşku ve nefret olduğunu görürüz. Bu kuşku ve nefret, çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının, “yabancı’larla olan kötü tecrübelerinden kaynaklanmaktadır. Türkiye 1920’lerde yabancı askerler tarafından işgal edilmek istenmiştir. Daha sonra ise, Türkiye’yi kalkındırmak adına Türkiye’ye yerleşen emperyalist sermaye; halkın yoksulluğunu arttırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Halk ekonomik açıdan her geçen gün dünü aramak durumuna düşmüştür. Demokrasi vb. adına getirilen şey, halk için polis dayağının, jandarma dipçiğinin artması şeklinde görülmüştür. Bütün bu olaylar, halkın somut pratiğinde yaşadığı, halkı, yabancı olan her şeye karış (iyi de olsa) kuşkuyla bakmaya iten olgulardır. Halkın bu duyguları gerçekte çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı ile emperyalizm arasındaki çelişmenin ilkel bir şekilde yansımasıdır. Komprador patronlar, toprak ağaları, milli burjuvazi ve küçük burjuvazi; halkın emperyalizme karşı duyduğu nefretin bilinçsiz ifadesi olan bu yabancı düşmanlığın potasında eritmeye çalışmaktadır.

Doğru bir önderlik altında olmasa bile, emperyalizme ve sosyal emperyalizme karşı düzenlenen eylemler, dün olduğu gibi bugünde, çok geniş halk kitlelerini seferber edebilmektedir.

Açıktır ki bugün Türkiye toplumunda; çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı ile emperyalizm (ve sosyal emperyalizm) arasındaki çelişme, toplumun gelişmesini yakından etkileyen, ön önemli (başlıca) çelişmelerden biridir.

Ülkemizde feodalizm tasfiye edilememiştir. Eski feodal yapı, emperyalizmin hegemonyası ve ona göbekten bağlı komprador kapitalizmin gelişmesi ile acılı ve yavaş bir çözülme sürecine girmiştir. Fakat onu ayakta tutan emperyalist boyunduruk devrimle kırılmadıkça tasfiye olmayacaktır.

Feodal kalıntılar sosyal ve siyasi alanda olduğu gibi iktisadi yapıda da mevcudiyetini ve emperyalist hakimiyetin esas dayanağı olma görevini sürdürmektedir. Geniş yoksul ve orta köylü yığınları, toprak ağalığının, tefeciliğin ve mütegallibelerin sömürüsü ve baskısı altında inlemektedir. Komprador kapitalizme iç içe geçen feodalizm, faşist iktidarın ortağı durumundadır. Ülkemizde burjuvazinin önemli bir bölümü yarı-burjuva, yarı-feodal bir karakter taşımaktadır. Bütün bu feodal kalıntılar geniş halk yığınlarının devrim mücadelesinin önündeki ön önemli engellerden birini oluşturmakta; feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişmeyi toplumumuzdaki başlıca çelişmelerden biri yapmaktadır. Yine bugünkü Türkiye toplumuna kabaca bir göz attığımızda görürüz ki, Türkiye’de nicel olarak zayıfta olsa, işçi sınıfının burjuvaziye karşı olan mücadelesi yükselmektedir. Emperyalizm ve komprador kapitalizm karşısında her geçen gün daha da yok olmak tehlikesi ile karşı karşıya bulunan milli burjuvazi, varlığını sürdürebilmek için işçileri daha azgınca sömürmekte, işçi sınıfının demokratik ve siyasi örgütlenmesine karşı çıkmaktadır.

İşçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü iktisadi ve siyasi mücadelesi, açıktır ki, toplumumuzun gelişmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Dolayısıyla, toplumumuzda proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme, başlıca çelişmelerden bir diğeridir.

Türkiye toplumunun gelişmesine baktığımızda dikkatimizi çekecek olan bir başka olay, hakim sınıfların kendi içlerindeki dalaşmalardır. Bunlar halkın gözü önünde birbirlerinin kirli çamaşırlarını yıkamakta, birbirlerini emperyalizmin uşaklığı ile, faşistlikle, namussuzlukla, şerefsizlikle, halk düşmanlığı ile, vatan satıcılığı ile vs. suçlamaktadırlar. Bazen bunlar arasındaki dalaşmadan ortalık toza dumana bulanmakta, göz gözü görmemektedir. Bunlar arasındaki dalaşmalar birbirlerini, bazen birbirlerinden adam çalarak, bazen askeri darbe ile hükümetten alaşağı etmeye kadar varmaktadır. Hatta bazen silahlı çatışmalara kadar dönüşmektedir. Mesela bugün MHP’li faşistler, faşist CHP hükümetini zayıflatıp alaşağı etmek için çeşitli silahlı eylemler yürütmektedirler. Bunlar birbirleri ile girdikleri iktidar dalaşmasında, halkı demagoji ile kendi yanlarına çekmeye çalışmaktadırlar.

Kolayca görülebilir ki, bu çelişme devrim düşmanı sınıflar arasında bir çelişme olmasına rağmen, Türkiye’de toplumun gelişme süreci üzerinde önemli çelişmelerden biridir. Bu çelişmelerin sertleşmesi ya da yumuşaması; devrimcilerin bu çelişmelerden doğru bir biçimde yararlanıp, yararlanmaması, devrimci sürecin gelişmesini etkilemektedir. Hakim sınıfların kendi içindeki çelişmeler de Türkiye toplumunun başlıca çelişmelerinden biridir. (5)

Türkiye’de Baş Çelişme

Türkiye’de temel ve başlıca çelişmeleri tespit ettikten sonra, şimdi de baş çelişme sorununa çözüm arayalım.

Baş çelişme, yukarıda da açıkladığımız gibi, karmaşık bir süreç içinde varlığı ve gelişmesi ile diğer çelişmelerin varlığı ve gelişmesini tayin eden veya etkileyen çelişmedir.

Bugün ülkemizde, feodalizme-halk yığınları arasındaki çelişme, ‘diğer çelişmeler gelişmesini tayin ve onlar üzerinde tesir icra ettiği’ için, ‘yönetici ve belirleyici rolü oynadığı’ için baş çelişmedir.

Emek-sermaye çelişmesinin veya başka bir deyişle proletarya-burjuvazi çelişmesinin gelişmesi, ‘feodalizmle-halk yığınların arasındaki çelişmenin’ gelişmesine ve çözümüne bağlıdır; bu çelişme geliştiği ve çözüldüğü ölçüde, proletarya ve burjuvazi çelişmesinin netleşmesi keskinleşmesi ve olgunlaşması, feodalizmin, halk yığınları tarafından bütün kökleriyle silinip süpürülmesine bağlıdır. Proletaryanın feodalizme karış mücadelede en kararlı bir şekilde ve en önde yer alması, buradan gelir. Çünkü, feodalizm kararlı ve kesin bir köylü mücadelesiyle silindiği ölçüde, burjuva proleter çelişmesi ortaya çıkar, proleter sınıf mücadelesi için, sosyalizm için en elverişli şartlar doğar. Marksist-Leninist kesintisiz ve aşaması devrim teorisine temel olan fikir de yine bu fikirdir.

Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, emperyalizme ülke halkı arasındaki çelişme üzerinde de ‘yönetici ve tayin edici’ rol oynayan çelişme, yine, ‘feodalizme-halk yığınları arasındaki çelişme’dir. Emperyalizm, böyle ülkelerde, varlığını ve hakimiyetini esas olarak, feodalizme dayanarak, onu özellikle siyasi ve ideolojik alanlarda destekleyerek ve güçlendirerek, feodal mülkiyetin ve ilişkilerin çözülmesini yavaşlatarak devam ettirmektedir. Emperyalizmin şehirlerdeki sosyal dayanağı komprador burjuvazi, geniş köylük bölgelerdeki sosyal dayanağı ise toprak ağaları, tefeciler, faizciler, aşiret reisleri, yarı-burjuva, yarı-feodal çiftlik beyleri ve feodalizmin ideolojik dayanakları olan şeyhler, hacılar, hocalar, dedeler vs…’dir Yani, feodal sınıf mensuplarıdır. Feodal mülkiyet, yani esas olarak toprak ağalığı çok ağır bir tempoyla çözülmekle birlikte, bunlar yine de feodal sömürü biçimlerini uzun yıllar muhafaza etmektedir. Yarıcılık, ortakçılık, kiracılığın feodal biçimi, tefecilik, faizcilik gibi yarı-feodal sömürü biçimleri devam etmektedir. Tefecilik ve faizcilik, emperyalizmin bankaları vasıtasıyla pompalanmaktadır. Özellikle üst yapı alanında, feodal ilişkiler, bütün şiddetiyle devam etmektedir. Burjuva demokrasisiyle feodalizmin kırbacı daima kolkoladır. Demokrasi daima feodal bir karakter de taşımaktadır. Burjuvazinin önemli bir kısmı yarı-burjuva, yarı-feodal bir nitelik gösterir. İşte bütün bunlar, yani her türlü feodal ilişkiler, emperyalizmin dolaylı hakimiyetini kolaylaştırır, ona dayanak olur. Feodalizmin adım adım temizlenmesi, yani feodalizmle-halk yığınları arasındaki çelişmenin adım adım çözümlenmesi, emperyalizmi önemli bir dayanağından yoksun bırakır. Emperyalizme ülke halkı arasındaki çelişmenin adım adım çözümlenmesi, emperyalizmi önemli bir dayanağından yoksun bırakır. Emperyalizmle ülke halkı arasındaki çelişmeyi etkiler ve bu çelişmenin de adım adım çözülmesine yol açar.” (*)

Bütün bu sebeplerden, Türkiye’de içinde bulunduğumuz dönemde baş çelişme; feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmedir. (6)

Fakat, açıktır ki, baş çelişme bir süreç boyunca değişmeden kalacak diye bir şey yoktur. Mesela, feodalizmle halk yığınları arasındaki baş çelişmenin çözümü yönünde önemli bir mesafe katedildiğinde (veya emperyalist büyük güçlerin pazar mücadelesi neticesinde) ülkenin doğrudan bir emperyalist işgale uğraması durumunda baş çelişme değişecek; milli (emperyalizmle halk arasındaki) çelişme baş çelişme haline gelecektir.

Baş Düşman Sorunu

Baş çelişme sorunu ile yakından ilgili bir mesele de, Baş düşman meselesidir. Bilindiği gibi, geçmişte, baş düşman konusunda çok çeşitli görüşler savunmuştur. Bu görüşlerin hemen hepsinin  ortak yönü, baş düşman kavramını taktik planda ele almamız, ve içinde bulunulan anda, öne çıkan düşmanı (ya da düşmanları) tespit etme anlamında kullanmamızda. Ancak, baş düşman tespiti yaptığımız halde, hiç bir dönemde, mesela Türkiye şartlarında komprador burjuva ve toprak ağalarının bir kesimi ile ittifaka yönelmedik. Mesela “3 dünya teorisi”ni savunduğumuz dönemde, “iki süper güç”ü dünya çapında baş düşman ilan ettiğimiz halde; bu güçlere karşı, diğer emperyalistlerle ittifakı savunmadık, böyle bir ittifaka yönelmedik; tam tersi böyle bir ittifaka yönelenleri eleştirdik. Bütün oportünistler bizim bu siyasetimize saldırdılar. Aslında onlar saldırılarında, kendi açılarından haklı idiler.  Biz baş düşman, tespiti yaptığımız halde, baş düşman tespit edilen düşmanlara karşı diğer düşmanlarla herhangi bir şekilde bir ittifaka yönelmediğimiz için yaptığımız tespit ile ters düşüyorduk.

Bizim bu tutarsızlığımız, bir yandan dünya Marksist-Leninist hareketi içinde kullanılan baş düşman kavramına sahip çıkmaktan; diğer yandan ise bu kavramın hizmet ettiği siyasetin yanlışlığını görüp; böyle bir siyaseti red etmemizden ileri geliyordu.

Aslında tavrımız oportünizm karşısında gerilemek; oportünist saldırılara göğüs görememek anlamını taşıyordu.

Son dönemde, bazı yoldaşlarımız, baş düşman kavramını “stratejik bir kavram” olduğu şeklinde yanlış görüşler geliştirdiler. Buna göre baş düşman, devrimin önündeki esas engelleri belirtmek için kullanılan, kullanılması gerekli olan bir kavramdı. Böylece, baş düşmanı deyince, mesela dünya çapında akla “emperyalizm, sosyal emperyalizm ve her türlü gericilik”, Türkiye’de ise “Komprador burjuvazi ve toprak ağaları” geliyordu. Böylece, hem baş düşman kavramı kullanılıyor ve hem de düşmanlar arasında bir ayrım yapılmıyor, düşmanların bir bölümü ile bir diğer bölümüne karşı ittifak sorunu diye bir şey ortaya çıkmıyordu. Baş düşman kavramına böyle yaklaşmak da, yine bir yandan baş düşman kavramını kullanmak; diğer yandan ise içinde bulunduğumuz dönemde, ne dünya çapında emperyalistlerin bir bölümü ile bir diğer bölümüne karşı ittifakın mümkün olmadığını, böyle bir siyasetin yanlış olduğunu görmekten kaynaklanıyordu.

Konferans baş düşman meselesini tartışarak açıklığa kavuşturdu.

Bu konuda 1. Konferans’ta alınan kararda şöyle deniyor:

 

“e) BAŞ DÜŞMAN

1/ Baş düşman tespiti taktik bir tespittir.

Baş düşman tespiti düşmanlar arasında ayrım yapmak, düşmanlar arasındaki çelişmelerden yararlanmak, baş düşman tespit edilen düşmanı en dar alana sıkıştırmak, tarafsızlaştırılabilecek düşmanları tarafsızlaştırmak, ona karşı birleştirilebilecek tüm düşmanları da birleştirmek amacıyla yapılır.” (*)

Görüldüğü gibi, burada önce baş düşman kavramının taktik bir tespiti içerdiği belirtiliyor. Gerçekten de baş düşman kavramı, stratejik olarak ele alınamaz. Meseleye böyle bir yaklaşım, yani baş düşman adı altında, tüm düşmanları adlandırmak, düşmanları baş düşman içinde bir bütün olarak ele almak; bizzat baş düşman kavramının mantığı ile çelişir.

Baş düşman kavramı düşmanlar arasında bir ayrım yapmayı, kendi içinde taşıyan bir kavramdır. Konferans bu konuyu açıklığa kavuşturmuştur.”

Konferans kararında devamla deniyor:

“2/Baş düşman tespiti yapmak, derhal baş düşman dışındaki düşmanlarla ittifak kurmak anlamına gelmez. Ama somut olarak böyle bir ittifakın ön hazırlığını gerektirir.” (**)

Baş düşman tespiti yapılınca bazı yoldaşlar, hemen ittifak kurulabileceğini sanıyorlar. Böyle bir anlayış yanlıştır. Baş düşman tespiti, hemen ittifak kurulması anlamına gelmez, ama böyle bir ittifakın ön hazırlıklarını yapmayı gerektirir.

Bazı yoldaşlar, baş düşman tespitinin düşmanlar içinde bir veya bir kaçını tecrit etmek, diğerleri ile ittifaka yönelmek demek olduğunu red ediyorlar. Baş düşman testipini, yalnızca ajitasyon-propaganda da daha çok teşhir edilmesi gerekeni belirtmek anlamında ele alıyorlar ki, kavrama böyle bir yaklaşım da doğru değildir. Böyle bir yaklaşımla, baş düşman tespiti akademik bir tespit olmaktan öteye gidemez; ayrıca oportünistlerin baş düşman kavramını nasıl kullandıkları da göz önüne alınırsa, yarardan çok zarar getirir.

Yukarıda baş düşman kavramının genel olarak açıklamasını yaptık. Şimdi kısaca bir de bu kavramın dünya komünist hareketi içinde nasıl kullanıldığına bir bakalım,

Marks, Engels ve Lenin baş düşman kavramını kullanmazlar. Onlar meselelere gayet somut yaklaşır, karmaşık durumları anlaşılır bir şekilde, ama şemalaştırmadan ve kavramları fetiş haline getirmeden ortaya koyarlar. Marks, Engels, Lenin ve Stalin’de aynı olayın çeşitli kavramlarla ifade edildiğine çokça rastlamak mümkündür. Stalin baş düşman kavramını yalnızca bir anlamda, dünya çapında savaşın esas kışkırtıcısı anlamında kullanmıştır. Komintern’de de baş düşman kavramı, savaşın esas kışkırtıcısı anlamında kullanılmakta; barışın baş düşmanları, savaşın esas kışkırtıcıları anlamında kullanılmaktadır.

Daha sonra SBKP XX. Parti Kongresi’nde, baş düşman kavramı kullanılmadan, Amerikan emperyalizminin emperyalizmle özdeşleştirilmesi eğilimi ortaya çıkmaktadır. 1957-1960 Deklarasyonlarında, Amerikan emperyalizmi insanlık tarihinin en büyük saldırganı, dünya halklarının en azılı düşmanı olarak adlandırılmaktadır.

1957-1960 Deklarasyonlarında, dünya halklarının “başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere emperyalizme ve her türlü gericiliğe karşı” birleşmesi istenmektedir.

1963’deki polemik yazılarında; halkların “mızrağın sivri ucunu Amerikan emperyalizmine yöneltmeleri” istenmektedir. Burada, Amerikan emperyalizminin tüm olarak emperyalizmle özdeşleştirilmesi açık bir eğilim olarak ortaya çıkmaktadır.

Daha sonra Lin Biao “Yaşasın Halk Savaşının Zaferi” adlı broşüründe; baş düşman kavramını kullanmadan, Amerikan emperyalizmini baş düşman gören anlayışları savunmakta, “Amerikan emperyalizmi ve uşaklarına karşı bir cephe” kurulmasını önermektedir.

1969 ÇKP IX. Kongresinde Lin Biao’nun sunduğu raporda, “Amerikan emperyalizmi ve Sovyet revizyonizmi” halkların en azılı düşmanları ilan edilmektedir.

“Üç dünya teorisi”nin ortaya çıkması ile ise, “iki süper güç dünya halklarının baş düşmanı’ ilan edilmektedir.

Dünya komünist hareketi içinde, dünya çapında baş düşman kavramının kullanılmasının gelişmesini izlediğimizde görülen şudur:

XX. Parti Kongresi’ne kadar, baş düşman kavramı, yalnızca barışın baş düşmanı, savaşın esas kışkırtıcısı anlamında kullanılmıştır.

Bu kavramın kullanılmasının pratik yansıması şu şekilde olmuştur. Komintern 7. Kongresi ile birlikte, 1939’da emperyalist paylaşım savaşı başlayana kadar olan dönemde, üçlü faşist mihrak emperyalist savaşın baş kışkırtıcıları olarak görülmüş ve onlara karşı diğer emperyalist devletleri de içine alan bir Dünya Barış Cephesi kurma ve savaşı geciktirme politikası izlenmiştir. Bu politika 1939-41 arasındaki emperyalist paylaşım savaşı döneminde terk edildi. Çünkü proletarya emperyalistler arası bir dalaşmadan devrim için yararlanma; emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme görevi ile karşı karşıya idi. Fakat Almanya’nın 1941’de tek sosyalist ülke durumunda olan Sovyetler Birliği’ne saldırması ile birlikte savaşın niteliği değişti. Savaş artık “Dünya Anti-faşist savaşı” haline gelmişti. Bu durumda bizzat savaş içinde iken, baş düşman haline gelen bir bölüm emperyalist devlete (faşist üçlü mihraka) karşı diğer emperyalist güçlerle geçici bir anti-faşist cephe kurmak mümkün ve zorunlu hale geldi. Dünya Barış Cephesi ve Anti-Faşist Cephesi sadece savaşa karşı ve savaş içinde kurulmuş bir cephedir. Kesinlikle Proleter Dünya Devrimini gerçekleştirmek için kurulmuş bir cephe değildir. Böyle bir siyaset doğru bir siyasettir. Komünistler emperyalistler arası çatlaklardan halklar lehine yararlanmışlardır.

XX. Parti Kongresi’nden itibaren, baş düşman konusunda, emperyalist savaş-proleter dünya devrimi şeklindeki ayrım terk edilmeye başlanmış; bir tek emperyalist gücün “dünya halklarının baş düşmanı” ilan edilmesi eğilimi belirmiştir.

“Üç dünya teorisi” ile, bu eğilim kesinlik kazınmış, “iki süper güç” adı verilen ABD emperyalistleri ve Rus sosyal emperyalizmi, dünya halklarının baş düşmanı ilan edilmiştir.

Böyle bir tespit yalnızca savaş konusunda değil, her konuda yapılmaktadır. Böylece, proletarya ezilen dünya halkları ve iki “süper güce karşı olan herkesin, cephe oluşturması siyaseti gündeme getirilmekte; devrimci güçlerle, karşı devrimci güçler arasında ayrım ortadan kaldırılmakta; emperyalistlerin bir bölümü, ve komprador burjuvazi ve toprak ağası sınıfları; proleter dünya devriminin itici güçleri arasında sayılmaktadır.

Bugün, “iki süper güç dünya halklarının baş düşmanıdır” tezini getirenler, bunun Komintern geleneğinin devamı olduğunu söylerken, dünya Komünist hareketinin tarihini çarpıtıyorlar. Komintern’deki baş düşman tespiti, emperyalist savaşla ilgili bir tespittir. Önerilen cephe, proleter dünya devrimi cephesi değil; savaşa karşı bir cephedir.

Bugün “üç dünya teorisi”ni savunanlar (kendi içlerinde de tutarlı davranarak) “iki süper güç dünya halkalarının baş düşmanıdır” tespitinin sonuçlarını siyasetlerine yansıtıyor ve “iki süper” güce karşı olan herkesin birleşmesi (!) yönünde bir siyaset izliyorlar.

“Üç dünya teorisi”ne bir yandan karşı çıkıp, diğer yandan “iki süper güç dünya halklarının baş düşmanıdır” deyip; iki süper güç (!)e karşı, diğer emperyalist güçlerle ittifaka yönelmeyenler ise tutarlı davranmıyorlar. Bunlar mutlaka siyasetlerini gözden geçirmeli ve “üç dünya teorisi”nin bu temel tezini özeleştiri ile terk etmelidir.

Neden dünya çapında, savaş etkenlerinin yükseldiği dönemlerde ve savaş dönemlerinde barışın baş düşmanı, savaşın esas kışkırtıcısı anlamında bir baş düşman tespiti yapmak doğrudur; ama şartlar ne olursa olsun proleter dünya devriminin baş düşmanı anlamında “halkların baş düşmanı” şeklinde bir tespit yanlıştır. (8)

Çünkü, dünya çapında savaş etmenlerinin hızlı yükseldiği şartlarda ve savaş şartlarında proleter dünya devriminin itici güçleri ile; proleter dünya devriminin hedefleri içinde yer alan; ama içinde bulunulan anda emperyalist savaşın çıkmasını (hazırlıksız olduğu için istemeyen) ve savaşın esas kışkırtıcısı olan emperyalist güçlere karşı olan bir bölüm emperyalist arasında ittifak mümkün hale gelir. Savaş içinde böyle bir ittifak kurulabilir. Savaş öncesinde ise, relatif barışı koruma konusunda, savaş içindeki gibi bir ittifak kurulması da proletarya savaşın esas kışkırtıcılarını tespit ederek, siyasetini savaş konusunda esas olarak bu güçlerin teşhiri ve ileriki bir ittifakın hazırlığı doğrultusunda yürütür.

Proleter dünya devrimi konusunda ise bir baş düşman tespiti yapılamaz. Çünkü proleter dünya devriminin hedefi bir bütün olarak emperyalizmi ve her türlü gericiliktir. Devrimin hedefleri arasında yer alan emperyalistlerin ve gericilerin bir bölümüne karşı, dünya çapında bir ittifak, çok özel, olağanüstü şartlar dışında imkansızdır. (Bu olağanüstü şartlar, dünya çapında emperyalist savaş şartlarında ortaya çıkar. Normal zamanda ve proleter dünya devrimi konusunda imkansız olan bu ittifak; savaş dönemlerinde, yalnızca bir konuda mümkün hale gelebilir.) Dünya çapında, şu veya bu emperyalist gücü, genel anlamda, yani proleter dünya devriminin baş düşmanı olma anlamında; baş düşman ilan etmek, halklara mümkün olmayanı mümkün gösterir; halkları baş düşman ilan edilen güce (güçlere) karşı, diğer emperyalistlerin kuyruğuna takmaya hizmet eder. Böyle bir tespit, baş düşman ilan edilen emperyalist güçle; proleter dünya devriminin düşmanlarının eşitlenmesi; emperyalizm, sosyal emperyalizm ve her türlü gericiliğin baş düşmanı ilan edilen güç(ler)e indirgenmesi demektir. Diğer düşmanları halkların devrim ateşi karşısında, ateş hattından çekmek; hatta bu güçleri devrimin itici güçleri arasında saymak demektir. Ayrıca, proleter dünya devrimi için bir baş düşman tespit etmek; bütün dünya halklarının devrim konusunda öncelikle bir veya birkaç gücü kendine hedef almasını istemek; dünya devrimci sürecinin tek tek ülkelerdeki devrim süreçlerinden ayrı ele alınmayacağını kavramayan, bir tespittir. Böyle bir tespitin sonuçları “Üç dünya teorisi”nin pratiğe yansımasında çok açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. (9)

Bugün ülkemizdeki, kendine Marksist-Leninist diyen tüm oportünist (küçük burjuvazinin “sol” siyasi akımları dışındaki) grupların, ortak özelliği, Üç dünya Teorisi’ne karşı çıktığını iddia eden HK, HY’nun bir bölümü, HB, DP, KAWA vs.de dahi olmak üzere hepsinin, dünya çapında “iki süper güç halkların baş düşmanıdır” tezini savunmalarıdır. Bu grupların tümünde temel şiarlarından biri; emperyalizmi ve gericiliği “Amerika ile Rusya”ya indirgeyen “Ne Amerika Ne Rusya, bağımsız demokratik Türkiye” şiarıdır. Böylece bu gruplar; kendilerinin de karşı devrime hizmet ettiğini tespit ettikleri (ama kavramadıkları) “üç dünya teorisi”ni yeni bir kılıf ile savunmaktadır.

Biz komünistlerin görevi, her konuda olduğu gibi, bu konuda da cesaretle bugün dünya Marksist-Leninist hareketi içinde iyice yayılmış olan bu oportünist teze karşı mücadele etmek; ilkeli bir biçimde cereyana göğüs germektir. Marksist-Leninist teori, dünya komünist hareketinin tecrübeleri ve bugünkü dünya durumu bizim haklı olduğumuzu göstermektir.

Türkiye’de Baş Düşman Sorunu:

Dünya olduğu gibi, tek tek ülkelerde de baş düşman tespiti, aslında baş düşman tespit edilen düşmana karşı diğer düşmanlarla da ittifak imkanının doğduğu, olağanüstü şartlarda yapılabilecek bir tespittir. Aksi halde, böyle bir imkan yokken, baş düşman tespiti yapmak, halkı baş düşman tespit edilen güce karşı, hakim sınıfların bir kanadının peşine takmaya hizmet edecek; devrimin hedeflerinden bir bölümünü devrimin itici gücü olarak göstermeye hizmet edecektir.

Ülkemiz yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülkedir. Ülkemizde çeşitli emperyalist güçlerin menfaatleri vardır. Bu emperyalist güçler, yerli uşaklar aracılığı ile hüküm sürdürmekte; tek başlarına iktidar olmak için dalaşmaktadırlar. Ama bunların tümü, normal zamanlarda, halka karşı birleşmektedirler. Yarı-sömürge, yarı-feodal bir yapıya sahip olan ülkemizde, çok olağanüstü şartlar dışında, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının bir kesimi ile; bir diğer kesimine karşı ittifak kurmak somut olarak imkansızdır. Böyle bir ittifak ancak, hakim sınıfların bir bölümünün varlığının bir bütün olarak, hakim sınıfların bir diğer kesimi tarafından ciddi bir şekilde tehdit edilmesi sonucu ortaya çıkabilir. Bu ancak, ülkenin bir emperyalist güç tarafından doğrudan işgal edildiği zaman ortaya çıkacak bir durumdur. Bir (ya da birkaç) emperyalist gücün ülkeyi işgal etmesi halinde; bu emperyalist güç (güçler) dışındaki emperyalist güç (güçler)e hizmet eden hakim sınıf kanatlarının varlığı; işgalci güç ve uşakları tarafından tehdit edilir. Böyle bir durumda hakim sınıfların bir bölümü, işgalci emperyalist güce ve uşaklarına karşı verilen mücadeleye katılabilir. (Kemalistlerin Kurtuluş savaşında yaptıkları gibi) Böyle bir durumda, baş düşman ilan edilen güce karşı, diğer devrim düşmanları ile geçici bir ittifak imkanı doğar.

Bu ittifakta unutulmaması gereken en önemli mesele, ittifak kurulan güçlerin bir bölümünün gerçekte demokratik devrimin hedefleri içinde olduğu; devrim düşmanı olduğu gerçeğidir. Bunun unutulması, bu güçlerin devrim düşmanı yüzlerinin halk içinde bizzat ittifak dönemlerinde de teşhirinin unutulması; devrime çok ağır zararlar verir.

İşte bu yüzden, ülkemizde baş düşman tespiti, yalnızca emperyalist işgal dönemlerinde yapılmalıdır. Bu dönemlerde “işgalci emperyalist güç ve uşakları, halkın baş düşmanı” ilan edilmeli baş düşman dışındaki düşmanlarla da ittifak aranmalıdır.

İşgal dönemleri dışında, baş düşman kavramının kullanılması, yalnızca kafa karıştırmaya yarar. Böyle dönemlerde, meseleye somut yaklaşmak-hakim sınıflar içindeki durumu somut olarak incelemek; her dönemde iktidarda ağırlıkta olan kesimi doğru tespit etmek, ve bu kesimin teşhir ve tecritine öncelik vermek tek doğru yoldur.

Bizim bu görüşlerimize oportünistler açıktır ki, azgınca saldıracak; bizim baş düşman tespiti yapmamızı eleştirecek, kendimizi uluslararası komünist hareketin üzerinde gördüğümüzü vs. söyleyecektir. Bu normaldir. Biz bundan korkmamalı; tam tersine oportünistlerin bizi övmesinden (siyasi olarak övmesinden) çekinmeliyiz.

Biz buradaki görüşlerimizle, bugün uluslararası alanda iyice yaygınlaşmış görüşlere karşı çıktığımızın; akıma karşı çıktığımızın bilincindeyiz. Bunu bilerek, isteyerek yapıyoruz. Uluslararası alanda da doğruların ancak mücadele ile kendini kabul ettireceğine inanıyoruz. İdeolojik siyasi mücadelenin de kapalı kapılar ardında değil açık yürütülmesinden yanayız.

Biz, bazı kavramların fetiş haline getirilmesine; içlerinin boşaltılmasına ve kavramlara tapılmasına karşıyız. Bunun yanında, kavramları herkesin kendi bildiği biçimde kullanmasına da karşıyız. Kavramlar konusunda, Marks, Engels, Lenin, Stalin’in, Komintern döneminin geleneklerine sahip çıkılmasının doğru olduğu görüşündeyiz.

Mao Zedung’un görüşlerinin Marksist-Leninist özünün oportünistler tarafından çarpıtılmasına karşı mücadelede kararlıyız.

Marksizm-Leninizm mutlaka oportünizmi yenecektir! Çünkü Marksizm-Leninizm gerçeğin bilimidir!

KAHROLSUN REVİZYONİZM ve HER TÜRDEN OPORTÜNİZM!

YAŞASIN MARKSİZM-LENİNİZM!

YAŞAŞIN MARKSİZM-LENİNİZM SİLAHIYLA SİLAHLANMIŞ, TÜRKİYE PROLETARYASININ ÖNCÜ ÖRGÜTÜ TKP(M-L)!

YAŞASIN TİKKO, TMLGB!

AÇIKLAMALAR

(1) Mao Zedung burada emperyalizm ile ülke arasındaki çelişme baş çelişme haline gelir derken, ülke kavramı içine hangi sınıfları kattığını “bir avuç millet haini dışında, tüm sınıflar” (yani ülkeyi işgal eden emperyalist güce uşaklık etmeyen tüm sınıflar) olarak belirliyor. Aslında böyle bir yaklaşım doğrudur. Çin´in devrimci pratiği göstermiştir ki; herhangi bir emperyalist güç herhangi bir ülkeye karşı doğrudan askeri işgale giriştiği zaman; halk sınıfları ile, halk düşmanı sınıfların bir bölümü arasında (yani komprador burjuvazi -Mao buna bürokrat burjuvazi diyor- ve toprak ağalarının bir bölümü arasında) -ki bu bölüm ülkeyi işgal eden emperyalistlere değil, başka emperyalistlere uşaklık eden bölümdür- ülkeyi işgal eden emperyalist güce ve uşaklarına karşı bir cephe içinde yer alan güçlerin bir bölümünün halk düşmanı niteliği ortadan kalkmaz. Halk sınıfları bunun bilincinde olarak hareket etmek zorundadır. Ülke kavramı, halk sınıfları ile halk düşmanı sınıfları içeren bir kavram olduğu için ve halk sınıfları ile halk düşmanı sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişmeyi gözlerden gizlediği için, biz bu kavramı kullanmıyoruz. Emperyalizmle/halk arasındaki çelişme olduğu şeklindeki ifadeyi doğru buluyoruz. Açıktır ki, halk kavramı içinde komprador burjuva ve toprak ağası sınıfları dahil değildir. Halk sınıfları, bunların işgalci-emperyalist güç ve uşaklarına karşı ittifaklar kurmaya, bir cephe oluşturmaya çalışır; ama bunlarında emperyalizme uşaklık ettiğini, yalnızca efendilerinin değişik olduğunu bir an bile unutmaz.

(2) Mao Zedung birçok yazılarında, Çin Devriminin önündeki esas engeller olarak Emperyalizm, Bürokrat kapitalizm ve feodalizm´i tespit ediyor. Çin´de sınıfları tahlil ederken, burjuvazinin komprador burjuvazi/milli burjuvazi şeklinde bölündüğünü, komprador burjuvazinin, bürokrat nitelikte olduğunu belirtiyor. Yani Mao Zedung birçok yazılarında bürokrat burjuvazi kavramını komprador burjuvazi anlamında kullanıyor.

Mao Zedung, yine birçok yazısında, bürokrat burjuva kavramını veya komprador burjuva kavramını kullanmıyor; bu kavramı genellikle emperyalizm kavramı içinde ele alıyor. Çin devriminin yöneldiği hedefleri emperyalizm ve feodalizm olarak belirliyor. Bu durumda komprador burjuvazi emperyalizmin bir parçası olarak görülebilmektedir. Açıktır ki, komprador burjuvazi, emperyalizmin uzantısıdır, ama emperyalizmin bir olgusudur. Emperyalizme uşaklık etmesi, onu salt bir dış olgu, ya da emperyalizmi bir iç olgu olarak görmemizi gerektirmez. Bugün tüm yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, komprador burjuvazi ve toprak ağası sınıfları ortaklaşa olarak iktidardadır. Kompador burjuvaziyi, emperyalizm kavramı içinde ele almak; bu gerçeği göz ardı etmeyi beraberinde getirebilir. Bu noktaya özellikle dikkat etmek gerekir.

(3) Sosyalist ülkelerde de proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme sürmektedir. Ama bu çelişme nitelik olarak kapitalist ülkelerdeki proletarya -burjuvazi çelişmesinden değişiktir. Bu çelişmede hakim yön; kapitalist ülkelerdekinin tersine proletaryadır.

(4) Burada, “madem ki, proleter dünya devrimi süreci, tek tek ülkelerdeki devrimlerden ayrı değildir- bunun için dünya çapında baş çelişme tespit etmiyoruz. O halde dünya çapında başlıca çelişmeleri ve temel çelişmeler tespiti arasında fark vardır. Başlıca çelişmeler, sürecin gelişmesine birinci derecede etki yapan çelişmeleri belirlemek; süreci ilerleten mücadeleleri kavramak için yapılır ve sürecin hangi güçlerin çatışması sonucu belirlediğini belirtir. Temel çelişme tespiti ise, sürecin esas gelişme yönünü, niteliğini belirlemek için yapılır.

Bunlar genel tespitlerdir. Dünya çapında ele alındığında başlıca çelişmeler (emperyalistler arası çelişmeler dışındakiler) dünyada tek tek ülkelerde var olan hangi devrimci akımların, proleter dünya devrimi hedefine yöneldiğini belirler. Temel çelişme ise, proleter dünya devriminin yöneldiği esas hedefi belirler. Baş çelişme tespiti, içinde bulunulan anda, var olan çelişkiler yumağı içinde diğerlerinin çözebilmek için, öncelikle çözmeye yönelmemiz gerekli olan çelişmeyi bulup çıkarmak için yapılan bir tespittir. Bu genel bir tespit değil, özel bir tespittir. Akademik kalması istenmiyorsa; yalnızca tek tek ülkelerde yapıldığı zaman bir anlamı vardır.

(5) Açıktır ki, bugün Türkiye’de milli meseleden kaynaklanan çelişmede Türkiye toplumunun gelişme sürecini yakından etkileyen bir çelişmedir.

Bugün Türkiye’nin özellikle Kürdistan bölgesinde (ama yalnızca orada değil) milli temelde olan çelişmeler keskinleşmekte; bu çelişmelerin keskinleşmesi ve sınıf çelişmelerinin önüne çıkması hakim sınıflar tarafından da körüklenmektedir. Son Malatya olayları buna açık bir örnektir. Bu durumda bu çelişmenin Türkiye’deki devrimci süreç açısından önemi açıkça ortaya çıkmaktadır. Partimiz bunun bilincindedir. Ve milli mesele konusunda da açık tavır takınmıştır.

Ancak partimiz içinde, henüz milli temeldeki çelişmenin, başlıca çelişmeler içinde ele alınıp alınamayacağı konusunda bir açıklık yoktur.

(6) Baş çelişme meselesinde üzerinde durulması gerekli bir başka mesele, çelişmenin devrim kutbunu oluşturan, halk yığınları kavramıdır.

Bu kavram, bugünkü aşamada, işçi sınıfını, yoksul ve orta köylülüğü; şehir ve köy küçük burjuvazisini ve milli burjuvazisinin sol kanadını içermektedir. Bu sınıflardan işçi sınıfı ile diğer sınıf ve tabakalar arasında, kökten bir farklılık vardır. Diğer tüm hak sınıf ve tabakaları demokratik devrim aşamasını nihai hedef olarak görürken; işçi sınıfı için demokratik devrim yalnızca bir aşama olma anlamını taşımaktadır. Açıktır ki, demokratik devrimi gerçekleştirmek için, halk sınıfları arasında bir ittifak gerçekleşecektir. Bu ittifak içinde yine açıktır ki, her sınıf ittifakı kendi sınıf menfaatleri doğrultusunda hareket ettirmeye çalışacaktır. İşçi sınıfı, komünistler, bunun bilincinde olarak, halk kavramını idealize etmemeli; halk kavramının çok çelişkili bir bütünü ifade ettiğini kavramalı; halkın içindeki işçi sınıfı dışındaki sınıfların devrimciliğinin demokratik devrimle sınırlı olduğunu kavramalı buna göre davranmalıdır. Komünist olmayanlardan, komünistler gibi davranmalarını beklemek hayalcilik olur; işçi sınıfı dışındaki devrimci sınıf ve tabakaların işçi sınıfı karşısında gerici, tutucu olduğunu kavramamak olur. Eğer, demokratik devrimin başarıya ulaşmasını; devrimin kesintiye uğramadan sürdürülmesini istiyorsak, halk yığınları içinde işçi sınıfının öncülüğünü kendi Partisi aracılığı ile mutlaka gerçekleştirmeliyiz.

(7) Bu dönemde Komüntern içinde bulunan bazı partiler, Alman-Japon-İtalyan faşistleri dışındaki güçleri, ‘demokratik güçler’ olarak nitelendirme, bunların emperyalist yüzünü yeterince teşhir etmememe hatasına düşmüşlerdir; ama bu Kominten’in o dönemki siyasetinin ana yönünü oluşturmamıştır.

(8) Bizi özellikle oportünist “üç dünya” teorisyenlerinden ayıran meselelerden biri de bugün içinde bulunduğumuz durumun değerlendirilmesi meselesidir. Oportünistler, her dönemde oportünistlerin yaptığı gibi, bugün var olan dünya savaşı tehlikesi karşısında, paniğe kapılıp; sanki yarın dünya savaşı çıkacakmış gibi yaygara kopartıyorlar. Biz, bugün dünyada savaş etmenlerinin yükseldiği ve ama esas akımın hala devrim olduğu tespitinin yapıyoruz. Buna uygun olarak, bugün bir emperyalist savaş tehlikesi bulunduğunu ve bunun esas kışkırtıcılarının Amerikan emperyalizmi ve Rus sosyal emperyalizmi olduğunu; bunların barışın esas düşmanları olduğunu söylüyoruz. Bu tespitin bizim siyasetimize yansıması; emperyalist savaş konusunda (ama yalnızca bu konuda) ABD emperyalistleri ile Rus sosyal emperyalistlerinin halk içinde teşhirini öne almamış; halka savaş tehlikesinin önemini kavratmaya çalışmamız ve ilerde savaş konusunda mümkün olabilecek bir ittifakın şartlarını hazırlamamız şeklinde yansır.

Savaş konusunda, biz komünistler için esas mesele; savaşı devrimlerle önlemeye çalışmaktır. Bunu yapamaz, savaşın çıkmasını devrimlerle önleyemezsek, o zaman siyasetimiz, savaştan devrim yapmak için, yararlanmak; savaşı devrim savaşına dönüştürmektir. İşte bizim emperyalist savaş karşısında tavrımız bu yüzden ‘ya devrim savaşı önler ya da savaş devrimi doğurur’ şeklinde ifade edilebilir.

(9) Bazı yoldaşlar baş düşman kavramını “iktidarda olan gücü” belirtmek anlamında kullanıyorlar. Böyle bir yaklaşım meseleyi basitleştirdiği halde—ve meseleye her devrimin temel sorunu olan iktidar sorunun açısından yaklaştığı halde; baş düşman sorunundaki karışıklığa (karışıklığı yaratan oportünistlerdir) bir çözüm getirmemektedir.

Önce, her dönemde iktidarda olan güç baş düşmandır tespiti; dünya çapında ele alınamaz ve savaş konusu ile proleter dünya devrimi arasındaki bu konudaki farkı belirleyemez.

Tek tek ülkelerde ele alındığında ise, (olağanüstü durumlar dışında—mesela yarı-sömürge ülkenin bir emperyalist güç tarafından doğrudan işgali–) devrimin düşmanlarının tümünü içerir; böyle bir tespit ise, baş düşman kavramının kendi mantığına ters düşer.

(Komünist, sayı 4, 1978)

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar

Çamurdan ayaklı ahmaklar kaldırdıkları kayanın altında kalacaklar
Devrimci ve İlerici Kamuoyuna, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ender haleflerinden, Türkiye’de, devrimci komünist/proleter enternasyonalist çizginin temsilcisi, Maoist ekolün kurucusu, önder İbrahim Kaypakkaya karşı yine iğrenç, alçakça, çamurdan bir saldırıyla karşı karşıyayız. Bizler böylesi iğrenç, alçakça çamurdan saldırıları geçmişten de biliyoruz. İbrahim Kaypakkaya’yı “seni bizat kendi ellerimle geberteceğim” diyen Yaşar Değerli’nin, “sanık İbrahim Kaypakkaya, intihar etmiştir” diye başlayan bu saldırısı sırasıyla, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’in 70’lerden buyana dillendirdiği “intihar” yalanıyla, ardından Orhan Kotan’ın, “Rızgari” adına yayınlanan Diyarbakır Hapisanesi Raporu’ndaki “o işkenceye kimse dayanamaz, İbrahim’in direnişi şehir efsanesidir” çamurlarıyla devam edilmiştir. Bugünkü saldırının failleri ise bizat önder Kaypakkaya’nın kurduğu ekolün yıllar içerisinde epey, bir hayli dejenere olmuş, paslanmış, küflenmiş halinin sonuçları olan tek tek safralardır. Bu safralar kendilerinin muhatap alınmasını, attıkları çamurun gündem olmasını ve tartışılmasını istiyorlar. Görünürde ilk kuşaktan olup, Koordinasyon Komitesi üyelerini ama özellikle de Muzaffer Oruçoğlu’nu hedef alıyor muş gibi yapan bu iğrenç, alçakca çamur faaliyetin ESAS amacı ve HEDEFİ aslında, İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleriyle hesaplaşmaktan kaçıp, onun geride kalan kemiklerini (“otopsi isterük” naralarıyla) taciz ve teşhir ettikten sonra çamura batırmaktır. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, Kaypakkaya yoldaşın koptuğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin önde gelen kalan kadrolarının 1972 senesi içerisinde (sırasıyla Hasan Yalçın, Gün Zileli, Oral Çalışlar, Ferit İlsever, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay ve Doğu Perinçek’in) yakalandıklarını ve bunların polis ve savcılık ifadelerinde İbrahim Kaypakkaya hakkında gayet kapsamlı ve derinlikli bilgi verdiklerini çok iyi biliriz. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 3 Kasım 1972’de Ankara’daki Marmara Köşkü'nde yapılan Devlet Brifingi'nde “Diyarbakırda yakalanan gençlerin örgüt evlinde Kemalizm ve Milli Mesele Üzerine adlı bölücü yazıların çıktığına” dikkat çekildiğini gayet iyi hatırlarız. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın 28 Şubat 1973’de zincirle bağlı bulunduğu yatağından kaleme aldığı, adeta vasiyeti sayılacak mektupta, “saflarımızda çözülenleri ve moral bozanları derhal atın” dediğini nasıl unuturuz? Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, buna mukabil başta Muzaffer Oruçoğlu olmak üzere Koordinasyon Komitesi mensuplarının direnmediklerini ve çözüldüklerini de iyi hatırlarız. Ve önder Kaypakkaya’yı en son gören tanıklardan olan yoldaş Hasan Zengin’in, çapraz hücrede kalan İbrahim Kaypakkaya’nın yanına Yaşar Değerli ve Güneydoğu Anadolu Sıkı Yöneim Komutanı Şükrü Olcay’ında bulunduğu kalabalık, sivil giyimli bir heyetin geldiğini ve bu heyet ile Kaypakkaya arasında geçen konuşmanın muhtevasını da gayet iyi biliriz: Zira o “konuşmada” DEVLET, İbrahim Kaypakkaya’ya adeta “bu yazdıklarını savunuyor musun, hala arkasında mısın” diye sormuştur. İbrahim’de “evet, savunuyorum ve arkasındayım” demiştir. Ve onun için ister işkenceyle, ister kurşunla olsun Kaypakkaya, “arkadaşlarının 21 Nisan 1973’den itibaren çözülmeleri sonucunda”, “devletin aslında öldürmeyecekken dikkatini çekmiş masum bir öğrenci olduğu için” DEĞİL, ta başından beri DEVLETİN sahip olduğu İSTİHBARATIN sonucu İNFAZ edilmiştir. Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, 1. Ana Dava Dosyası’na konan ve müptezellerin bize unutturmaya çalıştıkları, MİT raporundaki şu saptamayı da hiçbir zaman akıldan çıkartmayız: “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki haliyle en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” Şayet biz İbocular, balık hafızalı değilsek, ABD emperyalistleri tarafından “Soğuk Savaş” yıllarında yayınlanan The Communist Year Book’un 1973 baskısında önder İbrahim Kaypakkaya başta olmak üzere, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Ahmet Muharrem Çiçek’in ölüm haberlerinin H. Karpat tarafından adeta zafer edasıyla duyrulduğunu biliriz. İşte tüm bu nedenlerden ötürü bugün bu iğrenç, alçakça çamur saldırının ana hedefi kati surette Muzaffer Oruçoğlu DEĞİLDİR. Bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının ANA HEDEFİ önder İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediği, devrimci komünist, proleter enternasyonalist siyasi ve ideolojik hattır. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp yürüten safralar, İbocu hattan ta 70’lerin ikinci yarısında kopup, evvela Enver Hoca’cılığı tercih eden, sonra devrimciliği bitirip, şimdilerde Dersimcilik yaparak statü sahibi olmaya çalışan, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne “katliam” diyecek kadar antikomünistleşenlerdir. Ve ne ilginçtir ki, bu safralar geçmişteki anlatımlarında (mesela Kırmızı Gül Buz İçinde belgeseli için verdikleri yaklaşık 3 saatlik mülakatte) tek kelime bugünkü iddialarından bahsetmemişlerdir. Keza o günlerde karşılaştıkları Arslan Kılıç’la da gayet mülayim mülayim sohbet etmişlerdir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatıp, yürüten safraların bazıları ise kişisel öç alma derdinde olanlardır. Bunlar yıllarca İbocu=Dersimci denklemiyle eğitilmiş ama gerçekte İbrahim Kaypakkaya’nın ve onun dayandığı bütün bir komünist bilimle değil, Dersim’in yüzyıllarca sahip olduğu feodal kültürle yoğurulmuş müptezellerdir. Bu safralar, Kürt Milli Hareketi ile aileleri arasında yaşanan kanlı antagonizmaya, sırtlarını dayadıkları, Dersimli gördükleri, İboculukla alakası olmayan pragmatist hareketin ikircikli politikasına karşı gelip, kendilerini Türk şovenizminin Dersim temsilcisi eski CHP’li vekillerin kollarına atanlardır. Bu müptezellerin, vaktiyle Doğu Perinçek’in, Arslan Kılıç’a talimat verip, Arslan Kılıç’ında, “Ordu Göreve” pankartıyla bilinen, Nasyonal Sosyalist Gökçe Fırat’ın, “Türk Solu” dergisinde kalem oynatan Turhan Feyizoğlu’na siparişle yazdırdığı, İbo kitabının basımına nasıl cevaz verdikleri bilinir (bu kitap, hiç utanma ve arlanma duyulmaksızın bütün “İbo anma gecelerinde” de maslarda sergilenir). İbo kitabının dayandığı iki iddia vardır: 1. İbrahim Kaypakkaya, TİİKP’den “bir kadın meselesinden ötürü ayrılmıştır”. 2. İbrahim Kaypakkaya, “jiletle intihar etmiştir”. İşin ilginç yanı şudur ki bu çamur kitabın “Önsözü”, gayet övücü sözlerle Muzaffer Oruçoğlu tarafından yazılmıştır. Ve bugün Oruçoğlu konusunda çok hassasiyet sahibi imiş gibi gözüküp, bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çekenler tarafından da o dönemde basımına ve dağıtımına onay verilmiştir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıyı başlatan bir diğer safra ise, yazdığı 9 sayfalık çamur yazının altına imzasını koyamayacak kadar alçak ve korkaktır. Bu müptezelin davet edilmediği, 2017’de Darmstadt’da buluşan İbocu geleneğin farklı nesillerinin toplantısında, birden ortaya çıktığı ve “Arslan Kılıç, İbrahim’den teorik olarak ileriydi. Ben Arslan ağabey ile konuştum. İbrahim işkence falan görmedi, intihar etti” der demez, nasıl linç edilmekten son anda kurtulduğu ve topuklarını yağlayıp, nasıl sırra kadem bastığı da bilinir. Bugün bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıda kullanan TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası’nın biz İbocular açısından zerre kadar özgül ve orijinal tek bir yanı yoktur. O dosyanın yegane özelliği, o dönemki kadroların alttan alta önder İbrahim Kaypakkaya’nın 5 Temel Belgesi’ne nasıl ŞÜPHE duymaya başladıklarının göstergesidir. (Zaten onun içindir ki, ortak bir savunma yapılamamaıştır) Bu ŞÜPHE’nin daha sonra 1978’de yapılan 1. Konferans’da verilen “Özeleştiri” ile TEORİLEŞTİRİLDİĞİ ve bugünlere dek uzayıp geldiğni de zaten hepimiz görmekteyiz. Öte yandan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının manidar boyutları da vardır ve ne ilginçdir ki, bir zamanlar Sosyal Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi İsmail Bilen ve Haydar Kutlu TKP’sinin kurduğu TÜSTAV arşivinin envanterinde, TKP/ML 1. Ana Dava Dosyası gözükmekle birlikte, çevrim içi bu dosyanın tek bir sayfası dahi dijital olarak TÜSTAV sitesinde BULUNMAZKEN, iğrenç, alçakça, çamur saldırının sorumlusu, bahsi geçen müptezellerine kim veya kimler tarafından SERVİS edildiği ve hatta Türkiye’den Ethem Sancak’ın ortağı olduğu Türk-Rus ortak arama motoru YANDEX’e kim veya kimler tarafından da yüklendiğidir. Dünyanın olası bir 3. Emperyalist savaşla burun buruna geldiği, Türkiye’de islamcı-faşist bir rejimin 20 yıldır kendisini adım adım tahkim ettiği bir ortamda, önder İbrahim Kaypakkaya’ya yapılan bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının insanlığa ve devrime zerre kadar faydasının olmadığı son derece aşikardır. Yeni, genç nesiller bu iğrenç, alçakça, çamur saldırıdan ne öğrenecektir? Çamurdan ayaklı bu ahmaklar, İbrahim Kaypakkaya’ya karşı bir kaya kaldırdılar. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Tarihsel olarak şimdiden o kayanın altında kalmışlardır. İnanmayan Hasan Yalçın’a, Gün Zileli’ye, Oral Çalışlar’a, Ferit İlsever’e, Nuri Çolakoğlu’na, Halil Berktay’a, Doğu Perinçek’e, Yaşar Değerli’ye, Orhan Kotan’a, Turhan Feyizoğlu’na baksın. Tüm bu adlar bugün hangi siyasi ideolojilk hela deliğine yuvarlandılarsa bu iğrenç, alçakça, çamur saldırının başını çeken safralar da o deliğe yuvarlanacaklardır...

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm

MKP 3. Kongre Tanıtım Videosu.Tek Bölüm
Bu video, mkp 3. Kongresinin, emperyalist dünya sistemine ilişkin fikirlerini, Türkiye Kuzey Kürdistan'ın sosyo ekonomik yapı tahliline ilişkin yaklaşımını ve devrimin niteliğine (demokratik devrimin görevlerini üstlenen, sosyalist devrime) ilişkin anlayışını, devrimin yolu olan sosyalist halk savaşını ve demokratik halk devrimi, sosyalizm ve komünizm projesini (gelecek toplum projesinde devlet anlayışını), ulus ve azınlıklar, ezilen inançlar, kadın ve lgbtt'ler, ve gezi ayaklanmasına ilişkin fikirlerini, birlik ve eylembirliği anlayışını, ittifaklar politikasını, yerel yönetimler anlayışını, işçi partisi değerlendirmesini ve komünist enternasyonale ilişkin güncel görevler yaklaşımını içermektedir.

TKP/ML İçindeki İki çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri_1

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr

https://www.muzafferorucoglu.com/?lng=tr
Ve Durgun Akardı Don Gençliğimde hayalimin sınırlarını aşmama yol açan, beni en çok etkileyen roman. Don kazaklarının yaşamı, iç savaş, toprak kokusu, aşk, yaratım ve yıkım. Şolohov iç dünyamdaki yerini hep korudu. 24 Mayıs 1936’da Şolohov, Stalin’in daçasına gidiyor. Sohbetten sonra Stalin Solohov’a bir şişe kanyak hediye ediyor. Solohov evine geldikten bir müddet sonra kanyağı içmek istiyor ama karısı, hatıradır diye engel oluyor. Solohov, defalarca kanyağı içme eğilimi gösterdiğinde, karşısına hep karısı dikiliyor. Aradan üç yıl geçiyor, Solohov ünlü eseri, dört ciltlik ‘Ve Durgun Akardı Don’u, on üç yıllık bir çabanın sonunda bitirip karısından kanyağı isteyince arzusuna erişiyor ve 21 aralıkta, Stalin’in doğum gününe denk getirerek içiyor. Tabi biz bu durumu, Şolohov’un Stalin’e yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Durgun Don’dan bir alıntıyla bitirelim: “Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor.” (1. Cilt) ---------

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu

TABURE - Muzaffer Oruçoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu Amfisi, 1970’in eylülünde Dev-Genç’in parkeli, sarkık bıyıklı militanlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Sahnedeki masada, toplantıyı yöneten üç kişi vardı. Ortada, Filistin’e gidip geldikten sonra tutuklanan ve bir müddet yattıktan sonra serbest bırakılan İstanbul Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi başkanı Cihan Alptekin oturuyordu. Amfiye, elde olan hazır güçlerle, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı, Latin Amerikalı devrimcilerin yaptığı gibi bir an önce silahlı harekete geçme eğilimi hakimdi. İbo kent fokosu olarak gördüğü bu eğilimin, gençliği kendi kitlesinden koparacağı ve emekçi sınıflarla bütünleştirmeyeceği kanısındaydı. Daha önceki Dev-Genç forumlarında, bireysel terör, kendiliğindencilik, ekonomizm üzerine Dev -Genç kadrolarıyla tartışmış, onları İstanbul’un işçi bölgeleri ile toprak sorununun yakıcı olduğu yerlere yönlendirme çabası içine girmiş, direnişi ve silahlı mücadeleyi oralarda örgütlemeye çağırmış olduğu için herkes İbo’nun toplantıya gelme amacını ve neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordu. Hatta tahminin de ötesine geçiyor, İbo’nun üniversitedeki sağlam kavgacı unsurları araklayıp, kendi çalıştığı fabrikalar semtine, Alibeyköy’e ve Trakya’ya götüreceğini, üniversiteleri savunmasız durumda bırakmakla kalmayacağını, götürdüklerini de oralarda pasifize edeceğini söylüyordu. İbo biraz da Doğu Perinçek’in daha önce, gençliğin üniversite sınırları içindeki mücadelesini çelik çomak oyununa benzeterek küçümsemesinin cezasını çekiyordu. Dev- Genç kadroları PDA içindeki görüş ayrılıklarını bilmediği için İbo’nun Perinçek gibi düşündüğü sanısına kapılıyorlardı. Kızgınlıkları biraz da bundandı. İbo, ben, Garbis, Kabil Kocatürk, birkaç kişi daha, grup halinde toplantıyı izliyoruz. Konu, Cihan Alptekin, Necmi Demir, Ömer Erim Süerkan, Gökalp Eren, Namık Kemal Boya ve Mustafa Zülkadiroğlu’ndan oluşan Dev-Genç Bölge Yürütme Kurulu içindeki anlaşmazlıklar. Konu açılıyor, tartışmalar başluyor, Zülkadiroğlu saymanlıktan istifa ediyor. Tartışmaların kızıştığı bir anda, söz alanlardan birisi, gençliğin emekçi sınıflara açılması gerektiğinden, aksi taktirde iç didişmelerin artacağından söz ediyor. Bir diğeri, militan gençliğin, kitle çalışması kisvesi altında, kavga alanlarından çekilerek pasifize edilmek istendiğinden dem vuruyor. Bunun üzerine kolunu kaldırıp söz istiyor İbo. Görmezlikten geliyor Cihan Alptekin, bir başkasına söz veriyor. İbo’nun konuşması durumunda ortamın elektirikleneceğini iyi biliyor. Konuşmacı sözünü bitirdikten sonra İbo kolunu kaldırıyor. Yine görmezlikten gelip bir başkasına söz veriyor Cihan. Arkamızda oturan militanlar, tatsız yorumlarla laf dokunduruyorlar bize. İbo duyacak diye endişeleniyorum. Kafasını bana doğru çevirerek, “Örgüt içi demokrasi dar bir çete tarafından resmen yok ediliyor,” diye mırıldanıyor. “Biraz bekle,” diyorum. Bekliyor. Birkaç kişi daha konuştuktan sonra el kaldırıyor. Ben de kaldırıyorum. Toplantının selameti için hiçbirimize söz hakkı vermiyor Cihan. İbo bu kez olduğu yerden: “Deminden beridir el kaldırıp söz istiyorum, söz vermiyorsun,” diyor. “Söz almadan konuşma,” diye uyarıyor Cihan. “Siz iktidar mücadelesini kendi içinizde kendiniz gibi düşünmeyenleri susturarak mı vereceksiniz? Düşünceler çatışmazsa doğrular nasıl çıkacak ortaya?” Cihan’ın, “Söz almadan konuşuyor, usulsüzlük yapıyorsun, otur yerine!” uyarısını arkadan gelen tehditvari uyarılar izliyor: “Otur yerine be, ne konuşacaksın!” “Seni gençliğin militan mücadelesi içinde göremiyoruz İbrahim, otur yerine, senin ne diyeceğini biliyoruz biz.” İbo bu kez geri dönerek, “Ben de sizleri işçi semtlerinde, grev çadırlarında göremiyorum,” diye çıkışınca, “Otur yerine,” sesleri çoğaldı. Amfideki tüm kafalar İbo’ya yöneldi. İbo yönünü tekrar sahneye doğru çevirip konuşmasını sürdürünce, ülkedeki siyasi atmosfer ile Bölge Yürütme Kurulu’nun içindeki çekişmelerin gerdiği sinirler, habis bir uğultu halini aldı. Arkamızda bulunan militanlardan Bombacı Zihni (Zihni Çetin), “Otur ulan otur, diyorum sana!” diye bağırarak, oturduğu tabureyi kaldırıp İbo’nun kafasına vurdu. Dehşet içinde kaldım. Kabil Kocatürk Zihni’ye ve arkadaşlarına doğru hörelenince kolundan çektim. Grubun içinde, Nahit Tören, Taner Kutlay, Zeki Erginbay, Mustafa Zülkadiroğlu gibi Dev-Genç’in mücadele içinde pişmiş ünlü militanları vardı. Nahit gibi birkaçının belinde de tabanca vardı. Zihni elindeki tabureyi yere koydu, durgunlaştı. Mücadeleci ve sinirli bir insandı. Harp okulundayken, öğretmeni Talat Aydemir’in örgütlediği 1963 darbesine katılmış, tutuklanıp üç yıl hapis yatmış, çıktıktan sonra 68 eylemlerine katılmış, Filistine gidip gelmiş fedakar bir insandı. İbo’nun kafası kırılmış, kırıktan boşanan kan, alnından yüzüne, boynuna ve göğsüne yayılmıştı. Dik durmaya çalışıyordu ama benzi solmuştu. Bir koluna Ragıp Zarakol diğerine de hatırlayamadığım birisi girmişti. İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu binası, Dev-Genç’in en önemli üssü olduğu için polis binadaki olayları anında haber alıyordu. Az sonra polis ekibi geliyor, İbo’yu alıp götürüyor. Nereye götürdüklerini bilemiyoruz. Karanlık çöktüğünde geliyor İbo. “Beni alıp Karakola götürdüler,” diye anlatıyor. “Kafama bant çektikten sonra sorguya aldılar. Komünistler arasında post kavgasının olduğunu, birilerinin vurduğunu ileri sürdüler. Kabul etmedim, merdivenden düştüğümü söyledim, tutanağa öyle geçti.”

Sınıf Teorisi - Partizan

Sınıf Teorisi - Partizan
Katledilişinin 50. Yılında Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yol Göstermeye Devam Ediyor! ''Türkiye'nin Geleceği Çelikten Yoğruluyor, Belki Biz Olmayacağız Ama, Bu Çelik Aldığı Suyu Unutmayacak'' İbrahim Kaypakkaya

Mahir Çayan Bütün Yazılar

Mahir Çayan Bütün Yazılar
TIKLA_Pdf_indir

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4

M. Ali ESER ve Kitabının Devrimci Demokrasi tarafından Kritiği_1_2_3-4
Tıkla

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri

Iki Lider iki Örnek-Polis Ifadeleri
Tikla ve Oku

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi

Türkiye Üzerine : Şark Meselesi
Amerika'da yayınlanan New York Tribune, iki yüz bini aşan tirajıyla, o yıllarda, belki de dünyanın en büyük gazetesiydi. «Türkiye Üzerine» Marx'ın bu gazeteye, «Şark Meselesi» ile ilgili olarak yazdığı makaleleri kapsamaktadır. «Türkiye Üzerine», geçen yüzyılda büyük devletler arasında kurulan politik ilişkilere «Şark Meselesi» açısından ışık tuttuğu gibi, Marx'ın Osmanlı İmparatorluğunun politik durumu ve toplumsal (sosyal) yapısı hakkındaki fikirlerini de dile getirir; bu bakımdan bizi özellikle ilgilendirmektedir. Bu yazılardan bir kısmının tamamen Marx' a ait olmadığı açıklamalar da belirtilmiştir. Biz, karışıklık olmasın diye, geleneğe uyarak, «Marx'ın» dedik. (Bkz. Kitabın sonunda yer alan)